Tumgik
#felsefe parçaları
huzursuzlugun-blogu · 2 years
Text
Tumblr media
“Şu kederin çelişkisini kim kavrar: Kendini açmamak, sevginin ölümüdür; kendini açmaksa sevgilinin ölümüdür.”
14 notes · View notes
kadertango · 2 years
Text
Ali bin Ahmed bin Said ibn Hazm d. 7 Kasım 994, Kurtuba - ö. 16 Ağustos 1064) Endülüslü-Arap felsefeci, tarihçi, fakih ilahiyatçı ve Şair. İbn hazm ez-Zahiri diye ün yapmıştır. Bir azatlı kölenin torunudur.
Batıda eserleri bir çok dile çevrilmiş. İtalya, Rusya, İspanyolca, Fransızca, Japonya.......
Ne yazık ki Türkçeye bu yüzyılda çevrilmiş. Kitap üç bölüme ayrılmış, İbni Hazm'a göre 10 tanesi, aşkın kaynaklarına, 12 bölüm aşkın araz (belirtilerine) 16 bölüm aşka içeriden gelen bela ve afetlere, son bölüm Endülüs edebiyatı ve İbn Hazm
Erich Fromm" "Sevme Sanatı"Sigmund Freud "Aşkın Psikoljsi" batılı felsefe ve düşünürlere verdiğimiz önemi inşallah doğu kültürüne ve İslam felsefecilerine de verme gayreti yaşarız.
Güvercin gerdanlığı güvercinlerin boynunda bulunan halka biçimindeki tüylerdir. klasik islâm edebiyatında, boyna geçen ve ölünceye kadar çıkmayan 'aşk zinciri'nin sembolüdür. endülüs'lü filozof ibni hazm sevgiye ve sevenlere dair öykü ve şiirleriyle kalbe dokunmuş, insanı başka alemlere götürerek duygu, betimlemeler ile soyut, edebi ve felsefi yönden mantığın dile gelmiş hali diyebiliriz
Kitap kişilik eğitimi için benzersiz bir sanat eseri niteliğini taşımakta, o kadar benzersiz ve eşsiz yazılmış ki bir öykü ve öyküye yazılmış şiir ve kasideden oluşmaktadır. Sayfadan sayfaya geçmek için sabırsızlandım.
Alıntılar
Hemen hemen hiç değişmeksizin çoğu kez aşkın dış güzelliğe bağlanmasını sağlayan neden , ruhun kendisinin bizzat güzel olmasıdır . Bu nedenle ruh güzel olan herşeye hemen tutulur ; güzel ve hoş motiflere karşı bir eğilim gösterir . Güzel bir şey gördüğünde hemen ona bağlanır; biçimin ötesinde , kendisiyle uyuşan bir çizgi ayrımsarsa, işte o zaman birleşme meydana gelir. Gerçek aşk da budur zaten. Şayet, görünenin ötesinde kendisiyle uyuşabilen en ufak bir nitelik göremezse, sevgisi bu dış biçimden daha ileriye geçmez. Sadece bedensel bir arzu olarak kalır. Gerçekte, dış biçimler ruhların birbirlerinden ayrılmış parçaları üzerinde etkin bir çekim gücüne sahiptir.
Bir aşkın benim içimi yakması için, belli bir zamanın geçmesi, benim ona onun bana karşı sürekli bir bağlılık hissetmemiz, hayatın acı ve tatlı bazı şeylerini aramızda paylaşmış olmamız gerekir.
Benim düşünceme göre aşk, ruhların çeşitli yaratıklar arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesidir. Bu birleşme onların en yüksek temel ögelerinde meydana gelir. Beraberlik ve ayrılığın, varlıkların birleşimi ve ayrışımıyla ilgili olduğunu biliyoruz. Her şekil kesinlikle kendine uygun olan şekli
çağırır; onu arar. bulur. Herşey misli mislinedir. Aramızda karşıtların birbirini ittiğini benzerlerin birbirlerini çektiğini, hemcinslerin birbiriyle uyum sağladığını bilmeyen yoktur.
Niçin aynı durumlar ruhlar için sözkonusu olmasın? Allah Adem 'in eşinde bulacağı ısınmanın nedenini Havva 'nın kendisinden bir parça bulmasında kılmıştır.
Kuşkusuz zevklerin ve eğlencelerin bir sonu var; ama işlenen günahların doğurduğu olumsuz sonuçlar ve onların utancı hiç tükenmez.
En değerli Aşk Yüce Allah'ın aşkında buluşup birleşenlerin aşkıdır.
Tumblr media
11 notes · View notes
futbolpenceresi · 1 month
Text
TOPLUMUN MEKANIZMALARI
TOPLUMUN MEKANİZMALARI Toplum, her birinin kendine özgü kültürel/yapısal(içinde yaşamış olduğu sistemler) tarihinin sonucunda şekillenen ideolojik/kültürel/zihinsel dünyası olan değişik bileşenlerden/alt kümelerden (birey, aile, küçük gruplar, alt kültürler, büyük gruplar, vs) oluşur. Bu bileşenlerin her biri, zaman içinde, içinde bulunduğu yapısal/coğrafi ve kültürel ortamlar ve kendi mevcut kültürel/zihinsel/düşünsel oluşumunun etkileşimleriyle yavaş yavaş değişir, başkalaşır, dönüşüme uğrar. Toplum bileşenlerinin davranışları, tepkileri, kültürü, zihinsel yapısı dört farklı gücün etkisi altında, dört farklı zaman dilimi altında oluşur. Birincisi evrim mekanizmasının oluşturduğu çok uzun dönem(Evrimsel Zaman; Bin Yıllar, On Bin Yıllar), ikincisi Braudel'in uzun zaman etkileri şeklinde betimlediği coğrafyanın(doğanın) etkileri (Coğrafi Zaman; yüz yıllar, bin yıllar), üçüncüsü, Braudel'in orta vade etkileri dediği yapısal(sistemsel) etkiler (Sistemsel Zaman; on yıllar, yüz yıllar), dördüncüsü de kültürel, ideolojik, düşünsel etkilerden oluşan üstyapı faktörlerinin oluşturduğu kısa dönem(Kültürel Zaman; yıllar, on yıllar).
Evrim, coğrafya ve sistem öğelerinin filizlendirdiği karakter, zihniyet, kültür, psikoloji gibi insana ait özellikler insanların davranışlarını, seçimlerini, eylemlerini etkileyecek, bu eylemler sonucunda doğa (coğrafya), sistemler(yapı), kültür (yönetimlerin eğitim-öğretim, sanat, kültür politikaları ve tercihleri aracılığıyla) insan tarafından değiştirilecektir. Bu yüzden toplum bu dört faktörün karşılıklı etkileşimleri ile yoğrulup biçimlenen bir hercü merç olacaktır.
Bireylerin kültürel, zihinsel, ideolojik dünyası ve yapısal(sistem/doğa) etkenlere verdiği tepkiler, onlara karşı geliştirdiği davranışlar, Althusser’in ideolojik aygıtlar terimiyle nitelediği, aslında bir kısmı devlete, bir kısmı topluma ait olan okul, cami, sendika, aile, cemaat, vs gibi kurumlar/ortamlar içinde karşılaşılan ebeveynler, rol modelleri, cemaat önderleri, öğretmenler, din adamları, vs gibi aktörlerden zeka, deneme yanılma, taklit ve öğrenme yöntemleriyle alınır, ödül ve cezalara bağlı olarak içselleştirilir ve sonraki nesillere aynı kurumlar içinde benzer yöntemlerle aktarılır. Böylece kültür, zihinsel yapı, ideoloji zaman ve mekan içinde yayılır, yayılırken toplumsal bileşenlerin dağılımına ve etkileşimlerine, maruz kaldığı sistemlere ve fiziksel koşullara bağlı olarak çeşitlenir, farklılaşır.
Marx’ın meşhur saptaması bunu çok özlü bir biçimde ortaya koyar:
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar."  (Louis Bonapart’ın On Sekiz Brumaire’i, çeviren Tanıl Bora)
Marksist düşüncede altyapı üstyapı ayrımı vardır. Altyapı mülkiyet yapısı, üretici güçler ve üretim ilişkilerine ayrıştırılabilen ekonomik temelden oluşur. Üstyapı ise sanat, felsefe, ideoloji, hukuk gibi öğelerden oluşur. Marksist düşünce üstyapının da etkili olduğunu kabul etse de, esas olarak altyapıya ağırlık verir.
“Teknoloji, bilgi, devlet ya da özel organizasyon öğelerinden hangisine odaklandığınıza bağlı olarak, neden sonuç söyleminde döngüsellik olarak bilinen endojenlik konusunda haklı kaygılar ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla bir araştırma için belirlenen başlangıç noktası sonuçta keyfidir. Analiz hangi nedensel ilişkiyle başlarsa başlasın, er ya da geç aksi yöndeki bir ilişki belirecek, geri besleme etkileri devreye girerek, doğrusal ve tek yönlü olarak başlamış olan bir modeli tavuk-yumurta (altyapı-üstyapı-altyapı, üstyapı-altyapı-üstyapı, KG) tarzında döngüsel yapılar içeren karmaşık bir sisteme dönüştürecektir.” Yollar Ayrılırken, sayfa 33
Üretimin vazgeçilmez koşulu, demek ki, üretim koşullarının yeniden üretimidir. Üretim ilişkilerinin yeniden-üretimi nasıl sağlanır?
Yerlemin (alt-yapı, üst-yapı) diliyle söylersek: Çok büyük ölçüde, hukuki-siyasal ve ideolojik üst-yapı yoluyla sağlanır. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Louis Althusser
Devletin ideolojik aygıtları dediğimizde, gözlemcinin karşısına, birbirinden ayrı ve özelleşmiş kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belirli sayıda gerçekliği belirtiyoruz… Bu gerekliliğin içerdiği tüm sakıncaları göz önünde tutarak aşağıdaki kurumları şimdilik DİA’lar olarak kabul edebiliriz (adlarını saymamızdaki sıranın özel bir anlamı yoktur):
Dinsel DİA (farklı kiliselerin oluşturduğu sistem) Öğrenimsel DİA(farklı, gerek özel gerekse devlet okullarının oluşturduğu sistem) Aile DİA’sı Hukuki DİA Siyasal DİA (farklı partileri de içeren sistem) Haberleşme DİA’sı (basın, radyo-televizyon vb.) Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.) İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Louis Althusser
Siyasi ve yasal kararların sonucunda resmi kurallar bir gecede değişse bile, gelenekler, adetler ve davranış biçimlerine derinlemesine kök salmış olan enformel kısıtlamalar, belli bir niyetle çıkarılan ve uygulanan politikalara karşı çok daha dayanıklıdırlar. Kültürel kısıtlamalar sadece geçmişi, bugüne ve geleceğe bağlamakla kalmaz, aynı zamanda tarihsel değişimin yolunu açıklamanın anahtarını verir.   Kurumlar, Kurumsal Değişim ve Ekonomik Performans, Douglass C. North, S13
Sociologists and anthropologists consider the organization of society to be a reflection of its culture-an important component of which is cultural beliefs. Cultural beliefs are the ideas and thoughts common to several individuals that govern interaction-between these people and between them, their gods, and other groups-and differ from knowledge in that they are not empirically discovered or analytically proved. In general, cultural beliefs become identical and commonly known through the socialization process by which culture is unified, maintained and communicated. Cultural Beliefs and the Organization of Society, Avner Greif Sosyologlar ve antropologlar, toplumun örgütlenmesinin, önemli bir bileşeni kültürel inançlar olan kültürünün bir yansıması olduğunu düşünüyor. Kültürel inançlar, bu insanlar arasındaki, onların tanrıları ve diğer gruplar arasındaki etkileşimleri yöneten çeşitli bireylerde ortak olan fikir ve düşüncelerdir ve ampirik olarak keşfedilmemeleri veya analitik olarak kanıtlanmamaları nedeniyle bilgiden farklıdırlar. Genel olarak kültürel inançlar, kültürün birleştirildiği, sürdürüldüğü ve iletildiği sosyalleşme süreci yoluyla aynılaşır ve yaygınlaşır. Cultural Beliefs and the Organization of Society, Avner Greif
“Başka bir yaygın yanılgı, bir uygarlığın gerilemesi gibi büyük çaplı sosyal olguların mutlaka büyük çaplı nedenlere dayandığı anlayışıdır.” Yollar Ayrılırken, sayfa 51
Tedrici değişme esastır. Amerika'nın keşfi, buhar makinesinin icadı gibi belirli dar bir zaman diliminde yer alan büyük ani değişmeler bile, göze görünmeyen, fark edilmeyen, uzun bazen çok uzun bir hazırlık ve birikim döneminin nihayetinde ortaya çıkmış birer tezahürden ibarettir. Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Mehmet Genç, Sayfa 307
Ama değişmenin gelişmesi, yerleşmesi, yayılması ve etkilerinin ortaya çıkması da aynı derecede uzun ve derin bir süreç gerektirir. Değişme potansiyelinin ortaya konulması, uzun zamana ihtiyaç gösterir. Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Mehmet Genç, Sayfa 307
“Her halükarda, başlangıçtaki ufak bir ayrımın doğurduğu bir tepki zinciri, sonuç olarak çok büyük bir etki yaratabilir. Yollar Ayrılırken, sayfa 51
Coğrafya da(doğa), yapı da(sistem), toplumun farklı katmanları da toplumun üyelerinin bazı davranışlarını ödüllendirir, bazılarını cezalandırır. Bireyler ödül ve cezalara göre tepkilerini, davranışlarını oluşturur. Ödüllendirilen davranışlar pekişir, cezalandırılan davranışlar zayıflar, yavaş yavaş kaybolur.
İnsan davranışlarını 1. Ceza 1.1 Dışsal 1.2 İçsel 2. Ödül 1.1 Dışsal 1.2 İçsel yönlendirir. 1. Dışsal ödül ve cezalar, yapısal etkenler(sistem, dış dünya, doğa) ve diğer toplumsal kesimlerin tepkileriyle belirlenir. 2. İçsel ödül ve ceza mekanizması, bireylerin psikolojik gelişim, büyüme, olgunlaşma sürecinde ebeveynlerin, rol modellerinin, cemaat önderlerinin, öğretmenlerin, din adamlarının, vs onay(ödül)/red(ceza) tutumlarının sonucunda oluşur. 2.1. Uzun süre geçerli olan sistemlerin, fiziksel çevre etkilerinin, toplumsal kesimlerin/aktörlerin dışsal cezaları, yani söz konusu davranışlar için bireyleri sürekli olarak kınamaları(cezalandırmaları) sonucunda içsel ceza ve ödüllere dönüşür. 2.1.1 Cezalandırılan davranışları yapmayan bireyler, cezalandıran aktörlerin (içsel)onayını(ödül) hissetmeye başlar. 2.1.2 Cezalandırılan davranışları yapan bireyler, cezalandıran aktörlerin (içsel)kınamasını(ceza) hissetmeye başlar. 2.2. Uzun süre geçerli olan sistemlerin, fiziksel çevre etkilerinin, toplumsal kesimlerin/aktörlerin dışsal ödülleri, yani söz konusu davranışlar için bireyleri sürekli olarak onaylamaları(ödüllendirmeleri) sonucunda içsel ödül ve cezalara dönüşür. 2.2.1 Ödüllendirilen davranışları yapmayan bireyler, ödüllendiren aktörlerin (içsel)kınamasını(ceza) hissetmeye başlar. 2.2.2 Ödüllendirilen davranışları yapan bireyler, ödüllendiren aktörlerin (içsel)onayını(ödül) hissetmeye başlar. 3. İçsel ödül/ceza mekanizmaları gelişen bireyler bu davranışları yine aynı onay/kınama tepkileriyle, yine aynı devlet ve toplumsal ideolojik aygıtlar içinde karşılaştıkları sonraki nesillere aktararak onların da benzer içsel ödül/ceza mekanizmaları geliştirmelerini sağlarlar. 3.1. Sistem/dış dünya, ödül/ceza veren aktörlerin (dışsal) ödül ve cezaları bu psikoljik süreçler ve ideolojik aygıtların işleyişi sonucunda nesilden nesile aktarılan (içsel)ödül ve cezalara dönüşür ve süreklilik kazanır.
0 notes
piesparkles · 3 months
Text
kendini anlatmak. çok zorlayıcı ama dehşet hissettirmiyor mu size de? hayatın neresinde olursan ol, durup çevrene bakındığında ve kendini uzaktan gördüğünde kalakalıyor musun sen de? ellerini uzatıp tam tutacakken iplerin kopup kopup durması, yenilmeyip en baştan başlamaya karar vermen ve bu paradoksun asla bozulmaması.. duvara bakıp bomboş hissettiğiniz olmuştur tabi, onu sormuyorum. benim sorduğum yedi milyar insanın nefes aldığı bir yerde soluksuz kalmayı başarıp başarmadığın. kim olursa ol, sol tarafında gerçek bir kalp taşıyıp taşımadığın. aynaya baktığında, o derinliklere gelen ağlama hissi. neden böyle oluyor, anlamıyorum doğrusu. neden böyle hissediyorum? neden bazı şeyleri değiştiremiyorum? bazı şarkılar neden işliyor mesela sebepsizce? elini alıp yanağına koyduğunda neden ağlama hissi dolar ki insanın içine? sevgisizlik, neden bu kadar işlemişken bu kadar yabancı gelir? bir şeyleri anlamdırmaya çalışmak felsefe sayılır mı? bir şeylere alışmak alışamamaktan zor mudur? hayata galip gelmek ya da mağlup olmak kavramları kullanılabilir mi? kafan karışıkken de günler iyi geçer mi? kitaptan başını kaldırdığında o dünyada devam etmen mümkün mü? neden yazdım bunları bilmiyorum. ama zusak'ın dediği gibi siz bundan çok uzaksınız. parmaklarınız, hayatımı sizinkine bağlayan bir şekilde sayfaları çeviriyor. gözleriniz güvende. bu yazılanlar sizin zihninizde sadece birkaç cümleden ibaret. benim içinse gerçek. şimdi her dönemeçteki bedeli düşünerek devam etmek zorundayım. hiçbir şey bir daha aynı olmayacak. çığlık çığlığa haykırarak nedenini sormak istiyorum. bu gece dağınık yıldızlar buz parçaları gibi aşağıya yağıyor ama hiçbir şey beni yatıştıramıyor. hiçbir şey bana kaçış imkanı vermiyor. tamamiyle sıkıştım.
1 note · View note
istanbulmedya · 7 months
Text
Ariston Karşıyaka Servis Hizmeti | Ege
Yetişmiş kalifiye ekibi Kaliteli işçilikle onarımları yapmakta olup müşteri bütçesini düşünmekte. Karşıyaka Ariston Servisi bizler satış sonrası süreçte garanti süresi sona ermiş ürünlere teknik destek hizmeti sunmaktayız hala garanti süresi sona ermemiş cihazlara müdahale yetkimiz yoktur. Kombi Bakım Tamir Servisi, Bulaşık Makinesi Servisi, Çamaşır Kurutma Makinesi Tamir Servisi, Buzdolabı Servisi, Çamaşır Makinesi Servisi, Klima Sökümü, Orijinal Yedek Parça, Uygun Fiyat, Klima Montajı, Elektrikli Termosifon Servisi, Klima Servisi, Tüm sorunu giderilen cihazlara bir yıl garanti. Elektrikli Termosifon Tamiri, Çamaşır Makinesi Yedek Parçaları, Set Üstü Ocak Servisi, Karşıyaka Ariston Servis uzman desteğin hızlı Etkili çözüm fırsatları.
Profesyonel saha ekipleri tamir gerektiren ve aciliyet arz eden durumlarda koşulları zorlayarak gerek duyulması halinde yerinde onarım hizmeti sunmakta. Ariston Karşıyaka Servisi biz servis anlayışımız ışığında güven itimat kalite ciddiyet felsefe edinmiş çağın getirdiği tüm yeniliklere ulaşmış bir firmayız hassasiyet içinde sürdürdüğümüz tüm ev gereçleri sorunlarında en iyi ve hızlı hizmetler sunmanın çabası içinde olmuşuzdur. Kaliteli servis fikirlerini çağın getirdiği teknoloji gelişimine uyduran ve sürekli müşteri menfaati çerçevesinde hizmetlerinde taviz vermeden sürdürmektedir. Ariston Karşıyaka Servis beyaz eşya tamiratında kaliteli işçilik. Buzdolabı bakım onarımı. Çamaşır makinesi tamiratı. Klima bakım ve onarım. Küçük ev Aletleri tamir ve bakımı. Kombi Servisi Senelerin tecrübesi içinde sahasında bölgesinde hizmet sunan firmamız şimdi tüm ilçelere ulaşarak sorun çıkarmış cihazlara müdahale etmekte.
Tumblr media
0 notes
chef07 · 1 year
Text
Hayatımda hep yaptıklarımı değil yapamadığım şeylerde takıntılı kalıyorum
Hep aynı yasanamamisliklari yaşıyorum diye gerçekliklere gelip takılıyorum .içindeki şey benim özgür olmamı istiyor sadece ama o varken özgür olamam birbirimize egemen olmaliyiz.kendine bir amaç bulamazsan sönersin yeni işler,yeni ilgiler bul ve ateşin yükselsin yanmaya devam etsin.eğer her gün aynı şey yapıyorsan ve yerinde sabitsen bil ki birşeyleri yanlış yapıyorsun.hemen mükemmel olamazsın önce zeminden başlaman gerekir.ateşinden sen sorumlusun.buyuk sorumluluklar seni tüketir ufak çıralarla başla.Ateşi yakan sensin.hayatin senin elinde ateşi sondurende sensin yakanda.ben aşkta ateşime hep ıslak çıra parçaları koydum yada büyük odunlar, ateşimi ayarlayamadim ve tutmeye başladı ateşim. Belkide asıl sorun benimdir ateş yakmayı beceremiyorumdur.atesi yakabilen kişi canı isteyincede yakmayabilir. Kut gerçekliğini hiç bilmeden,olanağını açıkça gördüğündür,gerçek olmasını açıkça bildiğin ama gerçekliğini göremediğindir.inanc-kuşku-bilgi üçlüsü temel felsefedir yerini değiştirsem bile farkli yollar çıkacak. Felsefe yalnızca olanı görmek olsaydı felsefe değil sosyoloji olurdu.cunku felsefe olmayanı gören,olmayanın olmasını buyuran bilgidir.uygar kişi celiskilidir. Uygar kişi saygilidir hemde her insana.dunyanin temelden bozuk olduğu duygusu mahvediyor beni, kızgınım neden böyle garip bir dünya var ama bazende herşey mükemmel bir duzendeymis gibi geliyor.surekli huzuru arıyorum ama bulamayacağımi bile bile aramaya devam ediyorum.alışılmışa alışamayan insanım sanırım.uygar kişi Uygar olmayabilen insandır çünkü uygardir,Uygar olmak zorunda değildir.uygarlik duzenliliktir dağınıklık içinde düzenli olabilen kişidir
0 notes
yorgunherakles · 4 years
Photo
Tumblr media
akhilleus sarhoş olduğunda bıçağı alıp elini kesmeye ya da çok sarhoşsa kalbini deşmeye çalışırdı ve bu sebeple pek çok hançerin hassas bıçakları kırılmıştı. … yaralar akhilleus’u büyülüyordu.
zachary mason -  odysseia'nın kayıp bölümleri
38 notes · View notes
lanausee44 · 4 years
Text
Tumblr media
Bak, işte insan! Ölüm ıstırabı onun ıstırabı değildir, ama bütün hayatı bir ıstırap öyküsüdür; ıstırap çekense sevgidir -o sevgi ki, her şeyi verir, kendisi yoksul kalır.
Felsefe Parçaları ya da Bir Parça Felsefe, Soren Kierkegaard.....
78 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
“Hiçbir kötülük, kötülük olarak tarif edilmekle düzeltilememiştir” | Kültür Endüstrisi – Adorno
Tumblr media
Kültür endüstrisi asıl anlamı ve mantığı değil de faydası bakımından, gerçeklikteki konumu ve ortada bulunan iddiaları açısından değerlendirilecek olursa; dikkatler onun daima başvurduğu fayda konusuna yöneltilecek olursa, yapacağı etkinin potansiyelinin iki kat daha fazla olduğu anlaşılacaktır. Ama bu potansiyel, gücün yoğunlaşması sayesinde, çağdaş toplumun güçsüz bireylerinin mahkûm olduğu tanıtım ve insan zayıflıklarının sömürülmesinde yatar. Bu bireylerin bilinci daha da geriler. Bazı alaycı ABD’li film yapımcılarının on bir yaşındakileri de göz önüne alarak film çekmek durumunda olduklarını söylemeleri bir rastlantı değil. Ellerinde olsaydı, böyle yaparak yetişkinleri de on bir yaşına indirmek için canlarını verebilirlerdi.
Kitle, Melankoli, Felsefe: Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken
Kültür endüstrisi terimi yanılmıyorsam ilk defa 1947′de, Amsterdam’da Horkheimer’la birlikte yayımladığımız Aydınlanmanın Diyalektiği’nde kullanıldı. Müsveddelerde “kitle kültürü” terimini kullanmıştık. Fakat daha sonra, yandaşlarının işine gelecek yorumları dışarıda bırakmak amacıyla kitle kültürü yerine “kültür endüstrisi” terimini kullanmayı uygun bulduk; ne de olsa onun, kitlelerden kendiliğinden çıkan bir kültür sorunu olduğunu ortaya atabilirler, onu popüler sanatın çağdaş formu sayabilirlerdi ki bu ikincisinin kültür endüstrisinden kesin olarak ayırt edilmesi gerekir. Kültür endüstrisi eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirir.
Kitlelerin tüketimine göre düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az çok bir plana göre üretilir. Tüm sektörler yapısal olarak benzerdir ya da en azından birbirinin açıklarını kapatarak, neredeyse tamamen gediksiz bir sistem oluştururlar. Bunu olanaklı kılan sadece çağdaş teknik olanaklar değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetsel yoğunlaşmadır. Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydurur.
Bin yıllardır ayrı duran yüksek ve düşük sanat düzeylerini, her ikisinin de zararına bir araya gelmeye zorlar. Yüksek sanatın önemi, yararı konusundaki spekülasyonlarla yok edilirken, düşük sanatın önemi de, (toplumsal denetim kusursuz olmadığı sürece) içinde barındırdığı isyancı direniş özelliğine dayatılan medeni sınırlamalarla yok edilmektedir. Böylece, kültür endüstrisi yöneltilmiş olduğu milyonların bilincini ve bilinçaltını yönlendiriyor olmasına rağmen, kitleler birincil değil, ikincil role düşerler ve hesaplanabilir nesneler, makinenin tali parçaları olurlar. Tüketici, kültür endüstrisinin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi hükmedici ya da özne değil, aksine nesnedir. Özellikle kültür endüstrisi için biçimlendirilmiş olan kitle iletişim araçları terimi, vurguyu nispeten zararsız bir alana kaydırmakta çok işe yaramıştır. Gerçekte ne öncelikle kitlelerle, ne de iletişim tekniklerinin gelişimiyle bir ilgisi vardır, aksine onları dolduran ruhla, sahiplerinin sesiyle ilişkilidir. Kültür endüstrisi kitlelerle ilişkisini kötüye kullanarak, verili ve değişmez sayılan bir zihniyeti çoğaltmaya ve güçlendirmeye çalışır. Her ne kadar kültür endüstrisi kitlelere uyum sağlamadan varolamayacak olsa da, kitleler onun ölçütü değil ideolojisidir.
Brecht ve Suhrkamp’ın otuz yıl önce ifade ettiği gibi, endüstrinin kültürel malları, özgül içerikleri ve yapılarındaki uyuma göre değil, piyasada gerçekleşen değerlerine göre yönetilir. Tüm kültür endüstrisi pratiği, kâr güdüsünü dolaysız olarak kültürel formlara aktarır. Bu kültürel formlar piyasaya sürülen mallar olarak yaratıcılarının geçimini sağlamaya başladığından beri zaten bu niteliğe kısmen sahipti. Fakat o sırada kâr arayışı dolaylıydı, sanat eserinin bağımsız özünün ötesindeydi. Kültür endüstrisinde yeni olan, en tipik ürünlerindeki kesin ve iyi hesaplanmış faydanın dolaysız ve saklanmayan önceliğidir. Asla ve asla bütünüyle baskın çıkamayan ve daima çeşitli etkilerle biçimlenen sanat eserinin özerkliği, kültür endüstrisi tarafından, denetim mekanizmasının iradesi dahilinde ya da dışında, bilinçli bir biçimde ortadan kaldırılır. Bu anlamda denetim mekanizması sadece iktidarı ellerinde bulunduranları değil, verilen talimatları yerine getirenleri de kapsar. Ekonomik terimlerle konuşacak olursak, bu güruh ekonomik anlamda en gelişmiş ülkelerde sermaye için yeni olanakların arayışı içindedir.
Eski olanaklar, kültür endüstrisini her yerde hazır ve nazır bir fenomen olarak mümkün kılan yoğunlaşma sürecinin sonucunda gittikçe daha güvenilmez bir hale gelmiştir. Gerçek anlamda kültür, yalnızca kendisini insanlara uydurmakla kalmıyor, bunu yaparken aynı anda içinde yaşadıkları taşlaşmış ilişkilere bir karşı koyuşla onları onurlandırıyordu.
Oysa bugün, kültür bu taşlaşmış ilişkilerin içinde çözünmüş ve onlarla bütünleşmiş olduğundan, insanlık onurunu bir kez daha yitirmiştir; kültür endüstrisinin tipik kültürel varlıkları artık diğer niteliklerinin yanında mal niteliğini taşımaz, bütünüyle mala dönüşmüştür. Bu niceliksel değişim o kadar etkilidir ki yepyeni bir fenomen ortaya çıkarmıştır.
Sonuçta, kültür endüstrisinin, kökeninde yatan kâr güdüsü ideolojisini dört bir yana saçmasına bile gerek kalmamıştır. Bizzat kâr güdüsü onun ideolojisinin nesnesi haline gelmiş ve her koşulda yerine getirilmesi gereken, kültürel malların satılma zorunluluğundan bile bağımsızlaşmıştır.
Kültür endüstrisi birer birer şirketlerden ya da satılabilir nesnelerden bağımsız olarak halkla ilişkilere, kendi başına “itibar” üretimine yönelmiştir. Böylelikle ortaya de facto bir uzlaşma, tüm dünya için üretilen reklamlar çıkmış ve kültür endüstrisinin her ürünü kendi kendisinin reklamı haline gelmiştir.
Yine de, edebiyatın bir mala dönüşme sürecine damgasını vuran karakteristikler korunmaktadır. Her şeyden önce, kültür endüstrisinin bir ontolojisi, örneğin onyedinci yüzyıl sonu ve onsekizinci yüzyıl başı ticari İngiliz romanlarından kolayca çıkarılabilecek tutucu nitelikte temel kategorilerden oluşan bir yapısı vardır. Kültür endüstrisinde ilerleme olarak gösterilen, sürekli yeni diye yüceltilen her şey, başsız-sonsuz bir aynılığı gizlemektedir; bu bağlamda değişimler, kültüre ilk egemen olduğu günden beri kâr güdüsü ne kadar değiştiyse o kadar değişmiş olan bir iskeleti maskelemektedir.
Bu nedenle, “endüstri” teriminin ilk anlamında alınmaması yerinde olur. Bu terim doğrudan doğruya üretim sürecini değil, kültürel malın standardizasyonunu –her sinema seyircisinin aşina olduğu Western filmlerinde olduğu gibi– ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleştirilmesini anlatmak amacıyla kullanılmaktadır. Kültür endüstrisinin ana sektörü olan sinemada üretim süreci, geniş bir işbölümündeki, makine kullanımı ve –kültür endüstrisi içinde aktif olan sanatçılarla onu yönetenler arasındaki uzun süreli çatışmada ifadesini bulan– emekçilerin üretim araçlarından ayrılması vb teknik işleyiş tarzlarını anımsatsa da bireysel üretim formları yine de korunmaktadır. Her ürün bireysel bir hava taşır, bireyselliğin kendisi, bütünüyle şeyleştirilerek sunulan nesnenin dolaysızlıktan ve hayattan kaçıp saklanılacak bir sığınak olduğuna dair bir yanılsama yaratıldığı ölçüde, ideolojinin güçlendirilmesine yarar.
Her zaman olduğu gibi bugün de, kültür endüstrisi üçüncü kişilerin “hizmetindedir”, sermayenin gerileyen dolaşım süreçlerine ve varlık sebebi olan ticarete yakınlığını korur. İdeolojisi her şeyden çok bireysel sanattan ve onun ticari sömürüsünden ödünç alınmış yıldız sistemine dayanır. Kültür endüstrisinin işleyiş yöntemleri ve içeriği insani olmaktan ne kadar uzaklaşırsa, o kadar gayretli ve başarılı bir şekilde, sözde yüce kişilikleri yaygınlaştırır ve başarıyla işgörür.
Bu terim teknolojik rasyonelleştirmeyle aktüel anlamda üretilen herhangi bir şey olarak değil, daha çok sosyolojik anlamda, herhangi bir şey üretilmediği zaman dahi –büro işlerinin rasyonelleştirilmesi gibi– endüstriyel örgütlenme formlarının ortaklaştırılması anlamında endüstriyeldir. Yine bu anlamda, kültür endüstrisinin yanlış yatırımları hatırı sayılır miktardadır ve yeni tekniklerin geliştirilmesiyle modası geçen sektörler krize girer, fakat bu yeni teknikler nadiren iyiye doğru değişimler getirir.
Kültür endüstrisindeki teknik kavramı, sanat eserlerindeki teknikle sadece ad bakımından benzeşir. Sanat eserlerinde teknik, bizzat nesnenin iç örgütlenmesi, özgün içsel mantığıyla örgütlenmesiyle ilgilidir. Kültür endüstrisindeki teknik ise tam aksine, başlangıçtan itibaren dağıtım ve mekanik yeniden üretimle ilgilidir ve bu yüzden daima nesnesine dışsal kalır. Kültür endüstrisi, ürünlerinde içerilen tekniklerin potansiyellerinden özenle kendini koruduğu ölçüde ideolojik destek bulabilir.
Malların maddi üretiminde uygulanan aşırı sanatsal teknikten bir parazit gibi faydalanarak yaşar ve bunu yaparken işlevselliği tarafından ima edilen içsel sanatsal bütüne karşı yükümlülüğünü ihmal eder, estetik özerkliğin gerektirdiği biçimsel yasaları umursamaz. Kültür endüstrisinin fizyonomisi bir yanda verimliliği arttırıcı, fotografik katılık ve kesinliğin bir karışımından, öte yanda bireysel kalıntılar ve yine rasyonelleştirilip uyumlu kılınan romantizmden oluşur.
Benjamin’in geleneksel sanat eserini aura kavramıyla yani var olmayan bir şeyin varlığıyla gösterme anlayışını kabul edersek, kültür endüstrisini aura kavramının karşısına bir şey koymaması, onun yerine çürümekte olan aura’yı yoğun bir sis olarak korumasıyla tanımlayabiliriz. Kültür endüstrisi bu şekilde kendi ideolojik suçlarını ele verir.
Yakın geçmişte kültür araştırmacıları ve sosyologlar arasında kültür endüstrisinin küçümsenmesine karşı uyarılarda bulunma ve tüketici bilincinin gelişimindeki büyük önemine işaret etme alışkanlığı peyda oldu. Gerçekten de, kültürel seçkinciliğe kaçmamak, bu kavramı ciddiye almak gerekiyor. Kültür endüstrisi, günümüzde egemen olan anlayışın bir uğrağı olarak büyük önem taşır. İnsanların kafasına doldurduğu şeyleri şüpheyle karşılayıp onun etkisini görmezden gelmek nahiflik olacaktır. Ama yine de, onu ciddiye almamız yolundaki uyarıda aldatıcı bir parıltı vardır. Kültür endüstrisinin niteliği konusunda sorunlar ortaya atmak, doğruluğu ya da yanlışlığından bahsetmek, ürünlerinin estetik düzeyini sorgulamak gibi girişimler, toplumsal rolü nedeniyle engellenmekte ya da en azından bu sözde iletişim sosyologları tarafından dışlanmaktadır. Yapılan eleştiriler küstahça bir anlaşılmazlığa sığınmakla suçlanmaktadır. Ağır ağır, sezdirmeden artmakta olan önemin ikili doğasına dikkat çekmek ilk yapılacak iş olmalıdır. Sayısız insanın hayatına temas etse bile, bir şeyin işlevi onun tikel niteliğinin garantisi değildir. Estetiğin kendisiyle estetiğin artık iletişimsel yönlerini gelişigüzel karıştırmak, toplumsal bir fenomen olarak sanatı, sözde sanatsal züppeliğin karşısında haklı bir konuma değil, zararlı toplumsal sonuçlarının çeşitli savunma yollarına götürür. Kültür endüstrisinin kitlelerin ruhsal yapısındaki önemli rolü, hiç değilse kendini pragmatik gören bir bilim tarafından, onun nesnel meşruluğu ve özsel nitelikleri üzerine düşünülmesini gereksiz kılmaz. Tersine, tam da bu nedenle onlar üzerine düşünmek zorunludur.
Kültür endüstrisini sorgulanmamış rolü ölçüsünde ciddiye almak, onu alabildiğine ciddiye almak ve tekelci karakterini gözardı etme korkaklığına düşmemek demektir. Bu fenomenle uzlaşma ve hem çekincelerini belirtme, hem de onun gücüne olan saygılarını ifade edecek genel bir formül bulma derdinde olan bu aydınlar, kendilerine zorla attırılan geri adımlardan yeni bir yirminci yüzyıl miti yaratmayı henüz başaramamışlarsa bile, yazılarında ironik bir hoşgörünün egemen olduğu açıktır. Ne de olsa herkes biliyor bu aydınların hangi cep romanlarını, basmakalıp filmleri, dizi halinde yayımlanan, ailelere yönelik televizyon programlarını, her derde bir çare köşelerini ve fal sütunlarını savunduklarını.
Onlara göre tüm bunlar zararsızdır ve her ne kadar yaratılmış da olsa bir talebe karşılık verdikleri için demokratik bile sayılırlar. Aynı zamanda insanlara türlü türlü faydası olduğuna, mesela bilginin, hayat derslerinin, gerilimi azaltıcı davranış biçimlerinin yayılmasını sağladığına da dikkat çekerler. Ama halkın nasıl politik anlamda güdümlü bir biçimde bilgilendiğini araştıran her sosyolojik araştırmanın gösterdiği gibi, yayılan bilgi sınırlı ve vasattır. Üstelik kültür endüstrisinin verdiği malzemeden çıkarılacak dersler mantıksız, banal ya da kötülüğe yönelticidir ve davranış modelleri de utanmazlık derecesinde uygitsincidir.
Bu köle ruhlu aydınlarla kültür endüstrisi arasındaki ilişkide görülen ikili ironi sadece onlara özgü değildir. Tüketicinin bilinci de kültür endüstrisi tarafından satılan eğlence reçeteleriyle, kültür endüstrisinin faydaları konusunda pek de saklı gizli olmayan bir şüphe arasında ikiye bölünmüş durumdadır. İnsanlar sadece deyişteki gibi tongaya basmakla kalmaz, en küçük bir mutluluk vaadinde dahi, altında yatanı görebilecekleri bir aldanmayı arzularlar. Adeta kendilerinden nefret ederek, göz kapaklarını kapanmaya, seslerini onaylamaya zorlarlar, ne için üretildiğinin eksiksiz bir bilgisiyle, haksızca önlerine konanı alırlar. Kabul etmeseler de, hiçbir değer taşımayan tatmin edici mallardan uzak kaldıklarında hayatlarının iyice çekilmez olacağını hissederler.
Kültür endüstrisinin en azimli savunucuları bugün bu endüstrinin (bizim kuşkusuz ideoloji olarak adlandırabileceğimiz) tutumunu, düzenleyici bir etken olarak gösteriyorlar. Kaos içinde olduğu söylenen bir dünyada insanlara bir nevi konumlanma ölçütü vermesi bile tek başına takdire değer sayılıyor. Oysa savunucularının kültür endüstrisinin koruduğunu hayal ettiği şey, aslında onun tarafından tamamıyla yok ediliyor. İnsanların birbirine yakınlaştığı meyhaneler ve kahvehaneler renkli film tarafından bombalardan daha kesin bir biçimde yerle bir ediliyor, film imago’sunu yok ediyor. Filmlerin konu edinip işlediği hiçbir yurt, üzerinde yetişen emsalsiz karakteri birbirinin yerine geçebilir bir aynılığa dönüştüren filmler karşısında, yurt olarak kalmaya devam edemez.
Kültür tanımını meşru bir biçimde elde eden şey, acı ve çelişkinin ifadesi olarak, iyi yaşam fikri konusunda bir kavrayışı korumaya çalışmıştır. Kültür endüstrisinin varolan gerçekliği iyi yaşamın ta kendisi gibi göstererek iyi yaşam fikrinin üstünü örtmek için kullandığı, sanki iyi yaşamın gerçek ölçütüymüş gibi sunduğu, törel ve artık bağlayıcılığı olmayan düzen kategorilerinin, ya da salt varolanın; kültür tarafından temsili mümkün değildir. Kültür endüstrisi temsilcilerinin sanatla uğraşmadıkları yönünde bir tepki vermeleri bile bir ideolojidir ki, sektörün yaşam kaynağını sağlayanlar konusundaki sorumluluktan kaçmalarına yarar. Hiçbir kötülük, kötülük olarak tarif edilmekle düzeltilememiştir.
Somut özgüllük olmadan tek başına düzene başvurmak boşa kürek çekmektir; öte yandan gerçeklikte ya da bilinç karşısında kendini hiçbir zaman kanıtlayamayan normların yayılmasına başvurmak da aynı derecede boştur. Nesnel ve bağlayıcı bir düzen düşüncesi insanlara dayatılmaktadır, çünkü onlara göre çok eksiklidir, içsel olarak ve insanlar karşısında kendini kanıtlamadıkça hiçbir iddiası yoktur. Fakat kültür endüstrisinin hiçbir ürünü böyle bir işe girişmez. İnsanların beynine çakmaya çabaladığı düzen kavramları daima statükonun kavramları olmuştur. Onları kabul edenlerin gözünde hiçbir anlamları kalmasa bile, sorgulanmaz, çözümlenmez, diyalektik olmayan bir şekilde varsayılmış olarak kalırlar.
Kantçı buyruğun aksine, kültür endüstrisinin kategorik buyruğu artık özgürlükle hiçbir ortak yana sahip değildir. Şöyle der: Neye uyacağınız belirtilmemiş olsa dahi uyacaksınız; gücüne ve her an her yerdeliğine bir refleks olarak, herkesin, öyle ya da böyle düşündüğü şeye, öyle ya da böyle varolana uyum sağlayacaksınız.
Kültür endüstrisinin ideolojisi o kadar güçlüdür ki bilincin yerini uygitsincilik almıştır. Kültür endüstrisinden fışkıran düzen hiçbir zaman olduğunu iddia ettiği şeyle ya da insanların gerçek çıkarlarıyla karşı karşıya konmaz. Düzen kendi başına iyi değildir. Ancak iyi bir düzen iyi olabilir. Kültür endüstrisinin bunu bilmezden gelmesi ve düzeni kendi başına göklere çıkarması, aktardığı mesajların yetersizliğini ve yanlışlığını da beraberinde getirir. Kafası karışmışlara yol gösterme iddiasıyla onları aldatarak mevcut çatışmaların yerine sahte çatışmalar koyar.
Onların çatışmalarını sadece görünüşte, gerçek yaşamlarında çok zor uygulanabilecek biçimlerde çözer. Kültür endüstrisinin ürünlerinde insanlar ancak zarar görmeden kurtulacaklarsa başları derde girer ve genelde onları kurtaran da hayırsever bir kolektifin temsilcileri olur; ondan sonra boş bir ahenk oluşur, daha başlangıçta çıkarıyla taleplerinin uzlaşmaz olduğu anlaşılan çoğunlukla uzlaştırılır. Kültür endüstrisi bu amaçla, kavramsal olmayan alanlarda bile formüller geliştirmiş ve örneğin hafif müziği ortaya çıkarmıştır. Burada da insan bir karmaşaya düşer, ritmik sorunlar yaşar ve bu sorunlar anında basit bir temponun zaferiyle çözülür gider.
Fakat kültür endüstrisinin savunucuları bile insanlar için nesnel ve asıl olarak yanlış olanın, aynı zamanda öznel anlamda iyi ve doğru olamayacağı konusunda Platon’a karşı çıkamazlar. Kültür endüstrisinin uydurmaları ne mutlu bir hayatın, ne de ahlaki sorumluluğa götüren yeni bir sanatın rehberi olabilir, onlar ancak, büyük çıkar çevreleri tarafından çizilen çizgiden çıkmamaları için insanlara öğüt vermeye yarayabilir. Yaygınlaştırmaya çalıştığı uzlaşma görünmez, şeffaf olmayan bir yetkeyi güçlendirir.
Kültür endüstrisi asıl anlamı ve mantığı değil de faydası bakımından, gerçeklikteki konumu ve ortada bulunan iddiaları açısından değerlendirilecek olursa; dikkatler onun daima başvurduğu fayda konusuna yöneltilecek olursa, yapacağı etkinin potansiyelinin iki kat daha fazla olduğu anlaşılacaktır. Ama bu potansiyel, gücün yoğunlaşması sayesinde, çağdaş toplumun güçsüz bireylerinin mahkûm olduğu tanıtım ve insan zayıflıklarının sömürülmesinde yatar. Bu bireylerin bilinci daha da geriler. Bazı alaycı ABD’li film yapımcılarının on bir yaşındakileri de göz önüne alarak film çekmek durumunda olduklarını söylemeleri bir rastlantı değil. Ellerinde olsaydı, böyle yaparak yetişkinleri de on bir yaşına indirmek için canlarını verebilirlerdi.
Kültür endüstrisinin tekil bir ürününün geriletici etkilerini açıkça ortaya koyan sağlam bir araştırmanın henüz yapılmadığı doğrudur. Ancak, yaratıcı düşünmeyle düzenlenen bir araştırmanın, sermaye gruplarının rahatını kaçıracak sonuçlara ulaşacağına hiç kuşku yok. Ne olursa olsun, damlayan suyun zamanla taşı deleceğini tereddüt etmeden söyleyebiliriz, özellikle de kitleleri saran kültür endüstrisi sisteminin, sapmalara giderek daha az hoşgörü gösterdiğini ve hiç durmadan aynı davranış kalıpları üzerinden hareket ettiğini düşünecek olursak.
Ancak ve ancak bilinçaltının derinliklerindeki güvensizlik, sanatla görgül gerçeklik arasındaki farkın kitlelerin ruhsal doğasındaki son kalıntısı, neden uzun zamandır dünyayı kültür endüstrisi tarafından kurulduğu biçimiyle algılamadıklarını ve kabullenmediklerini açıklayabilir. Kültür endüstrisinin verdiği mesajlar iddia edildiği kadar zararsız olsa bile –ki pek çok durumda zararlı oldukları açıktır, örneğin aydınları tipik karakterlerle temsil ederek onlara yönelik antipropagandaya katkı sağlayan filmler– bu mesajlarla öne çıkardığı görüşlerin zararlı olduğu açıktır. Bir astrolog herhangi bir günde okuyucularına dikkatli araba kullanmalarını tavsiye ederse, bunun gerçekten de kimseye zararı olmaz, fakat bunun altında yatan, her gün geçerli olan ve tam da bu yüzden belli bir günde özellikle tekrarlanması aptalca görünen bir tavsiyenin doğrulanması için yıldızlara bakmak gerektiği gibi sersemletici bir fikir, alabildiğine zararlıdır.
İnsanın bağımlılaşması ve köleleşmesi, yani kültür endüstrisinin yok edici etkisi, ABD’de yapılan bir programda halktan bir kişinin, insanlar ünlü karakterleri taklit ederlerse çağımız sorunlarının yok olacağı yönündeki görüşünden daha iyi bir biçimde tarif edilemezdi. Kültür endüstrisi, ikiyüzlüce önüne geçtiği mutluluktan insanları uzaklaştırmak için aldatıcı bir memnuniyet duygusunu devreye sokmakta, dünyanın tam da kültür endüstrisinin istediği gibi olduğu fikriyle bir refah havası yaratmaktadır.
Kültür endüstrisinin asıl etkisi aydınlanma karşıtlığında kendini göstermektedir ve doğa üstündeki gittikçe artan teknik egemenlik olarak aydınlanma, Horkheimer’la benim daha önce de yazdığımız gibi, kitleleri aldatma haline gelmekte, bilinci zincire vurma yöntemine dönüşmektedir. Kendi başlarına bilinçli olarak yargılayan ve karar veren özerk, bağımsız bireylerin gelişimi önünde bir engel olarak durmaktadır. Böyle bireyler, güçlenmek ve gelişmek için olgun insanlara ihtiyaç duyan demokratik toplumun olmazsa olmaz önkoşuludur.
Eğer kitleler sırf kitlelere dönüştükleri için hakir görülüyorsa, şunu akıldan çıkarmamak gerekir ki, onları kitlelere dönüştürüp küçük düşürme, devrin üretim güçleri ne kadarına izin veriyorsa o kadar olgunlaşmalarını sağlamak için, özgürleşmelerini engelleme konusunda kültür endüstrisinin rolü çok büyüktür.
Theodor Adorno Çeviren: Bülent O. Doğan, Cogito, Sayı: 36 Yaz 2003
https://www.cafrande.org/kotuluk-edilmekle-duzeltilememistir-endustrisi/
1 note · View note
mehmetrefikyucel · 4 years
Text
KÖKLEŞİK KOŞULLANMA (KLASİK ŞARTLANMA) DENEYİ... (PAVLOV'UN KÖPEĞİ)
KÖKLEŞİK KOŞULLANMA (KLASİK ŞARTLANMA) DENEYİ... (PAVLOV'UN KÖPEĞİ)
14 Eylül 1849 yılında Rusya’nın Ryazan kentinde dünyaya gelen Ivan Pavlov 1860 yılında papazlığa hazırlanmak üzere Ryazan İlahiyat Yüksek Okulu’na başladı. Burada Rus ve dünya tarihi, edebiyat, mantık, doğa bilimleri, dil ve felsefe gibi kendini geliştirebileceği dersler aldı ve eğitimini tamamladı. O dönemin önemli fizyologlarından olan Claude Bernard, Ivan Pavlov’un fizyoloji merakını artırdı ve refleksler üzerine çalışmalarının sürdürmesinde, ilerlemesinde büyük rol oynadı. Pavlov dünyadaki ilk özel ameliyat bölümü olan fizyoloji laboratuvarına sahipti ve burada yaptığı ameliyatla ilk kez "bölünmüş mide" operasyonunu gerçekleştirdi. Bu olağanüstü metot, Pavlov ve asistanlarına midedeki sindirim sürecini ilk kez bütün detaylarıyla inceleme fırsatı vermişti. Pavlov’un bilimsel çalışmalardaki ünü tüm dünyaya yayılmaya başladı ve dünyanın çeşitli yerlerinden bilim insanları Pavlov’un harika bir başarıyla gerçekleştirdiği ameliyatların nasıl yapılacağını öğrenmek için laboratuvarını ziyarete geliyorlardı. Laboratuvarda çalışan asistanlardan biri Pavlov’un kitabını yabancı dillere çevirdi, bu sayede Rusça bilmeyen birçok kişi, Pavlov’un eserlerine kolayca ulaşabildi. Kendisinin yaptığı çalışmalar sonucunda, fizyoloji-tıp alanında 1904 yılında verilen Nobel Fizyoloji/Tıp Ödülü'nü almaya hak kazandı. Pavlov ödül kabul konuşmasının ilk cümlesinde insanın en temel ve en güçlü içgüdüsünün "yiyecek bulmak" olduğunu söyleyerek, tüm dünya çapında adını ezberletecek çalışmalarından bahsetmeye başladı. Örneğin ona, sindirim sistemiyle ilgili çalışmalarından bile daha fazla ün kazandıracak olan "koşullu tepki (refleks)" ve "koşulsuz tepki (refleks)" kavramlarından bahsetti. Salondaki pek çok kişi bu sözleri ilk kez duyuyordu. Pavlov laboratuvarda mide üzerine bir çalışma yaparken, laboratuvardaki köpeklerinin daha et verilmeden önce, Pavlov'un veya öğrencilerinin ayak seslerini duyduklarında salya akıtmaya başladıklarını gözledi ve çalışmalarını bu yöne doğru geliştirdi. Koşullu Tepkilerin (Şartlı reflekslerin) doğası ve işleyişi konusundaki buluşu, o dönemdeki sayısız bilim insanını fizyoloji araştırma, öğrenme alanına yöneltti.
DENEY
Pavlov 1927 yılında gerçekleştirdiği bu deneylerde kullanacağı köpeklerin seçiminde herhangi bir türe odaklanmamıştı. Laboratuvarında her türden köpek bulmak olasıydı ve birçoğu, birden fazla türün kırması olan köpeklerdi. Pavlov öncelikle laboratuvarında barındırdığı köpekler üzerinde salgı bezlerini inceledi. Ardından bu köpekler üzerinde yaptığı deneyler sonucunda, köpeğin doğal uyaranları (örneğin yemeği) dışında zil veya lamba gibi ilgisiz uyaranlara da tepki verip, salgı salgılama durumunu inceledi. Normal koşullar altında bir köpek et gördüğü zaman salgı bezlerinin çalışması doğal bir durum olduğundan bu tepkiye "koşulsuz tepki (refleks)" denir. Bir organizmanın doğal dengesini koşulsuz tepkiler sağlar. Ancak hayvanlar, sadece doğal uyaranlarına tepki vermezler. Örneğin eğer köpeğe et verilirken, bir yandan da zil sesi sunulacak olursa (yani bir zil çalınacak olursa), birkaç denemeden sonra köpek, zil sesi ile almakta olduğu yiyecek arasında ilişki kuracaktır. Buna bağlı olarak köpek, zil sesini duyduğu anda, henüz yemek verilmese bile istemsiz olarak salya salgılamaya başlayacaktır. İşte bu durumda, "yemek yeme davranışı" ile normalde tamamen alakasız olan "zil sesi"ne bağlı olarak salgıların aktifleşmesine "koşullu tepki (refleks)" denir. Pavlov deneyi şu şekilde tasarladı: Deney başlamadan önce köpeklerin dış ortamda salyalarını toplayabileceği bir düzenek hazırladı. Ardından doğal koşullarda bir köpeğin salgıladığı salya miktarını belirledi. Deney sırasında ise şartsız tepkinin oluşabilmesi için köpeğe et vermeden önce zil bir süre çalınmaya başlandı. Daha önce zil sesiyle birlikte et verilmediğinden dolayı herhangi bir salya miktarında artış gözlenmedi. Ardından Pavlov, köpeğe sadece et parçaları vermeye başladı. Aç halde olan köpeğin salya miktarında doğal olarak artış gözlemlendi. Deneyin bir sonraki basamağında köpeğe hem et parçaları atıldı hem de zil sesi verildi. Buradaki amaç köpek için zil sesi ile et parçalarının eşleşmesiydi. Bu işlem ardı ardına devam ettirildi. Bir süre sonra et verilmesi kesilmişti ancak zil sesi hala çalıyordu. Bu durumda köpek sadece zil sesi duyuyordu ama önüne et verilmiyordu. Kurulan düzenekte sanki et veriyormuş gibi salya miktarındaki artış devam ediyordu. Bu deney sonucunda; zil sesini duyduğu anda köpek, salgı salgılaması gerektiğini öğrenmişti, bu deneyde et, koşulsuz uyarıcıydı.
SONUÇ
Pavlov, köpekler ile ilgili yaptığı deney sonuçlarını, temel tepkileri 3 şekilde tanımladı:    Çevreden gelen her uyaran harekete geçirme veya engellemeye sebep oluyordu.    Harekete geçirmeyle ve engellemeyle ilgili sinirlerle ilgili süreçler, beyinde bazı kurallara göre etkileşime giriyordu.    Sinir sistemlerinde, doğuştan gelen bireysel farklılık olduğuydu.
Konuyu tam anlatabilmek adına: Kökleşik Koşullanma olayını dört ana bileşende toplayabiliriz. Bu bileşenler koşulsuz ve koşullu uyaranlar ve koşulsuz ve koşullu tepkilerdir. Bu bileşenler arasındaki ilişkiyi anlayabilirsek, kökleşik koşullanmayı daha iyi anlayabiliriz. Kısaca bu bileşenlerin her biri ve aralarındaki ilişki şöyledir:    Koşulsuz Uyarıcı: Bu denek için zaten yeterince belirli ve anlamlı olan bir uyarıdır. Bu uyarı türüyle uyarının kendisinin bir tepki vermeye yeterli olduğunu anlatmak istiyoruz. Pavlov’un deneyinde koşulsuz uyarıcı etdi.    Koşulsuz Tepki: Bu deneğin koşulsuz uyarıcıya karşı verdiği yanıttır. Önceden bahsedilen deney şartlarında koşulsuz tepki köpeğin eti gördüğü zaman çıkardığı salyadır.    Koşullu Uyarıcı: Bu denek üzerinde kendi başına belirli bir reaksiyon oluşturmayan ilk etkisiz (nötr) uyarıdır. Ancak koşulsuz uyarıcıyla çağrışım yapıldığında yeni bir reaksiyon oluşturmak için yeterlidir. Pavlov’un deneyinde bu uyarıcı ise zil sesidir.    Koşullu Tepki: Bu ise koşullu uyarı sunulduğunda verilen yanıttır. Pavlov deneyinde de zil sesini duyan köpeklerin çıkardığı salyadır. Kökleşik Koşullanma bu bileşenlerin etkileşimini kapsar. Koşulsuz uyarıcıyla birlikte nötr bir uyarı sunmak birçok durumda nötr uyarıyı koşullu uyarıya dönüştürür. Bu nedenden dolayı, koşullu uyarıcı koşulsuz tepkiye benzer bir koşullu tepki verir. Bu şekilde iki farklı uyarı arasında kurulan bağlantıya cevaben yeni bir öğrenme süreci ortaya çıkmıştır. Pavlov bilime öğrenme ve koşullanmayla ilgili önemli veriler sağlamakla birlikte “Kökleşik Koşullanma” kuramı sonucunda bu yönde yapılan bütün araştırmalar insanın öğrenme sürecine yeni düşünceler ve peşi sıra yeni gelişimler katmıştır.
ALINTIDIR...  
1 note · View note
alticizilen · 4 years
Text
Yenişehir’de Bir Öğle Vakti – Sevgi Soysal – Alıntılar
Okuduğum ilk Sevgi Soysal kitabı. Halkı mükemmel bir şekilde gözlemlemiş ve gözlemlerini ustalıkla dile getirebilmiş. Ayrıca çok güçlü bir sol perspektifi var. Hikayeleştirmelerine ayrıca bayıldım. Bir Ankara hikayesi olmasına rağmen, çok sürükleyici geldi bana. İçerisindeki karakterlerde, insan muhakkak tanıdığı birilerini hatta yer yer kendini buluyor. Bununla beraber karakterlerin iç dünyalarını bilirmiş gibi yazması, kitabın bazı yerlerinde, inandırıcılığın azalmasına neden oluyor. Kesinlikle tavsiye edeceğim, keyifli bir kitap. -hbasarik
Tumblr media
Bu arada ağabeyi evlenip çocuk sahibi olmuş, ana babalarının alınyazılarını değiştirmek konusunda birbirlerine vermiş oldukları andı, kendi açısından bozmuştu bir bakıma. -67
Ama anası, ağabeyinin elbette evleneceğini, yaşının çoktan geldiğini söyleyerek haklı çıkarıyordu oğlunu. “ Sen de bir gün evleneceksin,” diyordu. “Sen de bir gün evlenip yabana gideceksin, diyordu babası, “o zaman ya çocuğun olduğu için çalışamayacaksın ya da kocana yardım etmek zorunda kalacaksın. Elin oğlu niçin anana babana baksın? İyisi mi ben de şimdiden bir iş bulayım kendime.” Mehtap bu muhtemel, kaçınılmaz gösterilen ihanetin sözünün bile edilmesini istemiyordu. Ama yüreğinin derinlerinde bir yerlerinde, söylenenlerin yanlış olmadığını hissediyor, kendisini en güzel inançlarına sırt çevirmeye zorlayan bilinmez bir düşmana kin besliyordu. -69
Babası bu sabah, özel bir şirkette yeniden çalışmaya başlamıştı. Karayolları’nda aldığı paranın daha azına ve daha fazla çalışma saati karşılığında. Birileri, ağabeyi ya da başkaları, ama mutlaka birileri ihanet etmişti. Mehtap’ın bütün çocukluğunu, inanç ve çabalarını hiçe indirgeyen, gözünü bile kırpmadan düşündeki yaşlı kurdu babasının üstüne salan birileri vardı. (...)
Kendisi bu bankaya bütün sıkıntılarına rağmen, bazen çorap, bazen sinema parasından kısarak, beş on lira yatırıyordu her ay. Çok az para birikmişti şimdiye kadar. Ama bu para, çok yavaş, dayanılmaz yavaşlıkta çoğalsa da, bunun bir kuruşunu bile, Allah göstermesin ölüm ve hastalık hariç, hiç çekmemeye kararlıydı. Bazen bütün yaşıtlarının aklına esiveren istekleri büyük bir kararlılıkla içine bastırıyor; okulunu bitirince, maaşı artınca bu parayı mutlaka çoğaltacağını, bir ev kredisi alacağını (evdekilerden gizliyordu para biriktirdiğini), alacağı katla onlara sürpriz yapacağını; bakın nasıl ihanet etmedim ben, nasıl boşa çabalamadım, bakın ampul ışığında anlatılan masal masal değildi, mümkündü, her şey, bunca çabayla her şey mümkündür, diye bağıracağını umuyordu. Ama parası çok yavaş çoğalırken kredi almak için yatırılması gereken paranın miktarı da çoğalıyor, hele en kötüsü, kat fiyatları kendi biriktirme hızıyla kıyaslanmayacak bir hızla artıyordu. Evet değişiyordu bir şeyler, ama hep o büyük başlı kurdun işine geliyordu bu. (...)
“Bari paranızın bir kısmını bırakın da, yine para yatıracağınız zaman yeniden hesap açtırmak zorunda kalmayın.”
Necip Bey şaşkınlıkla baktı Mehtap’ın yüzüne. Bankada hep bu kız görürdü işini. Ço sessiz, çok ciddi bir kızdı. Şimdiye kadar böyle soru sorulmadan konuştuğunu hiç görmemişti. Kızın yüzüne dikkatle baktı. Kızın yorgun, rakamlardan mavisi sulanmış gözlerindeki yalvarıcı ifadeye bir anlam veremedi. Mehtap’ın kendi masalını savunduğunu nasıl bilebilirdi? Necip Bey, mirasının tükenmesine ilk kez ilgi gösteren, buna acıyan biriyle karşılaştığı duygusuyla kızın laubaliliğini hoş gördü. -71
Mehtap, Necip Bey’in ardından baktı. İyi ki artık bankaya uğramayacak diye düşündü. Durmadan bankadaki parasını çeken, bir umudu durmadan azaltan, bir gün her şeyin bankadaki paralarla değişivereceği umudunu sarsan, masalı inanılmazlaştıran, ihanetin tarafını tutan biriydi bu. (...)
Öğlenleri çok hafif yerdi. Bu kara dünyada şık bir görünümü korumaya çok önem verirdi. Güzelliği savunan ve koruyan kaç kişi kaldı? -73
Çocukken kara çoraplı çocuklar kendisine engel olmasınlar diye sevmemişti onları. Şimdi sık sık insanlık, hümanizm gibi sözcükler kullanıyordu. Kullanması gereken sözcüklerdi bunlar. Bu sözcüklerle ilgili, gerekli bilgileri de öğrenmişti. Ama sevmeyi daha küçük yaşlarda unutmuştu. Bu konuda hiçbir çalışkanlık göstermemişti. Hiçbir deneyi yoktu. Öyle güdük kalmış, öylesine kireçlenmişti ki sevme yönü, şimdi sevmeye başlaması demek hayat boyu hiç jimlastik yapmamış bir insanın takla atmaya kalkışması gibi bir şey olurdu. Belkemiği kırılabilirdi insanın. İnsanlarla, çalışmasına engel olurlar diye, insanca bağlar kurmaya pek alışık olmadığından, şimdi insanlığın geleceği konusunda düşüncelerini ileri sürmek durumunda kaldığında, şu ya da bu kitapta okukuduğu, şu ya da bu düşünürden sözcükler sıralıyordu. -98
Kendi ocağındaki yoksula hayrı dokunmayanın alemin öksüzüne ne hayrı dokunurmuş. -105
Olcay, anasının bu işi, sadece ve sadece dünyasını tedirgin etmek için yaptığına emindi. Anası hep sevdiği ve hoşlandığı şeylerle arasına girmişti. Sevgiyle arasına. Sevdiği bir kitapsa, kitapla arasına. Renkli balonlarla arasına... -109
Çünkü, yoksul çocukları, babanesinin ona anlattığı masallardaki uçan halıya bindirir gibi, balonuyla Kafdağı’nın ardına uçurmak istiyordu. Bu çocukları Kafdağı’nın ardına uçurmak istemesinin nedeni basitti. Bu çocukların niçin yoksul olduğunu sorduğunda, bu dünyanın böyle olduğu söyleniyordu kendisine. “Ben büyüyünce çok zengin olacağım, bütün bu çocukları kocaman bir evin içine koyacağım. O zaman kaldırımın üstünde kıvrılıp yatmayacaklar...” “Dünyayı değiştimek sana mı kaldı akılsız?” Hep böyle cevaplar verecekti anası. Olcay bu cevapların nedenini anasınıan cimriliğine bağlayıp kızıyordu. Hangi çocuk anasının kendisini, oyuncakçı dükkanlarının, simitçilerin, sondurmacıların önünden hırsla çekişini hoş görebilir? -111
Babaannesini severdi Olcay. (....) O anası gibi, umursamaz bir el hareketiyle, yoksul çocukları hep yoksul olmaya mahkum etmiyor, onları prenses, prens, kral yapıyordu. (...) Annesi başkalarına verdiği için hiç balon almayacağını söylüyordu. -112
Olcay, Pazar günlerinin dışında, bahçeye çıktığı zamanlar, sevgisizlik duvarını aşmak istedi hep. Çocuklarla ilişkisinde uzlaşmacıydı. Sevilmeye çaba gösterirdi. Kendisini de oynatmaları için aşağıdan alırdı. Çocuklar hemen anladılar bunu. Güçsüzlüğe karşı gösterdikleri doğal tepkiyle alaya aldılar onu. Topunu elinden alırla, buna karşılık onu oynatmazlardı. Terledi terleyecek, diye mızmız yetiştirilmiş olduğu için hiçbir oyunu iyi oynayamıyordu. Güçsüz ve hastalıklıydı. Çabuk yorulurdu. Arkadaşlarıyla başa çıkması mümkün değildi. Hem topunu alıyorlar hem de sevmiyorları onu. Bazen bu haksızlığa dayanamayıp anasına şikayet ediyor, topunu geri alıyordu. Çocuklar hiç konuşmayarak intikam alıyorlardı ondan. O zaman, kendisiyle barışmaları için yalvarıyordu onlara. Yine barışmıyorlardı. Yeterince yalvarttıklarına akılları yatınca, “Git bize ciklet al, o zaman barışırız,” diyorlardı. O da anasından gizli ciklet alıyordu onlara. Çocuklaırn sandığı gibi zengin değildi ki. Anası çok az harçlık verirdi. -114
O sıralar Camus en sevdiği yazar oldu. İnsan sevgisi ve elde olmayan başarısızlık... çok yakın geldi bu bakış açısı ona. Yabancı’yı büyük bir heyecanla okudu. Seçilmemiş insan ilişkilerinin olumsuz alınyazısı, çocukluğunu, sağlıksızlığını yeniden utandırıyordu içinde. Sartre’ın Duvar adlı kitabını okudu. Çocukluğunun sevgisizlik duvarı yeniden büyüdü düşüncesinde. -116
Oğluna olan sevgisi cimriliğini yenemediği için, bu sevgiyi başkalarına ödetirdi. -117
Ona niçin bu kadar kızıyorum? Sonuç olarak herhangi biri o. Üstelik annem. Belki de gerçeği görmemde, ters davranışlarıyla yardımcı olanlardan biri. Bana istediğim anlayışı, sıcaklığı gösterseydi, belki gevşerdim. Sevgi aranmazdım. Aranmazdım. -122
Olcau, anasının haklı olup olmadığını düşünmüştü. Tanıyor muydu bunları gerçekten? Ali’nin sözleri geldi aklına. “Senin sınıfından olanların, hep kelekçe bir saflığı vardır. Sorunlara sınıf açısından değil, gözü yaşlı bir yufka yüreklilikle bakar, halkı tanımazsınız. Onlar da güven duymaz size. Suçluluk duygusu ve gözyaşları onlar için pek önemli, daha doğrusu yararlı değil. Onlar kendilerini ne suçlu hissederler ne de yufka yürekleri vardır. Kuşkulu ve gerektiğinde haindirler. İyi yürekli ya da kötü yürekli olmakla ilgisi yok onların, var olup olmamkla ilgisi var. Buna da bilek ister. Zayıflardan hoşlanmazlar. Onları kendine inandırman için, ne iyi niyet, ne de insan sevgisi yeterlidir. Tam tersine. Onlara katıldığına dair kanıt isterler. Seni onlardan ayıran şeylerle bağını koparmanı isterler. Yani bu düzenle olan bağını. Çğnkü bu yürek denen nesne katılaşıverir ve o zaman eski rahatlığına dönebilirsin kolayca. İşte bunun için güvenmezler. Tuzu kuru olmak hikayesi. Dönüş yollarını bozduğuna akılları kesmedikçe de sürer kuşkuları. -123
Ne demek hükümete girmek? Kafaları hükümet deyince yıllar yılı, padişah, nazır, paşa gibi ulaşılmaz yükseklikteki insanları düşünmeye alışık olduğundan, Doğan Bey’i de öyle büyütmüşlerdi. Çok büyük adam olmuştu Doğan Bey yani. Ve onlar için büyük adam kısaca, yanında ayakta durulması gereken, eli öpülen, her sözü buyruk kabul edilen biriydi. -129
Eşya verilmez, soyunu inkar etmek gibi bir şey bu. İnsanın soyunu sopunu sahip olduğu eşyalar belirler. -132
Mevhibe Hanım kayınpederinin ufak bahçesinde iki vişne ağacı varken çilek reçeli yapmaya kalkmaz. Bu felsefe sonuç olarak Mevhibe Hanımların evinde çocukları isyan ettiren bir tekdüzelik yaratmıştır. -133
Mevhibe Hanım çocuklarını bu ev içi saatinin parçaları gibi görür. Onlar, akreple yelkovanın aynı yönde dönebilmesi için yerlerinde durmalıdırlar. Ayakkabılarını ve ellerini kirletmeden. Kendi başlarına bir şey yapmaları bu gidişi bozar. Çocuklar için, bu makinenin içinde, bu makineyi belirli bir biçimde işletmekten başka bir durum söz konusu olamayacağına göre, onlar ancak bu makineden koparak aynı yönde dönmenin aracı olmaktan kurtulabilirler. Ama o zaman makinenin çalışmayacağını Mevhibe Hanım. Buna göz yummaya da hiç niyeti yoktur. Çocukları ise, aslında belirli bir makinenin parçası olduklarını bildiklerinden, bu makineden kopsalar da tek başlarına anlamsız bir parça olarak kalmak ya da beğendikleri makineye uyamamak ya da uydukları makinenin yine beğenmedikleri bir makine olması korkusuyla olumsuz bir sınırda yaşarlar. -134
“Benimle bir şey içer misiniz?”
“hayır”
“Niçin?”
“İçki içecek param yok.”
“Sizi ben çağırdım.”
“Olabilir, ama benim paramın olmaması önemli.”
“Canım, başka zaman da siz çağırırsınız beni.”
“Mesele burda ya, başka zaman da param olmaz benim.”
“O zaman kimde para varsa o verir. Lafı mı olur bunun?”
“Tabii, olmayan için lafı olur.” (...)
Doğan düşüncelerinde katılığı severdi. Ali’nin ise, sorunlara, bağlı oldukları olaylar ve durumlara göre değişikbakabildiğini ve değerlendirmelerindeki bu değişimin ona bir anlamda esneklik verdiğini seziyordu. Sonraları Doğan, Ali’ye, “Senin sınıfından olanların daha katı olmaları gerekmez mi?” diye sorduğunda, “Tam tersi,” demişti Ali, “asıl senin gibi, sorunlara sadece okuyarak yaklaşanlar katıdır. Olaylar karşısında gerekli uyum ve değişim gücü genellikle yoktur onlarda. Çünkü aslında suçlu ve korkaktırlar. Kim ki bir şeyi gizlemek ister, duvar çekmeye meraklı olur. Küçük burjuva aydınları, aslında bir suçluluk duygusuyla düşüncelerine gem vuramayıp alıp başlarını giderler. Kendilerini değiştirememe korkusu, onlara sözde her şeyi bir çırpıda değiştirme ataklığı verir. Bazen teoriyi, korkaklık ve suçluluklarını gizleyecek bir duvar gibi kullanırlar. Hareketlilik ve esnekliğin gerekli olduğu durumlarda bu katı, dural duvar olayların gübüne, baskısına dayanamayıverir ve ardından korku ve suçluluk sırıtır. -161
Doğan ayrılmak istemiyordu Ali’den. Ona bir daha rastlamamaktan korkuyordu. Paris’ten döndüğünden beri, Paris’te başlayan, ama kahvehane esprileri içinde günbegün uyuşup kabuğunu kıramayan sıkıntıyı fora ediyordu içinde. Başarısızlığını, anlamsızlığını. Filimcilik okumak istemiş, yapamamıştı. Belki de yeterince istememişti bunu. Belki de yeterince istediği hiçbir şey yoktu. Okuduğu bir yığın kitap aslında kafasını karıştırmaktan, daha doğrusu kendisini sıkan şeylerin çoğalmasından başka bir sonuç vermemişti. Hiçbir zincirin halkası olamamıştı. Ne öğrenci, ne sanatçı, ne aydın, ne de gerçek bir burjuva. -162
Oğlu eve dönen ana rahatsız mı olurmuş? (...)
Bir insanın her durumu paylaşabilecek kadar yakın bir dostu olabileceğini aklı almazdı. -163
Aslında her şeyin iyisini sevmeli ya. İnsan dediğin, yapabileceğinin en iyisine layık görmeli kendini. -169
“Nerden çıkarıyorsun bunları?” “Çıkarmıyorum. Soruyorum. Sormak iyidir. Yanılmamak için.”
“iyi, herkes kendi yolunu kendi bulacaksa, bir şeyler bildiklerini, bazı şeylere yön verdiklerini iddia edenlerin bilmeyenlere karşı bir sorumlulukları yoksa o zaman haklısın. Ama böyle düşünen bir insanın başkaarını eleştirmeye hakkı yoktur pek.” (...) “Sen, sıf çevrende sana sıkıntı veren ve bu yüzden karşı çıktığın şeylere, daha da karşı çıkmış olmak için dostluk ediyorsun benimle. Benim gibileri beğenmekle kendi içinde bir değişim yaptığını sanıyorsun. Benim, başka türlü olması mümkün olmayan nice ufak davranışım, sende hayranlık uyandırıyor. Doğal davranışlarımın önemsenmesi rahatsız ediyor beni, çünkü bunlar benim marifetim değil, içinde büyüdüğüm koşullaırn sonucu. Bir işçi çocuğu olmamı önemsiyorsun, oysa bu da benim marifetim falan değil. Dostluğumuzun sağlıklı olabilmesi için, yanlış yere edindiğin komplekslerin ışığında görmemelisin beni. Bunların dışında, yalın ve çıplak, beni, benim sorumlu olduğum yönlerimle değerlendirmelisin. -180
“işte ben, bu alışkanlıkarından biri olmak istemem. Senin düzenle olan bağlarından biri. Sabahki diş fırçan, ya da kolunun altına sürdüğün deodorant, ya da yumurtalı şampuan olmak istemem. Bunların günlük mutluluğunda, rahatlığında belki sadece ufak bir payları var. İşte ben bu gündelik mutluluğun daha büyük bir payı olmak istemem. Yani daha rahat olman, korkmaman için örneğin, destek olamam sana. Düzenle büyün bağlarını koparabildiğin zaman, ki bu cesaret ister, bu cesareti gösterebildikten sonra zaten karanlıktan korkmayan biri olursun. O zaman yine beni seversen, bu sevgi kabulümdür. Tamam mı?” -185
Bir labirent içinde geçen anlamsız çabalama yılları sonunda, kendi başına gördüğünü sandığı ışığı başkalarıyla paylaşmaya yanaşmak istemiyordu. Bir düşünceyi, bir buluşu, bir kurtuluşu, inancı, aydınlığı, dostluğu, sevgiyi, bu en insanca ve paylaşılması en gerekli şeyleri bile, yenemediği bir mülkiyet duygusuyla sadece kendisine alıkoymak istiyordu. -189
Susmuştu Olcay. “Berbere,” diyememişti. Söyleseydi doğal karşılayacaktı Ali. Ama niçin doğal kaşılıyordu, karşılamaması gerekirdi. Yaşamındaki tutarsızlığı söylemesi gerekirdi Olcay’a. Kendisini değiştiremeyen... Berber tornasından çıkıp operaya gitmekle, inanmadığı bir çevrenin inanmadığı alışkanlıklarını sürdürmekle, karşı çıkışlarındaki samimiyetsizliğin ortaya döküldüğünü yüzüne haykırmalıydı. Ama, böyle yapmazdı Ali, sade bir sesle, “Öyle mi?” derdi sadece, “Öyleyse bu akşam yalnız çalışırım. Yarın zamanın olursa sen de gel.” Bunun böyle olacağını düşündükçe bozuluyordu Olcay. Ali böyle davranmakla, Olcay’ı ciddiye almadığını göstermiş olmuyor muydu? Belki de Olcay’ı, yorucu kavgasının bir süsü olarak görüyordu. Olcay’ın inancının, kavgasının içine dalmasına hoşgörüyle katlanıyordu. -202
Can dediğin bir kez çıkar. Ama canı göze aldın mı hep karşılığını alırsın. Canın bir defacık gider ama canını göze alan hep karlı çıkar. Ya sermayen olacak ya da gözünü kırpmadan öne süreceksin canını. Bunun dışında hayat boyu uşaklık var. -226
Gülen adam, bir kez eli açık olur. Bu asık suratlılar, aslında cimri soyludur. Ve çoğunluktadırlar. İşte bir gülmeyi bile esirgeyen adam, parayı haydi haydi esirger. Bu sokaktan geçen şehirli kısmının çoğu hiçbir şeyi karşılıksız yapmaz. Gülmeyi de. Ya kendisini alsın diye yavuklusuna güler, ya iyi et versin diye kasaba güler, ya terfi ettirsin diye müdürüne güler, ya oy versin diye halka güler. Böyle, karşılıksız gülmeyi bilmez. Durup dururken gülenden de kuşkulanır. Suratını asıverir, benden bir şey isteyecek diye. -227
Bunlar böyledir, eğlenmesini bilmezler, bunların düğünlerinde kına yakılırken millet, ağlaşır, her bir şeyleri yaslı. Hele karı kısmı anca gizli gizli, kilerden ekmek çalar gibi oynar. Yemeler, sevmeler hep gizli saklı. Suyu bile çömelip arkalarını dönerek gizli içerler. Şu güzelim cenabı hakkın şaşırıp da bize verdiği gurban olunası hayatı bir suç gibi yaşarlar. Bizler, bize bedavadan verilen tek şeyin kıymetini biliriz, onun için bizde neşe de serbest, yaygara da. Yaygara kanunu geçer biz Çingenelerde. Herkes aklina geleni bağıra çağıra söyler. Karılar avluda çamaşırı bağıra çağıra türkü çığırarak yıkar. Kavgamız, her bi şeyimiz açıkta, bağıra çağıra; gizli, saklı malımız da yoktur, birikmiş paramız da. Çingene kızının çeyiz sandığı olmaz. Çulumuzu sırtımıza vurduk mu beğen memleketini. Sıla hasreti bilmeyiz biz. Dört duvara, masaya, iskemleye hele hiç bağlanmayız. Sandık da ne oluyormuş? Sırtına sandığını vurup da ne olacak, tabutunu taşır gibi. Çok eşyayı sevmeyiz biz, eşeği severiz. (...) Çingene karısı doğurduğu çocuğun, meme emzirdiği çocuğun anasıdır. Koyup gittiği çocuğu unutuverir. Bir kendini taşıyacaksın bu hayatta. -231
Ne kadar çok ve birbirine benzemeyen arkadaşları vardı Ali’nin. Bu birbirlerine benzemeyen insanların hepsiyle ayrı ayrı nasıl anlaşıyordu? Bu biraz karaktersizlik gibi görünüyordu Doğan’a. Öyle ya insanın belirli bir kişiliği olunca, bu kişiliğe akraba olanlarla dost olabilir ancak. Ya da kişiliğinden ödün vermesi gerekir. Şimdi Ali’ye bunu söylese, kişilik de neymiş, öyle insandan ayrı, insanüstü bir şeyse, insana açık olur, derdi. -233
“Onunla ilgilenmediğimi söyledim.” “O zaman niçin benim diyorsun? Ya senin, ya değil, ona göre. Bu pabuçlar senin mi?”-235
Bir şeye sahip olmanın zor olduğunu çocukluğunda öğrenmişti Aysel. Kendi gibi en az on kişinin hakkından gelemeyenin hiçbir şeye sahip olmaya hakkı yoktu. -238
Aysel, daha çocukken, polisin durumları değiştirmek için olmadığını anlamıştı. Hele belaları değiştirmek için hiç. Karakol, bela çemberinin yörüngesi içinde bir yerdi ve bu çembere takılıp dönenler bu yörüngeden geçecerlerdi ister istemez. (...) Aysel çocukluğunda belanın insan biçiminde olduğunu görmüşütü. En yakınındaki insan belandı senin. Annen, baban, kardeşin, dostun. Bunlarla dişe diş çarpışman gerekiyordu, polis de bu çarpışmanın vazgeçilmez seyircilerinden biriydi. -240
Kim korkusunu daha iyi gizler, bıçkınlığa dönüştürürse o kazanır. -244
Buraya getirirlerken eline kelepçe vuran polise, “Fahişe yakalamak da iş mi?” dmiş, sonra polisin on yıldır bu işte olduğunu öğrenmişti. “Ulan on yıldır fahişeliğin kalktığını gördün mü?”, “Görmedim.” “Eeeh, demek ki işin fuhuşla mücadele değil; tek başına fuhuş mu olurmuş? Biz kimlerle fuhuş yapıyoruz? Senin büyüklerinle. Onlarla mücadele etsene sıkıyorsa.” -246
Hüviyetsiz olduğu için merkeze ilk götürülüşü değildi bu. Erkekler böyleyd,, hem bu iş için para verirler, hem de yasak ederler. Birbirlerini tutmaz şeyler yapan alıklardır bunlar. Alık oldukları için para veriliyordu bazı erkeklere herhal. Hırsızı hem tut, hem bırak demek için. -247
3 notes · View notes
mantikutayr · 5 years
Photo
Tumblr media
"vatan haini suçlamasıyla yargılanmaya bile gerek görülmeden bir zindana atılan ve idamını bekleyen bir romalı filozofun, boethius'un, tanrısal öngörü, kader ve özgür irade üzerine sorgulamalarını içeren en önemli yapıtıdır."
"felsefe, boethius'un gerçek mutluluğa ulaşmasına yardımcı olur. ona göre, insanlar mutlu olmak istiyorlarsa, zihni yanıltan sahte iyiliklerden uzak durup gerçek anlamda iyiye yönelmek zorundadır."
"şeylerin amacının ne olduğunu, doğanın bütün düzeninin kendisine aktığı son amacın ne olduğunu anımsıyor musun?" 
"sen kim olduğunu tanımaktan vazgeçmişsin."
"evet, kötü insanların bedenleriyle insan görüntüsünü korudukları halde, ruhlarının nitelik değiştirip hayvanlaştığını söylerken haksız olmadığını anlıyorum ama  keşke bunların hayvani ve cani ruhları saldırganlaşıp iyi insanlara zarar vermese, bir tek buna izin verilmese! buna izin verilmez. yeri geldiğinde sana bunu kanıtlayacağım."
".. her şeyin rastlantısal olaylarla karman çorman olduğuna inanırsam, en azından hayretim azalır. tanrının yönetici olması şu an kafamı iyice karıştırıyor..’’
( suyun yüz derecede kaynamak "zorunda" olduğunu kavramak zorundayız.
su, deniz seviyesinde yüz derecede kaynar, bu suyun 1 atmosfer basınçtaki "kaderi" ama everest dağı'nın zirvesinde suyun kaderi değişir ve yetmiş derecede kaynamaya başlar. )
".. bilinen her şey kendi özgün gücüne göre değil, onu bilenlerin bilme yetisine göre bilinir."
ve
‘’11. yüzyıldan beri bazı dizeleri kayıp olan antik şarkının eksik parçaları bulunarak araştırmacılar tarafından enstrümanlarla çalındı. ingiltere’de 11. yüzyıla ait, antik roma dönemi felsefe kitabı dinletisine eşlik etmek için yazılan teselli şarkısı adlı melodinin eksik notaları 1000 yıl sonra tamamlandı. “teselli şarkısı” adlı eser, antik romalı filozof boethius’un felsefenin tesellisi (the consolation of philosophy) adlı kitabına eşlik etmek için yazılmıştı. müzik bilimci sam barrett, bu şarkının tamamını çıkarabilmek için yaklaşık 20 yıldır çalışıyordu.’’ 
‘’vaktiyle mutlu ve verimli gençliğimin onuruydu o şiirler, şimdi kederli yaşlılığımdaki yazgımı teselli ediyorlar.’‘
.
12 notes · View notes
yorgunherakles · 4 years
Photo
Tumblr media
böyleyim, çünkü böyle olmam gerekti. bütünü değiştirin, zorunlu olarak beni de değiştirmiş olursunuz. her hayvan az çok insandır, her mineral az çok bitkidir, her bitki az çok hayvandır. doğada kesin olan bir şey yoktur. bu yüzden hiçbir şey özel bir varlığın özünden ileri gelmez.
toz olduğunu ve yine toz olacağını hatırla.
denis diderot - felsefe konuşmaları
50 notes · View notes
kaanozer · 5 years
Text
Psikanalist Jacques Lacan Seminer'inin IV No'lu kitabında "aşkın yüce anından" bahsetmişti (le moment sublime de l'amour). Bu yüce an "aşkın iade edildiği" andır... Sevgi her zaman karşılığını aynıyla bekleyen bir duygu olarak görünür burada... Bir karşılıklılık beklentisi --ve çok basitleştirirsek, birini seviyorsam karşılığında onun da beni sevmesini isterim... Ve sevgi iade edildiğinde "dünyalar benim olur"...
Oysa psikanalizin en ilerlemiş kavrayışı bile böyle bir "karşılıklılık" momentinde duruveriyor. Başka bir deyişle aşka dair binlerce yıllık sohbetin ötesine pek geçemiyor: aşk sevilenle bir bütünleşme arzusudur diyordu Platon diyalogları... Tek gerçek sevginin tensel değil tinsel, dünyevi değil tanrısal olabileceğini söylüyordu Aziz Agustinos... Ve bu temalara, gündelik hayatımızdaki  --ne kadar kaldıysa geriye-- idealler açısından halen tanışığız yeterince...
Spinoza bu karşılıklılık ilkesini yine duygular ve tutkular üstüne tartışmasının merkezine alıyor gibi... Ama bambaşka bir biçimde ve duyguları (üstelik en tehlikeli görünen aşk duygusunu bile) tanımlamaktan asla çekinmeyerek... E3: Önerme. 40, Sonuç 1'de ortaya ilk başta herkese pek tuhaf gelecek bir önerme atıyor: "Sevdiği birinin kendisinden nefret ediyor olduğunu kavrayan bir kimse nefret ile sevgi arasında beynamaz kalır. Çünkü bir nefretin hedefi olduğunu düşündükçe, karşılığında düşmanından nefret etmeye yönlendirilmiştir; ancak varsayımımız icabı, onu yine de seviyordur. Dolayısıyla bu kişi sevgiyle nefret arasında gidip gelecektir... Göstermek istediğimiz de zaten buydu..."
Spinoza'nın Etika'sına herhangi bir noktasından başlamak mümkün --çünkü her önerme defalarca öteki önermelere, varsayımlara ve tanımlara gönderip duruyor... Ama yukarıda andığımız ruhsal dalgalanmanın (fluctuatio animi) yarattığı bir belirsizlik var --ve bu işin içinden kolay kolay çıkılamaz gibi görünüyor... Ancak varsayalım ki Spinoza'nın eserinin içinde "melodramatik" bir vaziyetin de tahlili var --ve bu tahlil bize hem aşkın doğasının önemli bir yönünü, hem de malodramın doğasını açıklayabilir...
Biraz daha dikkatli okuduğumuzda, Spinoza'nın daha da ilginç bir önermesiyle karşılaşıyoruz aynı bölümde: "Eğer biri başka biri tarafından sevildiğini düşünürse ve böyle bir sevgi için ona hiçbir neden sunmuş olduğuna inanmıyorsa, onu zorunlu olarak sevecektir..." (E3, Önerme 41) Bu gerçekten tuhaf bir önermedir ve sevgiyi tanımlamadığınızda bundan hiçbir şey anlayamazsınız. Bu önermeyi bir öncekiyle birlikte okumak gerekir önce: "Eğer biri, başka birinin kendisinden nefret ettiğini düşünüyorsa ve ona bunun için herhangi bir neden sunmamış olduğuna inanıyorsa, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret edecektir..." (E3, Önerme 40). Bu noktada günlük yaşantımızdan bir şeyleri yeniden hissetmemiz --sevgi ve nefret duygularımızla yaşadıklarımızdan bir şeyleri belli belirsiz de olsa hatırlamamız gerekiyor: Birinin benden nefret ettiğini kavrıyorum; oysa ona bu nefrete neden olacak herhangi bir şey yaptığıma inanmıyorum --ona hiçbir kötülük etmedim, zarar vermedim, nefretinin nedeni olacak hiçbir şey yapmadım ona (böyle düşünüyorum)... Peki bu düşünceden ondan "zorunlu olarak" (ne demek bu?) nefret etmeme nasıl geçiyoruz? İlk soru bu...
Ya da, birinin beni sevdiğini düşünüyorum, ama bunun için ona herhangi bir neden sunmuş olduğuma inanmıyorum... Ve karşılığında onu "zorunlu olarak" seviyorum... Bu da ne demek?
Dünkü derste Ersan'ın hatırlattığı gibi felsefe bir "örgüdür"... ve Spinoza felsefesini sonsuz bir incelik düzeyinde örebilmiş bir filozoftu... Hemen hissediyoruz ki Spinoza'nın sisteminde "özgür irade" denen ve özellikle Protestan teologların ön plana çıkardıkları bir fikre hiçbir yer olmadığından, bu önermeleri yalnızca bir "zorunluluk" fikri çerçevesinde kabul edebiliriz. Başka bir deyişle Spinoza asla birisi benden nefret ediyor, o halde ben de ondan nefret etmeye başlıyorum, biri beni seviyor, o halde ben de onu sevmeye başlıyorum demiyor. Bütün söylediği, birinin benden nefret ettiğine inandığımda bende zaten uyanmış olan kederin nedenini kendimde bulamazsam benden nefret ettiğini sandığım kişide bulacağımdır... Aynı şekilde, beni sevdiğine inandığım birinin bende uyandırdığı hazzın nedenini kendimde bulamazsam (zengin değilim, ona bir iyiliğim dokunmadı, güzel, yakışıklı filan bile değilim, vesaire...) onda bulacağım demektir bu...
Böylece yavaş yavaş Spinoza'nın daha önceden yaptığı ama şimdi artık dinamizm kazanan Sevgi ve Nefret tanımlarını kavramaya yaklaşıyoruz: Spinoza'ya göre bütün duygular üç temel duyguya indirgenebilirler ve onların kombinasyonlarından ibarettirler... Varolma ve eyleme gücüm (arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder). Bu son derecede bedensel bir durumdur çünkü Spinoza duygulanışların hem bedeni hem de ruhu ifade ettiklerine inanıyordu. Ve bütün diğer duygular bu temel duygulardan türetilebilirler: böylece sevgi "dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan sevinç", nefret ise "dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan keder" oluyor. Bu, yukarıdaki tuhaf önermelerin anlamını kavramamızı sağlamaktadır: eğer birinin beni sevdiğine inanırsam ve kendimde bunun için bir neden bulamıyorsam, onun sevgisine inanmamın bende uyandırdığı sevincin nedenini kendimde değil başka bir yerde, yani onda bulabileceğim anlamına gelir bu. Sevgisinin nedenini kendimde bulduğumda ise (gencim, güzelim, ona çok iyilikler yaptım), karşılığında onu "zoraki" sevmem, sevsem sevsem dolaylı olarak severim: ya onun sevgisini de ekleyerek kendime duyduğum öz-sevgiyi arttırırım (onun sevgisiyle kendimi severim) ya da, yaklaşık aynı anlama gelmek üzere, onu severim, ama ancak kendimi sevmeme destek olduğu ölçüde...
Bu durum nefret duygusunda daha rahat anlaşılır --burada durum çok daha karmaşık ve belirsiz olsa da: benden nefret ediyor, bu bende keder uyandırır, ama bu kederimin nedenini kendimde bulmaya genellikle pek yatkın değilim, yoksa hemen kendimden nefret etmeye başlamam gerekir... Ama bu çok büyük bir kederdir ve varlığımızı sürdürme güdümüze, yani diğer temel duygu olan arzumuza terstir. Dolayısıyla biz sevgiyi iade etmekten çok nefreti iade etmeye çok daha yatkınızdır. Birileri bizden nefret ediyor diye kolay kolay kendimizden nefret etmeye girişmeyiz...
Ve unutmayalım ki Spinoza duygular (affectii) meselesini daha algılar ve bedensel etkileşimler düzleminde kuşatmakla işe başlamıştır (Etika'nın 2. kitabı)... Bu --bizi çok ilgilendiriyor-- bir "imajlar" öğretisidir: kendi vücudumu ancak başka cisimler tarafından etkilendiğinde anlamaya başlarım. Başka bir deyişle bende beni etkileyen cisimlerin, okşadığım saçların ya da köpeğin, okuduğum bir şiirin ya da ısıtan güneş ışığının, tatlı bir meltemin, ya da bir fırtınanın, bir köpeğin beni ısırışının bende saklanan "imajı" yoluyla. Bunlar etkilenme fikirleridirler Spinoza'ya göre ve sebeplerin bilgisini vermezler... Isırılmışsam ve başka özelliklerini tanımıyorsam, köpeğin imajı bende havlayıp saldıran, ısıran bir varlığın imajı olarak kalır... Ta ki tatlı bir köpeği bir gün okşayayım... Böylece sigarayı ancak kanser olunca bırakırım, ancak yumurta kapıya dayandığında olumlu ya da olumsuz bir karar veririm vesaire...
Ve her şeyden önce kendi vücuduma dair oluşturmuş olduğum imajların bağlandığı bir çağrışımlar silsilesi söz konusudur: bir sinek ezildiğinde bir köpek ezildiğinden daha az acı duyarım; çünkü köpeğin imajı benim kendi vücuduma dair sahip olduğum imaja bir sineğinkinden daha yakındır --daha benzerdir (sıcak kanlı, memeli, analık eden, şefkatli, arsız, vesaire...) Bu yüzden bir köpeğin çektiği eziyetin (onun kederinin) imajı benim kendi vücudumun eziyet çektiği bir hayali imajla bir sineğinkine oranla daha fazla "uzlaşır"... Bir insanınki ise elbette daha da fazla...
Böylece insan zihniyle vücudunun ortak mimarisini kavrayabiliyoruz: dış cisimlerin bedenimiz üzerindeki etkisi (affectiones), yani bedensel karışımlar; bunların bizde korunması (imajlar ve hafıza); bunların bizim eyleme gücümüzü arttırıp azaltmaları (sevinçler ve kederler), ve bütün bunlara dair oluşturduğumuz fikirler (idea)... (hatırlatayım, böyle bir konuda film yapıyorsanız çekeceğiniz şeyler bizde zaten bulunan imajlar değil, "idealar", yani fikirler --yani fikirlerin imajları-- olabilir ancak)...
Böylece sevgi bir inançtır. İnanç dış bir nesnenin fikrini gerektirir ve içerir. Başka bir deyişle, en ilkel duygular olan sevinç ile kederi dış bir nesnenin etkisiyle yaşarım, ama bu nesneye dair bir fikrim olmadığında yine de yaşayabilirim. Ama insanlık durumu bunu illa ki bir dış nesneye atfetmeye yatkındır. Gücümün arttığını, sağlıklı ve güçlü olduğumu hissettiğimde çoğu zaman derim ki "bunun nedeni ben olamam, mutlaka ilahi bir kudret..." Bu, hatırlarsanız Nietzsche'nin de 19. yüzyılda dinin kökenine dair temel açıklamasıdır...
Peki aşkı cinsellik banyosuna soktuğumuzda, yani bedensel tutkular nezdinde ele aldığımızda ne olur? Spinoza bu konuda çok açıktır: der ki "sevgi aşırı olabilir". Bu ne demek? Basitçe şu: her sevgi öncelikle bir bedenler karışımı, etki-tepki vaziyetidir. Ama bu etki-tepki ve karışım bireyin vücudunun bütününü de etkileyebilir, yalnızca bir kısmını da... Mesela keder de bedenseldir... Ama bedenin tümünü etkilediğinde Spinoza buna "ölüm" der; zihnin bütününü etkilerse de "melankoli"... ki bu da ölüme yaklaşma tarzlarından biridir... Ama tutkular çoğu zaman vücudun belli bir parçasını etkilerler... Gözü, kulağı, cinsel organları vesaire... Tad duyularımızı ihtiva eden parçaları etkilediklerinde bu tutkulara "lezzet" diyoruz; cinsel organlarımızı etkilediklerinde ise "fiziki aşk" ya da "erotizm"... Bunlar vücudun tümüne yayılmayan, kısmi etkilerdir... Organizmamızın belli bir yeriyle sınırlı kalırlar ve gücümüzün büyük bir kısmı oraya yatırılır... Bu durum pekala başka başka etkilenmelere yatırılacak güçlerimizin tek bir yerde odaklanmış olmaktan dolayı engellendiği anlamına gelebilir. Spinoza için bir tutkunun, bir duygunun --sevgi gibi olumlu da olsa-- "aşırı" olabileceği manasına gelir bu...
Spinoza Amor'dan, yani sevgiden bahsediyordu --cinsellikten bağımsız olarak; tıpkı sevinç ile kahkahanın aynı şey olmadıkları gibi, sevgi de cinsellikten ayrı düşünülebileceği bir boyuta yerleştirilmek zorunda... Bu bir Platonizmi asla gerektirmiyor, çünkü Platonik Aşk denen şey bir "bütünleşme" mantığına dayanıyordu ve Spinoza'nın açıkça söylediği gibi, sevginin yalnızca bir sonucuydu, nedeni değil...
Spinoza sevginin kişilerarası doğasının oldukça farkındaydı... Zaten onu tanımlamaya girişmek cüretini de bu yüzden göstermişti. Başka bir deyişle sevginizi hiç değilse sevdiğiniz, ama esasında kendiniz için "tanımlamak" zorundasınız... Çünkü bu tek kişilik bir duygu değil, "dış bir nedenin imajı eşliğinde" yaşanan bir duygudur ve bütün insan toplumsallığının kaynağında yer alır.  Bu yüzden sevgiyi aynı zamanda bir keder tipinin belirişinden ayırdetmek gerekiyor 'kıskançlık' ya da 'sevginin karşılığının verilmemiş olmasından doğan keder (fluctuatio animi)' Spinoza bu tür duyguların engellenemez olduğunun farkında olduğunu en baştan belli eder: duygularımız ve tutkularımız üzerinde asla irade sahibi değiliz. Yani isteyerek sevip, isteyerek nefret edemeyiz. Ama mesela bilebiliriz ki nefret bizim bir acımızdır; ve bu nefretin nedenini kavrarsak nefret duygusu otomatik olarak kaybolur. Ama unutmayalım ki nefret bizim bir kederimizdir. Sevgi ise dış bir neden dolayısıyla yaşadığımız sevinçtir. O halde nefreti bağladığımız imajları pekala varoluş gücümüzü yükselten sevgiye bağlama şansımız vardır (zordur ama vardır)... Böylece sevgi bir 'emek' ve 'özen' olarak karşımıza çıkar.
Neden bir emek peki?
İlk bakışta aşk diye olağan bir klişe vardır ve Walter Benjamin bunun karşısına "son bakışta aşk" mefhumuyla çıkmıştı. Yani bir aşık olma emeğinin işlediği bir alanın tanımlanabileceğini düşünüyordu. İlk bakışta aşk Spinoza'ya, benim yorumlayabildiğim kadarıyla, bir "çağrışım" olarak görünüyor. Beni kederlendiren bir durumdan beni kurtaranı severim. Ya da sevdiğim kişiyi hep yanımda, orada tutmak, varetmek isterim. Ya da, yine ve esas olarak, sevdiğim bir varlıkla birarada gördüğüm her şeyi sevmeye meylederim. Nefret ettiğim biriyle bağdaştırdığım her şeyden de nefret etmeye meyilliyim. Her şey, bütün bu duyguların düzlendiği, dolayısıyla 'çağrışımların' kurulabileceği hayali bir plana, düzleme işaret etmektedir: Spinoza buna "yüksüz duygular" diye tercüme edebileceğimiz "gerçek anlamıyla duygu olmayan durumlar" diyor --bunlardan birisi "hayranlık" (admiratio), zıddı ise "horgörme" (contemptus)... Bunlar "emeksiz" beliren duygular ve bütün diğer duygulara bir zemin hazırlıyorlar.  Hayranlık ya da merak belki "ilk bakışta aşk" dediğimiz şeyden pek farklı bir şey değil: herhangi bir şey var hayalinizde ama bunu herhangi başka bir kavramla biraraya getiremiyorsunuz ve zihniniz duruveriyor; düşünemiyorsunuz -- orada her şey yepyeni ve hiçbir şeye bağlayamıyorsunuz; ta ki başka şeyler sizi başka başka şeyleri düşünmeye zorlayana dek... Horgörme ise bu durumun zıddı. Bir şey sizi o kadar az ilgilendiriyor ki, en az ilgilendiğiniz öteki şeyler kadar değeri olduğunu asla düşünemiyorsunuz? Bütün sorun sevginin, sevgiye karşılık verme emeğinin, ilk veya son bakışta aşkın zemininde bu tür bir algının zorunlu olarak bulunduğudur.
Sinemaya başvurduğunda Deleuze, Spinozacı gerekçelerle bu "admiratio" duygusunu tahlil eder: "başka bir dünyanın zarafeti" İlk bakışta aşk diye algıladığımız şey, aslında sevgi değil bir meraktır --sonradan sevgiye dönüşebilir ama anlaşılabileceği gibi epeyce kırılgandır (ve bunu hissetmek için Proust okumanız gerekir). Biz genellikle hafiften sarsak, sanki başka bir dünyadan inmiş gibi görünen, şöyle ya da böyle bir beceriksizlikle hareket ettiğine şahit olduğumuz, ama henüz bir 'acıma' duygusuyla bakamadığımız varlıklara dikkat ederiz. Hayranlık bir tapınma değil, daha çok bir 'dikkat celbidir'. Hissederiz ki karada yürüyemeyen o yengeç, kıyıda çırpınan bir balık kendi dünyasında, suda müthiş bir zerafetle yüzmekteydi. Her aşkın başlangıcı böyle bir 'başka dünyanın zerafeti' algısıdır... Bunu en iyi kadınlar anlıyorlar ve bir tür 'şefkat' duygusu geliştiriyorlar. Şefkat bir duygu ya da tutku değildir, bir ilgi, bir admiratio'dur. Olmadığında bu duruma horgörü, ya da basitce ve nötr bir dille "ilgisizlik" diyoruz...
Anlamamız gerek şey, bu "nötr" düzlemin bir duygu ya da tutku içermemekle birlikte, algısal temas oluşturduğu ölçüde son derecede güçlü bir tutkular potansiyeli taşıdığıdır. En basitinden "imajların" oluştuğu algısal düzlemdir bu. Ve galiba sinema aşkı bu durumla karıştırma gafletine pek erkenden düşmüş bir sanattır. Erken dönem 'hareket-imaj' filmlerinde hep bir bakışta aşık olunur ve aşkın bu olduğu zannedilir... Ya da aynı düzlem üzerinde kıskançlığın, üçlü ilişkilerin temelleri atılıverir. Aşkı artık pek ciddiye almayan, onu hemen bir ailevi düzene, 'özgür aşk' sanılan bir savurganlığa, giderek bir ideolojiye dönüştürmeye çok elverişli bir çağda yaşıyoruz. Spinoza, üçyüz yıldan daha uzun bir süre önce, cinsel aşkı hangi anlamda ciddiye alabileceğimizi bence Freud'dan bile daha kesin bir şekilde ortaya koymuştu oysa: vücudun ve zihnin başka etkileşimlerine ket vurmayan, aşırıya varmayan bir şefkat ilişkisi... Şefkati analığa, burjuva aile değerlerine yükleyip yokeden bir dönem Spinoza felsefesini unutturdu. Şimdi yeniden aramaya bu yüzden başlıyoruz...
Spinoza ve Aşkın Diyalektiği Ulus Baker
4 notes · View notes