Tumgik
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
İstanbul'da Bizans
İmparatorluklara ev sahipliği yapan bu yüce şehrin aslında bu kadar değerli olmasındaki etken, İstanbul’a sahip olan dünyaya sahip olur sözünün bir delili olarak gösterilebilir. Bu yazımda sizlere bu metropol şehrin Bizans dönemindeki tarihinden bahsedeceğim. Beğenmenizi ümit ediyorum.
Bugün Bizans diye andığımız bir imparatorluk tarihte hiçbir zaman olmamıştır. Ancak, İstanbul’un ilk adlarından biri olan Byzantion’dan böyle söz edilmişse de bu adın yalnız İstanbul için kullanıldığı, imparatorluğun genel adına takılmadığını biliyoruz.
Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu İ.S.395 yılında ikiye bölünmüştür. Fakat bundan önceki gelişen olaylar Roma İmparatorluğu’nun adım adım ikiye bölüneceğinin haberini de veriyordu. Örneğin, Constantinus’un Hıristiyanlığa verdiği önem ve 313 tarihindeki Milano Fermanı ile bu dine tanınan yasal edinimler Roma’yı rahatsız etmişti. Çünkü onlar hâlâ pagan dinlere inanıyorlardı.
Constantinus ise kendini Doğu’ya çekiyor ve burada yeni bir din, yeni başkent oluşturmaya başlıyordu. Aslında bunun bir diğer nedeni de, Roma İmparatorluğu’nun bulunduğu coğrafi konumu nedeniyle korunaksız olması ve sık sık barbarların saldırısına uğramasıydı. Bu coğrafi konumun riskli durumu aslında daha önce de gündeme gelmiş Diocletianus (285-305) İmparatorluğun başkentinin Doğu’ya taşınmasını önermişti. Onun düşüncesinde İstanbul olmamakla birlikte, Nikomedia, Thessalonike ve Antiokheia yani, İzmit, Selanik, Antakya vardı. Bu bölgeler daha güvenli kabul ediliyordu. Fakat, Constantinus’a kadar bunu gerçekleştiren imparator olmamıştır. Constantinus, Byzantion’u en güvenilir ve doğal korunaklı olarak görmüş ve bu görüşünün ne kadar doğru olduğunu da, Batı’nın barbarlar tarafından yıkılmasından sonra bin yıl ayakta kalmasıyla adeta kanıtlamıştır.
Roma İmparatorluğu, 395 yılında ikiye bölünene kadar İstanbul Roma’nın başkentiydi. Bu sırada İmparator Maximianus (286-305) ile başlayan saltanatlara sırasıyla; Galerius, I. ve II.Constantinus, II.Constantius, Julianus, Jovianus, I. Valentinianus, Valens ve Büyük Theodisius (378-395) gelmişlerdir. Durumu net ve anlaşılır kılmak İstanbul’un tarihini anlamak için Roma’nın başkenti olan İstanbul’un imparatorlarını böylece sıraladıktan sonra, 395 yılında Roma İmparatorluğu’nun resmen ikiye ayrıldığını anımsayalım. Bu tarihten sonra artık bir Batı Roma İmparatorluğu vardır, bir de Doğu Roma İmparatorluğu. 19. Yüzyıl tarihçilerinin Bizans dediği bu Doğu Roma İmparatorluğu’na da 395 tarihinden 1453 tarihine kadar 77 imparator gelmiştir. Bin yılı aşkın çok geniş topraklarda egemenliğini sürdüren Bizans İmparatorluğu, bilindiği gibi 4.Haçlı Seferleri sırasında yaklaşık altmış yıllık bir kesintiye uğramış ve Lâtinler İstanbul’u 1204-1261 tarihlerine kadar ellerinde tutmuşlar ve kenti yakıp, yıkmışlar, yağmalamışlardır. Ancak, 1261 yılından sonra kent yeniden Bizanslıların eline geçmiş, toparlanması ise oldukça zor olmuştur.
Şimdi, içinde yaşadığımız İstanbul kentinin önemini anlamak için ve ona saygı göstermemiz için bir kez daha yineleyelim: İstanbul’un Roma’ya Başkentlik ettiği tarih 286 ile 395 yılları arasındadır, bu dönemde on Roma imparatoru gelmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu’na yani Bizans’a başkentlik ettiği tarih 395 ile 1203 tarihleri arasındadır ki bu döneme de 66 Bizans İmparatoru gelmiştir. 1204 ile 1261 yılları arasında 4.Haçlı Seferi’nin düzenleyicileri olan Lâtinlerin işgaline uğrayan İstanbul’a 5 Latin imparatoru gelmiştir. 1261’den sonra yeniden Bizans’ın eline geçen İstanbul’a 1453 yılına kadar 11 Bizans imparatoru gelmiştir. Sonra da bilindiği gibi Osmanlı’nın eline geçen kent bu imparatorluğa başkentlik etmiş ve bu dönemde de 31 padişah İstanbul’da hüküm sürmüştür. (Hüküm süren son Osmanlı padişah değil, sadece halifedir. II. Abdülmecit Ankara hükümeti tarafından seçilmiştir. 1922-1924 yılları arasında Atatürk’ün bir siyasi hamlesi olarak halife kalmıştır.)
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
İngiliz Erkek, Fransız Kadın Ve Karadenizli
İki arkadaş “memleketin halini” tartışıyorlardı.  “Ne olacaktı bu memleketin hali?”
Birine göre, memleketin halinde hiçbir şey yoktu. Şemaat tellalları ortalığı birbirine katmasa, her şey güllük gülistanlıktı.
Diğerine göre ise, memleket batmak üzere değil, batmıştı, üzerinde konuşulmaya bile değmezdi. Tartışmak boşunaydı. Teknenin dibi delinmişti. Kimse su aldığının farkında değildi. Gemi, “cup” diye denizin dibine çökünce, herkes apışıp kalacaktı. Hem bundan sonra gemiyi kurtarmak için uğraşmak da boşunaydı. Kimse teknenin dibindeki deliği tıkayamazdı.
Laf bu minval üzere uzayıp giderken onları dinleyen biri lafa karıştı: “İkiniz de yanlışsınız!”
“Niye?”
“Öyle! Ne senin dediğin gibi memleket güllük gülistanlık, ne de senin dediğin gibi battı, batıyor. Bundan yanlışsınız.”
“Peki, sana göre doğrusu ne?”
“Dinleyin… Bir gemi batmış. Yolcular denize dökülmüş. Bir İngiliz, bir Fransız kadın ve de bizden bir Karadenizli tahtaya tutunmuşlar, sürüklene sürüklene minik bir adaya çıkmışlar. Önce kurtulduklarına. şükrettikten sonra başlamışlar kara kara, düşünmeye: “Buradan nasıl kurtulacağız?”
Karadenizli bir fikir atmış ortaya: “Şurada bir ağaç var. Onun üzerine çıkıp nöbet tutalım. Geçen bir gemi görürsek işaret verip bizi kurtarmalarını isteriz.”
İngiliz de Fransız kadın da teklifi olumlu bulmuşlar. İngiliz bir ilave daha yapmış: “Sadece ağacın üzerinden gözetlemek yetmez. Birimiz adanın bir ucuna, diğerimiz de öbür ucuna gitsin. Üçüncüsü de ağacın üzerinde kalsın. Üç yönden gemiyi gözleyelim.”
Bu da kabul edilmiş. Ama İngiliz bir öneri daha getirmiş: “Bir kadım ağacın üzerine çıkarıp nöbet tutturmak doğru değil, centilmenliğe uymaz.”
Karadenizli dikilmiş: “Ya ne olacak?”
”Ağaç nöbetini ikimiz tutarız, madam da yerde bekler.”
Karadenizlinin biraz midesi bulanmış ama “Peki” demiş, “Ağaç nöbetini ilk defa kim tutacak?”
“Kura atarız!”
Yazı tura atmışlar, nöbet Karadenizliye vurmuş. İngiliz adanın bir ucuna, Fransız kadın öbür ucuna gitmiş, Karadenizli de ağaca çıkmış. Biraz sonra başlamış bağırmaya: “Ben burada ağacın tepesinde baykuş gibi tüneyeyim, sen orada madamla o biçimi”
İngiliz şaşırmış: “Yahu ben neredeyim, kadın nerede? Utanmıyor musun?”
  “Ya, sen öyle de! Ben görmüyor muyum sanki! Biz ağacın üzerinde nöbet tutalım, sen madamla aşna fişna! Bu hak mıdır, hukuk mudur?”
“Delirdin mi sen? Aramızda yirmi metre var… Bu durumda böyle şey yapılır mı?”
Ama gel de Karadenizliye anlat! Nöbetin sonuna kadar bağırıp durmuş. Nöbet bitince aşağı o fırlamış Fransız kadının yanına… İngiliz nefes nefese ağacın tepesine tırmanıp aşağı bakınca, gözlerini ovuşturmuş: “Allah Allah, adamın hakkı var, demek buradan böyle görünüyor!”
Hikâyeyi bitirdikten sonra ““Kıssadan, hisse!” dedi.
“İkiniz de memleketin halini ağacın üstündeki İngiliz gibi görüyorsunuz. Karadenizlinin İngiliz’i. şartlandırdığı gibi, sizler de öyle şartlanmışsınız ki!”
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Korkut Ozanın Tarihi Şansı
Sayın Korkut Özal… Bugün günlerden cumartesi… Bakanlığınızın, belki de siyasi hayatınızın kaderi bugün çözülüyor. Meclis size ya evet diyecek ya da hayır! Ama siz her ikisini de beklemeyin. Basın istifayı gidin…
Gidin ki, Türkiye’de bir işi beceremeyen siyasilerin istifa edebileceklerini de gösterin. Bilin ki istifanız, sizinle karşıt fikirde olmasına rağmen, size büyük saygısı, sevgisi ve bağlılığı olan oğlunuza bırakacağınız en büyük mirastır. Sizinle bir Marmaris akşamında tanışmıştık Korkut Özal…
TPAO Genel Müdürüydünüz. Bir arkadaşımız da aynı kuruluşta görevli bir petrol mühendisiydi. Adı “aşırı solcu”ya çıkmışlardandı. Aslında solculuğunu sakladığı filan yoktu. Çünkü petrolün millileştirilmesini istiyordu, yeraltı kaynaklarımızın peşkeş çekilmemesini istiyordu, dışa bağlı enerji politikasının, bir gün ülkeyi açıkta bırakacağını söylüyordu.
İşte bu yüzden adını “gomonist”e çıkarmışlardı. Bir Marmaris akşamında bunları konuşuyorduk. Söz sizden açıldı, biri atıldı:
“Bırak canım, takunyalının biridir o!”
O günlerde ağabeyinizle, adınız “takunyalı biraderlere çıkmıştı.
O solcu, o aşırı solcu, o “gomonist” diye lekelenen arkadaş birden dikildi:”Yoooo! Korkut özal’ı ‘birtakım insanlarla aynı kefeye koyamazsınız. Namaz kılması, dindar olması onun için eksiklik, bir eleştiri konusu değildir. TPAO, TPAO olalı böyle bir genel müdür görmedi. Dürüsttür, çalışkandır, bilgilidir ve hepsinden önemlisi ciddidir.”
Size “takunyalı” diyen şaşırdı: “Sen nasıl böyle dersin? O sağcı, sen İse solcu?”
“Ne olursa olsun… İster sağcı olalım, ister solcu olalım bu ülke bizim. Asgari müştereklerde birleşmek zorundayız. Yeter ki dürüst ve ciddi olalım.”
İşte sizinle böyle tanışmıştık Sayın Korkut Özal… Bu tanışmamız bugüne kadar sürüp geldi. Ama hiç yüz yüze gelmedik.
CHP-MSP koalisyonunda, birinci MC’de bir “değer” olduğunuzun belirtileri vardı. Her ne kadar keyfi tayinler yapıp Danıştay kararlarını uygulamıyorsanız da, televizyona dikip akıllı uslu laflar edebiliyordunuz.
Sıra ikinci MC’nin kuruluşuna geldi. İçişleri Bakanlığı büyük pazarlık konusuydu. Sütün yüreğimizle İçişleri Bakanlığının MSP’ye verilmesini ve başına da sizin gelmenizi istedik. Bir Asiltürk döneminden sonra mevcudun içinde sizden iyisi yoktu. İsteğimiz gerçekleşti.
Devletin güvenlik kuvvetlerini ayrım yapmadan yöneteceğinizi, anarşiyi bir ölçüde önleyebileceğinizi ve bu milletin evlatlarına sahip çıkacağınızı sanmıştık. Böyle sanmakta haklıydık. Ciddi bir devlet adamından beklenen buydu. Biz de sizi öyle tanıyorduk. Ama ilk umudumuzu, verdiğiniz demeçle kırdınız:
“İki ay sonra anarşinin kökünü kazıyacağım” diyordunuz.
Necdet Uğur, sizi televizyondaki açıkoturumda sıkıştırıyordu. Ama siz anarşinin toplumsal çelişkilerden doğduğunu, bir toplum buhranı olduğumu kabul etmediniz. Size göre anarşinin nedeni siyasiydi.
Yanılıyordunuz! Gerçeği beş ay sonra görüp “Anarşiyi idareciler önleyemez. Anarşinin nedeni siyasi değil, toplumdaki bunalımdır” dediğiniz zaman iş işten geçmişti. Bir siyasi mevta haline gelmiştiniz.
Çelik yelekler giyip elinize silahlar alıp gösteriş olsun, diye resimler çektirdiniz. Kan gövdeyi götürürken “Anarşinin tırmanması bitti, inişe geçti” gibi laflar ettiniz. Her gün fidan gibi vatan evlatları öldürülürken, validenizi atıp hacca gittiniz.  Ama lütfen burasını yanlış anlamayın. Bu memleketin birtakım vatandaşları Paris’e, Roma’ya, Madrid’e gidiyorsa, birtakım vatandaşları da hacca gidecektir. Kimsenin buna laf etmeye hakkı yoktur.
Bizim eleştirdiğimiz sizin kan gövdeyi götürürken bakanlığı bırakıp hacca gitmenizdir.
Diyeceksiniz ki, “Kalsam ne olacaktı? Anarşi duracak mıydı?”
Elbet durmayacaktı. Ama işin bir de ciddiyeti vardı. Onu unuttunuz. Devri iktidarınızda olanları sıralamaya ne dilimiz, ne yerimiz, ne de yüreğimiz elveriyor. İktidarınızın son kara damgalarından biri Prof. Yalçın Sanalan’m evinde vurulması ve Hacettepe Üniversitesinin bir yıl kapatılmasıdır.
İstifa ediniz Sayın Korkut Özal! Devletin güvenlik kuvvetlerini tarafsızlıkla yönetebileceğinizi sanmıştık. Yapamadınız! Anarşiyi bir ölçüde önleyeceğinizi sanmıştık! Anarşiye teslim oldunuz. Bu milletin evlatlarına sahip çıkacağınızı sanmıştık! Kendi oğlunuza bile sahip olamadınız. Zavallı kaç kere dayak yedi…
İstifa ediniz!
Ediniz ki, tarih sizi bir ölçüde affetsin! Birkaç saatiniz kaldı. Bu şansınızı tepmeyin!…
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
İşler Hiç, Ama Hiç Goley Değil
Sonunda bizim sınıftan biri bakan olamadıysa “Başkan” oldu… Dişçi Vecihi Küçük, Akşehir Belediye Başkanı seçildi. Arkadaşlar çok sevindi, biri telgraf çekip kutladı:
“Len oğlum, goley gele!” Vecihi’den cevap geldi: “işler goley değil! Goleyse başına gele!” Gerçekten işler “goley” değil!
Önümüzdeki günlerde, her tarzan zor durumda… Şimdi zor işleri teker teker sıralamaya başlayalım… Yarın gensorunun gündeme alınıp alınılmaması görüşülecek. Eh “goley” o gibi görünüyor. Eğer Nuri Bayar’ın dedikleri yanlış çıkmazsa, AP gensorunun gündeme girip görüşülmesi için beyaz oy verecek.
Ondan iki gün sonra gensorunun görüşülmesi başlayacak. Meclisin halini bir düşünebiliyor musunuz? Bir tarafta iktidarda kalabilmek için bugüne kadar neler yaptılarsa, bundan sonra da aynı şeyleri yapabilmek için her şeylerini ortaya koyanlar…
Bir tarafta iktidar olabilmek için belki de eline geçen önemli fırsatı hatasız kullanmak isteyenler… Ortada da bağımsızlar… Bir tarafa göre vatan kurtaranlar, bir tarafa göre de partiyi batıranlar.
Gonsoru işte bu hava içinde görüşülmeye başlanacak. Bir bölükbaşı eksik. Böyle şenlikli günlerin gülüdür Bölükbaşı…  Kavga dövüş, patırdı gürültü, görüşmeler bitti. Sıra geldi gensorunun oylanmasına…
Kelle hesabı sayalım bakalım… CHP: 214 (Meclis Başkanı Cahit Karakaş’ı düşün) 213 + 12 AP den ayrılan bağımsız 4- CHP kökenli 2 bağımsız (Abdül-kerim Zilan ve Nurettin Yılmaz) + 2 CGP + 1 DP = 230.
Bunların oyu ilk bakışta kırmızı gibi görünüyor. Yani hükümeti düşürecekler. 230’a karşı MC’nin oyu ise 218… AP 178 + MSP 24 + MHP 16 = 218.
MC’nin, AP dışında fire vermesi pek olanak içi görülmüyor. Yani “MSP ve MHP’den adam kopmaz ama, AP hâlâ fire verebilir” deniliyor.
“Kim?” diye sorulursa “Edirneli Mustafa Bulut galiba.!.” deniliyor ama nafile. Mustafa Bulut’un hiç öyle bir niyeti yok.
“CHP fire vermez!” Vermesine vermez ama uyanık durmakta da sayısız faydalar var. Birinci MC kurulurken Sait Reşa’yı unutmamalı. Ya da partiden de milletvekilliğinden de istifa eden CHP’li Necati Aksoy’u…
CGP’ye golince Feyzioğlu ile Salih Yıldız’dan bu aşamada pek korkmamak lazım. Hükümetin düşmesi için oy verirler. AP’den kopan “12 ler”e gelince…
İşte her şeye rağmen buraya bir nokta koymak gerek. Günahı Sadettin Bilgiç’in boynuna bir şeyler çevirmeye çalışıyor galiba. Ama tutar, ama tutmaz! O başka hikâye Faruk Sükan “şudur, budur, zehir hafiyedir” ama sözünü tutar.
‘Kırmızı dedi mi, kırmızıyı basar. Yani bu hesaba göre, en yakın olanak hükümetin düşmesi. Buraya kadar biraz goley… Çünkü Demirel açıkça ilan etti ve bizi de yine bir ölçüde faka bastırdı.Biz ne diyorduk? Kendisinden menkul bir laf ediyorduk: “Boyler bulun 226’yı düşürün Süleyman Beyi!” diyorduk. Oysa Süleyman Bey bizi yine atlattı: “220 yı beklemeyeceğim, bir tane kırmızı fazla çıkarsa çekip gideceğim!”
Süleyman Bey bu! İlle de bizi açık düşürecek… Neyse buna da şükür diyelim Süleyman Bey düştü…
N’olacak? “Gerisi goley!”“Nah goley!”
Sayın Cumhurbaşkanı demokratik geleneklere uygun olarak Başbakanlık görevini Ecevit’e verdi ve hükümet kurmasını istedi.
‘Ecevit ne yapacak? Demirel’e gidip “Gel birlikte hükümet kuralım” mı diyecek. Dese bir türlü, demese bir türlü. Önce bütün CHP grubunu buna razı etmek mümkün mü? Sonra en önemlisi “12 ler”in tutumu… Bir kısmı açıktan açığa böyle bir şeye karşılar, işte Orhan Alp! “CHP-AP koalisyonu olmaz!” deyip kestirip attı.
Ya Cemaiettin: “Demirei ile Ecevit artık inatlaşmayı bırakmalıdır. Bir CHP-AP koalisyonu memleketi esenliğe kavuşturur.”
Gel de işin içinden çık bakalım. Bir de aynı sazı bir başka çalanlar var:
“Ecevit önce Demirel’e gidip koalisyon önermeli. Demirel kabul etmezse günah bizden gider. O zaman CHP ile ortak hükümet kurarız. ”Bize sorarsanız CHP-AP koalisyonu bugün için olmayacak duaya âmin!
Demirel, Ecevit’in başbakanlığına razı olmaz, Ecevit de haklı olarak kendisinden başka başbakan istemez.
Tek çare CHP – bağımsızlar koalisyonu… Hükümet nasıl kurulacak? Bakanlıklar nasıl dağıtılacak? Bağımsızlar her ne kadar yaptıkları açıklamada, “Biz makam ve mevki hırsı için yola çıkmadık” diyorlarsa da, yine “Her gönülde bir aslan yatar” lafını kulak arkası etmemek gerek.
Hem dikkat edin açıklamalarına… Hiçbirinde “Biz CHP’nin kuracağı hükümete oy veririz” demediler. “Bu hükümete kırmızı oy veririz!” dediler. Beyaz oylarını saklı tutuyorlar.  Ya kadim Bağımsız Abdülkerim Zilan ile Nurettin Yılmaz…
Biri Kâmran İnan’ın ağabeyinin damadı, birinin de ne yapacağı her zaman belli olur mu? Feyzioğlu acaba Ecevit Hükümetine “evet” der mi?
1968’in yüreğindeki ateşini söndürdü mü?
DP’li Faruk Sükan kendisine bir koltuğu yakıştırmaz mı?
Ecevit hükümet kurmaya çalışırken “Süleyman Bey”in elleri de armut devşirecek değil ya! Şimdiden başladı “Koltuk ikramı ile hükümet kurulmaz!” demeye… Sanki CHP’den aldığı Selahattin Kılıç İle Gıyasettin Kara-ça’ya koltuk ikram eden bizim rahmetli pederdi. Der o, daha neler der! “Süleyman Bey” demişler adına…
Bizim de diyeceğimiz şu ki, bu işler “goley” değil! Belki bu hükümeti düşürmek biraz “goley” de, yenisini kurmak hiç “goley” değil!
Diyeceksiniz ki, senin niyetin pişmiş aşa soğuk su katmak mı? Hayır, aşı pişireceklere tuzun, biberin, yağın, suyun ölçüsünü hatırlatmak. Aşı pişireyim derken, tencereyi devirmek de var. Allah “goleylık” versin.
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Walter Disney Kimdir? Kâzım Karabekir Neler Yapmıştır? Ünlü Sırp Tetikçi Kimi Öldürmüştür?
Walt Disney
Walter Elias Disney veya Walt Disney. Amerikalı sinema sanatçısı ve ressam. 1901’de Chicago’da (Amerika Birleşik Devletleri) doğdu. 1966’da Burbank’ta (Amerika Birleşik Devletleri) öldü.
Uzun canlı resim iklimlerinin ustası, Walt Disney, canlı resimleri daha uzun süre bütün dünya çocukları tarafından ilgiyle seyredilecek bir sihirbazdır. Büyük yapımcı, sayıları gitgide artan bir ressamlar ve sinema sanatçıları ekibinin yardımıyla uzun canlı resim filmlerini gerçekleştirmiştir. Walt Disney, dünyaca tanınmış Miki Fare, Ördek Donald, Köpek Pluto, Fil Dumbo, Geyik Bambi gibi hayvan kahramanların yaratıcısıdır. Bu dâhi yapımcı sayesinde en güzel masallar, en tatlı hikâyeler büyüleyici müzik eşliğinde perdeye aktarılmıştır. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’in, Pinokyo’nun, Külkedisi Sinderella’nın, Uyuyan Güzel’in serüvenleri bütün dünya çocuklarını âdeta büyülemiştir. Walt Disney, daha sonra bu tür çalışmalarla yetinmeyerek hayvanlarla ilgili birçok belgesel filim çevirmiştir. Bunların en önemlileri Yaşayan Çöl, Afrika Aslanı ve Büyük kanyondur.
Kâzım Karabekir
Kazım Karabekir Paşa, Türk generali ve devlet adamıdır. 1882’de İstanbul’du doğdu, 1948‘de Ankara’da öldü. Kurtuluş Savaşında Doğu Cephesi Komutanı olarak büyük hizmetler gördü.
1905 yılında kurmay yüzbaşı rütbesiyle orduya giren Kâzım Karabekir, 31 Mart isyanının bastırılmasında önemli rol oynadı, Kâzım Karabekir, Birinci Dünya Savaşı sırasında çeşitli cephelerde görev almış, Erzurum ve Erzincan’ı Ruslardan kurtarmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda Şark Cephesi komutanı olan Karabekir, bu görevi sırasında doğudan gelen Ermeni saldırılarını önlemiş ve halk arasında Ermenistan Fatihi olarak anılmaya başlanmıştır. Kâzım Karabekir daha sonra askerlikten ayrılarak Birinci Büyük Millet Meclisine Edirne milletvekili olarak girdi. Terakkiperver Fırkası liderliğinde bulundu. 1938’de CHP’den İstanbul milletvekili oldu. Bir yıl B.M.M. başkanlığı yaptı. İtalya Habeşistan, Cihan Harbine Neden Girdik, İngiltere-İtalya, istiklâl Harbinin Esasları adlı eserleri vardır.
Princip
Gavrilo Princip Sırp tetikçisi, 1894’te Grahova’da (Bosna) doğdu, 1918’de Theresienstadt’ta (Bohemya) öldü.
Birinci Dünya Savaşının (1914-1918) çıkmasına sebep oldu. Avusturya Veliahttı Franz Ferdinand eşiyle birlikte o zaman Avusturya’nın bir vilâyeti olan Bosna’nın başkenti Saraybosna’ya resmî bir ziyaret yapıyordu. 1914 yılının 28 Haziran günüydü. Dört açık otomobilden meydana gelen kortej, parlak bir güneş altında Saraybosna sokaklarında ağm ağır ilerlemekteydi. Franz Ferdinand ile karısını yakından görmeye gelenler arasında, Avusturya’nın aleyhine çalışan gizli bir örgütün üyesi Princip de vardı. Genç adam birden ileri atılıp elindeki tabancayla iki el ateş etti. Bu iki kurşun Ardüşesi öldürmeye ve Arşidükü ide ölüm derecesinde yaralamaya yetmişti. Bu olay üzerine Avusturya, Rusya, Fransa ve İngiltere’nin desteklediği Sırbistan’a savaş ilân etti. Avusturya’nın müttefiki Almanya, Fransa üzerine yürüdü. Saraybosna suikastı böylece Birinci Dünya Savaşının başlamasına sebep olmuştu.
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Tarihi Bürokrasisinde Yaşanmışlıklar
Memurların Aylık Hava, Yol Raporu
Devlet Personel Dairesi Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğünden bildirilen geçim raporu:
Maliye üzerinde biriken Kümülüs bulutlarında mutemet ve veznedarlara doğru akan yüksek basınçla, memurların ceplerinde bulunan alçak basınç tesiri altında bulunmaktadır.
Ayın 30’unda radarla yapılan rasatlara göre, 24 saatlik para durumu tahmini.
Bu duruma göre geçim:
Ayın birinde öğleye doğru paralar sağanak halinde memurların ceplerine yağacak, dağılma süresinin sonlarına doğru, bakkala, manava, kasaba, tüccara, ev sahibine, elektrik su idaresine, taksit dairelerine saatte 1500 km. hızla esecek.
Eğer kalmışsa evde hanım tarafından dibine darı ekilmek suretiyle iyice boşaltılacak ve ceplerinde bir şey kalmayacaktır. Buna mukabil ödenmesi lazım gelen borç miktarlarında bir değişiklik olmayacaktır.
Boğaz yolları genel müdürlüğünden bildirilmiştir.
Ayın 5’inden 30 veya 31’inci günü akşamına kadar koyun eti, tereyağı ve zeytinyağı ile sebzeler arasındaki bütün yollar kapalı olup, memur ve dar gelirli programına dâhil bütün borç ve sıkıntı yolları açıktır.
Bu yollarda seyahat etmek zorunda kalan memur ve dar gelirlilerin yanlarında çekme halatı, takoz ve zincir bulundurmaları, devlet personel dairesi amirleri çerçevesindedir.
Ayrıca ayın 15’inden sonra yukarıda adı geçen kimselerin şiddetli bir mali kasırgaya tutulmaları şiddetli olduğundan gelmeleri muhtemel misafirlere mali durumlarının sarsılmamaları için geceleri lamba yakmamalılar, ev işlerini mum ışığında yapmaları, gündüzleri perdelerini kapalı bulundurmaları sivil savunma uzmanlarınca tavsiye edilmekte ve memurların daima en iyi günlerin daha daha ilerde olduğunu bilmelerini ve Kaf dağının ardındaki umudu beklemelerini önermektedir.
Polis Telsizleri Kaçak Gelecek
CHP İstanbul Milletvekili Yalçın Gürsel’e geçen gün bir partili takıldı:
“Yahu sen milletvekili olamadın gitti.”
Yalçın Gürsel şaşırdı;
“O ne demek yahu?”
“Hiç senin gibi milletvekili olur mu? Sen hâlâ il sekreteri gibisin. Yol yapılıyor oradasın, fırın açılıyor oradasın, bir yerisu basıyor oradasın, akşamları kahve kahve dolaşıyorsun. Böyle milletvekilliği olmaz.”
“Ya nasıl olur?”
“Git Ankara’ya yüksek politika yap! Akşamları Anadolu Kulübünde memleketin âli menfaatlerini görüş. Sen hâlâ çöpmüş, yolmuş, çamurmuş, şuymuş buymuş, ıvır zıvır şeylerle uğraşıyorsun. ‘Milletvekilliğini de ayağa düşürdün.”
Yalçın Gürsel gülmeye başladı:
“Eee… Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var, bizimki de böyle…”
Gerçekten öyleydi. Yalçın Gürsel’in yoğurt yiyişi bir başkaydı. Geçenlerde İçişleri Bakanı ‘İrfan Özaydınlı ile konuşuyordu.
“Paşam!” diye yakındı,
“İstanbul polisinin 40 telsize ihtiyacı var. Aylardır bu telsizler verilmedi. Hem polisten görev istiyoruz hem de aracını gerecini vermiyoruz. Şu telsiz işini bir halletseniz.”
İrfan Paşa da dertliydi. O da telsizlerin hemen alınıp İstanbul’a gönderilmesini istiyordu. Âma bürokratik engelleri bir türlü aşamıyorlardı. Maliye’den gümrüğe, Gümrük’ten Maliye’ye evrak gidip geliyordu… Paşa anlattıkça, Yalçın Gürseli ter bastı. Sonunda dayanamadı.
“Paşam sizde bu telsizleri alacak ödenek var mı?”
“Var efendim var!”
“Ö halde parayı bana verin?”
“Ne yapacaksınız!”
“Almanya’ya gidip telsizleri alıp geleceğim.”
İçişleri Bakanının gözleri açıldı:
“İçeri nasıl sokacaksınız?”
“Kaçakçıların soktuğu yoldan… Onlar memleketi silaha ‘boğacaklar da ben polisin telsizini mi içeri sokamayacağım? İnsaf Paşam!”
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Üç Bilinen Efsanevi İnsan
Cabral
Pedro Alvares Cabral. Portekizli gemici, HfiO’da Belmonte’de (Portekiz) doğdu, 1526’da Santarem’de (Portekiz) öldü. Brezilya’yı keşfetti ve burayı Portekiz adına sömürgeleştirdi.
Brezilya uzun sûr Portekiz sömürge İmparatorluğunun en değerli topraklarından biri olarak kaldı. Bu sebeple Portekiz’in nüfusu 10 milyona ulaşmadığı hâlde, Güney Amerika’da 80 milyona yakın İnsan Portekizce konuşmaktadır. 22 Nisan 1500’de Brezilya’yı keşfeden amiral Cabral keşif seferinin başlangıcında, Hindistan’a Kristof Kolomb gibi deniz yoluyla ulaşmak İstiyordu. Afrika’nın kuzey kıyıları boyunca uzanan, rüzgârı az bölgelerden geçmemek için engin denizlere açıldı. Alize rüzgârlarına ve tropikal akıntılara kapılarak Güney Amerika kıyılarına kadar sürüklenen gemici, burada uğradığı kıyılara «Terra de Santa Cruz» adını verdi ve bu toprakların Portekiz’e ait olduğunu İlin etti. Daha sonra asıl görevini tamamlamak üzere tekrar denize açılarak Ümit Burnu yoluyla Hindistan’a yöneldi.
Victor
Paul-Emile Victor, Fransızların düzenlediği kutup seferlerinin başkanı, 1907’de Cenevre’de doğdu. Fransızlar tarafından Arktika ve Antarktika’ya yapılan birçok araştırma seferini yönetti.
Bugün kutup bölgelerine giden kâşifler, özel olarak yapılmış taşıtlarla seyahat edebiliyorlar. Ama Paul-Émile Victor kutup bölgelerine yaptığı İlk yolculuklarında, vetll ve korkusuz Grönland köpeklerinin çektiği kızakları kullanmak zorundaydı. Pa Émile Victor, Eskimoları daha iyi tanıyabilmek için onların çetin hayatını paylaşmak istedi. Ona kendi dillerinde Wittou adını veren bir Eskimo ailesi tarafından edinildi. Orönland dilini “kolaylıkla konuşan Paul-Émile Victor, Arktika hakkında öyle geniş bilgi edindi ki ikinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalılar askerî birliklerindir onun kılavuzluğunda bu bölgelere şevkettiler. Paul-Émile Victor, daha sonra Antarfcfîfj ve Adölle toprağında yaptığı keşiflerle bilime geniş ölçüde katkıda bulundu. Ara tırmalarım. Eskimoların hayatını anlatan birçok eser yazdı.
Spartacus
Roma gladyatörü olan Yunanlı köledir. M.ö. I. Yüzyıl’da yaşadı, özgürlüklerine kavuşmak için Roma’ya başkaldıran yüz bin kölenin ayaklanmasını yönetti.
Romalı köle Spartacus arenada yaptığı dövüşlerde sık sık ölüm tehlikesiyle karşı karşıya geliyordu. O bir myrmillon gladyatördü; yâni çarpışırken yalnız kılıç kullanır, kendini korumak için de sadece bir miğfer ile küçük bir kalkandan faydalanırdı. Ölesiye vuruştuğu rakibi retiare gladyatörlerin silâhları ise üç dişli bir yaba, bir hançer ve geniş ilmekti bir ağdan ibaretti. Spartacus kendisi gibi zavallı kimselerle beraber kaçarak, özgürlüğe kavuşmak için çırpınan isyan hâlindeki kölelerin başına geçti. Sloganları “Ya özgürlük ya ölüm!” olan bu kararlı adamların çıkardığı isyanı bastırmakta Roma lejyonları çok güçlük çektiler. Roma ordusunu iki yıl süreyle uğraştıran Spartacus, M. Ö. 71 ‘de Lucania’da (İtalya) Crasus tarafından yenilgiye uğratılarak amacını gerçekleştiremeden öldü.
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Balık Baştan Koktu Kuyruğa Geliyor
“Anarşi var!”
“Anarşi kol geziyor!”
“Devlet eiden gidiyor!”
Son yıllarda hiç dilimizden düşmeyen laflar bunlar. Anarşi nerede var? Anarşi niçin kol geziyor? Devlet neden elden gidiyor?
Anarşi, durup dururken gelmez. Anarşi, güle oynaya kol gezmez. Devlet de kolay kolay elden gitmez. Bütün bunlar neden olur, bilir misiniz? Balığın baştan kokmasından…
Balık baştan nasıl kokar? Görün bakın, işte böyle kokar! Sayıştay nedir, siz bilir misiniz Sayıştay! Eskilerin deyimiyle Divanı Muhasebattır. Yani devletin bütün hesaplarını o denetler. Yüce bir Anayasa kuruluşudur. Ve şimdi bu kuruluşun iki başkanı vardır.
Meclis Başkanı Cahit Karakaş bir tarafta, Senato Başkam Atalay ile Bütçe Plan Komisyonu Başkanı Yılmaz Alpaslan bir taraftadır. Meclis Başkanı Karakaş, Bütçe Plan Komisyonundaki seçimi kabul etmemekte ve Cahit Eren’i Sayıştay Başkanı olarak tanımamaktadır. Eski Başkan Vasfi İlter’e de yazı yazarak, görevini devretmemesini istemektedir.
Bütçe Plan Komisyonu Başkanı Yılmaz Alpaslan ile Senato Başkanı Sırrı Atalay ise tam karşı görüşü savunarak Cahit Eren’in başkan olduğunu, seçimin yasal olduğunu söylemektedirler.
Ve şimdi Sayıştay Başkanı olduğunu iddia eden iki kişi vardır. Ve birbirlerine görevi devretmemektedirler.
İşte balık böyle baştan kokar. Bütçe Plan Komisyonunda Kayseri Üniversitesiyle ilgili yasa tasarısı görüşülecektir. Devlet Planlama Teşkilatının görüşünün alınması gerekmektedir. DPT, Komisyona temsilci göndermemiştir. Komisyon üyeleri, “Başbakan Yardımcısı, Maliye Bakanı, sayın planlamacılarımızı beklemektedirler. Feyzioğlu dayanamaz, hemşerisi Maliye Bakanı Müezzinoğlu’na patlar. Ne de olsa ikisi de Kayserilidir ve görüşülecek konu da Kayseri. Üniversitesidir:
“Beri sana, dün planlama temsilcilerini buraya getir dedim, niye yoklar?”
Feyzioğlu’nun bu çıkışına Müezzinoğlu da karşılık verir: “Ben söyledim ama gelmediler, ne yapabilirdim.”
Komisyon Başkanı Yılmaz Alpaslan açar ağzını yumar gözünü, demediğini koymaz. Öğleye doğru DPT Müsteşarı Bilsay Kuruç, komisyona gelince, Alpaslan yine veryansın eder:
“Buraya, bu komisyona, gerekirse başbakan da çağrılır, hesap sorulur. Bir müsteşar kendisini Meclis iradesinin üstünde göremez. Niçin gelmediğini ve mazeretini açıklamalıdır.” CHP’li Etem Kılıçoğlu daha da ileri gider:
“Müsteşar bu demokratik düzenin bir parçasıdır. Bu düzenin içinde ise yetkili organların davetine icabet eder ve görevini yapar. Eğer yapmak istemezse çekip gider. “Burada, komisyonun önünde, gelmeme mazeretini açıklasın. Açıklamadığı takdirde ben bu komisyondan giderim.”   –
Müsteşar Kuruç mazeretini söyler:
“Davetten bu sabah haberdar oldum.”
Oysa Maliye, Bakanı Müezzinoğlu ve Komisyon Başkanı Alpaslan dünden beri Planlamaya haber verdiklerini, çağırdıklarını söylemektedirler.
İşte balık, böyle baştan kokar. Petkim, Ankara’da yeni bir bina yaptırmıştır. Enerji Bakanlığı dü bu yeni binaya göz dikmiştir. Petkim binayı vermez. Vay sen misin vermeyen! Enerji Bakanlığı bir gecede kamyonlarla bu binaya taşınır. Petkim, koşup mahkemeden “men’i müdahale” kararı alır. Yani Enerji Bakanlığını geldiği yere gönderecektir. Mahkemenin kararı uygulanamaz.
Niye? Devlete karşı “cebri icra” olmaz da ondan… işte balık böyle baştan kokar.
Ve bu balık koka koka, tüm memleketi kokutur.
Adam balıkçıya sormuş:
“Balık taze mi?”
“Taze beyim, canlı canlı, diri diri…”
Adam başlamış balıkları kuyruğundan koklamaya…
Balıkçı şaşırmış:
“Yahu sen ne yapıyorsun. Balık kokmuş olsa, başından kokar!”
Adam balıkları kuyruğundan koklamaya devam etmiş : “Baştan nasıl olsa kokmuş ama kuyruğa kadar gelmiş mi, ona bakıyorum.”
Aynıyla vaki!
Zaten balık, pek taze balık değildi, bitli yorgan MC ile birlikte, koku kuyruğa doğru yürüdü ve dahi yürüyor. Şu kokuyu, kuyruğa varmadan bir kesebilsek… Ama kesilecek. Göreceksiniz mutlaka bir ölçüde kesilecek. Hem de Süleyman “Beye ve cümle şürekâsına inat, ‘kesilecek. Bu milletin burnu, bu kokuya dayana…..
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Tarihin Sahnesindeki Ünlüler
  Büyük İskender
Aleksandros veya Büyük İskender, Makedonya kralıdır. M.Ö. 356’da doğdu, 323’te Bâbil’de (Irak) öldü.
Ordularıyla Hindistan’a kadar fetihler yaparak Doğu dünyasının hâkimi oldu. Zekî bir hükümdar ve mahir bir general olan. Büyük İskender. Yunanistan’ı fethettikten sonra Asya’ya doğru bir sefer düzenledi. İran ordusunu bozguna uğrattı, Mısır’a girdi, 331 yılında iran’lıları tekrar ezdi ve büyük zaferlerden sonra Dicle ve Fırat nehirlerini geçerek, indus kıyılarına vardı. Teslim olmayı teddeden Raca Poros. İskender’e denizden refakat eden Girit’li Nearkhos’un donanması tarafından yenilgiye uğratıldı. Yaralı olarak yakalanan Poros. İskender’in huzuruna çıkarıldı ve İskender ona kendisinden nasıl bir davranış beklediğini sordu. Mağlup Raca, kendisine bir kral gibi davranılmasını beklediğini söyledi. Bu cevaptan çok duygulanan galip İskender Poros’u bütün o bölgenin valisi yaptı. Ancak otuz üç yaşına kadar yaşayan İskender Bübil’de öldü ve geniş İmparatorluğu da ondan sonra yaşamadı.
Constantinus
Caius Aurelius Constantinus veya Büyük Constantinus.
İlk hıristiyan Roma imparatoru. 275 yılına doğru Naissus’ta (günümüzde Yugoslavya’daki Niş) doğdu, 337’de İzmit’te öldü. Eski Bizans, gelecekteki İstanbul olan Constantinopolis’i imar etti.
Constantinus, imparator olup siyasî rakiplerini ortadan kaldırdıktan sonra, 313’te hıristiyanlığı resmî din olarak kabul etti. O, bir yaratıcı ve öncüydü. İdarî sosyal, İktisadî ve hukukî alanlarda önemli yenilikler yaptı. Bunlardan başka, Constantinus, imparatorluğuna ikinci bir başkent kazandırmak istedi. 324’te başkent için yer olarak, Asya ile Avrupa’nın karşılaştığı yerde kurulmuş eski Bizans’ı seçti. Constantinus’un Yeni Roma adını verdiği bu eski kent, çarçabuk Constantinopoiis adını aldı, imparator, yeni başkenti süslemek için devrinin en büyük mimarlarına ve sanatkârlarına yaptırdığı sarayları, zafer tâklarını, kiliseleri ve diğer anıtları korumak üzere, şehri sağlam surlarla çevirtti. 330’da Constantinopoiis altın çağına girerken, rakibi Roma da artık parlaklığını ve canlılığını kaybediyordu.
Çe Huang-ti veya Çin Şi-Huang-ti
İlk Çin İmparatoru,  M.Ö. II. Yüzyılda yaşadı.
Asya’nın en eski ve en büyük anıtsal yapılarından biri olan Büyük Çin Şeddi’ni inşa ettirdi. Çin ülkesinin kralı olan prens Çeng, parlak fetihlerden sonra M.Ö. 221’de Çin’i barışa kavuşturdu ve birleştirmeyi başardı. Üntf ve iktidarı seven bir insandı. «İlk Hükümdar» veya Çe Huang-ti adını almaya karar verdi, imparatorluğunu, kuzeyden gelen bozkır kabilelerinin akınlarına karşı korumak için, 3.000 km. uzunluğunda ve üzerinde binlerce askerin nöbet tuttuğu 25.000 kule ile savunulan büyük bir set yaptırmaya karar verdi. Set, M.Ö. 213’de tamamlandı. Buna karşılık, Çe Huang-ti büyük bir hatâ da yaptı: 0 devirde, imparatorluğunda mevcut-bütün Çin kitaplarını yok ettirdi. Böylece, en eski Çin uygarlığına ait değerli belgeler ebediyen ortadan kalkmış oldu ve Çe Huang-ti, yüzyıllar boyunca Çin’li aydınların lânetine uğradı, isteği üzerine, hâzinesiyle birlikte 48 m. yükseklikte taştan bir tepenin altındaki mezara gömüldü.
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Tarihi Anlatılarda “Kibbutz”
Kibbutz’lar… ‘Moşav’lar… ‘İsrail köyleri bunlar. Çöl ortasında, ya da verimli topraklarda tarım yapanların yerleri… İsrail modeli köyler. Önce Kibbutz’lardan başlayalım. Kibbutz grup demek.
Otuz kişi bir araya geldik Hükümete başvurduk. Hükümet bize el sürülmemiş bir arazi verdi. Çadırları kurduk ve Kibbutz’ umuzu hazırlamaya başladık. Malzemeyi devlet bize krediyle verdi. Gündeliklerimizi ise yine devlet ödüyor. İlk evlerimizi yapıyoruz. Evler bitince ekip biçmeye başlayacağız. Evleri bitirdik, tarıma geçtik. Ne ekeceğimizi devlet bildirdi. Şu kadar elma, şu kadar portakal, fidan dikeceğiz, şu kadar tavuk, şu kadar koyun, ya da inek besleyeceğiz. Kendimiz toplandık yöneticilerimizi seçtik. Her şey ortak burada toprak hepimizin, ağaçlar hepimizin, tavuklar hepimizin, üretim araçları hepimizin, sadece evler bizim. O da mülkiyeti bizim değil.
Oturduğumuz sürece bizim. Birlikte yemek yiyoruz, birlikte eğleniyoruz, çocuklarımız doğar doğmaz bakımevlerinde büyüyor. Akşam paydostan sonra çocuklarımızı görüyoruz. Onlarla oynuyoruz, seviyoruz, yatma saati gelince onlar da evlerine gidiyor. Kibbutz’umuzda her şeyimiz var. Plajımızdan yüzme havuzumuza, çocuk bahçemizden evimizdeki televizyona kadar. Yiyeceğimizi, içeceğimizi, sigaramızı, elbisemizi, ayakkabımızı, şapkamızı, çorabımızı Kibbutz veriyor.
Kibbutz’un esası şu: Herkes gücü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak. Yıl sonu genel kurulu topluyoruz. Hepimiz oy sahibiyiz. Hesap kitap ortaya dökülüyor. Şu kadar mal ürettik, şu kadar para kazandık. Bu parayı ne yapacağız?
Traktör mü alalım, kümes mi yapalım, sinema salonu mu açalım, spor takımı mı kuralım, evlerimize kütüphane mi yaptıralım?
Herkes bir fikir atıyor ortaya? Mesela siz yılda iki çift ayakkabı az geliyor diyorsunuz, üç çift’olsun. Oya konuyor. Genel kurul kabul ederse o yıl üç çift ayakkabı alacağız. Birkaç kişi, daha çok kazanmalıyız, diyor, bir fabrika kuralım, mozaik taşı yapalım. Tartışıyoruz, oyluyoruz, kabul edersek mozaik fabrikasının yapımına başlıyoruz. Kibbutz’un ilk kuruluş günleri hariç, gündelik, haftalık, aylık, yıllık diye bir şey yok. Her ihtiyacı Kibbutz karşıladığına göre paraya ne gerek var? İşi yavaş yavaş büyütüyoruz. Kibbutz’a yeni üyeler gerek.
Kibbutz demek büyük bir aile. Aileye girecek yeni fertleri bir yıl deniyoruz, bir yılın sonunda yeni arkadaş bizim şartlarımıza uyuyorsa aramıza alıyoruz, uymazsa «Güle güle» diyoruz. Ya da tam tersi. O, ben bu hayatı yaşayamam, diyor ayrılıyor. Kibbutz’a! girmek de insanın isteğine bağlı, çıkmak da. İstediğin an, kaç yıllık Kibbutz üyesi olursan ol ayrılıp gidiyorsun.
Topluiğneden televizyona, yatak çarşafından halına kadar her şeyi Kibbutz karşıladığına göre paraya ne ihtiyacın var? Ama ‘yıl sonunda genel kurul toplantısında, «Canım biraz cep harçlığımız olsa» diyenler çıkabilir. Eğer kabul edilirse, yatırım için gerekli paradan onu da veriyoruz.
Kibbutz’larda her şey ortak ve herkes eşit. Amir, memur, üst ast yok. İş var, iş bölümü var.
Diyelim ki yaşlandınız, ya da hastalandınız.
O zaman ne olacak?
Siz hiç evinizdeki yaşlı babanızı, ya da hasta çocuğunuzu, karınızı sokağa atar mısınız?
Kibbutz da kocaman bir ev ve aile olduğuna göre…
Yaşadıkça orada kalacaksınız, yiyeceksiniz, içeceksiniz ve yararlı olmaya çalışacaksınız. Artık tarlada traktör süremiyor, portakal toplayamıyorsunuz, ama Kibbutz’daki arkadaşlarınızın kitaplarını da cilt yapamaz mısınız? Ya da kirli çamaşırları yıkayan çamaşır makinesinin başında durup, sökükleri dikemez, misiniz?
Diyeceksiniz ki hepsi iyi hoş, ama bu ürettiğimiz malları ne yapacağız.
İsrail ekonomisi kooperatiflere dayanıyor. Hisdadut denilen sendikalar konfederasyonunun tüketim kooperatifleri emrinizde. Ama isterseniz özel sektöre de satabilirsiniz. İsrail’de aracı ma-racı yok! Devlet fiyatları altı ay önceden tespit ediyor. Ürettiğiniz malı kimse, bu fiyatın altına alamaz. Ama yüksek fiyatla satabilirsiniz.Kibbutz bir ortak yaşama. Üretimde, tüketimde, mülkiyette her şeyde ortaklık. Ama istekle, zorla değil.
‘Fakat böylesine ideal görülen Kibbutz’larda, tarım nüfusunun ancak yüzde üçü veya dördü yaşıyor. İnsanlar her demokratik ülkede olduğu gibi İsrail’de de «mülkiyet» tutkularından vazgeçmiyorlar.
Kibbutz çocuklarına, Sabra dendiğini daha önce yazmıştık.
Nedir bu Sahraların özelliği? diye sorsanız şöyle anlatırlar :
Çocuk musluğu kendisi açar, elektrik düğmesini kendisi çevirir. Bu, şu demektir: Kibbutz bakımevlerinde çocuklar özel bir eğitimle yetişirler. Çocukların yaşlarına göre bakımevlerinin eşyaları yapılır. Sandalyeler onun boyunda, masalar onun boyunda, musluklar onun boyunda, elektrik düğmeleri onun boyunda, her şey ona uygundur. Sahralar evde yetişen çocuklar gibi, Anne musluğu aç, sandalyeme minder koy’ demezler. Her işlerini kendileri yapar. Bu onlara kişilik* kazandırır. Öyle bir kişilik ki, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek..
İlk Kibbutz’ları 1907 yıllarında Rusya’dan göç edenler çölde kurmuş. Fakat giderek bundan şikâyetler başlamış. Demişler ki:
Tamam anladık, herkes güçü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak. İyi hoş ama ben, senden daha kuvvetliyim, daha becerikliyim, daha bilgiliyim, elim işe daha yatkın. O halde niçin seninle eşit ve ortak olayım. Ürettiğimiz değerde, bu eşitlik adil değil. Buna bir çare bulmak gerek.
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Türkiye’deki Enteresan Olaylar Zincirinden Bir Demet
Hüseyin Ağa Camiye Gitti
Afyon’dan Uşak’a bir otobüs gidiyordu. Ama ne otobüs? Her tarafı döküm döküm dökülüyordu. Şoför de inadına 80 kilometreden aşağı düşmüyor, bozuk yolda basıyordu gaza… Otobüs arada sırada duruyor ve şoför muavini dökülen jant kapaklarını, vidaları, somunları topluyordu. Ondan sonra otobüs hareket ediyor ve şoför gaza basıyordu. Yolcuların çoğu yaşlı köylülerdi. Şoföre yalvarıyorlardı:
“Aman şoför efendi ne olur biraz yavaş sür!” Fakat şoförün aldırdığı yoktu. Keyifli bir türkü tutturmuş* sürüp duruyordu otobüsü… Dumlu’da biraz mola verdi. Günlerden cumaydı. Yaşlı bir köylü fırsattan İstifade edip camiye koştu. Yük alındı, yük indirildi, yolcular bindi, yaşlı köylü hâlâ ortada yoktu. Şoför sinirlendi, korna çalmaya başladı. Biraz sonra ihtiyar camiden çıktı ve otobüse koşmaya başladı. Otobüstekiler’den biri kafasını pencereden çıkartıp bağırdı:
“Camiden mi geliyon nüsen Ağa?” ihtiyar hem koşuyor hem de cevap veriyordu:
“Ya ya… ‘Comiden geliyom!” “Camiye niden gittin be Hüsen Ağa? Goşuve… Goşuve… Şoför efendi bizi Allaha götürüyo!..  Goşuve biraz… Allaha gidi yoz be nüsen Ağa!.”
KÖYLÜLER DEVLETİN TOPRAĞINI SÜRÜYORDU
Kayserilin Molu köyü çevresinde hazineye ait topraklar vardı. Bu topraklar yıllardan beri boş duruyordu. Bu yıl köylüler hazine topraklarına el koydular ve sürmeye başladılar. Durumu öğrenen ilgililer jandarmalarla birlikte olay yerine geldiler. Köylüler kendi tarlalarıymış gibi toprağı sürüyorlardı. Toprak davalarında tecrübeli olan bir yetkili köylüleri etrafına topladı, onlara gerekli şekilde durumu anlattı:”Bu sürdüğünüz topraklar devletin malıdır. Siz ancak tapusu sizde olan toprakları sürebilirsiniz! Bu topraklara ait tapunuz var mı?”
İlgili kişiyi dinleyenlerden yaşlı bir köylü geriden bağırarak sordu: Peki be iyi, anladık! Bizim tapumuz yok! Şüsenin ”Devlet’ dediğin göstersin bakalım tapusunu görelim! Acaba onun var mı?”
Yol Mühendisi Eşekler!
Kayseri’nin Mahrumlar bağları çevresinde semt halkı imece usulü ile bir kesime yol yapıyorlardı. Bu ilke! yolun mühendisliğine bir eşek görevlendirilmişti!.,, Eşek önde ilerliyor, peşinden gelen Kayserililer de eşeğin geçtiği kesinti genişleterek yol haline getiriyorlardı. Bu ilginç yol yapımı, oradan geçen iki Amerikalının dikkatini çekti. Yarım yamalak Türkçe bileni sordu:
“Ne yapıyorsunuz?”  Bir Kayserili cevap verdi; Yol yapıyoruz!” Amerikalı şaşırdı; iyi ama şu eşek ne yapıyor?”  “Yolun muhendisi…  Yol yapımına elverişli geçidi o gösterir!” Amerikalı katıla katıla güldü: “Peki, eşek bulamazsanız ne yaparsınız?” Kayserili bu, lafın altında kalır mı? “O zaman da Amerika’dan uzman getiririz!”
Cemal Beyin Halinden Kimse Anlamaz
Cemal Genç, Susurluk Şeker Fabrikasının sivil savunma uzmanıdır. Allah eksik etmesin eşi, dostu, arkadaşı, ahbabı pek çoktur. Bu yüzden de başı derttedir. Eş, dost, ahbap bir kenara, eşinin eşi, dostunun dostu, arkadaşının arkadaşı hiç yakasını bırakmaz… Hele bu mevsim… Şeker fabrikalarının kampanyaya başladığı günler… Herkes sivil savunma uzmanının kapısını çalar. Kimi iş ister, kimi torpil ister, ‘kimi avans ister, kimi arka ister, kimi «Yapıver şunu be Cemal Bey!” der… Velhasıl Cemal Genç’in başı derttedir. Kimse halden anlamaz, kimse anlayış göstermez. Sanki sivil ‘savunma uzmanı fabrikanın kralı! Cemal Genç baktı olacak glibi değil… Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal! Herkesle kötü kişi oluyor. Bu dertleri kökünden kesip atmak için Susurluk’ta yayınlanan “24 HAZİRAN” gazetesinde “ZORAKİ AÇIKİJAMA” başlığı altında şu açıklamayı yaptı:
“Hemşehrilerim… Dostlarım… Arkadaşlarım… Bildik ve tanıdıklarım… Hulasa beni sevenler ve sayanlar. Biliniz ki, ben sadece Susurluk Şeker Fabrikasının Sivil Savunma Uzmanıyım. Yukarıda övünerek saydıklarım, mazimi kaile almış olacaklar ki, bende bir kudret, kuvvet, selahiyet, söz sahipliği ve söz geçerlik tevehhüm ederek iş için müracaat etmektedirler.
Benim hiçbir kudretim, kuvvetim, selahiyet’im, söz sahipliğim ve geçerliğim asla ve kafa yoktur. Hatta ve hatta hiçbir işte ve hiçbir suretle mütalaası ve düşüncesi dahi alınmaya ve sorulmaya lüzumu olmayan bir hiçim. Yani anlayacağınız, tabiri amiyanesi ile Yalova Kaymakamından başka bir şey değilim.
Bu gerçeği bilmeyenler, işlerini bana havale ettikçe hava almakta ve inkisarı hayale uğrayınca da arzettiğim durumu bilmediklerinden haksız olarak bana kızmakta, darılmakta ve gücenmekteler. Eğer, işinizin arzularınıza göre sonuçlanmasını istiyorsanız bundan sonra bana değil, fabrikanın yetkili, söz sahibi ve sözü geçer organlarına başvurmanız gerekir. Saygılarımla.”
Bir Garip Tesadüf
Geçenlerde Taksim’de Topçu Caddesinde bir dükkâna giren belediye zabıta memuru etrafı şöyle bir gözden geçirdi ve sordu: “Yangın söndürme cihazınız nerede?” “Yok!” “Niçin yok?” Her dükkânda bir yangın söndürme cihazının bulunmasının mecburi olduğunu bilmiyor muydunuz?”
“Bilmiyorduk!” “O halde size ceza yazıyorum!” Zabıta memuru makbuz koçanını çıkardı ve 30 lira ceza yazdı. Dükkân sahipleri hemen cezayı ödemek istediler, zabıta memuru parayı almadı. “Ben para almam!” dedi, “Biz bu makbuzla Belediye Sarayına gidersiniz, orada cezanızı yatırırsınız!” Ve çıkarken ilave etti:
“İki gün sonra tekrar uğrayacağım. Eğer yangın söndürme cihazınızı almazsanız cezanız iki misli olur!” Yarım saat sonra dükkâna bir adam geldi. Kendisini tanıttı: “Yangın söndürme cihazları satan falan firmanın mümessiliyim. Çok emniyetli ve garantili yangın söndürme cihazlarımız vardır. Eğer arzu ederseniz satış yerimize teşrif edin! Buyurun size kartımızı bırakıyorum!”
Dükkân sahibi tesadüfün böylesine şaşmıştı! Ama akşam eve giderken hayreti büsbütün arttı. Komşu kasabın dükkânında da yepyeni bir yangın söndürme cihazı vardı. «Hayrola!» diye sordu. “Bu nereden çıktı?”  Kasap başını salladı:
Ne bileyim ben! belediye zabıtası uğradı ceza kesti! Arkadan bir adam geldi, yangın söndürme cihazı sattığını söyledi. Ben de fazla ceza vermeyeyim diye aldım!”
Şükrede Şükrede
Bektaşi’nin biri, yaz günü cebindeki son beş para ile bir karpuz almış. Bir ağacın kenarına çekilmiş. Kestiği karpuz kabak çıkmış. Bektaşi, karpuzcuya bir hayli veriştirdikten sonra, göbeğini yemiş, geri kalanını yolun kenarına atmış.
Biraz sonra yoldan geçen bir dilenci, karpuz artıklarını görünce hemen oturmuş ve kabuklarına kadar kemirdikten sonra Hey Allah’ım demiş, “Sana bin defa şükürler olsun! Susuzluktan ölüyordum!” Bunu işiten Bektaşi yerinden fırlamış ve dilenciyi dövmeye başlamış. Bir taraftan vuruyor! Bir taraftan da bağırıyormuş: “Ulan siz zaten böyle her şeye şükrede şükrede O’nu bu hale getirmediniz mi?”
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Hayatları Bilinmesi Gereken İnsanlar
Tsı-hsi
Çin İmparatoriçesi, 1834’te Mançurya’da doğdu, 1908’de Pekin’de öldü. Uzun bir süre devam eden saltanatının sonunda Çin imparatorluğu da sona erdi.
Çin’de üç yüzyıldan beri Çing hanedanı hüküm sürüyordu. İmparator Hsien Fing’ln ölümü üzerine yerine, beş yaşında bir çocuk olan oğlu Tung-cı geçti. Fakat zeki ve ihtiraslı bir dul olan annesi Tsı-hsi, hükümdar naipliğini ele geçirdi ve iktidarı, önce Hsien-Fing’in ilk karısıyla paylaştı. Fakat bü kadın pek esrarlı bir hastalık sonucu ölmekte gecikmedi. Daha sonra Tung-cı’nın ölümü üzerine, Tsı-hsi yeğeni Guang-hsüy’ü üç yaşındayken tahta vâris seçti. Sonra onu hapsederek imparatorun bütün danışmanlarını öldürttü. Imparatoriçe, Çin’de yerleşmiş bulunan hıristiyanları öldüren Boxer’le-rin ayaklanmasına da katıldı. Nihayet ölmek üzere olduğunu hisseden Tsı-hsi, gözleri önünde, bahtsız Guang-hsü’yü boğdurttu.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı 1881’de Selanik’te doğdu, 1938’de İstanbul’da öldü. Anadolu’da Türk ulusunun başına geçerek Kurtuluş Savaşı’nı kazandı ve modern, laik, batılı Türkiye Cumhuriyetini yarattı.
Mustafa Kemal, Çanakkale’de özellikle Anafartalar’da kazandığı zaferle İstanbul’u ve Osmanlı imparatorluğunu felâketten kurtardı. Ünü her yana yayıldı. Mondros Mütarekesinden sonra yer yer işgal edilmeye başlanan vatanı kurtarmak için Anadolu’ya geçmeye karar verdi. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak dağılmış Türk ordusunu düzenlemeye girişti. Topladığı Erzurum ve Sivas Kongrelerinde vatanın bölünmez bir bütün olduğu kabul edildi. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı kazanılıp yurt, düşmanlardan temizlendi. Savaş sonunda Mudanya Mütarekesi ve Lozan Barışı imza edildi. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edildi. Atatürk’ün önderliği altında devrimler birbirini izledi. Hilâfet kaldırıldı. Medeni kanun ve kıyafet kanunu kabul edildi. Arap harfleri yefino latin alfabesi alındı.
İnönü
İsmet İnönü, Türk generali ve devlet adamı; Türkiye’nin İkinci Cumhurbaşkanıdır. 1884’de İzmir’de doğdu. 1973’de Ankara’da öldü.
İnönü zaferlerini kazandı, Lozan Antlaşması’m imzaladı. Türkiye’de demokratik rejimin kurulmasına öncülük etti. Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’ndaki başarılarıyla dikkati çeken ismet Bey, daima yaş ve rütbesinden üstün görevler aldı. 1920’de İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal Paşa’nm yanında Kurtuluş Savaşı’na katıldı, iki İnönü Savaşı’n-da da Yunanlılar’ı yendi. 1922-23’te, Lozan’da, sekiz ay süren çetin müzakerelerden sonra Türkiye’nin isteklerinin çoğunu kabul ettirdi. Modem Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına büyük katkıda bulundu. 1924-25 yıllarındaki birlcaç aylık fasıla hariç 1923’ten 1937’ye kadar Başbakanlık yaptı. Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamayı başardı. Atatürk’ün ölümü üzerine 1938’de Cumhurbaşkanı oldu. 1946’dan itibaren demokratik rejimi kurup geliştirmeye çalıştı. 1950-1960 arasında muhalefet liderliği, 1961-1964 arasında Başbakanlık yaptı. 1972’de C.H.P. Genel Başkanlığı’ndan ve milletvekilliğinden istifa etti. Tabii Senatör olarak Senato üyesi oldu.
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Tarihte Duymadığınız İlginç Hikayeler
Öğretmeni Berberde Tıraş Ettiler…
Bu yazıya   “Kadirli’den sevgilerle” diye başlayacağız ve öyle bitireceğiz “Kadirli’den sevgilerle!” diyerek…
Öğretmen bu yıl Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirmiş ve Kadiri ’ye atanmıştı. Genç olmasına genç, ülkücü olmasına ülkücü, Atatürkçü olmasına Atatürkçüydü. Ve bütün bunlar devri demokrasinin ne büyük günahıydı! Mimlenmişti öğretmen. Kırıkhan’da adam öldüren, İslahiye’de avukat yaralayan, şurada burada yol kesip “ “Huzur planını” uygulayanlar tarafından mimlenmişti. Yaman adamlardı huzur planı’nın uygulayıcıları. Saç keser, favori kazırlardı. Kulaklarına fısıldanmış, kafalarınag yazılmıştı: “Gomonist dediğin saçından ve de favorisinden belli olur. Kestin mi saçını, yoldun mu favorisini cascavlak kalırlar ortada! ”
Mimli öğretmen de akşam lokantada yemek yiyordu. Ne karşı masada palabıyıklı vatandaşların kafasından geçenlerden, ne de lokantanın dışında tezgâhlanan oyunlardan haberi yoktu. Arkadaşıyla birlikte yemeğini yedi, hesabını ödedi ve tam dışarı çıkarken yolu kesildi. Yol kesenler lafı uzatmadan konuya girdiler:” Senin saçını ve favorilerini keseceğiz.” öğretmen önce şaşırdı, sonra durumun ne durum olduğunu hemen anladı ve anlamamazlığa geldi:
“Siz kimsiniz acaba? Berber misiniz?””Ne berberi lan! Ben falanım. Tanımıyon mu? Saçlılara, favorililere, mimlilere, maksililere harp ilan ettim. Elimde liste var, bugün sıra sende!” öğretmen yine aşağıdan aldı : “Saçlarımı ve favorilerimi yarın ben kestirsem olmaz mı?”
Olmazdı! Kanun yürürlüğe girmişti. Sıra ona gelmişti. Bir-den öğretmenin etrafını sardılar ve yaka paça berbere götürdüler. Berber usturasını bilemiş, makinesini temizlemiş müşterisini bekliyordu. Öğretmeni pencere yanındaki koltuğa oturttu ve tarif üzerine bir güzel tıraş etti. Dışarıda toplananlar insanlık onurunu yücelten bu sahnenin bedava şakşakçılarıydılar. Öğretmen kazınırken güruhun başı “Sana bunca haber yolladım” diyordu, “Kessin saçlarını ve de favorilerini, diye. Dinlemedin. Benim forsumu kırdın… Gör bakalım şimdi ben ne yaparım adama!” Öğretmen adamın ne yaptığını önündeki aynadan görmüştü. Tıraş bitti. Kahraman dışardakilere sırıtarak baktı ve öğretmene sordu: “Kahveni nasıl içersin? “İçmemi!  “O halde rakı içelim.” “Onu da İçmem!” “Öyleyse şehadet getir.” Öğretmen istenileni yapar. Saç kesici kahraman sokaktakilere döndü : “Dindaşlarım, işimiz bitti, dağılalım.” Ve dağılırlar. Ne demiştik? Yazıyı “Kadirli’den sevgilerle!” diye bitirecektik. Öyle bitiriyoruz : Kaymakam Mehmet Çan’ı ve de Topaloğlu’nu anarak!
Şirketin Sahibi Bakanları Soruyordu
Hükümet programının okunmasından bir gün sonra gazetemizin santralına bir telefon geldi. Kendisini «Bir okuyucu!” olarak tanıtan kişi, “iBir konu hakkında bilgi almak” istiyordu. Santral, “Bir okuyucuyu” istihbarata bağladı. Telefona arkadaşlarımızdan özer Oral çıktı. “Bir okuyucu” bu defa kimliğini söyledikten sonra şöyle devam etti:
“Ben şirketinin muhasebecisiyim. Şirketimizin yetkilileri yeni bakanları tanımak istiyorlar. Düşündük. Gazetecilerin kulağı deliktir, dedik. Acaba size gelsem, yeni bakanlar hakkında bana bilgi verir misiniz? Yazmadıklarınızı söyler misiniz?”özer Oral ağzı çok laf yapan adamın dediklerinden bir şey anlamamıştı. Daha doğrusu anlar gibi olmuştu da biraz deşmek istedi
Anlayamadım, nasıl bilgi istiyorsunuz?” “Yani, şey, bakanlarımızın görüşleri nedir?” “Hangi görüşleri?”“Siyasi, iktisadi görüşleri…” “Hükümet programı bütün bakanların görüşlerini kapsar. Başka neyi öğrenmek istiyorsunuz?”
“Evet, hükümet programını okuduk. Fakat programda ana-hatları var. Daha teferruatlı bilgi istiyorduk. Siz bakanları yakından tanırsınız, ne yapmak isterler, belirli konularda ne düşünürler, merakları nedir?” Gazetelerin çoğunda bakanlar hakkında yazı çıktı. Hayat hikâyeleri, eşlerinin anlattıkları… Onları okursanız istediklerinizi öğrenirsiniz sanırım.” “Evet, onları da okuduk. Fakat bizim şirketin sahipleri daha özel bilgiler öğrenmek istiyorlar. Onun için size başvurduk”
Adam baklayı ağzından çıkarmaya başlamıştı. Özer Oral da pas verdi:  Ha anladım! Siz dostluklardan yararlanıp bakanların özel hayatlarını öğrenmek istiyorsunuz.” “Evet efendim, çok iyi bildiniz, işte onları öğrenmek istiyoruz. Bir randevu verseniz çok iyi olacak. Bakanlardan çoğunu herhalde tanıyorsunuz. Bu bizim için çok önemli” “Bakanları tanıyıp tanımamamız önemli değil, önemli olan sizin bu teklifiniz. Şirketin sahibine selam söyleyin. Yanlış kapı çaldınız. Haydi güle güle!” Kudretlinin çevresine ağ örmek, kudretliye çengel atmak… Çirkin politikacının alışıp sürdürdüğü bir taktikti… O zavallı da, bu taktiği en aptalca uygulamaya çalışıyordu…
Bakkal Dükkânında Olup Bitenler…
Kadın yanında çocuğu bakkaldan alışveriş ediyordu. Dükkânda yaşlı bir adam vardı. O sırada dükkâna yoksul bir çocuk girdi. Elindeki parayı bakkala uzattı:
Bana bir liralık yağ ver! Bir liralık yağla annesi yemek pişirecekti. Kadının çocuğu çikolata istedi: Anne bana çikolata atsana!” Bir liralık yağ isteyen çocuk, aynı yıl doğan akranının elindeki çikolataya çocukluğunun bütün kıskançlığıyla baktı. Kadın çocuğun bakışındaki keskinlikten ürperdi. Bakkala fısıldadı : Ona da bir çikolata veri Çocuk bakkalın eline sıkıştırdığı çikolataya bir garip baktı. Aldı ve çıktı. Yaşlı adam bakkala döndü: İşte bunlar cennetlik!”
İhtiyarın cennetlik dediği kadın karşılık verdi: Olur mu dede” biz cennetlik olur muyuz? Baksana başımız açık!” Yaşlı adam, “Sizin başınızı Atatürk açtı” dedi. “Ben gençtim, Of’ta bir gelin gördüm, başı açıktı. Allah Mustafa Kemal  den razı olsun, diyordu. Ben de eve gidip hem karımın, hem de gelinimin başını açtım. İkisi de Mustafa Kemal Paşa’ya dua ettiler. Sizin başınızı Atatürk açtı. Cennetlik olmanın baş açıp, kapamakla bir ilişiği yoktur. Bir sübyanı sevindirmenin sevabı sana yeter kızım.”
Kaybolan Çocuk
Görele’nin pazarı salı günüdür. Köylü sabahtan akın eder kasabaya. Yağıyla, sütüyle, lahanasıyla, bir de çocuklarıyla. Bir mahşer olur ki tüm Anadolu kasabaları gibi. O salı da öyleydi. Birden meydandaki elektrik direğine asılı belediye hoparlörü konu��maya başladı : Bir erkek çocuk bulunmuştur. Anasının veya babasının belediyeye gelmesi duyurulur.” Genç bir karı koca kalabalığı yarıp elektrik direğinin dibine koştular. Sonra da oradakilere döndüler :
Bizim çocuk kayboldu, şimdi adamın biri burada bağırıp duruyordu, bizim çocuğu bulmuş!”
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Türkiye’nin Dört Bir Yanı Yaşanmış Hikâyelerle
“Paşa” Deyince Kapılar Açıldı
Çorumlu Rüştü Veli paşa Ankara’ya gelmişti. Rüştü Velipa-şa’nın yaşı yetmişti ama, daha  işi bitmemişti. Canlı kanlı, dinç bir ihtiyardı,, ©ir bağırır yeri göğü İnletirdi. Tok sözlü, doğru özlü bir adam olduğu içlin herkes ondan çekinir ve sayardı. Nüfus İşleri Genel Müdürü Şevket Eker’i gençliğinden tanırdı. «Hazır Ankara’ya gelmişken şu bizim Şevket’i bir göreyim» dedi. İçişleri Bakanlığına girdi ve elindeki bastonu koridorlara vura vura Nüfus ‘İşleri Genel ‘Müdürünün odasının kapısına geldi. Şevket Eker daire müdürleriyle toplantı halindeydi. Odacı kendisini içeri bırakmak ‘istemeyince Rüştü Veli paşa ‘hırslandı ve bastonu kaldırarak ”Çabuk git Şevket’e, Rüştü Veli paşa gelmiş, sizi görmek istiyor de!”  diye bağırdı. Odacı neye uğradığını şaşırdı ve palas pandıras içeri girdi. Şaşkınlığından ziyaretçinin ismini unutmuştu. Sadece aklında bir “Paşa!” lafı kalmıştı. Genel ‘Müdüre “Efendim… Şey paşa gelmiş.” deyince bütün müdürler ayağa fırladılar. Şevket Eker “Al oğlum içeri, buyursunlar!” dedi. Rüştü Veli paşaı bastonuna dayanarak kapıda gözüktü: “Şevket oğlum!” diye çıkıştı. «Çorum susuzluktan kırılıyor. Sağmaca Suyunu Çorum’a getir… Hemşehrilerin senden bunu bekliyorlar!..» Ve çekti kapıyı, çıktı dışarı.
Gevenli Şakır Ağa Ve İsmet Paşa
Sivas’ın, Gümüş pınar köyünün Yedek Subay Öğretmeni Fadıl Taş, Yurttaşlık Bilgisi dersinde öğrencilerine “Şimdi j size hükümet adamlarını tanıtacağım” dedi. Dosyasını açtı ve önce Başbakan İnönü’nün resmini çıkardı. Bu İnönü’nün şapkalı bir resmiydi. Öğretmen sordu: ”Çocuklar bu kimdir?” Çocuklar bir ağızdan cevap verdiler: “Gevenii Şakir Ağa!”
Öğretmen şaşırdı, “Gevenli Şakir Ağa” ile Başbakan İsmet İnönü’nün ne ilgisi vardı?  Öğrencilere bu resmin “Gevenli Şakir Ağa” olmayıp Başbakan İsmet İnönü olduğunu anlattıktan sonra sordu, soruşturdu ve çocukların niçin bu cevabı verdiklerini öğrendi: “Gevenli Şakir Ağa bir çiftliğin sahibidir ve civarda fötr şapka giyen tek şahıstır!”
“Makasçı Abdullah” Polis Hafiyesi
Muş tren istasyonu makasçısının feneri kayboldu. Makasçı Abdullah geceleri bu fenerle trenlere yol verirdi. Hem de fener üstüne zimmetliydi. Şimdi ne olacaktı. Makasçı Abdullah bu işi kimlerin yaptığını kestiriyordu. Feneri çocuklar “yürütmüştü!”  Çoktandır onu gözlerine kestirmişlerdi! Ama acaba hangisi bu
hınzırlığı yapmıştı? Düşündü, taşındı ve çareyi şöyle buldu: Gitti civardaki bütün ilkokullardaki öğretmenlere rica etti: «Ne olur?» dedi. «Resim dersinde çocuklara, bir fener resmi yaptırın!» Öğretmenler Makasçı Abdullah’ı çok severlerdi, hatırını kırmadılar. Makasçı Abdullah yapılan resimleri teker teker gözden geçirdi, en güzelini yapanın kulağından yakaladı. “Gel bakalım buraya” dedi. “Çıkar bizim feneri ortaya!” Çocuk neye uğradığını şaşırdı. Gerçekten feneri o almış ve tavan arasına saklamıştı!.
 Kulaçta Vurgun Yedi
“Doktor bey! Doktor bey! Beni bir köpek gibi kaldırıp büroya attılar!” Bodrum açıklarında 45 kulaçta «Vurgun yemiş» 19 yaşında sünger avcısı Hüseyin Güçlü, Haydarpaşa Numune Hastanesinde Dr. Ahmet Çalışkan’a böyle demiş… “Beni bir köpek gibi kaldırıp buraya attılar”  derken yüzü öyle karmakarışıkmış ki… Doktor yüzyıl geçse bu yüzü unutamazmış…
Hüseyin Güçlü İzmir’de, şurada burada çalışan bir gençmiş. Ekmeğini taştan çıkarırmış. Bir gün ona «Gel ekmeğini denizin altından çıkar!» demişler. Kalkmış Bodrum’a gitmiş. “Deniz ağası” ona bir kâğıt imzalatmış. Mukavele derlermiş bu kâğıdın adına. Bu kâğıtta her madde varmış da, Hüseyin Güçlü «Vurgun yerse», ne olacağını gösteren bir madde yokmuş… Hüseyin Güçlü, haziranın on birinde Gökova körfezinde suya dalmış… Süngeri 45 kulaçta bulmuş… Suyun yüzüne çıkmış, koluna bir ağrı girmiş. Anlamış hemen ne olduğunu. «Vurgun yedim!» demiş. Koşturmuşlar onu sahilde… Vücudunu soğanla, yağla ovmuşlar.., Sabaha kadar ateş yakıp başında oturmuşlar… Uyutmamışlar. Ama nafile… Hüseyin Güçlü bir defa vurgun yemiş… EH tutmaz, ayağı tutmaz, titrer dururmuş, önce Çubuklu Dalgıç Okuluna getirmişler, sonra Haydarpaşa Numune Hastanesine göndermişler. Orada kendisi gibi iki “Vurgun yemiş» daha varmış…
Hüseyin Güçlü bir gece bir rüya görmüş. Rüya bu ya… Hüseyin Güçtü «Deniz ağası» olmuş… 25 bin liraya bir motor almış, takım düzmüş. On tane de dalgıç peylemiş. Onlara yüzer lira avans vermiş… Açılmış denize… Altı ay daldırmış onları denizin dibine… Yirmi kulaç, otuz kulaç, kırk kulaç, elli kulaç… Kimi «Vurgun» yemiş, kimi yememiş… Ekim sonunda çekmiş tekneyi karaya, toplamış dalgıçları başına, almış kalemi kâğıdı eline, başlamış hesaba… «500 kilo sünger çıkardık» demiş, «yüz liradan elli bin lira eder. Dörtte biri sizin, dörtte üçü benim… Ne eder sizin hakkınız? 12 bin 500 lira. Bölün ona: Adam başına bin iki yüz ellişer, lira. Yaza da yeter, kışa da… Benim payım mı? Çok değil canım! 37 bin 500 lira.” Bodrum açıklarında 45 kulaçta «Vurgun yemiş”  sünger avcısı 19 yaşında Hüseyin Güçlü bir uyanmış, ter içinde… Dalmış gözleri koğuşun boşluğuna… Yumruklarını sıkmaya bile gücü yetmemiş. Dişlerini sıkmış,  “Denizden bulsunlar» demiş.  Beni bir kopek gibi kaldırıp buraya attılar! “
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Text
Sürgülü Kompas, Kaynak ve Asfalt
Sürgülü Kompas
Sürgülü kompas, bir civatanm bir somunlu vidanın ya da bir borunun çapım ölçmeye yarayan çok hassas bir ölçü âletidir. Günümüzde teknisyenler çok kesin ölçü, lerle çalışmak mecburiyetinde oldukları için çeşitli hassas ölçü Aletleri yapılmış, tır. Bunlardan sürgülü kompas, bir mili, metrenin onda biri, hattâ daha küçüğünü ölçmeye imkân verir. Vidalı tornacı perge. li denen başka bir âlet ise madenleri levha hâline getiren kimseler ya da tesviye, çiler tarafından kullanılır ve milimetrenin yüzde biri kadar incelikleri ölçmeye yarar. Doğrudan doğruya bakılıp okunabilen verniye cetvelinin genelleştirilmesi hesap cetvellerinin meydana çıkmasına yol açmıştır.
Kaynak (Teknikte)
İki maden parçasını birleştirmek isteyen tenekeci, bu ikisinin arasına bir parça lehim eritip akıtır. Lehim soğumaya başlayınca donar, iyice donunca da bu iki maden parçasını birbirine sımsıkı yapıştırmış olur.
Basit lehim işlerinde ergime derecesi düşük olan kurşun ve kalay alaşımı kullanılır. Lehimcinin elindeki alev püskürten küçük bir lambayla kıpkırmızı hâle gelin, ceye kadar ısıtılmış demirden bir havya bu iş İçin yeter. Ama daha çok sağlamlık istenen büyük işlerde, başka bir maddeye ihtiyaç göstermeyen kaynak yapılır. Bu iş için büyük bir ısıya ihtiyaç vardır. Bu ısı da ya oksiasetilen üfiecinden ya da elek, trik arkından elde edilir. Böylece ergime derecesinden daha fazla ısıtılan iki maden parçası birbirine kaynamış olur.
Asfalt
Büyük şehirlerin kaldırımları ve sokakları, karayollarının zeminleri, petrolden elde edilen ve “bitüm”de denilen asfalt aslından gelen maddelerle kaplanmıştır.
Asfalt. 50 santigrat derecesinin altındaki ısılarda katı hâlde bulunan bir maddedir. Fakat ısının etkisiyle önce yumuşar, sonra da sıvı hâle gelmeye başlar. Bazı ülkeler, de tabii hâlde de bulunabilir. Eskiler bu maddeden tuğlaları sağlamlaştırmak, bir de ölülerini bozulmaz hâle getirmek için yararlanırlardı. Sâf hâldeki asfaltla kaplanan yollar, yağmurlu havalarda çok kaygan güneşli havalarda da çok yumuşak olurlar. Bunun için asfaltı küçük çakıl taneleriyle karıştırır ve sıcakken yola döküp üzerini kaplarlar. Sonra da soğumasına meydan vermeden üzerinden silindirle geçerek düzgün hâle getirirler.
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Asmalımescit’ten Taksim Tünel’e Doğru Bir Seyir Turu
Asmalımescit’ten Tünel’e doğru ilerleyelim. Tünel’e Müeyyet Sokak’tan çıkabileceğimiz gibi son yıllarda açılan restoranların ve kafelerin hoş bir hale getirdiği Tünel Pasajı’ndan da çıkabiliriz. Tünel Meydam’mn hemen altında açık pembe renkli, büyük bir bina var. Bugün pek dikkati çekmeyen bu bina, aslında Beyoğlu ve İstiklal Caddesi’nin bugünkü görünümünü almasını sağlayan yer.
yüzyıla gelindiğinde Osmanlı başkenti demografik ve fiziksel olarak büyümüştü. Bu, sorunları da beraberinde getiriyordu. Sorunların çözümü için bir takım idari reformlar gerektiğinin farkına varıldı. İdari reformların gerçekleştirilmesinde Avrupa’dan kente göçmüş nüfusun da etkisi oldu.
Kırım Savaşı’ndan sonra 1855’te, kent yönetiminin yeniden düzenlenmesinde önemli bir adım daha atıldı. Fransız modeli uygulanarak “pröfecture de la vüle”in Türkçe karşılığı olan “şehreminlik” makamı yaratıldı. Hatta İstanbul’da bugün aynı adı taşıyan bir semt de var. Şehreminlikten önce varolan kadüık sistemine göre İstanbul dört kadılığa ayrılmıştı: İstanbul, Üsküdar, Galata ve Eyüp. Kadı, belediye başkamnın görevlerini yerine getirmekle beraber aynı zamanda vali, emniyet müdürü ve hakim demekti. Şehreminlik makamına bağlı olarak İntizam-ı Şehir Komisyonu kuruldu. Komisyonun başlıca görevleri şehrin güzelleştirilmesi (tezyin) 4 temizlenmesi (tanzif), sokakların aydınlatılması (tenvir-i esvak), yolların genişletilmesi (tevessü) ve inşaat usullerinin iyileştirilmesi (ıslah-ı usul-i ebniye) olarak belirlendi. Komisyonun kararıyla İstanbul, Paris veya Viyana’daki uygulamalara benzer bir şekilde on dört daireye ayrıldı.
Pera, Galata ve Tophane’yi kapsayan bölge altıncı bölgeydi ve kent reformunda pilot bölge olarak belirlendi. Bu bölgede sokakların düzenlenmesi, döşenmesi, su ve kanalizasyon şebekelerinin tesisi ve bakımı, çöplerin toplanması, sokakların aydınlatılması, çarşı-pazarm denetlenmesi gibi konular Altıncı Daire-i Belediye’nin sorumluluğunda olacaktı. Nitekim, 19. yüzyılın ikinci yansında Beyoğlu bölgesi bir şantiyeyi andırıyordu.
Tüm bu gelişmeler yaşanmaya başlamışken 1870 yılının Haziran ayında Taksim civarında bir evde çıkan ve “harik-i kebir” diye de bilinen Büyük Beyoğlu Yangını, güçlü rüzgarın etkisiyle yayılarak kısa sürede Tarlabaşı, Taksim, Cadde-i Kebir ve Galatasaray semtlerini tahrip etti. Bir gecede 8 bin yapıyı yok eden, 650 kadar kişinin de ölümüne yol açan yangın sonucunda bugünkü Büyük Parmakkapı Sokak’tan başlayarak Galata dahü olmak üzere aradaki bölge tamamen yandı. Bu, Beyoğlu’nun üçte ikilik bir bölümü demekti. Şu ana kadar gördüğümüz binalarının birçoğunun farklı tarihlerdeki yangınlardan sonra onarıldığından, yıkılıp yeniden yapıldığından söz ettik. İstanbul’un ahşap konut dokusu kentin tarihi boyunca birçok yangına neden oldu. Nüfus arttıkça bina sayısı, bina sayısı arttıkça da yangınlar arttı. Gerçekten de İstanbul’da yaşanan yangınların sayısı yüzlerle ifade edilir.
Sadece 1853 – 1906 yılları arasında 229 büyük yangın görüldü. İstanbul seyahati sırasında bu yangınlardan birisine denk gelmese de görgü tanıklarından duyduklarını bir hikayede toplayan en ünlü İtalyan gezgini Edmondo de Amicis İstanbul halkının yaşadığı paniği ve acıyı şöyle ifade eder:  “ İstanbul sakinleri için yangın’ kelimesi ‘her türlü belayı’ ifade eder. Yangın var!’ feryadı ise tüyleri diken diken edici korkunç, meşum, duyanı yeise gark eden bir feryattır ki şehir iliklerinde hisseder ve insanlar Allah’ın gazabının haberini almışçasına sokaklara akarlar.” (Amicis, Edmondo de, İstanbul, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1986) Şehre belirgin karakterini veren ahşap konut tipini tercih edilmesinin çeşitli nedenleri vardı: Deprem korkusu, kırsal alışkanlık, maddi imkanların yetersizliği ve kaderci dünya anlayışı gibi. Ama temel neden ekonomikti. Ahşap ucuzdu ve inşaatı kolaydı. Bu nedenlerden dolayı yangınların yok ettiği ahşap binaların yerine sürekli yenileri yapıldı. Belli bir zamana kadar ahşap yerine kagir bina yapılması sadece “tavsiye” edildi; ancak 1870 yangınından sonra zorunlu hale getirildi. Yangının İstanbul’a sağladığı tek fayda belki de modem anlamda bir itfaiye teşkilatının kurulmasına sebep olmasıydı. Macaristan’dan getirilen Kont Seçeni (tam adı Comte Öden Szecheny) adlı bir subay yangından altı sene sonra İstanbul’da bir itfaiye alayı oluşturdu.
Ünlü Macar yurtseveri Istvan Seçeni’nin oğlu olan Kont Seçeni, tam kırk sekiz sene İstanbul itfaiyesinin müdürü olarak hizmet vermişti. Seçeni, gerçekten alanında çok bilgili ve ileri görüşlüydü. 1877’de Boğaziçi’ndeki yalıların ahşap olduğunu görerek (bugün bile olmayan) deniz itfaiyesini kurma fikrini ortaya atmıştı. II. Abdülhamid’den de paşalık unvanı alan Seçeni, 1922’de İstanbul’da öldü ve Feriköy’deki Latin Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Hatta, Fatih’te Seçeni’nin adını taşıyan ve’pek fazla kişinin bilmediği bir de müzesi (Türkiye’nin tek itfaiye müzesi) var.
Aslında Kont Seçeni, bitmek bilmeyen yangınlarla mücadelesine başlamadan çok daha önce, 1836’da İngütere’ye sefir olarak gönderilen Mustafa Reşid Paşa, sultana gönderdiği mektupta yangınlarla başı belada olan Türklerin, İngiliz gazetelerinde “Acaba memleketinizde taş yok mudur? Tlığla imalini ve kagir inşasını büenler bulunmaz mı?” türünde cümlelerle, alay konusu yapıldığını ifade etmişti.
Reşid Paşa’nm ünlü mektubu hemen olmamakla beraber, şehir reformları için düğmeye basılmasında etkili olmuştur. Nihayetinde, mühendis, mimar ve yöneticüerden oluşan bir komisyon kuruldu. Komisyonun ilk işi bir yeni şehir (nouvelle vüle) projesi tasarlamak oldu. Proje tam olarak uygulamaya dökülmese de Beyoğlu’nda önemli değişiklikler gerçekleştirildi. Büyük Yangını izleyen 20-30 yılda ahşap binalar yerini Batı tarzı modem ve estetik taş binalara bıraktı.
Büyük anıtsal yapıların, apartmanların, okulların, ibadethanelerin, hanların ve pasajların yapımı kısa zamanda tamamlandı. Yeni yapılan binaları Avrupai tarzda restoran ve kafeler, iş ve alışveriş merkezleri, şarküteriler, oteller, modaevleri, kitapçılar, yayınevleri, seyahat acenteleri, kuaför ve güzellik salonları, saatçiler, tuhafiyeciler, perukçular, şapkacılar, oyuncakçı dükkanları süsledi. İstanbul halkı tiyatrolar, sinemalar, kafe-şantanlar, barlar, pavyonlarla tanıştı. Sokakların yıkanması, çöplerin toplanması, kaldırımların döşenmesi gibi basit şehircilik hizmetleri başladı. Türkiye’de ilk sokak ışıklandırması yapılan yer İstiklal Caddesi, ilk halka açık park alam da Taksim Gezi Parkı oldu. Reformlar sonucunda Beyoğlu bölgesi bambaşka bir görünüme kavuştu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Grand Rue de Pera zamanın gözde başkentleri Paris, New York, Londra ve Viyana’daki caddelerle yarışacak duruma geldi. Hatta, Beyoğlu’ndaki çok kültürlülük dünyanın hiçbir kentinde yoktu.
Tüm bu reformların planlandığı, finanse edildiği ve de uygulandığı yer olan Altıncı Daire Binası bugün Beyoğlu Belediyesi olarak hizmet veriyor. 1879-83 yıllan arasında adım Hollanda Elçiliği’nden hatırlayacağımız İtalyan mimar Giovanni Battista Barborini tarafından yapılan bina Türkiye’nin ük belediye binası olma özelliğini taşıyor. Barborini, 1820’de Piacenza’da doğdu ve İtalyan ekolüyle yetiştikten sonra 1849’da İstanbul’a geldi. Otuz bir yıl kaldığı İstanbul’da Tarla-başı Alman Protestan Kilisesi, Çemberlitaş Hamamı, Moda’daki Assumption Church ve Mercan’daki Ali Paşa Canın gibi binalara da imzasını attı. Beyoğlu Belediye binası veya eski adıyla Palais Communal de Pera, simetrik cepheleri, geniş kat silmeleri, saçak silmeleri, köşe pilastrlan, pencere korkuluk ve allıklarıyla kendine özgü bir yapı.
0 notes
istanbulgokart · 8 years
Photo
Tumblr media
Beyazıt Kulesi, Roma Amfiteatrı ve Roma Sirki Hakkında Bilgiler
Beyazıt Kulesi
Telefon olmadığı için eskiden yangın haberinin duyulması da, söndürülmesi de çok güçtü. Bunun için yüksek kuleler yapılır ve buraya dikilen nöbetçiler çevrede çıkacak yangınları gözlerlerdi. Beyazıt kulesi de bunun için yapılmıştı.
İstanbul’da Üniversite bahçesinde yükselen İlk kule 1749’da Ağakapısı’ndakl sarayın iç avlusunda ahşap olarak dikilmişti. Padişah, eski sarayı Askerkapısına ayırınca burada yine ahşap bir kule yapıldı. Kule bir yeniçeri ayaklanmasında yakılınca 2’nci Mahmud’un emriyle 1828’de bugünkü mermer kule yapıldı. 85 metre yüksekliğindeki bu kule, aşağıdan yukarı doğru nöbet katı, işaret katı, sepet katı ve sancak katandan ibarettir. 1849’da yuvarlak pencereli taştan yapılmış taraşla parmaklıklı üç kat İlâve edilmiştir. 1889’da ise demirden bir bayrak direğinin eklenmesiyle kule bugünkü hâlini almıştır.
Roma Amfiteatrı
Roma amfiteatrları. Üzerinde seyircilerin oturması için basamaklar bulunan, yuvarlak ya da oval biçimde kale duvarları gibi yüksek yapılardı. Ortadaki «arena» denen meydanlıkta spor gösterileri veya kanlı boğuşmalar yapılırdı.
Fransa’nın Nimes şehrindeki ünlü arana, Romalılardan günümüze kadar kalmış arenaların başında gelir. Bu arenalarda bugün bile gösteriler, ya da boğa güreşleri yapılır. Ortadaki arena diye adlandırılan meydan, kumla örtülüdür. Eskiden bu kuma altın tozu karıştırıldığı da olurdu. Bu meydanlarda gladyatörler, ölesiye dövüşerek Roma’lıları eğlendirirlerdi. Yenilen gladyatör halktan hayatının bağışlanmasını isterdi. Eğer seyircilerin büyük bir kısmı yumruklarını beşparmakları yukarı gelecek şekilde kaldırırsa zavallı gladyatörün hayatı bağışlanırdı.
Roma Sirki
Roma’da Büyük Sirk’in taştan basamakları üzerinde 300.000’den fazla seyirci; oyunları, mücadeleleri, çeşitli gösterileri, araba yarışlarını rahatça izleyebilirdi. Öylesine heyecanlanırlardı ki aralarında, kazanacaklar üzerinde bahse de tutuşurlardı.
Eski Roma’da sirk gösterileri, yıllık büyük bayramlar ya da önemli olaylar münasebetiyle halkı bir araya toplamak için devlet tarafından düzenlenirdi. Seyirciler, kanlı ve zorlu gösterilerden çok hoşlanırlardı. O çağın sirklerinde yumruk dövüşü, kanlı kavgalar gibi gösteriler ve daha çok araba yarışları yapılırdı. Yarışçıların rakiplerini’ geride bırakmak İçin birbirlerini kırbaçladıkları, arabasından aşağı yuvarladıkları çok olurdu. Günümüzde sirktaşka anlamda ve çok daha eğlenceli, ilgi çekicidir.
0 notes