Tumgik
modestane · 1 month
Text
Saint Omer
Fransız duruşma filmi diye bir janr olsa gerek; kaç tanesini izledim bilmiyorum. Bu sene Hollywood'un bile radarına takıldı biri; Anatomy of a Fall. Anatomy ile ilgili fikirlerime şimdi girmeyeceğim, fakat türe has özellikleri o da taşıyor: Bir reverse-whodunnit. Whocareswhodunnit. Kimin yaptığı mühim değil, saik mühim. Veya kimin neden yaptığı neden fark etsin ki, damage is done. Ama ne tür bir damage? Fransız duruşma filmlerinde esas mevzu, yaprak yaprak açılır önümüze ve sonunda açılanların katmanına, bazen zenginliğine ve sadeliğine, vahşi insan doğasının banalliğine, en sıkıcı gerçeklerin şaşırtıcılığına inanamaz insan. Halbuki mahkeme salonunun dört duvarı arasında geçen, izleyici için -kağıt üstünde- aksiyon sunamayacak bir akış vardır. Amerikan duruşma filmlerindekinin aksine, gösterisiz. Fransızların münazara yeteneklerini, fikirlerini nasıl sentezlediklerini, birbirlerini nasıl çürüttüklerini, aklın yolunun bazen nasıl da bir olmadığını kanıtlarcasına. Bu millet felsefe yapmayı seviyor, adalet saraylarının içinde ve dışında.
Saint Omer de daha başından katil kim söylüyor, ama "katil" kelimesinin yanında bir dipnot düşerek: Kendi bebeğinin katili Senegalli bir anne, Laurence. Ama bebeğin gerçek katili gerçekten o mu? Peki Laurence'ın ideallerinin, hayallerinin, duygularının katili kim? Tecrübesiz annenin böyle gelişmiş bir toplum içinde kalbini taşlaştırıp, aklını yitirmesini sağlayan nedir? Hangi koşullar? Kader mahkumu değilse Laurence, neyin mahkumu?
Bir Fransızdan hamile kalan annesinin, yerli Wolof dilinde konuşmasını yasakladığı, gerçek bir Fransıza dönüşmesi arzusuyla yetiştirdiği, yaşı kemale erince felsefe okumak için Paris'e göçen bir genç kadın Laurence. Paris'te beraber yaşadığı akrabalarının zulmünden kaçıp kendinden yaşça epey büyük, üstelik evli Fransız bir adamın kanadı altına girerek kapatması olarak yaşamak zorunda kalan bir genç kadın. Ondan hamile kaldığını saklayan, o evde yokken bebeğini kendi kendine doğuran genç bir kadın. Adamın çocuğu nüfusuna aldırmayışına, yaşadığı metres hayatına artık daha fazla dayanamayıp bir sabah bindiği trenle başka bir şehre giderek bebeğini plajda ölüme terk eden genç bir kadın. Duruşmada nedeni sorulduğunda, cevabı vermeyen, ama cevabın etrafını çeviren her detayı tüm çıplaklığıyla tasvir eden, gözlerinde donuklaşmış çaresizlikle hükmünü bekleyen genç bir kadın.
Tumblr media
Laurence ile ilk tanışmamızda, ten rengine ve oturduğu duvarın ahşap panel kaplamasının tonuna denk giyimiyle silik bir fotoğrafa dönüşmesine çeyrek kalayken bile, chignon'u ve klasik Fransız makyajı sade eyelinerlı gözlerine, düzgün aksanına bakıp hayran oluyor insan; Laurence'a sempati duyuyor, katil olmasına rağmen. Laurence, iyi bir asimilasyon örneği gibi görünüyor çünkü. Laurence'ın şehirli tavırlarını deşifre edebilecek, onunla empati kurabilecek donanıma sahibiz diye düşünüyoruz. Efkârlı gözlerle kızını izleyen, kızıl gölgelerle süslenmiş saçı sayesinde güzel bir egzotik kuşu andıran annesinden epey farklı Laurence; o bir projeydi, en güzel niyetlerle yetiştirildi. Halbuki şimdi beyaz bir Fransız tarafından, bir diğer beyaz Fransıza karşı savunulup, başka beyaz bir Fransız tarafından yargılanıyor. Bu kadının bu salonda sanık sandalyesinde olmasının dolaylı sebebi olan Fransızlar, şimdi onu düşürdükleri bu salonda yine kendi kendilerine yargılıyorlar. Onu onun yerine çözümlüyor, övüyor, aşağılıyor ve elbette mahkum ediyorlar. Gözü yaşlı annesinin tanık kürsüsüne çıkıp söylediği gibi, bu kızın üstünde kötü büyü var. Annesi söylemiyor ama seyirci biliyor; kötü büyünün ismi kolonyalizm.
Laurence'ın duruşmasını izlemeye giden Senegal asıllı akademisyen , Rama, kendisi de hamile olduğundan ve ailesine karşı duyduğu yabancılaşmayla bunu onlara söyleyemediğinden davayı kişisel meselesi haline getirip, kendi travma repertuarıyla yorumluyor. Rama'nın hikayesi, Laurence'ın tersi; başarıyla sonuçlanmış bir proje. Parlak giyimiyle yer kaplamayı hak etmiş, seyircinin zihninde ve kalabalıkların arasında. O, silinmeye mecbur hissetmiyor, doğal saçlarıyla, duruşuyla kendi tarzını, yolunu bulmuş.
Tumblr media
Fakat sonuçta nereye varmış olursa olsun, farklı jenerasyondan ve her ne kadar aynı evde, yanında büyümüş olsa da farklı bir kültürden gelen annesiyle arasında aşamadığı bir duvar var. Anne evine gittiğinde kendini el gibi hissetmesi, odanın ortasında işe yaramaz halde duruşu bundan. O, bu eve ait değil. En az Laurence'ın Paris'te hissettiği kadar yalnız ve korunmasız hissediyor anne evinde. Vitrine yerleştirilmiş eski bir okul fotoğrafında Rama ve yan duvardaki reprodüksiyon Mona Lisa, senelerin yorgunu, kocasının vefatının ardından eli kolu hepten kalkmaz olmuş yaşlı annesini imkansız gülümsemeleriyle selamlıyorlar.
Filmin sonunda, kimse ağzını kirletip söylemese de, biliyoruz ki Laurence hapse giriyor. Mahkeme salonunu ve sokakları birkaç dakika bomboş halleriyle izliyoruz. Bir seyirlik bitti ve halk, inlerine geri döndü, bir sonraki yargılamaya kadar.
Rama da duruşmadan sonra cübbesini çıkarıp annesini yargılamayı bir kenara bırakıyor. Zaman atlamasıyla anne evinde bir poşet meyveyi mutfakta anaç bir tavırla yerleştirir, annesinin elinden tutmuş kanepede uzanırken görüyoruz onu. Biliyoruz ki Rama, hesabı kadınlar tarafından ödenen bu acımasız döngünün bir noktada kırılması gerektiğini nihayet anlamış; Laurence'ın kızını öldürmesinde yatan çaresizliği kucaklayarak, kendi annesini diriltmeye karar vermiş.
0 notes
modestane · 2 months
Text
How to be a good person
Tumblr media
Teachers' Lounge'da öğretmen Carla'nın (Leonie Benesch) dosdoğru, tertemiz ahlâk anlayışında insan doğasına aykırı, yanlış bir şeyler var; film taraf tutmasa da açıkça işaret ediyor. Öğretmenler bile para kutularından ve birbirlerinin cebinden, öğrenciler arkadaşlarından ve okulun kırtasiyesinden bir şeyler çalıp dururken; hepsi ayrı koldan haksızlık, dedikodu ve linç ederken; önyargılarla ve bazen ırkçılığın etkisinde kararlar verirken, yalan söyler ve iftira atarken Carla'nın adalet terazisi, kendini koruması gerektiğinde bile, hiç şaşmıyor. Herkesin eğri olduğu yerde, doğruluğun anlamını yitireceğine ve hatta rahatsızlık vereceğine, doğrunun bağlamına göre şekil aldığına ve yeri ve zamanı olduğuna dair analiziyle güzel bir film. "Bozuk saat bile günde iki kere zamanı doğru gösterir"in tersi, "Kusursuz çalışan bir saat, tımarhane koğuşuna düştüğünde vakti bir türlü doğru gösteremez," der gibi.
Bir dakikadan kısa süren bir sahnede, aslen Polonyalı olan Carla, okuldaki Polonyalı başka bir hocaya diğerlerine saygısızlık etmemek için ana dilinde cevap vermiyor. Bu küçük detaya tutunarak bir paralel çizilebilir ve konu, yabancı olmanın psikolojisi üstüne getirilebilir. Yabancılığa biraz da çaresizlik, güçsüzlük eklemeli (ki bunlar yabancı olmakla beraber ve ondan bağımsız gelişmiş türden olabilir). Carla, yabancılığını ve ürkekliğini göze sokmazken (ve hatta belki biraz saklarken) diğer yabancılara ve zor duruma düşen öğrencilere ve yetişkinlere karşı gösterdiği sonsuz anlayış, empati ve şefkat, kendine yapılmasını isteyeceği muameleyi sergileyerek bir yanlışı düzeltme çabası şeklinde yorumlanabilir mi? Diğerlerinin yabancılığında ve haksızlığa uğrayışında kendi çaresizliğini görmüş ve bu yüzden adeta kendi sonunu getirircesine başkalarını korumayı adeta saplantı haline getirmiş olabilir mi? Almanya gibi düzeni, disiplini, yüksek ahlâkı ile bilinen bir milletin içinde yaşamak için, bu değerleri kendinden de yukarıya koymuş ve neredeyse kendini tüketircesine bu prensipler ışığında yaşamaya kendini adamış olabilir mi? Bir yabancı olarak takip edilebilecek en doğru yol bu değil mi, zarar değil kabul görmek için?
Bu çizgide inat ettikçe, yaşadığı toplumun kırılma noktalarını, kör noktalarını görmeyip esnekliklerini kavrayamadıkça, yeni çalışmaya başladığı okul, onu geri püskürtüyor. Mazlum da, zalim de onu düşman biliyor. Çaresiz Carla birini suçlamayı kendine yasakladığından sonunda kendinden şüpheye düşmeye başlıyor. Ama hayatın cilvesi işte; girdapta dönüp dururken ona can simidini yine bir diğer kriz sağlıyor, güçsüzlüğünü diğerlerine belli ettiğinde diğerleriyle kurulan cılız dostluk bağı, ona destek ve yandaş sağlıyor. Mazlum veya zalim fark etmez; Carla, taraf olmayanın bertaraf olacağını filmin sonunda anlıyor.
Bu da sosyal iletişimin en şaşırtıcı formüllerinden biridir, katılıyorum.
0 notes
modestane · 4 months
Text
Anneler, kızlar ve arkadaşlar: Peppermint Soda
Tumblr media
Ahh, ben olup da bu filme bayılmamak mümkün mü?
Geçen gün tekrar izleyince düşüncelerimi derleyip toplamadığıma hayıflandım. Kendimi hazırlıksız yakalamayı sevdiğimden herhalde, herhangi bir detayına takıldığım filmlerin hakkında kolaylıkla yazıyorum, böyleleri kaçıyor. Pastel renkleriyle ve küçük dünyalara ait küçük sevinçler, küçük zaferler ve küçük hayal kırıklıklarıyla mükemmel bir film Peppermint Soda.
Tumblr media
Film, boşanmış anne ve baba arasında gidip gelen iki kız kardeş Anne (Eléonore Klarwein) ve Frédérique'in (Odile Michel) bir sene içerisinde yaşadıklarını, onların zihnindeki zaman çentikleriyle, yaz tatilinden bir sonraki yaz tatiline kadar anlatıyor. Ortaokuldaki Anne ile liseli ablası Frédérique arasında sadece iki yaş var, ama yönetmenin (Diane Kurys) bildiği üzere, bu iki yaş dünya kadar fark yaratıyor. Frédérique, ince külotlu çorap giyip sigara içer, erkeklerle partileyebilir ve politik eylemlere katılırken, Anne, tüm bu ayrıcalıklardan muaf, her ergen kadar merak ve kendinden utanç dolu. Kızların annesi (Anouk Ferjac) ise ayrı bir hikâye; her bir kızıyla ayrı sebeplerden ötürü çatışırken (ve bu çatışmalara dair kendi içinde de çatışırken), en az onlar kadar kimliğini ve aşkı arıyor, beğenilmeyi arzu ediyor.
Tumblr media
Film, iki kardeş arasındaki dostane rekabet ve çekişme, dağılmış ailelerdeki hassas dengeler, kadın cinselliğinin bizzat kadınlar tarafından yok sayılması/bastırılması/kınanması, yeni yetme aşkların uçuşkanlığı, o yaşlarda aileden çok daha yakın olunan arkadaşlar ve bu arkadaşıkların kırılganlığı gibi irili-ufaklı temayı, izleyicinin başını döndürmeden birbirine öyle güzel örüyor ki, tek bir an bile fazla kaçmıyor, insanı yormuyor. İzlerken elime bir fincan sıcak çay tutuşturulmuş, sırtıma bir hırka konmuş, üşüyen ayağıma yün çorap giydirilmiş, saçım okşanmış gibi huzur doluyorum.
Biraz da üzüntü vuruyor tabii.
1993 yılına, kendi ergenliğime dönüyorum ve Notre Dame de Sion'da geçen üç haftayı, armasını çok sevdiğim üniformamı, anlamasam da tahtadan defterime geçirdiğim vocabulaire listelerini, renkli tükenmez kalemlerimi, projeksiyonla izlediğimiz animasyondaki Fransızca diyalogları, ayaklarının yerinde küçük tekerlekler varmış gibi avluda süzülerek gezen rahibeleri, her yeni öğrenci gibi serviste maruz kaldığım zorbalıkları, anneannemin salonunda bitkilere sırtımı dönüp zevkle ödev yaptığım sessiz saatleri, içinde olduğumdan büyüklüğünü tam kestiremediğim ama bunu yapmaya daha çok vaktim olacağını sandığım için analizini ötelediğim mutluluğumu hatırlıyorum.
Kendi Peppermint Soda hikâyem kısa kesildiğinden, bu tarz filmleri kana kana içmek iyi geliyor.
Tumblr media
0 notes
modestane · 4 months
Text
Bir yemeğin anatomisi: My Dinner with André
Ne başyapıt ama.
Feleğin çemberinden geçmiş, geçim derdinden ötürü "Ne iş olsa yaparım"a demirlemiş oyun yazarı ve mecburi part-time aktör Wally (Wallace Shawn), 80'lerin kirli, kaotik, henüz suç oranı düşürülmemiş, köşe bucağı çitilenmemiş New York sokaklarında yürüyor, grafitilerle bezeli metroya biniyor, kravatsız kılığına girişinde çeki düzen verdiği belli ki pahalı bir restoranda, arkadaşı André'yle (André Gregory) buluşuyor.
Bu yemek, Wally için gün içinde sevmeden yaptığı şeylerden sadece bir tanesi. Yumuşak başlılığından, itaatkârlığından memnun değilse de, itaatkârlığın getirdiği sürtüşmesiz hayata, bu rahatlığa teslim olmuş bir hâli var. Neredeyse rutin koştuğu bir maraton bu; gün boyunca önüne çıkan diğer angaryaları arkada bırakıp parkuru tamamlamak için bu sefer ortak ahbabın hatrı üstüne eski bir dostla görüşecek.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Yol boyunca küçük dünyasından detaylar anlatıyor Wally; geçmişinden, bugününden, ikisi arasındaki kontrasttan (1), yazdığı oyunları fotokopicide çoğaltıp sağa sola yollamak için çabaladığı günün sonunda doğrudan eve gidebilseydi eğer, televizyon karşısına oturup, ay sonunu denkleştirmek için haftada üç gece garsonluk eden kız arkadaşı Debbie'nin yaptığı müthiş akşam yemeğini yemeyi tercih edeceğinden bahsediyor. Seyirci Wally'nin dairesini veya kız arkadaşını görmese de, kitap ve kağıt öbekleriyle dolu sahaf kokan tozlu ofisini, kalabalık bir caddeyi tuhaf açıyla kesen büyük pencerelerini, eski giysilerin köşedeki sandalye üst üste atıldığı yatak odasını, çoğu zaman kapalı duran kare ekran küçük televizyonun karşısında duvara yaslı eski kanepesiyle dağınık salonu ve geniş kalçası, büyük göğüsleriyle, anaç bir sıcaklık saçan, kıvırcık saçlı Debbie'yi (2) gözünden canlandırır, küçücük mutfaktan gelen güzel kokuları alır gibi oluyor.
Filmin seyircisinden sonuna kadar talep edeceği şey bu: Dikkat ve katılım. Çünkü iki dostun hakkında konuştuğu hiçbir şey ekrana (ya da perdeye) yansımayacak. Film, tıpkı bir kitap gibi, izleyenin zihninde hacim bulup renklenecek ve birbirinden farklı kopyalara evrilecek.
Wallace Shawn'un fiziksel özellikleri ve kostümü, Wally karakteriyle ilgili şüphesiz Louis Malle'in de vurgulamayı arzu ettiği (3) ipuçları veriyor: Kocaman mavi gözleri, sakalsız yüzü, üzgünmüş gibi sarkık duran köfte dudakları, top kafası, yakası ve kesimiyle kadın mantolarını anımsatan paltosu içinde yorgunluğu bile öfkesiz, feminen, tutunamamış dev bir bebek.
Tumblr media
Wally'nin dere tepe aşarak vardığı restoranda buluştuğu André ise uzun, ince yüzü, yorgun bakışları, örgü hırkası, restorandaki garsonlara ve menüdeki Fransız yemeklerine aşinalığı, hâl ve tavrından belli olan görmüş geçirmişliği, aşktan ve cinsellikten bahsedişindeki serin tavır ile çok farklı bir boyutta yaşıyor. Tibet'e kendini bulmaya gidip yanında Budist rahip getiren ve rahibi ev hayatına sorgusuzca monte edebilecek bir insan, André. Buluşmaya gelmek için toplu taşıma kullanan Wally'den çok farklı bir hayat kavgası var. Veyahut belki hiçbir hayat kavgası yok ve bundan dolayı çok daha fazla yıpranmış.
Tumblr media
Wally, restorana varana kadarki monoloğunda, André'yi izleyiciye tanıtmış, vaktiyle hayli başarılı işlere imza atmış bir tiyatro direktörüyken birden ortadan kaybolduğunu, o zamandan beri hakkında tuhaf hikâyelerin dolaştığını çıtlatmış, orta yaş bunalımı yüzünden delirmeye yatkın bir tip olduğuna izleyiciyi inandırmıştı, ve fakat restoranda hayat adamı André'yi gördüğümüzde, Wally'nin anlatımının çok da güvenilir olmayabileceğini anlıyoruz. Üstelik yol boyunca bir an olsun iç sesini susturmamış nevrotik Wally'nin, sakin ve bilge titreşimler saçan André'nin yanında yarattığı kontrast dikkat çekiyor.
İki arkadaş sofraya gelen çorbalara, yemeklere, içkilere neredeyse hiç dokunmadan filmin süresi boyunca (111 dakika) sohbet ediyorlar veya daha doğrusu, André anlatıyor ve Wally dinliyor. (Wally, André'nin yeni oyununun tek seyircisi, bir bakıma.) Restoranda dikkatlerini dağıtacak hiçbir şey olmuyor, hatta bir noktadan sonra öyle bir sessizlik çöküyor ki, diyalogları adeta yalıtılmış bir odada, bir vakum içinde gerçekleşiyor ve restoran izleyicinin aklından tamamen siliniyor. (4) André'nin denizaşırı seyahatleri, kullanılan maddenin türü açıkça zikredilmese de ağır halüsinatif deneyimleri, şaşırtıcı derecede sıradan aydınlanma anları ve bayat keşifleri zihnimizde detaylı şekilde canlanırken, parayla satın alınabilecek her çeşit manevi elektroşokun ardından André'nin nihayet hayata döndüğünü ve şimdiki kendinden memnuniyetini dinliyoruz. Vardığı yer, kaderin cilvesi bu ya, Wally'nin belki de fakirliği yüzünden içinde durduğu yer: Basit şeylerden zevk almak, çevresindekilerin gerçek anlamda farkına varmak ve sevdiklerini gerçek anlamıyla görmek, yaşamak.
Wally, saatlerce dinlediği dostunun editöryal dokunuşlarla, neredeyse profesyonel bir satış elemanı gibi sunduğu anıların şımarık ve pahalı deneyim simülasyonları olduğuna bir noktada uyanıp, sinirlenmeye başlıyor. André'nin mütevazi kılıfında sunulan, derinliksiz felsefi ahkâmları öyle rahatsız ediyor ki, itaatkârlığını unutup öfkesinin heyecanıyla kabuğunu kırıyor ve André'nin söylediklerini yüzüne karşı açıkça sorgulamaya başlıyor. Kendisinin oturup kitap okuduğunda, sabah uyanınca tezgahta önceki günden kalmış bir fincan kahve bulduğunda bile sevinç duyabildiğini, hayatın basit zevklerinin tadını çıkarabilmek için dünyayı bucak bucak gezmenin, tuhaf gruplara katılmanın, acayip deneyimlerden geçmenin gerekmediğini iddia ediyor. Bunları söylerken yaşama dair keyif aldığı küçük detayların, pahalı seyahat veya planların sonucu olarak satın alınabilirliğine, dolayısıyla artık bütünüyle kendine ait olmadığına, her şeyin otantikliğini yitirdiğine epey kırgın.
Tumblr media
Ürkütücü görünüşü ve yargılayan bakışlarıyla Wally'ye adeta psikolojik işkence uygulayan garsonun getirdiği hesabı André ödüyor. Wally ile eşit olmadıklarını, bu sohbetin bile André'nin satın aldığı bir kendini gerçekleştirme deneyimi olduğunun Wally hepten farkına varıyor ve André'nin kendileşmesine (ve dolayısıyla kendine mahsus gördüğü basit mutlulukların içini boşaltmasına) duyduğu hırsın öcünü, o da küçük ölçekte Andrécilik oynayarak ve eve taksiyle dönerek alıyor. (5)
Tumblr media
Taksiden dışarıyı seyrederken hayatı boyunca farklı yaşlarda, şehrin türlü köşelerinde yaşadıkları geliyor gözünün önüne birer birer. Şehri kendine, kendi anılarına mal ederek belki de sakinleşiyor, kim olduğunu yeniden hatırlayıp, dengesini buluyor. Kapanış monoloğunda Wally, eve vardığında, akşam yemeğine dair detayları kız arkadaşı Debbie'ye anlattığını söylüyor, yani Wally André'yi bir oyun yazarı olarak nihayetinde bir anekdota indirgiyor. Filmin sonunda, gerçek baş karakterin kendisi olduğunu, kimin perspektifini benimsememiz gerektiğini böylece hatırlıyoruz. Bence özellikle taksideyken Wally'nin kendisi de bunu hatırlıyor.
André karakteri, kimsenin gerçekten ihtiyaç duymayacağı, kuşe kağıda basılmış rengarenk fotoğraflarıyla kalın, pahalı bir coffee table kitabı olarak zihnimize mıhlanıyor.
***
(1) Senaryodan, açılışta Wally'nin monoloğundan: "I grew up on the Upper East Side and when I was 10 years old I was rich, I was an aristocrat.. riding around in taxis, surrounded by comfort."
(2) Filmde geçen adların tümü gerçekse de senaryoyu yazan Wallace Shawn'un gerçek hayattaki partneri Deborah Eisenberg aslında bu tarifime hiç uymuyor. Ama filmdeki karakterin de aslında kendisi olmadığını, Shawn Criteron'daki Noah Baumbach röportajında bizzat söylüyor. Zaten bu benim zihnimde canlanan Debbie. Eminim başka izleyiciler bambaşka Debbie'ler hayal etmiştir.
(3) Aynı röportajda hem Shawn, hem André Gregory senaryoyu yazdıktan sonra filmi çekecek yönetmen arayışına girdiklerini ve Louis Malle'in senaryoyu tesadüfen okuduktan sonra kendilerini arayarak filmin yönetmeni olmayı bizzat rica ettiğini söylüyorlar. Fakat bu, Malle'in editöryal/görsel kararlar konusunda ağır bastığı gerçeğini değiştirmez, ki her ikisi de bunu inkâr etmiyorlar.
(4) Restorandaki en yalıtılmış anlarda bile ince ince duyulan tek ses, garsonların ayak sesleri. Bunu, belki biraz fazla gereksiz derine dalarak, sınıfsal bir hatırlatma olarak gördüm. André'nin ekstravagan tavırlarına ve yaşam stiline bir bakıma tahammül edemeyen Wally'ye de tahammül edemeyen, Wally'nin de lüzumsuz işlerin, lüks zevklerin peşinde koşar göründüğü bir grup insan var ve bu grup, masanın tam karşısında bu iki erkeğin keyfî sohbetlerinin bitmesini ve eve gitmelerini bekliyorlar, ki onların da kendi hikâyeleri başlayabilsin.
(5) Birinci dipnotta geçen cümle yüzünden, Wally'nin taksiye binerek eve dönmesi bence çok ince bir dokunuş.
0 notes
modestane · 1 year
Text
Holy
Aklı saatli bomba gibi çalışan insanların felsefe yapmak için aynı yöntemi kullanmak zorunda hissetmeden, özgürce kendi medium’ını seçmesi ve neyi seçmiş olursa olsun okuyanda/izleyende/dinleyende/bakanda aynı güçlü etkiye, beyin sarsıntısına sebep olması harikulade. 
Carax insanlık hallerini, sonradan zihinde yara izi bırakan anları anlatıyor oyun hamuru misali şekilden şekile giren Denis Lavant’la. Evladiyelik bir performans. Keşke aklımdan birkaç terabayt bilgiyi (mesela fakültede aldığım birkaç dersi) silip bu performansa uzun uzun yer açabilsem diye düşünüp durdum. 
Ne tür bir gezegenden geldin ve içinde nasıl bir cevher taşıyorsun sen Denis? 
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Şöyle bir şey okudum, kısa ve öz yazmış.
12 notes · View notes
modestane · 1 year
Text
Sorrentino'nun La Grande Bellezza'sındaki Roma, biz sıradan insanların hiç görmediği, gecenin geç saatlerinde uyanıp sabaha karşı çakırkeyif vaziyette salondaki kanepede sızan bir şehir. Yılda milyonlarca turistin ziyaret ettiği, sokakların kalabalıklarla çağladığı bir şehri böyle görmek, Roma'dan gürültüyü, yerli halkı, ağzı açık gezen ziyaretçileri ve günlük hayata dair her detayı silmek kolay iş değil.
Tumblr media
Ses getiren tek bir novella yazarak ünlenmiş, sonra edebiyattan uzaklaşarak hayatına jet sosyete ve sanat dünyası arasında bir yerde devam etmiş Jep Gambardella'nın (Toni Servillo) terası, böyle bir Roma tasvirinde Colosseum'a açılır ve vaktinde Colosseum'un yaptığı gibi nice önemli insanı ağırlar.
Tumblr media
Şehirde anca biletle, müze mesai saatleri boyunca girilebilen, çoğumuzun uzaktan bakıp flaşsız fotoğrafını çekebildiği tarihi eserler, Gambardella ve dostlarının şahsi sohbetlerine anca dekor, bazen de mobilya teşkil eder. Çevresini saran her türden güzelliğe tamamen duyarsızlaşmış, ennuiye batmış Gambardella, kalp masajı yapıp onu hayata döndürecek Üstün Güzellik™ dediği şeyi ararken bir yandan resmi görev ifa eder gibi partiden partiye, sıkıcı sohbetten diğerine, Roma'nın damarlarında dolaşır, huzursuzca. Biz de onun peşinden.
Tumblr media
Sorrentino'nun öyküyü lineer bir kronolojide anlatmaktansa fotoğraflar, kesitler, anekdotlar sunmasını, bu kolajı sevdim. Gambardella'nın zihninde soluk bir anıdan sıkıcı bir partinin orta yerine sıçramayı, rahibenin ağzından çıkan sözün ardından pahalı eskortların botoks sohbetini dinlemeyi, entelektüellerden striptizcilere herkes eşit muamele gördüğü bir sofrayı izlemeyi de. Ama (Sorrentino'nun yansıttığı kadarıyla) Gambardella'nın genel bakış açısını, yani Üstün Güzellik™'in anca gençlikte, tecrübesizlikle, bir kez denk gelinecek bir şey olduğu fikrini bir parça özensiz buldum. Roma'daki müzeleri anca akşam beşe kadar gezenlerden olduğum için belki, geleceğe ve daha büyük güzelliklerin keşfine dair ümidini kaybetmeyenlerdenim.
1 note · View note
modestane · 1 year
Text
L'Enfant
Tumblr media
Filmde, sadece dokuz gün önce doğmuş Jimmy hariç herkes çocuk; L'enfant belki sadece birini, belki hepsini işaret ediyor. Jimmy'nin annesi ve babası başta olmak üzere.
Tumblr media
Gencecik çift, ilkokulda teneffüs ziliyle dev bir dalga olup okul kapısından taşan çocuklar gibi bir enerjiyle itişiyor, kovalaşıyor, öpüşüyor, birbirlerine patates kızartması, kum ve taş fırlatıyorlar. Jimmy'ninse sesi soluğu çıkmıyor. Başına takılmış siyah beresiyle filmin bilgesi o. Kendinden ve hatta insan hayatından kat be kat büyük olguların (yeni başlangıçların, hayatın, ümidin) metaforu olarak güvende olduğu yeni tek yerde, bebek arabasının içinde gezmeyi, yüzüne bile bakılmadan kucaktan kucağa verilmeyi, sevilmeyi ve sevilmemeyi, kaybedilmeyi, geri kazanılmayı, kötü davranılmayı ve el üstünde tutulmayı sadece dokuz gün içinde yaşıyor.
Tumblr media
Babası Bruno, bir kez bile yüzüne bakmayacağı oğlu ergen sevgilisinin kucağında hayatına girdiğinde onu satılacak yeni bir obje olarak görmekte tereddüt etmez. Bu alışverişi öğrenen genç anne cinnet geçirir ve Bruno, tıpkı bir çocuk gibi anca elini yaktıktan sonra ateşle oynamaması gerektiğini anlar. Ama biraz geç kalmıştır; bebeğinin annesi onu affetmez; bu kaybın acısı ve farkına vardığı annelik güdüleriyle aniden olgunlaşarak dönüşüm yaşar. Ayrıca Bruno, bebeğini geri aldıktan sonra çocuk mafyası ondan sadece ödenen bedeli değil, fazlasını talep eder. Küçük hırsızlıklara hiç benzemediğini kavradığı bu durumun içinden, kapkaça gönderdiği ortaokul çağlarındaki bir arkadaşı ile hırsızlık yaparak çıkmaya çalışır Bruno. Türlü terslikler yüzünden operasyonları yarıda kalınca, adam bakışlı ve büyümüş de küçülmüş ergen suç ortağı polis tarafından yakalanır ve karakola götürülür. Bruno, kum havuzunda yalnız kalmıştır adeta. Çevresinde oynayacak kimse bulamadığı için yetişkin dünyasına bir atlayış yapması gerektiğini hisseder. Fakat ne yapması gerektiğini de kestiremez, kaçtığı gerçeklerle bir anda yüzleşemez; Bruno, polise teslim olmaya bir türlü gidemez. Onun yerine çocuksu bir masumiyetle polis merkezine gidip görevliye suç ortağıyla konuşmak istediğini söyler. İfade veren küçük partnerinin yanına geldiğinde itirafta bulunur ve hapse atılır.
Hikayedeki son çocuğun da böylece büyümesiyle, film sona erer.
1 note · View note
modestane · 2 years
Text
Pazar günü hava değişikliği olsun diye şehre yakın bir sayfiye kasabasına giderken yolda 80'lerin İtalyan hitleriyle dolu bir playlist açtım. Sabah vakti arabanın camından sağ bacağıma ve koluma bantlar halinde vuran güneş, otoyolun iki yanında yükselen yabani otların verdiği tatil yolculuğu havası ve eski şarkıların yarattığı baş döndüren kolaylıkta zamanlar illüzyonu birleşince aklıma Il Sorpasso geldi.
Tumblr media
Filmde, Jean-Louis Trintignant, nüfusu turistik amaçla güneye göçtüğünden sessiz ve boş şehirde (tıpkı benim mezun olmadan önce iki yaz üst üste yaptığım gibi) ders çalışan, belki bütünlemeye kalmış bir hukuk fakültesi öğrencisidir. Roma'daki apartman dairesinde panjurları kapatmış ve kitaplarına gömülmüştür. Ta ki Vittorio Gassman'ın canlandırdığı Bruno karakteri kapısını çalana ve aklını çelene kadar.
Tumblr media Tumblr media
Filmin evde geçen kısımlarını öyle dikkatle izlemiş, Jean-Louis'nin masadan kalkmaktan ve sorumluluklarını terk etmekten ötürü tedirgin halini kendimle o derece özdeşleştirmişim ki, gözlerimi kapatınca masasının ve odasının detaylarını görür gibi oluyorum.
1 note · View note
modestane · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Il Deserto Rosso'da Monica Vitti'nin canlandırdığı Giuliana, bozulmuş akıl sağlığına rağmen güzel mantolarla topuklu ayakkabıları doğru kombinlemeyi iyi biliyor. Antonioni'nin kostüm tasarımcısı, tıpkı set tasarımcısı gibi, özellikle yönlendirilmiş olmalı; gerçekle bağı bu kadar zayıflamış birinin giyimine bunca özen göstermesi tesadüfi olamaz. Belki yeni düzenin buyurduğu sartoryal detayları aklında tutma çabası Giuliana'yı bu sona sürükledi, bilemeyiz. Kombinezonundan şalına, minimal aksesuvarlardan ince çorabına sergilediği gardrobuyla meşgulken o, diğer günlük detaylar tıpkı bir bardağın taşması gibi aklından taşıp dökülmüş olabilir. Antonioni de Vitti'yi yer yer adeta bir model gibi, moda dergilerine yakışır bir perspektiften sunuyor seyirciye. Sinir krizi geçirdiği gece, Giuliana'nın kitten heel süet terliklerine yakın plan. Stüdyosunda çaresizliğini anlattığı diyaloğu takip ederken bir yandan kapaklık pozlar. Film, dondurup üstüne logo basılacak, sonbahar koleksiyonu tanıtımlarında kullanılacak karelerle dolu.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Annelikten başka kariyer yapmamış, yalnızca kocasının dostlarıyla ahbaplık eden, mutsuz evlilikten muzdarip kadınlar arasında bugün bile moda olduğu üzere pastel renkte duvarlarıyla seramik dükkânı açmak isteyen bir karakter taslağı Giuliana. Taslak derken, bilerek yarım bırakılmış anlamında, yoksa yönetmenin çalakalem yaklaşımından ötürü değil. Veyahut taslak; çünkü henüz dönüşümü tamamlanmamış. Tüketici olarak ne yapması gerektiğini öğrenmişse bile, doğal güzellikleri anlamından koparan tuhaf mimariyi, gürültülü makinaları, zehirli duman salan bacaları, yıkımı, kirlenişi, çürüyüşü kanıksayamamış. Herhangi derinliği olmayan, görüntüden ibaret hayatta kendini kayıp hissediyor; öyle ki, oğlu bir sabah bacaklarını hissetmediğini söylediğinde gidip konuyla ilgili bir dergi alıyor. Benzer şekilde, arayacak kimsesi olmadığı halde, telefonun başına koşup numaralar çeviriyor. Set hissi veren tuhaflıklarla dolu dünyaya gördüğü kadarıyla adapte olmaya, yolunu bulmaya çalışıyor.
Peki ya Giuliana'nın algısı değil de, dünyanın ayarı bozulmuşsa? Ya Giuliana, sürreel bir dünyanın içinde varolmaya ve olup biteni anlamlandırmaya çalışıyorsa? Ya tam da gördüğü gibiyse her şey ve bu yüzden onu garipseyerek olabilecek en doğru tepkiyi veriyorsa? Ya Antonioni bizi alıştığımız ve artık doğru saydığımız yanlışlarla onun vasıtasıyla yüzleştiriyorsa?
Hapis misin yoksa, Giuliana? Bize bir dizi poza indirgendiğini, bir role hapsedildiğini mi söylemek istiyorsun?
Tumblr media
Yeri gelmişken.
Tumblr media
1 note · View note
modestane · 3 years
Text
Ofise gittiğimiz günlerde cep telefonuma aldığım notlardan birinde yazıyor: Şoföre yapılanlar. Böyle çalakalem aldığım notlar aklımda çakanın bir polaroidi adeta; fikir net değil, ama orada. Gerçi bu nota sebep olan şeyi iyi hatırlıyorum.
Salı ve Perşembe akşamları dersim olduğu için Fransız Kültür'ün yakınından geçen Kenmore servisine biniyordum. Şoför de, şansa, Fransız sömürgesi bir Afrika ülkesindendi. Yol boyunca dinlediğimiz ağır aksanlı Fransızca radyo yayını sırasında ateşli şekilde siyasi bir görüşü, belki yeni filizlenmiş bir direnişi savunduğu anlaşılan, araya diğer ana dilinde kelimeler serpen spikerin sözlerini takip etmeye çalışmak gibi faydacı bir huy edinmiştim. Böylesi spontan son dakika egzersizi, hocaya laf yetiştirebilmemi garantilermiş gibi.
Kursa gitmediğim bir gün, karşı kaldırımdan kalkan Harvard Square servisinde oturmuş kalkmamızı beklerken parktan çıkmak için manevralar yapan, yine Afrikalı bir servis şoförünün inip bizim Kenmore şoförünü kenara çektiğini, yolunu kestiği için onu hırpaladığını gördüm. Yağmurla bölündüğünden anca kesik çizgilerle kesişen iki servis farının orta yerinde bizimki özür diledikçe, elini dostane diğerinin koluna, omzuna koydukça gereksiz yere tansiyon yükseldi, montlar ve saçlar ıslandı, hareketler kayganlaştı ve sonunda kızıl sakalları ve tuhaf pembelikte yüzleriyle Boston'ın yerlisi olduğu anlaşılan birkaç diğer şoför gelip ikisini ayırdı. Ben de ilk fırsatta durumun muhasebesini yapmak, fırsat verilince her garibin, çapı nispetinde zalime dönüştüğü hakkında düşünmek için bu notu telefonuma yazdım.
A Special Day'i izlerken bunların aklıma gelmesi tesadüf değil.
Hitler'in Mussolini'yi ziyaret ettiği, halkın coşkuyla ve marşlar söylerek, akın akın sokağa döküldüğü bir günde, yorgun bir ev kadını (Sophia Lauren) ve eşcinselliğinden ötürü işinden kovulmuş radyo spikeri (Marcello Mastroianni) tüm bu curcunanın kıyısında, aynı avluya bakan dairelerinde sabaha başlayıp, çok başka noktalarda geceyi noktalarlar. Diğer herkes için milli duyguların şahlanışı sebebiyle özel olarak yaftalanacak bu günde, rejimin en alt tabakalarına mensup iki insan arasında hızla kurulan tuhaf hiyerarşi, Sophia Lauren'in filmin sonlarına doğru Marcello Mastroianni'ye -kibarca, ama tartışmasız şekilde- tecavüz ederek hayranı olduğu diktatörlüğü serbest yorumlaması, Marcello'nun bu daha önce maruz kalmadığı türden şiddete nasıl tepki vereceğini bilemeyerek -ve hatta belki iyi tanıdığı vasıtasız eril şiddeti buna tercih ederek- gecenin karanlığında kaybolmasıyla ve tüm diğer görsel (özellikle mimari) detaylarıyla mükemmeldi.
Tumblr media
1 note · View note
modestane · 3 years
Text
I Knew Her Well
Kimsenin iyi tanımadığ��, tanımaya tenezzül etmediği bir kadın, Adriana (Stefania Sandrelli). 
Roma’daki dairesinden parçası olamadığı görkemli şehri, sinema perdesinde güzel aktrisleri, davetli olarak katıldığı partide caka satan görmüş geçirmiş bir jönü izliyor. Ünlü olmak için elinden geleni yapıyor; biriktirdiği parayla üçkağıtçı magazin yazarlarına hakkında haber yazdırıyor, ensesi kalın adamların ve başka kadınlara aşık gençlerin yataklarına giriyor, mutfak masalarında kürtaj oluyor. Deepfake’in onlarca yıl uzağındayken bile, reklam için çekilen kısa filmden cımbızlanmış cümleleri basit bir montajla çarpıtılınca fragman arası gösterilen videoda, sinema salonu dolusu insan önünde küçük düşürülüyor. Fakat aldatılmak, kandırılmak, kullanılıp köşeye atılmak her nasılsa Adriana’yı o kadar (başka filmlerde ve benzer senaryolarda olabileceği kadar) üzmüyor. Kimsesizliği, başarısızlığı, huzursuzluğu benimsemiş, hatta kuşanmış ve zırhı haline getirmiş biri o; gündüzleri sıçan gibi dolandığı güneş sızmayan arka sokaklarıyla büyük şehri, kendi gibi kolay kızların karyoladan ibaret kabinlerde iffetini kaybettiği sahil kasabalarını, bir gece aniden trene atlayıp gittiği ve şık giyimiyle uygunsuz kaçtığı köyünü duygusal mesafeyle, yaban bakışlarla ve eşit ölçüde tedirgin adımlarla arşınlıyor. 
Saf bir kızın büyük hayaller peşinde un ufak olan ümitlerinden girip mağduriyet şeridinden devam edebiliriz, ama açıkçası Adriana’nın serin duruşu, derli başının içine sızamayışımız, sızdırmayışı bana feci badass geldi.
Fotoğraflarda görüldüğü üzere, film gardrobunun sartorialist ıslak rüyası olduğunu not edeyim. 
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
.. ve Roma’daki şu daireye, tıpkı Godard’ın Contempt’indeki daireye olduğu gibi, sapkınca tutuldum. 
Tumblr media
0 notes
modestane · 4 years
Text
Beyaz ellerin
Bugün seni düşündüm, öldüğünü hatırladım ve eski günlerden bir detaya tutunmak istedim -- tekrar unutmak için.
Dirsekleri yamalı, fitilli kadife ceketinin manşetinden görünen ellerin aklıma geldi. Beyaz ellerin. Çocuk eli gibi; hafif tombul ve lekesiz. Kısa parmaklarının ucunda tırnakların olabilecek en dip noktadan kesilmiş, kirli. Bir sigarayı tutarken, caz devri kadınları gibi zarifçe bilekten bükülmüş. Sabahları yatakta uykulu otururken, başını dizlerinden aldığı güçle dik tutup, siyah saçlarının arasından beliren. Arka balkonda aşk acısıyla bir gülüp bir ağlıyorken kırmızı şarabın şişesini ağzına götürmek üzere kavrayan. Büyük aile yemeği için meşhur ananaslı turtanın hamurunu yoğuran. Koltukta uzanmışken üstüne tırmanan can yoldaşın Gaco’yu gözlerini televizyondan ayırmadan şefkatle okşayan. Holün eşiğinde heyecan içinde bir şey anlatırken saçının önündeki küçük tutamı işaret parmağının etrafına dolayıp dolayıp açan. Alelade kağıt parçası gibi cebine doldurduğun parayı, ceviz büyüklüğünde bir top olarak çıkarıp restoran masasının üstüne, hesap ödemek için bırakan. Salon aynasının önünde gözlerine kalın bir çizgi halinde eyeliner çeken. Belki sadece kitap okurken, parmakların elinin uzantısı olmaktan çıkar, bir şeyler söylemek isteyen, kendi beden dili olan varlıklar haline gelirdi. Fanatikçe sevdiğin kalemlerinden bir tanesini kavrayıp ajandana o güzel el yazınla yazı yazarken de. Bugünkü gibi güzel bir güne uyanmışken aklıma geldiğinde, güneşin sıcağını kısa kollu bluzunun açık bıraktığı kollarında hissetmeyeceğini, kaldırımdaki yaprak gölgelerini izmaritinle ezmeyeceğini, sonbahar rüzgarını kot pantolonunun İspanyol paçalarına hapsetmeyeceğini düşünmek büyük çaresizlik. 
0 notes
modestane · 4 years
Text
Amerikan huzursuzluğu
diye bir şey var.
Amerikalılar sessizlikten, belirsizlikten, spontanlıktan, zamana ve akışına bırakmaktan, bırakınca gerçekleşebileceklerden, sağlıklı düzeyde kişisel mesafeden, saygı çerçevesindeki uyuşmazlıktan, aynı satırda buluşamamaktan, birbirinin tıpkısı olmamaktan veya denk özellikler taşımamaktan, bir bakışta şıp diye anlayamamaktan o kadar huzursuz olurlar ki, iletişim sırasında yaslanabilecekleri hava yastıkları yaratırlar. Böylece olası bir saldırının, kaçınılmaz yenilginin veya beklenmedik zaferin en azından sınırlarını ve etki alanını kontrol edebileceklerini düşünürler. Kendilerini hiçbir yere varmayan sözlerle, cümle parçalarıyla sarıp sarmalarlar. Gerçekten söylenmek istenenler, bazen bu katmanların altında kalır, boğulur, yiter gider. 
Duruma alıştıkça hakkında düşünmeyi unutmuşum. Bujalski filmleri bana bunu tekrar hatırlattı. 
Dakikalarca, saatlerce konuşulanlar çoğu zaman rastgele, ilk akla gelen ve aslında sohbette yeri ve en ufak ağırlığı olmayanlardır. Muhatabın (belki “rakibin” demeli) stratejisine bağlı olarak hesaplar yapılmıştır daha ilk cümlede;  hedef, piyon bile kaybetmeden şah mat edebilmek veya oyunu yarısında bırakıp gidebilmektir. Laflar dolandıkça, sessizlikler etkisiz hale getirildikçe, beklenmeyen tepkiler göstermelik bir tevazuyla veya abartılı alayla ortadan kaldırıldıkça, esas mevzunun etrafında turlandıkça bir gün daha güvende, bir gün daha savaş zırhları delik gedik almadan tamamlanır. 
Ama bu bir yabancının perspektifi elbette. Amerikalılar için iletişimin ta kendisi, hayat mücadelelerinin bir uzantısı bu anlamsız yol verme seremonisi kim bilir, kimsenin sonunda bir adım bile atamayacağı. Lütfen, önden buyurun. Hayır efendim, önce siz diye topu birbirine atarken olduğu yerde sıkışıp kalma.
Boston’da, hele öğrenci mahallesi Allston’da yaşamamış bir insan, Bujalski’nin filmlerini izleyince ne düşünür, ben bu filmlerden birini İstanbul Film Festivali’nde -mesela minibüsten inip Reks’e varana kadar içinden geçtiğim o insan, ses ve renk cümbüşünü takiben- izlemiş olsam ne anlardım, gerçekten kestiremiyorum. Çünkü şu an bildiğim şeyleri bilmememin, bu filmlere tarafsız gözle bakmanın yolu yok. Bujalski’nin iğnelemeden, taşlamadan, yargılamadan, olduğu gibi anlattığı her genç insanı tanımış gibiyim. Bazısıyla beraber ders çalıştım, bazısıyla iş çıkışı birkaç kokteyl sonrası gevşeyip kahkaha attım, omuz omuza bis için alkış tuttum, dev bir hangarı andıran salonlarda girdiğimiz baro sınavında ter döktüm, trende okuduğum kitaba veya desenli külotlu çorabıma iltifat ettiğinde gülümseyerek cevap verdim, Charles Nehri kıyısında koşarken yere düştüğünde kaldırdım, kitapçıda aynı kitaba uzandım, çakmağımı ve bazen sigaramı (bazen de sıkıntılarımı) paylaştım, ofisten erken çıktığım tembel bir öğleden sonra, sessiz bir kafede huzur içinde yemeğimi yerken laf attığında sohbet ettim. Bu insanlar, benim için en tanıdık simalar. Boston’da penetre edebildiğim ilk sosyal grup. Birbirleriyle nasıl iletişim kurduklarını gözlemlemek, analiz etmek, bazen kesinlikle çözememek, bazen de bir anı parçasında bulduğum benzerliğine gülümsemek mecburi doğu (yakası) hizmetimin ilk yıllarında, aslî görevimdi. Bunu bir yerlinin benden birkaç sene önce zaten hakkıyla yaptığına tanık olmak, insanı afallatıyor. “Belki de hepsi biliyor böyle görüldüklerini”, diye düşünüyorum o zaman, “belki bu performansları ciddiye alan, tek inanan benim”. Böylece yabancılığım bir kez daha tasdikleniyor. 
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
2 notes · View notes
modestane · 4 years
Text
Kadıköy Adliyesi’nin
Bahariye Caddesi üstündeki binasında, deniz manzaralı üst katlardan birinde, iki duruşma arasında tanıştık. 
Dersleri verip mezun olsam da avukatlığa dair en ufak fikrim yoktu, oysa E usül hukukuna dair neredeyse her şeyi biliyordu. Mahkeme kalemindeki tecrübeli çalışanlarla konuşmalarını, ukala çıkışlarını, yol yordam öğretmeye kalkışmalarını hayranlıkla dinlerdim. Askerdeki nişanlılarının komando kılığıyla verdiği pozları bilgisayarda duvar kağıdı yapmış kalem sekreteri kızlar, her gün yüzlerce kez tekrarladıkları prosedürlere çomak sokan bu genç adama saygıyla karışık bir nefret duyarlardı. Doğrudan odağı olmadığım halde bu nefretin etki alanında bulunduğumu bilir ve verdikleri savuştırma cevaplarla payımı aldığımda ses etmezdim. 
Önceden tanımadığım türden biriydi E; babasının kıraathanesi vardı mesela. Bu bilgiyle beraber E’ye arkadaş kataloğumda özel bir kategori açmıştım. Babası kıraathane sahibi, bilmediğim bir muhitte, Türk sanat müziği dinleyerek büyümüş bir adam. Hayalimde, Arnavut kaldırımlı bir yokuşun başındaki evleri cumbalıydı. Odaların açıldığı sofada Süper Baba ve Yaprak Dökümü gibi dizilerde gördüğüm gibi koca bir yemek masası. E, kardeşi veya ağabeyleri ile o masada peynir-zeytin yiyerek kahvaltı ediyor, o masada ders çalışıyor, ailenin iftiharı olmaya yaraşır şekilde Yargıtay kararlarını o masada okuyordu. Babası evde yokken sigara içiyordu belki ve “validem” diye hitap ettiği annesini mutfaktayken arkasından sarılıp öpüyordu. Staja eski moda, İstanbul beyefendileri gibi yelekli bir takım elbise giyerek geliyordu. Saçları, tıpkı Tarık Akan’ın Gülşen Bubikoğlu’yla oynadığı filmlerdeki gibi, kulaklarının üstünde iki dikey ve kafasının tepesinde bir yatay olmak uzere üç oblongdan oluşuyordu. 
Babasının kıraathanesini, Kadıköy’de, Çinili Cafe’nin karşısındaki, yerin biraz altında kalan kıraathaneden modellemiştim aklımda. Fakülte çıkışı Barlar Sokağı’na doğru yürürken buranın yanından her geçişte dayanamayıp içeriyi süzerdim. Yeşil masa örtüsünde rastgele desenler yaratan oyun kağıtları ve okey taşları, içerideyken bile kasketini başından çıkarmayan adamlar, havada asılı duran sigara dumanı tabakası ve soğuk günlerde pencerelerdeki buğu yüzünden sanki üstünden silgiyle geçilmiş gibi belli belirsiz detaylar. Köşede buruş buruş spor gazeteleri. Tavana monte edilmiş küçük televizyonda haberler veya futbol maçı. Masada bir örnek çay tabakları ve üstünde zift gibi koyu renkte çayla yarı dolu ince belliler. Müdavimlerin özensiz, çamur tonlarında giyimleri. Yüzlerinde birkaç günlük sakal. Bakışlar yorgun ve karanlık. E, benzer insanları izleyerek olgunlaşmıştı. 
Çantasında Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ıyla gezerdi E. Benim Tutunamayanlar adıyla bildiğim tek eser, seneler önce festivalde izlediğim Dan filmiydi (Voksne Mennesker). Bir akşamüstü vapurla bir yerlerden dönüyorduk. Tünel’deki Baro Eğitim Merkezi’nde süren stajyer derslerinden olacak. Elinde yine Tutunamayanlar vardı. Dayanamayıp sözünü kitaptan bir alıntıyla tamamlamak istedi, sayfaları karıştırıp eliyle koymuş gibi paragrafı buldu. Okuduğu kısımdan çok etkilenmiştim. O gün gidip kitabı aldım Alkım’dan ve eve gelip yüzüstü uzandığım yatağımda bir çırpıda bitirdim. E’nin kitabî konuşmalarına nasıl ilham verdiğini anlamış oldum tabii; biraz büyüsü bozuldu işin. Ama yine de E’nin düşüncelerinde daha önce denk gelmediğim bir orijinallik, aklımı okşayan bir akış buluyordum. Bu, herhangi bir kitaptan ödünç alınabilecek şey değildi.  
Tünel eğitimlerinden birinin sonrasında beraber vapurla karşıya geçtik yine. Yolda edebiyattan, amatörce yazdığımız öykülerden konuştuk. Vapurdan indiğimizde E, bir bira içmeyi teklif edince tereddütsüz kabul ettim. Balık Pazarı’nda yeni açılmış, mobilyalarının boğucu vernik kokusu henüz seyrelmemiş barın, sokaktaki masalarından birine oturduk. Biralar iki, hatta belki üç-dört oldu. Annem tatildeydi -- evde yoktu ve dolayısıyla acelem de. Yorgunluğun üstüne birayla gevşemiş vaziyette, sallana sallana eve geldim, çakırkeyif. Koltuğa kendimi attığımı ve sessizlikte, sol bileğim alnımda bir süre kestirmek için gözlerimi kapattığımı hatırlıyorum. 
Uyandığımda güneşi televizyonun üstüne çapraz vurmuş, yavaş yavaş sönerken buldum. Apartmanın önündeki basketbol sahasındaki çocukların sesleri, onlar topu sektirdikçe havlayan mahallenin köpeklerininkilerle karışıp bir anda kulağıma doldu. Çocuk parkından ani bir çığlık yükseldiğinde yemek masasının üstüne uzanmış uyuyan kedim gözlerini açıp ortalığı kolaçan etti ve sonra hemen uykuya geri döndü. 
Sehpanın üstüne fırlattığım cep telefonumun ekranının, kaçırdığım bir aramayı haber vermek için yandığını gördüm. Mutfak lavabosunun kenarında çenemden suyu aka aka bir dilim karpuz yemeden önce kimseyle konuşmayacaktım. 
0 notes
modestane · 4 years
Text
Du côté de la côte
Agnès Varda’nın muazzam kısasını Criterion’un yeni koleksiyonunda Uncle Yanco (1967) ve Black Panthers’la (1968) beraber izledim. 
Vaktiyle kraliçeleri, önemli filozofları, büyük yazarları, devlet adamlarını ağırlamış sahillerin şimdi (1958′de) yün mayoyla güneşlenen emekli amcaları, ıstakoz gibi yanan ergenleri, istila kültürlerini tatil demeden sürdüren İngilizleri, zevksiz giyimleri ve fonksiyonel çadırlarıyla Almanları ağırladığını; görkemli otellerin yerini şantiyelerin aldığını; insanlarda yeni bir yer keşfetme tutkusunun silinip görme ve görülme arzusunun şahlandığını ve bu yüzeysel istekten ötürü kafelerin, restoranların ve botanik parklarının hıncahınç dolduğunu; aynı manzaraya baktığını sanan binlerce insanın aslında durmadan değişen ve trajikomik hale gelen bir bağlamın yaratılmasına vesile olduğunu kısacık bir sürede, az sözle ve fakat tüm detaylarıyla, basitçe anlatan bir film. Harikulade.
İkinci izleyişte ekran görüntüleri aldım ve zihin büromda yaptığım gibi dosyalara ayırdım.
1. Renkler / Kadınlar
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
2. Doğa 
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
3. Cennet / Tipografi
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
4. Karnaval
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
5. Sürprizli
Tumblr media Tumblr media
6. Bonus
Tumblr media
3 notes · View notes
modestane · 4 years
Text
Bir gün
düşünüyorum. Bir yaz akşamı. İstiklâl’in başındayım. Solda Bambi, türlü dönerci, ıslak hamburgerci, Burger King, küçük sandviç dükkanları. Hava henüz aydınlık, ama binaların çatı hizasından yere dek aceleci, kopkoyu bir maviliğe bürünmüş her şey.
Orada, metal bir çubuğa yerleştirilmiş kat kat et parçasını neşe içinde traşlayan ustanın hemen yanında durmuş arkadaşımı, havanın iyice kararıp dükkân ışıklarının yanmasını, farklı yönlerden gelen müziğin karışmasını, her şeyin tutuşup alev almasını, sesimin çatlamasını, gecenin sabaha dönmesini, aynı yerin önünden Bostancı dolmuşlarına gitmek için geçerken tabanlarımın tatlı bir acıyla sızlamasını bekliyorum. 
Sonunda arkadaşım geliyor. Sıkı sıkı sarılıyoruz. Gülümserken (sanki bir şeylerden emin olmak için) birbirimizin tatilde esmerleşmiş yüzünü süzüyoruz; parfümlü boynuna, koluna dokunuyoruz. Kesin bir karar vermiş gibi ani bir hareketle sonra, dönüp İstiklâl’in içine balıklama dalıyoruz. 
Boyundan askılı bluzlar, jöleli kıvırcık saçlar, renkli Converseler, taşlanmış kotlar, yakaya iliştirilmiş güneş gözlükleri, ters takılmış beyzbol şapkaları, büstiyerler, pileli etekler, düşük bel pantolonlar, simli rujlar, halka küpeler, kamuflaj desenli kapri şortlar, keçi sakalla çevrili ağızlar, rastalı başlar, şeffaf sütyen askıları, siyah ojeler, sandaletten görünen ayak parmakları, bele bağlanmış ince ceketler, kilim desenli sırt çantaları, önünde grup ismi ve arkasında turne şehir-tarihleri yazan tişörtler, topukları eğrilmiş burnu açık ayakkabılar, sıcakta akan göz kaleminin siyahıyla kirlenmiş göz altları; bu her akıntıyı kucaklayan, coşkulu nehre, biz de kendi detaylarımızla katılıyoruz. 
Bugün o nehir akmıyorsa, koşar adım vardığımız mekânlar yerinde durmuyorsa, sandviççilerin önünde buluştuğum kimseyi de görmüyorsam, tüm bunlar yaşanmış sayılabilir mi? (Tüm bunlar yaşanmadıysa eğer, ben yaşamış sayılabilir miyim?) 
0 notes
modestane · 4 years
Text
Trendeki yabancı
Kolumuzun altında buruşmuş hasır şapkalar, sırt çantamızın ağzında sabah serininde giydiğimiz kot ceketler, birkaç adım arkamızda sürüklediğimiz bavullarla trene biniyoruz. 
Birbirine dönük ikili koltukların arasına yerleştirilmiş katlanabilir masanın üstünde sıcacık kruvasan, kağıt bardaklarda espresso ve birkaç dergi; önümüzdeki üç saatlik yolculuğa hazırız. Sonrası Milan’da yağmurlu günler. Çatı katı dairemizin tepesine pıt pıt düşen damlaların sesini dinleyeceğiz. Belgesellerde ürkek hayvanın çevreyi kontrol edişi misali, tavandaki eğik açılı pencereyi açıp sadece çatılardan ibaret bir manzaraya bakacağız. Sabah kahvaltısı sırasında dinlediğimiz hüzünlü müziklerin hatırlattığı tatlı-ekşi anılardan bahsedeceğiz. Yağmurdan kaçıp sığındığımız alışveriş merkezinde dünyanın en lezzetli affogatosunu içeceğiz. Akşam mum ışığı eşliğinde hindi şekli verilmiş bir yığın alüminyum folyo içinde gelen tuhaf balığa şaşırıp güleceğiz. Hamam gibi nemli banyoda çiş yaparken odadan odaya konuşacağız. Sıcaktan klimayi kökleyip karşısındaki ranzarada battaniyelere sarınarak, ranzanın üst katında hangimiz yatıyorsak onun telefon ışığıyla aydınlanan, bir kamarayı andıran dairemizde günü bitireceğiz. Ama o an tüm bunlardan kilometrelerce uzakta, rayların üstünde, yoldayız.
Dağ eteğine konuşlanmış küçük köy evlerinde izlediği muhteşem gün batımlarından ve hesapla birlikte gelen limoncello shotlarından sarhoş düşmüş turistlerin ve turistlerden kolayca ayırt edilebilen İtalyanların ağır ağır doldurmaya başladığı vagonda iki kadın tam yanımızda duruyor. İngilizce aksanlarından Avustralyalı olduklarını anlıyorum. Bavullarını nereye koyabileceklerini hararetle tartışıyorlar. Birkaç gün önce Roma’da öğrendiğimiz taktikle nereye nasil yerleştirilebilecekleri gösteriyoruz. Ellerinin boşalmasıyla sakinleşiyor, yerlerine oturuyorlar. Zayıf ve kıvırcık saçlı olanı bize dönüp gereksizce uzayan bir teşekkür ederken gözleriyle masamızı tarayıp ne okumayı planladığımıza bakarak kim olduğumuzu tartmaya çalışıyor. Derken vagonda bir gürültü. Başımı koltuktan kaldırıp koridora uzatınca çoktan yerlerine kurulmuş, bacaklarını sallayan sabırsız yolcuların koltuktan taşan tüm uzuvlarına çarparak ilerleyen altmışlarında bir kadının, kolunun altına sıkıştırdığı kaniş köpeğiyle bize doğru yürüdüğünü görüyorum. Kadın bunca kargaşayı kendi yaratmamış gibi acelesizce, boncuklu gözlük zinciriyle boynuna asılı okuma gözlüğünü kaldırıp biletindeki numaraya bakıyor, Avustralyalıların karşısındaki koltuğa varınca da köpeğini yere bırakıp küçük çantasını başının üstündeki rafa yerleştirmek için bize arkasını dönüp yukarı uzanıyor. 
İşte o an beyaz keten pantolonunun altından seçilen dantelli iç çamaşırı bir anda sinema perdesi misali önümüze geriliyor. Kafamın içinde bu çekici kadına türlü ikinci bahar aşk hikayeleri yazmaya başlıyorum: Peronda tutkulu kavuşmalar, yaz boyu panjuru açılmayan serin yatak odaları, deniz gibi yer yer dalgalanmış saten çarşaflar, yere fırlatılmış yastıklar, yataktan çıkmadan geçen günler, Paris’te Son Tango renkleri... Koyu kızıl saçlarını savurarak yerine oturduğunda olgun kadınlara has o ten kokusu geliyor burnuma ve hemen üstünde de annemin sürdüğü cinsten, klasikleşmiş bir parfüm -- adı dilimin ucunda. Kulaklarında keten ceketine uygun tonlarda, turkuaz taşlarla süslenmiş küpeler. Fettan gözlerinde belli belirsiz bir makyaj. Boynundaki fuları çıkarıp kenara koyan elinin narçiçeği ojeyle boyanmış tırnakları. Topuklu terliğini çıkarıp kenara attığında görüyorum ki biçimli ayak tırnakları da aynı renge boyalı. Zaten başka türlüsü olamazdı. 
Ben detayları incelerken birkaç kere göz göze geliyoruz. Bakışlarımdan rahatsız olmuyor, aksine seyirciden hoşlanır gibi bir hali var. Karizması karşısında dut yemiş bülbül kesilen Avustralyalılara dönerek İtalyan aksanlı, grameri düzgün bir İngilizceyle konuşmaya başlıyor. Köpeğinin rahatsızlık verip vermediğini soruyor, ama vücut dili soru sormaktan çok, emreder gibi. Avustralyalılar gülümsüyor, onların da evde birer köpekleri var, sorun yok. Köpeği sevmek için kolumu uzatıyorum, tasması müsaade ettiğince o da bana doğru hamle ediyor. Sırtını sevebilmek için yanımdaki boş koltuğa doğru kayıyorum ve sohbetin içine çekiliyorum.
Köpekten laf kadının kedisine, kedisinin onu Milan’daki evinde beklediğine, bunun kadın için yaz tatilinin son günü olduğuna geliyor. Kadın anlattıkça isminin “Pipi” olduğunu öğrendiğim köpek, ikimizin arasında bir yere uzanıyor ve bu sohbeti defalarca duymuş da sıkılmış gibi arada bir derin derin iç çekmeye başlıyor. Bana bunların hepsi yeni, ben sıkılmıyorum. 
Otuz senedir ayni apartmanda eski sevgilisiyle üstlü altlı oturduğunu söylediğinde köpekten başımı kaldırıp ona bakıyorum. “Her sabah kahve içmeye uğrar bana, uzun uzun dertleşiriz” diye devam ediyor. “Onlarca yılın sonunda aldattığını öğrenince önce yıkıldım, ama sonra hayatın çok kısa olduğunu fark ettim ve affetmeye karar verdim.” Böyle bir bağışlayıcılık anca eski filmlerde olur sanmıştım. Demek senelerce bize olmayan bir şeyi, bir hayali satmamışlar! “Fakat artık aşk aramıyorum. İnsanın hayatı zaten öyle dopdolu geçiyor ki, inanın aşka vakit kalmıyor!” 
Aşka vakit kalmayan, dopdolu hayatını hayal ediyorum. Öncelikle, evini. Zevkli tablolarla donatılmış duvarlar, tik taklarıyla evin sessizliğini düzenli parçalara bölen eski saat, gün ışığının parlak gölgesini taşıyan tül perdeler, kahve sehpasının incecik bacaklarıyla kırıtır gibi üstünde durdugu kilim, birkaç kuşak büyüğü olan uzak bir akrabadan yadigâr antika yemek masası, gündüzleri kedinin işgal ettigi, birkaç senede bir yüzü değiştirilen sandalye, rafları kitaplarla esnemiş, gümüş çerçeveli, siyah beyaz fotoğraflarla ve küçük heykellerle bezeli kitaplık, kadife kanepenin üstünde sıcak renkte, kenarları püsküllü bir yastık, varaklı antika aynanın önünde bir şamdan, orta sehpasında duran ikiz kül tablaları ve gümüş sigara tabakası, mavi renkte ahizeli bir telefon, telefonun yanında uzun telefon sohbetleri için küçük bir puf. Mutfakta kahve yapmak için kullandığı demlikten mütemadiyen yükselen fokurtu. Tezgâhta içkinin yanında ikram edilmeyi bekleyen taze meyveler veya sıkma portakal. Kısa hayatı dopdolu geçiyor. Sabah uyanır uyanmaz ilk iş açtığı salon penceresinin perdelerinin rüzgardan kabardığı sırada kapı kibarca çalınıyor (parmakla, zil değil) ve eski sevgili sabah kahvesine geliyor. Uzun uzun dertleşmeye. Kimbilir hangi dermansız derdi sigaranın dumanıyla tütsüleyecekler. Sonuçta pütürlü bir kahkahayla gülüp geçecekler ve sonraki satıra ilerleyecekler. 
Ben dalıp gitmişken bir anda bize dönüyor.
“Peki ya siz, kızlar? Milan’da neler yapacaksınız?” 
Merserize kazağını cama dayadığı başının üstüne sarıp uyuyakalmış kuzenime bakıyorum. Yutkunup konuşmaya hazırlanıyorum. 
Tumblr media
0 notes