ben sana bir akşamın en güzel saatinde çiçeğim. bak burası kuyunun dibi ve parçalanma seslerinin vatanı burası. güzelliklerin ve artık güzel olmayışların. olanın bitenin. vatanı burası değilse de olsun çünkü sadece derinliğini değiştirebiliyoruz bu kuyunun. olduğumuz yerin dip oluşu katiyyen değişmiyor ve biz buna alışmalıyız. alışmak intihardan daha yaşlı. biz de bari buranın duvarlarını renklendirelim ve ben bir şeylerin başından. ta en başından. dikişleri yeni baştan atar gibi değil ama yine de bir şeyler için çabaladığımın fotoğrafını çeker gibi. çünkü inancın ömrü çok kısa bu dünyada. inancın bir mezarı yok. inanca yer yok buralarda ve biz birilerine bir şeyler kanıtlamakla ömrünü geçirmiş insanların çocuklarıyız. bir silsile başından beri kan sızdırıyordu ve baygınlığı bize vurdu bu kavganın. affet beni çocuğum. bir şeyleri bilmediğim için ve bazen böyle şeyler olduğu için. ben sana bir hayatın en başından çocuğum. büyüdükçe ve arzın duvarları genişledikçe renklenecek dünya, böyle öğreneceğiz. bu cümleyi dokuz kere okudum ve arkasına saklanmayı çok istedim. çünkü bazı cümleler uzun yıllar ile aynı boyda. bazı kelimeler haftalar sürüyor ve sen gülümseyince bazı dünya saatleri kalp krizi geçiriyor ama konumuz bu değil. özlemeyi bir eylem ile kanıtlamam gerekseydi oturur çocuk gibi ağlardım. bir trenin kalkış anına kadar da hangi vagona bineceğimi bilemem ve bu korku, bana uzun ağlama ayinleri bırakıyor. yeni sokaklar gördükçe evimi daha çok özlüyorum ve her yanında uyandığım insan beni bir nebze daha ürkütüyor. bir şeyleri ben işte tam da bu yüzden en başından almak istiyorum ama bu da. işte bu da olan biten gibi. bunun cevabını hepimiz biliyoruz. bu yüzden bir şarkının en orta yerinden ve en baştan çiçeğim. çünkü dünya her sabah yaşlanıyor ve her sabah biraz daha artıyor çınlama. bu çınlama seni bana çok. bu çınlama beni sana çok. biliyorsun işte. ben sana bir uğultunun tam kalbinden çiçeğim.
Bir gün Abdullah b. Revâha (ra) hanımının dizine yattı ve ağlamaya başladı. Bunu gören hanımı da ağlamaya başladı.
Bunun üzerine Abdullah:
―Yahu sana ne oldu?, diye sordu.
Hanımı da:
―Sen ağladığın için ağlıyorum, dedi.
Abdullah b. Revâha’da:
―Ben Cehenneme gideceğimi biliyorum ama oradan kurtulacak mıyım yoksa kurtulmayacak mıyım bilmiyorum. İşte ben bu sebeble ağlıyorum, dedi.
Abdullah aklından çıkmayan şu âyeti karısına hatırlatıyor: “İçinizden oraya
uğramayacak bir kimse yoktur. Bu Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.” (Meryem/71)
Zehebî, Siyeru A’lâm,
....
Haftalar önce bi yerde okuduğum ve çok hoşuma gidip etkilendiğim ve günlerdir aradığım şu hadiseyi sonunda buldum...
Eşi ağladığı için sebepsiz yere sırf eşi ağladığı için ağlamak ve hanımının dizine yatıp cehenneme gidip giremeyeceğini düşünüp ağlamak... Aile olmak hayat arkadaşı olmak birbirine dayanak olmak ve sahabeden ne güzel bir örnek...
Olayı dramatize etmek gibi olmasın ama her ambulans sesinde 6 Şubat ve sonra ki haftalar geliyor aklıma. 6 Şubat'ta Hataydaydim şimdi de Hataydayım eskiden burdan gitmeyi çok istiyordum 6 Şubat'tan sonra buraya ait olduğumu o kadar iliklerimde hissettim ki şimdi ne kadar burda kalırsam o kâr diyerek okulu bir hafta erteledim son senem zaten inşallah atamam da buraya olur kanayan en güzel yaramsın Hatay 🌺
Lisede bursa kitap fuarına gitmiştim, 2016 senesiydi. Ailem yol parası hariç tüm gezi için toplam 100 tl vermişti. Benim de daha önceden sanırım 20 tl gibi bi param vardı. Ailem o parayı güzel bi yemek yemem için vermişti, ısrarla "mutlaka İskender ye" gibi bi baskı yapılmıştı. He tm deyip geçmiştim çünkü ben oraya kitap almaya gidiyordum. Ailem ısrarla çok kitap almamam gerektiğini, beni gezmeye yolladıklarını söylemişlerdi. Paramız pek yok diye böyle dediklerini biliyorum ama parası olmayan evladı ısrarla pahalı(?) bi şeyler yemeye teşvik edip kitap almaktan uzaklaştırmak baya tatsız bi davranış bence. Ben he deyip geçtikten sonra tüm paramla kitap almıştım (yüz liraya on iki kitap alabilmiştim...) Arkadaşlarımla acıkınca ucuz bi kafe aramaya başladık ama açlıktan gözümüz çok fena dönmüştü. Sürüne sürüne yolda giderken bim bulunca sandviç ekmeği ve üçgen peynir ve le kola aldık. Bizi doyurabilecek ve en ucuz seçenek buydu, çeşitli şeylerin fiyatlarına bakarak buna kadar vermiştik. Marketten çıkınca bi apartmanın girişindeki merdivenlere çöküp aldıklarımızı yemeye başladık. Gözü dönmeyen arkadaşım yaptığımız şeyin rezalet ve çok saçma olduğundan yakınsa da ben çok keyifliydim. Tabii istediğim kitapları almanın verdiği mutluluk da vardı. O gün iskender yesek eminim ki o kadar keyif alamazdım. Eve döndüğümde herkes uyuyordu ve ben kitaplarımı yattığım kanepenin altına yerleştirdim. Aileme de tüm paramla kitap aldığımı söylemedim. Haftalar içinde yavaş yavaş çıkartıp kitaplığa yerleştiriyordum kitapları fark edilmesin diye. Arada öğlen yemeği yemeyip ve toplu taşımaya para vermeyip kitap aldığımı bildikleri için yeni kitapları öyle geliyor sanıyorlardı ve bunu da onaylamasalar da çok bir şey diyemiyorlardı. Yıllar sonra bu yaptığımı anlattığımda çok gülmüşlerdi ama aslında baya tatsız bi durum bence. Bi gencin kitap alması bile bu kadar baskılanıyorsa nasıl kendi olabilir, nasıl ilgi alanlarına rahatça değer verebilir ve bu konuda çalışabilir? Hele şimdi bir kitabın yüz lira tuttuğunu düşünürsek liseli çocuklar ne yapıyor, nasıl yaşıyor, en azından pdfleri rahat bulabiliyorlar mı diye merak ediyorum, endişeleniyorum. Bir de param olsaydı pek çok açıdan çok daha farklı bir insan olabilirdim düşüncesi içimi kemiriyor