Tumgik
#beyaz mantolu adam
yorgunherakles · 1 year
Text
beni dalgınlıklar mahvetti albayım.
oğuz atay - tehlikeli oyunlar
34 notes · View notes
Text
Hesap ismimi değişeyim diyorum, geleceği elinden alınan adam yapacağım sanırım ya da beyaz mantolu adam veya tutunamayanbiri ama kararsızım çünkü yazamayan değilim yazmak zorunda olan yazarım :")
14 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year
Text
PARDON BU TREN HANGİ YÖNE GİDİYOR?
Yalnızlığın karanlık yansıması deyince akla ilk gelen isim, çok erken gidenlerden bir güzel adam, duyguların soyut hâllerine somut şekiller veren Oğuz Atay. Öykü yazmanın roman yazmaktan daha zor olduğunu düşünenlerdenim; zira kısa pasajlarda, işlenen konuyu istenen duygular ile aktarmak büyük maharet istiyor. Atay'ımız da işte bu ustalardan birisi. Korkuyu Beklerken, yedi adet kısa, kitaba ismini veren bir adet de uzun öyküden oluşuyor. Hani diyorum ya duyguların pîrîdir Atay, işte bu düşünceme dayanarak, kitabını haddim olmayarak incelerken ben de öykülerde karşıma geçip dikilen, bana sessiz çığlıklar eşliğinde bir şeyler anlatmaya çalışan duyguları kendimce aktarayım. Konudan çok duyguların kitabı olduğuna inandığım için elbette... Şimdi biraz yürüyelim ve önümüze çıkan duyguları anlamaya çalışalım. İlk durakta karşımıza bir BEYAZ MANTOLU ADAM çıkıyor. Hani mantosuna bakınca böylesi biri kolay kolay çıkmaz dediklerimizden, ama o aslında herkestir, her yerdedir, bizim gibidir. Hani ufacık bir isteğinin bile türlü kılıflara sokulup, uygunsuz olduğuna inandırılmaya çalışılan, hani o çokbilmişleri bir türlü anlayamayan adam. Kendisine dayatılan her türlü görevi yine dayatanların belirlediği karşılık ile yapan, gitmek istediği an bile gitme mücadelesi vermek zorunda olan, gitmeyi başardığında yine toplumun kendisini garipsediği ve ne yapmak istediğinin ya da esasında ne istediğinin sorulmadığı ve sadece türlü yargılar ile itham edildiği insan rolü. Hani kimseye zarar vermediği halde toplum tarafından sadece farklı olduğu için zararlı olabilme ihtimali yaratılıp ve zararlı olduğu hükmüne varılarak yargılanan ve cezası kesilen insan. Ve kendisi için yalnızca kendi iradesinde işleyen tek şeyi yapmayı özgürlük sayan insan. Kendini yok eden ve özgürlüğüne kendi eliyle kavuşan insan... İşte böyleleri öyle çoktur ve biz öylesine böyleyizdir ki, ne karşımızdaki bize, ne içimizdeki bize verdiğimiz zararı görebiliriz. İşte bu yüzden Beyaz Mantolu Adamları öldüren daima bizizdir... İkinci durağımız UNUTULAN insan, unutulan insanlar, unutulan biz. Bilirsiniz bazen birileri girer hayatımıza, renk katar, huzur verir, neşe verir, acı verir, sonra çıkar gider. Ya da bazen biz birilerinin hayatına girer, o hayatı önce yaşanılır kılar sonra darmadağın eder, çeker gideriz hiç ardımıza bakmadan. Hiç sormayız kendimize, benden sonra kaldığı yerden eksiksiz devam edebiliyor mu, pür neşe eğlenip gülüp coşuyor mu yoksa acı çekip dağılıyor, uzaklaşıyor, tükeniyor mu diye. Unuturuz... Ama hep nasılsa "yaşıyor" deriz. Alışır... geçer gider... alışır... deriz. Ama her şeyi doğru düşünemediğimizi bir türlü düşünemeyiz. Bazen alışamaz terk ettiğimiz işte. Bazen bizden daha hassastır ama bizim çekip gittiğimiz gibi basitçe değil de, bizden daha cesurca çeker gider... Anlayamayız... Fark edemeyiz... Ama biz hala yaşıyor zannederiz... Evet şimdi karşımızda üçüncü bir durak var. En yoğun duyguların nemli tahta oturaklarda büzüşüp bekleştiği... KORKUYU BEKLERKEN belki de korkuyu kendi kendine yarattığını bilmeden bekleyen türlü duygular. Hepimiz bazen bu duyguların birkaçını ya da en şanssız olanımız hepsini birden sırtlar ve yaşamaya çalışır. Hepimiz durağan hayatımızın belli dönemlerinde amaçsız hissederiz kendimizi. Neden buradayım, neden bu insanlarla beraberim, neden istemediğim bunca işi yapıyorum gibisinden sorular sorarız kendimize. Ümitsizce cevaplar ararız, bulamayız ve hiçbir değişiklik yapmadan bu monotonluğu sürdürürüz. Yalnızlığımızı fark ederiz bu esnada. Yalnızlığı seçtim derken bile aslında yalnız olmak istemediğimizi fark ederiz. Bu sefer neden sorusunu bu sorunumuza yönlendiririz. O zaman anlarız ki biz esasında sevmeyi başaramamışız, belki de hiç öğrenmemişiz, öğretilmedi bize. Ya da belki sorunun özünde kendimizi tanımıyor, tanımlayamıyor, kendimiz olmayı başaramıyor oluşumuz yatıyordur. Bunlar aklımıza geldikçe daha hissiz, duygusuz, duyarsız, faydasız hissederiz. Koca bir yokluk ya da hiç var olmamışlık düşüncesi sarar zihnimizi. Delirir, çıldırırız. Kendimizi değerli hissetmek zorunda olduğumuza kanaat getirip farklı bir şeyler yapmaya çalışırız. Farklı pek çok şey dener ve nihayetinde hepsinde başarısız oluruz. Bir türlü anlam veremeyiz neden böyle olduğuna ve tekrar sorgulama sürecine gireriz. Yine ve yeniden... Bu kararsız, endişeli, sorumluluktan gerçek anlamda kaçan kişiliğimiz neyden besleniyor diye kanepelerin altına, dolapların içine, kitap raflarının arasına bakarken buluveririz. İşte ordadır. Güzel şeyleri beklediğimiz, geleceğini umduğumuz, ulaşamayınca hayal kırıklığına uğradığımız her şeyin sebebi o iki kalın kitabın arasına sıkışmıştır... İşte orda... Korku... Biz hayatımız boyunca bir şeylerden korkmuşuzdur. Tıpkı öyküdeki "kahramanımız" gibi...
Tumblr media
1 note · View note
Text
“Eskiden derdim ki, bir insanın başına gelebilecek en kötü şey, bir gün yapayalnız kalmasıdır. Öğrendim ki, hayatta insanın başına gelebilecek en kötü şey, yapayalnız hissetmesine neden olan insanlarla yaşamasıdır.“
•Johann Wolfgang von Goethe
Tumblr media
youtube
9 notes · View notes
elektrobiyat · 5 years
Photo
Tumblr media
Korkuyu Beklerken
Oğuz Atay’ın hikayeleri, gündelik hayatı kavrayış derinliği, anlatım zenginliği ve okuru alıp götürmedeki enerjileri bakımından romanlarından geri kalmaz. Kitaba adını veren hikayenin korkuyu beklerken kendini evine hapseden kahramanı, Atay’ın edebiyat güzergahındaki farklılığının en büyük kanıtlarından. Yazarın bu kitaptaki ilk hikayeyle varettiği “beyaz mantolu adam” da öyle.
“Onu hemen unutmadım doğrusu; fakat içimden bir ses -muhakkak kötü bir ses- biraz bekle diyordu, sonu iyi olacak.”
58 notes · View notes
alticizilen · 5 years
Text
Değirmen – Sabahattin Ali – YKY 6. Baskı - Alıntılar
Okuduğum ilk Sabahattin Ali öykü kitabı... Bir şey söyleyebilmek haddimeymiş gibi gelmiyor. Kitabı Hamburg Merkez Kütüphanesi’nde bulmanın sevinci, kitabı okuduktan sonra ikiye katlandı. Çünkü edebiyatımızın alalede yazarlar tarafından değil de Sabahattin Ali gibi gerçek bir yazar tarafından temsil edilip tanıtılıyor olması içimi rahatlattı. Bugünün okurlarına dili biraz ağır gelebilir, bununla birlikte yeni kelimeler öğrenebilmek, betimlemelerin tadına varabilmek için muhteşem bir kitap. Bu kitapla beraber, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan kitaplarıyla yazarlığına hayran olduğunuz Sabahattin Ali’nin  toplumu tanıma ve tanımlama konusundaki benzersiz yeteneğine de hayran kalacaksınız.  - hbasarik
Tumblr media
Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük marifetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız biz biliriz... Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler. -14
Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler. -16 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Aptalların tahakkümüne, günahsızların cezalanmasına; faziletin susmasına ve ihtirasların gürültüsüne, hikmet ehlinin tahrik edildiğine ve nadanların alkışlandığına şahit oldu. – 29
Ayrı, her şeyden, herkesten ayrı ve uzak kalmak, yalnız kendisini dinlemek, kendi düşünebileceği gibi düşünmek istiyordu. Sakız gibi çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar çok tekrar edilmiş yeni fikirlerden eser bulunmayan bu çölde hiçlik ve ... güzellik hüküm sürüyordu: Ne canlı kumları ne güneşin ve ayın bakışlarından saklayan münasebetsiz bir ağaç, ne durmadan sızan bir yara gibi etrafını kirleten bir su, ne de üzerinde şairlerin zevzeklik edebilecekleri bir çiçek görülüyordu. Ve işte burası güzeldi. -31
Çöl ve deniz hemen hemen aynı şeylerdi: Her ikisinde de aynı büyüklük, aynı ağırbaşlı sessizlik veya aynı heybetli ve derin bağırmalar... Ve denizde de, küçük, minimini, sinirlendirici teferruat yoktu. İnsan orada yalnız renkten renge giren su damlaları ve devlere benzeyen bir mahlukun yavruları gibi birbirleriyle oynaşan hoyrat dalgalar görebilirdi... Sonra bitmez tükenmez bir genişlikle karanlık ve sıkı bir derinlik... Ve bütün bunlar onu manasız bir tecessüse değil, düşünmeye sevk ederlerdi.
Her şeyi hayattan uzaklaştıran, hiçbir zaman yenilmeyen dehşetli bir kudretleri olduğu halde, mütevazı ve kibardılar. Ne gururdan doğan bir süs, ne kendini beğenmeyi gösteren bir ses...
Ve genç şair iki sene dünyayı rastgele dolaştı. Bu sefer gördüğü şeyler onu hayretten hayrete düşürüyordu. Halbuki değişen hiçbir şey değil, sadece kendi görüşüydü.
Evvelce fazilet diye baktığı şeylerin birer merasim ve gösterişten ibaret olduğunu ve asıl iyiliğe yalnız ahlak münakaşalarında veya akıllı nasihatlarda rastlanabildiğini, namuslu olabilmek için başkalarının namusuna dil uzatmanın, kirlenmeden yükselebilmke için temiz alınlara basarak çımanın yeter olduğunu ve daha buna benzer bir çok şeyleri gördükçe şaşkınlığı büsbütün artıyordu. -33*34 ----------
Yalnız her ikisinin de içinden gizliden gizliye büyüyen bir korku vardı: Bir gün gelip ayrılmak korkusu. Hiçbirisi bu korkusunu öteskine söylemeye cesaret edemiyordu. Kim bilir, belki öbürünün yanlış anlayacağından çekiniyordu. (Çünkü içten duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.) – 40
Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense tepeden bakarlar. -41 ---------------------------------------------
‘Pek mi korktun?’ diyordu. ‘Niçin, niçin korkuyorsun? Senden, yani hayattan büsbütün ayrı bir şey diye mi? Fakat bu aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki? Hiç... Bak, eğil de bak... Bu dişler yok mu, bu muntazam dişler, onların arasından, şimdi bizim konuştuğumuz şeylere benzemeyen ne tatlı sözler çıkardı bilsen... Düşünüyor muusn ki, bakmaya tiksindiğin bu dişleri görebilmek için onun tebessüm etmesi nasıl sabırsızlıkla beklenirdi!... Tahmin edebilir misin ki, boğazına dolanarak seni boğacakmış gibi korktuğun bu saçların güneş altınde ne hayat dolu parlayışları vardı.
Hem bu kadın benimdi. Şu ellerim, şu sana laf söyleyen ağzım nasıl benimse o da öyle benimdi. Fakat biliyor musun, kollarımın arasından sıyrılıvermesi ne kolay oldu... Onunla aramızda hiçbir mesafe yoktur. Bizim onun haline geçivermemiz için bir sebep bile lazım değil; ve bu iskelet bize o kadar yakındır ki, ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz olmalıdır.’ 55-56
Ve alevi o kadar beyaz, o kadar hayat doluydu ki, yanacağı müddeti sonsuzlukla ifade etmek, onun ömrünü kısaltmak olurdu.
İsteklerime varabilmek için dış dünya ile bağlarımı azaltmak lazım geldiğini seziyordum. Vücudumdaki her yıkılış, kafamda yeni bir parlaklığa yol açıyor. -59
Ey, her tarafımdan yavaş yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik! -60------------------------
Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı çok ketum olurlar. -65
Kitapları bir kadın gibi sevenler, yalnız bekar odalarının azabını daha az duyarlar. Ellerinde bir kitapla beraber yattıkları, başuçlarındaki lambayı yaktıkları zaman, bahtiyar bir evlilik hayatının daima tekrar edilem saadetini hissederler. Kitaplarla zifafa girmesini bilen adam, beşerliğinden kurtulmaya başlamıştır.
Fena bir zamanımda bana her haltı ettirebilir. Kadın etimin, kemiğimin, kanımın ve muhayyilemin müthiş bir ihtiyacıdır. Buna mağlup olmak bir hayvanlık, bunu inkar etmek daha büyük bir hayvanlıktır. *66 ------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Uzun seyahatlerin ve karanlık bir istikbalin verdiği tabii bir filozofluk, haddinden fazla çalışmanın verdiği lakayt bir dürüslük ve ahlaklılık, onun hayatını idare ediyordu. -75
O zaman birden bire farkına vardı ki, kendisini ve arkadaşlaırnı, hatta bütün kendisine benzeyenleri bir hareketten, bir kabarıştan meneden bu ‘tesadüfe inanma’dır. Çünkü öyle anlar olur ki, insan, çok cüretli denebilecek şeylere bile kalkar, hiç akranı olmayanlara bile hücum eder; fakat hücum edeceği şeyin yalnız bir fikir, görünmez bir kuvvet, bir ‘tesadüf’ olması, onu yerinde oturmaya mecbur eder... -77 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Öyle adamlar vardır ki, haysiyet, şeref gibi kayıtlara aşina olmadıkları halde, gurur ve nahvetlerine dokunulur, acizleri yüzlerine çarpılırsa kendilerini kaybedecek kadar hiddetlenirler. -134
12 notes · View notes
Text
 Tam olarak nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum. Bir yeni hayata adapte olma çabası tüm yaptıklarım. Adapte olma süreci en uzun olan kısım. Bunun farkında olmadan başladığın zaman abandone olabiliyorsun. Bol bol kendini kandırıyorsun. Sigaraya başlayıp sigarayı bırakıyorsun, depresyona girip depresyondan çıkıyorsun, genelde işsiz oluyorsun, entelektüel havaların yapabileceğin bir avuç şeyleri yapmana engel oluyor, ailenden gizlediğin şeylerin listesi kabarıyor. Bu kira ödemekle başlayıp Sartre’ın varoluşçuluğunda, Camus’un yabancılaşmasında son bulan süreç sana kendini önemli zannettiriyor. Yaşadığın şey bir yaratım sancısı sanıyorsun, ışığı gördüğünde ortaya çıkaracağın yapıt dünyayı değiştirecek sanıyorsun. Elbet mümkün, her büyük sanatçı yaratım sancısı çekmiştir fakat, her sancı yaratımın getirdiği bir şey olmadığı gibi her yaratım sancısı da sonunda yaratımı doğurmaz, düşük de yapabilirsin. Bol bol Dostoyevski okursun, Oğuz Atay. Tutunamayanlar’da bulursun kendini, Korkuyu Beklerken’de aslında çoğumuzun sonu Beyaz Mantolu Adam gibidir veya Unutulan. Henüz Sartre okumadım, bu demektir ki Bunalım sürecine girdiğimi tam olarak iddia edemem. Fakat ne bok yediğimi, yiyeceğimi bilmiyorum. Hayatım beni nereye sürüklüyor, attığım adımlar fazla mı ezbere, bu kaşıntı ne zamandır var, bu bugün içtiğim kaçıncı kahve... Sorular sormaya çok uzun zaman önce başladım fakat cevap arayan sorulardan cevapsuz sorulara ne sıra geçtiğime dair bir fikrim yok. Şu an için yazdığım bilinmezlikler zannettiğinizin aksine beni depresyona sokmadı, halim o kadar da kötü değil fakat bilincim yerindeyken de bu soruları kendime sormakten kendimi alamıyorum. Kendimi iyi hissetme mecburiyetinde değilim fakat kötülüğü bir atkı gibi boynuma sarmak da cazip gelmiyor. Neyse yazmak konusunda bugünkü kotamı doldurduğumu hissediyorum, biraz da oturup okuyayım hem neden olmasın ki?
2 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 2 years
Text
Yıldız Ecevit / Oğuz Atay, toplumdaki somut ve soyut çirkinliklerin dışında bir dünyanın özlemini çeken farklı değerlerin insanını anlatır bize
Tumblr media
Başlangıcından bu yana etik ve siyasal çerçevedeki konusal kurgu kalıplarıyla üreten bir edebiyatın ortasına, yetmişlerin ilk yıllarında yabancı bir madde gibi indi yapıtlarıyla. Ellili yılların köy romanı döneminden ve altmışların toplumsal sorunlara çözüm arayan eğiliminden sonra, 'birey'i ve onun iç dünyasını odak alan ve bunu, o güne değin Türk edebiyatının hiç tanımadığı biçim / kurgu teknikleriyle sergileyen Atay, edebiyatımızda yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 13 Aralık 1977'de yitirdiğimiz Oğuz Atay'ı sevgiyle anıyoruz.
20. yüzyıl Türk edebiyatında, edebiyat ölçütlerinin dışına taşarak idolleşmiş üç yazar vardır. Bunlar farklı aşamalarda toplumun nabzını tutmuş, okurunun bayrağı olmuştur. Yazdıkları edebiyat türleri, kişilikleri, okurları ile bütünleşme biçimleri ve alımlanma düzlemindeki yaygınlıkları birbirlerinden çok farklı da olsa, bu üç yazarın ortak paydası, yaşamı ve kendilerini olağandışı bir dürüstlük ve içtenlikle yaşamaları ve dile getirmeleridir. Belki de onları okurlarıyla böylesine bütünleştiren, güçlü sanatsal yetenekleri ve keskin zekâlarının yanı sıra, sözünü ettiğimiz bu özellikleridir, aynı zamanda. Nâzım Hikmet, Aziz Nesin ve Oğuz Atay'dır bu üç yazar.
Genç insanlar, yapıtlarından kimi bölümleri ezbere okuyordu
Doksanlı yılların başıydı. Oğuz Atay'ın bir ölüm yıldönümünde konuşmacı olarak bir derneğe çağrılmıştım. Sonuna dek dolu olan salon tek bir yürek gibi atıyordu. Şaşırmıştım. Gerçi bir edebiyat ürünüyle coşkulu bir biçimde bütünleşmeye yabancı değildim. Oğuz Atay'ın romanlarını ilk okuduğumda yoğun duygularım olmuştu. Daha sonra bir araştırmacının nesnel merakına dönüşen duygulardı bunlar. Ancak salondaki elektrik alışılmışın dışındaydı. Genç insanlardı dinleyiciler; çoğu öğrenciydi. Soru sormak için söz alanlar, onun yapıtlarından kimi bölümleri ezbere okuyorlardı. Atay'ın okur düzlemindeki alımlanmasında var olan sıradışı boyut ilk o zaman somutlaşmıştı karşımda.
Aynı yıllarda, yine Atay'la ilgili bir konuşma yapmak üzere Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne gittiğimde yaşadım benzer türde bir coşkuyu. İnşaat Fakültesi öğrencilerinin Oğuz Atay için kurdukları bir edebiyat grupları vardı. Mühendislik öğrencileri, kendileri gibi mühendis olan yazara duydukları hayranlığın coşkusuyla ama ciddi bir 'edebiyat' öğrencisinin 'bilgisiyle' katıldılar tartışmaya. Etkileyiciydi. Yine bu yıllarda, Atay'ın bir öyküsünün adını başlık olarak taşıyan bir derginin varlığından haberim oldu: "Beyaz Mantolu Adam".
Kuralların dışında 'anlaşılmaz' yapıtlar üreten ve yasallaşmış estetiğin başlangıçta dışladığı bir 'avangard' (öncü) sanatçının, suskunluktan coşkuya dönüşen alımlanmasının öyküsüydü bu.
Türk edebiyatı, onun romanlarıyla tarihindeki en köktenci değişimi yaşadı
Tanzimat'tan bu yana genel çizgisi 'gerçekçilik' olan Türk edebiyatı yetmişli yılların başında Oğuz Atay'ın romanlarıyla birlikte tarihindeki en köktenci değişimi yaşar. Türk romanı, köklerini Türk edebiyat geleneğinden almaz; ne dinsel motiflerle süslü Divan edebiyatından ne de somut gerçekliğin dışında bir fantaziler dünyasını yansıtan halk masallarından izler taşır; tümüyle Batı örneğine göre biçimlenmiştir. Türkiye'de roman, Tanzimat'la başlayan Türk aydınlanmasının, estetik düzlemdeki yan ürünü görünümündedir; insanları aydınlatmak / bilgilendirmek, onlara doğru yolu göstermekle yükümlü sayar kendini. Bu nedenle de, okurun metindeki iletiyi özümsemesini zorlaştıracak yabancı biçimleri deneysellemekten kaçınır; gerçeği 'yabancılaştırmadan' yansıtır; herkesin rahatlıkla izleyebileceği zamandizinsel öykülerle oluşturur kurgusunu.
Oysa 20. yüzyıl başlarında Türkiye'de romanın yeni yeni uç verdiği yıllarda, Batı romanı, Türk romanının kendisinden örnek almış olduğu geleneksel-gerçekçi edebiyat anlayışını geride bırakmış, Joycelar / Kafkalar / Proust'larla farklı bir estetiğe doğru yol almaktadır. Batıda yerleşik biçim / kurgu / yapı ölçütlerini tersyüz eden öncü romancılar birbirini izlerken, aynı yıllarda yeni yaşam bulmaya başlayan Türk romanında ise 'değişiklik' yalnızca konusal bağlamda olmaktaydı. İlk romancılarımızdan Ahmet Mithat'ın metinlerinde özgür davranışlar gösteren eğitimli kadınları konu alması; ya da yirmili / otuzlu yıllarda Türk Zola'sı diye anılan, Selahaddin Enis'in doğalcı bir yaklaşımla cinsellik / fahişelik gibi konuları metinlerinde odağa oturtması, edebiyat çevrelerinde oluşan yankıların kaynağıydı; estetikten çok 'etik' özellik taşımaktaydı. Türk romancısı uzun yıllar çoğunlukla Doğu-Batı ya da ezen-ezilen karşıtlığı bağlamındaki tezini daha iyi vurgulayacak 'yeni' ve çarpıcı öykülerin ardından koştu; özgünlüğünü konusal bağlamda kanıtlamaya çalıştı.
Edebiyatın ortasına yabancı bir madde gibi indi
Oğuz Atay, başlangıcından bu yana etik ve siyasal çerçevedeki konusal kurgu kalıplarıyla üreten bir edebiyatın ortasına, yetmişlerin ilk yıllarında yabancı bir madde gibi indi yapıtlarıyla. Ellili yılların köy romanı döneminden ve altmışların -yalnız Türkiye'de değil dünya genelinde- toplumsal sorunlara çözüm arayan eğiliminden sonra, 'birey'i ve onun iç dünyasını odak alan ve bunu, o güne değin Türk edebiyatının hiç tanımadığı biçim / kurgu teknikleriyle sergileyen Atay, edebiyatımızda yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
Bireyin başkaldırısının ilk köktenci belgesi
1972 yılında ilk romanı "Tutunamayanlar"ı yayımladı. Zamandizinsel öykü anlatımının delindiği, iç ve dış dünyalar arasındaki sınırların yok olduğu, farklı gerçeklik disiplinlerinin farklı biçim düzlemleri ve anlatım ögelerine dayanılarak çokkatmanlı bir yapı içinde verildiği bir romandı "Tutunamayanlar". Bu metinde 'toplum' değil, insanın iç dünyasıydı artık odağa yerleşen; insanın bilincinin kıvrımları, bilinçaltının labirentleri ve insanlığın ortak bilinçaltının arketipleri imgeleşiyordu roman dokusunda. "Tutunamayanlar" Türk edebiyatında 'birey'in başkaldırısının ilk köktenci belgesidir; (altı yüz yıldır) bütün değişimlerin devlet eliyle gerçekleşti(ği) (...) Bireye de ne oluyordu?" (Günlük / 1987, 25.3.1974) denilen bir toplumda, insanın kendisini tüm toplumsal baskıların dışında açıkça / dürüstçe yaşama çabasını kurgu düzlemine taşır.
"Biz insanı anlatıyoruz, bir çıkmazı çözümlemiyoruz"
"Biz insanı anlatıyoruz, bir çıkmazı çözümlemiyoruz," der, 24.3.1974 tarihli günlük notunda Atay. Onun motif kullanımı açısından bir üçleme (trilogya) diye adlandırabileceğimiz yapıtları "Tutunamayanlar" / "Tehlikeli Oyunlar" (roman) / "Oyunlarla Yaşayanlar"ın (tiyatro oyunu) ana kişileri, adları ister Selim ya da Turgut, isterse Hikmet ya da Coşkun olsun, özde aynı kişilerdir: Duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, toplumsal kimliklerini ameliyat masasına yatırmış; çıkardıkları parçaları büyük bir yüreklilikle analiz ederek 'kendileriyle hesaplaşan', 'Özben'lerini bulmaya çalışan insanlardır bunlar.
Bir 'arayış'ın yazarıdır Atay; geleneksel edebiyatın gerçeği 'bilen' ve bu 'kesin' gerçeği okuruna aktararak, onun doğru yolu bulmasını sağlamaya çalışan yazarından farklıdır. O, romanlarında insanlara 'kişiliklerini aratır; çünkü tüm sorunların kaynağı ve çözümünün insanın kendisinde olduğunu düşünmektedir; "çünkü kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez" (Tutunamayanlar / 1984, 76) Atay'a göre.
"Üçkâğıtçılıkla ne devrim olur, ne ümmeti İslam kurtulur"
Günlüğünde sayfalar boyunca, büyük kavramların arkasına saklanarak bir kimlik edinmeye çalışan, kendi kişilik sorunlarını çözümlemeden toplumsal sorunlara çözüm arayan 'aydınları' suçlar. İç dünyaları gelişmemiş, tinsel boyutları güdük kalmış kişilerin, öznel çıkarların bataklığında yitip gidecekleri düşüncesindedir. Son yıllarda toplumda çokboyutlu yaşanılan etik kirlenme, Atay'ın bu tezini destekler niteliktedir. Kişilikleri gelişmemiş kimi bürokrat / politikacı işadamının etik düşüşüne, göğüslerinde bir rozet gibi taşıdıkları 'Müslümanlık', 'ulusalcılık' ya da 'toplumculuk' türünden yüce içerikli kavramların engel olamadığı gerçeği, her geçen gün yeni bir olayla doğrulanmaktadır. "Bu insanlardan Türk halkı artık bir şey beklememeli(dir). Üçkâğıtçılıkla ne devrim olur, ne de ümmeti İslam kurtulur. Bunlar 'çürüyen, dökülen diş' gibidirler. Bayrak yaptıkları inançlarına rağmen aslında inançsızdırlar. (Günlük, 5 Ocak 1975)
"Türk romanının sorunu, kendisiyle hesaplaşma kavramından habersiz oluşu"
Oğuz Atay'a göre, "Türk romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavrayamamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşu(dur). Bunun için romanımız düzmecedir." (Günlük, 30 Ocak 1976) Uzun yıllardan beri 'romantizm' ve 'bireycilik' sözcüklerini yergi anlamında kullanan bir edebiyatın gündemini 'birey', 'oyun', 'düş' gibi kavramlarla zorlamaktadır Atay.
Birey-insanın kimliğini araması, bu yolda tüm içtenlikle 'kendi kendisiyle hesaplaşması' Atay'ın 'üçleme' diye adlandırdığımız yapıtlarında ana motif konumundadır. Yazarın ikinci romanı "Tehlikeli Oyunlar"ın Hikmet'i, "herkesin, başkalarından bucak bucak kaçırdığı muhtevayı" (Tehlikeli Oyunlar / 1984, 281), 'kendini' sergilemektedir 'yaşam oyunu'nda, bir sanatçının yapıtını sergilediği gibi... "Tehlikeli Oyunlar" tümüyle insanın 'ontolojik sorunsalı'nı büyüteç altına alır: Metinde soyadı 'Benol' olan Hikmet, 'Ben olma' yolundaki ilk adımını, "bu ülkede eksikliğini duyduğu (...) insanın kendisiyle hesaplaşma meselesini bizzat kendi'sine( uygulayarak" (Tehlikeli Oyunlar, 335) atar.
Bireyin kendini tanıması ise, kişiliğindeki çelişkileri tüm açıklığıyla tanıması demektir. İnsanın yapısındaki bu çelişkileri, kurgusal düzlemde ana kişi Hikmet'i 'karşıt' parçalara bölerek somutlaştırır Atay: Akılcı Hikmet, evli erkek / burjuva Hikmet, patolojik Hikmet, içgüdülerinin buyruğundaki Hikmet... Tüm Hikmetler birbirinin devamı ya da karşıtı özellikleriyle metni bir ağ gibi sarar bu romanda.
"Gerçek dediğimiz şey, iyi oynanamayan oyunlardır"
Toplumun kıskacında yitirdiği benliğini arayan çağcıl bireydir Hikmet; Atay'ın "Tutunamayanlar" romanında da sözünü ettiği Kierkegaard'dan izler taşır. Onun varoluş sorunsalı yaşayan roman kişilerinin tümü, uyuşamadıkları toplumsal düzeni terk etme eğilimi gösterirler; iç dünyalarına kaçarlar; reel dünyanın dışında kurguladıkları soyut yaşam 'oyun'larında kendilerini bulmaya çalışırlar; yaşamı bilinçle oyunlaştırırlar. Birer 'homo ludens'tir onlar: "Oyunlar (...) gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır." (Tehlikeli Oyunlar, 151)
Özde, 'somuttan soyuta' doğru gerçekleştirilen 'iç dünya' yolculukları anlatır Atay bize metinlerinde. Türk edebiyatının ilk iç dünya yolculuklarıdır bunlar, James Joyce'un "Ulysses"inden izler taşırlar. "Tutunamayanlar"ın, başlangıçta "bir karı ve iki çocuğun sorumlu saymanı" (Tutunamayanlar, 505) konumundaki Turgut'u, "aynı türün örnekleri(nden dolayı) Kayamehmetturgutgiller"in (Tutanamayanlar, 297) dünyasından kaçmak ister. "İçinde herkesin küçük bir payı olan çirkinlikler(in) dünyasıdır burası. Mimarıyla, mühendisiyle, ressamıyla, yazarıyla bütün aydınların rahatsız olmadan bir köşesine tutunmak için uğraştıkları çirkinlikler(in yer aldığı bir) dünya." (Tutunamayanlar, 342)
Aydın ile eğitim görmemiş kesim arasındaki ayrımın büyüklüğü
Atay, toplumdaki somut ve soyut çirkinliklerin dışında bir dünyanın özlemini çeken farklı değerlerin insanını anlatır bize. Bir aydındır bu insan; yozluklar denizinin ortasında yarattığı odasında, 'yükselen değerler'e ayak uydurmaksızın yaşamaya çalışmaktadır zorlukla; dürüstlük, içtenlik, saflık, çıkargözetmezlik, sevgi ve kültürel değerlere saygı gibi 'arkaik' özellikler gösterir. İçinde yaşadığı sisteme yabancılaşmıştır. Üstelik Doğulu bir geçiş toplumunda yaşamaktadır Atay'ın aydını ve bu toplumun eğitim görmemiş kesimiyle arasındaki ayrım, Yakup Kadri'nin yıllar önce "Yaban" romanında yaptığı bir saptamayı doğrular görünümündedir; "bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan büyüktür".
İsa, bir peygamberden çok, bir 'tutunamayan' olarak boy gösterir
Shakespeare'in çevresindeki yapaylıklara / yozluklara dayanamayarak iç dünyasına kapanan melankolik prensi Hamlet'i, toplumla uyuşmazlık içindeki yabancılaşmış aydının simgesi olarak kullanır Atay romanlarında. Cervantes'in, düş dünyasında yeldeğirmenleriyle simgelenmiş bir değerler sistemine karşı çıkarak erdemlerini korumaya çalışan ünlü pikarosu Don Kişot ise saf kimliğiyle bir aydın arketipidir onun metinlerinde. Hıristiyanlığın önderi İsa da, çıkargözetmez tutumu ve düzene karşı gösterişsiz direnişiyle bir peygamberden çok, bir 'tutunamayan' olarak boy gösterir Atay'ın ilk iki romanında. Evrensel olan yerel olanla iç içe geçer bu romanlarda.
Tutunamayan, kokuşmuşluğun boy hedefi olan aydınlık insandır
Yozlaşmış bir düzende 'tutunamamak' ise 'olumlu' bir edimdir Atay'da; çıkar gruplarının -günümüz tanımıyla- 'çetesel' ilişkilerin dışında bir yaşam biçiminin göstergesidir. 'Tutunamayan'; kokuşmuşluğun boy hedefi olan aydınlık insandır; düşüncelerinden ötürü egemen güçlerin yerden yere vurduğu kişidir; gündelik yaşamda ise, "kitap okumakla manav tarafından aldatılmaya engel olama(manın)" (Tutunamayanlar, 334) çelişkisini yaşar; rant / prestij / güç çarkının dışında bir dünyanın adamıdır; somuttan çok soyut düzlemdedir.
"Tutunamayanlar" romanının iki tutunamayanından biri Turgut, "Yaşamak ölmek gibi değil," der. "Daha çok tehlike karşısında insan. Çoğunlukta değiliz. Ezilebiliriz. Biz" (Tutunamayanlar, 343). Aynı romanın diğer tutunamayanı Selim ise, "Beni kötü yetiştirdiler. Annem de, babam da bana gerekli eğitimi veremediler. Yaşamak için," (Tutunamayanlar, 561) diye yakınır. "Korkuyu Beklerken" öyküsünün ana kişisi ise, ona "yabancı olanlarla dolu, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında yalnız başı(n)a kal(dığını)" (Korkuyu Beklerken / 1988, 53) düşünmektedir. Atay'ın 'böyle' bir düzene tutunmaya karşı çıkan kişilerinin içinde en çarpıcısı ise, insanların arasında aykırı giysisi içinde tek sözcük söylemeksizin bir 'turist' gibi dolaşan 'Beyaz Mantolu Adam'dır; bir tutunamayan 'mit'idir o; Atay'ın deyişiyle bir 'disconnectus erectus'tur.
Abdülhamit'in karşısında, saçları dökülmüş, kamburlaşmış Mustafa Kemal
Atay'ın aydını, "Oyunlarla Yaşayanlar" başlıklı tiyatro metninin ana kişisi Coşkun da toplumla uyuşmazlığını siyasal düzlemde yaşar. Yetmişli yılların aydın avı, Coşkun'un tümcelerindeki 'korku'da yansır: "Biz aydınlar hep bu korkuyla mı yaşayacağız? Hep kapımız gecenin hangi saatinde çalınacak diye endişeyle bekleyecek miyiz?" (Oyunlarla Yaşayanlar / 1985, 90). "Tutunamayanlar"ın Turgut'unun tedirginliği ise, düşünde, bir sistem korkusu olarak ortaya çıkar. Söz konusu düşte son derece canlı ve güçlü görünen Abdülhamit karşısında "saçlarının hemen hepsi dökülmüş, sırtı kamburlaşmış" (Tutunamayanlar, 303) olarak beliren Mustafa Kemal, romanın yayımlanmasından 26 yıl sonra bugün toplumda yaşanılan karabasanın kurgusal düzlemdeki bir öngörümü gibidir.
Atay'ın evrim geçiren aydını
Atay'ın aydın imgesi onun "Bir Bilim Adamının Romanı" adlı 'biyografik roman' metninin ana kişisi Pofesör Mustafa İnan'ın kişiliğinde bir evrim geçirir. Yazarın aynı zamanda Teknik Üniversite'den hocası olan Mustafa İnan da farklı bir değerler dizgesinin insanıdır. Ancak, yazarın daha önceki aydınları gibi umutsuzluk içinde bir 'ada'ya çekilmez. Toplumda uyuşmazlığını; iç hesaplaşmasının sonuna gelmiş, kendisiyle barışık insanın bilgece yaklaşımı içinde yaşar: "Sen de çok safsın derlerse, ben de onlara derim ki (...) Size göre kusur sayılan bazı yanlarımızı korumak istiyoruz."(Bir Bilim Adamının Romanı / 1975, 269) Egemen ölçütlere yenik düşme yerine, düzende tutunmayı engelleyen 'saflık / içtenlik / dürüstlük' gibi özellikleri bir madalya gibi göğsünde taşıyarak ilerler Mustafa İnan yolunda.
"Bir Bilim Adamının Romanı"nın ana kişisi, Doğu ve Batı kültürlerinin kesiştiği bu coğrafyanın çoğu aydını gibi bir 'kültür kargaşası' yaşamaz. "Tehlikeli Oyunlar"ın Hikmet'inde olduğu gibi, "Doğudan alınan parçaları Batıya isyan (eden) (Tehlikeli Oyunlar, 336), karşıt değerlerin kıskacında sıkışmış kalmış biri değildir Mustafa İnan. Rudyard Kipling'i çok sever; Goethe'den şiirler ezberler; Batının büyük bestecilerini hayranlıkla dinler. Ama Divan edebiyatı ve klasik Türk müziğine de aynı duyarlılıkla yaklaşır. Atay'ın bu son aydını, onun daha önceki aydınlarının marjinal özelliklerini 'denge' ve 'hoşgörü' filtresinden geçirerek yumuşatır; toplumu karşısına almaz. O bir 'uyum' insanıdır.
Ölümün eşiğinde yaşadığı özgüven yitiminden izler
Mustafa İnan'da birey-toplum sentezini gerçekleştirir Atay. Ölümünden önce günlüğüne yazdığı son tümceler "Mustafa İnan" romanıyla ilgilidir. Yalnız bırakılmış avangard sanatçının, ölümün eşiğinde yaşadığı özgüven yitiminden izler taşıyan bu tümceler, onun çizdiği bu son aydın portresini yaratıcılığında bir dönüm noktası olarak gördüğünü belgeler:
"Belki bir iki kişinin dediği gibi ancak kendini ve aklına nasıl geliyorsa öyle yazan biriydim. Oysa Mustafa İnan'da başladığım bazı değişik şeyler vardı sanki (...) Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum." (Günlük, 3. 10. 1997)
13 Aralık 1977'de beynindeki tümör nedeniyle öldüğünde 43 yaşındadır Oğuz Atay. Önünde tamamlayamadığı üç ciltlik bir roman projesi vardır. "Türkiye'nin Ruhu" adını vermeyi tasarladığı bu dizide, Türk toplumunun kolektif bilinçaltını tarihsel bir evrim süreci içinde yansıtmayı, birey-devlet / birey-toplum ilişkilerini, bu metinlerde 'malzeme' olarak kullanmayı amaçlamaktadır.
Başarılı bir bilimadamı
Modernist edebiyatın en önemli kimi temsilcileri gibi bir teknik adamdır Oğuz Atay; inşaat mühendisidir; İstanbul Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde topoğrafya ve yol inşaatı dersleri veren; bir öğretim üyesidir.
Belki de, avangard edebiyatın ustalarından Robert Musil'in makine dalında eğitim görmesi ve kendi adıyla anılan bir renk çemberinin bulucusu olması bir rastlantı değildir. Ya da Elias Canetti'nin kimyacı olması, Hermann Broch'un matematikte yoğunlaşması, Max Frisch'in önemli konkurlar kazanan bir mimar, Umberto Eco'nun ise bir göstergebilim profesörü olması...  Başarılı bir bilim adamıdır Oğuz Atay. Bir meslektaşı onun bu yönünü şöyle vurgular: "(Atay) ülkemizde hikâyeleri ve romanlarıyla tanındı. Tıpkı büyük matematikçi ve astronom Hayyam'ın rubaileriyle tanındığı gibi oldu bu." (TRT Televizyonu, 13 Aralık 1978)
Modernist edebiyatın titiz bir kurgu mimarisi gerektiren yapısı, teknik bir ön eğitimden geçmiş yazarın yaratıcılığını çok daha yatkın sergileyebileceği özellikler içermektedir. Roman artık geleneksel eğilimde olduğu gibi, yazarın, tezini destekleyebileceği çarpıcı / sürükleyici konular bulması ve bu konuları etkileyici söz sanatlarıyla süslemesi anlamına gelmemektedir.
Yapı, biçim ve biçem sorunlarını sayfalar boyunca tartışır
Atay 25 Nisan 1970 - 3 Ekim 1977 tarihleri arasında tutmuş olduğu günlüğünde sayfalar boyunca yapı, biçim ve biçem sorunlarını tartışır kendisiyle. İnşaata başlamadan önce aylarca binasının tüm ayrıntılarını plana döken bir mimar gibi çalışır metinlerinin üstünde. İnsanın iç dünyasını, duyarlılıklarını, yaşamı algılayışını, özlemlerini, tutkularını, düş kırıklıklarını, bunalımlarını... dile getirmenin yollarını arar; 'soyut'u 'somutlaştırma'nın, -Fethi Naci'nin bu bağlamda çok kullandığı bir deyimle- onu 'ete kemiğe büründürmenin' titiz bir ön çalışmasıdır bu.
Kurgulama edimindeki ana ilkesini belirlemiştir Atay: "İki ihtimal var(dır) -ya konular yanyana dizilerek, bilinen klasik düzen içinde verilir, ya da çağrışımlar serbest bırakılarak organik ve ruhsal bir gelişim gerçekleştirilebilir. (O), ikinci yaklaşımı, gerçeği bu biçimde algıladığı (...) için kendi(n)e daha yakın buluyor(dur)." (Günlük, 1 Mayıs 1976). Özellikle "Tutunamayanlar" romanında uygular bu görüşünü Atay. Konusal bütünlük yerine Türk insanının kimliğini organik bir yapı içinde ele alır. Türk kültürü de, gelenekleri / tarihi / beğeni ölçütleri ve etik değerleriyle bu organik yapının bir parçasıdır.
Türk edebiyatındaki modernist anlayışın ilk bütüncül örneği
Kimi yerde metnine "İlmihal" ya da "Hadisat" adını verdiği bir bölüm katar, Osmanlıca'yı parodi düzleminde kullanır, arkaik bir dille öyküler. Kimi yerde, Kutbay Çalık'lar, Salgan Saçak'larla dolu, Orta Asya kokan bir başka parodi kesiti girer devreye. "Mini mini bir kuştum" tangosu "dejenere olmuştum" diye sürer metinde: İnsanların yığmaca kültürel değerlerle biçimlenmiş beğeni düzeylerindeki çarpıklık; ezbere dayalı, insana yabancı bir eğitim sistemi; din; cinsellik; Arapça dua edip kemiklerinin adı Latince olan (Tutunamayanlar 106) insanlardaki kültürel kargaşa türünden, Türk insanının anatomisini oluşturan ögelerle dokur metnini. Konunun önemli olmadığı bir dilsel karnavaldır bu; renkli, çarpıcı, eğlenceli, şakacı... Ama, sonunda palyaçonun öldüğü, yaşam gerçeğinin eleştirel bilincin süzgecinden geçirilerek tüm çıplaklığıyla sergilendiği buruk bir karnaval... "Tutunamayanlar", içerdiği montaj kalıpları ve tiyatro / şiir / deneme / gülmecenin iç içe girdiği 'atektonik' yapısıyla deneysel bir romandır; 'grotesk'i kullanır; gerçeği teke tek anlatmaz, onu 'yabanlaştırarak' yeniden 'biçimlendirir'. Atay'ın bu ilk romanı, Türk edebiyatında da bir ilktir; modernist edebiyat anlayışının ilk bütüncül örneğidir; 667 sayfalık bir 'biçim' arayışının ürünüdür.
Halka büyük doğrular adına yalan söylemekten kurtulamamak
"Romanın bir ömür tüketmek işi olduğunu kavra(mıştır)" (Günlük, 30 Ocak 1976) Atay; "köylünün sefaleti, işçinin direnmesi ya da küçük burjuva aydınının bunalımı(nı)" (a.g.y.) pazarlayarak bir yere varılamayacağını bilmektedir. Oysa kendisi de sol eğilimlidir Atay'ın. Ama bu onun, "diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan (bir) cüceler ordusundan" (a.g.y.) söz etmesini engellemez: Türk romanının en büyük sorunlarından biri "halka büyük doğrular adına yalan söylemekten kurtulamamaktır (...) kültürsüzlüktür, kötü romanları büyük sözlerle yutturacağını sanma yanılgısıdır." (a.g.y.)
Böyle bir yanılgı içinde sürekli kendini yineleyen bir romancı grubu ile bunlara destek olan edebiyat adamlarını şöyle eleştirir Atay: "Herkes kendinden o kadar memnundur ki, bütün endişesi esnaflığını nasıl sürdüreceğidir, dükkânda mallar eksik olmasın, reklam da iyi yapılsın yeter (...) Sahte  eleştirmenlerin koltuk değneklerine dayanarak yürüyenlerin, edebiyat reklam ajanslarının gürültüsüne kapılarak şartlananların dışında kalanların varlığına inanmak istediğim için yazıyorum bunları." (a.g.y.)
Bir şey yapmak, yazmakla eşdeğerlidir Atay'ın günlüğünde
Estetik anlayışı ve araştırıcı / deneysel üretimiyle, Türk edebiyatının o güne değin pek alışık olmadığı bir romancı tipi sergiler Atay. Tüm büyük romancılar gibi romancılığın bir yaşam biçimi olduğunu kavramıştır. 17 Ocak 1976 tarihli günlük sayfasında yakınır: "Hiçbir şey yapmadım bir yıldır. Sadece 'Oyun'u ikinci defa yazdım, o kadar." 'Bir  şey yapmak', 'yazmak'la, eşdeğerlidir Atay'ın günlüğünde; 'yaşamak' yazmak demektir. Gündüzleri araştırır; geceleri ise 'düşlerinde' sürdürür araştırmayı. 24 Aralık 1975 tarihli günlük notunda, yazmayı tasarladığı roman dizisiyle ilgili "bir ipucu gör(düğünü)" söyler düşünde. 
Bu ülkede herkese kafa tutuyor gibidir
Yaşamı, metinlerinin kurgusunu araştırmak ve estetize edebileceği malzemelerle ilgili bilgileri toplamakla geçer. Sürekli okur; Wittgenstein, Berne, Camus, Ahmet Hamdi, Halit Ziya, Freud (...) Toynbee" (a.g.y.)... Elias Canetti, Jacop Lind, Henry James, Joseph Conrad, John Barth, Paul Bailey, Henry Thoreau, Truman Capote, Oscar Lewis ve Belinsky'den söz eder; James Joyce'un "Finnegans Wake"inin önemini vurgular; Oswald Spengler'den yola çıkarak Avrupa uygarlığının 'matematiği' üzerinde düşünür (Günlük, 10 Mayıs 1976); Fanon'un 'lümpen proletaryası' üzerine fikir üretir; 'entropi'yi edebiyata taşır, "Kafka'nın dehşetinde bu entropiyi sezmesinin payı" (Günlük, 22 Haziran 1976) olduğunu bulgular. Dönemin, romancılarının çoğundan farklıdır. "Bu ülkede herkese kafa tutuyor" (Günlük, 5 eylül 1976) gibidir.
Tepkisizliğin çıldırtıcı sessizliğinde
Değer ölçütlerini kendi yaratan üst insanın / 'dahi'nin yalnızlığı içinde üretir Atay yıllar boyu; tepkisizliğin çıldırtıcı sessizliğinde yazdıklarına olan güvenini yitirir kimi kez; uzun süre kitaplarını basacak yayınevi bulamaz. Sıradışında yaratan, daha önce yapılmamış olanı yapan avangard sanatçının endişeleri, yalnızlığı ve umarsızlığı günlüğünde olanca çıplaklığıyla yer alır Atay'ın: "Neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevremde kimse yok? Belki de anlaşılacak önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım." (Günlük, 30 Ocak 1976)
Oysa o güne değin yapılmayanı yapmıştır Oğuz Atay Türk romanında. 'Toplumsal öge'nin edebiyatta ana amaç sanıldığı bir ortamda, toplumsallığın, yaratılan estetik bütününün hizmetinde bir 'malzeme' olarak nasıl kullanılabileceğini Türk okuruna göstermiştir.
Türk edebiyatında özgünlüğün bedeli büyüktür
Ne var ki, Türk edebiyatında özgünlüğün bedeli büyüktür. Çünkü özgünlük sanatsal boyutta, 'biçim' / 'yapı' / 'kurgu' olarak ortaya çıkar. Konusal düzlemdeki 'sürükleyici' gerilim ögesini içermeyen bu yapıtlar, yazara, yakın bir gelecekte medyatik ün sağlamazlar genelde. Ticari açıdan ise, satışı az olan kitaplardır bunlar. Başlangıçta yayınevlerinin kapıları Oğuz Atay örneğinde olduğu gibi, çoğunlukla bu kitaplara kapalıdır. Her şeyin maddesel ölçütlerle değerlendirildiği, para / ün / prestijin mihenk taşından geçirildiği bir ortamda 'gerçek' sanatçı, tüm bunları elinin tersi ile iterek, yalnızca sanatsal ilkelerin önderliğini de yaratan insandır; özellikle desteklenmesi gerekir.
Avangard yazarın, hangi nedenden ötürü olursa olsun önünün tıkanması, sanatın / edebiyatın önünün tıkanması demektir. Bu da, sanatın sürekli olarak kendini yinelemesine, bir kısır döngünün içine girmesine, 'yozlaşmasına' yol açar. 'Edebiyatı yönlendirmek' gibi son derece ciddi bir sorumluluk taşıyan eleştirmen ve yayıncıların, kendi edebiyat görüşlerine uymasa bile, yenilikçi yapıtları desteklemeleri, en azından onlara engel olmamaları gerekir.
Güçlü yayıncı ve edebiyat adamları, avangard yazarı umutsuzluğa itmemeli
Ölümünün üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra bugün, büyük yayınevleri tarafından basılan kitapları tüm kitapçıların en ön sıradaki raflarında yer alan ve kendisine 'hayran' bir okur kitlesi tarafından çevrili olan Oğuz Atay; 'sanatsal' öğeyi ana değer ölçütü olarak alan bir yazarın, getirdiği estetik, yerleşik olanla çatışsa bile, er ya da geç hakettiği yere geleceğini kanıtlar bize. Edebiyat tarihleri ölümlerinden sonra devleşen Franz Kafka'ların, Georg Büchner'lerin öyküleriyle doludur. Estetik seçimleriyle, ülke edebiyatının ana ölçülerini biçimlendiren kimi güçlü yayıncı ve edebiyat adamının, avangard yazarı, Atay gibi umutsuzluğa itmemeleri, sanıyorum Türk edebiyatına yapacakları en büyük hizmetlerden biri olacaktır.
"Yabancı kitapları kapışıyorlar, benden haberleri bile yok"
Son yılların en önemli 'öncü' romancılarından biri olduğunu düşündüğüm Hasan Ali Toptaş'ın, 'anlaşılmıyor' gerekçesiyle kitapları yayınevlerinden geri çevrildikçe, Oğuz Atay'ın günlüğündeki şu tümceleri çağrıştıran düşüncelerle dolduğuna inanıyorum: "Bazı insanlara sezgiler matematik kesinlikle söylenmedikçe, iletilmesi mümkün değildir." (Günlük, 30 Ocak 1976). Ya da, "Bu kültür korkusudur (...) bazı solcuların modern edebiyattan, modern sanattan korkmasıdır." (Günlük, 25 Mart 1974). Ya da, "Yabancı kitapları kapışıyorlar, benden haberleri bile yok." (Günlük, 30 Ocak 1976). Ya da "Demiryolu Hikâyecileri" öyküsünün sonunda dediği gibi, "Ben buradayım sevgili okurum, sen neredesin?"
* "Yirmi yıl önce yitirmiştik onu" başlığı ile yayınlandı.   
** Ara başlıkların büyük bölümü edebiyatsoylesileri.com tarafından eklenmiştir.
(Prof. Dr. Yıldız Ecevit / 19 Şubat 1998 / Cumhuriyet Kitap)
0 notes
mavihayaller · 7 years
Text
Tam iki senedir aynı otobüse beraber biniyorduk her gün. O Kağıthane'de iniyordu, ben Mecidiyeköy'de. Tam iki sene gidip konuşamamıştım. Konuşamamamın sebepleri çok fazlaydı; öncelikle çok güzeldi. Bensiz daha güzeldi sanki, hayatına girip onun çirkin hallerini keşfetmek vardı. Yazarın dediği gibi; ''Tabii ki her insanı sevebilirim, yeterince tanımazsam...'', ya da Sevmek Zamanı filmi gibi... O bir fotoğraftı sadece benim için. Ondan ziyade, onun uzayda kapladığı alanı sevmiştim belki de... Her gün otobüse bindiğinde aynı koltuğa oturuyordu. Ters koltuğa arka kapının dibine... Ben de tam karşısına oturuyordum, motorun oraya. Hiç göz göze gelmemiştik iki senedir. Aslında bir gün tam göz göze gelecektik, yaşlı bir teyze benden yer istedi. Geçen Salı saçlarını kestirip bindi otobüse. Hani şu pazartesiyi Andromeda'ya bağlayan salı.... Saçları artık ince kemikli omuzlarına dokunmuyordu. Belki de onu asla hak etmeyen bir adamdan ayrılmıştı. İyi de yapmıştı bence. Belki canı istemişti de kestirmişti. Bir Fransız filmi de izlemiş olabilir. Ya da gerçekten çok mutsuz. Yakışmıştı saçları, ama gözleri dünya ona hiç yakışmamış gibi bakıyordu boşluğa. Yola baktı yol boyu, normalde kitap okuması lazımdı. Bir gün de yaşlanmıştı sanki...
Eve vardığımda akşam hemen uydurma bir anket hazırlamaya başladım bilgisayarda. Belliydi artık ben gidip yüzüne bakarak onunla konuşamayacaktım, bir şekilde numarasını almam lazımdı. İnternetten bir Greenpeace logosu indirdim, caretta carettalara dair bir anket hazırladım. İçinde saçma sapan sorular vardı.  En üstte de kişisel bilgiler, mail, ad soyad, adres, öğrenim durumu ve tabii ki cep telefonu numarası...Hatta bir ara İnstagram hesabını da ekleyeyim dedim sonra vazgeçtim.
Öbür sabah yani salıyı Sirius'a bağlayan çarşamba sabahı sakallarımı jiletle kestim kafama bir tane şapka taktım, üstüne de keçeli kalemle Greenpeace yazdım. Bakkal Hakkı'nın kullanmadığı bir gözlük vardı onu istedim gözümü taktım, tanıma şansı yoktu beni. Bir önceki otobüse binip Kağıthane'de indim. Onun her gün indiği durakta indim. Durakta beklemeye başladım... Hava, kuş olsam uçmayı reddedeceğim kadar rüzgarlıydı. Anket yapacaktım ona ve numarasını alacaktım. Akşam da arayacaktım...
Otobüsten indi, saçlarının ucunu yeşile boyatmış. Karşısına dikildim ve konuşamadım. ''Buyrun'' dedi, konuşamadım... Anketi gösterdim, beni dilsiz zannetti. Ve muhteşem kavisli bir gülümsemeyle anketi doldurmaya başladı. Nezaketin bu kadar yakıştığı bir kadını, İskandinav ülkeleri dahil dünyanın hiçbir yerinde göremezsiniz. Gülümseyerek teşekkür etti, kafamı salladım ben de. İsmi Ahu'ydu... Başka bir ihtimal varmış gibi sanki? Tabii ki ismi Ahu'ydu.  Cep telefonunu da yazmıştı ve carettalar için gönüllü çalışıp-çalışmayacağına dair olan soruya da ''evet'' cevabını vermişti. Canım benim...
Akşam eve gittim, kendime güzel bir rakı koydum. Yavaş yavaş içerken, konuşacaklarımı düşündüm; carettalar güzel konuydu oradan girecektim kesin. Tan vaktinden bahsedebilirdim. Gün batımını da değinirdim. Kavaklar rüzgarda bir ses çıkarır ya, ona girerdim. Sonra iki senedir otobüste onu izlerken kurduğum Akdeniz'de beraber yaşayacağımız günlerin hayalinden bahsetsem on dakika da o sürerdi. Rakıyı vurdum, telefonu aldım elime;
- Ahu Hanım!
- Evet, buyrun...
- İyi akşamlar. Öncelikle ne olur beni konuşurken kesmeyin yoksa anlatacaklarımı bitiremem. Ben Evren... Bugün numaranızı cebren ve hile ile aldım sizden. Lütfen beni mazur görün, sizin karşınıza geçip konuşabilme cesaretini kendimde bulamadım. Sadece kendimde değil, dünyada, galakside, komşu galakside, hatta bilinmeyen evrende dahi bulamadım. Bu arada sadece cesaret değil, yeteneği de, yaradılış özelliği olarak da düşünün bunu, hiçbir şeyi bulamadım. Kızmayın bana nolur, size karşı doyumsuz bir hevesim var. Büyük şairlerin şiire karşı duyduğu bir heves gibi, Tesla'nın fizik ile, Maradona'nın futbol ile ilişkisi gibi düşünün. İki senedir aynı otobüse her gün biniyoruz. Geçtiğimiz yollara hiç bakamadım ben. Otobüste bakmam gereken, izlemem gereken daha uzun bir yolculuk vardı çünkü. Siz... Size sen diye hitap edemiyorum kusura bakmayın, aslında isterdim. Ama çok çoğul bir haliniz var. İçinizdeki küçük kuzuları, ufak kedi yavrularını, yufka yapan köy kadınlarını, birkaç sahil kasabasını, oradaki seyyar köftecileri, hepsini görebiliyorum. İçinizde yaşattığınız, ekmek verdiğiniz, yatak verdiğiniz bunca insan umarım size iyi geliyordur. Bana çok kötü gelmişti de... Size de kötü geliyordu bilmiyorum. Sahi saçınızı niye kestirdiniz? Ya da durun, iyi ki kestirdiniz. Omuzlarınız biraz hava almıştır, hava da ne şanslı meret bugünlerde. İnsan kıskanıyor... Ben Evren işte... Bugün size anket yapan şapkalı adam... Normalde gözlük takmıyorum bizim bakkaldan aldım. 13 senedir sakallarımı kesmedim siz tanımayın diye jilet vurdum. Carettalara olan ilginiz, size olan ilgimi ciddi seviyede yükselişe geçirdi. Günü borsa artı ile kapattı yani... Size anlatacağım o kadar çok şey var ki, iki senedir, ilk gördüğüm günden beri aslında aklımda tutuyorum. Her gün üstüne ekleye ekleye bugüne geldim...Saçlarınızı kestirdiğiniz gün sizinle konuşma ihtiyacı duydum, iyi ki kestirdiniz. Hadsiz bir biçimde belki size iyi gelirim diye düşündüm. Gelmesem de siz bana iyi gelirsiniz diye düşündüm. Poker mantığı kurdum; masadaki potu alamasam da, en azından elimdeki potu kaybetmedim. Teknoloji çağından hoşlandınız mı? Dünya siyaseti, Ortadoğu siyaseti, İngilizler Brexit yaptı, Kuzey Kore mahalleyi bastı, Amerika da onlara basacak gibi duruyor... Fenerbahçe'nin hali ne olacak? Guilano iyi topçu bence, sence de öyle değil mi? Ya da Kürk Mantolu Madonna'nın filmi çıkacakmış, Marion Cotillard oynayacak diyorlar... Marion kız da, sizin kadar olmasa da güzel kadın. Onun da saçları sizin gibi, işi gücü yerinde olan bir adamı gemiye çıkarır. İsminiz dışında size dair pek bir şey bilmiyorum... Ama çok tahmin yaptım; çocukken Ayvalık'ta yazlıkta babaanneniz ile büyüdünüz bence, gözünüzün taa içine vuran o güzel beyaz ruhu, güneşten yani yaz mevsiminden aldınız bence. Ya da babaanneniz çok güzel çilek reçeli yapıyordu. Rahmetli olmamıştır umarım.... Ahu Hanım? Orada mısınız?
Değildi. Şarjım bitmişti. Şarjım acaba nerede bitmişti? Acaba ne zamandır orada değildi? Bir rakı koydum kendime ve düşündüm; ya o ''buyrun'' dedikten sonra benim sarjım bittiyse? İkinci 'buyrun'dan değil, ilk 'buyrun'dan bahsediyorum...
200 notes · View notes
sercelerinsarkisi · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
70′li yıllardan sesleniyor bize Oğuz Atay: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin?”
Merhaba.. Bu haftanın kitabı Korkuyu Beklerken’di..  Kitap, kalbinde sekiz hikaye taşıyor.. En beğendiklerim; Beyaz Mantolu Adam ve Unutulan oldu..  Kıyaslama olmasın ama Tutunamayanlara göre daha rahat okunabiliyor.. İlk defa Oğuz Atay’la tanışacaklar için başlangıç kitabı olabilir.. 
Alıntılarla bitirelim:
“Beni anlamıyorlardı.. Zarar yok.. Zaten beni, daha kimler anlamadı…”
“Yalnız yaşayan insanların kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır..”
“İşler bir kere düzelince, kötü günler sanki hiç yaşanmamış gibi oluyordu.. “
“Ülkeme ve insanlarına kızmaya başladım. Kimsenin doğru dürüst okuduğu yoktu. Doğru dürüst hissetmesini bile beceremiyorlardı.. Bu yüzden insan, duyduğu şeyleri söyleyen insanların kültürüne güvenemiyordu..”
Her daim kitap ile @okuyorumla
63 notes · View notes
Note
Kitap önerisi yapar mısın?
Meşa Selimoviç - Derviş ve ÖlümHarper Lee - Bülbülü ÖldürmekSabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna / İçimizdeki Şeytan / Kuyucaklı YusufMustafa Kutlu - Mavi Kuş / Menekşeli Mektup / Uzun Hikâye / Vatan yahut İnternet / Sır / Huzursuz Bacakİskender Pala - Babilde Ölüm İstanbulda Aşk / Bir Dirhem İki ÇekirdekNazan Bekiroğlu - Nar AğacıHasan Ali Toptaş - Ölü Zaman GezginleriDostoyevski - Beyaz Geceler / Yeraltından NotlarAlbert Camus - YabancıYusuf Tosun - Hüzün PostasıNureddin Yıldız - Elbette AllahuekberTarık Tufan - Bir Adam Girdi Şehre KoşarakFranz Kafka - Dönüşüm / Milenaya MektuplarAhmed Arif - Leylim Leylim
*Cahit Zarifoğlu - Yaşamak / Bir Değirmendir Bu DünyaA. Ali Ural - Makyaj Yapan Ölüler / Güneşimin Önünden ÇekilTarık Buğra - OsmancıkTalha Uğurluel - Kudüs
Şu an aklıma gelen bir tek bunlar. Eklemek isteyen varsa, buyursun. Bir de alıntıların altına çoğunlukla kitapların adını da yazmaya çalışıyorum, onlara bakarak da kendine bir kitap beğenebilirsin. Selâmetle.
19 notes · View notes
yorgunherakles · 1 year
Quote
selim’in ölümü gene odayı kapladı. güneş tutulması gibi bir şey. kelimelerin dağıtamadığı bir ağırlık. ona anlatmalıyım, diye düşündü turgut. sonra bu zamanı konuşmadan geçirdiğim için pişman olacağım. buradan ayrılınca, her şey eski karanlığına gömülecek. bu anlayışı arayacağım boş yere. “büyük bir karanlık hissediyorum,” dedi. “tanıdığım selim’i göremiyorum bu karanlık içinde. benimle konuşmuyor. sorularıma cevap vermiyor. beni suçluyor. kendimi suçluyorum.” sustu.
oğuz atay  - tutunamayanlar
27 notes · View notes
ucanbisiklet · 7 years
Note
Kitap önerir misin ? :)
Hz.Zeyneb-Nurdan DamlaSebe Kraliçesi Belkis-Nurdan DamlaMüminlerin annesi Hz.Fâtıma-S.Suruç Büyük İslam İlmihali-Ö.Nasuhi Bilmen Hz.Hatice-Muhammed Emin YıldırımHelaller ve Haramlar-İmam GazaliRiyâzu’s Sâlihin-İmam NeveviUçurtma Avcısı-Khaled HosseiniVe dağlar yankılandı-Khaled HosseiniBin muhteşem güneş-Khaled HosseiniBüyük doğu çağına doğru-İhsan ŞenocakSabahattin Ali-İçimizdeki ŞeytanDua Terapisi-Esma SayınAile Saadeti-Muhammed Saki ErolOsmanlı'nın Şifreleri-Talha UğurluelMesnevi Terapiler-Nevzat TarhanSimyacı-Paulo CoelhoMartı-Richard BachKüller altında yakın tarih-Mustafa ArmağanSabahattin Ali-Kürk Mantolu MadonnaSabahattin Ali-Kuyucaklı Yusuf Salih Suruç-Kutlu Doğum Kutlu Peygamberİhsan Şenocak-İslam'ın Kızına, Hz.Aişe-Mustafa Necati Bursalı,Sabahattin Ali-Canım Aliye Ruhum Filiz,İhsan Şenocak-Alemi İslam,Ömer Faruk Dönmez-Hamza, Adem Özköse- Rotamız Alem-i İslam, Hasan El Benna-Müslüman KızlaraOsman Yüksel Serdengeçti-Bir nesli nasıl mahvettiler?Adem Özköse-Cennete otostopTalha Uğurluel-Tarih tıbbı konuşturduHilal Kaplan-Türkiye'nin ölmeyen babasıYavuz Bahadıroğlu-Kemalist YalanlarYavuz Bahadıroğlu-Din ve LaiklikSezai Karakoç-Diriliş Neslinin AmentüsüFatih Duman-Pir Fatih Duman-Sır Fatih Duman-AhFatih Duman-Ene Adam Fawer-OlasılıksızSait Köşk-HemdemCahit Zarifoğlu-Yedi Güzel AdamNuri Pakdil-Anneler ve KudüsTarık Tufan-Kraliçenin PireleriTarık Tufan-Kekeme çocuklar korosuAli Haydar Zuğurlu-Hz.BilalKüçük PrensJohn Waller-Mikrobun KeşfiSibel Eraslan-Babam için beyaz bir kuğuMehmed Paksu-İnsanı uçurumdan kurtaran sözler,Tolstoy-İnsan ne ile yaşar?Necip Fazıl-Son devrin din mazlumlarıÖmer Nasuhi Bilmen-İslam AkaidiA'mâk-ı Hayal-Filibeli Ahmet HilmiHalit Ertuğrul-Kendini arayan adamAiz el-Karni- Dünyanın en mutlu kadını, Salih Suruç-Siyer, Hace Yusuf Hemedani-Hayat nedir?, İhsan Şenocak-İslâm diyen kızlar, Mustafa Armağan-Küller altında yakın tarih, Nuriye Çeleğen-Neden örtünüyorum?,Yılmaz Cengiz-Bir Mücahid ve Mücahide, Nurdan Damla-Aşkın gül bahçesi, İhsan Şenocak-Bir mekteptir oruç, Mustafa Kutlu-Ya tahammül ya sefer,İmam Gazali-Kalp Risalesi, Fatih Duman-İkra, İhsan Şenocak-Kur'an Müslümanlığı, Rasim Özdenören-Müslümanca düşünme üzerine denemeler, Hutbelerle İslam-Ömer Öztop, Faruk Beşer-Namazı dosdoğru kılmak, Mustafa Armağan-Cumhuriyet efsaneleri, Necmettin Erbakan-Davam, İmam Gazali-Ey Oğul, Abdullah Yıldız-Yusuf’un üç gömleği, Serdar Tuncer-Delilim yok kalbimden başka, Mehmet Akif Ersoy- Tünel,  Abdullah Galib Bergusi- Yoldaki Mühendis 1,2 , İbrahim Tenekeci- Geldik sayılır, Ömer Faruk Dönmez- Bir yobazın günlüğü, Abdulfettah Ebu Gudde- Zamanın kıymeti, Said Halim Paşa- Buhranlarımız ve son eserleri, Hilal Kara- Hanım Sahabeler, Yusuf El-Karadavi- Her müslümanın ortak davası kudüs, Ömer Faruk Dönmez- Bir yobazın günlüğü, Ömer Faruk Dönmez- Bir kitap bir balta, İhsan Şenocak- Üstad’ın gençliğe hitabesine dair, İhsan Şenocak- İki devrin ulu hocası Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen- İki aşk çiçeği, Serdar Tuncer- Sermayem yok derdimden başka, Abdullah Galib Bergusi- Özgürlüğün fecri
591 notes · View notes
Text
Tumblr media
𝔹𝕦𝕥 𝕪𝕠𝕦'𝕣𝕖 𝕖𝕧𝕖𝕣𝕪𝕨𝕙𝕖𝕣𝕖, 𝕪𝕖𝕤 𝕪𝕠𝕦 𝕒𝕣𝕖
𝕀̇𝕟 𝕖𝕧𝕖𝕣𝕪 𝕞𝕖𝕝𝕠𝕕𝕪 𝕒𝕟𝕕 𝕚𝕟 𝕖𝕧𝕖𝕣𝕪 𝕝𝕚𝕥𝕥𝕝𝕖 𝕤𝕔𝕒𝕣...
Tumblr media
"Yapacağın bir şey kalmadıysa nerede duracağını bil. Bazı şeyleri zorlamak yerine o şeylerden vazgeçmeyi bilmelisin."
Guy Finley
14 notes · View notes
adem-yce-blog · 7 years
Photo
Tumblr media
Atay'ın tek öykü kitabı. Sekiz öyküsü bulunuyor. Romanlara göre üslup daha sade anlatım daha az bir karmaşa içeriyor. Kitabın ilk öyküsü Beyaz Mantolu Adam şöyle başlar : "Kalabalık bir topluluk icindeydi, Başarısızdı. Parası yoktu." Alt tabakadan bir insanın sessizliğini üçüncü ağızdan betimleyen ve şimdiye kadar okuduğum en iyi betimlemelerden biri... İnsan eylemlerinin duru bir betimlemesi, toplumun bireye oluşturduğu kalıplar ve bireylere yaptığı yargılamalar, ön yargılar... sessizliğin bile özgürlüğe çare olmadığını anlatacak bir kesit.. *20 .#oğuzatay #edebiyat 8/2 #kitap #book #bookstagram #edebiyat #kitaplık #kitapyorumu #booklove #booklover #books (Hatay Province)
0 notes
sosyalmedyablog · 7 years
Text
New Post has been published on Edebiyat Kulübü
New Post has been published on http://edebiyatkulup.com/tutunamayanlarin-unutulmaz-yazari-oguz-atayin-mechul-11-ozelligi/
Tutunamayanlar'ın Unutulmaz Yazarı Oğuz Atay'ın Meçhul 11 Özelliği
Bugün Oğuz Atay’ın doğum günü. Yaşasaydı şu lahza 82 yaşında olacaktı ve olur ya de inanılmaz kitaplarıyla kütüphanemizde daha pozitif yer edinecekti. Lakin yine de herkesin kütüphanesinde en az bir kitabı bulunan Oğuz Atay, günümüzün en sevilen yazarlarından. Keza güldüren keza de ağlatan, hüznün içindeki mizahı bize belirten yazar hakkında onlarca kitap yazıldı. Onlarcası da yazılacak… 
Biz de sizler için onun hakkında meçhul 11 özelliği derledik!
1. Babası 11 sene CHP’den milletvekilliği yaptı.
Babası Cemil Atay 11 sene milletvekilliği yapmış fakat kendine ait bir eve sahip olamamış bir hukukçudur. Annesi ilkokul öğretmenidir. Kendisinden ufak üstelik kız kardeşi vardır. Feminist yazan Ayşe Düzkan’ın dayısıdır.
2. Çocukluktan gençlik yıllarına değin karikatürle ilgilendi.
İçine kapanık bir çocuk ve fazla dürüsttür; “Kardeşini sevmeyen var mı?” sorusuna sınıfta kaldırılan tek parmak ona aittir. Sokakta gördüklerini karikatürize ederek ailesine anlattığı çocukluk yıllarından, karikatür çizdiği gençlik yıllarına uzanan ince mizah anlayışını kitaplarında da bakmak mümkün.
3. Dostoyevski ve Kafka en sevdiği yazarlardı.
Dostoyevski ve Kafka en sevdiği yazarlardı.Dostoyevski ve Kafka en sevdiği yazarlardı.
youtube
Kurmaca metinlerinde ikisine de bol bol gönderme yapar; Tutunamayanlar’dan ‘”Böyle basit ölçülerle değerlendirirler insanı. Dostoyevsky’yi de okumamışlardır, bilmezler.” der. Günlük’te okuduklarından, izlediklerinden, düşündüklerinden uzun uzun bahseder. Hatta çıkacağı TV programında konuşacaklarının provasını bile Günlük’te yapar.
4. Birincil romanı Tutunamayanlar’ı ilk okuyan Vüs’at O. Bener’di.
Bener’in tavsiyesiyle romandan bir bölüm çıkarmıştır. Çıkan bölümden Günlük’te “Burhan bölümü” diye bahseder lakin akıbeti agnostik. Ya değiştirerek Tehlikeli Oyunlar’da kullanmış veya henüz gün yüzüne çıkmamış Oğuz Atay el yazmalarının içindedir. Vüs’at O. Bener, otobiyografik parçalar içeren kitabı Bay Muannit Sahtegi’nin Notları’nda ad vermeden özlemle Oğuz Atay’dan ve kızı Özge’den bahseder.
5. Tutunamayan karakterleri sahiden kendi hayatından arkadaşlarıydı.
Tutunamayanlar romanını ithaf ettiklerinden biri Sevin, defalarca sevdiği kadın, diğeri Ural’dır. Ural intihar eden bir arkadaşıdır ve Oğuz Atay’la yapılan bir röportajda “Selim Işık kimdir?” sorusuna yazarın verdiği cevap “İntihar eden bir arkadaşım, Ural var (…) Şayet ben varım. Adlarını yazmanın sakıncalı olacağı birkaç arkadaşım var.” şeklinde olmuştur. Yazarın karakterlerine çoğu süre etrafındaki insanlar ilham vermiştir.
6. Orhan Pamuk gençlik yıllarında onun büyük bir hayranıydı.
Orhan Pamuk 1972’de Tutunamayanlar’ı çıkar çıkmaz alır ve daima okur. Çıktığı hafta okuduğu bu kitap hemen şimdi edebiyatçı almak isteyen ama Teknik Üniversite’de okuyan yirmi yaşındaki Orhan Pamuk’u derinden etkiler.
7. Kendi döneminde ödülsüz, okursuz, pervasız kaldı.
Oğuz Atay kitabı ilk çıktığında şimdiki popülerliğinden fazla uzaktı. Birincil kitabının yayımlanmasını sağlayan TRT Yarışması dışarıda hiçbir ödül almamış, hayattayken Kenter Tiyatrosu’na oynanması için götürdüğü “Oyunlarda Yaşayanlar” oyunu beğenilmemiş, fazla kalın olduğu için birincil baskısı iki deri yapılan Tutunamayanlar’ın ikinci cildi depoda yatmaya terk edilmiş, satışı başarısız olmuştur.
8. Kısa film yönetmenliği yaptı, filmi kayboldu.
“Beyaz Mantolu Adam” hikâyesini kısa film olarak çekmiş ama film kaybolmuş. Çetin Yalçın’ın arşivinden meydana çıkan fotoğraf filmin final sahnesinin çekildiği plajdan. Yılmaz Güney’in Dost filminin birincil üç dakikasının diyalogları da Oğuz Atay’a ait.
9. Kaybolan günlüğü Marmara Üniversitesi’nden bir öğrencide çıktı.
Günlük olarak yayımlanan defter ölümünden daha sonra kaybolur. Gürsel Göncü adında bir öğrencinin elinden Cevat Çapan’a teslim edilene dek tekrar tekrar el değiştirdiği ve birinci katta olan evinden çalındığı söylentileri yayılır. Cevat Çapan’a ulaşan defterden kesitler 1984’te Uyruk gazetesinde parça parça yayımlanır. Milliyet kültür sayfasında çalışan Enis Batur ve Ömer Madra günler sürecek bir Oğuz Atay dizisiyle tamamen unutulmuş bu yazarı hatırlatır.
10. “Sevinmeyin, daha ölmedim” son sözleri oldu.
Ölümün Mecidiyeköy’deki arkadaşı Altay Gündüz’ün evinde yakaladığı Oğuz Atay banyodadır ve uzun süre çıkmaz, bu durumdan endişe duyan konut halkı seslenir ve “Sevinmeyin, daha ölmedim.” cevabının muzipliğiyle gülmeye koyulurlar. Aradan bir süre daha geçer ve Oğuz Atay dışarı çıkmaz. Bunlar yazarın son sözleridir.
11. Mezarı, Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğinde 5. adada.
‘Ne vefat etmek nefessiz kalmaktır; ne de yaşamak nefes almaktır. Yaşamak; sevilmeyi hakeden birine yaşamını harcamaktır.” sözü gibi yüzlerce sözü söylememiştir, yazmamıştır. 
Asla bu değin aracısız olarak açıklama etmemiştir kendisini. Edememiştir. Kendisinden diğer kimse olmayı becerememiştir. O yüzden Tutunamayanlar dinini kurup kutsal kitabını yazmıştır. 
Herkesin tutunamamasının biricikliğinin farkındadır. Kimseye kendi tutunamamışlığını övmez. Fazla acı çekmiştir, fazla mutlu olmuştur. Aramızdan erkenden ayrılmıştır. Mezarı Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğinde 5. adadadır.
0 notes