Tumgik
#bilimsel sosyalizm
polemik · 11 months
Note
Her geçen gün umudun isteğim tükeniyor... Seneye üniversite sınavına girecek olan bir lise öğrencisiyim. 7-8 yaşından bu yana düzenin eleştirisini yapmaya çalıştım. İnsan kalabilme savaşını vermeye çalıştım. Başarısız oldum belki... Umudum kalmadı. Ne olacak, nasıl başaracağız? Çabuk pes ediyorum sanki. Bilmiyorum. Sıfırdan başlamak istiyorum, öğrendiğim her şeyi bir kenara koyup sıfırdan irdelemek. Toplumu anlamak tarihi tekrar (halen bilmediğim ve çok cahil olduğum aşikar) gözden geçirmek istiyorum. Umudumu yitirmek istemiyorum. Ne yapabilirim? Elimden ne gelir? Umut etmekten, hayal kurmaktan ve birileri kılını kıpırdatmıyorken tek başıma da kalsam pes etmemeye çalıştım. Elimden ne gelir? Bundan 3 4 yıl önce size tekrar yazmıştım. Buraya tekrar döndüm ve aklıma geldiğiniz için sormak istedim. Susmaktan yoruldum. Biraz da bunun verdiği fazlalıkla belki saçma ve çok konuştum. Bir faydam olsun istiyorum. İnsanlar değil yalnız tüm canlılar tüm bir dünya birilerinin dişleri arasında öğütülüyorken utanarak sıkılarak yaşamak istemiyorum. Ne yapabilirim?
Tekrar merhaba o vakit. Her geçen gün umudun ve isteğin tükeniyor oluşu çok normal, çünkü her şey her geçen gün kötüye doğru gidiyor. Hele ki böyle bir ülkede, belirsizlik içinde, aklın para etmediği bir dünyada soruların çalındığı, zengin çocuklarının her türlü olanaklara sahip olarak hazırlandığı, bazı kesimlerin ise hiç bir sınava ihtiyacı olmadan yaşadığı bu bolluk içindeki dünyada geleceğini kurmak için tek yolun 6 saatlik bir sınava endekslemekten başka hiçbir çaresi olmayan sen ve senin gibi milyonlar için umudu türetmek, istekli olmak imkansıza yakın. Ama bu imkansızlık verili koşulların değişmezliğini kabul edersek doğru. Koşulları değiştirebileceğimizi, hatta ülkemizi ve dünyayı değiştirebileceğimizi hiç unutmamak gerekir.
Bireysel olarak verilen savaşlar, ister insan kalabilmek için olsun, ister iyi bir gelecek için olsun biz komünistlerin ayağını basacağı zemini oluştursa da, salt bu eylem hiçbir zaman başarıya ulaşamaz. Tekil birey yorulur, pes eder, korkar; bu çok normal ve anlaşılır elbette. Ne hissettiklerin yeni ve sana özgü, ne de yalnız bu çağın sorunu (umutsuzluk, yenilgi, ne yapacağız, nasıl yapacağız gibi sorular ve hisler...).
Tarihi bugünü değiştirmek ve geleceği kurmak için yaslanacağımız tek kaynaktır; ama bugünü anlamak ve anlamanın doğal sonucu değiştirme iradesi olmaksızın okunan tarih bir kulaktan girer ve çıkar, en fazla hobi olabilir. Komünistlik sıradan emekçileri kitap kurduna dönüştürmektir biraz.
Tespitlerin çok doğru, çok gerçek. Bu sorular 100 yıl önce soruldu. Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Tarihte bireyin rolü nedir? gibi gibi ve bunlar başarıya ulaştılar, devrimin imkansız olmadığını insanlığın kendini ve doğayı, ve hayvanları öğütmeden yaşayabileceğini ispatladılar.
Bugün imkansız olan tek şey bireysel mücadeledir. Yaşadığımız tüm sorunlar toplumsal ve çözümü de asla bireysel olamaz. Örgütlenip buna meydan okursak tekrar başarabiliriz. İmkansız olmadığını biliyoruz. Düşüncemiz bir iyi niyete, kişisel tatmine de dayanmıyor: bilimsel sosyalizm teorisinden bahsediyoruz.
Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez diye boşuna dememiş yoldaşlarımız. Üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir gerçek sorun yok; çünkü senin bunları sorun olarak görüyor olman aslında çözümü olduğu için. Çözümü olmayan bir şeyi sorun olarak görmeyiz teorik olarak.
O zaman yapacağımız şey örgütlenmek. Bunu deli olduğum için sürekli tekrarlamıyorum, kendim de buna inandığım ve başka bir yolu bilimsel olarak bulamadığım için örgütlendim. Bizzat kendim ve geleceğim için örgütlüyüm. Başka bir çare ve yol yok, bilimsel olarak yok.
Sevgiyle.
4 notes · View notes
baybaykus · 1 year
Text
Tarihçi Sinan meydan ın yazısı;
II. Abdülhamit'in basın sansürü 1877'de Sıkıyönetim Nizamnamesi'yle başladı.1888 ve 1894'te yayınlanan talimatlarla sansürün dozu artırıldı. Gazeteler basılmadan önce Matbuat Dâhiliye Müdüriyeti'nde sansür kurulunca kontrol edilirdi. Gazetelerde sansür edilen yerler boş çıkardı
II. Abdülhamit döneminde basının uyması gereken belli başlı kurallar şunlardı:
📌Padişahın sıhhat ve afiyeti hakkında dualar edilecekti.
📌Ekonominin çok iyi durumda olduğu anlatılacaktı.
📌Uzun ve ayrıntılı bilimsel ve edebi makaleler yazılmayacaktı.
📌Memurların yolsuzluğundan bahsedilmeyecekti.
📌Yabancı ülkelerdeki suikast, gösteri gibi olaylardan söz edilmeyecektı.
Il.Abdülhamit basını kontrol etmek için gazetelere aylık ödenek bağlamıştı. Bu ödenek, gazete sahiplerinin saraya bağlılıklarına göre değişirdi. Saray hakkında övücü yazılar kaleme alanlar rütbe ve nişanlarla ödüllendirilirdi.
Ramazanlarda saraya giden gazetecilere önemlerine göre “diş kirası” verilirdi. Abdülhamit kontrol etmek istediği yabancı basına da hediyeler verir, ihsanlarda bulunurdu.
II. Abdülhamit'i rahatsız eden çok sayıda kelime gazetelerde yasaklanmıştı. Örneğin yıldız, cinnet, Kanuni Esasi, ihtilal, anarşi, anarşist, grev, dinamo, dinamit, bomba, hürriyet, müsavat, uhuvvet, vatan, millet, zulüm, sosyalizm, beynelmilel, Cumhuriyet, ayan, mebusan, kıta...
Tumblr media
1 note · View note
doriangray1789 · 2 years
Text
Matematikçiler, 930’larda, Nazizme, matematiksel düşünme metodu nedeniyle karşı çıkmadılar. Hitler’e muhalif ve Antifaşist oldukları için Almanya’yı terk ettiler. Faşist olanları da kötü matematikçiler değillerdi zaten. Yine faşizme karşı çıkışları da matematiğin zorlamasıyla olmadı. Çünkü matematik ne antifaşisttir ne de demokrasiye içkindir.Büyünün tahakkümünden kurtulmak hiç de kolay olmadı aslında! Bir savaş, yüz yıl sürer mi? Sürdü ama. Tebaası, kral ve kraliçelerinin kafalarını küfrederek keser mi? Kesti işte. Savaş meydanları dolusu ceset, siper çukurları dolusu kan pahasına! Büyünün ve ilahiyatın asasını parçalayıp ateşe atan Avrupa’nın yaptığı, gerçekte; Kapitalizmi kurabilmek için dinsel mekanizmanın yok edilmesiydi. Üretim ilişkileri; daha fazla üretim, daha büyük kapasite, daha yüksek kalite için teknolojinin gelişimini kışkırtırken bilimsel düşünce, günahkâr eski rejimin acımasız tiranını -İlahiyatı- yüzlerce yıl içerisinde adım adım geriletti ve nihayetinde işini bitirdi. Sonrasında, üç yüz yıldır dünyaya model teşkil eden Batı Medeniyeti, büyüye karşı deney; büyücüye karşı bilim insanı; sihirli küreye karşı deney tüpünü ikame ederek, karanlık metaforuyla tasvir ettiği İlahiyatı, ışık metaforuyla yücelttiği bilimin “aydınlığında” yakıp kül etti. İlginçtir, XIX. Yüzyıl’ının sonlarında kaleme alınan vampir efsanesinde gün ışığında gücünü yitirip tutuşan kötülüğün efendisi yani Karanlıklar Lordu Kont Drakula, Kilise ile özdeşleşirken, “karanlığın” Azrail’i Haç, bilimin ta kendisi oluyordu. Feodal iktidar blokunun nefesini kesebilmek için aydınlanma ideolojisinin destekçisi, belki de tanrısı olan Avrupa Burjuvazisi, başlangıçta bilimsel düşüncenin rahmini yani Sekülarizm’i, bir misyoner edasıyla dünyaya yaymak üzere yola çıkarken, zaman içinde, dinle yaptığı kavganın; başını işçi sınıfıyla fena halde belaya soktuğunu fark edip çark edecekti. Ama şişeden çıkan cinin kimseyi dinlediği yoktu. Gecikmiş milli burjuvazilerin,“şahsi” pazarlarını yaratırken dinin sınırlayıcı etkilerinden kurtulmak gibi bir derdi vardı her şeyden önce. Aynı süreçte mezar kazıcı sınıfın ideolojisi Sosyalizm, Burjuvazinin bıraktığı Sekülarizm bayrağını dünyanın dört bir yanında yükseltmeye devam edecekti.Emperyal Batı, kıta dışında her yerde, her tür dinsel karanlığa göz kırpıyor bugün. İslam Coğrafyasının tamamında cihadistleri destekleyen Voltaire’in çocuklarından söz ediyoruz. Sosyalizmi ezmek içinEngizisyona rahmet okutacak İslami Fundamentalizm’e destek vermekten çekinmediler. Nihayetinde oralarda kendi değerler sistemini ezmiş oldular. İlahiyatı tasfiye ederken bir tür ilahiyata dönüşmek Batı, 1789’un seküler ruhunu sadece kendi topraklarında baş tacı ediyor. Özgürlükten yana olanlar ise bu tacı kopyalayıp tüm halkların başına giydirmek derdinde. Sekülarizm’in temeli ise bilimsel düşünce! Peki, bilim nedir? Amaçsız ama nedensel birkâinat içinde, amacı değil ama nedeni anlamak için verilen uğraş ve kullanılan metodun adı.
Varlığı ve oluşu çözmek için kullanılan ampirik materyal ve süreçler ile sayısal örüntüler silsilesi ve bileşkesi. İkinci bağlamda matematik! Ama amaçsız matematik! Bilimin iki özelliğini not edelim: Amaç arayışı yoktur. Fiziğin ötesi, yani sosyal bilimlerin konusu dışındaki hayâl âlemi ilgi alanı değildir. Tanımı bir cümle içinde kolayca yapılıyor gibi görünse de bilimin neyi, nasılı ve konusu, bir kalemde anlatılıp üzerinde uzlaşılacak gibi değil. Aydınlanma Çağı’nda dinsel dogmatizme karşı “Eski Yunan’a yeniden uyanmak” olarak özetlenen ve temelini aklın yüceltilmesi (akıl?) metafizik ve akıldışılığın reddiyesi üzerine kuran bilimsel sıçrayış, eskiyi, tarihin arşivine gönderme iddiası güderken, belki de bilerek enfekte olduğu eskinin düşünce tarzını bünyesinde yeniçağa taşıyacaktı.
Üzerine konuşmaya devam edeceğiz
3 notes · View notes
pateralba · 5 months
Text
Tumblr media
YURTSEVER ENTERNASYONALİZM
Yurtseverliğin milliyetçiliğe kılıf olduğunu ve enternasyonalizmle çeliştiğini iddia ediyorlar, oysa enternasyonalist olmak yurt ölçeğindeki mücadelelerde kavgayı göğüslemeyi öngerektiriyor. Yani komünist olmak zaten hem yurtsever hem de enternasyonalist olmaktır. Bilimsel sosyalizm dediğinizde, komünizm dediğinizde enternasyonalizmi dıştalayamaz ve enternasyonalist olduğunuzda da her şeyden önce bulunduğunuz yurt ölçeğindeki mücadeleye omuz vermeniz gerektiğini gözardı edemezsiniz. Bu iki norm da bilimsel sosyalizm biraz olsun incelendiğinde kolaylıkla farkedilebilir normlardır. Burada kavram oyunu yok ama yine de ısrarla bize "yurtsever enternasyonalizm" tanımı yaptırılıyor. Yurtseverlik, bize sırf burası olduğu için ve sırf biz olduğumuz için değer vermiyor. Yurt olarak ortak politik iradeyle oluşan toplumsal birliğimize ve bu birliği eşitlik ve özgürlük temelinde kurma erdemine değer veriyor. Ama burada dikkat edilmesi gereken bir şey var. Yurtseverlik enternasyonal olmadığında yurtseverlik olmuyor ve bu yurtseverlik değil yerlicilik olduğunda kolaylıkla azınlık ya da göçmen düşmanlığına dönüştürülebiliyor. Oysa basitçe düşmanca ülkücülük değil de sağlam bir karakter temeli olarak yurtsever enternasyonalizm odağına sevgiyi alır. Yani başka bir yurda giderseniz, orada da yurtsever oluyorsunuz. İnsanın yaşadığı ülkeye olan sevgisi doğal olarak ülkenin geleceğine özel bir ilgi göstermesine sebep oluyor. Hatta kimileri kendi yararını düşünürken, kimileri de yurtseverliğin etkisiyle bulunduğu topraklar için canını bile feda edebiliyor. İşte erdem olarak sözünü ettiğimiz şey de tam olarak yurt genelinde bu toplumsal birliği kişisel çıkarların önünde tutmaktır. Burada yurt herhangi bir kelimenin mecaz anlamlısı değildir ve ne kadar yurttaş varsa hepsini ilgilendiriyor. Daha önce bir başka yazımızda söz ettiğimiz gibi milliyetçilik ise hayal ürünü bir aidiyet gerektiriyor. Yurtseverlik, sevgiye dayanan anti-emperyalist bir düşünce biçimiyken, milliyetçilik rekabete dayanıyor. Yurtsever, vatanının ekonomik kuruluşlarının özelleştirilmesine karşı ve olgulara emekçilerin çıkarları açısından yaklaştığından, milliyetler arasında bir eşitsizliği de kabul etmiyor. Yine milliyetçilik özelleştirmeci, baskıcı, yayılmacı, saldırgan ve yurda yabancıyken, yurtseverlik savunmacı ve özgürlükçüdür. Yurtseverlik yurttaşların hepsine yöneliyor ve bu yönüyle bütünleştiricidir. Oysa milliyetçilik üstünlükçüdür ve asimilasyon dediğimiz aynılaştırma çabası sonucunda insan ayırıyor, zor kullanarak bölücü görev üstleniyor. Yurseverlik ise birlikte yaşama koşullarındaki zorlukları aşmak için yurttaşların hangi etnik kökenden geldiklerine, uluslarına bakmadan görev alarak hareket ediyor. Yurtseverseniz emeğe verilen değer odaklı halk sevgisi taşımanızın yanında yurdun bağımsızlığının biricik yolunu da sosyalizmde buluyorsunuz ve anti-emperyalist, anti kapitalist, anti faşist olmanız kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda yurtseverlik yalnızca ezilen ulusla dayanışma içinde kalmıyor, aynı zamanda kitle bağlarını tüm yurttaşlar için güvenilir hale getiriyor. Yurtseverlik kimlik mücadelesi ve toprak sevgisi değildir, çünkü odağına ulusu değil sınıfı alıyor. Yurtsever değişim için mücadele ederken, milliyetçi değişime karşı direniyor.
En basit haliyle yurtseverlik bulunduğun yurt için mücadele etmek, geliştirdiğin ve ilerlemesi için çabaladığın yurdu sevmektir. Ve milliyetçilik açıkça içi boşaltılmış kof bir vatan sevgisi iken, savaş zamanlarında da emperyalizmin amaçları doğrultusunda kukla devletler yaratmak için gereklidir. Yurtseverlik ise enternasyonal olarak sömürü çarkına çomak sokmaktadır. Ayrıca enternasyonalizmden söz edelim de buraya kadar anlatmış olduğumuz yurtseverliğin onunla olan ilişkisi daha rahat anlaşılsın ve komünistleri milliyetçilikle yaftalayan sözde sosyalistler de karşılarında kim olduğunu ya da görmek istiyorlarsa yanlarında olmasını istediklerinin kim olduğunu daha doğru anlasınlar.
Bu konuda çok kullanılan ve yurtseverlikle enternasyonalizmin arasına set çekiyor gibi görünen bir alıntıyla başlayalım. Marx "İşçi sınıfının vatanı yoktur" der ve tüm dünya işçilerinin birliğine gönderme yapar. Peki Marx sadece bunu mu söyledi. Bir bakalım. Tamamını okuyalım: "İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. Proletarya, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini yurt çapında sınıf düzeyine getirmek, kendini yurttaş yapmak durumunda olduğu için, kendisi de yurt çapındadır hâlâ, ama asla burjuva anlamda değil." Anlaşılan Marx’ın ifade ettiği şey pek de ilk alıntılandığı kadar değilmiş.
Enternasyonalizm burjuva kozmopolitizmiyle karıştırıldığı için, sadece birilerini desteklemek sanıldığı için aslında ne olduğuna değinmemiz ayrıca bir önem taşıyor. Farklı ulusların küresel dayanışması proleter enternasyonalizmin önemli bir bileşeni olsa da proleter enternasyonalizm dayanışma sorununa indirgenemez. Küresel bir sınıf olan proletarya koordinasyon komiteleriyle yetinemez ve dünya partisine (komintern) ihtiyaç duyar. Ama ne zaman ihtiyaç duyar buna biraz sonra değineceğiz.
Enternasyonalizm, daha açık olarak proletarya enternasyonalizmi, proletryanın çıkarları için yurt çapında ve küresel politika geliştirmektir. Bu politikalarla yurtiçi ve yurtdışında halkla ve sınıfla kitle bağları kurulur. Bu bir ilkedir. Dünyanın hemen her yerinde işçiler sömürülmektedir. İşçi hangi ulustan olursa olsun üretim araçları yanında mülksüzdür. Ve sermaye sınır tanımayarak en kanlı savaşların ortasında el sıkışıp alışveriş yapabilir. Sınırlar işçileri bölmek ve sömürmek için vardır. Bu durumda enternasyonalizm dünya devrim sürecinin kilit noktalarını aşıp kavrarken üzerinde bulunulan yurtta gereğini yapabilme yeteneğidir. Yani "küresel toplum yaratacağız" derken yurtseverliği önemsemezlik yapılamaz. Komünist olmak, dolayısıyla enternasyonalist olmak, yurt çapında bir sınıf mücadelesini sahiplenmeyi gerekli kılıyor. Bilimsel sosyalizmin, komünizmin enternasyonalist özelliği yurt çapında bir sınıf mücadelesini öngörerek dayatır. Kendi savaşım alanımızda elde ettiğimiz her yeni cephe, küresel sınıf mücadelesine eklenir. Yani enternasyonalizm, yurt çapındaki sınıf mücadelesinin karşıtı olarak görülemez. İşçi sınıfının iktidarda olduğu ya da cephe açtığı her yerle dayanışmak, enternasyonalizmin ölçütü, komünist partilerin en üst enternasyonal görevidir.
Yurtseverliğimiz, bizde, burjuvazi ile işbirliği yapmaya neden olmuyor. Ayrıca dünya komünist hareketinin tüm unsurları, her yurttaki karar merkezleri, dünya devrimi sürecinde yeni bir kominterne ihtiyaç duyulduğunda, yani dünya devrimi kapitalizme darbeler vuracak kadar güçlendiği zamana kadar ortak sorumluluklarını özgür iradeleriyle yerine getireceklerdir.
1 note · View note
cinaraslan · 2 years
Text
14 Haziran1823 - Pyotr Lavrov, Rus sosyalist düşünür (ö. 1900)
DEVRİMCİ YOLDAŞIMIZ İYİ Kİ DOĞDUN ✊🏻 NARODNİZM TEORİSYENİ DEVRİMCİ HAREKET ÖNCÜSÜ LİDERİ.
Piyotr Lavroviç Lavrov (Rusça: Пётр Лаврович Лавров), (14 Haziran 1823 – 6 Şubat 1900) Narodnizm teorisyeni, filozof, politik-yazar ve sosyolog.
Lavrov’un düşüncesine göre, sosyalizm, Batı Avrupa tarihi gelişiminin sonal ürünü olacaktı. Ona göre; burjuvazi kendi yıkım tohumlarını içinde barındırıyordu. “Lavrov devrimci kariyerine; geleceğin, maddi koşullar tarafından zorunlu olarak, Batı Avrupa bilimsel sosyalizmine ait olduğunu varsayarak başladı.” Lavrov; Rusya’daki tarihi gelişimin, Batı Avrupa’dan önemli ölçüde farklı olduğunu düşünüyordu. Ama yine de, Rusya’nın daha büyük Avrupa sosyalist hareketine dahil olmasını umuyordu.
Lavrov Rusya’nın tarihi gelişimi üzerine yaptığı analizde; Rusya’nın farklı tarihi gelişiminin asıl özünü; olgunlaşmamış feodal yapısıyla ve bunun daha gelişkin sonuçlarıyla açıklamıştı. Rusya, Avrupa’nın olağan gelişiminden, 13. yüzyılda Moğol fetihleri dolayısıyla yalıtık kalmıştı. 1870'te, Lavrov, Batı Avrupa ile Rusya’yı; ekonomik, politik ve sosyal gelişim yönünden karşılaştıran bir çalışma yayımladı.
Tarihi araştırma ve analizlerine rağmen; hala Rusya’da sosyalist devrimin olanaklı olduğunu düşünüyordu. Aynı dönemden, Georgi Plehanov, sosyalist devrimin, ancak devrimci işçi partisinin inşasıyla başarılı olabileceğine inanıyordu. Yine Plehanov, Rusya’nın bekleyip, Batı Avrupa ile aynı tarihi gelişimi tecrübe etmesini savundu. Lavrov bu bakış açısını reddetti; Rusya’daki öznel koşullara rağmen, temel devrimci taktiklerle, burada sosyalizmin kurulabileceğine inandı.
Askeri akademiye katıldı ve, 1842 yılında subay olarak mezun oldu. Doğa bilimleri, tarih, mantık, felsefe ve psikoloji konularında bilgili ve yetkin bir kişiydi. Ayrıca yirmi yıl kadar matematik eğitmenliği de yaptı.
Lavrov, 1862 yılında devrimci harekete katıldı. Eylemleri; daha sonra oradan yurt dışına kaçacağı Ural Dağlarında sürgün olmasına sebep olmuştur. Fransa’da, Antropoloji Topluluğu’na üye oldu. Gençliğinde Avrupa’daki sosyalist fikirlerin etkisinde kaldı. Paris’teyken, kendini tamamen sosyalist devrimci harekete adamıştı. 1870’te, Birinci Enternasyonal’in Ternes seksiyonuna üye oldu. Paris Komünü’nün başlangıcında da bulundu; daha sonra uluslararası destek yaratabilmek umuduyla yurt dışına çıktı.
Lavrov, 1872’de Zürih’e vardı; Bakunin’in “Rus Kolonisi”nin düşmanı oldu. Lavrov; devrim fikrinden daha çok reforma meğilliydi; ya da reformun daha etkili bir yol olduğunu düşünüyordu. Lavrov; Peter Tkaçev ve onun gibi suikastçi devrimcilerin karşısında duruyordu. Hükûmet darbesi sonrasında, suikastçi sosyalist topluluğun kitle desteği olmadan bir işe yaramayacağını, söylüyordu. Halkı devrimden önce ve sonra eğitmek fikrini savundu. 1872’de, İleri! isimli bir dergi kurdu. İlk sayı, Ağustos 1873’te çıktı. Lavrov bu dergiyi, Rusya’nın farklı tarihi gelişimi üzerine yaptığı analizleri halka duyurmak için kullanıyordu.
Lavrov, 40 yıldan daha fazla üretken yazarlık yaptı. Hegel Felsefesi, ve Pratik Felsefe Problemleri Dersleri adında iki yapıtı vardır. Sürgündeyken, sosyalist bakış açısını değerlendirdi. Mirtov mahlasıyla, Tarihi Mektuplar’ı yazdı. Mektuplar, Rus devrimci hareketinde büyük etkiler yarattı.
1 note · View note
her--telden · 2 years
Text
Düşünce Özgürlüğü
Düşünce Özgürlüğü ve Üniversite özerkliği Düşünce özgürlüğü bilimin her alanını ilgilendirdiği gibi devlet yönetimi, hukuk ve siyaset gibi popüler ve güncel alanlarda da bir hayli bilinen, araştırılan ve merak edilen bir konudur. Ben bu makalemde demokrasi devlet yönetimi, siyasal veya hukuksal anlamdaki "düşünce özgürlüğü'nden daha çok bilimsel konularda, özellikle de "sosyal bilimler alanındaki düşünce özgürlüğü” konusundaki görüşlerimi dile getireceğim.
Tumblr media
Düşünce özgürlüğünün bilimsel bağlamdaki anlamının, siyasal ve hukuksal bağlamdaki anlamı birbirleriyle aynı veya ilintili gibi görünse de bir çok farklı yönleri vardır. Bu konuyu anlayabilmek için Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği dönemini mercek altına almamız lazım. Nazi Almanyası’nda her türlü bilimsel özgür düşünce serbestti ancak Nasyonal Sosyalizm dışında siyasal ve hukuksal bakış açısına sahip olamazdınız ve suç işlemiş olurdunuz. Yine buna benzer şekilde Sovyetler Birliği'nde özellikle de Stalin döneminde her türlü bilimsel düşünce ve araştırmalarda göreceli bir özgürlük vardı diyebiliriz. Ancak demokratik, siyasal ve hukuki açıdan "Komünist Parti'nin doktrinleri" doğrultusunda düşünmeniz gerekirdi. Komünist Partinin dışındaki düşünceleri birakın ifade etmeyi, düşünmek bile korkutucu sonuçlara yol açardı. Yani Sovyetler Birliği'nde, Nazi Almanyası'nda ve daha gelmiş geçmiş bir çok yönetimlerde "düşüncelerin suç olduğu" zamanlar olagelmiştir.
Tumblr media
Her insan bilgi, kavram ve teori geliştirerek, bunları akademik ortamda veya başka alanlarda ifade etmek ister. İnsanoğlu fikirlerini ve becerilerini geliştirerek zihinsel bir beceriye ustalığa sahip olmaya çalışır. Örneğin bir cerrah "çok becerikli ve ünlü bir cerrah" olmak ister. Yine başka bir örnek: Oto sanayisindeki bir motor ustası da "çok namlı bir motor ustası" olmak ister. Bu her insanın egosunda vardır. "Bu zihinsel ustalık arayışı" mutluluk verir ve farklılık yaratmak insanın özgüvenini pekiştirir. "Ustalık, bilgelik, üstatlık" özgür düşünce ile mümkündür. Sanayide usta olmaya çok yakın usta namzedi bir kalfayı ele alalım. Bu kalfa özgürce çalışamazsa, yaptığı her işe ustası karışırsa, kalfa gelişemez, ustalık kazanamaz ve mutsuzluk yaşar. Bu örneğimi bir çok alana uygularsak "Özgür düşüncenin olmadığı yerde gelişim yoktur ve insanlar mutsuzdur!" şeklinde bir önerme çıkarabiliriz. Üniversiteler niçin özerk olmalı? Sorusunun cevabı "özerklik mutlak gereklidir" cümlesinde ifadesini bulan kanıtlanmış bu gerçekliği açıklayacak yüzlerce gerekçeler sayılabilir...
Her insan bilgi, kavram ve teori geliştirerek, bunları akademik ortamda veya başka alanlarda ifade etmek ister. İnsanoğlu fikirlerini ve becerilerini geliştirerek zihinsel bir beceriye ustalığa sahip olmaya çalışır. Örneğin bir cerrah "çok becerikli ve ünlü bir cerrah" olmak ister. Yine başka bir örnek: Oto sanayisindeki bir motor ustası da "çok namlı bir motor ustası" olmak ister. Bu her insanın egosunda vardır. "Bu zihinsel ustalık arayışı" mutluluk verir ve farklılık yaratmak insanın özgüvenini pekiştirir. "Ustalık, bilgelik, üstatlık" özgür düşünce ile mümkündür. Sanayide usta olmaya çok yakın usta namzedi bir kalfayı ele alalım. Bu kalfa özgürce çalışamazsa, yaptığı her işe ustası karışırsa, kalfa gelişemez, ustalık kazanamaz ve mutsuzluk yaşar. Bu örneğimi bir çok alana uygularsak "Özgür düşüncenin olmadığı yerde gelişim yoktur ve insanlar mutsuzdur!" şeklinde bir önerme çıkarabiliriz. Üniversiteler niçin özerk olmalı? Sorusunun cevabı "özerklik mutlak gereklidir" cümlesinde ifadesini bulan kanıtlanmış bu gerçekliği açıklayacak yüzlerce gerekçeler sayılabilir...
Ancak bana göre üniversite özerkliği: "Demokrasi ve gelişme demektir." Üniversite özerkliği mücadelesinin ilk olarak Aristoteles zamanında başladığı söylense de, günümüzdeki akademik anlamda üniversitelerin özerk olma isteği "Bologna Üniversitesi” ile başlamıştır. Üniversitelerin bildiğimiz çağdaş yapıya benzeyen bir şekilde, 1080 yılında İtalya'da kurulan Bologna Üniversitesi tarihte bilinen ilk üniversitedir. Bu üniversite, zamanın din ve inançlarından, siyasi yönetimlerinden bağımsız ve özerk olarak bilimle uğraşmıştır. Orta çağın önemli bilim insanlarından “Kepler ve Erasmus”, Bologna Üniversitesinde yetişmişlerdir...
Türkiye'de 1980 öncesinde nispeten üniversitelerin özerkliğinden söz edilse de 12 Eylül darbesi ile bu son bulmuştur. Darbecilerin özerkliği sonlandırmalarındaki gerekçelerinde üniversitelerde yaşanan yoğun anarşi hareketleri gösterildi. Darbecilerin teşvikiyle kurulan YÖK'ün başına Ihsan Doğramacı getirildi. Doğramacı ile birlikte üniversitelerin sayıları artmaya başladı, bir çok yenilik ve gelişmeler oldu ve nicelik yönünden ilerlemeler oldu. Ancak bana göre YÖK’ün kurulması ile birlikte üniversitelerin niteliği 1980'lerin çok çok gerisine düştü. Bu gün Türkiye'deki üniversiteler, Avrupa üniversitelerinin bir çok yayınlarında yapısal anlamda ciddi olarak eleştirilmektedir.
Ayrıca üniversitelerimiz dünyadaki ilk 500 üniversite arasına dahi girememektedirler. Her şeye rağmen üniversitelerimiz başarısızdır diyemeyiz. Tip fakültelerinden yetişen doktorlarımız dünya çapında başarılara imza atmaktadırlar. Üniversitelerimizden mezun olan mühendisler dünyada ses getiren projeler üretebilmektedirler. Her ne kadar bu böyle olsa da "Becerikli doktor, mühendis, eczacı, veteriner, akademisyen ve kariyeri olan birçok meslekte uzman insan yetiştirmek" üniversitelerin birincil görevi değildir. Üniversitelerin birincil görevi bilimsel araştırma yapmak, bilinmeyeni keşfetmek, insanlık yararına buluşlar yapmak yani kısacası bilim üretmektir. Türkiye gibi gelişmekte olan bazı ülkelerde bu görüngü gözardı edilmekte ve üniversitelerin asıl amacının "mesleklerinde başarılı ve becerikli uzman insanlar yetiştirmek” olduğu yanılgısına düşülmektedir.
1 note · View note
yorgunherakles · 4 years
Quote
demokrasi cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline dönüşebilir.
aristoteles - atinalıların devleti
16 notes · View notes
olumsuzsozler · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Georges Politzer (1903-1942) Macar Kökenli Fransız Marksist Yazar ve Felsefeci "Kızıl Kafalı Filozof" olarak tanınır. Bugünkü Romanya'nın Nagyvárad (Oradea) kentinde doğmuştur.
Georges Politzer Sözleri: (1903-1942) Mülkiyet, hırsızlıktır. Georges Politzer Tarih, insanların eseridir. Georges Politzer Ölümün bağrında yaşam vardır. Georges Politzer Felsefe, yeniden bir risk içerecektir. Georges Politzer Hiçbir şey sabit değildir; her şey akar. Georges Politzer Bilgi, "dünyayı ve insanı bilme" demektir. Georges Politzer Sömürücü her sınıfın devlete ihtiyacı vardır. Georges Politzer Genç olan yaşlanır; bugün yaşayan yarın ölür. Georges Politzer Sömürücü sınıfların iktidar gücü yalana dayanır. Georges Politzer Materyalistler ise, dünya nesnel bir gerçektir derler. Georges Politzer Sarayda başka türlü düşünülür, kulübede başka türlü. Georges Politzer Marksist teori bir dogma değil, eylem için bir klavuzdur. Georges Politzer İnsan Hakları Yasası insanın elinden düşeli çok olmuştur. Georges Politzer Gerekiyorsa, büyük bir dürüstlükle kendi kendini yenile! Georges Politzer Dünyayı, olduğu gibi, gerçek yüzüyle görmek, materyalizmdir. Georges Politzer İnsanların kimisi çalışır, kimisi de bu çalışanların emeğini sömürür. Georges Politzer Bilim, fikirlerin boşluk içinde var olduklarını kavramamıza izin vermiyor? Georges Politzer Yöneticiler, bizim ölüm süremizi uzatmak için yaşam süremizi kısaltıyorlar. Georges Politzer Bilinç, safra gibi ya da bir hormon gibi bir şey değildir. Bir eylemdir, bir işlevdir. Georges Politzer Eğer koşullar insanı biçimlendiriyorsa,bu koşulları insanca biçimlendirmek gerekir. Georges Politzer Materyalist felsefe, işte buradan, yani fenomenleri bilime dayanarak açıklama isteğinden doğmuştur. Georges Politzer Entelektüel bağımsızlık, eleştirel zeka, tepkiye boyun eğmek değil, tersine boyun eğmemek demektir. Georges Politzer Gerçekten de felsefe yapmak, kahramanlık zamanlarında olduğu gibi yeniden tehlikeli bir mesleğe dönüşecek. Georges Politzer Karşıtlar çatışma halindedirler ve değişmeler bu çatışmalardan doğar; böylece değişme, çatışmanın çözümüdür. Georges Politzer Aklımızda tutmamız gereken esas şudur ki, biz, duygulara, düşüncelere, fikirlere, gördüğümüz ve duyduğumuz için sahibiz. Georges Politzer Bilim, yüzyıllar boyunca gelişme gösterdikçe, insanlar, evreni, bilimsel deneylerden yola çıkarak, maddi fenomenlerle açıklamaya girişmişlerdir. Georges Politzer Filozoflar yeniden gerçeğin dostları olacaklar, ama aynı zamanda tanrıların düşmanları, devletin düşmanları ve gençliğin yozlaştırıcıları olacaklar. Georges Politzer İlkel insanlar, önce saydam eş biçiminde ve sonra ruh biçiminde, insanın ölümünden sonra da yaşadığı ruhsal ilkeyi benimseyerek, tanrılar yarattılar. Georges Politzer Yoksullaştırılan yığınların emeğinin ürününü, yüzyıllar boyunca kendilerine mülk edinen kapitalistler, yığınları mülksüzleştirmişlerdir. Sosyalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir. George Politzer Demek ki, ilk insanların bilgisizliği, onların araştırmalarına bir engeldi.Bunun içindir ki tarih boyunca, bu bilgisizlik nedeniyle, dünyayı olağanüstü güçlerle açıklamak isteyen dinlerin ortaya çıktığını görüyoruz. George Politzer Bilgisizlik, ilk insanların araştırmalarını engelleyen bir şey olmuştur. Böylece, bu bilgisizlikten dolayı, tarih boyunca bir takım dinlerin ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Ortaya çıkmış olan bu dinler de evreni açıklamayı istemişlerdir. Ne var ki, bu açıklamalar, doğaüstü güçlerle yapılmak istendiğinden bilimsel olmayan açıklamalardır. Georges Politzer
https://i.ibb.co/BfLjFX4/Georges-Politzer-S-zleri-1903-1942.gif
youtube
2 notes · View notes
serdoezdin · 3 years
Text
Halkım için en iyi yolun bilimsel sosyalizmden geçtiğine inanıyorum. Ama yine de sosyalistim diyemem. Sosyalizm çırağıyım sadece, öğrenmeye devam edeceğim ama safım belli. Sosyalizm çırağı bir sinemacıyım.
Yılmaz Güney
Gönüllerdesin Çirkin Kral
Tumblr media
6 notes · View notes
serhatnigiz · 2 years
Text
Komünizmin Evrensel İlkeleri ile Geçici-Dönemsel İlkelerinin Çelişkileri Üzerine Değinmeler
Tumblr media
Komünizm kavramı tarih sahnesine çıktı çıkalı anlamı itibariyle sınıfsız, sömürüsüz ve baskısız bir dünya/toplum tezine dayanıyordu. Paris Komünü isyanı ile birlikte önce Blanqui, sonra Marx ve Engels olası bir komünizm yolunun proletarya üzerinden gerçekleştirilebileceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. O zamana kadar Marksizm’in böyle bir yol önerisi yoktu. Marx ve Engels için bu önerinin önemi emeğin en ileri biçimine dayanıyor olması idi. Başka bir deyişle, onlar komünizme, yani sınıfsız, sömürüsüz ve baskısız bir dünyaya sınıflı toplumların sınıf ve emek çelişkilerinin en ileri çelişki ucu ile birlikte, emek türünün en ileri biçimine dayanarak gitme, sınıfsız topluma bir sınıfın öncülüğünde gitme fikrini benimsemişlerdi. Her ne kadar kendileri sınıfsız toplumu arzulasalar da, sınıflı bir dünyada yaşıyor olmalarından ötürü sınıfsız topluma sınıflar mücadelesi ile gitme fikri onlardan önceki Fransız ütopizminden ve anarşizmden Marx ve Engels’in Marksizm’i ayrıştırarak kendi komünizm teorilerini geliştirmelerine neden olmuştur. Dolayısıyla Blanqui’nin öncül proletarya diktatörlüğü tezinin Marksizm ve hatta Leninizm üzerinde yapmış olduğu kayda değer etki de göz ardı edilmemelidir.
Sorun şu ki; sınıfsız bir topluma sınıflı bir toplumda yaşayarak gitme perspektifi hangi açıdan bakılacak olursa olsun çözümü kolay olmayan bir sorunsaldı. Keza sınıfsız bir toplumun oluşması için gerekli ön koşul emek araçlarının icatçı ve kullanıcı konumlanışlarının arasındaki bölümlenmelerin son bulması hali olmasından dolayı, sınıfsız toplumun oluşabilmesi için gereken emek türünün de tarih sahnesine çıkması gerekliydi. Lakin Marx ve Engels dönemindeki dünya global mekanik-tarım emeğinin hakim olduğu bir dünya iken, nicel anlamda sanayi emeğinin var olduğu bir dünyada onların komünizm tahayyülü komünizmin evrensel ilkesi olarak sınıfsız toplumu temel almış olsa da, o gün ki dünyanın emek türünün en ileri biçimini geçici-dönemsel bir ilke olarak temel almak zorunda kalmışlardı. Sanıldığının aksine Marx ve Engels proletarya diktatörlüğü tezini komünizm idealini proletaryanizme mahkum etmek için değil, komünizme ulaşmanın geçici-dönemsel bir aracı olarak da ortaya atmışlardı. Onlar bu tezle hem Fransız ütopizminden hem de anarşizmden ayrışmışlar ve diğer yandan komünizm tahayyülünü yenileyerek o dönemin şartlarına göre geliştirmişlerdir.
Komünist kuşaklar üzerinde büyük etkisi olmuş olan Gotha Programının Eleştirisi’nde Marx kapitalist sistemden komünist sisteme geçiş süreci üzerine şu öngörü de bulunuyordu: “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birbirinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”. Emekolojik açıdan kesin bir yargı ortaya koymak gerekirse; Marx’ın (ve dolayısıyla Engels’in) proletaryanizm üzerinden komünizme gidiş yolu öngörüsü altı yeterince doldurulamamış bir öngörü olmanın ötesine geçemiştir. Dolayısıyla bu öngörünün tarihsel, toplumsal ve teorik temellerini bilimsel komünist bir pencereden incelemek zaruridir.
Öncelikli olarak şunu belirtmek gerekir ki; Marx ve Engels döneminde komünizm, sosyalizm, sosyal demokrasi vs. gibi kavramlar birbirine paralel ve eş anlamlı olarak kullanılan kavramlardır. Bu durum kabaca söylemek gerekirse Bolşevizm’in/Leninizm’in ve dahası 3. Enternasyonal’in ortaya çıkışına kadar da bu şekilde devam etmiştir. Dolayısıyla Marx ve Engels bu kavramları eş zamanlı ve paralel bir şekilde kullanmış olsa da, genel anlamda kapitalizmden sonraki topluma “komünizm” adını vermeyi daha uygun bulmuşlardır. Kaldı ki Marx ve Engels öncesi devrimci kuşaklar açısından da kapitalizmden sonraki topluma komünizm adının verilmesi haliyle “komünalist” bir geleneğinde izlerini taşımaktadır. Benzer bir şekilde; Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldığı “Komünist Manifesto”nun başlığının da komünist olması bu bakış açısının (kendilerini diğer devrimci akımlardan kavramsal olarak farklılaştırmanın) tarihsel sürekliliğine de işaret etmektedir.
Öte yandan, Marx ve Engels kendi komünizmlerini diğer ütopik komünizmlerden ve özellikle de Fransız ütopizminden düşünsel açıdan farklılaştırmak ve ayırmak için komünizm kavramına daha çok odaklanmışlardır. Dolayısıyla onların tahayyülündeki komünizm yolu “alt evre komünizmi” ve “üst evre komünizmi” olmak üzere 2 aşamalı bir teorik yol izlemiştir. Bunu da Gotha programı'nda görülebileceği gibi; alt evrede “herkese emeğine göre”, üst evrede ise “herkese yeteneğine göre” şeklinde formüle etmişlerdir. (1). Lakin Marx ve Engels’in eserlerine dikkatli bir şekilde bakıldığı zaman her ikisinin de komünist toplumun tasviri hakkında sanılanın aksine çokta fazla bir şey söylemedikleri görülebilir. Kuşkusuz bu durum onlar açısından gayet bilinçli bir tercihti. Keza yine pek çok insanın gözden kaçırdığı bir gerçek olarak “sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya” tasviri; Marx ve Engels’e gelene kadar Fransız ütopizminin de, anarşizmin de, ortak (mirası) tasviriydi ve günümüzde de bu durum (kısmi farklılıklar dışında) ana hatlarıyla pekte değişmiş değildir. İşin ilginç tarafı ise; tüm bu tasvirlerin yapıldığı dünyada büyük oranda global feodalizmin hüküm sürüyor olması ve dahası bu feodal dünyada kapitalizmin, burjuvazinin ve proletaryanın bile hala küçücük bir adacığa tekabül ediyor olması idi. Dolayısıyla feodalizmin baskın olduğu bir dünyada kapitalizmin, burjuvazinin ve proletaryanın gerçek manada ne olduğu bilen insan sayısının az olması hiçte şaşırtıcı bir olgu değildi.
Diğer taraftan; Fransız ütopizminden ve hatta bunun üstüne Marx’ın proletaryan ütopizminden bu yana “herkesin emeğine göre”, “herkesin yeteneğine göre” şeklinde formlaştırılmış iki evreli komünizm tahayyülü, günümüzde teknik emeğin/protekyanın ortaya çıkması ile birlikte geçerliliğini tümden yitirmiştir. Keza “herkesin emeğine göre” olan bu ilke genel bir komünizm ilkesi değil, sınıflı toplumlarda görülen emek bölümlenmelerine dair olan bir ilkedir. Dahası; “herkesin yeteneğine göre” olan ilke ise, kabul görmüş tüm komünizan tahayyüllerin genel ilkesidir. Öte yandan, “herkesin emeğine göre” olan ilkede icatçı-emeğin icatçı-emeğe göre ilkesi sınıflı toplumların temel ilkesidir. Kaldı ki; “herkesin emeğine göre” ilkesi sınıfsal bir yorumlama getiriyorken, “herkesin yeteneğine göre” olan ilkesi ise sınıfsız bir yorumlama şekli olarak ele alınmıştır. Kısacası; emek türlerinin birleşik diyalektiğine göre bu iki ilke, içerik ve biçim açısından muğlak ve neyi tanımladığı belli belirsiz olan bir ilke durumuna düşmüştür. İster Fransız ütopizmi, ister anarşizm, ister proletaryan-Marksizm olsun, tüm ütopist komünalizmin temel ilkeleri olan bu ilkeler, ütopik komünalist tahayyülünde temeli olma özelliğine sahiptir. Özet olarak söylemek gerekir ise; emek türü ve yetenek/hüner/beceri vs. türü belli olmadan yapılan komünizm tahayyüllerinin tümü boşa kürek çekmekten başka da bir şey değildir!
Her şeye karşın Marx ve Engels’i hem kendilerinden önceki hem de kendi çağdaşı olan devrimcilerden yöntemsel olarak ileriye taşıyan önemli bir nokta vardır ki; o da nicel olarak zayıfta olsa, geleceği sarıp sarmalayacak olan emeğin o dönem için en ileri biçimine/sınıfına dayalı olası bir komünizm yolunu proletarya üzerinden görme biçimleridir. Başka bir deyişle, onlar kendi dönemleri açısından nitel tarım emeği karşısında nicel olarak zayıfta olsa, nicel konumlanış içinde olan sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı emek güçlerini oluşturan proletaryaya (sanayi emekçilerine) dayalı bir komünizm yolunu temel almışlardır. Keza onların emeğin tarihsel ve ansal kesiti tarafından belirlenmiş olan verili koşulları proletaryan bir komünizmi de bu evrede zorunlu kılıyordu. Kaldı ki; komünist bir toplum hedefi olan Marx ve Engels komünizme geçiş teorilerini burjuvaziye dayandıramayacaklarına göre, elbette ki zayıf ve çekinik bir konumlanış içinde de olsa, komünizme giden yolun proletaryadan geçtiğini düşünmeleri de onların genel teorik çerçevesi ile uyumlu bir durum oluşturmaktaydı. Kısacası; geçici-dönemsel bir durum olarak Marx ve Engels’in kendi komünist teorilerini proletaryaya dayandırması, emek türü tarafından belirlenmekte olan verili toplumsal formasyonun ortaya çıkardığı sınıf konumlanışların tabiatına da uygun bir seyir izlemişti.
Aynı emekolojistlerin protekya sınıfı tespitinde yapmış olduğu gibi; Marx’ta, Engels’te, o dönemin koşullarında (sosyalizmin alt yapısının, teknik emeğin ve protekyanın tarih sahnesine çıkmadığı koşulllarda) emeğin en ileri biçimi/sınıfı ile komünizme varmanın yollarını aramışlardı. Başka bir deyişle, kimi proletaryalistlerin hiçbir şekilde aklının ucuna dahi gelmeyecek bir şekilde söylemek gerekirse; hakiki manada Marksist olmak demek, emeğin en ileri biçimine/sınıfına komünizm yolunu ön görmekle eş değerdir. Dolayısıyla; günümüz dünyasında emeğin en ileri biçimini temsil eden teknik emeğin ve en ileri sınıf biçimi olarak protekyanın içinde yer almadığı bir komünizm yolunun var olması da mümkün değildir. Bu açıdan proletaryanist ardıl-izmin aksine, gerçek manada Marksist bilimsel metodu hem taktiksel hem de stratejik manada devam ettirenler emekolojistlerden başkası da değildir.
Öte yandan, Marx ve Engels sıkça tartışılan bir teori olarak proletarya diktatörlüğü tezini ağırlıklı olarak Paris Komünü deneyimi üzerinden geliştirmişledir. Dahası proletarya diktatörlüğü tezinin asıl “fikir babası” Blanqui olsa da, bu tezin geliştirilip güçlendirilmesi de Marx ve Engels sayesinde olmuştur. Her ne kadar onlar proletarya diktatörlüğü tezi üzerinden bir komünizm yolu öngörseler de, Marksizmi proletaryanizme eşitlemek ne o dönem için ne de bu dönem için doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Kaldı ki; madalyonun diğer yüzünden bakıldığında, Marksizm proletaryanizmle de sınırlı değildi, yani Marksizm sınıf fetişizmi anlamında proletaryanist de değildi. Elbette ki madalyonun diğer yüzü proletaryanizme tekabül etse de, bu durum onlar için komünizmin geçici-dönemsel bir ilkesi idi.
Tam da bu sebeplerden dolayıdır ki; Marksizmin “proletaryanizmi savunması” komünizmin geçici-dönemsel bir ilkesi olma özelliğine sahipti. Hal böyle olunca; günümüz komünizminin “komünizme geçiş” noktasındaki evrensel ilkesi emeğin en ileri biçimini temsil eden protekya sınıfının savunulmasından geçmektedir. Bu durumda günümüz proletaryanizminin teo-marksistler tarafından bir din gibi savunulması Marx ve Engels dönemindeki Fransız ütopistlerinin durumuna düşmekle aynı değerdedir. Başka bir deyişle, bu haliyle günümüz proletaryanizmi dünün Fransız ütopizminin yerini alıp doldurmaya yetmiştir. Bu durum neticesinde bilimsel komünizmin hem teorik hem de pratik plandaki gelişimini engelleyen bürokratik-proletaryalist bir kastlaşma da vuku bulduğu gibi, bu donma halinin dünya çapındaki çeşitli parti, örgüt ve çevreler arasında her türden değişime kapalı bir temsiliyetist-proletaryalist-memur tabakasını da yaratmış olduğunu söylemek hiçte abartılı bir tespit olmayacaktır.
Emekolojik yol ve yöntem sorunu açısından ele alınacak olursa; kapitalizmden komünizme doğrudan bir geçişin mümkün olmadığı görülebilir. Dolayısıyla; kapitalist toplum (sanayi emeği yapısı) ile komünist toplum (bilim emeği yapısı) arasında başka bir toplum biçimi, yani sosyalizm (teknik emeğin yapısı) var olmak zorundadır. Marx ve Engels döneminde yapılmış olan komünizm tahayyülleri bugün ki koşullarda aynı komünizm tahayyülleri olarak kalmak zorunda değildir. Şayet asıl mesele komünizme olan inanç olsaydı, isteyen istediğine inanmaya devam edebilirdi! Lakin gerçekler/emek biçimleri her daim inatçıdır. Kaldı ki teknik emeğin ve protekyanın her geçen gün kendisini daha da çok dayatması emeğin tarihsel ve toplumsal yasalarının, daha doğrusu emek türlerinin birleşik diyalektiğinin kaçınılmaz bir sonucudur. Nasıl ki her emek türünün kendine has bir karakteri varsa, teknik emek türüne dayanan protekyan devrimciliğinde kendine has bir karakterinin ve dünya görüşünün ortaya çıkması da bir başka kaçınılmaz sonuç olma özelliğine sahiptir. Dolayısıyla var olan ilerici güçlerin bu noktada tahkim edilmesi ve organize edilmesi de hem taktiksel hem de stratejik planda bilimsel komünistlerin asıl vazifesi olmaya devam etmektedir.
Nasıl ki başta proletaryan ütopizmi olmak üzere tüm komünalist ütopist akımlar kapitalizmden komünizme geçişi doğrudan bir toplumsal geçiş olarak algılamış olsalar bile, emekoloji kapitalizmden komünizme doğrudan geçişin olmayacağını, kapitalizm ve komünizm arasında başka bir geçiş biçimi olacağını, emek türlerinin gelişim seyrine göre ileri sürüp iddia etmektedir. Marx ve Engels dair ütopistler komünizmi iki evreli bir komünizm türü olarak tahayyül etmiş olsalar bile, bu iki evreli komünizm türünün her iki evresinin bir toplum biçimine denk gelebileceğini her ne kadar tahayyül etmeseler de, komünizmi iki evreli tahayyül etmiş olmaları bile emek türlerinin birleşik seyrine uygun düşmektedir. Dolayısıyla; ne o dönemde ne de bu dönemde sanayi emeğinin üzerine doğrudan bilim emeğinin gelişmesi mümkün değil idi. Bilim emeğinin oluşabilmesi için teknik emeğin kendisini bir toplum türü ve tarihsel bir sistem olarak ortaya koyması gerekmektedir. Nasıl ki ilkel toplumun toplayıcılığının üzerine feodal tarım emeği gelemiyorsa, av emeği üzerine kurulu köleci sistemin üzerine sanayi emeği gelemez ise, benzer bir şekilde sanayi emeği üzerine de bilim emeği gelişemez. Bilim emeği ancak teknik emeğin kendisini bir toplum biçiminde örgütlediği sosyalist bir toplumsal formasyonun üzerine gelişebilir. Her ne kadar eski komünalist düşünce “herkesin emeğine göre” ve “herkesin yeteneğine göre” bir komünist anlatı inşa etmiş olsa da, bu anlatı yine de emek türlerinin biri biri üzerine geçen sıralı diyalektiğine kısmen uygun düşmekteydi. Sadece eski ütopistler ile emekolojistler arasındaki fark; komünizmi iki aşamalı değil, kapitalizmden sonra sosyalizm üzerine kurulan bir toplum biçimi olarak komünist toplumu tahayyül etmeleridir. Kısaca; onlar iki aşama derken, emekoloji ise birbirinden ayrı iki toplum modeli ileri sürmektedir. Keza her emek türü zorunlu olarak bir toplum biçimine tekabül etmektedir. Baskın bir emek türü üzerinde yükselmeyen bir toplum biçimi bugüne kadar hiç görülmemiştir.
Sonuç olarak; protekyan devrimcilik hem teorik hem de pratik açıdan kimsenin denemediği kimsenin düşünmediği yol ve yöntemleri temel alarak bugünden geleceği kuşatan yeni bir komünizm tahayyülünün objektif resimlerini çekme, pozlarını yakalama edimi olarak kendi gerçekliğini inşa etme sürecini de sürdürmeye devam etmektedir. Bu noktada da emekoloji; geçmiş deneyimlerle hesaplaşma sürecinde, geçmişin doğrularına sahip çıkarken, aynı zamanda geçmişin hatalarını da terk ederek kendi bilimsel ve teorik mecrasında yürüttüğü faaliyeti katlayarak büyütmeye devam edecektir.
Komünizmin evrensel ilkeleri ile komünizmin geçici-dönemsel ilkelerinin hiçbir şekilde çelişmeyeceğini söylemek abesle iştigaldir. Keza birinde sınıfsız toplum ve değer yargıları var iken, diğerinden sınıflı toplum ve değer yargıları vardır. Zaten çelişkinin ana kaynağı da budur. Nasıl ki sermaye salt kapitalizme ait bir olgu değilse, ilkel, feodal ve kapitalist sermaye olarak üç ana biçime bölünebiliyorsa; emeğin türleri de toplayıcı, av, tarım, sanayi, teknik biçimler altında farklı toplum biçimlerine bölünebilmektedir. Halde böyle olunca; sınıfsız toplum tahayyüllü emeğin kolektif bir biçimi altında tüm emek türlerini birleştiren ve tüm emek türlerini o kolektif emek türü içinde eriten, yani bir bilim emek türünün varlığını (toplumsallaşmış bir icatçılık sistemini) gerektirir. Dolayısıyla komünizm tahayyülü her sınıflı toplum biçiminde görüldüğü gibi sınıfsızlığa neden olacak bir emek türünde ancak kristalize olmak zorundadır. Kuşkusuz bu bilim emek türünün komünizmle olan bağının tahayyülünü emekoloji öncesi komünizan (Blanqui, Marx, Engels vs.) düşünsel akımların görememelerinin “suçunu” bu akımlara değil, o akımların ortaya çıktığı tarihsel koşullara yüklemek olası bir bilimsel açıklama şekli olacaktır.
Herşey gibi komünizmin tahayyülü de emek türlerinin birleşik diyalektiğine göre gelişir, değişir ve yenilenir. Dolayısıyla; eski dönemin proletarya diktatörlüğü ve yeni dönemin “protekya diktatörlüğü” gibi tezler komünizmin geçici-dönemsel ilkelerine tekabül eden tezlerdir. Ast olan sınıfsız topluma ulaşmaktır. Bu noktada proletarya, protekya vs. geçici-dönemsel komünizmin ilkeleridir. Bu ilkelerin evrensel komünist ilkeler ile çelişmediğini söylemekte insan/emek toplumundan hiçbir şey anlamamaktır.
Kaldı ki; komünizmin evrensel ilkeleri ile geçici-dönemsel ilkeleri arasındaki çelişkilerin bilinç düzeyine çıkartılabilmesi ancak emek türlerinin iş bölümü diyalektiğinin kavranabilmesi ile mümkündür. Haliyle dünyaya hala inatla salt sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı at gözlüğünden bakanların bu somut gerçeği görebilmesi de ne yazık ki mümkün değildir. Onlar bu halleriyle geçmişin Fransız ütopizminin demode bir karikatürü olarak kalmaktan da asla kurtulamayacaklardır!
Dipnot
(1) Kaldı ki; “herkese emeğine göre, herkese yeteneğine göre” şeklindeki ayrım bizatihi Marx ve Engels tarafından yapılmamış olan bir ayrımdır. Dahası; bu iki form onlar tarafından üretilmemiş; Marx ve Engels’in Fransız ütopizminden (Saint Simon, Proudhon vs.) devraldıkları formlar olarak kalmışlardır. Dolayısıyla onlar bu formları proletarya üzerinden yeni baştan yorumlamışlardır. 2. Enternasyonal (Kautsky) çizgisinin bu noktada Marx ve Engels tarafından ortaya konmuş olan bu ayrımı “tahrip ederek” “1’inci aşama sosyalizm, 2’inci aşama komünizm” şeklinde revize ettiği iddiası da gerçekliği olmayan bir iddia olarak kalmaya da mahkumdur. Keza bu ayrım 2. Enternasyonal tarafından değil, doğrudan doğruya Marx ve Engels tarafından Fransız ütopizmine ait formların proletarya açısından yeniden yorumlanması ile oluşturulmuştur.
23.10.2021
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
ahtapottripot · 3 years
Text
Bakın arkadaşlar tarihi incelerken diyalektik bakmadığınız sürece tarihten çıkarttığınız her şey hatalıdır.
İnsanlık tarihi,
1- İlkel komünal toplum
2- Köleci toplum
3- Feodal toplum
4-Kapitalist toplum
5- Sosyalist toplum
Diye ilerler. Burda da kritik nokta tarihin sınıf savaşımları tarihi olduğunu bilerek hareket etmekte. Her toplum kendini aşacak sınıfı ortaya çıkartır.
Bu günden baktığımızda belki sosyalizm göreceli olarak uzak olabilir, zor görünebilir fakat geleceği önlenemez. Kapitalizm, burjuva diktatörlüğüne dayanır ve sosyalist toplumun kurulmasını engellemek için müdahalelerde bulunur ama yinede bu gerçekleşecek olan devrimi durduramaz, geciktirebilir ama durduramaz. Buna bilim diyorlar. Bazı liberal ve gerici lafazanlarca yazılan, söylenen atıp tutmalarda bilimsel olarak dayanaksızlığı ve boşluğu, söylediklerinin ve yazdıklarının gevezelikten ve kafa karıştırmaktan başka bir şey ortaya koymadığını göstermektedir.
8 notes · View notes
polemik · 3 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Ayakkabı var, ayakkabı var. Ermenek maden faciasında ölen madencinin babasının mesela.
Resimde gördüğünüz amca geçen yıl koronadan hayatını kaybetti, öncesinde oğlunu kaybetmişti.
Bütün bunlar bize ne anlatıyor? Zenginliği yaratan işçi sınıfı, bu zenginliğe el koyan patronlar tarafından korkunç bir yoksulluğa ve iş cinayetlerine mahkum edilmiştir.
Ermenek madeni sahibi için 11 lira 90 kuruş ne anlam ifade eder?
Mesela bizim için 3 kez toplu taşımaya binmektir 11 lira 90 kuruş. Ya da 6 ekmek demektir. Ne bileyim çiğ köfte dürüm demektir.
Ama maden patronu açısından baktığında 11 lira 90 kuruş, sahildeki kum kadar komiktir, anlamsızdır. Mesela o patron için 6.150 liraya lastik ayakkabıyı Beymen'den almak sıradan bir hediyedir çocuklarına.
Hiçbir zenginlik çalışılıp yapılarak kazanılamaz. Ortaya çıkan bütün zenginlikler toplumun tamamının seferberliği sonucuyla ortaya çıkar. Bu yüzden sosyalizm bilimi bize diyor ki: madem ortaya çıkan bütün zenginlik tüm işçi sınıfının ortak faaliyetiyle ortaya çıkıyor, bu zenginlikte hiçbir alınteri, emeği olmayan patronlar neden el koyuyor? Hepimiz ortaya çıkarıyorsak, hepimizin olmalı diyor.
Hal böyleyken sosyalist devrim için mücadele vicdani hassasiyetler, duygusallık, başkalarını "kurtarma" gayesi, yüksek erdemler vs. nedeniyle değil bizzat aklın ve bilimin yol göstericiliğidir.
16 notes · View notes
Text
Tumblr media
"Sosyalist olmak büyük bir insani sorumluluk taşımaktır. Ve bu sorumluluğun da gereklerini yerine getirmektir. Sosyalist in­san, yeni bir insandır. Çağların bizim çağımıza kadar görmediği bir insan tipidir. Düşüncesinin zaferi için, hiçbir şey beklemeden savaşan bir kimsedir. Sosyalist insan, bir tek "şey düşünür, o da düşüncesinin zaferini. O alçakgönüllü bir kişidir de. Doğanın ve yaşamın ve büyük insan topluluğunun karşısında kendi insan bi­reyinin küçüklüğünü bilir. İnsan olmanın, var olmanın akıp gi­den, ölümsüz olan büyük emekçi seline katılmak, onunla bütünleşmek, onunla birlikte ölümsüzlüğe varmak olduğunu bilir. Bü­tün bunlardan geçtik, sosyalist insan bir bilimsel gerçek için, salt bunun için savaşan insandır. Sömürme, bir kadim gerçektir. Her şeyden vazgeçtik, salt bunun için savaşır sosyalist insan. Bu savaş, bir başlangıç ve son değildir. Sosyalist insan tipi, sosyalizm ­ kurulduktan sonra da varolacaktır ve işi gene böyle olacaktır. Sosyalist kavga hiç bir zaman son bulmayacaktır." Yaşar Kemal
16 notes · View notes
pateralba · 5 months
Text
Tumblr media
İspanya İç Savaşı Resmi
ANARŞİZM
Anarşizm kavramı, Yunanca "an arkhos" sözcüğünden türemiştir ve "yönetimsiz" anlamına gelir. Anarşistlere göre anarşizm, eşit bireylerin özgürce iş birliği yaptığı bir toplumu hedefler. Bireye ve bireyselliğe karşı olan tüm hiyerarşik sistemlere, yani devlete ve tüm hiyerarşik örgütlenme biçimlerine karşı çıkar. Aşağıdan yukarıya doğru kurulan bir düzeni istediklerini iddia eden anarşistler, kapitalizme sömürücü olduğu kadar otoriter olması nedeniyle karşı çıkarken, kendilerini liberter sosyalist olarak tanımlarlar. Kapitalizme ve her türlü otoriteye karşı doğrudan eylemin kullanılmasını esas alırlar.
İstenen devletsiz toplum düzeni açısından, sosyalizm ile benzer hedefleri olsa da, bu hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda aralarında büyük fark vardır. Komünal hayata geçmek için, sosyalist devrimi ve devletin proletarya tarafından ele geçirilmesini ve sonuç olarak ilerleyen süreçlerde de devletin sönümlenmesini değil, doğrudan komün yaşama geçilmesi gerektiğini savunurlar. Devrimden sonra devletin işlev görmesini istemezler. Fakat devletin üretim fazlasıyla ortaya çıktığını ve üretim fazlasının paylaşımını kontrol eden örgüt olduğunu ve bunun sonucunda ancak bolluk toplumunda ortadan kalkabileceğini göz ardı ederler. Devletin ortadan kalkmasını istemelerine rağmen, bireyi esas alan fikirleriyle aşamalı toplumsal gelişimi kabul etmeyerek, idealizmi doruğa çıkarırlar. Emeğin toplumsallaşması sürecini atlayarak, bireyleri ütopik bir kurtuluşa götüreceğine inanan ve toplumsal mücadelenin içinde bireysel başkaldırılarla örgütlenmeyi esas alan anarşizmin soyut devlet düşmanlığı, karşı devrimciliktir. Kendine en özgürlükçü diyen anarşizmin otorite düşmanlığı ve yıkıcılığı, devrimcilik değildir. Devrimcilik, yıkıcılık değil ilerici kuruculuktur. Anarşizm, sisteme karşı çıkar fakat yerine yenisinin getirilmesine de karşı çıkar. Yeniyi getirecek olan örgütlenme ve otoriteyi reddettiği için kendiğilindencidir. Örgütlenme biçimi olarak öncüyü reddeder ve halka önderlik edilmesine de karşı çıkar. Herşey kendiliğinden olsun ister. Sınıflı toplumların yarattığı ve atlanamayacak engelleri görmezden gelerek, toplumsal devrimin bireylerin keyfine göre ilerleyeceğini umar.  Proleter sosyalist devrim için demokratik merkeziyetçilik, devrimci disiplin ve devrimci otorite gereksinimleri söz konusu olduğunda, bilimsel yasaları kavramaya yanaşmaz ve idealist tutumlar içerisine girerek dogmatizm ve maceracılık ile bilimin karşısında durur.
Anarşizmin devrimci mücadele açısından taşıdığı anlam için, doğuşundaki sınıf karakterini gözden geçirmeliyiz. En ilgi gördüğü zaman 19.yüzyıldır ve bireyci felsefeyi öne çıkaran çeşitleriyle küçük burjuva çevrelerde benimsenmiştir. Burjuva ideolojisinin topluma empoze ettiği bireyciliği aşamayan anarşizm, kafası karışık aydınların zihniyetini yansıtır. O liberalizmin eseridir ve liberalizmden aldığı silahları sosyalizme karşı doğrultur. O Lenin'in deyimiyle "tersten burjuva bireyciliği" olarak karşımıza çıkar.
Anarşizm ideoloji değil doktrindir. İdeoloji sistemlere ve sınıflara aittir ve tarih içinde sınıflar ve sistemlerle birlikte oluşur fakat anarşist bir sistem olamaz. İdeoloji sınıfa ve sisteme aitken, doktrin onu ortaya atan fikir adamına aittir. İdeolojiyi toplumsal süreç yaratırken, doktrini birey yaratır.  Anarşizm, kendini salt başka ideoloji ve pratiklere karşıtlıktan türettiği için adeta bir asalaktır.
0 notes
kominform · 5 years
Text
Bir çocuğun ilk nefesi, bağımsız canlılığın ilk tezahürüdür; ancak doğum yapma eylemi bundan çok daha fazladır. Bir çocuğun doğumu: Bir kadını işkence gören, acı çeken, kanayan, yarı ölü bir et parçasına dönüştüren harekettir. Devrimi de doğum eylemiyle karşılaştırmalı. Doğumlar bazen kolaydır, bazen zordur. Bilimsel sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels, her zaman kapitalizmden sosyalizme geçişte kaçınılmaz olarak uzun doğum sancılarından bahsettiler.
Tumblr media
54 notes · View notes
devrimcikadinlar · 5 years
Text
Kapitalizmin baş belası bir kadın: Nadya Krupskaya
Leningrad’da Rusya’nın en eski çikolata fabrikalarından biri: Krupskaya Şekerlemeleri. Bize çikolata kadar tatlı gelen, ama yaşamı boyunca kapitalizmin başına bela olan Nadya Krupskaya’dan alır adını. Bizim ısrarla Leningrad dediğimiz, fakat hafızalarımızı silmek adına, ismi 1991’de Saint Petersburg olarak değiştirilen şehirde Rusya’nın en eski çikolata fabrikalarından biri durur hâlâ: Krupskaya Şekerlemeleri. Bize çikolata kadar tatlı gelen, fakat yaşamı boyunca kapitalizmin başına püsküllü bela olan devrimci bir kadından alır adını: Nadejda Konstantinovna (Nadya) Krupskaya. Nadya’nın babası soylu bir askerdir. Polonya’daki görevi sırasında Nadya’nın annesiyle tanışır ve evlenirler. “Rusluğa aykırı aktivitelere” katıldığı, yani devrimcilerle haşır neşir olduğu iddiasıyla ordudan atılan Krupski Konstantin Ignateviç, fabrikalarda işçilik yapmak da dahil bulduğu her işte çalışır ailesini geçindirmek için. Küçük Nadya’nın “ayak takımıyla” münasebeti bu zamanlarda başlar. Bir süre sonra babası orduya tekrar çağrılsa da yaşamı bu görevi yerine getirmeye elvermez. Topraksız soylu bir aileden gelen Elizaveta Vasilyevna Tistrova kızı Nadya’yı yaşatabilmek için evlenmeden önceki mesleğine, mürebbiyeliğe geri döner. Bu arada Nadya’da Petersburg’daki bir lisede, bazıları devrimci olan hocalardan eğitim görmektedir. Babası öldükten sonra annesiyle birlikte genç yaşta öğretmenlik yapmaya başlar. Ve sonu SSCB’de Eğitim Bakanlığı’na varan eğitim çalışmaları bu yıllarda başlar. Tolstoy’un eğitim üzerine teorilerinden oldukça etkilenmektedir. ÖĞRETMENLİKTEN SÜRGÜNE
İlk gençliğine kadar işçi sınıfıyla tanışmış, devrimci fikirlere aşina olmuş, eğitimli ve eğitimci bir aileden gelen Nadya’nın toplumsal sorunlara ilgi duyması beklenmedik bir sonuç değildir elbette. Gençliğinde çoğu gizli saklı yapılan tartışma gruplarına katılır. Çoğu arkadaşı, özellikle de erkekler onu sessiz sakin ve mesafeli genç bir kadın olarak tanır. Marksizmle tanıştığı bu tartışma gruplarından birinde oldukça zeki ve ateşli bir şekilde Marksizmi savunan bir genç dikkatini çeker Nadya’nın. Konuşmalarından çok etkilenmiştir Vladimir İlyiç Ulyanov’un. Çok geçmeden bu küçük devrimci yer altı grupları deşifre olur ve 1896’da Nadya ve Vladimir tutuklanır. Daha sonra Sibirya’ya sürülen Vladimir, mektuplarından birinde Nadya’ya kendisinin nişanlısı olduğunu söylemesini ve Sibirya’ya transferini talep etmesini önerir. Bu talep kabul edilecektir fakat tek bir şartla: Sibirya’ya varır varmaz evlenmelidirler. Evlenirler. Birkaç yıl içinde Lenin olarak tanınacak olan kocasıyla ömür boyu hayat ve yol arkadaşlığı böyle başlar Nadya’nın. 1903 yılında Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Bolşevik kanadına katılan Nadya özverili çalışmaları sonucunda iki yıl sonra Merkez Komite sekreteri olur, devrim mücadelesinde kendine düşen rolü oynamak için Rusya’ya döner. Fakat 1905’te beklenen devrim gerçekleşmeyince Fransa’ya kaçar ve en iyi bildiği mesleği yapmaya başlar. Birkaç yıl öğretmenlik yaptıktan sonra tekrar Rusya’ya döner ve eğitimciliğe burada devam eder. Ama kapitalizmin baş belası olarak… FABRİKADA DEVRİM SINIFLARI
Büyük Ekim Devrimi’nden önce beş yıl boyunca bir fabrika patronunun isteği üzerine işçilere okuma-yazma ve aritmetik dersleri verir Nadya. Kapitalistin bilmediği bir şey vardır: Nadya başarılı bir eğitimci olduğu kadar sıkı bir devrimcidir de. Aslında bu iki kimlik onun için ayrılmaz bir bütün oluşturmuş ve karakteri haline gelmiştir. Diğer eğitimci arkadaşlarıyla birlikte verdiği bu dersler çok geçmeden “devrim sınıfları”na dönüşür ve 30 bin işçinin çalıştığı fabrika, ücretlerin iyileştirilmesi talebiyle büyük bir greve gider. Çıbanbaşı Nadya işten çıkarılsa da umrunda değildir, çünkü istediğini elde etmiştir. Devrim öncesi sadece elit bir kesimin kullanabildiği kütüphanelere de el atar. Kütüphaneciliğin gelişmesine önemli katkıları olan Nadya, emekçi sınıflar için yeraltı kütüphanelerinin kurulmasına öncülük eder, konferanslar toplar. Kütüphanecilik seminerlerinin hazırlanması gerektiğini savunur ve Rusya’da kütüphanecilik eğitiminin başlamasına öncülük eder. DEVRİM ÜLKESİNDE EĞİTİMİN İNŞACISI
Büyük Ekim Devrimi’nin inşasında Eğitim Bakanlığı için Nadya gibi yeterlilikte çok az sayıda insan vardır ve Nadya, devrimin kendisine biçtiği görevi layıkıyla yerine getirir. Devrime olan katkıları onu 1924’te Komünist Parti’nin üyesi, 1927’de Denetleme Komisyonu ve 1931’de Yüksek Sovyet üyesi yapar. Nadya’yı Komsomol’un ve Genç Öncüler hareketinin örgütlenmesinin baş aktörü olan bir örgütçü, zihnini Marksizm-Leninizmin geliştirilmesine adamış bir ideolog olarak, kapitalist sömürünün geçmiş toplumsal süreçlerden devraldığı ataerkil baskıya karşı en önde saf tutan bir kadın olarak görürüz Sovyet tarihinde. 1971 yılının 18 Ağustos’unda ünlü Rus gökbilimci Tamara Mikhailovna Smirnova bir asteroit keşfeder ve Nadya’nın adını göklere taşır, 2071 Nadezhda. Nadya Krupskaya, devrim ve sosyalizm mücadelesinde kadınların isimlerini yerden göğe kadar yazdırdıklarının en önemli kanıtıdır. “Kadınsız devrim olmaz, devrimsiz kadın kurtulmaz” sloganının yaşamış bir örneğidir. 100. yıl dönümünde Büyük Ekim Devrimi’ni inşa eden kadınlara bin selam olsun! BAZI YASALAR...
1919’da okuma oranının henüz çok düşük olduğu Sovyet topraklarında Rusya Komünist Partisi’nin VII. Kongresi’nde alınan eğitimle ilgili kararlardan bazıları - Parasız ve zorunlu, genel ve politeknik (teoride ve pratikte üretimin merkez dallarını tanıtacak) eğitimin her iki cinsiyetten 17 yaşına kadar olan çocuklar için uygulanması - Okul öncesi kurumların yaratılması - Anadilde eğitim ve iki cinsiyetten çocukları kapsayan ortak ders; iş çalışma okulunun tamamen laik olması; yani tüm dinsel etkilerden arındırılmış, üretken toplumsal işle dersin yakın bağlantılarının gerçekleştirilmesi - Tüm öğrencilere yiyecek, giyecek, ayakkabı ve ders araç gereçlerinin devlet tarafından verilmesi - İsteyen herkese eşit, bilimsel yüksek öğrenim hakkı ve maddi destek - Sanat eğitimi ve sanat eserlerinin herkes için ulaşılabilir olması... SINIF OKULU
“İster monarşi, ister cumhuriyet olsun, burjuva devletlerde okul, geniş halk kitlelerinin ruhsal ve düşünsel baskı altına alınmaları ve ezilmelerinin bir aracıdır” diyor Krupskaya. Bunu tüm burjuva pedagoglar da açıkça söylüyor zaten. Eğitimciler ve eğitim dersleri almış olanların nefret ettikleri bir kelime geçer eğitimin tanımında; “Eğitim, kişiye ‘istendik’ davranışların kendi yaşantıları yoluyla kazandırılması sürecidir.” Bu kelime, gizli bir silah aslında. Kimin istediği davranışlar, nasıl yaşantılarla öğretilecek? Bu süreçten geçen öğrenciler, nasıl kişiler olacak? Bu soruların altını çizin, önemli. Her şey bir kenara, sadece eğitim politikalarını inceleyerek, bir toplumun nasıl bir toplum olduğunu söyleyebiliriz herhalde. Burada Lenin’in şu sözlerini hatırlamak gerek: “Kimileri bizi, okulu sınıf okuluna çevirmekle suçlamaktadır. Ama okul ilk ortaya çıkışından itibaren zaten böyle, bir sınıf okulu olmuştur. (...) Eski tarz okulda çocuğa kaçınılmaz ulusal önyargılar aşılanmakta; başka halklara ve diğer uluslardan isçilere karşı düşmanlık kışkırtılmakta, genç düşünceler aptalca önyargılarla karartılmaktadır. Burjuva devletlerdeki okullar burjuvazi yararına yalan ve iftiralarla doldurulmuştur.” SOSYALİST BİR DEVLET OLMAYINCA...
Krupskaya’nın “Lenin ve Halk Eğitimi” adlı kitabını yayınlayan Evrensel Basım Yayın, kitabın sunusunda şöyle diyor: “Günümüzde eğitim alanında var olan tüm demokratik ve akademik haklar, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun işçi ve emekçilerin gençlik kitle ve yığınlarının sermayeye karşı çetin mücadeleler sonucu kazanılmış ve sosyalist sistemin kapitalist sistem karşısında üstün olmasının ve baskın çıkmasının sonucu verilen haklardır. Günümüzde bu hakların ortadan kaldırılması ve yok edilmesi yönünde atılan her adım, kapitalistin karşısında işçi sınıfı tarafından yönetilen bir sosyalist devletin olmamasından kaynaklanmaktadır.” Yazı: Fulya ALİKOÇ - Müslime KARABATAK 30 Ekim 2017
10 notes · View notes