Tumgik
#gün ağarıyor
femmelunee · 5 months
Text
Tan yeri henüz ağarıyor,
Ben sizi beklediğim bir günü daha ,
Geçmişe bırakıyorum,
Hatıralarıma bir kaç göz yaşı daha ekliyorum,
Su gibi akmam gereken şu yaşımda,
Hasret deryasında boğuluyorum,
Ne gören var ,
Ne duyan ,
Ne anlayan,
Yaralarımı saran yok diyemem ama,
Ben yarayı kanatan sarsın istiyorum,
Ben sizi istiyorum Bayım,
Yokluğunuza dahi ihanetim yok,
Bir gün olsun şüpheye düştüğüm yok,
Bir an olsun beklemeyi bıraktığım yok,
Lakin sizinde geleceğiniz yok gibi bayım,
Gelmemeye gittiniz,
Ah şu cümle her seferinde nefessiz bırakıyor,
Umutsuz kenarda bir hiçliğe sürüklüyor,
Yinede siz gelin bayım,
Ben bir ömrüm daha olsa ,
Yine gelişinizi beklerim...
Kırılmış bir kadın
141 notes · View notes
iconic1 · 2 months
Text
Sürekli mutsuz hissediyorum. Her şeyi batırıyorum. Yaş aldıkça babama benziyorum. Huysuz ve aksi. Kendime kızıyorum, ama kızdığım yerden kırılıyorum. Bir gecede tüm yaşamım bir rüyadan ibaret oluyor ve ben her şeyi unutabiliyorum. Sonra uyanınca her şey yeniden detaylıca zihnime doluyor. Bazen derinlerden bir çığlık duyuyorum, bu ben değilim diyorum, bir çığlık daha geliyor. Birileri çok ağlıyor. Gözlerim ağrıyor. Evden aceleci çıkıyor, anahtarımı almayı unutuyorum. Utancımdan yüzüm kızarıyor da insanlara görünmemek için dar ve karanlık sokaklara sapıyorum. Turuncu ışıklı sokak lambasının dibine oturuyorum. Sokaktan birkaç kişi geçiyor ve beni sarhoş sanıyor. Oysa ben içmeden sarhoş olanlardanım. Bir gecede çekebileceğim tüm oksijeni içime çektim ve artık oksijen kalmadı. Ciğerlerimdekiyle idare ederken kafam güzelleşti. Kendimi birden orkidelerin arasında buldum. Orada unutuldum, soldum, çürüdüm. Yeniden doğdum, ismimi Orkide koydular. Kabul etmedim, evden atıldım, bir gecede tüm orkideleri soldurdum. Bunu da hiçbir şey yapmayarak yaptım. Orkideleri görmezden geldim. Sevmedim. Hastalandılar ve sonunda öldüler. Neyse, dedim içimden. Neyse, zaten birileri üstlerine basıp geçecekti. Gün ağarıyor. Başım ağrıyor. Kalkıp eve gideyim bari diyorum. Anahtarı unuttuğumu anımsıyorum. Kapı çalmaya yüzüm varmıyor. Dar sokaklarda kayboluyorum...
12 notes · View notes
otadam · 2 years
Text
-Seviyordum be abi! -Nasıl seviyordun, Hidayet? -Deli gibi be abi! Gün onunla ağarıyor, onunla kararıyordu. Bir dakkam yoktu onu düşünmediğim. Abi, rüyada gibi yaşardım. Her laf gelir gider ona dayanırdı. İnsanlar bana bir laf söylerdi. O ne cevap verebilir, diye düşünürdüm. Bir şey alacak olsam o alır mıydı acaba, derdim. Bir şey yesem içime sinmezdi. Bir güzel şey görsem ona göstermezsem, gösteremediğim için zevk alamazdım güzel şeyden.
Sait Faik Abasıyanık | Alemdağ'da Var Bir Yılan
6 notes · View notes
qoxununsayfasi · 2 years
Text
“Benim adım Kinyas. Gün ağarıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım, yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor. Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. Benim adım Neron. Geceleri çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo’da doğdum. İki zenciye 3 gram kokain karşılığında bileklerimi kestirdim. Sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyorum. David Bowie’yi rüyamda gördüm. sabah bir gözüm yoktu. Şiir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp, küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazandım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman
cümlelerimin sonunu duymadığın zaman
değiştiriyorum son kelimelerimi
değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekan ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza aşık olmuştum. Onu görmek için 6 saat yol gitmem gerekiyordu. Bir sabah treni kaçırdım. Aşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı’dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum. Çünkü Tanrı’yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz. Platon’un mağara istiaresine karşılık ben de kuyu istiaresini yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı’nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada. Bir kaç kırmızı oyun fişiyle…
Az yedim. Çok içtim. Hala içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, aşık oldum. İkisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp, geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle bir kükredim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım. Şimdi ise ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri işe yaramadı.
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler, oysa yırtmak için çok uğraşmıştım.”
_Kinyas ve Kayra
7 notes · View notes
iibrvkenlxng · 8 days
Text
Dini Bilgiler #2
Bir adam gün ağarıncaya dek onunla güreşti. Yakup'u yenemeyeceğini anlayınca dedi ki: - Bırak beni, gün ağarıyor. Yakup cevap verdi: - Beni kutsamadıkça seni bırakamam. - Artık sana Yakup değil, İsrail denecek. Çünkü Tanrı'yla güreşip yendin. Yakup sorar: - Lütfen adını söyler misin? Adın nedir? - Adımı sormamalısın. Ve adam kayboldu…
Yaratılış, 32:24
Ucu açık cümleler olsa da, Tanrı'nın Yakup'a adını söylememesinin sebebi şöyle yorumlanabilir. Antik kültürlerde, poli din olgusunda, mitolojide, her ne derseniz artık, Tanrı'nın adını bilmek ona hükmetmek demektir. Hatta tarikat ayinlerinde, tanrıların isimleri defalarca söylenirdi. “Dini kullanma” kavramının temelleri de buna dayanır diyebiliriz. Fakat Tanrı Yakup'a ismini söylemez.
Değişen bir din olgusu görüyorsunuz burada, büyük bir değişim bu. Yani monoteizmin temelleri.
Bir başka hikaye daha…
Musa baktı çalı yanıyor, ama tükenmiyor. Tanrı Musa'nın yaklaştığını görünce çalının içinden sesleniyor: - Musa, Musa!- Burdayım?- Fazla yaklaşma, çarıklarını çıkar! Bastığın yer kutsal topraktır.- Adın nedir?- Ehyeh Asher Ehyeh. 
Mısır'dan Çıkış, 3:2
Bu kez Tanrı bir isim veriyor, fakat bu bir isim değil esasında. Ehyev Asher Ehyev, “Ben neysem oyum.” anlamına geliyor. Kısaca, Yehova.
0 notes
theircobain · 10 months
Text
Ben derdâ gün ağarıyor, başım ağrıyor.
0 notes
alperabiye · 2 years
Text
Ah Muhsin Ünlü süper bir insanmış Bence Alper abi ondan daha süper bir insan Bendense bi bok olmaz İkisi de yolda Ebu Bekir'i görseler en azından selamlaşırlar Ben bir araba fırça yerim Kesin der ki bana, "oğlum manyak mısın sen niye bu kadar içiyorsun? " Ah Muhsin Ünlü ara sıra yalan söylüyordur muhakkak Alper abi söylemez diyor ama herkes ara sıra yalan söyler Ben en çok anneme yalan söyledim hala durup durup söylüyorum Annem beni döverken mesela gözleri kocaman oluyordu Öyle zamanlarda bile durmadan yalan söylüyordum Ah Muhsin Ünlü Azrail'i yolda görse selam verirmiş Sanıyorum Ah Muhsin Ünlü yolda kimi görse selam verir Ben yolda Azrail'i görsem derim ki "Anam babam niye bu kadar geciktin? " Alper abiye anlatsam şimdi bunları eminim kıçıyla güler O bana deli gibi gülerken ben ona "Abi" derim, "gülme bu hiç komik değil! " Ah Muhsin Ünlü şanslıymış annesi ölürken o kocamanmış Alper abi biraz şanssız annesi öldüğünde o küçükmüş Bense hepten boku yedim annem hala yaşıyor Annem yaşıyor ve yaşlanıyor biliyorum bir gün ölecek Ben yaşıyorum ve her gün annemin bir gün öleceğini düşünüyorum Annemin her gün tansiyonu çıkıyor beli ağrıyor saçları ağarıyor Benim de saçlarım ağarıyor annem gözümün önünde yaşlanıyor Dedim ya en şanssız benim kimse beni ipine takmaz Annem çay getirdi az önce fazla uzaklaşmış olamaz Ne tuhaf anneler çocukları üzüntüden ölürken bile Çocukları üzüntüden ölürken bile çay getirmekten vazgeçmiyor ne tuhaf Siz bir görseniz annemi ne demek istediğimi anlarsınız Annem hepinize çay koyar öleceğine inanamazsınız
1 note · View note
galaksiyenotlar · 2 years
Text
"Gün ağarıyor, unut artık
Yum gözlerini, inan yarın daha güzel olacak..."
0 notes
masumcetin · 6 years
Photo
Tumblr media
Yüzündeki eski gülümsemeleri hatırladıkça, ağlamamak için; 'Değmezmiş,' diyerek, içimi rahatlatacaktım. Gerçek olmayan bir kitap kapağındaki fotoğraf gibi şimdiki zaman taşıyamadığımız sözcükler. — Hâlâ eskisi kadar yakın mıyım sana?
Serkan Türk, Uzak Yaz s.68 Fotoğraf: Marcel Carné’nin 1939 yapımı, “Le Jour Se Lève” (Gün Ağarıyor) filminden, (Arletty & Jean Gabin).
27 notes · View notes
femmelunee · 5 months
Text
Gün ağarıyor Bayım ,
Ruhumda da daralıyor,
Uykudan yoksun kaçıncı gecem saymadım.
Halsizim, bedbaht olmuş bir şekilde duruyorum öylece,
Gözlerim boş bakıyor duvarlara ,
Yokluğunuz öylesine soğukki ,
Tüm benliğimi sarmalıyor bu zemheri.
Yavaş yavaş kendimi de yitiriyorum artık.
Beklemek ağır geliyor Bayım.
Gözlerimin sancısı,
Size akıttığım yaşlar hasebiyle sanırım.
Ben ömrümün sizinle geçen o diliminde mıhlandım kaldım.
Ne önüme bakabiliyorum ,
Ne de sizi elimden alan geçmişe.
Bir yanım hala yitirmiyor umudunu ,
Zira size olan bağlılığımdan kaynaklansa gerek.
Çaresiz kaldım Bayım,
Yokluğunza anlatabilecek bir tabir var ise ,
Oda çaresiz kalışımdır.
Titreyen ellerim,
Feri sönmüş gözlerim,
Neşeden yoksunlaşan sesim,
Yavaş yavaş yitirdiğim umut tanelerim ,
Sizden yoksun bir kaç gece geçirmeye daha tahammülüm yok ,
Siz gittiniz ben nefessiz kaldım Bayım.
Siz gittiniz bu gönül tarumar oldu kaldı,
Siz gittiniz bayım.
Beni öylece bırakıp gittiniz...
Kırılmış bir kadın
86 notes · View notes
metanoiasstuff · 2 years
Text
Gün ağır ağır ağarıyor,
Güneş lekeli bir bulut örtüsü ardında,
Şehir uyanıyor.
İnsanlar telaş içinde oradan oraya.
Zaman zamansızlığa akıyor.
Ve çalar saat sabahın sessizliğini yarıyor.
Bir gün bir gece daha bitti.
Ağır ağır ağarıyor zaman.
Şehir uyuyor.
Şehir uyanıyor.
İnsanlar telaşlı,insanlar duruyor.
Ve böyle akıp gidiyor .
19 notes · View notes
akin-ci · 2 years
Text
Tumblr media
Annem yaşıyor ve yaşlanıyor, biliyorum bir gün ölecek.
Ben yaşıyorum ve her gün annemin bir gün öleceğini düşünüyorum.
Annemin her gün tansiyonu çıkıyor, beli ağrıyor, saçları ağarıyor...
Benim de saçlarım ağarıyor. Annem gözümün önünde yaşlanıyor.
Dedim ya en şanssız benim, kimse beni ipine takmaz.
Annem çay getirdi az önce, fazla uzaklaşmış olamaz.
Ne tuhaf anneler, çocukları üzüntüden ölürken bile...
Çocukları üzüntüden ölürken bile, çay getirmekten vazgeçmiyor, ne tuhaf...
Siz bir görseniz annemi, ne demek istediğimi anlarsınız.
Annem hepinize çay koyar, öleceğine
inanamazsınız.
Ali Lidar
27 notes · View notes
Text
Tumblr media
Seninle uyanacağım günleri hâyâl ederken hâyâlin tam ortasında uyanıyorum. Tatlı... ılık bir tebessümle günaydın diyorum. Nefesinden en ufak bi of çıksa onu yüküm belliyorum. Yükümüz de çok ağır çok yalnızız biliyorum. Gün ağarıyor sevgilim. Biz ağlasak da gülsek de ağarıyor. Ellerinle sildiğin gözlerimle yine sana uyanıyorum. Senin için.. Şu güneş dünyayı sen benim acizliğimi ısıtıyorsun an be an...
Rabbim...
Bize güç ver.
Bize yardım et.
7 notes · View notes
silent1screamsblog · 3 years
Text
"Gün buğulu camlarda ağarıyor. Yeni bir gün daha..Dayanabilecek miyim bilmiyorum. Sensiz geçirdiğim kaçıncı gün inan onu da bilmiyorum ama uzun zaman oldu.. Sana geleceğimden heyecanla kalktığım sabahlar yok artık. Çok düzensiz oldum ben sevgili,yokluğunda.. Senden önce çektiğim acılar ikiye katlandı gidişinle. Bir gün daha dayanabilecek miyim? Hayatımın sorusu bundan sonra bu.. Bir gün daha dayanabilecek miyim.."
05:03
34 notes · View notes
alikumcu · 3 years
Text
Gecenin 5inde gecenin kızıllığını seyrederken buldum kendimi.Yine düşünceler peşimde koşaradım.Şöyle salıp hayatı akışına bırakamadım gitti.Geleceği planlamak hastalığım nüksetti yine.Uğraşma oğlum boşuna diyor bir yanım,seni bu yere başkan yapmayanlar önüne kaç engel daha koydu görmüyor musun vazgeç.. Bir yanım da durma diyor, ite köpeğe uğursuza bırakma doğup büyüdüğün yeri, mücadele et, sakın vazgeçme.. Gün ağarıyor yavaş yavaş .. gün doğuyor, doğmalı, doğacak..
11 notes · View notes
gzmtt · 3 years
Text
şehirden söz ediyorum
Eliot Weinberger’e
bugün bir yenilik, yarından sonraki gün için ise geçmiş bir harabe, her gün gömülen ve yeniden dirilen,
birlikte yaşanan sokaklarda, meydanlarda, otobüslerde, taksilerde, sinemalarda, tiyatrolarda, barlarda, otellerde, güvercin kafeslerinde ve yeraltı mezarlıklarında,
şehir kocaman, üç metrekarelik bir odaya sığan ve bir galaksi gibi sonsuz,
şehir hepimizi düşleyen, hepimizin düşlerken yapıp, bozup, sonra tekrar yaptığı,
şehir hepimizin düşlediği ve durmadan değişen biz onu düşlerken,
şehir her yüz senede bir uyanan ve bir sözcüğün aynasında kendisine bakan, kendisini tanıyamayan ve sonra yeniden uykuya dalan,
şehir yanımda uyuyan kadının göz kapaklarından filizlenen ve sonra,
anıtları ve heykelleri, tarihleri ve efsaneleriyle,
her gözü zamanda donmuş bir manzarayı yansıtan sayısız gözü olan bir çeşmeye dönüşen,
okullardan, hapishanelerden, alfabelerden, sayılardan, altar ve kanundan önce:
aslında dört nehir olan bir nehir, meyve bahçesi, ağaç, rüzgârı giyinmiş Adam ve Kadın,
—geriye dönmek, geriye, tekrar kil olmaya, o ışıkla yıkanmaya, adak mumlarının altında uyumaya,
zamanın sularında yüzmek, aynı akıntının beraberinde sürüklediği alev alev bir akçaağaç yaprağı gibi,
geriye dönmek, uyuyor muyuz? yoksa uyanık mıyız?, biz, daha fazla bir şey değiliz, gün ağarıyor, daha erken,
şehirdeyiz, bir başkasına girmeden ondan çıkamıyoruz, aynılar ama bir yandan da farklı,
uçsuz bucaksız şehirden söz ediyorum, günün gerçekliğinin sadece tek bir sözcükten oluştuğu: ötekiler ve her birinde bir ben var bizden koparılmış, bir ben sürüklenmiş,
ölülerin inşa ettiği şehirden söz ediyorum, içinde onların inatçı hayaletlerinin yaşadığı ve zorba hafızalarının yönettiği,
şehir kimseyle konuşmadığımda konuştuğum, bu uyku kaçıran kelimeleri bana söyleten,
kulelerden, köprülerden, tünellerden, hangarlardan, mucizelerden ve afetlerden söz ediyorum,
soyut Devlet ve somut polisleri, öğretmenleri, gardiyanları, vaizleri,
içinde her şeyin olduğu ve her şeyi harcadığımız ve sonra her şeyin bir dumana dönüştüğü dükkânlar,
meyve piramitleriyle pazarlar, dört mevsimin değişimi, kancalarda asılı duran sığırlar, baharat tepeleri, şişe ve konserve kuleleri,
bütün tat ve renkler, bütün koku ve maddeler, seslerin akışı —su, metal, tahta, kil— zamanın kendisi kadar eski itiş kakış, pazarlık ve entrika,
beton, cam, çelik binalardan söz ediyorum, hollerini, girişlerini dolduran insan kalabalığından, termometredeki cıva gibi bir yukarı çıkıp bir aşağı inen asansörlerden,
bankalar ve yönetim kurullarından, fabrikalar ve yöneticilerinden, işçiler ve onların en yakını makinelerden,
sokaklar boyunca devam eden, tutku ve sıkıntı kadar uzun o kadim fahişe alaylarından söz ediyorum,
heveslerimizin, meşgalelerimizin, tutkularımızın aynası gidip gelen arabalardan, (neden, ne için ve nereye doğru?),
her zaman dolu ve hep tek başımıza öldüğümüz hastanelerden,
bazı kiliselerin loş ışığından söz ediyorum ve altarda titreyen adak mumlarının alevinden,
kimsesizlerin azizler ve bakirelerle, tutku dolu ve aksayan bir dille konuştuğu o çekingen sesler,
bir yemekten söz ediyorum, gidip gelen bir ışığın altında, sallanan bir masada kırık dökük tabaklarda yenilen,
boş arazilerde kadınları, çocukları, hayvanları ve hayaletleriyle konaklayan masum kabilelerden,
lağımlardaki farelerden, kablolarda, pervazlarda ve feda edilmiş ağaçlarda yuva yapan cesur serçelerden,
düşünceli kedilerden ve onların ay ışığı altındaki hovardalıklarından, damların zalim tanrıçası,
sokak köpeklerinden, bizim Fransiskan’larımız, Bhikkus’larımız, güneşin kemiklerini eşeleyen köpeklerden,
münzevilerden ve liberter dayanışmasından söz ediyorum, kolluk kuvvetlerinin gizli planlarından ve hırsız çetelerinden,
eşitlikçilerin komplolarından, Suç dostları cemiyetinden, intihar kulübünden ve Karındeşen Jack’ten,
giyotin bileyicisi Halkın Dostları’ndan, insan türünün neşesi Sezar’dan,
kötürüm bir gecekondu mahallesinden, çatlamış bir duvardan, kurumuş bir çeşmeden, üstü karalanmış bir heykelden söz ediyorum,
dağ gibi çöp yığınlarından, kirli bir sisin süzgecinden geçen melankolik bir güneşten söz ediyorum,
kırılmış camlardan ve hurda demir çöllerinden, bir gece önce işlenen suçtan ve ölümsüz Trimalchio’nun şöleninden,
televizyon antenleri arasındaki aydan ve kirli bir kavanozun üstündeki kelebekten,
gölün üzerindeki balıkçıl kuşlarının hızlı uçuşu gibi geçen gün doğumlarından söz ediyorum, kiliselerin taş süslemelerinin üzerine konan saydam kanatlardaki güneşten ve sarayların camdan işlemelerinde kıpırdaşan ışıktan,
sonbaharın başlangıcındaki bazı öğleden sonralarından söz ediyorum, cisimsiz altın şelalelerden, bu dünyanın başkalaşımından, her şeyin şeklini yitirmesinden, her şeyin sürüncemede kalmasından,
ışık düşünüyor ve her birimiz bu yansıyan duyarlı ışık tarafından düşünüldüğümüzü hissediyoruz, zaman uzun bir an içinde eriyip gidiyor ve hepimiz bir kez daha havaya dönüşüyoruz,
yazdan söz ediyorum, yavaş geçen bir gecenin ufukta sanki bir duman dağı gibi büyümesi ve yavaş yavaş parçalanarak üzerimize bir dalga gibi düşmesinden,
madde uzlaştı, gece boylu boyunca uzandı ve bedeni aniden uykuya dalan güçlü bir nehir gibi, nefesinin dalgalarında sallanıyoruz, zaman somut, aynı bir meyve gibi ona dokunabiliyoruz,
ışıkları yaktılar, bulvarlar tutkunun görkemiyle yanıp tutuşuyor, parklarda dalların arasından geçen elektrik ışığı bizi aydınlatan ama ıslatmayan yeşil ve fosforlu bir pus gibi üzerimize düşüyor, ağaçlar mırıldanıyor, bize bir şey söylüyorlar,
bazı sokaklar var, loş ışıkta, sanki gülümseyen bir ima gibiler, bu sokaklar nereye çıkar bilmiyoruz, belki de kayıp adalara giden vapurlara,
yüksek balkonların üstündeki yıldızlardan söz ediyorum ve gökyüzünün taşına yazdıkları anlaşılmaz cümlelerinden,
birden bastıran sağanak yağmurdan söz ediyorum, pencerelerin camlarına vurup, ağaçları eğen ve yirmi beş dakika süren, şimdi gökyüzünde mavi yarıklar ve bir ışık seli, buhar asfalttan yükseliyor, arabalar parıldıyor ve su birikintileri var, içinde yansıma gemiciklerinin yüzdüğü,
göçebe bulutlardan söz ediyorum, beşinci kattaki bir odaya neşe katan hafif bir müzikten, gecenin ortasında uzaktaki bitki köklerinin ve otların arasından akan su gibi kulağa gelen gülüşme seslerinden,
her zaman beklenen ve en beklenmedik zamanda gerçekleşen gizemli kaderimizle buluşmadan söz ediyorum: aşk ya da ölüm
bilinen geçmişimizden ve gizli geçmişimizden söz ediyorum, senin ve benim,
taş ormanlarından söz ediyorum, peygamberin çölünden, ruhların karınca yuvasından, kabilelerin toplanmasından, aynalar evinden, yankılar labirentinden,
zamanın derinliklerinden gelen o büyük uğultudan söz ediyorum, birleşen ve dağılan milletlerin o anlaşılmaz fısıltılarından, kalabalıkların döngüsünden, büyük kayalar gibi savrulan silahlarından ve tarihin çukuruna düşen kemiklerin çıkardığı sağır sesten,
şehirden söz ediyorum, yüzyılların çobanı, bizi doğuran ve bir çırpıda bitirip tüketen, bizi yaratan ve unutan anneden.
Octavio Paz
çev. Sena Akalın
6 notes · View notes