Tumgik
#hanım hanım onlar benim çocuklarım
damiilla · 3 months
Text
1nolu kardeş okula gitmek istemiyor kalk gazla yolla 2nolu kardeş kahvaltı yapmak istemiyor kalk yedir yolla 3nolu kardeş bensiz okula gitmiyor kalk hazırla götür BENİ KİM HAZIRLAYACAK HA BENİ KİM DERSE YETİŞTİRECEK (3 çocuk ablası damla kendini hazırlayıp çıkacak ve akşama kadar ders çalışacak) BEN ŞANSA İNANMAM BAŞARMANIN TEK SIRRI SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜNMEK
8 notes · View notes
otadam · 1 year
Text
Tumblr media
Hanım hanım onlar benim çocuklarım!
Diğer ikisi nerede bilmiyorum şuan.
Yine bir yerde uyuyorlardır.
Bu şehri güzel kılan şu çocuklar sadece.
Yakın zamanda yanlarından gideceğim ne yazık ki.
Kartuş sağlammış 7 yavru aynı tonda, anneleri yok ama bakan çok insan var onlara.
7 notes · View notes
dunyayikesfet · 5 years
Text
Mustafa Asoğlu Hakkında
Tumblr media
Yeni okumaya başladığım kitap, Anadolu edebiyatının en güzel örneklerinden biri olan Mustafa Asoğlu’nun yazdığı ULUSU adlı kitap. Mustafa Asoğlu pek meşhur olmadığı için kendi ağzından yazdığı hikayesini aşağıda paylaşıyorum. 
Mustafa Asoğlu’nun Hayat Hikayesi
1943 Burdur / Yeşilova  doğumluyum.Gönenköy İlköretmen Okulu,Bursa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü,Anadolu Üniversitesi AÖF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunuyum.
1963 Yılında başlayan öğretmenlik yaşamımı 40.yılında noktaladım.Bu süre içinde ülkemizin değişik yörelerinde öğretmen ve yönetici, son yıllarda da Akdeniz Üniversitesi’nde Türk Dili Öğretim Görevlisi olarak çalıştım.
Kitaplarla öğretmen okulunda tanıştım.Yazmaya mesleğimin ilk yıllarında şiirler,öyküler yazarak başladım. Daha sonra roman, oyun, senaryo dallarında sürdürdüm çalışmalarımı..
Hep bu klasik anlatımı kullandım benden istenen yaşam öykülerimde…Sonra aldığım ödüllerden,yayınlanmış kitaplarımdan ekledim sonra. Oysa bu uzun yolcuğun içinde beni etkileyen, yönlendiren, değiştiren, kişiliğimin oluşmasında ya da törpülenmesinde gerekli olan nice vadilerden geçtim.
Ben Mustafa Asoğlu…
Burdur’a bağlı Yeşilova ilçesi’nin Kayadibi Köyü’nde doğdum.
Kayadibi…
Benim doğduğum köy…
Türkmen Avşar Boylarından bir oymağın ilk çadırlarını diktiği ,sırtını bol çalılı, “Gayadibi Daşı” dediğimiz gerçekten taş kitlelerinden oluşmuş,bir tepenin güneyinde kurulmuş bir köy.
Önünde bir ova…
Karşıda heybetli Eşeler Dağı..
Batısında keçilerini sulayabilecekleri  Kocapınar, Akçeşme, Sultan Pınarı  ve Salda Gölü…
Bu coğrafya yıllar içinde o Türkmenlere şöyle bir kişilik kazandırmış.
Salda gölü’nün derinliğini,
Eşeler dağının yüceliğini,
Gayadibi daşının sertliğini…
Önündeki ovanın sakinliğini…
İlkokulu köyümde okudum. Yıllar sonra Yeşilova Belediye Başkanı olan  Muataf Ali Sadak adında bir okul müdürümüz vardı. lkokul öğretmenimden çok onu anımsıyorum.O tam bir Köy Enstitülü, bir köy önderi idi.
Bir de dedem  Çeritoğlu ,elinden her iş gelen Çeritoğlu… Toprağın dilinden anlayan ,hayvanlarını çok seven yi bir çiftçi.. Kendi tarım aletlerini onaracak kadar marangoz, kendisinin ya da komşusunun yıkılan duvarını onaracak kadar yapı ustası…
Sonradan araştırmalarım sonunda öğrendiğimde soyu Avşarların Çerit Oymağı’na dayanan  dedem Ceritoğlu tam bir Türkmen… Kırsal kesimde çok önemsenen “haram-helal” konusunda ilk dersimi ondan aldım:
“Bak evlat! Yoldan geçiyorsun. Yolun kıyısındaki bağda kara kara sallanan üzüm salkımları var. Senin de canın çekti. Sahibi de yok. Oradan bir salkım üzüm koparmak, yemek haram değil..Ya da birkaç elma… Çünkü onları bize sunan hepimiz doyuran şu güzelim toprak..””
Yıllar sonra Kırgız Yazarı Cengiz Aytmatof’un Toprak Ana’sını okurken , oğulları askere giden o Kırgız Anası’nın toprakla konuşması nı okuyunca çarpılmıştım.
Sonra hayatıma yönveren yatılı okul “ Gönen Öğretmen Okululu” nun yazılı sınavları. Hem de kazamız Yeşilova’nın  pazarı olan Perşembe günü.
Biz sınava girmişiz.Çeritioğlu Dedem fırın ekmeği,helva, üzüm alıp,heybesi yanıbaşında gelmiş sınav  kapısındaki tek ağacın gölgesine bir Türkmen devesi gibi çökmüş beni bekliyor. Herkes çıkmış gözleri kapıda…
En son çıkanlardandım. Çeritoğlu dedem kızgın:
“Okulun birincisi olduğunu derdin. En son çıkarsın. Bu nasıl iştir?”
Yıllar sonra ondan dinlediğime göre:
“Dede! Sen bu işin sonuna bak” demişim.”
Köyümüzden tek ben kazandım o sınavı…
Tek çıkış yoluydu.
Öğretmen okuluna 1954 yılında yazılı ve sözlü iki sınavdan sonra kaydoldum. O yıllar Köy Enstitüleri ismen kapatılmıştı ama, okulumuzda değişen bir şey yoktu. Biz; gül bahçelerimiz, arı kovanlarımız, kümeslerimiz , ahırlarımız , işliklerimiz, dersliklerimizle  o eski havayı  yaşıyorduk. Altı yıl boyunca hep ve her yerde “Ben  öğretmen olacağım, köye  gideceğim ve köyün önderi olacağım”düşünceleriyle yetiştim.
Klasiklerin çoğunu orda okudum.
Bir müzik aletini çalmayı, resim yapmayı, yüzlerce kişiyle halaya durmayı,  bir fidana aşı yapmayı ,kırık bir sandalyeyi onarmayı da orda öğrendim.
Sonra yaşadığımız alanı temiz tutmayı, sınıflarımızı okulumuzun binalarını kireçle ağartmayı,,akan musluğu değiştirmeyi de…
Sonra ahlak kavramının ortaya koyduğu iyi ve kötüyü,
Yasaların ortaya koyduğu suç ve cezayı,
Geleneklerin ortaya koyduğu yanlış ve doğruyu,
Sanatın ortaya koyduğu güzel ve çirkini
Ve
Dinin ortaya koyduğu günah ve sevap kavramlarını…
Orada öğrendiğimiz başka bir şey daha vardı: Ulusal Kurtuluş Savaşımız, M.Kemal Atatürk yüceliği, Cumhuriyetimiz ve devrimler…
Bunlar güzel şeylerdi.
Öğretenlere selam olsun...
Derken :
Bursa Eğitim Enstitüsü günleri. Hafta sonları ucuz Rum meyhanelerinde şarap içip, şiirden,edebiyattan, sanattan söz ettiğimiz günler…
İlk görev yerim Van Sanat Enstitüsü Türkçe öğretmenliği. (Yıl 1964)Orda evlendim.İlk Çocuğumuz Pınar orda doğdu. İlk siyasi  çalışmalarım da orda başladı. Fakir Baykurt’un önderliğini kurulmaya çalışılan TÖS’ ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) Van’ daki kuruluş çalışmalarına katıldım.
Burdur Sanat Okulu yıllarım ise atmışlı yılların sonları…
Oğlum Oktar orda doğdu. Ben, evin en büyük oğlu ve devletten maaş olan biri olarak kardeşlerime de sahip çıkmalı, onları okutmalı elimden geldiğince onları bir iş sahibi yapmalıydım. Bunun için elimden geleni yaptım.Bunda ne kadar başarılı oldum bilmiyorum ama ben her zaman görevimin o olduğunu,ve o görevimi yerine getirdiğime inanıyorum.
Burdur yıllarım ülke sorunlarıyla içli dışlı olduğum yıllardır.
Ülkemizin sol,sosyalizm, devrim , halk,proleterya,  eylem ,Dev-Genç gibi sözcüklerle tanıştığı ve bu sözcüklere neredeyse kutsal anlamlar yüklemeye çalıştığı yıllardı.Bir yandan o tarafa kulaç atarken bir yandan da yan yollara saptım.Herkes Anadolu’yu,Anadolu insanını, ülkemizin geçmişini başka başka değerlendirirken bir gün, sonra hep sevecedğim B.Rahmi Evüboğlu’nu,onun çömezi Azra Erkat’ı tanıdım. Mavi ve Kara adlı kitabının başınnda şöyle diyordu Eyüboğlu:
“Bu memleket niçin bizim? Dört yüz atlıyla Orta Asya’ dan gelip fethettiğimiz için mi? Böyle diyenler gerçekten benimsemiyor, anayurt saymıyorlar bu memleketi. Gurbette biliyorlar kendilerini yaşadıkları yerde. Frigyalılar, Yunanlılar, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Moğollar’da fethetmişler Anadolu’ yu. Ne olmuş sonunda? Anadolu halkların değil, halklar Anadolu’nun malı olmuş. Bu memleket bizim olduğu için bizim. Fethettiğimiz için değil. Aramızda dışardan gelmişler çoğunlukta olsa da kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden biziz artık fethedilen de . Eriten biziz eritilen de....Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklarda bizi. Halkımızın tarihi Anadolunun tarihidir. Paganmışısız bir zaman, sonra hristiyan olmuşuz sonra müslüman. Tapınakları kuran da bu halkmış, kiliseleri, camileri de. Bembeyaz tiyatroları da dolduran biziz, karanlık kervansarayları da. Kah bozkıra çalmışız, kah mavi denize. Sayısız devletler, medeniyetler bizim sırtmızda yükselmiş, bizim sırtımıza çökmüş.Yetmiş iki dil konuşmuşuz sonunda Türkçede karar kılmadan önce...."
İşte benim ülkem ,işte gerçek Anadolu…
Burdur yıllarından anımsadığım bir başka olayda şu:
Burdur Ortaokulu’nda , orta 3. sınıflarda Yurttaşlık Bilgisi dersindeyim.Konum:” Anayasamıza göre yurttaşların hakları, sorumluluları ve özgürlükleri… Düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü …”
Dersin başlarında kapı çalındı.
Açtım.
Okul Müdürü:
“Dersinizi dinlemek isteyen konuklarımız var.”
“Buyursunlar.”
Sırasıyla sınıfa  Vali, Tuğay Komutanı,Emniyet Müdürü, Milli Eğitim Müdürü ve Okul Müdürü  girdiler.
Çocuklar şaşırmış, ilgiyle bakıyorlar. Gelenleri arka  sıralara oturttum.
Çocuklara:
“Çocuklar! Konuklarımız var… Dersimizi dinlemeye gelmişler. Dersimize devam ediyoruz.. Nerde kalmıştık? Dedim.
“Düşünce özgürlüğünde hocam!”
Ordan girdim konuya..
.Sanki onlar yokmuş gibi anlattım,anlattım.Sonraları düşündüm de niye öyle yaptım? O cesareti nerden buldum?
Öğrencilerimden…
Seksen tane göz bana bakıyordu
.Ben onların öğretmeniydim.. O davetsiz konukların değil..Onlar nedüşünürlerse düşünsünler benim için önemli değildi.Benim için önemli olan o sınıftaki öğrencilerimdi.Ve hepsi cin gibiydi.Az önce neysem şimdi de de aynı olmak zorundaydım.
Ben de öyle yaptım.
Hayatımın en güzel dersini verdim.Hem öğrencilerime… Hem de o davetsiz konuklara…
Bir hafta sonra aynı derse müdür tek geldi:
“Sizi aşagıdan istiyorlar.”
İndim.
Üç polis ve bir jip…
Başkanı olduğum Halkevi basılmış
Karakola davet…
Yargılanma ve beraat…
Ama bazılarına yetmemiş olmalı ki ardından Bingöl’e tayin…Bir deprem bölgesinden bir başka deprem bölgesine…Uzun bir tren yolculundan sonra bir kış günü karların içinde Genç’ten Bingöl yolculuğu… İnsan inanıyorsa dayanıyor.
Eşim,ben,çocuklarım elbirliğiyle dayandık.Akmayan sulara,yanmayan elektiriklere, dost gibi görünen düşmanca bakışlara…
Bu sürgünün faydası şu oldu. Eşim Buket Hanım ; Halk Eğitim Öğretmeni oldu. Bu Buket Hanımı Buket Hanım yapan ilk adımdı… Büyük bir adımdı. Kişiliğini adım adım bunun üzerine kurdu. Özgüvenini kazandı
Bense yoluma devam ettim.
Yeni açılan Manavgat  İmam Hatip Okulu, ardından Manavgat Ortaokul’u , Manavgat Lisesi Müdürlüğü Yıl,1970 yılların sonları…Günde onbeş yirmi kişinin öldürüldüğü yıllar…Acaba sıra ne zaman bana gelecek?
Korku ve bekleyiş…
Eylemleri,,eylemleri yönlendiren kişileri,,(onlara lider faalan diyorlardı) onların düşünce yapılarının sığlığını, yakından gördükten sonra bir iç hesaplaşma yapmak zorunda kaldım.
:Bu düşüncelerimi o yıllarda
bir samanlı kağıda kurşun kalemle yazdığım ve yıllardan beri özenle sakladığım bir sayfadan aktarıyorum:
1.Bizim “devrim” diye yüceltiğimiz değişim bu yolda uğraş veren kişilerin kendilerine göre yorumlayacağı, değerlendireceği, yeni kuramlar üreteceği kadar basit miydi?
2.Herkes yaptığı eylemlerin, tuttuğu yolun gerçekten bilince miydi? Ya da nereye varacağının…
3.Yapılan eylemlerin ,çeşitli dergilerle üretilen kuramların  ülke gerçekleri ile bağlantısı neydi? Ya davaya katkısı?...
4Genç insanlardaki silah tutkusunun, vuruculuğun, kırıcılığın,  sevgisizliğin, kaynakları nelerdi ?
5Kavga yalnız sokakta silah ve yumrukla mı verilir? Bu yolda yürek ve beyin hiç mi önemi yoktu?
5.Uyulmayan, ve yıkılmak istenen incelikler; uygar davranışlar,arkadaşlık, dostluk, sevgi, aşk gibi değerler,(Burjuvazi değerleri) yerine konmak istenen  yeni değerler: yol arkadaşl ,güven, yardımlaşma, düşünce arkadaşlığı, eleştiririye açıklık, demokratiklik,” ne kadar özümsenmişti? Davranış ve konuşmlardaki içtenliğin derecesi neydi?
6.Gençleri bilerek (Provakatör) ya da bilmeyerek (goşist) yanlış yollara sürükleyenler kimlerdi?
7.Gençleri eylemlere sürenlerin,hatta onları ölüme gönderenlerin  bilgi düzeyleri , liderlik özellikleri yeterli miydi?
8. Sonuç ne oldu? Kavga ve kargaşa ve korku. Korkudasn ne üretetilebilrdi?
9.Saflarda ıkimler vardı?
10. Güçler dengesi neydi? Sunulan stareteji ve taktikler ülenin somut şartlarına ,tarihi değerlerine,toplumsal yapısına göre mi saptanmıştı?Yoksa başk ülkelerden alınmış bir şaplon muydu?
11Onca gürültünün, yaygaranın kitle bağı neydi?
13.Siyaset kargaşası ve bin bölünmüşlük neydi?Partileşmeye(Disipline)  niye gidilmiyordu?
14.Halk adına , halkı korkutarak,yıldırarak alınacak sonuç ne olabilirdi?
Sonuç 12 Eylül’de geldi .
Hem de balyoz gibi indi. Vurduğu yeri yamsassı etti. Gençler ölür,yaptıklarının hesaplarını yiğitçe verir her işkenceye katlanırlarken lider geçinenler kapağı yürtdışına attılar.
O dönemin en büyük acılarından biri de budur.
Canları sağolsun… Herzaman onların yerine ölecek,ön saflara saürülecek birileri mutlaka bulunur.
Bu uzun ,acılı , sıkıntılı günlerden sonra günümüze gelince de:
Emeklilikte , hayatımı yazılar yazmak üzere yoğunlaştırdım...Örnegin:
Çocuk Edebiyatı üzerinde yoğunlaşmam. Bu çalışmalarım da bana Dünya Çocuk ve Gençlik Derneği ( İBBY ) Onur ödülü ve belgesini kazznadırdı
Diğer çalışmalarım da şöyle:
1975 Yılında Milliyet Gazetesi Roman Yarışması’nda  ULUSU adlı romanım dereceye girdi ve yayımlandı.
1989 ‘ da TRT’nin 25.Kuruluş yılında düzenlediği senaryo yarışmasında KAVGA ve SEVDA adlı eserimle Gençlik Senaryosu Dalı’nda 1.oldum.
1990 Yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği Çocuk Öyküleri Yarışması’nda DÜNYAMIZ GÜZEL OLMALI adındaki öyküm birinci oldu.Bu öykü daha sonra 2001 Yılında Kültür Bakanlığınca kitap olarak basıldı.
Cumhuriyetimizin 75.kuruluş yılında Kültür Bakanlığının düzenlediği Oyun Yarışması’nda: ONURLU DİRENİŞ / KUVAYI MİLLİYE oyunumla Kültür Bakanlığı BAŞARI ÖDÜLÜ’nü aldım.Oyun bakanlıkça yayımlandı.
Yine 2004 TUDEM Edebiyat Ödülleri Yarışması Çocuk Öyküleri dalında HOŞÇAKAL AKDENİZ adlı dosyam ikinciliğe değer bulundu ve 2006’da kitap olarak TUDEM Yayınlarınca yayımlandı.Ayrıca, HOŞÇAKAL AKDENİZ; Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’ nce 2006 YILIN ÇOCUK KİTABI seçildi.
KÜLTÜR BAKANLIĞI NIN 2005 Klasik Romandan Oyun Uyarlama Yarışması’nda Refik Halit Karay’dan uyarladığım ÇETE adlı oyunum üçüncülük ödülüne uygun bulundu.
Sanat ve Edebiyat çalışmalarını  hayatı güzelleştiren ,derinleştiren anlamlandıran çabalar olarak görüyor,bu alanda üretken olan herkese saygı duyuyorum.Mesleğimden  gelen çocuk sevgisiyle de son yıllardaki çalışmalarımla özellikle onlara ulaşmaya,onlarla hayatın güzelliklerini paylaşmaya çalışıyorum...
---
Tumblr media
Bol okumalı günler dileklerimle
1 note · View note
layezalll · 7 years
Photo
Tumblr media
BugünYirmiüç şubat perşembeyi cumaya bağlayan gece saat 03:46
Bir şey yazmalıyım! Bir şey! Yarın öleceğimi varsayarak…
Yarın işte, saatsiz dakikasız… Önümüzdeki günlerin senedi olmaksızın elimde Herhangi bir zamanın herhangi bir diliminde!
Sebebi olmamalı, yazmalıyım sadece
Kimileri ‘Efendim!
Bunlar intihar işaretleri!
demeli… Kimileri de ‘Ecel!
Bana ne olduğunu bilmemeli hiç kimse
Bugün bir şey yazmalıyım!
İçime doğmuş olmalı ölüm bir gün önceden…
Acıların en demli yeri olmalı bu şey!
Bir mektup gibi bir şey…
Sılaya hasret kalmış Er mektubu gibi!
Anneme gönderdiğim bir mektup gibi gerçekçi ve yalın olmalı.
Canakkaledeki Kınalı Hasan’ın mektubu gibi bir şey!
Bu satırlar geleceğe gönderilmeli…
Kendimi paklamalıyım bununla…
Nasıl olsa yarın öleceğim demeliyim…
Ne varsa içimde eşime dostuma söylemediğim hepsini.
Hayatımda en az bir kere görmüş olduğum insana bile seslenmeliyim!
Her sabah yolda giderken karşılaşmış olduğum insanlara bile, belki ayak seslerim onları rahatsız etmiştir düşüncesiyle, seslenmeliyim!
Önce Anama : Anne! Sen annesin…
Gözlerim hâlimdir sana, sükûtum arzım…
Sen anamsın , beni şu dünyaya, şu kördüğüm olmuş hayata bırakıveren, çocuk yüzümü okşaya okşaya böyle bir zamana hazırlayıp, bu yaşıma getiren , dizinde uyuduğum annemsin sen…
Şimdi de beni her an artan bir ümitle bekleyip duruyorsun.
Bekleme beni, artık sana gelemem, anla beni…
Sen annemsin, nasırlı ellerin, çatlak dudakların, mütebessim çehresiyle karşılıksız seven, aman önce çocuklarım diyen o kadın…
Mutfakta yemeğini hazırlarken acı ve yanık türküler dinlerdim senden ayaküstü kapıdan geçerken…
Hayatını yazmayı düşündüğüm tek insansın sen.
Ciğerlerinden bir ah kopar, türkü seslerine karışır…
Üç kere seslenirim sana, üç kere annem derim…
Üç kere kıyamam…
Babam: Gaipten eller uzanıyor bana bana
Bunlar senin şefkatli ellerin…
Sen hep beni düşündün
Akşam eve geldiğinde hiçbir şey yokmuş gibi gülümsemen bundan…
Senin ellerin
Onlar benim gözyaşlarımı silebilirler.
Erkek adamın erkek oğlu…
Sonra ablalarım :
Zeynep ,Gönül, Yasemin ,Dilber ve Hanım
İki dakika kesin kavgayı da kardeşinizin şu sözlerine kulak verin hele…
Yasemin Küçük kardeşim…
Aspirinim…
Kandırdık seni bunca sene…
Yok öyle bir şey Deli Haydar diye yağmurda çıkarsan dışarı, kaçıran seni.
Sonra iç istediğin kadar o kahveden, kararmazsın korkma!
Zeynep! Benim güzel kardeşim…
Bu sene yuvana yeni bir kişi eklendi Güzel yeğenimin sevimli eşi
Şunları da söylemeden geçemeyeceğim, biz küçükken bir günlük tutmuştun hatırlıyorsundur…
Hatta şu an ‘A a!
Sen nereden biliyorsun ki! Fuat der gibisin sanki
diye de içinden geçiriyorsundur…
Biliyorum, hep biliyordum…
Çünkü ben onun kilidini çoktan açıp okudum akıllım.
Çünkü kardeşler çaktırmazlar ama kardeşleri üzülmesin isterler.
Ben senin her şeyini biliyorum.
Akrabalarım: Sizi nasıl tanımlayabilirim ki?
Buldum!
Rengârenk!
Diyorum ya eski bayramlar kalmadı artık diye, boşuna değil.
Ben sizinle bayram günü hep birlikte olmayı özledim.
Kurban kanını alnımıza sürmesini özledim Hasan amcamın
Küçük, şiddetsiz geçimsizliklerimizi özledim teyze çocuklarımla.
Sonra yengemin bağırmasını
Ya kötüler Yaa!’
diye sitem etmesini özledim.
Dayılarımı o kurbanlıklar başında telaşlıyken görmeyi özledim.
Aldıkları o keçiyle inatlaşmamı özledim, merak ediyordum acaba keçiler gerçekten inatçı mı diye, inatçıymış.
Bir adım attıramamıştım…
O eve yayılan etle karışık ter kokusunu özledim.
Demek ki diyordum kendi kendime o zamanlar bu eti hazırlayıp önümüze koyanlar gerçektende uğraşmış.
Ter emeğin kokusu, et de sevginin kokusu oldu benim için o günlerden sonra…
Bunları yaparken en son çocuktum.
Ben çocukluğumu özledim…
Çocukluğumu özlenilir bir çocukluk kıldığınız için, böyle bir çocukluğu yaşattığınız için, sizler iyi ki vardınız.
Keşke hep olsaydınız…
Arkadaşlarım: Ömrümün adını koyamadığım mevsimi sizler…
Sizinle hep güldük diye hatırlıyorum sevgili dostlar…
İnsan annesiyle babasıyla konuşamadığı şeyleri dostlarıyla konuşurmuş bunu öğrendim, bildim…
Sırdaşlarım…
Hepinizi ayrı ayrı seviyorum…
@2525dadas Kardeşim…
Şöyle bir düşündüm de tam tamına Üç sene olmuş seninle tanışalı, ne çok anı aktarmışız birbirimize , ne çok duygu paralellliklerinde olağan ruh hallerine şaşırıp kalmışız bereber bunda en büyük katkı senin. ne çok çeşitliliklerle başediyorsun sen güzel adam amma kahrımı çektin sende. ne büyük yük, ne büyük sabır var o tertemiz yüreğinde
enson yediğimiz etli ekmeğin tadı hala damağımda bunuda belitmekte fayda olduğunu düşünüyorum belki tekrar kısmet olur
@sarbenisessizlik
Seni tanıdığımdan beri kendine her zaman ki gibi haksızlık ediyorsun, herkesin ben kahramanım ünlemleriyle süslediği çelimsiz bedenlerinin aksine sen mütevazi huninle, kahramanlık destanlarını gölgeliyorsun. ben anlattım sen dinledin, ben anlattım sen anladın, ben sordum sen cevapladın. sana benim hayatımda ki rolünü nasıl anlatabilirim ki bazen kelimeler kifayetsiz kalır tıpkı senin gibi Adam.
@golgeolma55
Işte sözün bittiği yer burası Senin için burayı süsleyecek kelime benim hezinemde yok güzel bacım ben ne diyeceğim şimdi, bu kadar güzel yürekli kardeşime , bu kadar özel dilek yer bulurken sema'da.. hayatımın en anlamlı en özel dostum .. sen ne güzel insansın her ne kadar söyleyecek söz bulamasam da hepinize teşekkür ederim diyecek kadar da geniş olmayacağım.
@marjidem
Çünkü yaşıyor olmak bazı kalpleri yorar, bu hayatı böyle çırılçıplak görmek, hiç korunmadan ona öylece yıllarca maruz kalmak yaralar bizi. Yara açıktır ve hep içerilere işler. Hayatı senin gibi görmeyenlere anlatsan dinlemezler,dinlesen inanmazlar. Biz öyle görmüyoruz senin ruhun hasta derler. İşte o an kalkınma güçlenme zamanıdır Gömülür ve gömülür en derine, insan kendini hatırlatan herşeyi unutmaya çalışıp kızıldere gibi kalmaya inat ettikçe bir dost eli uzanır en samimiyetinden işte o vakit umutlar yeşerir boz kırlarda yeşile çalar bütün kainat bunun adı sevgili ablamdır
@zeynep-ylmz
bazı durumlar da susmanın bilgeliğine inanıyor insan, ne kadar edebi cümleler kullanırsan kullan cümlelerin susuyor, sen anlamını yüklüyorsun salıyorsun yeryüzüne bazen birini betimlerken mecazlı cümleler kurmak zorunda kalırsın, ancak o vakit onun hakkında belki biraz olsun gerçeğe yaklaşabilirsin, farklı gezegenden gelebilecek kadar bu dünyalı değil, kırk erenin sırrına erecek kadar engin. öyle olmasa betimleyebilir mi bir insan bir dostluğu böyle güzel  üstelik böyle bir yaşamda.
Uzatmadan söyleyeyim.
Diyorum ki benim herkes mezarıma da gelebir, bir Fatiha okursunuz
Hani isterseniz dertleşiriz de…
Arkadaşlarım!
Ne ayaksınız oğlum siz?
Kırdıklarım kırıldıklarım…
Yüzünü en az bir defa gördüklerim…
Hepinizi ayrı ayrı seviyorum
Son olarak Sevdiğim Kız:
Kafası karışık olmak tam da böyle bir şey galiba…
Kuzey, Kuzey Doğu, Kuzey Batı, Güney, Güney Doğu, Güney Batı, Doğu, Batı…
Her yerimdesin…
Kaldığım, kalıyor olduğum, kalacağım her yerimdesin…
Küçük hayallersin…
Küçük hatıralarsın…
Küçük küçük hemen hemen her şeysin… Çekmecede bir defter…
Orada bir saat…
Burada bir mektup…
Şurada bir anahtarlık…
Bir çiçek defter arasında senin verdiğin… Sonra o okul…
Merdivenin hemen yanı…
Pencere kenarında papatya
Bir aşk hikâyesi bu bir başlangıç…
Haziran Yirmiüç…
‘A’ deyince aklıma geliverirsin…
Saçlarını düzeltişin…
Şu senin ayakların, koca ayakların…
Şu senin yere düşen tokan
Şu senin mavi kazağın…
Şu senin kıskançlığın…
Şu birlikte beklediğimiz otobüs…
Öyle kolay mı?
Bunları unutmak öyle kolay mı?
Seni anlatacak kadar mükemmel değilim aslında…
Hem cennet anlatılmaz yaşanır
Anlatamıyorum da zaten…
Kaderin cilvesi işte
Yaşattıklarım için senden çok özür dilerim…
Ben mükemmel bir adam değilim…
Seni hep mutlu bilmek isterim…
Sen her şeyin en iyisine layıksın…
Sen benim buraya yazdıklarımdan çok yazamadıklarımsın…
Derdin ya sen ‘neyse’… İşte aynen öyle… Neyse…
Yarın olacak! Bu mektubu geleceğe göndermenin telaşı içerisindeyim…
Bilmiyorum gerçekten ölür müyüm yarın…
Hayal bu ya!
Sanki hâlâ söyleyemediklerim var size…
Elimde tuttuğum sayfaları zarfına yerleştiriyorum…
263 notes · View notes
barkoturktv · 5 years
Text
İmamoğlu'nun kırmızı çizgileri
Tumblr media
23 Haziran seçimlerinde yeniden İBB başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu  seçim sürecinde yaşanılanlar hakkında konuştu. İşte Sözcü gazetesinde yer alan röportajı, İmamoğlu, “Ortaokul lise zamanlarından beri günlük meraklısıyım. Ara ara yazdığım 20 – 25 şiirim var. Günlüklerim hâlâ duruyor arşivimde. 20'li yaşlarımda İstanbul'da başarılı olmanın zorluklarını yazmışım” dedi. ‘BU ÇOK TEHLİKELİ…' – Hayırlı olsun… Çok yorgun olmalısınız… Yorgun değilim ama bazı şeyleri çok özlemişim… Kitap okumak gibi. – Siz, orta sınıf değerler bütününü hatırlattınız topluma, hem milli hem dini bayramları kutlayan bir kuşağın çocuklarıyız biz… Yüzde yüz doğru söylüyorsunuz. Öyle bir ortamda, atmosferde, ailede büyüdük. Ayrıştırıcı mevzular gündem değildi. Maalesef son 16 yıldır kutuplaştırarak siyasette başarı elde etme çabası ortaya konuldu. Bu yaklaşımlar o kadar tehlikeli ki. Ve hatta öyle kalıcı hasarlar bırakabilir ki, bazen tedavisi bile mümkün olmayabilir. ‘SAĞLIKLI POLİTİK DİL' – Ne tuhaf değil mi? Ve çok acı. Ben hiçbir zaman bunu tasvip etmedim. İlçem Beylikdüzü'nde kendimce bir felsefe geliştirdim. O dönemde arkadaşlarım tarafından “İktidarı hiç eleştirmiyorsun, böyle ilçe başkanlığı olmaz” cümlelerini duydum. Beni “Sen CHP'li değil misin?” diye bile sorguladılar. Yaptığım şuydu; yok saydım. Benim konum hak, adalet, çözümler, alternatiflerdi. Bu bana iki şey kazandırdı. Öncelikle çok sağlıklı bir politik dil oluşturduk, ikincisi de Türkiye'de var olan hayranlık ve nefret duygularını ilçeme taşımamış oldum. Türkiye'de yaşatılan bu maksimum kutuplaşmanın ortaya koyduğu gerilimi hafifletmek, hatta unutturmak adına, hiçbir strateji oyunu içermeksizin, neysem o bir kampanya yönettim. ‘İLK KEZ YAPMADIM' – İlk gün odanızda dua ettiniz ve eleştirildiniz. “Oraya bir imam getirmek laikliğe aykırıdır.” Hayır, o benim kişisel alanımdı. Yaptığım şey; ailemle beraber, dua ile yola çıkmaktı, üstelik bunu yeni yapmadım ki… 2014'te Beylikdüzü Belediye Başkanı seçildiğimde de aynı duayı yaptım. – Bazıları Atatürk portresinin mesajını “sert” buldu… O benim yıllardır yol haritamda bir felsefe; Atatürk'ün yaklaşımı, devlet adamlığı, liderliği. Hiçbir çıkar beklemeden devlete, millete adanmışlık, ürettiklerinizi, yarattıklarınızı tümüyle millete bırakmak… Son yüzyılda kaç lider var onun gibi? ‘BİR KARIŞ TOPRAK BİLE' – Kırmızı çizginiz nedir? Kırmızı çizgim elbette var. Toplumsal tüm mevzulara duyarlıyım, her şeyi tartışırız, konuşuruz. Ama milletin, toprakların bölünmez bütünlüğünü, bayrağımızı tartışmayız. Bir karış toprağı bile… Millet olabilme duygusunu sarsacak, sınırlarımızı tartışmaya açacak her konu kırmızı çizgimdir. Ama her insanlık sorununu konuşalım. Adaleti, eşitliği, özgürlüğü, yoksulluğu, demokrasiyi… Bunları çözelim. – LGBTİ bireyin sorunu? Gayet tabii, o da çözülsün. Tüm tercihlere, yaşam biçimlerine ön yargısız bakabilmek önemli. abii ki bireysel alanımda kişisel kırmızı çizgilerim de var. – Neler mesela? Yalana, insanları aldatarak siyaset yapmaya, şiddete tahammülüm yok. Ekrem İmamoğlu, “Milletin yüzünde huzuru görüyorum” dedi. – Uzun süredir büyük bir kesim kendilerini çok umutsuz ve çaresiz hissediyorlardı. Sizde de “bir şeyleri uçurumun eşiğinden aldık” gibi bir duygu var mı? Bir rahatlama… Ben size bir şey söyleyeyim mi; Sayın Cumhurbaşkanı'nın bile Japonya ziyaretinde rahatladığını gördüm ben. Farkında değiller belki ama biz onları bile rahatlattık. Demokrasi öyle bir ferahlık ki… Kendi varlığını ispat açısından sandıktan çıkanın kabulü çok önemli, çok değerli bir şey, nefes gibi. Ben milletin yüzündeki huzuru, keyfi görüyorum. Çocukların, gençlerin enerjisini… Başaramasaydık, bu gençleri kaybederdik Özlem Hanım… Evet, sorunları var bu şehrin… Ama şu anda bir mutluluk var, yaşıyoruz onu. "DÜNYANIN EN İYİSİ OLMAK İSTERİM" – Size benzer pek çok aday ya da siyasetçiden neyiniz farklıydı sizce? Galiba şu; çok adarım ben kendimi, sınırım yok o konuda. Eşimle de bunu çok tartışırız. İlçe Başkanlığı yapacağım; nedir, koltukta oturursunuz, birkaç toplantıya katılırsınız. Ama ben 5 yılımı sokaklarda geçirdim, belediye başkanı oldum, yine aynı… Çok insani olmayabilir, ailenizi yorar… Bir de idealist davranmaya çalışıyorum yol haritamda. Kastım şu; örgüt başkanıyım en başarılısı olmak istiyorum, ilçe belediye başkanıyım en iyisi olmak istiyorum. Şimdi İstanbul Büyükşehir, dünyanın en iyisi olmak isterim.  Son olarak bir de samimiyeti ruhumdan eksik etmem. Bunu çalışkanlıkla birleştirdiğim zaman, sonuç da alırım. TOPLUMUN FERAHLAMASI İÇİN O AİLE FOTOĞRAFI GEREKLİYDİ İmamoğlu ve Yıldırım aileleri, açık oturum sonrası hatıra fotoğrafı çektirmişti. – Rakibiniz Binali Yıldırım ile açık oturuma çıktınız. Yıllar sonra bir siyasi tartışma izledik. Siz ne hissettiniz o yayında? Başından beri o yayını talep eden benim. Orada esas olan, farklı düşünseler de bir arada yaşayabileceklerini hatırlatırsınız. Her şeye rağmen, tüm risklere rağmen, iki tarafın bunu kabul etmiş olması değerliydi. – Final fotoğraf da çok değerliydi… Bir aile fotoğrafını özellikle ben talep ettim. Eşler, çocuklar, aile… Çok önemliydi bu görüntü. İyi biliyoruz ki iki kapı komşusu siyasi çekişmelerden dolayı konuşmuyor bu şehirde. İnsanlar birbirlerine selam vermiyor, düşmanlık besliyor… Bu durumdaki bir toplumun ferahlaması için o fotoğraf gerekiyordu. Bunlar kalıcı işler, iyi ki Sayın Yıldırım kabul etmiş. Bu bir seçimi kazanma stratejisi değil… Bu, topluma, demokrasiye hizmet. Bu nedenlerle o yayın çok önemliydi. – Herkes size “aslansın, kaplansın” dediğinde nasıl tedavi ediyorsunuz ruhunuzu? Ailem çok büyük şans. Sürekli gaza getiren değil, sürekli yüzleştiren, sorgulayan bir ailem var. Eşim bunların başında geliyor. Çocuklarım da öyle… Annemi koymuyorum bu statüye, çünkü annemin tek konusu şu “Oğlumun sesi niye kısık, dinlendi mi, uyudu mu, kalktı mı?” Bazı aileler vardır, sizin rüzgarınıza kapılır. Bizim evde kimse benim rüzgarıma kapılmıyor! Tam tersine başka bir rüzgara koşuyorlar… Geniş ailemde de bir karar birliğimiz var. Son olarak ramazanda bir iftar yaptık. “Her biriniz sorumlusunuz, en ufak bir hatanız bana yük edilebilir” dedim. Onlar da sağ olsun gayet iyi anladılar. Read the full article
0 notes
istandistmag · 6 years
Text
‘Sinan Kuran’ – “İlk İşe Başladığımda İki Kişiydim, Şimdi Yüzleri Geçtik”
Zaman zaman yanılsam da hala vazgeçmediğim ve tek bildiğim; ben güldüğümde ekibimin de güldüğü, suratım asıkken onların da suratının asık olduğudur. Bazen olumsuzluk bile uyumun, ahengin güzel bir örneğidir.  
Öncelikle sizi yakından tanıyabilmek adına kendinizden biraz bahseder misiniz?
Merhaba, 1970 yılında Ankara’da doğdum. Evliyim ve iki kızım var. Mimar Sinan Üniversitesi İç Mimarlık Bölümünden mezun oldum. Mezun olduğum senede şirketimi kurup Ankara’dan sonra ailecek taşınmış olduğumuz İstanbul’un hala bitmeden bana hayatı var olmayı, mücadeleyi öğretmesine şahit oluyorum.
Çocuklarım olduktan sonra daha farklı bir gözle bakıyorum yaşama, çok daha keyif alıyorum her şeyden. Bir şeyler öğrenmek güzel ama öğretmek çok daha güzel. Tam bir doğa düşkünüyüm. Olmazsa olmazım balık avı. Dünyanın bir çokyerinde vakit buldukça turnuvalara katılıyorum. Yeni insanlar ve yeni yerler görüp, keşfetmekten keyif alıyorum. Ailecek seyahat etmeyi çok seviyoruz.
Üniversite son sınıfta ufak tefek işler yapmaya başlamıştım. Her zaman gözüm yapabileceğim boyuttaki işlerde olmuştur, benim için en önemli şey başarmaktır.
Biz aslında sizinle meslektaşız. Grafik Tasarım mezunusunuz hayalinizde İç Mimar olmak mı vardı?
Babam Yüksek Mimardı. Almanya’dan mezun olup Türkiye’ye gelmiş ve kendi iş yerini kurmuştu. Bilirsiniz çocuklar hep ailelerini örnek alır, ben de uzun süreler babamın günün neredeyse tamamında hiç elinden kalemi düşürmeyip çizim yapmasını seyrettim.
Zaten baktığımda ismimi Sinan koymuşlar, kendisi de mimar. Ben de yakışanı yaptım, üstüne bir de Mimar Sinan Üniversitesi’ni kazandım daha da fazlası evet ben iç mimarlık mesleğini çok sevdim. Çabuk sonuç almayı, hızlı olmayı seviyorum. Benim için en keyifli kısım; bir işi bitirip, karşısına geçip ona bakmak ve yenisine geçmek.
Mimarlıkta işin tabiatı gereği, betonarme kalıp v.b. gibi beklemeni gerektirecek bir sürü etken var, bu iç mimarlıkta çok daha kısa ama kesinlikle mimarlık ve iç mimarlık beraber yürür ise daha mükemmel sonuçlar çıkar.
Mimaride etkilendiğiniz önemli bir şahsiyet oldu mu?
Evet üç yıl önce gezdiğim Marques de Riscal Vineyard Hotel ve sonra kendisini araştırmaya başladığım Frank Gehry etkilendiğim mimarlardan. Ben kendime çok yakın buluyorum yaptıklarını, sanki bir iç mimar rahatlığıyla yapılabilirliğini bile sorgulamadan korkusuz tasarımları çok hoşuma gidiyor. Ayrı ayrı baktığında bir birine hiç yakışmayacağını düşündüğün şeyleri tasarımla, büyük ustalıkla bir araya getiren bir mimar.
Mesleğe başladığınız o yıllarda mimari ne durumdaydı?
Büyük şehirlerde özellikle yurt dışında mimarlık mesleğine ve şehirciliğe inanılmaz saygı var. Bundan 20 yıl önce bence mimarlar daha idealistti. Şu anda ortama ve şartlara göre evrim geçirmiş durumda.
En büyük ilham kaynağınız ne?
En büyük ilham kaynağım doğa. Yaptığım tüm tasarımlarda modern çağın uzaklaştırdığı tabiattan bir parça koymaya çalışıyorum. Tasarımlarıma kesinlikle doğal ve geri dönüşümü olan malzemeler kullanıyorum ve özellikle enerji tasarrufuna önem veriyorum.
Biraz ofisten ve işteki aşamalardan bahsedebilir misiniz?
Benim güzel ofisim. Her birey biz de bir şirkettir, kimsenin önünü kapatmam.. Ben ülkenin geleceğinin annelerin elinde olduğunu düşünüyorum. Ofisimin % 70’i hanımlardan oluşuyor. Ofisimin başında, on yıldan fazla bir süredir Sema Hanım var. Ben işi getiririm, ekibim işi bitirir. Bizdeki sistemi kısaca anlatayım. Projenizi almaya yönetici ekibimle karar veririz ve her projeyi almayız. Zaman ve kalite bizim için önemlidir. Bizde tasarım ekibi, proje ekibi ve teknik ekip ayrıdır. Bünyemizde otuza yakın mimar ve iç mimar çalışmakta. Ortalamada proje büyüklüğüne göre her mimar 1 ya da 2 projeye bakar ve her şantiyede mimara bağlı tekniker bulunur. Mimar çalışacağı alt tasarımlarını havuzda bulunan kişilerden kendisi seçer. Çalıştığımız tüm ekipler, alçısından boyacısına kadar bizim başarımızda emeği olan en az on yıllık ekiplerdir. Ekiplerin anlaşması bizim için çok önemlidir.Böylece hepsi birbirinin işine saygı duyup, bozmaz.
Çok büyük bir ekiple çalışıyorsunuz, bu ahengi nasıl sağlıyorsunuz?
Öncelikle onlardan biriyim. İşime yönetici olarak başlamadım; boya yapmayı da, temizlik yapmayı da bilirim. İşe başladığımda iki kişiydim, şimdi yüzleri geçtik. Zamanı gelir onlardan biri olurum, aynı çayı içerim, aynı yerde otururum. Ben korkuyla yönetmem,  saygıyla yönetirim. Zaman zaman yanılsam da hala vazgeçmedim, tek bildiğim; ben güldüğüm de onların da güldüğü, suratım asıkken onların da suratının asık olduğu. Bazen olumsuzluk bile uyumun ahengin güzel bir örneğidir.
KRN Mimarlık firmasını kurarak, sadece Türkiye’de değil, Polonya, Fransa, Suudi Arabistan, Rusya ve Irak’ta 500’e yakın proje bitirdiniz bu başarıyı neye borçlusunuz?
Bu başarıyı iyi bir ekibe borçluyum. Onlar iyi oldukça siz dış dünyaya daha iyi bir gözle bakabiliyorsunuz. Artık sadece iyi işi yapmak yeterli değil, kesinlikle iyi bir çevre gerektirir. Yabancı markalarla uzun süredir çalışıyoruz .Her başarılı iş size yeni bir iş getiriyor.
Ülkemizde mimarlığın daha iyi bir seviyeye gelmesi için zengin ve tarihi kültürel arka planımızı daha iyi nasıl değerlendirebiliriz? Bize özgü bir mimari anlayış yaratmakta bu husus ne derece önemli?
Türkiye olarak çok zengin, aynı zamanda tılsımlı bir kültürümüz ve tarihimiz var. Biz mimarlar olarak yaptığımız eserlere ruhunu vermek açısından kültürümüzden, yaşantımızdan, inançlarımızdan, umutlarımızdan  kısaca bizi biz yapan tüm özelliklerimizden yararlanmalı ve hayal gücümüzü yaratıcılığımızla bütünleştirip eserler yapmalıyız diye düşünüyorum. Bunun yanında sadece bizim tarih ve kültürümüzü bilmek yeterli değil, mimar olarak dünyadaki değişimlerden ve yeniliklerden haberdar olmalıyız.
İstanbul’daki kentsel dönüşüm çalışmaları hakkında görüşleriniz neler?
Türkiye’nin ekonomisi inşaata dayalı bildiğiniz gibi. Öncelikle depremden dolayı 2014 yılında riskli binaların yıkımı ve yeniden yapılması olarak başlayan bu dönüşüm, mevcut göçün hızlanması ve gecekondulaşmanın önüne geçmek için özellikle İstanbul’da belli başlı bölgelerde inanılmaz hızlı oldu. Ben bu dönüşümün doğru şehir planlaması ile birlikte yani alt yapı ile birlikte aynı anda yapılırsa doğru buluyorum. Tabiki İstanbul’un tarihine saygı duyarak.
Son dönem projeleriniz veya gelecekte hayata geçirmek istediğiniz projeler neler?
Şu anda yurt dışı projelerine ağırlık verdik. Rusya ve Amerika’da işlerimiz var. Hayalimdeki projem; odalarının büyüklüğü ve adedi ile anılmayan, şehrin merkezinde nefes alabildiğim doğa dostu bir otel yapmak.
Son olarak, genç mimarlara neler tavsiye edersiniz?
Yeni mezun arkadaşlarımdan; bakmakla görmenin farkının ne olduğunu anlamalarını rica ediyorum. Sabırlı olsunlar, bir şeyi başarmanın detaylarda gizli olduğunu bilmelerini, çok okuyup araştırmalarını tavsiye ederim.
The post ‘Sinan Kuran’ – “İlk İşe Başladığımda İki Kişiydim, Şimdi Yüzleri Geçtik” appeared first on Şehri Keşfet & Explore the City.
from WordPress http://ift.tt/2ALq7oG
0 notes
fakirogrenci · 7 years
Text
New Post has been published on Dini Hikaye
New Post has been published on http://www.dinihikaye.com/can-simidi/
Can Simidi
Semih Bey bir işadamıydı. Şu günlerde ortağı olduğu şirket iflas etmiş, yüklü miktarda borcun altında kalmıştı. O çalışanlarının hukukuna son derece riâyet eden bir işadamıydı. Alacağı varsa, karşı tarafı mağdur etmezdi. Borcuna sâdıktı. Ama bu kadar büyük bir borcun altında, sâdık olmak istese de olamıyordu. Babam: “-Allâh’ın kaderinin dışında bir yaprak dahî kımıldamaz!” derdi.
“Hayatım boyunca belki Allâh’a lâyıkıyla kulluk etmedim, ama hep Rabbime inanarak yaşadım. Ve hayatım boyunca dürüst yaşamaya çalıştım. Neden Allah beni böyle bir durumla yüz yüze bıraktı? O kadar dolandırıcı var, hortumcu var; bu musîbet bula bula beni mi buldu?!”
Semih Bey, bu düşüncelerle boğuşa boğuşa Üsküdar sahil şeridinde yürümeye başladı.
“Çevremdekilerden ufak bir sevgi pırıltısı görsem, belki içimdeki karanlıklardan kurtulacağım. Karım artık yüzüme bakmaz oldu. Borç senetleri birikmeye başladığından bu yana, istediği gibi alışveriş yapamadığı için kaprislerinden geçilmiyor. Âh Reyhan!.. Senin bu tavırlarınla her an ölüm kefenimi giyiniyorum.
«-Canını sıkma, bunlar da geçer; sana sevgimden hiçbir şey kaybetmedim!..» desen, şu ruhu çekilmiş bedenime can gelir.
Çocuklarım, senin korkundan yanıma yaklaşamıyorlar. Evlatlarımdan ayırarak ölmeden önce öldürüyorsun beni. Sanki her şey üstüme üstüme geliyor. Gireceğim toprak, gördüğüm bütün yüzlerden daha vefâlıdır bana… Eminim öldüğümde de ardımdan kimse ağlamayacak!.. Meğer yirmi yıllık çabam, uykusuz geçen gecelerim, iş seyahatlerim, hepsi boşunaymış. Hey koca dünya!.. Şu debdebeli görüntünün altında ne acımasız, ne çirkin bir yüzün varmış! Bunu anlamak için her şeyimi kaybetmem gerekiyormuş meğer!”
O esnada yoldan geçen jipe gözü takıldı. İster istemez:
“-Gözlerime inanamıyorum!” diye mırıldandı. “Daha dün elimden çıkardığım jipimle bir başkası hava atıyor. Hey sahte dünya! Cebim para ile doluyken senin üzerinde aldığım her bir nefes, ne kadar keyif veriyordu bana… O çekici güzelliğinin altında ne hain bir gülümsemen varmış!.. Sana gönül kaptıran kişiler, gerçek sevgiyi tadamaz. Menfaatleri biterse, sevgileri de biter. Yirmi yıllık karım, neredeyse kapıya koyacak beni. Hayır! Hayır! Ben nâmusumla yaşadım, nâmusumla da öleceğim!..”
Bunları düşünürken, yolun üstündeki dükkândan birisinin ite kaka çıkartıldığını gördü. Konuşmak için yanına gitti. Yerde oturup kalan bu gencin yüzünde biraz önce yaşadıklarının izi görülmüyordu. Gülümseyerek bakıyordu.
“-Hayrola kardeş, neden bu hâldesin?”
“-Ne olacak abi, iş başvurusu için girdiğim yerden eli boş çıktım.”
“-Çoluk-çocuk var mı, evli misin?”
“-Evliyim abi, üç de çocuk var elhamdülillah. Onlar Konya’dalar.”
“-Sen burada ne yapıyorsun?”
“-Şu ekonomik kriz bizi ezdi geçti. Bir bakkal dükkânım vardı. Karınca kararınca geçiniyorduk. Nerden geldiğini anlamadığım bir gülle vurdu, devirdi bizi. Anlayacağın beş kuruşa muhtaç olduk.”
“-Seni dinlemeye başladığımdan beri dikkat ediyorum, yüzünde hep bir tebessüm var. Hâlâ gülebiliyorsun.”
“-Abi, Allâh’ın verdiğini hiç sorgulamam. Çünkü O, bizlere hep hayırlar gönderir.”
“-Hayır bunun neresinde, anlayamadım. Sen de sefil bir hâldesin, âilen de…”
“-O hayrı şimdi göremesen de yarın görürsün. Abi, ben üzerime düşeni yapar, gerisini Allâh’a havâle ederim. Kapılar yüzüme kapanıyorsa da vardır Rabbim’in bir bildiği…”
“-Peki, hanımın ve çocukların sana karşı nasıllar?”
“-Eskisinden çok daha iyi!..”
Bunu duyunca dizlerinin dermanı tamamen kesildi. Neredeyse yere yığılıverecekti.
“-Nasıl yani?!” dedi.
“-Zor zamanda gönüller bir olmadıkça sevginin ne değeri kalır ki? Elhamdülillah hanım da, çocuklar da bunun Allah’tan gelen bir imtihan olduğunun farkındalar. Şimdi yapılacak en iyi şey, böyle kötü günlerde birbirimize destek olmaktır, diyorlar. Hem el emeği bir şeyler yapıp ekmek parası çıkarmaya çalışıyorlar.”
“-Peki, kardeş, ne diyeyim, sen mutluluğun sırrını çözmüşsün, haydi bana eyvallah.”
“-Güle güle abi, bugün karnın açsa, Allah yarın karnını doyurur; insanlar yüzüne gülmüyorsa, yarın sana dost olurlar.”
“-Benim için bunlara inanmak çok zor artık!” dedi. Başını önüne eğdi ve bir yandan da; “Hep bolluk içinde yaşadım, fakat bir gün dahî bu gencin şu en zor anında hissettiği huzuru yaşayamadım.” diye içinden geçirdi.
Biraz ileride bir simitçiye rastladı. Simitçi, sanki onun aç olduğunu anlamışcasına sıcak bir simit uzattı. Başını “Hayır!” dercesine salladı. Dünden beri ağzına bir lokma dahî almamıştı. Yaşadıklarının acısıyla açlığını unutmuştu, tâ ki sıcak simit kokusunu alana kadar… Elini cebine attı. Yutkundu, çaresizlik içinde başını eğip oradan ayrıldı. Hey gidi hey, daha dün İstanbul’un en meşhur restorantlarında kebap yerken düştüğüm şu hâle bak. Boşuna yaşamışım bu dünyada!..
Yolunun üstünde yetmiş-yetmiş beş yaşlarında bir hanım, kedileri başına toplamış onlara süt ve ekmek veriyordu. Açlığı o hâldeydi ki, kedilere gıptayla baktı. Sonra da bu yaşlı hanım dikkatini çekmiş olmalı ki, onu seyre daldı. Üstünden başından bir gariplik yaşadığı belli oluyordu. Ama aynı zamanda dünyanın en mutlu insanı gibi de görünüyordu. Yüzünde kocaman bir tebessüm vardı.
“-Bugün de karşıma hep böyle insanlar çıkıyor nedense?! En bedbaht tabloyla en mutlu tablo yan yana!..” dedi, alaycı bir g��lümsemeyle.
Yaşlı Hanım, kendisine seslendi:
“-Evlât, öyle meraklı meraklı bakacağına gel de yardım et.”
İçinden, yabancı biri olduğum hâlde ne kadar da samimi davranıyor diyerek yanına yaklaştı:
“-Teyze, istersen ben yapayım, sen yorulma.” dedi.
“-Yorulmak mı?! Yetmiş beş yaşındayım, şu yaşıma kadar yorulmak nedir bilmedim. İşleyen demir pas tutmaz.”
“-Amca hayatta mı?”
“-Otuz yıl önce gitti, bir daha geri dönmedi!.” dedi yine yüzündeki tebessümle…
“-Allah Allah!.. Ben mi anormalim, yoksa karşılaştıklarım mı?! İnsan kocasının ölümünden bahsederken de güler mi yâ hû!” diye geçirdi içinden… Sonra sesini yükselterek:
“-Yalnız yaşıyorsun yani…” diye sordu yaşlı hanıma…
“-Allah var, evlat!.. Çocuklar da hâlimi arar sorarlar.”
“-Senin yaşındaki, biri için yalnız olmak zor değil mi?”
“-Bak evlât! Dünyanın en mutlu insanı benim. Hem ne varmış yaşımda, ben on sekiz yaşındayım.”
“-Evet, haklısın, insanın o yaşta ayakları yerden kesilmiştir, gerçekleri göremez.”
“-Yanılıyorsun evlât, hayata nasıl bakarsan, o da sana o şekilde cevaplar verir. Allah, kulu için hep hayırları murâd eder.”
“-Bugün ne kadar çok işittim bu sözü…”
“-Bir şey mi dedin oğlum?”
“-Yok teyze, sen anlatmaya devam et.”
“-Ne diyordum; işten gelirim, çorbam her zaman hazırdır.”
“-Bir de işte mi çalışıyorsun?”
“-Ben oturamam. Bir îmâlathânede çalışıyorum. Hem işlerim, hem de hayatın tadını çıkarmayı iyi bilirim. Dedim ya, işten gelirim çorbamı içer, battaniyemin altına girerim. Uygun bir program varsa izler, çayımı içerim. Gel keyfim, gel. «Nuran, İstanbul’un en zengin insanı sensin!» derim, kendi kendime… Gezmeyi de severim. Ver elini Çamlıca, ver elini Üsküdar… Yorulunca bir çay bahçesinde denize nâzır çayımı içerim. Karnım acıkınca da mütevazi bir lokantada güzelce karnımı doyurur, vakit namazlarımı da büyük câmilerde kılmaya çalışırım. İşte saâdet bu!”
“-Hayatta seni üzen bir şey olmadı mı hiç?”
“-Allah var, keder yok evlat. Başımıza bir şey geliyorsa, kendi yaramazlığımızdandır.” dedi aynı şakacı üslûpla…
“-Peki, bir şirket batırıp iflâs etmiş olsan da mı?”
“-Benim şirketle filân işim olmazdı ki! Çok para, kazanç gibi görünse de çoğunlukla ziyandır. Nohut oda, bakla sofa, evimde içtiğim bir çorbanın huzurunu bin tane şirkete değişmem!..”
“-Bu anlattıklarına ancak «mâşaallâh» denir teyze!.. Benim gitmem lâzım. Müsâadenle…”
“-Güle güle git evlât! Nuran Teyze’yi de unutma. Gittiğin yol çıkmaz sokak olmasın sakın, dikkat et emi!”
“-Seni unutmayacağım teyzecim. Keşke seninle bundan yıllar önce karşılaşmış olsaydım!” diyerek, saygı dolu bir ifadeyle Nuran Teyze’nin yanından ayrıldı. Nuran Teyze ardından seslendi:
“-Allah insana en zor anında bir can simidi uzatır.”
“-İçimi mi okudu nedir?” deyip yürümeye devam etti.
Bir taraftan da Nuran Teyze’nin söylediklerini düşünüyordu. Ben istesem de onun gibi olamam. O, mutluluk ülkesinde kendi kurallarıyla yaşayan bir seyyah gibi… Benim yaşadığım yerse bataklık. Yolumun sonu çıkmaz sokak. İşte geldim. Buraya gelmeyeli uzun zaman olmuş. Rahmetli babacığım, bizi namaza alıştırmak için:
“-Sizi denizin yanındaki câmiye götüreceğim!” der, tutar buraya getirirdi. Şimdiyse buraya hayatıma son vermek için geldim. Etrafa bakınarak, şu iki kişiden başka kimse yok. Hava soğuk, onlar da kalkarlar zaten… Son nefeslerimi en mutlu ânımda vermek isterdim. Reyhan’la beraber ölmek için ne duâlar etmiştik. Şimdi kabrime geleceğini dahî ummuyorum. Tabiî bir dikili taşım olursa!.. Denize bakarak:
“-Benim yangınımı, ancak şu soğuk sular dindirir.” dedi.
O, içinden bunları konuşurken, bankta oturan kadınlardan biri anlatmaya başladı.
“-Hiç unutmam, tam otuz yıl önce rahmetliyle böyle yan yana burada oturuyorduk. El ele tutuşmuş iki genç geldi. Birbirlerini çok sevdikleri belliydi. Hiç konuşmadan denizi seyre daldılar. Bizim bey:
«-Ben bunların hâlini hiç beğenmedim.» dedi. Ben de:
«-Ne varmış hâllerinde, çifte kumrular, deniz havası almaya gelmişler!..» dedim.
«-Yok, yok hanım!..” demeye kalmadı, gençler el ele tutuşmuş vaziyette kendilerini denize attılar. İki gün sonra cesetlerini karşı sahilde buldular. Anneleri kim bilir ne acılar çekti.
Kadın cümlesini tamamladığı zaman, Semih Bey, çoktan boğazın sularına karışmıştı. Ama kadının son sözleri, denize düşerken beyninde zonkladı. Yaşadıkları sebebiyle âdeta hâfızasını kaybetmişti. Annesinin acı haberi alacağı zamanki kederini hiç düşünmemişti. Kadınlar:
“-Kurtarın!..” diye çığlık çığlığa bağırıyorlardı.
Buz gibi sularda çırpınmaya başladı. Evet, ölüyordu. Mücadele edecek takati kalmamıştı. Neden sonra yukarıya doğru yükseldiğini hissetti. Gözlerini açtığında kendini bir teknede, balık ağları içerisinde buldu. Câmi avlusunda rastladığı kadınlar, onun suya atladığını görünce balıkçı teknesine seslenip yardım istemişlerdi. Üzerine doğru eğilmiş olan insanları gördü. Hemen müdâhale edip içinde biriken suları çıkarmışlardı. Zar zor nefes alıp veriyordu. Tok bir sesten çıkan şu sözlerle kendine geldi.
“-Kurtulmak istediğin her ne ise bilmem, ama Allâh’ın kaderinden kaçamazsın oğlum!..”
“-Haklısın baba, ölmek istesen de ölemiyorsun bu dünyada!..”
Nuran Teyze’nin söylediği sözler, tekrar kulaklarında yankılandı.
“-Allah, insana en zor anında bir can simidi uzatır!”
Balıkçı, mütevekkil bir edâ ile:
“-Hayatına son verecek olan, ancak bu hayatı sana bahşedendir. Ben seni kurtarmamış olsaydım, başka bir vesileyle kurtulurdun.” dedi.
Semih Bey de onu tasdik etti:
“-Bugün bunu çok iyi anladım!” dedi ve öksürüğe boğuldu. İkinci kez baygınlıktan sonra gözlerini açtığında hastahânede olduğunu gördü. Yanında kimsecikler yoktu. Öylece gözleri kapıya mıhlanıp kaldı. O anda ellerinde çiçeklerle küçük oğlu ve kızı içeri girdiler. Babalarının boynuna sarıldılar. Sonra kapıdan annesi ve hanımı Reyhan girdi. Gözlerine inanamıyordu. Annesi:
“-Oğlum, Allah seni bize bağışladı, çok şükür!..” diyordu.
Annesinden sonra Reyhan da yanına geldi, gözleri ağlamaklı bir hâldeydi:
“-Semih, seni çok üzdüm. Ama şunu bil ki, her şeyimi kaybetsem de seni aslâ kaybetmek istemem.”
“-Oğlum, bundan sonra ne olacak diye düşünme sakın! Gelinimle konuştuk. Benim yanıma taşınırsınız. Sen de iyileşince bir işin ucundan tutmaya başlarsın.”
“-Daha dün dünyanın en bedbaht insanıyken bugün en mutlu insanıyım. Hayatıma son vermeye kalkışmam, dün karşılaştığım hâdiseler ve şu an sizlerin yanımda oluşunuz… Bütün bu yaşadıklarımın ne anlama geldiğini çok iyi anladım. Dün karşılaştığım insanların gözlerindeki huzuru ben de şimdi hissedebiliyorum. Bundan sonra en büyük zenginliğimiz, huzurumuz ve sevgimiz olacak inşâallah… Buradan çıktığımda yapacağım ilk iş, hayatıma son vermek için gittiğim câmiye tekrar gitmek olacak. Ve bana en zor ânımda can simidi uzatıp tekrar hayat bahşedeni bir daha aslâ unutmayacağıma dair söz vereceğim!..” Ayşegül Balta Semerkand Dergisi, 90.Sayı
0 notes