Tumgik
benimpencerelerim · 10 days
Text
SERMAYENIN FALANJLARI
Ali Duran Topuz
Jandarmanın kalkanı kimi koruyor, copu kimi dövüyor?
Yayınlanma:18 Nisan 2024 Perşembe
“Milli işçi” olamayacağı gibi “milli ordu” diye bir şey de yok: Lezita işçilerinin üstüne yürüyen robotsu jandarma birliği, Lezita’nın patronu Abalıoğlu ve Buffet efendilerin ait olduğu milletin ordusunun falanjıdır.
Tumblr media
Yüzleri görülmüyor. Başlarında kask, ellerinde kalkan var. Kalkandan duvar örmüşler önlerine. Robotsu adımlarla yürüyorlar. Kalkanlara vuruyorlar, karşılarındaki düşmanı ürkütmek için. Savaşta düşman saflara yürüyorlar gibi. Safları çok sıkı. Kısa, kesik, robotsu adımlarla yürüyorlar. Kurulmuş gibi yürüyorlar. İnsan değil robot gibiler. Yüzleri bundan mı görülmüyor? Kararlı oldukları ayaklarından ve kalkanlarından belli. Fakat gerçekte kararları yok yazılımları var, yani emir almışlar. Emir eri. Emir kulu. Ne emri? İşçilerin eylemi/grevi sonlandırılacak. Aman vermek yok.
İşçiler, Lezita nam tavuk firmasının işten atılan işçileri. Atılan işçiler yerine hukuksuz biçimde işçi almış patron efendi, grev kırmak için. Hindistan’dan işçi de getirmişler.
İŞÇİ YERİNE İŞÇİ, İŞÇİYE KARŞI İŞÇİ
Hindistan’dan? Daha ucuz, daha maliyetsiz, daha dertsiz yani daha güvencesiz diye. Küresel emek arzı büyüdükçe emeğin payı da güvencesi de azalıyor ya, yeryüzündeki, işçi yerine daha ucuz işçi bulunup işçiye karşı işçi kullanmak yeni keşif değil zaten... Türkiye’dekileri daha da yoksullaştırmak için Hindistan’dan getirirler ya başka yerde de oradakileri yoksullaştırmak için Türkiye’den götürürler. Kim bunlar? Kapitalistler. “Küreselleşen dünya” adıyla takdis ettikleri dünya düzeninin efendileri. Örümcek ağı gibi ağlarla birbirine bağlılar. Safları çok sıkı. Kârlarını en üst seviyeye çıkarmak için iki temel şeye ihtiyaçları var: Üretim için mecbur oldukları işçilerin emek payını en aza indirmeye ve bunu sağlayabilmek için şiddete. Gerekli şiddet, devletin elindeki şiddet tekelinden sağlanıyor, “polisimiz, askerimiz, zabıtamız” denilen kümeler bu ağların sahiplerinin hizmetindeler, ülkelerin, işçilerin, işsizlerin, emekçilerin değil.
KAPİTALİZMİN ‘FITRAT’I
Savaş meydanı gibi dedik, gibisi fazla savaş bu, sınıf savaşı. Sermaye hem yerel/ülkesel hem de küresel yollar, yolaklar, ağlar üzerinden güçlendikçe güçlenirken işçiler yerlerinde, yurtlarında ya da yerlerinden yurtlarından olmuş halde, sınır boylarında, kamplarda, denizlerde iş yani hayat imkânı arıyor, yoksullaştıkça yoksullaşıyor. Bu sömürü düzenine olası her itiraz Lezita işçilerinin üzerine yürüyen jandarma birliğinde görüldüğü üzere savaş düzeniyle karşılanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen muhalefete çatarken şöyle dedi: “Güya hak, hukuk, adalet adına Van'a koşanlar Beşiktaş'ta göz göre göre can veren işçiler için tek bir adım dahi atmadılar.”
Adım? Göz göre göre can verdikten sonraki adım? Robotmuş gibi yürüyen jandarmanın attığı adımları atma emri veren iktidarın sahibi söylüyor bunu. İşçiler can vermeden önce mesela Soma’da, Karadon’da, İliç’te atılması gereken adımları atmayan iktidarın sahibi.
Beşiktaş’ta göz göre can veren işçiler, Soma’da, Karadon’da, İliç’te göz göre göre can veren işçilerle aynı işçiler, onlar için ne adım atılmıştı? “Fıtrat” denilmişti, sen öleceksin ki ben kazanayım, kapitalizmin fıtratı bu başka bir ilahi düzenin değil. Bir sonraki cinayete ya da katliama kadar “tazminatı neyse veririz”den ve göstermelik bir iki mahkûmiyet kararından başka adım görmeyiz hiçbir zaman.
HİNTLİ İŞÇİ DE İŞÇİ
Lezita’da, kimi ırkçı dangalakların özel olarak vurguladığı bir mesele de var, Hintli işçiler meselesi. “Hintli işçilere karşı Türk işçilerin hakkı”nı koruma lafları etmekten çekinmiyorlar. Oysa Hintli işçiler de Türkiyeli işçiler de aynı “atılması gereken adımlar”ı atmayan, atılmaması gereken adımları atan küresel şiddet şebekesinin idarecileri tarafından sömürülüyor, katlediliyor. Unutulup gitti belki ama işte örneğin Bangladeş’te Nisan 2012’de binden fazla işçinin can verdiği “iş kazası” yani iş katliamı aynı adımların sonucuydu. Cinayet, katliam, gaz, cop, kelepçe, işkence adımları. Bu sebeple direnişteki Lezita işçilerinin taşıdığı Türk bayrağı onları jandarmanın şiddetinden korumaya hiç mi hiç yardımcı olmadı, jandarma işçilerin taşıdığı bayrağa değil patronlarının biriktirmeye devam ettiği sermayeye bağlı çünkü; bayrak sadece işçiyle askerin aynı safta olduğu yanılsamasını yaratan bir işaretten ibaret.
AÇIK SÖZLÜ BİR KAPİTALİST: EVET, SAVAŞ VAR!
Savaş bu, başka başka isimler, örtüler, sembollerle gizlenmek istense de Türk, Hintli filan ayrıştırmalarıyla hedef şaşırtılmak istense de. Bu küresel çarkın efendilerinden Warren Buffet vaktiyle muzaffer bir edayla söylemişti zaten her şeyi: “Tamam sınıf savaşı var ama savaşı veren benim sınıfım, zenginler sınıfı ve biz kazanıyoruz!” Tabii ki sadece ABD için konuşmuyordu. Dünyanın en zengin sekiz kişisinden biri, bu sekiz kişinin serveti, 3.5 milyar kişinin toplam “servet”inden büyük. Bu Buffet efendi son bir yıl içinde servetine 27 milyar dolar ekledi ya işte bu fazla/artış Lezita’da işçilerin üzerine yürüyen jandarmada örneklendiği haliyle dünyanın her yerindeki askeri/polisiye güçlerin yardımıyla ekleniyor. “Milli işçi” olamayacağı gibi artık hiçbir anlamda “milli ordu” da yok, olamaz: Lezita işçilerinin üstüne yürüyen robotsu birlik Lezita’nın patronu Orhan Abalıoğlu ve Warren Buffet efendinin asıl ait oldukları milletin birliğidir; iki ailenin servetine servet katmasını sağlayan ordu. Abalıoğlu kim ki Buffet’ın yanında demeyin, devasa servetlerin hızla el, yer ve ülke değiştirdiği dünyanın her yerinde sermaye birikimi aynı mekanizmalarla sağlanıyor, ama az ama çok.
ANCAK BU BÖYLE GİTMEZ!
Dünya giderek iki ulusa doğru gidiyor, egemenlerin kanlı, paralı, semirmiş azınlık zengin ulusu ve o zenginliği yaratan köyünde, kasabasında, ülkesinde, sınır boylarında, denizlerde, başka başka ülkelerde karın tokluğuyla ölüm arasındaki sarkaçta hareket eden işçi ulusu. Kimi olduğu yere çakılarak köleleştiriliyor kimi yerinden yurdundan edilerek aday kölelik için perakende ediliyor. “Ulus devlet” denilen varlık da giderek bu “hiper ulus”un, sermaye ulusunun hizmetinde, adına hareket ettiğini öne sürdüğü uyruk ulusun işini (Lezita mesela), evini (depremler mesela), ekolojisini (Soma, Bergama, İliç mesela) tahrip etme rahipliğine dönüşüyor. Bayrak bir işe yaramıyor, sermayenin falanjları bayrak, din, iman tanımıyor, tanımadı hiç.
Bu günlerde rüzgar artık bir zamanlar olduğu, umulduğu gibi “işçiden işçiden” esmiyor belki ama kapitalistten yana esen rüzgâra hizmet etme alçaklığını da üstlenmek gerekmiyor. Hele şu “artık sınıf mı kaldım canım” yollu zevzekliklere yüz vermek hiç gerekmiyor, Lezita işçilerin üstüne yürüyen güç açık bir sınıf gücü işte.
Her durumda, “ancak bu böyle gitmez” demekten vaz geçmemek gerekiyor, Erdoğan muhalefete laf atarken biraz bunu bilerek konuşuyordu: Erdoğan yerine bu düzenin bekçisi olmaya aday olan partiler, aynı politikalar, yol yöntemler ve ilişki ağlarıyla oluşmuş partiler, en fazla aynı şeyleri yapmak üzere iktidara gelebilirler, gelene kadar demokrat geldikten sonra faşist olmaları da kaçınılmazdır. Gelene kadar mevcut iktidarın sahibi istediği gibi dalga geçebilir. “İşçi için adım atmak” da nutuk atmak da ürkütmez kimseyi, işçiye karşı atılan adımları durdurmak ve işçiyle beraber (için değil) sömürü çarklarını kıracak adımların peşine düşmek gerek.
Not: Yazı üzerine, Lezita tarafından bir açıklama gönderilmiştir. Aynen yayınlıyoruz:
Sayın Ali Duran Topuz,
Bilindiği gibi, gıda sektörünün sürdürülebilir şekilde üretime devam etmesi büyük önem taşımaktadır. Lezita olarak birinci amacımız; toplumun iyi ve sağlıklı beslenmesinin en erişilebilir yöntemi olan kanatlı et tedarikini devam ettirmek, bunu yaparken ülkemizin kaynaklarını kullanmaktır. Yaklaşık 3500 kişiye istihdam sağlayan bir şirket olarak en önemli değerimiz çalışanlarımız ve çalışanlarımızın haklarının gözetilmesidir. Bu çerçevede sektörümüzde çalışanlarına en iyi koşulları sağlayan kurumlar arasında ilk sıralarda yer almaktan gurur duyuyoruz.
İzmir Kemalpaşa’da bulunan üretim tesisimizde 7.3.2024 tarihinde Öz Gıda İş Sendikası tarafından çalışanlarımızın onayı olmaksızın başlatılan grev etkisiz olmuş, tesisimiz tam kapasite ile üretime devam ederken, tedarik zincirinde herhangi bir aksaklık yaşanmamış, kalitemizde ve işleyişte hiçbir değişiklik olmamıştır. Daha önce de çeşitli vesilelerle gündeme geldiği gibi; tek taraflı alınan grev kararından sonra yaklaşık 3.500 çalışanımızın sadece 168’i işbaşı yapmamış ve sürecin dışında kalmayı tercih etmiştir. Geride kalan 3.300 çalışanımız ise üreterek çalışmaya ve değer katmaya devam etmişlerdir.
Hukuka ve kanunlara uygun hareket eden şirketimiz, grev tarihinden itibaren, greve çıkan işçilerin bölümleri ve onların yaptıkları işleri yerine getirmesi için hiç kimseyi istihdam etmemiştir. Nitekim; 11.3.2024 tarihinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından grev kırıcılığı ve greve çıkan işçilerin yerine işçi alındığı iddiasıyla denetim yapılmış, ancak böyle bir durumun olmadığı Bakanlık müfettişleri tarafından da teyit edilmiştir. Mevcut durumda; greve çıkmamış olan ancak bir sebepten dolayı istifa eden, emeklilik, evlilik vb. haklı sebeplerle işten ayrılan veya iş akdi haklı nedenle sonlandırılan 69 çalışanımız yerine ise bugüne kadar 55 çalışan alınmıştır. Bu durum da resmi kayıtlara bakılarak teyit edilebilir.
Konuyu değerlendirmenize sunar, kamuoyunun bilgilendirilmesine yönelik desteğiniz için teşekkür ederiz.
Saygılarımızla
0 notes
benimpencerelerim · 21 days
Text
MAVI GOKYUZU KRALLIGI
Kanı Bozuklara Masallar (Küçük Mavi Gökyüzü Krallığı)
Uçsuz bucaksız evrende sayısız gökyüzü krallığı varmış. Bunlardan biri de Küçük Mavi Gökyüzü Krallığıymış. Hemen herkes bilirmiş onu. Derya içinde yaşayan balıklar hariç belki.
Her şey kraldan sorulurmuş bu gökyüzü krallıklarında ve sadık hizmetkarlarından. Krallar genelde çapsızlar arasından seçilirmiş. Ama öyle kolay değilmiş bu.
Her çapsıza kısmet olmazmış bu piyango. Çapsızlar arasında kıyasıya bir yarış yaşanırmış. Baba parası, ismi, nüfuzu, krallığın en kral sülükler organizasyonunun hamili kart yakını belgesi Say say bitmez kualifikasyonlar, sayısız çemberin eleğinden geçmek gerekirmiş.
Kralın asli işi tabi olduğu sülükler organizasyonunun taleplerini karşılamakmış. Organizasyon sürekli istekte bulunurmuş. Kral organizasyonu, organizasyon kralı ve avanesini memnun edermiş.
Kralın gelip gideni de çokmuş Zarflar içinde gidip gelen belgeleri de, olmazsa olmaz yazışmaları da Zarflara kraliyete ait pullar yapıştırılırmış.
Krallık iki sınıftan oluşurmuş. Mavi kanlılar ve kanı bozuklar. Sonra aralarına bir sınıf daha eklenmiş. Onlara da zincirleri çok olanlar denmiş.
Çapsız kral, pul yalayıcılar, mavi kanlılar krallığın krallarıymış. Kralın hizmetine talip olan çokmuş. Mavi kanlılar arasında da kanı bozuklar arasında da. Asli işleri kraliyet pullarını yalaya yalaya hazırlamak, zarflara çıkmamacasına yapışmalarını ve böylece krala ve kraliyete ait açıkta bir şey kalmamasını sağlamakmış. O kadar gönüllü olunca da asli işleri olan pul yalamak dışında yapmayacakları iş, yemeyecekleri herze yokmuş.
Kral ve avanesi ezelden beri kurulu olan ve diğer krallardan devraldıkları tıkır tıkır işleyen bir muhbir ağına da sahipmiş. Böylece her şeyden haberdar olurlar, gerekirse işlerine gelmeyen kişilere ait çamurları bu ağ aracılığıyla krallığın tamamına yayarlarmış. Zaten krallık sınıflarının işi gücü yokmuş Birbirlerini izlerler, gözetlerler, dedikodularını yaparlarmış.
Çapsız kral, muhteris sağ kol, mavi kanlılar, pul yalayıcıları, Majestelerinin Sebastian'ı, zinciri çokların şefi ve ona bağlı olan zincirlerinden başka şeyi olmayan çaresizler aracılığıyla dedikodu bataklığının stratejik noktalarına istedikleri çamurları sessizce salarmış. Çapsız kral da suya sabuna dokunmadan, elini kirletmeden mavi gökyüzü krallığı dedikodu bataklığına bıraktığı çamurların yayılmasını keyifle izlermiş. Ondan sonra diğer sınıfların üyelerinin dehşetli meraklarıyla bataklığın en küçük hücresine kadar girermiş bu çamurlar. Bir kaç noktaya bırakıldığı halde bataklığın motorize köşelerine bile ulaşırmış.
Gidip gelen hatırı sayılır besili sülükler Gidip gelen belgeler, yazışmalar Onlara yapıştırılan pullar, Emrindeki muhbir ağıyla her şeyden haberdar olmak ve krallığın reayalarına her istediğini yaptırmayı sağlayan ve tanrısal güçlere sahip olduğu hissini veren krallık gücü gibi nedenlerle başta kral ve sonra sağ kol ve avanesi haz ve önem okyanuslarında yüzermiş.
Çapsız kralın, sağ kolun ve pul yalayıcılarının temel ilkesi amaç için her şey mübahtır ilkesiymiş. Krallık dininin kurallarından daha önce gelirmiş bu ilke. Kral ve avanesi, krallık düzenine ve haksızlıklara itiraz edenlerin hastalanması, sendelemesi, düşüp yaralanması, kaşının açılması, bir yerlerinin kanaması gibi nedenlerle üstünün başının yıpranması ve yarı çıplak hale gelmesi sürecinde krallık vatandaşlarının gayrı meşru olarak elde ettikleri kişiye özel bilgileri de bu muhbir ağı aracılığıyla elde ederlermiş.
Ve amaç için her şey mübahtır ilkesi gereğince yeri gelince hiç çekinmeden kullanırlar ve muhbir ağına pompalarlarmış. Bu kadar önemsiz, tali konularda bile böylesine alçalabilen, namussuzluk yapabilen kral ve avanesinin daha önemli meseleler söz konusu olduğunda neler yapabileceğinin, yaptığının bir kısmını mavi gökyüzü krallığı yurttaşları pek erkenden öğrenemese de er geç öğreniyormuş gökyüzünün mavi kuşlarından.
Çoğundan da haberleri olmuyormuş gerçi. Namussuzların yaptıkları yanlarına kar kalıyormuş. Çapsız kral ve muhteris sağ kol ve pul yalayıcısı avanesinin muhbir ağı aracılığıyla attıkları yemleri önlerinde bulanlar bunları iştahla çiğneye çiğneye yutar ve elden ele, kulaktan kulağa aktarırmış.
Kral ve avanesi böyle olacağını bilirmiş. Krallık sakinleri oltaya takıldıklarını fark etmezler, etseler de yaptıklarının suça ortak olmak olduğunu önemsemezler ama güzel ahlaklı havalarında dolaşmayı pek iyi bilirler ve burunlarından kıl aldırmazlarmış. Sadece yemi oluşturan etin ve kanın sahibini görürler ve onu aksırıncıya kadar tıksırıncaya kadar yerlermiş.
Bazıları asıl alçak ve namussuzların oltayı tutan ve atanlar olduğunu hiç görmez, anlamaz, umursamaz sadece önlerine bırakılanları ve sahiplerini sığ ve yüzeysel ahlak anlayışlarıyla yargılar, mahkum edermiş. Masalcı ise bütün olup bitenleri görür ama elinden bir şey gelmeksizin çaresizce izlermiş. Bu masalın girdisi çıktısı çokmuş, anlatmakla bitmezmiş. Ama değiştirmeyi bırakın anlatacak babayiğit bile yokmuş. O yüzden böyle sürüp gidermiş. Ve o nedenle de gökten üç elma hiç düşmemiş. Kanı bozukların payına da sadece şu şiir düşmüş.
ADİLOŞ BEBE
Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü…
Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü…
0 notes
benimpencerelerim · 21 days
Text
MAVI KADIFE
HUZURSUZ ÖLÜLER ÜLKESİ
https://www.youtube.com/watch?v=MotGUK3avo4 David Lynch, Mavi Kadife filminin açılışını  “Amerikan Rüyası”nın bir prototipiyle yapar. Tipik bir orta sınıf Amerika’lı “Amerikan Rüyası” konutu bahçesinde çimleri sulamaktadır. Sonra Lynch kamerayı Amerikan Rüyasının alameti farikalarından biri olan bahçenin huzurlu, sessiz, dingin, sakin, düzenli, temiz çimlerinin altına çevirir. Orada kıvıl kıvıl birbirine dolanmış böceklerin dolaştığı karanlık bir dünyayla karşılaşırız.
Bu sahne, iki farklı metaforla birbiriyle bağlantılı iki anlam evrenine açılır. Bir yandan masum Amerikan Rüyasının altında yatan kokuşmuş temellere dikkat çeker, bir yandan da steril küçük burjuva Amerikan yurttaşının masum bilincinin, benliğinin altında yer alan bilinçaltının günahkar zehirli ayrıntılarına.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Tanr%C4%B1sal_anlat%C4%B1c%C4%B1http://www.edebifikir.com/kitap/kisaca-postmodern-edebiyat.html
Edebiyatta ise postmodernizm en fazla romanı etkilemiştir. Postmodern romanın temelinde metinlerarasılık, üstkurmaca ve çoğulcu bakış vardır. Bu romanın kurgusunda entrika ve gizem ön plandadır. YaniMetinler arasılık, üst kurmaca ve çoğulculuk post modern romanın üç temel direğini oluşturur.
Tanrısal anlatıcı,[2] bir öykünün, öyküdeki tüm detayları bilen bir üçüncü şahıs tarafından anlatıldığını belirten bir edebiyat terimidir. Anlatıcı tüm karakterlerin duygu ve düşüncelerini bilen, "tanrı gibi" bir kişidir.[3]
Çoğulcu bakış açısı anlatının farklı kişilerin ağzından anlatmaktır. Bu bazen hâkim anlatıcı bazen kahramanın bazen de bir gözlemcinin dili olabilir. Bu çoğulcu bakış açısı, seçkinle avamı birleştiren, seçkinin içindeki avamı ortaya çıkaran bir yeniliktir.
https://evrimagaci.org/id-ego-ve-superego-nedir-freudun-yapisal-kisilik-kurami-gunumuzde-kabul-goruyor-mu-11867 Sigmund Freud'a göre insan kişiliği karmaşıktır ve birden fazla bileşene sahiptir. Freud, ünlü psikanalitik teorisinde kişiliğin id, ego ve süperego olarak bilinen üç unsurdan oluştuğunu belirtir. Bu unsurlar, karmaşık insan davranışları oluşturmak için birlikte çalışır.[1], [2] Her bileşen, kişiliğe kendi benzersiz katkısını ekler ve üçü, bir birey üzerinde güçlü bir etkiye sahip olacak şekilde etkileşime girer. Kişiliğin her öğesi yaşamın farklı noktalarında ortaya çıkar. Freud'un teorisine göre, kişiliğinizin belirli yönleri daha ilkeldir ve sizi en temel dürtülerinize göre hareket etmeye zorlayabilir. Kişiliğinizin diğer bölümleri bu dürtülere karşı koymak için çalışır ve sizi gerçekliğin taleplerine uydurmaya çalışır.[3]
Psikanalizde kullanılan İd (temel benlik), Ego (bilinç) ve Süperego (toplumsal kurallar; din, ahlak, töre, gelenek gibi) üçlemesi, ilahi dinlerdekişeytan, nefis ve inanç üçlemesine benzemektedir.
Bu bölgenin adı bilinç dışıdır ve bilinç durumunu etkileyen asıl şey bu yapıdır. Freud'un bilinçaltı ile ilgili imgelemeyi güçlendiren bir yorumu vardır. Freud bilinci okyanustaki buz dağına benzetir. Suyun altında kalan kısım bilinçaltı, su üzerinde kalan kısım bilinçtir
Kişilik okyanusunun uçurumlarında, vadilerinde, bataklıklarında, akıntılarında binlerce hayalet, iskelet, ceset dans eder, salınır, birbirlerine dokunurak hareket eder. İnsan da kişilik de bir buzdağıdır. Görünen kısmı, görünmeyen kısmına oranla çok küçüktür. Bu küçük kısım da farklı anlatıcıların farklı algıları, ahlak anlayışları, arzuları, düşmanlıkları, hasetleri, ön yargılarının prizmasından kırılarak diğer gözlemcilere ulaşır.
Gerçek, bir yandan karmaşıktır, anlaşılmazdır, bir yandan birçok insan birçok kısmını bilmez, farkında değildir, bir yandan yanlı olarak aktarılır ve sadece seçilen kısımları aktarılır, bazı kısımlarından hiç söz edilmez, hasır altı edilir, bir yandan da zihnin labirentlerinde, kıvrımlarında, kovuklarında, loş kuytuluklarında gizli bir uykudadır. Bazen biri, hayat, bir rastlantı bir taş, bir kaya fırlatır  ve okyanustaki hayaletler uzun bir dansa başlar ve anlayana usul usul hikayelerini anlatır.
Uzayın, gezegenlerin, dünyanın bir tarihi, belleği, “bilinci”, “bilinçdışı” olduğu gibi bir ülkenin, kurumun ve tabii ki grupların ve bireylerin de tarihi, belleği, bilinci ve bilinçdışı, görünen ve görünmeyen, anlatılan ve anlatılmayan yüzleri var. İnsan ve zihni gibi bütün bu varlıklar da devasa buzdağlarıdır.
Tabii her anlatı da anlatanın bakış açısı, bilgileri, amaçları, çıkarları, ahlakının etkisi altındadır. İnsan kendisine karşı bile dürüst değildir bazen, belki de çoğu zaman. Bu daha çok ilkeleriyle uyumlu yaşamayan, tutarlı davranmayan insanlar için geçerlidir.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Bili%C5%9Fsel_%C3%A7eli%C5%9Fki Bilişsel çelişki ya da bilişsel uyumsuzluk, Leon Festinger tarafından ortaya atılmış bir psikoloji bilimi kuramıdır.
Psikoloji alanında bilişsel uyumsuzluk, bir kişi çelişkili inançlara, fikirlere veya değerlere sahip olduğunda ortaya çıkar ve bunlardan birine veya daha fazlasına karşı çıkan bir eyleme katıldıklarında tipik olarak psikolojik stres olarak deneyimlenir. Bu teoriye göre, iki eylem veya fikir birbiriyle psikolojik olarak tutarlı olmadığında, insanlar tutarlı hale gelene kadar onları değiştirmek için ellerinden geleni yaparlar.[1] Rahatsızlık, kişinin inancının algılanan yeni bilgilerle çatışmasıyla tetiklenir, burada rahatsızlıklarını azaltmak için çelişkiyi çözmenin bir yolunu bulmaya çalışırlar.[1][2]
Çelişkili fikirlerin veya deneyimlerin nüanslarıyla baş etmek zihinsel olarak streslidir. Hepsi doğru gibi görünen zıt görünen şeylerle oturmak enerji ve çaba gerektirir. Festinger, bazı insanların inanmak istedikleri her şeye körü körüne inanarak kaçınılmaz olarak uyumsuzluğu çözmüş gibi olacaklarını savundu.
Bir insanı, olguyu, olayı aslına olabildiğince uygun bir şekilde anlamak için çok sayıda gözlemcinin, anlatıcının bakış açısına, anlatısına, bilgisine ihtiyaç vardır. Tabii bu anlatıcıların dürüstlüğü, bilgilerinin doğruluğu da önemli bir faktördür.
Bir insan söz konusu olduğunda anlatıcılardan, bakış açılarından birisi de bu insanın kendisidir. Nihayet sadede geldik. Yani herkes birisi hakkında bir şeyler anlatırken, o kişinin kendisini anlatmaması adil değildir. Aksi, hayatın kadim konularından yargısız infaza girer. Tabii her insan hikaye anlatıcısıdır, her insanın kendini anlatma ihtiyacı vardır ama çoğu insan da bunu durup dururken yapmaya başlamaz. Birileri durgun sulara kaya, taş, çakıl, kum fırlatırsa haliyle ataleti bozulan durgun sular da bir süre konuşmadan tekrar durulmaz.
Mesela “büyük hayatlar” dışında bir varoluş biçiminden zevk almayan, büyük hayat olmayınca unu eleyip eleğini asan, onunla nefes alıp nefes veren insanların, eş dost ilişkileri veya başka bir nedenle “büyük hayatlar” kapılarından içeri adım attığında hararetle kader birliği muhabbetlerine girmesi gören gözler, hisseden yürekler için devasa bir kayadır.
“Küçük” “büyük hayatlar”a başlayan insanların sosyal medya hesaplarında minnetlerini dile getirmeleri bir taştır mesela. Şeflik sınavında iliştikleri “büyük hayatlar”a tutunarak sınav kağıtlarını düzelttirip küçük rantlara haksızca tepeden inenlerin ahlaklı tripleri atmaları da ufak taş örneklerindendir.
Sınıf ayrıcalıklarını, statülerini, saygınlıklarını kıskançlıkla, titizlikle koruyanların, sakınanların seçme  sınavında gerilerde olduğu halde bir büyük hayatın sihirli bir dokunuşuyla adaylar arasına yükseltildikten sonra pek asil sınıflarının üyeleri arasında yer almasına seslerinin çıkmamaları da kocaman bir kayadır.
Büyük hayatların küçük hayatlardan ayrıcalıklı olması, onların tabii oldukları kurallara tabii olmaması, bazı hayatların daha eşit olması, sadece küçük hayatların panoptikona tıkılması, hapsedilmesi küçüklerin cılız itirazlarının susturulması da atılan taşlardan biridir sadece.
Bu sihirli dokunuşlar yapma ayrıcalığı ve gücü büyük hayatları cazip kılan faktörlerden sadece biridir büyük olasılıkla. Diğer irili ufaklı hayatların kapılarında kul köle olmalarını sağlayan bir güçtür bu. Ayrıca gerçek değer sahipleri olan “üretici elit”lere iş vermek, onları yönlendirmek, onlara hak ettiklerini veren nihai karar mekanizması, yani tanrısal anlatıcıdan daha üstünü olan tanrısal “ihsan edici ve “büyük hayat” dağıtıcı olmak, diğer küçük hayatların da onlara değil kendilerine değer vermesini yaşamak da diğer cazibe kaynaklarından bazılarıdır. Kapitalistlerin üstün yetenekli, bilgili, birikimli, deneyimli insanları yanlarında çalıştırmaları da buna benzer.
Bu kadar taş, kaya atılırken bile ses çıkarılamayan ortamlara, panoptikonlara mahkum olmak da büyük hayatlar sisteminin yarattığı trajedidir aslında. Bu büyük hayatlar sistemi olanakların, kaynakların israf edilmesine, kıtlığına yol açmakta, üretici elitler de dahil bütün küçük hayatları alternatifsizliğe mahkum etmektedir. Yani büyük hayatlar hem bu alternatifsizliği yaratırlar hem de ondan beslenirler, onun sayesinde var olurlar.
İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ
Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü... Akıl çağıydı, akılsızlık çağıydı.... İnanç devriydi, kuşku devriydi... Mevsimlerden Aydınlık 'tı, mevsimlerde Karanlık'tı.... Umudun baharını, çaresizliğin kışını yaşıyorduk... Elimizde hem her şeyimiz vardı, hem de hiçbir şeyimiz yoktu... Hepimiz ya cennete gidecektik, ya da doğruca öteki tarafta - Sözün kısası, öylesine bugüne benzeyen bir dönemdi ki...
Charles Dickens.
ANADOLU
Binlerce yıl sağılmışım, Korkunç atlılarıyla parçalamışlar Nazlı, seher-sabah uykularımı Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar, Haraç salmışlar üstüme. Ne İskender takmışım, Ne şah ne sultan Göçüp gitmişler, gölgesiz! Selam etmişim dostuma Ve dayatmışım... Görüyor musun ?
Ahmed Arif
Sokak Kedisi ve Ciğercinin Kedisi - Orhan Veli Kanık
Kuyruklu Şiir Uyuşamayız, yollarımız ayrı; Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi; Senin yiyeceğin kalaylı kapta; Benimki aslan ağzında Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik. Ama seninki de kolay değil kardeşim; Kolay değil hani, Böyle kuyruk sallamak tanrının günü. Cevap (Ciğercinin kedisinden sokak kedisine) Açlıktan bahsediyorsun; Demek ki sen komünistsin. Demek ki bütün binaları yakan sensin. İstanbul’dakileri sen, Ankara’dakileri sen… Sen ne domuzsun, sen! Orhan Veli Kanık
0 notes
benimpencerelerim · 22 days
Text
VEDA POTPURISI
HAK VE HARAM YİYE YİYE TEPELERE ÇIKANLAR ve MAVİ KANLI YARASALAR ÜLKESİ
https://www.diken.com.tr/hicbiri-gercek-musluman-degilse-gercegi-nerede/ Bir Müslüman, yalan söylemez. Yalanın, karşısındakini aldatmak ve aldatmanın bir ‘hak’ sorunu olduğunu bilir. Kul hakkıyla gitmek istemez, huzura.
Dolayısıyla bir Müslüman, hak yemez. Başkasının hakkına tecavüz etmez. Yaşamının her anında, her alanında. En önemsiz görünen yerde dahi. En basit, en düşünülmeyen yerde. Örneğin kırmızı ışıkta. Yalnızca bir kural olduğu için değil, aynı zamanda, bekleyen diğer araç sürücülerinin hakkını gözetmek zorunda olduğunu düşündüğü için, bekler.
Herhangi bir ‘kuyruk’ta, öne geçmeye çalışmaz ki diğerinin, çok önem verdiği ‘kötü’ bakış ve düşüncesiyle karşılaşmasın. Adil olsun. Adalet duygusunun kendisine verdiği değer nedeniyle, adil olmayı ister. Bir gün bana da gerekir çıkarcılığıyla koşmaz, adalet peşinde.
Adaletsizlikle karşılaştığında da, yine, inatla doğru olanı, doğru bildiğini savunur. İlkesini savunurken, ‘Ne derler?’ kaygısı gütmez çünkü. Kimin ne dediğiyle değil, zedelenecek çıkarını kolladığından değil, ‘hak’ duygusunu yitirmemek için, davranır.
Haysiyet.
Yazması da, konuşması da kolay bir sözcük/kavram değil. Bir ağırlığı, güzelliği var. Haysiyet, ediniliyor. Bir gün, bir şeyden vazgeçmeyi gerektiriyor. Bir gün, açıkça hayır diyebilmeyi. Bir gün, görmezden gelmemeyi. Bir gün, inat etmeyi. Bir ömür inşa ediliyor. Bazen de, edilemiyor. Filizlendiği toprağa ve koşullara göre değişiyor tabii şekli şemaili. Bir kültürün haysiyetten anladığı, diğerinin gülümseme gerekçesi...
Boralıoğlu, insandan yola çıkarak varılan haysiyet tanımına pek katılmıyor. Tüyleri kesilmiş bir köpeğin kanepenin altından çıkmayışı ya da ölü yavrusunu sırtında taşıtan balina örneklerini hatırlatıyor. Hemen ardından Aristo’nun tanımına başvuruyor: “Haysiyet, onurlu şeylere sahip olmak değil, o onuru hak ettiğinin bilincinde olmaktır.”
İnsanın bazı haklara doğumla birlikte sahip olduğu ve her insanın bir onuru olduğu ilkeleri... İlkini bir yana bırakalım. Hukuk metinlerinde, anayasalarda vs. yer alan ‘insan onuru,’ haysiyetli ya da haysiyetsiz, her bir insan için geçerlidir. Bu başka bir mesele. Dolayısıyla, “Bilmem kim insan mı ki, insan hakkı olsun?” sorusu, insan hakları hukuku açısından anlamsızdır. Kitapta tartışılan ‘haysiyet’ ise bir yanıyla hukukun konusu insan onurunu kapsıyor olsa da aslında daha fazlasını anlatıyor. Bir örnek: İşkence gören de işkenceci de insandır ve dokunulmaz olan ‘insan onuru,’ ikisi için de geçerlidir. Fakat biri, onursuzluk/haysiyetsizlikle malûldür. Mesele bu.
Bu nedenle haysiyetin, ‘kazanılan,’ ‘elde edilen,’ ezcümle, emek gerektiren bir haslet olduğunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Örneğin, mahcubiyet. Mahcup olamayan biri, nasıl insani muhakeme yapacak? O muhakeme, insanın önce kendisini yerden yere vurmasını gerektirmiyor mu? Rahmetli annem, “Allah’tan korkmaz kuldan utanmaz,” derdi sinirlendiğine. Memlekette mahcup olabilmenin giderek daha nadir görülen bir davranış haline gelişi vahim değil mi? Bırakın sığ siyasi tartışmaları, akşam eve sakin dönebilen, o gün içinde bir kabalıkla karşılaşmamış tanıdığınız var mı?
Evet, bir insanın temel haklarından ve yurttaşlığından mahrum edilmesinin şahane tanımı hakikaten, ‘haklara sahip olma hakkının gaspı.’ Nedensiz gözaltılar, nedensiz tutuklamalar, yıllarca pisi pisine hapiste tutmalar, işkence ve kötü muamele, kayıplar, yargısız infazlar, sorgusuz sualsiz açlığa mahkûmiyet...
Bir KHK’de olmak, atılmak, iş bulmanın engellenmesi, yurt dışı yasağı vs. zerre kadar umursamıyorum bunları. Hikâyenin devamını tahmin ediyorum çünkü. Ciğeri beş para etmez haysiyetsiz çakalın biri, politik bakımdan hazzetmediklerinin adını bir listeye yazdığı için, üzülecek değilim. Hiçbirimiz değiliz. Nasıl bir rejimde yaşadığımı ve diğer insanların ne çektiğini, yaşadığını da biliyorum. Hepimiz biliyoruz.
Yaşam alanını daraltabilecek bir sözcük “haysiyet”. Kaygan zeminde, şartlar ne gerekirse öyle davranıldığı, ilke sahibi olmanın pek de avantaj sayılmadığı, hesap kitapla samimiyetlerin kurulduğu bu zamana mahsus insan ilişkileri içinde tutunamayacak bir sözcük. Uçucu, geçici, esnek ilişkiler içinde ne alaka? “İslamcılarla diyalog hikayelerinin falan ilk olduğu zamanlarda döne döne tartıştığımız şey buydu. Biz diyorduk ki, ‘İnsanın iyi ahlaklı olması için ilahi buyruklara ihtiyacı yok.’ Onlar da diyorlardı ki, ‘Hayır, böyle bir şey olmazsa insanlar kendileri ahlaklı olmazlar.’ Şimdi ben ikimizin de haklı olduğunu düşünüyorum. (…) Birilerine tahakküm etme fırsatı ve imkanı bulduğu anda bunu yapmaya aday oluyor ve bunu yapıyor.”
“Mesela, o tek tip mahkum giysisi uygulamaları ya da tecritler sırasında Metris’te şu sloganı atarken o kadar gurur duydum ki hep: İnsanlık onuru işkenceyi yenecek! Çünkü tutsaksın, adamların ellerindesin, sana her şeyi yapabilirler, dövebilirler, sövebilirler, tecrit edebilirler, bütün giysilerine, eşyalarına el koyabilirler, havalandırmada kışın ortasında saatlerce donla bekletebilirler, çırılçıplak soyup göt deliğine kadar arayabilirler, hastaneye gitmeni engelleyebilirler, hatta seni öldürebilirler, yakabilirler… Nitekim bunların hepsini yaptılar da. Senin kaybetmeyeceğin, yıkamayacakları tek bir şey var: Onurun, haysiyetin.”
Vardığımız söz, haysiyet arayışının toplum nezdinde de devlet nezdinde de makbul ve makul görünmediği. Hayatın içinde uygulanmasının hayattan vazgeçmek anlamına geldiği anlar da var. Bir şeyler satmaya çalışan Suriyeli çocuğun yanından hızlıca geçtiğim, insan haklarıyla ilgili bir panele yetiştiğim anların adı ne emin değilim. İnsanı utandıran, haysiyete dokunan bir şey var mı? Sanırım, evet. Gaye Boralıoğlu “haysiyetimizden götürüyor” diyor başka bir örnekle: Bu zamanda romantik bir erdem arayışı olarak görülebilir. Telaffuz eden “fazla solcu abi” durabilir. Bir iki kez Ahmet Şık’ın konuşmalarında dikkat kesilmiştim. Bu da tesadüf değil. Hatırlandıkça, söz içinde geçirildikçe anlamı sirayet edecek gibi bir hisse de sahibim. Cesaretin bulaşıcı olması gibi, haysiyet arayışı da öyle.
https://www.perspektif.online/haysiyetin-sosyolojisi/ Bir dine, mezhebe ait olmanız sizi otomatikman haysiyetli yapmaz. Kendinize göre çok doğru bir ideolojiye inanıyor olmanız da. Sizi haysiyetli kılan eğitiminiz, diplomalarınız değildir. Cüzdan da bir insana genellikle haysiyet katmaz. Çok ünlü bir film yıldızı ya da futbolcu olmanız sizi otomatikman haysiyetli kılmaz. Milyonlarca oy alan bir siyasetçi olmanız da. Haysiyet bütün bunlarla ne yaptığınız, yaptıklarınızı nasıl yaptığınızla ilgilidir. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da elbette.
Haysiyetin insanlar arasında en eşit paylaşılmış şey olmadığı kesindir. Bu yazının ilk cümlesi de Descartes’a nazire olsun. Özellikle de onun Yöntem Üzerine Konuşma’sının ilk cümlesine. Bazı insanlar haysiyetlidir. Bazı insanlar haysiyetsizdir. Aradaki fark emektir, ilkedir, sürekli üstüne koymadır. Haysiyet bazen istikrardır, tutarlılıktır. Bazen ise vazgeçebilmektir, kapıyı çekip çıkmayı bilmektir. Ancak bütün bunların böyle olması haysiyetin doğal, organik bir şey olduğu anlamına gelmez. Haysiyet doğuştan elde edilmez. Ya da doğuştan kaybedilmez. Haysiyet, tarihseldir, kültüreldir, sosyolojiktir, hatta sınıfsaldır, ilişkiseldir. Vakumda haysiyet olmaz. Tercihin olmadığı yerde haysiyet olmaz. Haysiyet ya da haysiyetsizlik kişinin kendisiyle ve tüm dünyayla olan ilişkisinden dolayımlanır.https://www.perspektif.online/sahsiyetin-sosyolojisi/ Hem ahlak hem haysiyet ve hem de şahsiyet, onlara kıymet veren toplumlarda daha fazla gelişirler. Dolayısıyla bireysel özelliklerle rejimler arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsan kalitesiyle rejim kalitesi birbirlerinden asla bağımsız değildir. Ve bu ilişki iki yönlüdür de. Kaliteli rejimler kaliteli insan üretir. Kaliteli insanlar, kaliteli rejimler inşa eder.
Hayatı boyunca hiçbir katma değer üretmemiş birinin şahsiyeti asla çok güçlü olmaz. Buna benzer bir şekilde üretmeyen toplumlar şahsiyetsizleşir, haysiyetsizleşir, ahlaksızlaşır. Geçimi için bir kimliğe muhtaç olmak zorunda olmak insanı şahsiyetsizleştirir. Şahsiyeti bir kimlikten edinmek aslında şahsiyetsizliktir. Doğuştan edinilmiş kimlikler bu yüzden şahsiyet değildir.
Tek kişilik bir dünyada ahlak olur mu? Aslında hayır. Doğayı, diğer canlıları ve Cuma’yı saymazsak Robinson Crusoe için ahlak ne kadar geçerlidir? Bu son cümleyi içerebileceği bütün ahlak-sızlık risklerini göze alarak yazıyorum. Meramım beşerî bir evrende ahlaka işaret edebilmek. Bu anlamda ancak iki kişilik bir evrende ahlaktan söz edebiliriz. Çünkü ahlak diğerlerine yönelik sorumluluğumuzdur. Ahlak her birimiz için ötekilere yönelik davranışlarımıza dairdir. Elbette bu ötekilere tüm diğer canlılar ve hatta doğa da dâhildir. Ahlakı, hatta giderek hukuku bir mecburiyet haline getiren aslında toplumsal hayattır. Ötekilerin varlığıdır. Sorumluluk içermeyen bir ahlakın ahlakçılığa dönüşmesi kaçınılmazdır. Ahlakçılık ise ahlak sahibi olmayı gerektirmez. Yani bir tür sorumsuzluk ahlakıdır ahlakçılık. Ahlakçılığın nesnesi, konusu hep başkalarıdır, ötekilerdir. Ahlakçılık başkalarının olmasını istediğimiz haldir ve toplumsal iktidar ağından beslenir. Ahlakçılık çoğu zaman çoğunluğun azınlığa olan baskısıdır. İşte tam da bu nedenle ahlakçılık aslında ahlak-sızlıktır. Ahlakçılık, öznenin kendisiyle eşit görmediğine yönelttiği bir dayatmadır.
Ahlak ilkeseldir. Kategoriktir. Vicdansaldır. Ahlakın ilkesi tek kişilik bir dünyada, uygulaması ikinci kişiden itibaren gündeme gelir. Ama bütün bunlar ahlakın aynı zamanda tarihsel, sosyolojik, hatta sınıfsal bir boyutu olduğunu göz ardı etmemizi gerektirmez. Aç olana, garibana ahlak sorulmaz. Bu anlamda ahlakın bile toplumsal, ekonomik konfor talep eden bir yanı vardır. Zenginler genellikle ahlak-sızdır. Sadece zenginliklerinin kökenindeki muhtemel ahlak-sızlıklar yüzünden değil. Daha çok içinde yaşadıkları toplumun, dünyanın içerdiği sefalete rağmen geceleri rahat uyuyabildikleri için. Komşuları açken, tok ve rahat uyuyabildikleri için. Sorumsuzlukları için. Aslında dünyanın mevcut halinden fakirlere göre daha fazla sorumlu olmalarına rağmen… Bir toplumda çalışma yaşında olanların yaklaşık yüzde 15’i işsizse, çalışanların yüzde 45’i asgari ücretle çalışıyorsa, asgari ücret açlık sınırının altındaysa, emeklilerin büyük bölümü asgari ücretin altında ve açlık sınırının yaklaşık yarısı kadar bir gelire sahipse o toplum ahlak-sızdır. Toplanan verginin üçte ikisinin tüketimden alındığı bir topluma ahlak henüz uğramamıştır.  
https://www.ortakses.com/sahsiyetin-sosyolojisi-ve-besim-dellaloglu-4623yy.htm Cumhuriyet aynı zamanda liyakattir. Liyakatin güçlü olduğu yerde kimlikler baskın olamazlar. Liyakat şahsiyet üretir. Oturduğu koltuğa liyakatle gelen birinin, onu atayana karşı gerektiğinde dik durabilme imkânı şahsiyettir. Mutlak sadakat, her emri yerine getirmek ise şahsiyetsizliktir.
Hem ahlak hem haysiyet ve hem de şahsiyet, onlara kıymet veren toplumlarda daha fazla gelişirler. Dolayısıyla bireysel özelliklerle rejimler arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsan kalitesiyle rejim kalitesi birbirlerinden asla bağımsız değildir. Ve bu ilişki iki yönlüdür de. Kaliteli rejimler kaliteli insan üretir. Kaliteli insanlar, kaliteli rejimler inşa eder.
Hayatı boyunca hiçbir katma değer üretmemiş birinin şahsiyeti asla çok güçlü olmaz. Buna benzer bir şekilde üretmeyen toplumlar şahsiyetsizleşir, haysiyetsizleşir, ahlaksızlaşır. Geçimi için bir kimliğe muhtaç olmak zorunda olmak insanı şahsiyetsizleştirir. Şahsiyeti bir kimlikten edinmek aslında şahsiyetsizliktir. Doğuştan edinilmiş kimlikler bu yüzden şahsiyet değildir.
“Şahsiyet”ten ahlakı ve haysiyeti çıkardığımızda geriye kalan palyaçoluktur. “Allah hepimize haysiyetli ölüm nasip etsin.”
0 notes
benimpencerelerim · 22 days
Text
SESSIZ GEMI
Eklerde değişik tarihlerde kaleme aldığım veda yazıları var. Çoğunu kazık yediğim dönemlerde, o öfkeyle kaleme aldım. Birkaç tanesini de son kazığı yedikten sonra. Bir tanesini ise iyimser bir dönemimde kaleme almışım. O kadar kin tutmayan bir yapıya sahibim ki, yazılarda dillendirdiğim onca kazığa rağmen hepsini unutup olağanüstü iyi şeyler hissetmişim bu camia hakkında. Böylesine zıt uçlarda olan düşüncelerin, duyguların hangisi gerçek derseniz, hepsi gerçek. İyimser olan yazıdaki duygularım da gerçek ama bu kuruma “dev” nitelemesini yaptıracak kadar vicdanlı iki elimin parmaklarını geçmeyecek kadar az sayıda insan için geçerli. Onlar kendilerini biliyor. Siz bu vedaların hangi cephesinde ya da hangi cephelerinde ağırlıkla yer alıyorsunuz kendiniz karar verin.
Bu ülkedeki mavi kanlı düzeni sadece benim hakkımı, bilgisayarcıların hakkını yemedi, herkesin hakkını yedi, yiyor. Sadece bana değil hemen herkese kazık attı, atıyor. Kimine daha çok kimine daha az. Naçizane denemelerimde bunu gerekçelendirmeye ve ifade etmeye çalışıyorum.
Bu hak yemeler ve kazıklar bütün çalışma hayatım boyunca bana eşlik etti. Bazısından, hep sonra da olsa, haberim oldu, bazısından ise hiçbir zaman haberim olmadı. Sonuncu kazığımı da emekli olup giderken yiyorum.
Ve bütün bu kazıkları atanlar, hakkımızı yiyenler %90’ı Müslüman olan bir ülkenin vatandaşları. Bütün bu herzeleri yiyip bir de üstüne Müslüman rolleri içinde görünüyorlar, yaşıyorlar, karşımıza çıkıyorlar. Bizim paramızla, bizim ve diğer çalışanların emeğiyle davetler veriliyor, saltanat sürülüyor. Daha da hazini saftirik mavi kanlılar da dahil birçok insan bu aktivitelerle mest oluyor.
Hiç kimseden çekinmeden ve hak hukuk dinlemeden ellerindeki gücü hak yiyecek şekilde de kullanıyorlar. Yasayla personele tanınan hakların hayata geçmesi onların iznine (tabii yine yasayla, yazıda da belirttiğim gibi kaynakları dağıtma gücü ellerinde ve bu gücü ellerinde tutmak için her şeyi yapıyor ülkedeki düzen, böylece diğer insanlar üstündeki yaptırım gücü ve tahakkümünü, onların her türlü herzeye boyun eğmesini, sesini çıkarmamasını garanti altına alıyor) bağlı olduğu için bu hakları kendileri bahşediyormuş havasına giriyorlar. Haksız uygulamalarına ve hak yemelerine itiraz edenlere karşı bir silah gibi kullanıyor, itiraz edenleri cezalandırmak, biat edenleri ödüllendirmek için kullandıkları bir araç haline getiriyorlar. Bu yüzden bir sürü insan biat ediyor, yalakalık yapıyor, biat etmeyen düzgün  insanların ezici çoğunluğu da sesini çıkaramadan her türlü eziyete katlanıyor, her türlü cefaya boyun eğiyor.
Bütün çalışma hayatları boyunca her türlü haksızlığı, eziyeti yaptıkları, her türlü kazığı attıkları diğerlerini olağanüstü bir pişkinlikle her zamanki gibi kendileri çalıp kendileri oynadıkları törenlere çağırıp sözde onore etmek de gerçekten gözleri yaşartan bir vefa örneği. Üstelik bu törenlerde dahi sazı ellerine alıp yedikleri herzeleri es geçerken, en soylu faaliyet olarak gördükleri yasa yapma faaliyetlerini içeren devasa hizmetleriyle övünmekten kendilerini alamıyorlar. Oysa ilk kuruluş yıllarında yasa yapmayla ilgili kadrolar da ayak takımı kadrolarıydı. Ayrıca bugün bile bazı mavi kanlının da mavi kanlısı kibir yumakları kendilerini kılıç soyluları gibi has mavi kanlı (noblesse d’épée,  noblesse de race) olarak görürken yasalarla ilgili görevlerdeki mavi kanlıları ikinci sınıf mavi kanlı, giysi soylusu (noblesse de robe) ya da kaba tabirle çakma soylu olarak görüyor. Kendilerini ve yaptıklarını dev aynasında gören ve gösteren mavi kanlılar bütün diğerlerinin yaptıklarını ne yapıyorlar ki diye küçümsüyorlar. Tabii aynı mantıkla ben de onların yaptıklarını ne yapıyorlar ki diye küçümseyebilirim ama benim öksüz tespitimle onların mavi kanlı yargıları arasında çok önemli bir fark olur. Onlar su başlarını ve ipleri ellerinde tuttukları için yürütme ve bakanlarla direk temasları var. Bu temas ayrıcalığı bile başlı başına bir önem sahibi olmalarına ve sözlerinin dinlenmesine, sözlerine değer verilmesine yol açıyor. Orhan Pamuk’un klasik, batının o payeyi verdiği eserlerdir tespitinde olduğu gibi gücü ellerinde tutanların yargısı belirleyici oluyor. Yani, en tepede ülkenin en büyük gücü olan hükümet ve üyelerinin bulunduğu hiyerarşik bir silsile var neyin, kimin önemli olduğu konusunda. Oysa sağlıklı bir serbest piyasa ekonomisinin hakim olduğu ülkelerde birçok konuda olduğu gibi önem konusu da piyasa güçleri ve onun oluşturduğu dengelerden bağımsız değildir. Hangi meslek, hangi ürün, hangi hizmet daha önemlidir konularındaki en önemli yargıçlardan biri piyasa, piyasa güçleri ve onun oluşturduğu dengelerdir. Rasyonel bir devlet, yasama ve yürütme aygıtı da eninde sonunda piyasanın sesine kulak verip onun kah fısıldayarak kah çığlık çığlığa dile getirdiği gerçeklere boyun eğmek zorundadır. Ama 12 Eylül ve sonrasında doktorlara yapıldığı gibi uzun süre kompleksli bir muktedirin hayata geçirdiği irrasyonel kararlar hüküm sürebilmektedir. Doktorlar uzun bir süre bu eziyetlere katlanmak zorunda kaldıktan sonra çok uzak olmayan bir geçmişten itibaren hem çalışma hem de emeklilik yaşamlarında hak ettikleri en azından maddi ayrıcalıklara kavuşmuşlardır. Ama bu arada mesleklerini icra etmek zorunda olan nesillere yedikleri kazıklar baki kalmıştır.
Bu ülkede doktorlara reva görülenler ülke çapında görece olarak mutlak güce sahip olmayı başaran bir muktedirin ve arka plandaki mavi kanlıların üretici elitlere ve halka yapabileceklerinin ibret verici bir örneğidir. Tabii aynı muktedir, asıl ipleri elinde tutan ülkenin mavi kanlılarının da isteklerini karşılayan, çıkarlarını koruyan ve parlatan sayısız karara imza atmıştır. Bu büyük muktedirler ve mavi kanlılar ülkenin kurumlarındaki küçük muktedirler ve yerel mavi kanlıların rol modeli ve yansıması olurken onların büyük plandaki arketipini, ilk örneğini oluşturmaktadır. Mavi kanlıların bu kültürü, davranış kalıpları, duygusal dünyası sadece bir kuruma özgü değil elbette, ülkenin bütün kurumlarında geçerli. Mesela IMF yönlendirmesiyle gerçekleştirilen muhasebe sisteminin anlatıldığı bir seminerde o mavi kanlılara has özgüven ve kibirle konuşan o kurumun mavi kanlısı, yeni konulan bir yasa maddesini anlatırken ve o bildik üstenci ses tonuyla zaten bunu da ben yazdım derken haz ve önem okyanuslarında yüzüyordu. Elbette bir paragraflık bir metni kaleme almanın ardında büyük bir birikim, eğitim ve tecrübe yatıyor ama bu hemen her meslek için geçerli ama sadece mavi kanlılarınki diğerlerininkilerden çok daha değerli. Buna karar veren de yine mavi kanlılar ve onların kurulu düzendeki daha başta belirlenen “önemli” konumları ve buna göre pozisyon alan hiyerarşinin daha tepelerinde yer alan yürütme organları ve onun aktörleri.
Dahası, yasa tasarısı, yönetmelik, mevzuat hazırlama gibi bütün sistemin eylem alanını ve potansiyelini belirlediği için görece olarak daha önemli sayılabilecek faaliyetler çoğunlukla yürütülen gündelik rutin, mekanik, bürokratik işler yanında görece olarak çok daha küçük bir zaman ve mesai gerektiren faaliyetlerdir. Ama mavi kanlılar için yüksek önem niteliği bütün faaliyetlerine ve görevlerine sinmiş ve onların mavi kanını bir bütün olarak saf ve katıksız hale dönüştürmüştür. Haberlerde bir torna ustasının yetişmesinin BEŞ yılı bulduğu anlatılıyordu. Tabii bu süreyi doktorların tıp eğitimi sürecine benzetebiliriz. Ustalık süreci öncesinde çıraklık ve kalfalık süreçleri de yer alıyor. Böylece bir torna ustasının eğitimi bir pratisyen doktorun eğitimi kadar süre alıyor. Tabii bu, en azından eğitim ölçütü ve süresi göz önüne alındığında torna ustalarının da doktorların aldığı seviyelerde ücretler alması gerektiği anlamına geliyor. Tabii buna başta ebedi ve ezeli mavi kanlılar (noblesse d’épée,  noblesse de race), yine benzer kibir seviyelerini yakalayan yazılım mühendisleri gibi (noblesse de robe diye nitelendirebileceğimiz) piyasanın yeni soyluları hemen itiraz edecektir.
Bir çok konuyu olduğu gibi ücreti de belirleyen bir sürü faktör var. Kapitalist ülkelerde bunu serbest piyasa güçlerinin belirlediği söylense de bu gerçeğin sadece hakim sınıflar tarafından parlatılan kısmıdır. Emeğin ve sermayenin gelir dağılımında aldığı paylar sadece piyasaya bağlı faktörlerle açıklanamaz. Emeğin ve sermayenin birbirine göre mücadele ve pazarlık güçleri, dünyada esmekte olan ve öncelikle sermayenin kar dişlilerini yağlayan, hızlandıran ama gelişmekte olan ülkelere de yarayan küreselleşme rüzgarları, bunun sonucunda yoksul ülkelerin kıt kaynak olan sermayeyi çekmek için giriştikleri ölümcül rekabet, bu kaotik ve insancıl olmayan karmaşayı regüle edecek bir dünya sisteminin olmaması, bunu yapabilecek güce sahip büyük abilerin kendi çıkarlarını maksimize etmek için çalışan ve bu çıkarları kitlelerin çıkarlarıyla çelişen büyük uluslararası şirketlerin lobiciliğiyle yönlendirilmesi ve o doğrultuda yönetilmesi gibi birbiriyle etkileşen karmaşık bir faktörler silsilesi ücret dengesinin oluşmasına etki eder.
Yapılan işin sofistikasyon, zorluk ve risk düzeyi, gerektirdiği nitelikler, bu niteliklere doğuştan sahip olma ve/veya eğitim süreciyle bu niteliklere sahip olma ve/veya bu nitelikleri geliştirme gibi faktörler adil denecek bir ücretin unsurlarını oluşturur. Ayrıca bu faktörler aynı zamanda bu niteliklere sahip emek arzının kıtlığını da etkilediği için piyasa tarafından belirlenen ücretlerle aralarında bir korelasyon da vardır. Ama piyasanın değişen koşullara uyum sağlaması zaman alır. Bu süre zarfında bir işi yapan meslek sahipleri ücretlerini eski koşullar ile oluşmuş piyasa ücretiyle korelasyon içinde olan ücretlerden alırlar. Piyasa gibi son derece dinamik bir sürecin bile adaptasyonu zaman alırken ideoloji, kültür, duygular gibi son derece yapışkan ve inatçı faktörlerin değişimi ve yeni koşullara uyum sağlaması daha da uzun zaman alır. Çünkü bu öğeleri taşıyan bireyler kurumlarda hakim konumdadır ve hem değişen koşulları görme zorlukları hem de değişen koşullarla zayıflayan yeni statülerini ve sınıfsal konumlarını kabul edemedikleri için bu eski koşullara ait kültürel, ideolojik ve duygusal içerikleri nesilden nesile aktarmaya devam ederler.
Ama adil ücreti belirleyen en önemli faktörlerden biri de yeteneğin yeterince büyük popülasyonlarda normal dağılıma uygun bir şekilde dağılması ve nadir bulunan üstün yetenekle çok bol bulunan daha sıradan yeteneğin kaçınılmaz bir şekilde birbirine bağlı olmasıdır. (Temel Gelir, Yetenek Topluma Aittir ve Talent Belongs To Society denemelerimde gerekçelendirdim). Bu yüzden bütün bu faktörleri göz önüne alan ve topluma ait olan ama bireyde yaşayan yetenek perisini yeterince ödüllendiren ve ayrıcalıklı hissettiren adil bir gelir dağılımı 0.20-0.30 arasında gini katsayısına sahip olan görece eşit gelir dağılımlarından biridir. Ülkemizin her kurumunda bulunan mavi kanlılar gibi gelir dağılımının nispeten daha eşit olduğu Avrupa ülkelerinde çalışan yazılımcılar da o ülkedeki diğer çalışanlarla aralarında bir ücret uçurumu olmasını istiyor, olmayınca şikayet ediyor. Aşçı unvanı, kurumdaki önem seviyesinde Daire Başkanı ile aynı seviyede gösterildiğinde mavi kanlı yöneticinin tepkisi ve aşçılığı daha aşağılara çekmesi de aynı düşünce yapısının, kültürün ve duygu dünyasının ürünü. Aşağı sınıflardan birinin sadece mavi kanlılara ve biat eden az sayıda devşirmeye layık görülen bir seviyede, kağıt üstünde bile gösterilmesi onların soylu mavi kanlarının saflığını bozan küçük bir felaket oluyor. Tabii ki mavi kanın kirlenmesi asla kabul edilmiyor, mavi kanlılar surlarında bir iğne deliğinin bile açılmasına izin verilmiyor. Kendi maiyetlerindeki, tüm çalışanların onlar için böceklerden farkı yok. Onlara emrediyorlar ve “pis”, aşağılık işleri yaptırıyorlar ama emeklerine saygı duymuyorlar, emeklerinin karşılığını vermiyorlar, onlara verilen ücretleri ceplerinden gidiyormuşçasına ve ceplerinde akrep varmışçasına sakınıyorlar. Bu tavır ve davranışın, askeri darbelerle iktidarı ele geçiren askerlerin özel sektördeki ve sivil hayattaki kendilerinden daha parlak zihinlere, üretici elitlere, işçilere, gazetecilere, yazarlara, emeğe yaptığı muameleden farkı yok.
Bir yolculukta temas ettiğim bir kurumun mavi kanlısının davranışları ülkedeki mavi kanlıların kültürü ve kibri konusunda epey fikir veriyor. Yandaki koltuğa oturan 35 yaşlarındaki yolcu telefonu açtı ve babası olduğunu anladığım kişiyle mavi kanlılara has üstenci ses tonuyla konuşmaya başladı. (Mavi kanı eğitimi sonucunda biçimlenen ses tonu da mavi kanlı kimliğinin ayrılmaz bir bileşeni olmuştu.)
İçimden bu bir yerin mavi kanlısı diye geçirdim. Konuşması bitince bir roman okumaya başladı. Notlar alıyordu. Hoşuma gitti. Ben de romanları bile bu şekilde okurum. Bir vesileyle sohbete başladık. Okuduğu kitap Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar isimli romanıydı. Oğuz Atay’ın ilk postmodern romanı yazdığı söyleniyor dedim. Bilmediği bu konuyu geçiştirdi ve “Ben daha çok İhsan Oktay Anar’ın ANALİZLERİNİ beğeniyorum” dedi.
Roman için de analiz sözcüğünü kullanınca içimden bu arkadaş çok büyük bir olasılıkla bilgisayarcı diye geçirdim. Nerde çalıştığını sordum. Nispeten daha az prestijli bir kurumda mavi kanlı olduğunu söyledi. Ben de onun kurumuna göre daha prestijli olduğu kabul edilen kendi kurumumu ve bilgisayar programcısı olduğumu söyledim. Altta kalmamak için bilgisayar MÜHENDİSİ olduğunu ve ODTÜ’den mezun olduğunu söyledi. Sesimi çıkarmadım. Sınıf kibri ses tonuna, jestlere, mimiklere, bakışlara ve beden diline yerleşir ve onların aracılığıyla ifade edilir ve toy mavi kanlı adayları daha deneyimli ustalarında gördükleri bu özellikleri sünger gibi emerek içselleştirirler. Böylece sınıf kibri ve ifade biçimleri yaygınlaşır, bütün sınıf üyelerinin ortak özellikleri haline gelir.
Tumblr media
Tabii sınıf kibri her mavi kanlıda bu kadar ve bu biçimde görünür değildir. Bazıları bunu çok iyi kamufle eder. Sadece mavi kanlarına kirlenme tehdidi gibi durumlarda yine gizli kapılar ardında sergilerler. Biz daha önemliyiz, biz daha önemli işler yapıyoruz düşüncesiyle dışa vurulan bu duygular yürütmeyle olan ilişkileri sayesinde yarattıkları ücret uçurumu ve bunu ölesiye savunmalarıyla ete kemiğe ve çok daha hayati biçimlere bürünür.
Önlerindeki mavi kanlılaşmış, mavi kanlılaştırılmış üstadlarının rahlei-tedrisatından geçen toy ve nispeten daha “düşük” kültür ve empati ortamlarında yetişmiş toy ruhların mavi kanlılaşmasının kolayca gerçekleşmesinde şaşılacak bir şey yok. Şaşırtıcı olan aynı tornanın nispeten daha yüksek kültürel ve rafine ortamlarda yetişen toy ruhları da kolayca biçimleyebiliyor olması.
Ankara’da bir süre çalışıp mavi kanlılaştırma tornasından geçen ve sonra İstanbul bürosuna geçen mavi kanlı rafine kadın, bilgi işlemin devşirilmiş daire başkanından hırsla şikayet ederken, dudak büküp, olağanüstü bir şekilde küçümseyerek “o kim ki, o bir destek personeli” ifadesiyle mavi kanı bütün cildine yayılırken net bir şekilde görünür hale geliyor, sınıf kibri ve kendi sınıfları içinde diğerleriyle aralarında yarattıkları ve hissettikleri uçurum ete kemiğe bürünüyordu. Mavi kanlılar, aşağı sınıf olarak gördükleri bilgi işlem personeliyle aynı eğitim, aynı başarı düzeyi, aynı nitelikte emeğe sahip olan ve yeni yasayla mavi kanlı pozisyonlarındaki kadrolara aldıkları bilgi işlem personelini mavi kanlıların doğal üyesi olarak görmekte hiç zorlanmıyor. Ne de olsa aşağı sınıfların bilgi işlem personeli yazılım geliştirme gibi mavi kanlıların aşağı sınıftan niteliklere sahip diye damgaladıkları, ne yapıyorlar ki diye dudak büktükleri “pis”, önemsiz ve değersiz işleri yapıyorlar. Oysa mavi kanlı bilgi işlem personeli kendileri, yazdığı bir paragraflık yasa maddesiyle sarhoş olan mavi kanlı maliyeci gibi, hem yarattıkları ve göklere çıkardıkları doğuştan mavi kanlı niteliklerine sahip hem de genelde zamanlarının çok azını alsa, faaliyetlerinin küçük bir bölümünü oluştursa da yasa yapma, tebliğ çıkarma, mevzuat oluşturma gibi mavi kanlı işler de yapıyorlar. Gerçi aşağı gördükleri yazılım işlerini yapan yeni nesil mavi kanlı bilgi işlemciler de var ama o kadar çelişki kadı mantığında da olur.
Tabii aynı çelişki mavi kanlı bilgisayarcı ihtiyacı varken aşağı sınıftan bilgisayarcılardan bu tür görevleri kıskançlıkla sakınmalarında, kendilerine mahkum ve bağımlı muktedirin bu tür görevleri, talep olduğunda sudan gerekçelerle geri çevirmesini, iptal etmesini sağlamalarında da bulunuyor. Yani şiarları meşhur şarkıdaki gibi: Aşağı sınıfsın sen aşağı sınıf kal, yap aşağılık sınıf işlerini.
Başka yerlerde de bazısı devasa boyutlara varan irili ufaklı bir sürü kazık yedim. O yüzden emeklilik sürecim için kaygılanıyorum ama bütün bunlar ahlaksızlık yapmaktan, hak yemekten, hak yiyerek yaşamaktan iyidir. Ayrıca her şeye rağmen sağ, sağlıklı ve ayaktayım. Üstelik bu ülkede bir sürü insan bu kazıkların çok daha beterlerini yedi. Ben her şeye rağmen yine de şanslı sayılırım.
Sizlere her şeyden önce haysiyetli sonra daha şanslı bir hayat diliyorum.
Rüzgarınız uygun yelkenleriniz şişkin Seyir defteriniz kabarık limanınız bol olsun. İyi yolculuklar.
Mavi Liman
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan. Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın... Nazım Hikmet Ran
0 notes
benimpencerelerim · 23 days
Text
MAVI KANLI YARASALAR ve KUKREYEN FARE
MAVİ KANLILAR SINIFI
Türkiye’nin hemen her kurumu bir mavi kanlılar sınıfı, onun kontrolünde ve ona mahkum bir üst düzey bürokrat ve diğerlerinden oluşmaktadır. Mavi kanlılar sınıfı içinde bir kesim sınıfın çıkarlarını koruyan, gelen her bürokratı kıskıvrak avuçlarının içine alan ve onu yönlendiren mavi kanlılar cuntasını oluşturmaktadır. Bürokrat ne kadar yetersizse mavi kanlılar cuntasının etkinliği, yürütmede söz sahibi olması o oranda daha fazla olmaktadır.
Türkiye’nin hemen her kurumu bu yapıya sahip olduğu için diğerleri için eşit ve özgür bir şekilde yaşayabileceği, kaçabileceği bir yer yoktur. Onlar için tek seçenek başka bir ülkeye göç etmektir. Bu seçeneği gerçekleştirmenin de kendine has çeşitli zorlukları vardır. O yüzden mavi kanlılar dışında kalan tüm diğerleri bu yapının hapishanesinde yaşamak zorunda kalmaktadır, kaçabilecekleri bir özgürlük adası yoktur.
Mavi kanlılar cuntasının üyelerini sadece kendileri ve sınıfın onlarla temas etmek zorunda olan elemanları tanımaktadır. Onlar karanlıkta mağaralarda yaşayan yarasalar gibidir. Kurum içindeki iktidar pozisyonları nedeniyle herkes ve her şey hakkında bilgi sahibiyken diğerleri onlar hakkında hiçbir bilgiye sahip değildir. Zorunlu temaslar sonucunda onları tanıyan mavi kanlılar sınıfının üyeleri de onların şerrinden korktukları için seslerini çıkaramamakta ve ketum davranmak zorunda kalmaktadır.
Mavi kanlılar cuntasıyla atanan bürokrat arasındaki ilişki Emret Bakanım dizisindeki bakan-bürokrat ilişkisine benzemektedir. Sahip oldukları ve kurumun kuruluşunda yine kendileri gibi mavi kanlı olan dinozorlar tarafından oluşturulan iktidar pozisyonları sayesinde sahip oldukları bilgileri güç olarak kullanmakta ve bürokratı o dizide olduğu gibi avuçları içinde oynatmakta ve saltanatlarını sürdürmektedirler. (bunu biz önemliyiz, biz önemli işler yapıyoruz, diğerleri destek personelidir söylemleriyle de pekiştirmektedirler. Diğer personeli kurulun asli işleri dışında ve iktidar pozisyonlarının dışında tutup, mesela  bilgi işlem personeli gibi diğerlerine, kıskançlıkla kendilerine ayırdıkları ve üstüne titredikleri denetleme görevi gibi asli görevler verilmeye kalkıldığında hemen ayağa kalkmaktadırlar. Kah kendi içlerinden çıkan kah dışardan atanan bürokratın bilgi işlemciler gibi diğer personelin bu tür asli görevlere talip olduğu durumlarda bu istekleri sudan gerekçelerle reddetmesi de ayrıcalıklı konumlarını ve kanlarının saflığını koruma yollarından birini oluşturmaktadır.)
Böylece mavi kanlılar cuntasının üyeleri kurumların kuruluşundan itibaren su başlarına oturmuşlar, su başlarını tutmuşlar ve diğerlerine ve dışarıya akan suyu kontrol ettikleri için kendilerinin daha önemli olduğu gerçeğini oluşturmuşlardır. Kuruluşta oluşan bu asimetrik güç yapısı başta ABD,  gelir dağılımın son derece eşitsiz olduğu bir dizi ülkede zenginliğin ve fakirliğin nesilden nesile aktarılması gibi gücün, bilginin, iktidarın, önemin nesilden nesile mavi kanlılar sınıfı ve bu değerlerin üstünde tepinen mavi kanlılar cuntasının üyelerine aktarılmasını sağlamıştır.
Mavi kanlılar sınıfı kendilerini dev aynasında görmüşler, göstermişler ve bu devasa farkı da insan yaşamında en önemli kalemlerin başında gelen gelir dağılımıyla dostun düşmanın gözüne sokmuşlardır. Kuruluşta oluşan iktidar pozisyonun verdiği güç ve yetkiyle hükümet üyeleriyle kendileri bağlantı kurmuş ve kurum personeline yapılan zamları mavi kanlı idealleri doğrultusunda belirlemişler ve böylece kurum içinde bir ücret uçurumunun oluşmasını sağlayarak kendi önemlerine bir de bu şekilde bir payanda yaratmışlardır.
Kurumların çoğunda mavi kanlılar yeni yasalar yapılır, bilişim uzmanı yardımcısı ve bilişim uzmanı gibi yeni mavi kanlı kadroları oluşturulurken, çoğu üniversite sınavında ilk bin içinde bölümlerini kazanmış olan eski bilgisayar mühendisi yazılımcıların ve sistemcilerin mavi kanlılar sınıfına alınmasını sineye çekmiş ama bazı kurumlarda, bu aşağı sınıfların asil ve saf kanlarını kirleteceği düşüncesi ve duygusuyla eski bilgisayarcıların mavi kanlılar arasına katılması maddesini yasa tasarısına koymadıkları, koydurtmadıkları gibi, hükümet üyeleri bakanlarla olan sıcak temasları sonucunda onları yönlendirerek bu doğrultuda yapılan girişimlerin de akim kalmasını sağlamışlardır. ÖNEMLİLER ve DEĞERLİLER
Çetin Altan’ın hayatımıza kattığı önemli kavramlardan biri de önemli-değerli ayrımıdır. Üstad’ın saptamasına göre Türkiye’de önemliler çoğunlukla değersiz, değerliler de çoğunlukla önemsizdir. Değer de üretim, emek, nitelik gibi özelliklerle orantılıdır. Mavi kanlılar sınıfı önemli olduğu ölçüde değerli olsa bile (ki az sayıda değerli olanın yanında çok sayıda vasat ve mebzul miktarda vasat altında olan vardır) diğerleri içinde de aynı derecede ve bazen daha da fazla değerliler vardır. Ama Ordu, Hindistan ve benzeri kast sistemlerine benzer şekilde ellerindeki iktidar gücü ve pozisyonuyla diğerleri sınıfı (kastı) gömleği giydirdiklerinin içinde kalan tüm değerlileri çiğneyip geçmektedirler.
Değer üretimle, üretimin miktarı ve kalitesiyle ilişkili büyük ölçüde. Üretim miktarı ve kalitesi ise büyük ölçüde (günümüzde) entelektüel yetiler ve bu yetilerin bilgiyle, deneyimle donatılmasıyla (eğitimle) ilişkili. Entelektüel yetiler de bilindiği gibi normal dağılıma göre dağılıyor. Bu dağılıma göre ortalamanın epey üstünde olan ve benim üretici elitler dediğim üretimin büyük bölümünü gerçekleştiren kitle nüfusun yaklaşık %17’sini oluşturmaktadır.
Fakat, entelektüel yetilerin toplum içinde son derece orantısız bir şekilde dağılmış olması gelirin de buna paralel bir şekilde aynı ölçüde orantısız bir şekilde dağılması gerektiği anlamına gelmez. Evet, değer, üretim, nitelik farklarını gözeten ve gelir farklılıklarını içeren görece eşitsiz bir dağılım olmalıdır ama adil olan ve olması gereken, mavi kanlılar cuntasının ve kapitalistlerin savunduğu ölçülerde orantısız bir dağılım değil, 0.20-030 arası bir gini katsayısına tekabül edecek ölçülerde nispeten eşit denebilecek bir gelir dağılımı olmalıdır. Bu konudaki akıl yürütmelerimi iki farklı makalede dile getirdim. Onlara bakılabilir.
Mavi kanlıların kendi soyluluklarını kanıtlamak için araçsallaştırdıkları büyük gelir farkları diğerlerinin tamamına yıllarca attıkları kazıkların en önemlisi ve en geneli olmuştur. Bu devasa eşitsiz dağılım sonucunda sesi çok çıkan diğerlerine sus payı vermek için yaratılan ara kadrolar da ulufe gibi dağıtılmış ve diğerleri üstünde kurulan iktidarın ana direklerinden birini oluşturmuştur. Başta ülkenin hemen her yerinde olduğu gibi gücün mutlak sahibi yerel “padişah”, sonra perde  arkasındaki mavi kanlı yarasalar cuntası bu görevleri ve personele yasayla tanınan diğer hakları kendi mülkleri olarak görmüşler ve diğerlerini ödüllendirmek cezalandırmak için kullanmışlardır.
MAVİ KANIN TARİHİ
Mavi kanlılar ve diğerlerinden oluşan kast sisteminin Osmanlı yönetim yapısından cumhuriyete aktarılan ve nesilden nesile taşınan ve sürdürülen bir heyula olduğunu düşünüyorum. Osmanlı devleti de bir yönetici bürokrasi sınıfı (mavi kanlılar sınıfı) ve padişahtan oluşmaktaydı. Halkın çoğunluğu cahil köylülerden(REAYA) oluşmaktaydı. Daha kalifiye ve üretken olan ticaret burjuvazisini (diğerleri) ise Osmanlı yönetimi(padişah ve bürokrasi) sıkı kontrol altında tutmaktaydı.
Osmanlı devleti, en azından kuruluş ve yükseliş dönemi boyunca liyakata uygun bir şekilde yönetilmiş, ve bu özelliği bir dünya devleti olmasını sağlayan güncel başarılarının da ilerde karşılaşacağı ve halen sıkıntılarını çektiğimiz başarısızlık yol bağımlılığının da nedenini oluşturmuştur. Osmanlı Enderun sistemi liyakat sahibi bürokrasi sınıfını yetiştirmiş, bu sınıf da devleti başarılı bir şekilde yönetirken geleceğin başarısızlığının tohumlarını eken başta ticaret burjuvazisi olmak üzere tüm diğerlerini sıkboğaz etmek gibi uygulamalara imza atmıştır. Osmanlı devletinin dünya çapında başarıları, ülkenin padişahla birlikte tek hakimi olan ve ticaret burjuvazisi ve ulema dışında tek donanımlı, eğitimli kesimi olan Osmanlı bürokrasisinin üyelerinin bu başarıları sadece kendi çabalarının ve niteliklerinin eseri olarak görmelerine ve kendilerini, Osmanlı’ya has bir aristokrat sınıfı gibi hissetmelerine ve bu doğrultuda davranmalarına zaten cahil olan reaya sınıfını da hor görmelerine neden olmuştur.  
Bir tarım ve fetih devleti olan Osmanlı’da o zamanlar tarım üretiminde ve fetihlerde payı olmayan, devletin asli fonksiyonu olan fetih ve bunun finansmanını ve örgütlenmesini sağlayan devlet idaresinde dahli olmayan ve/veya izin verilmeyen sınıflar, yani diğerleri (Ticaret burjuvazisi, zanaatkarlar ve burjuvazi) önemsiz duruma düşmüş, kabul edilmiş, tarım üretimini gerçekleştiren reaya ise eğitimsiz olduğu için küçük ve hor görülmüştür. Osmanlı’da fetihler döneminin sona ermesi, duraklama ve gerilemenin başlamasından itibaren fetih devleti ve işlevlerinin önemini kaybetmesine rağmen iktidarı ve ülkenin zenginliklerinin kontrolünü elinde tutan yönetici sınıflar bu defa da maddi zenginliğin ve iyi gelir sağlayan kadroların ve diğer araçların dağıtımında söz sahibi aktörler olarak önemini korumaya devam etmişlerdir. Benzer süreçler ekonomide kontrolün ve sahipliğin büyük ölçüde devletin elinde olduğu karma ekonomi döneminden serbest piyasa ekonomisi dönemine geçildiğinde de, onun yarattığı özelleşme dalgası ve ekonomik gelişmeye rağmen büyük ölçüde işlemiştir.
Cumhuriyet dönemi Osmanlı bürokrasisinin uygulamalarını ve kültürünü devralmış, cumhuriyetin yönetsel kurumlarına adapte etmiştir. Bu kurumlarda ve bu kurumların kültürüyle, düşünce kalıplarıyla yetişen dinozorlar da bu kültürü görev aldıkları yeni kurumların kuruluşunda kullanmışlar ve o kurumlara da yerleştirerek yapışkan devamlılığı sağlamışlardır. Yeni kurulan kurumlarda dinozorların rahle-i tedrisatından geçen toy zihinler de bu kültürü ve zihniyet yapısını sünger gibi emerek içselleştirmişler, kendileri ve zihinleri nasırlaşırken sonra gelen yeni toy zihinlere nesilden nesile aktarmışlardır.
Ol hikayet budur.
0 notes
benimpencerelerim · 24 days
Text
Kızılay AKP
Kızılay, AKP’dir
Yayınlanma:28 Şubat 2023 Salı
ESAT AYDIN / KONUK YAZAR
“Hiç ağzını burnunu eğip bükme.
Sen gittin mi o deprem alanına, gördün mü o yıkıntıları, altında kalanları gördün mü?”
Kızılay’ın AHBAP’a çadır satmasını Kızılay’ın Kadıköy şubesi önünde protesto etmek isteyen TİP üyelerine yönelik polis müdahalesinin ardından bir kadının gülen polise söylediği sözler bu iki cümle ile başlıyor ve şöyle devam ediyordu:
“Nasıl döversiniz o çocukları… Ne yaptılar? Kızılay çadır sattı diye protesto ediyorlar, hepimiz protesto ediyoruz bu devleti…yeter artık, Kızılay’ınız da yeter AFAD’ınız da yeter. Robota döndürmüşler sizi.
Hiçbirinizin yakını o enkazlarda kalmadı mı?
O enkazlarda bacağı kopuk çocukları seyretmediniz mi?
Hiç vicdanınız sızlamadı mı sizin, neyi savunuyorsunuz, hangi ülkeyi, hangi devleti?
Neyi engellemeye çalıyorsunuz?
Hangisinin suçu var, hangisi devlet suçu, hangisi terör suçu işledi?”
***
Yaşadıklarımız iyilik ve kötülük üzerinden açıklanabilir mi?
Ben pek sanmıyorum; ama bu, yaşadıklarımızın kötülükle ilgili olmadığı anlamına gelmiyor, aksine akıl almaz derecede kötü.
Alain Badiou diyor ki: “Kötü, bir hakikatin taklit edilmesi sürecidir. Ve esasen, kendi uydurduğu bir ad altında, terörünü herkese yöneltir”. Bizde de durum bununla doğrudan ilişkili…Özellikle son günlerde yaşadıklarımız…
Geçen gün bir depremzede de şu cümleyi kuruyordu: "Ceset torbası vermediler… Altısını torbaya koydum, parçalarını kendi imkanlarımla gömdüm… İnekleri yemlediğim yem torbasına koydum, altısını da…”
Her iki örnekte de insanların yaşadıkları, acıları, sözleri çok ağır değil mi? Hangi ülkede, hangi iktidarda duyarsınız başka?
Yaşadığımız tüm bu sarsıcı ve yıkıcı süreç 20 yılı aşkındır maruz kaldığımız neoliberal-İslamcı hegemonyanın çırılçıplak vaziyetiyle yüzleştiriyor mu sizi de? Biz bu halle, 20 yıl içinde çok karşılaştık. Hatta AKP bu halin, neoliberal projenin somut hali gibi. Felaketin türü fark etmiyor onlar için; motivasyonları hep aynı yerden işliyor: “Bu durumu siyasi ikbalimiz için nasıl kullanabiliriz; çıkan rant kapısını ardına kadar nasıl açarız?” Enkazda ölen; çıkıp aç-açık kalan mı var; dert değil…
Bu da her şeyin üretim ve bölüşüm ilişkilerinin biçimiyle doğrudan ilgili olduğunu gösteriyor. Çünkü iktidar ve kapladığı, kapsadığı her şey sermayenin hem ortağı hem temsilcisi hem bekçisi… Bu sebeple kamu yararı gibi şeyler beklemek veya “devlet nerede” diye sormak bir anda boşa düşüyor.
Bu noktada yine Badiou’ya kulak verelim: “Bildiğimiz gibi zorunluluğa verilen modern ad, ‘iktisattır’. ... adlı adınca söyleyelim: Sermayenin mantığıdır.”
Bizim 155 yıllık Hilal-i Ahmer Cemiyeti başkanı Kerem Kınık da sermaye mantığının bir formu olduğunu ispatlıyor sattığı çadırlar için “ahlakidir, akılcıdır ve yasaldır” derken. Sebeb-i hilkatinin afetzedenin müşkülünü gidermek değil, neoliberal-İslamcı politikaların bayraktarlığı olduğunu itiraf ediyor sanki… Sonra İslamcı hamaset makinesini çalıştırıyor “ Allah doğrularladır” deyip, bu skandalı da dinbazlığıyla perdelemeye çalışıyor.
Peki, bu kötü olarak addedilebilir mi? Hem de nasıl… eşyanın adı, kötülüğün kendisini yeterince tarif ediyor. AKP ve iktidar ağı, ortakları veya yaltakçıları olan her bir yapılanma da ileri sürdüğü her söylemiyle, ideolojisiyle “safsatanın yıkıcı hali” olarak karşımızda duruyor.
Ve ...AKP’ye ait hiçbir söylem/değer emekçiyi, yoksulu, çocuğu, mağduru… tanımlamıyor, tanımlayamaz da…
Bakın bu hal karşımıza: binlerce insanın enkaz altında ölüme terk edilişini, Kızılay’ın AFAD’ın içler acısı halini, ülkenin iliklerine kadar işlemiş tarikatların/cemaatlerin ağını getiriyor. Kaybolan çocukları ve akıbetlerinin belirsizliğini, hemen ranta koşan, AKP’nin amentüsü olan alelacele inşaat peşinde olanları, büyük bir afet yaşamış ama hiç akıllanmamış olmayı, ormanı, ovayı, doğayı yıkan OHAL kararlarını getiriyor… Belki konudan bağımsız ama; bir mahkemenin bir kitap için "İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar" tespit edip yasaklamasını getiriyor.
Bu ülke deprem bölgesinin aynasıdır, aynısıdır. Moloz yığınları içindedir. Ne temiz tuvaleti vardır ne de başını sokacak çadırı. Olanı da satıp, parayı da yeni “Ensarlar” için bağışa saklarken Kızılay; zehirli hava içindedir, bit sarmıştır çocuklarını; hastalık, açlık, yıkım kol koladır.
Mesele paranın, mülkün her koşulda muhafaza edilmesi ve kâra geçilmesidir…Kızılay gerçeği de bunun özetidir. Kerem Kınık Hilal-i Ahmer’ci değil, Çadır & Tekstil AŞ’cidir. Bir Twitter kullanıcısının: “…Her ülkenin Kızılhaç-Kızılay’ı var. Hepsi ICRC’ye bağlı. Temel ilke hizmetlerden çıkar gözetilmemesi. Bu ülkenin Kızılay’ı çadır sattı. Elindeki çadırı afet anında SATTI.” cümlesindeki satmak fiilidir Kınık. Soru üzerine de olsa Haluk Levent’ten öğrendik ki Kınık gıda maddesi de satmış. Özdağ’ın tetiklediği neofaşist çeteler aç kalmış depremzede avındayken, Kınık AHBAB’la pazarlık masasındaymış. Sormadan edemiyor insan; soda satar gibi kan da mı sattın?
Kızılay bu zamana kadar ne yaptıysa 20 yıllık AKP’yi de temsilen yapmıştır. Kızılay, AKP’dir.
***
Devletin tüm kurumlarıyla neoliberal-islamcı iktidarın birer uzvuna dönüşmesinin yarattığı cerahat her yerde. Hepsi aynı buyruk altında, tek kişiye ve paraya bağlı.
“Devlet, benim!” (l’État c’est moi) sözü her yerde; duyuyoruz, yaşıyoruz… Günaşırı hakaret işitiyoruz.
Bu apaçık gerçeklerin karşısında akla ilk “kötülük” kavramının gelmesi elbet doğal ve haklı yanı da mevcut. Yine de siyaseti ve onunla göbekten bağlı ekonomiyi, yarattığı kepazeliği, acıyı, yıkımı tek başına “kötülükle” açıklayamayız veya oraya sıkıştıramayız.
Çünkü karşımızda örgütlü bir kötülük var ve bize her hareketi yapanların çıkarı belli.
Bunlar “inşaat ya Resulullah”çılar…Bunlar rantın “ihya ve inşa”cıları… yıkılan on il ve giden binlerce can da bunun ispatı. Tek bir özür yok, tek bir istifa yok, hala aynı tehditler, hala hakaretler, fişlemeler, kaş çatmalı parmak sallamalar. Erdoğan’ı dursa diğeri durmuyor. İktidar ve rant planlı İslamcılık makinesi çalışırken “kader planları”, “mucizelerle anlam kılınmış, içinde sır olan” olaylar yoksul bırakılmış, sınavı ölüm olmuş halk için çalıştırılıyor. Erdoğan ve diğerinin devleti, Hegel’in “tanrının yeryüzündeki yürüyüşü” abartısında vücuda geliyor.
Bu abartı tam olarak doğaya çök, halkın parasına, malına çök, dahası çocuğuna çök, canına çök… biçiminde 20 yılı dolduruyor. Daha nereye kadar?
***
Çocuklar nerede? Tarikatlere/cemaatlere çocuk vermek de ne demek? Gazeteci Alican Uludağ ısrarla takip etmese öğrenmeyecektik Sakarya'ya götürülen 9 çocuğun, Diyanet'e ait; ama İsmailağa’cılara yakın Sakarya Erenler İlme Hizmet Derneği tarafından işletilen Mekke Mescidi Hanife Akın Kuran Kursu'nda kaldığını… Daha cümle bitmeden göğsümüze öküz oturuyor.
Bu nasıl bir “kötülük”?
Ve tabi bu işle göbekten bağlı olanları biz biliyoruz onlar da cevabı biliyor elbet…
Biz uzun zamandır karanlıktayız, eski klişeler artık öldü ki eskiden de pek bir işe yaramıyordu. Ama karanlıktan çıkmak zorundayız. Çocukları bulmak zorundayız. Hatay’ı Adıyaman’ı Maraş’ı, Kilis’i, Osmaniye’yi…Türkiye’yi yeniden kurmak zorundayız. Doğayla barışmak zorundayız.
Onlara, “hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu" diye seslenen Nazım’ın Çocuklarımıza Nasihat’i ile bitirelim: "Ve din dersleri hocasının resmini yapan kurşun kaleminle yık Mızraklı İlmihalin yeşil sarıklı iskeletini... Sen kendi cennetini kara toprağın üstünde kur".
0 notes
benimpencerelerim · 25 days
Text
AHLAKIN SOSYOLOJISI
Ahlakın Sosyolojisi
Tumblr media
BESİM F. DELLALOĞLU
14 Nisan 2022
Bir toplumda çalışma yaşında olanların yaklaşık yüzde 15’i işsizse, çalışanların yüzde 45’i asgari ücretle çalışıyorsa, asgari ücret açlık sınırının altındaysa, emeklilerin büyük bölümü asgari ücretin altında ve açlık sınırının yaklaşık yarısı kadar bir gelire sahipse o toplum ahlak-sızdır. Toplanan verginin üçte ikisinin tüketimden alındığı bir topluma ahlak henüz uğramamıştır.  
Ahlaksız insan olur mu? Ya ahlaksız toplum? Bu tür sorulara cevap vermek kolay değildir. Zorluk, cevap bulmanın zorluğundan kaynaklanmaz. Öznenin kendini dâhil etmediği bir dünya için nesnel bir yargıda bulunmasının bizatihi kendisinin ahlaksızlık içermesidir asıl mesele. Dolayısıyla ahlak sorumluluktur. Kendi halinden, toplumun halinden, dünyanın halinden duyulan bir sorumluluk.
Genellikle ahlaksız insan ve ahlaksız toplum olmayacağını düşünürüz. Aslında pek de yanlış değil gibi gözükür bu değerlendirme. Çünkü eninde sonunda, iyi kötü, doğru yanlış herkesin bir ahlakı vardır. Herkes kendine göre bir ahlak evreni içinde yaşar. Ancak belli bir ahlak kavramına sahip olmak, belli bir ahlak evreninde yaşamak bir insanı, toplumu otomatikman ahlaklı yapar mı? Bence yapmaz. Çünkü meselenin ahlaklı olunup olmamasından öte, bir de sahip olunan ahlakın kalitesi sorunu vardır. Bunu tartışabilmek ise hiç de kolay değildir.
Ahlak ve Ahlakçılık
Sorumluluk içermeyen bir ahlakın ahlakçılığa dönüşmesi kaçınılmazdır. Ahlakçılık ise ahlak sahibi olmayı gerektirmez. Yani bir tür sorumsuzluk ahlakıdır ahlakçılık. Ahlakçılığın nesnesi, konusu hep başkalarıdır, ötekilerdir. Ahlakçılık başkalarının olmasını istediğimiz haldir ve toplumsal iktidar ağından beslenir. Ahlakçılık çoğu zaman çoğunluğun azınlığa olan baskısıdır. İşte tam da bu nedenle ahlakçılık aslında ahlak-sızlıktır. Ahlakçılık, öznenin kendisiyle eşit görmediğine yönelttiği bir dayatmadır.
Tek kişilik bir dünyada ahlak olur mu? Aslında hayır. Doğayı, diğer canlıları ve Cuma’yı saymazsak Robinson Crusoe için ahlak ne kadar geçerlidir? Bu son cümleyi içerebileceği bütün ahlak-sızlık risklerini göze alarak yazıyorum. Meramım beşerî bir evrende ahlaka işaret edebilmek. Bu anlamda ancak iki kişilik bir evrende ahlaktan söz edebiliriz. Çünkü ahlak diğerlerine yönelik sorumluluğumuzdur. Ahlak her birimiz için ötekilere yönelik davranışlarımıza dairdir. Elbette bu ötekilere tüm diğer canlılar ve hatta doğa da dâhildir. Ahlakı, hatta giderek hukuku bir mecburiyet haline getiren aslında toplumsal hayattır. Ötekilerin varlığıdır.
Ahlak kendimize yöneltmemiz gereken bir dayatmadır. Başkalarına değil. Ahlak bir özeleştiridir. İlkelere sahip olmak ve onlara uymaktır. Öz-erklik, yani otonomi tam da budur. En azından bu noktada artık Kant’a bir şapka çıkarmanın vakti geldi sanırım! Ama genelde pek çokları tam tersini düşünür ve yaşar. Özerklik, özgürlük, bağımsızlık bazı zihinlerde birbirine karışır. Özerk birey kendine özgü ilkeleri olan ama aynı zamanda onlara mümkün olduğu kadar uyan kişidir. Pek çokları bunun ikinci kısmını biraz hafife alır. Hatta bu ilkeleri kendine uygulamak yerine başkalarından hesap sormak için kullanır. Bu nokta tam da ilkelere sahip olmanın tek başına ahlaklı olmaya yetmediğini kanıtlar. İlkelere sahip olmak ama onları başkalarına uygulamak daha önce ifade ettiğim gibi ahlak değil ahlakçılıktır.
Teist, deist, ateist, agnostik, seküler, laik olmak ahlaklılık/ahlakçılık/ahlaksızlık ekseninde hiçbir şeyi garanti etmez ya da dışarıda bırakmaz. Bu beş sıfatı kendim kabullendiğim için değil, yaşadığım toplumda kendini öyle ifade edenler olduğu ve onlara ahlaki saygım nedeniyle kullanıyorum. Teist olmak ahlaklı olmayı garanti etmez. Ateist olmanız otomatikman ahlak-sız olduğunuz anlamına gelmez. Her tercihin ahlaklı, ahlakçı, ahlak-sız formları mevcuttur tarihsel olarak. Yaklaşık 57 yıldır bu hayatın içindeyim. Kişisel tecrübelerime göre şunu net bir biçimde ifade edebilirim: Benim tanıdığım komünistler, sosyalistler genel ortalamada İslamcılardan çok daha ahlaklılardır. Türkiye’de. Ama dediğim gibi bu söylediğim benim tecrübemdir. Bunun evrensel olduğunu iddia edemem. Bu, ahlaksız ateistler, ahlaklı teistler olmadığı anlamına da gelmez. Söylediklerim ancak belli bir zaman ve mekânda, belli öznel tecrübe açısından geçerlidir.
Komünist ve sosyalistler içinde teist olma seçeneğinin toplumsal ortalamaya göre daha düşük, diğer dördünün ise daha yüksek olduğunu ileri sürmek sanırım fazla iddialı bir önerme olmaz. Aynı şekilde İslamcılar içinde teist olma seçeneğinin toplumsal ortalamaya göre diğer dördüne göre çok daha fazla olması gibi. Bir teist için çoğu zaman öyle gözükse de deist, ateist, agnostik, seküler ve laik aynı şey değildir. Bunların hepsinin kendilerine göre bir ahlak anlayışları vardır. Ancak her birinin ahlak anlayışı diğerine göre ve özellikle de teiste göre farklılaşabilir.
Ahlakın İdeolojisi Yoktur
Ayrıca genel ya da en azından geniş bir insanlık mefhumuna sahip olamayanların bir ahlaka sahip olmaları da zordur. Çünkü mahalli, yerel, ideolojik ahlak olmaz. Ahlakı sadece kendi ideolojisinden olanlardan ibaret bir evren için geçerli sayan biri aslında çok özel bir biçimde ahlak-sızdır. Kendi köyünden, dininden, mezhebinden, ideolojisinden, hayat biçiminden olmayana her şeyi reva gören de ahlak-sızdır. Kendisi dürüst olmadan herkesten dürüstlük bekleyen, kendisi demokrat olmadan toplumdan demokrat olmasını uman ahlak-sızdır. Kendi hırsızlığını başkalarının hırsızlıklarıyla meşrulaştıran da ahlak-sızdır. Başkalarının giydiklerini veya giymediklerini ahlak konusu yapmak ahlak-sızlıktır. Örneğin, sürekli olarak kadınlar hakkında yargılayıcı bir şekilde konuşan bir erkek genellikle ahlak-sızdır.
Ahlak ilkeseldir. Kategoriktir. Vicdansaldır. Ahlakın ilkesi tek kişilik bir dünyada, uygulaması ikinci kişiden itibaren gündeme gelir. Ama bütün bunlar ahlakın aynı zamanda tarihsel, sosyolojik, hatta sınıfsal bir boyutu olduğunu göz ardı etmemizi gerektirmez. Aç olana, garibana ahlak sorulmaz. Bu anlamda ahlakın bile toplumsal, ekonomik konfor talep eden bir yanı vardır. Zenginler genellikle ahlak-sızdır. Sadece zenginliklerinin kökenindeki muhtemel ahlak-sızlıklar yüzünden değil. Daha çok içinde yaşadıkları toplumun, dünyanın içerdiği sefalete rağmen geceleri rahat uyuyabildikleri için. Komşuları açken, tok ve rahat uyuyabildikleri için. Sorumsuzlukları için. Aslında dünyanın mevcut halinden fakirlere göre daha fazla sorumlu olmalarına rağmen…
Ahlak-sız Toplum
Bir toplumda çalışma yaşında olanların yaklaşık yüzde 15’i işsizse, çalışanların yüzde 45’i asgari ücretle çalışıyorsa, asgari ücret açlık sınırının altındaysa, emeklilerin büyük bölümü asgari ücretin altında ve açlık sınırının yaklaşık yarısı kadar bir gelire sahipse o toplum ahlak-sızdır. Toplanan verginin üçte ikisinin tüketimden alındığı bir topluma ahlak henüz uğramamıştır. Gelir dağılımı eşitsizliği sadece iktisadi bir mesele değildir, aynı zamanda bir ahlak sorunudur.
Bir toplumda aşırı siyasallaşma, kutuplaşma var olan ahlakı da çürütür. Çünkü ahlaki ilkeyi uygulamayı layık bulduğunuz beşerî evren daraldıkça ahlaki evren de daralır. İyi olmayı sadece ailenize, yakın arkadaşlarınıza, partidaşlarınıza layık görüyorsanız ahlaktan tamamen kopmuşsunuz demektir. Bir toplumda iyilik ve kötülük ideolojik olarak kataloglanıyorsa o toplumda ahlak yoktur.
Ahlak içselleştikçe vicdan gelişebilir. Yerleşik toplumsal normların çerçevesini aşamamış bir ahlak ortamında bireysel vicdana, hatta toplumsal vicdana gerek yoktur. Bu durumda aslında bireye de gerek yoktur. Aslında böylesi bir sorumsuzluk ortamında suçun, günahın da bir anlamı kalmaz. Hukukun varlığını tescil eden kanunların varlığı değildir, sorumlu ve vicdanlı yurttaşların varlığıdır.
Sonuç olarak, ahlak üzerine konuşmak kolay, hatta cezbedici ama ahlaklı olmak zordur. Çünkü ahlak ahkâm kesmekle ilgili değil, eylemle ilgilidir. Sürekli ahlak üzerine konuşanlar genellikle en ahlaklı olanlar değildir. Ahlak üzerine konuşmaya başladığınızda, ahlakın dışına çıkma riskiniz yüksektir. Ahlakçılığa düşmeden ahlak üzerine fikir beyan etmek de oldukça zordur. Son paragrafta yapılan bütün değerlendirmelerden bu satırların yazarı da azade değildir. Ancak en azından ben bu sorunun farkındayım. Ahlak üzerine yazarken kendimle de mücadele ediyorum. Ama bu dünyada genelde ahlakın yanından geçmemiş ahlakçılar hükümran.
0 notes
benimpencerelerim · 25 days
Text
SAHSIYETIN SOSYOLOJISI
Şahsiyetin Sosyolojisi
Tumblr media
BESİM F. DELLALOĞLU
28 Nisan 2022
Şahsiyet farklılıktır. Kimlik değil, kişiliktir. Hiç kimseye benzememektir. Nevi şahsına münhasır olmak ya da bir alamet-i farika haline gelebilmektir. Şahsiyet cemiyette oluşur, diğerleriyle ilişki içindeyken inşa ettiğiniz bir şeydir. Şahsiyet; cemiyeti, kamuyu, tüm ötekileri öngörmeden mümkün değildir. “Şahsiyet”ten ahlakı ve haysiyeti çıkardığımızda geriye kalan palyaçoluktur.
Tıpkı Perspektif’te geçen hafta yazdığım “Haysiyetin Sosyolojisi” yazısında olduğu gibi bu yazıma da Descartes’a yaptığım malum nazireyle başlamak istiyorum izninizle: Şahsiyet insanlar arasında en eşit paylaştırılmış şey değildir. Bazı insanlar daha şahsiyetlidir. Diğer bazılar daha şahsiyetsizdir. Ancak tıpkı haysiyette olduğu gibi şahsiyette de organiklik söz konusu değildir. Şahsiyet ilişkiseldir. Yani her birimizin şahsiyeti tüm ötekileri dolanır.
Modern cumhuriyet ve demokrasi, öznelerin şahsiyetlerini kaybetmeden belli bir toplumsallık, kamusallık üretmeleridir aslında. Ben tüm diğer yurttaşlara eğer tek başına iktidara gelirsem onları kesmeyeceğimin garantisini veririm. Her yurttaş da aynı garantiyi bana ve tüm diğer yurttaşlara verir. Toplumsal sözleşme hiç kimsenin şahsiyetini kaybetmeden yaptığı bir mübadeledir. Cemiyet, içindeki öznelerin şahsiyetlerini kaybetmedikleri bir kalabalıktır. Sözleşme, bir anlamda, kurtluktan insanlığa geçiştir! Burada da Hobbes’i analım mı?
2012 tarihli Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi kitabımda kimlik ile kişiliğin ters orantılı kavramlar olduğunu yazmıştım. Kitaptan en çok alıntılanan cümlelerin bazılarının bu konuyla ilgili olanlar olduğunu kamuoyunda görüyorum. Şahsiyet biraz da kimliğe rağmen gelişir. Çok güçlü kimlikler insanı şahsiyetsizleştirir. Cemaat daha çok kimlik, cemiyet daha çok şahsiyettir.
En şahsiyetli dindar Allah ile tek başına yüzleşebilendir. Dindar��n bu yüzleşmesine vicdan diyoruz. İnanmayan bir insan için bu elbette ilkeler olabilir. En şahsiyetli Galatasaraylı kendi takımının oyuncusunun yaptığı penaltıda hakemin kararının saygıyla karşılayabilendir. En şahsiyetli erkek, tarihin kendisine bahşettiği avantajları kullanmayı reddedebilendir.
Cemiyetin Cemaatleşmesi
Cemiyet şahsiyetli bir cemaattir. Cemaat yeterince şahsiyet üretmeyen bir cemiyettir. İnsan kolaylıkla hem kendisi hem de cemiyetin bir parçası olabilir. Bu ikisi arasındaki her türlü çelişkiye, gerilime rağmen bu mümkündür. Oysa hem bir cemaatin parçası hem de kendisi olmak oldukça zordur. Ancak bu cemiyette her şeyin yolunda olduğu anlamına da gelmez. Kitle toplumu denen şey, bir anlamda cemiyettin cemaatleşmesidir. Kitle toplumu örgütlü şahsiyetsizliktir çünkü özne kitle içinde kaybolur. Kitle, toplumun insanın kurdu olduğu bir insanlık halidir.
Hitler, “Sadakatim onurumdur” der. Bence doğru olan bunun tam tersidir: Bu kadar güçlü bir sadakat vurgusunun şahsiyetsizlik üretmesi kaçınılmazdır. Sadakat ile şahsiyet genellikle birbirleriyle ters orantılıdır. Biri artarsa diğeri azalır. Elbette Hitler’in tuzu kurudur. O, Führer’dir. Führer’e sadakat ise insanları şahsiyetsizleştirir. Otoriter rejimlerde tek şahsiyet makbuldür.
Tanımadığımız biriyle karşılaştığınızda “Kimlerdensin, nerelisin?” diye soruyorsanız, cemiyet ve şahsiyet size oldukça uzaktır. Bu sorudaki sen/siz tartışmasına hiç girmiyorum. O tartışmadan varılabilecek yerler çok daha vahim olabilir! Bir kalabalıkta siz’in kolaylıkla sen’e dönüşmesi mesafesizliktir. Şahsiyet ise mesafe ister.
Şahsiyet İnşa Edemeyen Kimliğe Sarılır
Kim-liğin, yani kim olma sorusunun hayata bu kadar hâkim olduğu bir yerde şahsiyet yeşermez. Metropollerin ana caddelerinin, taşra kasabalarının, şehirlerinin adıyla meslek dernekleri tabelalarıyla dolu olması “Kimlerdensin?” sorusunun hâkimiyetinin işaretidir. Şahsiyet inşa edemeyen kimliğe sarılır. İşçi ve işveren sendikalarının, örgütlerinin teolojik tercihlere göre yapılanması da bunun bir uzantısıdır. Kaç ülkede TÜSİAD ile MÜSİAD vardır?
Kendini her şeyden önce kimliğiyle tanımlayan birinin şahsiyetinin çok güçlü olması kolay değildir. Buna teolojik, politik, etnik, kültürel tercihler dâhildir. Platon’un o meşhur yapıtın adı Türkçede genelde söylendiği gibi Devlet değil Cumhuriyet’tir. Cumhuriyet ise kamudan gelir. Cumhuriyet şahsiyettir çünkü bütün kimlikleri eşitleyerek nötralize eder ve kişiliğin, yani şahsiyetin öne çıkmasına vesile olur.
Cumhuriyet aynı zamanda liyakattir. Liyakatin güçlü olduğu yerde kimlikler baskın olamazlar. Liyakat şahsiyet üretir. Oturduğu koltuğa liyakatle gelen birinin, onu atayana karşı gerektiğinde dik durabilme imkânı şahsiyettir. Mutlak sadakat, her emri yerine getirmek ise şahsiyetsizliktir.
Dava kavramı şahsiyetten çok şahsiyetsizliği çağrıştırır. Hayattaki bütün hükümlerini belli bir davanın ufkuyla sınırlı olan biri asla yeterince şahsiyetli biri olamaz. Demokrasinin pek gelişmediği ülkelerde azınlık kimliklerinin çoğunluk kimliğine göre daha şahsiyetli olması eşyanın tabiatı gereğidir. Yoksa ayakta kalamazlar. Risk, kriz, zor hem şahsiyet üretir hem de şahsiyetsizlik. Zor zamanlarda bükülmeyenler şahsiyetlidir. Zor zamanlarda yamulanlar ise şahsiyetsiz.
Konformizm Jenerik Şahsiyetsizliktir
Komünizmin kanunen yasak olduğu bir yerde komünizme sövmek şahsiyetsizliktir. Tıpkı başörtüsünün yasak olduğu ortamda İslam’ın başörtüsünü zorunlu kılmadığı propagandası yapmak gibi. Bunların böyle olmasının nedeni, yasak addedilen bir şeye, yasayı arkasına alarak, çoğunluğa güvenerek saldırmanın içerdiği konformizmdir. Konformizm jenerik şahsiyetsizliktir. Dikkat! Muhafazakârlık demiyorum. Konformizm diyorum. Türkiye’de muhafazakârlık sanılanın önemli bir kısmı aslında konformizmdir. Kendi ürettiği değerleri olan elbette onu muhafaza etmeye çalışır. Haklıdır da. Ancak tek yapabildiği egemen değerlere teslim olmak olan muhafazakâr değil, konformisttir.
Hem ahlak hem haysiyet ve hem de şahsiyet, onlara kıymet veren toplumlarda daha fazla gelişirler. Dolayısıyla bireysel özelliklerle rejimler arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsan kalitesiyle rejim kalitesi birbirlerinden asla bağımsız değildir. Ve bu ilişki iki yönlüdür de. Kaliteli rejimler kaliteli insan üretir. Kaliteli insanlar, kaliteli rejimler inşa eder.
Hayatı boyunca hiçbir katma değer üretmemiş birinin şahsiyeti asla çok güçlü olmaz. Buna benzer bir şekilde üretmeyen toplumlar şahsiyetsizleşir, haysiyetsizleşir, ahlaksızlaşır. Geçimi için bir kimliğe muhtaç olmak zorunda olmak insanı şahsiyetsizleştirir. Şahsiyeti bir kimlikten edinmek aslında şahsiyetsizliktir. Doğuştan edinilmiş kimlikler bu yüzden şahsiyet değildir.
Üretim, paylaşım, eşitlik, hukuk, demokrasi şahsiyet ister ve şahsiyet üretir. Şahsiyetsiz şair olunmaz. Şahsiyetsiz piyano virtüözü yoktur. Ancak asgari demokrasi sadece dâhilerin değil tüm yurttaşların şahsiyetli olabildiği bir rejimdir. Asgari demokrasi ise asgari gelir eşitliği olmadan olmaz. Çünkü şahsiyet asgari haysiyet olmadan olmaz. Bu konuda geçen haftaki “Haysiyetin Sosyolojisi” yazıma tekrar bakabilirsiniz.
Şahsiyet farklılıktır. Kimlik değil, kişiliktir. Hiç kimseye benzememektir. Nevi şahsına münhasır olmak ya da bir alamet-i farika haline gelebilmektir. Ancak bütün bunlar şahsiyeti bir tür Robinsonculuk haline getirmez. Şahsiyet adada oluşmaz. Şahsiyet cemiyette oluşur. Şahsiyet, diğerleriyle ilişki içindeyken inşa ettiğiniz bir şeydir. Şahsiyet; cemiyeti, kamuyu, tüm ötekileri öngörmeden mümkün değildir.
“Şahsiyet”ten ahlakı ve haysiyeti çıkardığımızda geriye kalan palyaçoluktur.
0 notes
benimpencerelerim · 25 days
Text
QUO VADIS TURKIYE
GÜCÜN DOĞASI
Her toplulukta bir kısmı birbiriyle kesişebilen, bir kısmı tamamen kendi başına bir ada gibi ayrık olabilen güç paketleri vardır. Her güç paketi de bir ağ (network) oluşturan, birbiriyle ilişkili daha küçük güç paketlerinden oluşur. Daha küçük güç paketleri içermeyen paketleri oluşturan aktörler de bir ağ oluşturur ve birbirleriyle ilişkilere sahiptir.
Bu güç paketleri sistemi fiziksel sistemlerdeki değişik büyüklüklerdeki enerji paketlerine benzetilebilir. Güç paketleri ile enerji paketleri arasındaki en büyük fark enerji paketlerinin kesişmemesi ayrı adacıklar halinde bulunmasıdır. İki enerji paketinin kesişmesi bu iki paketin birleşerek ikisinin toplamına eşit olan daha büyük bir enerji paketiyle sonuçlanmaktadır.
Enerji paketleri fiziksel anlamda iş yapmayı sağlarlar. Yapılabilecek işin büyüklüğü de enerji paketinin büyüklüğü ile orantılıdır. Güç paketleri ile de farklı mahiyetlerde işler yapılabilir. Burada da yapılan işin büyüklüğü güç paketinin büyüklüğü ile orantılıdır.
Her sistem, her örgüt, kurum bir güç paketi olarak da görülebilir. Bu sistem, örgüt, kurum iş(ler) yapar. Bir futbol takımı bile bir güç paketi olarak görülebilir. Bu güç paketinin yaptığı iş de gol atmak, gol kurtarmak, maç kazanmaktır.
Farklı nitelikteki güç paketleri içinde en özel olanlardan biri iktidar güç paketleridir. Bu güç paketleri birincil amaç olarak iktidar olmayı benimsemişlerdir. İktidar ise, en yalın şekilde, istediğini yapmak, yaptırmak, istemediğini yapmamak, yaptırmamak olarak tanımlanabilir. Tabii burada isteğin öznesi güç paketidir. Çok sayıda aktörden oluşan güç paketini oluşturan aktörlerin ortak istekleri, çıkarları güç paketini bir arada tutan harçlardan en önemlisidir.
Daha önce bahsettiğim gibi bir güç paketi olarak gördüğümüz futbol takımına da aynı zamanda çok özel ve kısıtlı, dar bir alanda, futbol oyununda hamleler yapan bir iktidar paketi olarak bakılabilir. Futbolda istediğini yaptırmak ya da yapmak rakip takımın gol yemesini sağlamak, rakip takıma gol(ler) atmak, istemediğini yaptırmamak da rakip takımın gol atmasını engellemek olarak yorumlanabilir.
GÜCÜN SAHİPLERİ
Saygın tarihçilerimizden ve bilim insanlarımızdan Ali Yaycıoğlu Türkiye’de olup bitenleri patrimonyal düzene bağlamanın yanlış olduğunu savunmaktadır. Yaycıoğlu, yanılmıyorsam, yine Türkiye’de her şeye hakim tek bir güç odağının olmadığını savunmaktadır.
Tabii ki hiçbir ülkede güç odakları devasa tek bir güç paketinden müteşekkil değildir. Her ülkede çok sayıda değişik büyüklüklerde güç paketleri vardır. Ama ülke yönetiminde yaptırdığı ve yaptırmadığı eylemlerin önemi ve büyüklüğünün bileşimiyle orantılı olarak farklı ağırlıklara sahip iktidar paketleri bulunabilir. Bazı durumlarda ise bir ülkede bir iktidar paketi hemen tüm önemli ve büyük kararlarda söz sahibi olabilir, yaptırım gücüne erişebilir.
Partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, askeri oluşumlar, sermaye sahiplerinin oluşturduğu kuruluşlar bir ülkedeki başlıca iktidar/güç paketleridir. Bana göre Türkiye, Osmanlı döneminde padişah ve Enderun bürokrasisinin vesayetinde, daha sonra ise uzun bir dönem askeri vesayetin kontrolünde yaşamıştır. Yani Osmanlı’da ve cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin uzun bir döneminde ve hala tek bir iri güç/iktidar odağı hemen her önemli konuda egemen durumdadır.
Derin iktidar paketi dışında kalan diğer iktidar paketlerinden ülke yönetiminde, yani en önemli kararlarda en çok söz sahibi olması gereken partilere ekonomik yol haritaları ve bölüşüm rotasını belirlemek, siyasilerin kontrolünde olan rant dağıtımını kontrol etmek gibi nispeten daha düşük öneme sahip eylem alanları bırakılmıştır. Diğer rant dağıtım kanalları ve ülkenin güvenliğini ve jeopolitik konumunu, dünya düzenindeki yerini ilgilendirdiği düşünülen tüm konularda derin iktidar paketi ipleri eline almıştır.
SON İTTİHAT
Erdoğan da artık Kemalizm karşısında özgürlük, eşitlik arayışı içinde olan kişi değil. Yeni İttihatçılığın organik parçası. Kendisine düşeni yapmak zorunda olan, bu sayede gücünü tahkim eden ve o gücü devletle daha bütünsel ilişkiler geliştirmek üzere kullanan biri. ‘Benim Mehmetçik’im’ lafı rastgele değil. Yeni ilişki modelinin sembolik yapısını yansıtıyor. 
Devlet, siyasi iktidarla aşağı yukarı 10 yıl önce kurduğu ve giderek güçlenen ittifakının çıkarları gereği Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olmasını istemiyorsa, evet, “siyaset üstü, düzenleyici bir güç” olarak oyunun içinde olduğu söylenebilir.
Üç temel parametrenin zikredilebileceğini düşünüyorum (tekrar ediyorum, eğer varsa böyle bir devlet dahli):
Bir: Kılıçdaroğlu’nun HDP ve Kürtlerle şimdiye kadar kurduğu ilişkisine özeleştirisi mahiyetinde yeni bir biçim verecek olmasından duyulan kuşku.
İki: Kılıçdaroğlu’nun, en veciz ifadesini “418 milyar doları ülkeye getireceğim”de bulan geçmiş dönem yolsuzluklarıyla hesaplaşacağını sürekli olarak vurgulaması. (Bunun devletle ne ilişkisi var, “Beşli Çete” düşünsün demeyin. Tepedeki ekonomik ve siyasi güç odaklarının birbirine kenetlenmiş halini düşünün.)
Üç: Kılıçdaroğlu’nun giderek daha fazla yüzünü Batı’ya dönmüş, ihtiyaç duyulan devasa finans kaynaklarını Batı’dan temin eden bir Türkiye vurgusu yapması.  
Davutoğlu, 10 Ocak 2021’de Independent Türkçe’den Benan Kepsutlu’ya konuştu ve şöyle dedi:
“Türkiye’deki şu andaki yönetim modeli, 28 Şubat zihninin, Erdoğan’ın kitlesel desteğini kullanarak Türkiye’yi getirdiği yerdir. Bakın bunu bilinçli olarak şimdi zikrediyorum. 28 Şubat zihni, muhafazakâr görünümlü bir lider desteği olmaksızın o Türkiye’yi kuramayacağını gördü.”
SON OYUN
https://www.youtube.com/watch?v=5orO68yDVK0 Levent Gültekin Yaklaşan Kasırga kitabında devlet içinde bir güç odağının Türkiye’yi ortadoğulaştırma projesi yürüttüğünü, bu ve diğer amaçlarını gerçekleştirmek için kontrolü altında tuttuğu Erdoğan’ın bir dönem daha başkanlık yapmasını istediğini, o yüzden de CHP ve İYİP içindeki uzantıları aracılığıyla kazanma şansı olmayan Kılıçdaroğlu’nu aday olma tuzağı içine çektiğini savundu.
Ayrıntılarına katılmasam da bu görüşün büyük ölçüde doğru olduğu düşüncesindeyim. Gültekin’in yanlış bir şekilde isimlendirdiği ortadoğulaştırma projesinin de devletin kendi tanımladığı bekasından kendini sorumlu gören derin iktidar odağının Kürtlerin orta doğuda mevzi kazanması sonucunda yeşeren devlet kurma hayallerine karşı Türkiye içindeki Kürtleri azınlığa düşürme ve etkisizleştirme hamlesi olduğu görüşündeyim.
Türkiye’nin milyonlarca mülteciyi sınırları içine almasının da, Özer Sencar’ın da tespit ettiği gibi özellikle Güney Doğu illerinde nüfus bileşimini Kürtler aleyhine değiştirerek bazı Kürtlerin de desteklediği PKK’nın ayrılıkçı projesine balta vurmayı amaçlamaktadır. İktidarının devamı, çeşitli ekonomik çıkarları gibi ana kalemlerin dışında devletin sahibi olarak devletin bekasını da düşünme gibi öncelikleri ön sıralarda olan derin iktidar odağı için yoksullar, yoksulluk, ekonomik başarı, ekonominin sağlığı gibi konular ikinci planda kalmakta ve bu tali meselelerle ilgilenmeyi diğer iktidar ağlarına bırakmaktadır.
Kendi çıkarlarını her türlü konunun üstünde gören bu derin iktidar odağı, iktidarını sürdürmek için Kürtleri ve PKK’yı kullanmakta, zaman zaman kışkırtarak halkın terör ve devletin bekası tehlikesine karşı kontrolü altında tuttuğu Erdoğan iktidarı etrafında kenetlenmesini sağlamaktadır. Böylece Erdoğan’ın ve dolayısıyla kendi iktidarının devam etmesini güvenceye almaktadır. Levent Gültekin’in birçok doğrusu olsa da, başta ortadoğulaştırma projesi isimlendirmesi ve düşüncesi, devlet içindeki odağın başka güçler tarafından kontrol edildiği (tabii Avrasyacı Dünya-Batı Dünyası bağlamında Rusya ve diğer avrasyacı güçlerin bu odağı desteklemesi mümkündür ama bu, onların bu odağı kontrol ettiği anlamına gelmez) gibi düşünceleri pek gerçeğe uygun görünmemektedir.
Bugün, benim de katıldığım, ülke içindeki en büyük iktidar odağı olan derin devlet oluşumunun Türkiye’nin gidişini belirleyen önemli olaylarda ve kararlarda belirleyici olduğunu ve bu odağın etkili iktidarının Osmanlı Enderun vesayeti, sonrasında ittihatçılık ve cumhuriyet dönemindeki askeri vesayetin bir bütün oluşturduğu sürecin ve kültürün devamı olduğunu düşünüyorum.
0 notes
benimpencerelerim · 27 days
Text
TURKIYE YILDIZI
Nisan geliverdi işte
Tumblr media
Güven SAK DÜNYA İŞLERİ 01 Nisan 2024 Pazartesi
Dün itibariyle seçim dönemi sona erdi. Biten seçimin sonucu ne olursa olsun ortada değişmeyecek bir gerçek var: Türkiye’nin hem ekonomide hem de dış politikada bugünkü politika perspektifinin dışına çıkabilmesi mümkün değil. Açıktır ki, eğer mümkün olabilseydi, bu seçimden hemen önce Merkez Bankası o politika faizi artışını yapamazdı. Emeklilere beklenen ikramiye artışı kesinlikle yapılmış olurdu.
Böylece 2023 Haziranı’nda uygulamaya giren politika kayması açısından bakıldığında başlangıcın sonuna geldik aslında. Şimdi artık “rasyonel ekonomiye dönüş süreci”ni kapsamlı bir ekonomik programa dönüştürmek durumundayız. CDS risk primlerinin aşağıya doğru inmeye devam etmesi ve enflasyon bekleyişlerinin kontrol altına alınabilmesi için kapsamlı bir yapısal reform paketine ihtiyacımız var.
Böyle bakıldığında, nisan ayı geliverdi işte. Şimdi ne kadar hazırlıklı olduğumuzu göreceğiz. Peki, bunun için nerelere bakacağız? Hadise yalnızca Türkiye’nin içeride atacağı adımlarla alakalı değil, dışarıda da yapılacak işler var. Mesela Kızıldeniz’deki sıkışıklık hala orta koridorun önemini artırmıyor. Neden? Gelin kısaca anlatayım.
Enflasyonun düşmesi katma değeri yüksek uzun vadeli yatırımların ön koşulu
Bir süreden beri Türkiye’nin ürün ve pazar çeşitliliği açısından bakıldığında artık farklı bir ligde olduğunu anlatıyorum. Türkiye bir üretim üssü olarak Çin ve Hindistan’la aynı ligde yer alıyor. Bugünler Türkiye’de hangi alanlarda ihtisaslaşacağımıza karar vermek için son derece uygun. Neden? Birincisi, yeşil ve dijital dönüşüm nedeniyle küresel değer zincirleri zaten yeni parametrelere göre elden geçirilecek. Artık karbon ayak izi, su ayak izi, atık yönetimi, siber güvenlik, veri güvenliği gibi bir dizi yeni parametremiz olacak performans değerlendirmesi için. İkincisi, bu yeni parametrelere göre güvenilecek ve güvenilemeyecek ülkeler ayrımının bir nevi jeo-ekonomik yarılmaya dönüştüğü bir yeni dönemdeyiz. Türkiye, Çin ve Hindistan’la aynı ligde ama Çin’e çelme takanların çok olacağı bir yeni sürecin içinde olacağız doğrusu. Küresel değer zincirleri yeniden yapılanırken bu jeo-ekonomik ayrışmayı da dikkate almak gerekecek.
Üçüncüsü, iklim değişikliğinin bizatihi kendisinin jeo-politik sonuçları olacak, öyle duruyor. Etrafımızda iş modelini kaybedecek bir dizi ülke var. Bunun yanı sıra iklim değişikliği kaynaklı göçlere karşı yeni tampon bölgelere, yeni üretim merkezlerine ihtiyacımız olacak.
Bu çeşitlendirilmiş üretim kapasitesiyle hangi alanlarda uzmanlaşacağımıza karar verirken bu ortamda uygun şartlarla finansman sağlamak görece daha kolay olacak.
Ancak ortadaki bu imkân alanını kullanırken Türk ekonomisinde istikrarın temini, enflasyonun düşürülmesi olmazsa olmaz önemde. Neden? Akıllı uzmanlaşma sürecinde katma değeri yüksek, teknoloji içeriği yüksek yatırımlara yönelebilmek için Türkiye’de yatırım ufkunun uzaması olmazsa olmaz bir koşul. Türkiye gibi yatırım ufku iki ya da üç yıl ile sınırlı istikrarsız bir ülkede olsa olsa inşaat yapılır yalnızca. Hâlbuki teknoloji yatırımları için bu yatırım ufkunun on beş, yirmi yıla yükselmesi gerekiyor. Yüksek enflasyon hesap yapabilme ve öngörüde bulunmayı zorlaştırdığı için yatırım ufkunu kısaltıyor. Ne yapmamız gerektiği ortada.
Bundan önce 1980’de ve 2001’de ne yaptıysak benzer bir yapısal reform gündemine ihtiyacımız var doğrusu. Bakın Şekil 1, bundan önce küresel rekabet gücümüzü 1980’lerde ve 2000’lerde nasıl artırdığımızı gösteriyor. Daha önce yaptık, yine yapacağız aslında. Türkiye’nin akıllı ihtisaslaşma sürecinde, ilk yüzyılda üretme ve pazarlama becerisi inşa ederek oluşturduğumuz ürün ve pazar çeşitliliği ile ne yapmak istediğimize karar vereceğiz doğrusu. Bu amaçla mevcut üretim kabiliyetimizi teknoloji geliştirme kabiliyeti ile teçhiz ederek yeni ürünlere odaklanacağız. Yeni değer zincirlerinin, yeni ürünlerin hedefi yine Avrupa Birliği (AB) pazarı olacak. Unutmayalım. Neden? Bakın Şekil 2’ye.
Şekil 2, ülkelerin küresel ithalat içindeki paylarını gösteriyor. AB dünyanın en büyük pazarı, mevcut haliyle küresel ithalatın yüzde 30’unu gerçekleştiriyor. Ekleyin İngiltere’yi yüzde 33 oluyor. Amerika ve Kanada’yı da eklerseniz yüzde 48 oluyor. Böyle bakarsanız G7 ülkeleri küresel ithalatın neredeyse yüzde 55’ini gerçekleştiriyor.
AB Türkiye’nin akıllı ihtisaslaşması için önemlidir
AB’yi unutalım, Avrasya’ya gidelim, Afrika’ya açılalım demenin hiçbir anlamı yok Türkiye ekonomisi açısından. Oraları daha büyüyecek. Nasıl? Türkiye’nin üretim ve pazar çeşitliliği sayesinde kendisine bağlanan AB değer zincirlerini Orta Asya ve Afrika’ya taşıması ile elbette. Türkiye, AB Gümrük Birliği süreci sayesinde bugünkü ürün ve pazar çeşitliliğine ulaştı. Not edeyim. Yanlış anlamayın.
Unutmayın 2018 sonrasında, Çin, Rusya ve Körfez’in tasarrufu bize yeter, biz burada yaşar gideriz mavrasına takılıp kendi kuyumuzu kazdık. Çukurun içinde daha kazarken aklımız başımıza geldi neyse. Ne gördük? Körfez’in bir yerinden gelecek beş milyar dolar, Pakistan’a bir yıl yetebilir. Aynı beş milyar, Mısır’ı bir altı ay idare edebilir. Ama Türkiye ekonomisi söz konusu olduğunda, beş milyar dolar fındık fıstık parası sayılır, bize olsa olsa bir gün filan yetebilir. Denedik ve gördük. Unutmayın. Şimdi kapsamlı yapısal reform gündemi zaten AB ile Gümrük Birliği modernizasyonu sürecinin içinde hazır. Yeşil ve dijital dönüşüm gündemi, dijital pazarlar ve yapay zeka düzenlemeleri hep Gümrük Birliği modernizasyonunun alt başlıkları aslında. Yeter mi? Bir de bu konunun yabancı yatırımcılar bir ülkeye yatırım yaparken neye bakarlar bölümü var elbette. Bu konuda şirket CEO’larına sormuşlar bir ülkeye yatırım yaparken neye bakarsınız diye. İlk on konudan sekizi kurumsal altyapı ile ilgili. Birincisi, şeff af düzenlemeler ve yolsuzluğun olmaması, vergi sisteminin etkinliği, kuralların herkese eşit uygulanması, düzenleme tutarlılığı gibi hususlar. İlk onda ikinci husus ise inovasyon altyapısı ile alakalı. Ürün ve pazar çeşitliliği olan yerin cazibesi ortada böyle bakarsanız.
Niye hala kuzey koridoru kullanılıyor, neden hep RZD kazanıyor?
Şimdi böyle bakınca yapılması gerekenler gözükmüyor mu? Önce istikrar arayışı önemli. Bunun kurumsal temelleri Merkez Bankası, BDDK, TÜİK gibi kurumların bağımsızlığını güvenceye almakla yakından alakalı. Başka? DPT’yi yeniden kamu kesimi içinde bir düşünce kuruluşu olarak operasyonel hale getirmek. Yargı bağımsızlığı ile yargının operasyonel problemlerine çözümler hep öncelikli işler.
AB sürecini, “AB Türkiye’nin stratejik önceliğidir” ifadesine uygun olarak yeniden canlandırmak birinci öncelik elbette. Bir vakitler, Kıbrıs’ta hep bir adım öndeydik, yine öyle olmamak için bir engel yok bu arada. Özellikle AB gündeminde Türkiye üzerinden Doğu Akdeniz doğal gazının Türkiye üzerinden AB’ye bağlanması fikri yeniden güçlenirken bugünlerde. Bu gündem aslında eski gündem, bir de bunun yeni maddeleri var. Kızıldeniz krizi çıkıp, lojistikte Süveyş’i kullanmak güçleşince son dönemde bundan en çok Rus demiryolu şirketi RZD’nin kazançlı çıktığı söyleniyor. Savaşa rağmen. Neden? Doğudan Batıya ulaşımda TransSibirya tren hattı ve kuzey koridoru önem kazandığı için elbette. Ermenistan’da Zengezur koridoru da RZD’nin bu arada. Bir ara Moskova’da RZD’yi yıllar önce ilk ziyaretimi de anlatayım.
Neden RZD önem kazanıyor? Çünkü Hazar geçişindeki operasyonel problemler nedeniyle orta koridor istendiği gibi süratli işlemiyor. Türkiye’nin daha aktif olması gerekiyor bu noktada. Şimdi kuzey-güney bağlantıları önem kazanınca Irak ve Suriye bir başka açıdan önem kazandı doğrusu. Ama doğu batı bağlantısı da hala önem taşıyor.
Bakın nisan geldi bile. Seçim dönemleri bitti. Güçlü yanlarımızın farkında olursak bugünden geleceğe umutla bakmak için çok nedenimiz var doğrusu. Telaşa mahal yok. Yapılacaklar ortada. AB’nin Türkiye’nin stratejik önceliği olduğunu unutmayalım yeter.
0 notes
benimpencerelerim · 1 month
Text
HAYSIYETIN SOSYOLOJISI
Haysiyetin Sosyolojisi
Tumblr media
BESİM F. DELLALOĞLU
21 Nisan 2022
Otoriter rejimler haysiyet celladıdır. İnsanda haysiyet de, şahsiyet de bırakmaz. Çünkü herkes otoriteye benzemek zorundadır. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.
Haysiyetin insanlar arasında en eşit paylaşılmış şey olmadığı kesindir. Bu yazının ilk cümlesi de Descartes’a nazire olsun. Özellikle de onun Yöntem Üzerine Konuşma’sının ilk cümlesine. Bazı insanlar haysiyetlidir. Bazı insanlar haysiyetsizdir. Aradaki fark emektir, ilkedir, sürekli üstüne koymadır. Haysiyet bazen istikrardır, tutarlılıktır. Bazen ise vazgeçebilmektir, kapıyı çekip çıkmayı bilmektir. Ancak bütün bunların böyle olması haysiyetin doğal, organik bir şey olduğu anlamına gelmez. Haysiyet doğuştan elde edilmez. Ya da doğuştan kaybedilmez. Haysiyet, tarihseldir, kültüreldir, sosyolojiktir, hatta sınıfsaldır, ilişkiseldir. Vakumda haysiyet olmaz. Tercihin olmadığı yerde haysiyet olmaz. Haysiyet ya da haysiyetsizlik kişinin kendisiyle ve tüm dünyayla olan ilişkisinden dolayımlanır.
Haysiyet performatiftir. Kendinizi ve diğerlerini nasıl değerlendirdiğinizle ilgilidir. Haysiyetli insanlar kendilerine de, tüm ötekilere de saygı duyarlar. Daha önemlisi haysiyetli insanlar diğerlerinden saygı görürler. Dolayısıyla haysiyet, kişinin kendine biçtiği değer değildir sadece. Ötekilerin ona biçtiği bir değerdir de. Örneğin “Ben çok haysiyetli biriyim” demenin pek bir anlamı yoktur. Falanca kişi “Çok haysiyetsiz” demenin de pek bir değeri yoktur. Ama biri diğeri hakkında “O gerçekten çok haysiyetli biri” diyorsa bunun sahiden bir anlamı vardır. Üstelik bu konuda aynı fikirde olanlar da çoğalınca o kişinin haysiyeti daha da garanti olur.
Şöyle düşünün: Sürekli “Ben çok müdanasız biriyim” diyen birini ciddiye alır mısınız? Gerçekten müdanası olmayan biri asla “Benim müdanam yoktur” demez. Aklına bile gelmez. Sürekli bunu tekrar eden biri aslında çok fazla hesap kitap içindedir. Kafasında pek fazla tilki dolaşır bu tiplerin. Kendilerine pek düşkünlerdir. Ama aslında pek değerli de değillerdir. Oscar Wilde’ın dediği gibi, her şeyin fiyatını bilirler ama hiçbir şeyin değerini bilmezler. Haysiyet de buna benzer. Haysiyet, onu zat-ı şahanelerinin bir sıfatı olarak sürekli dile getirenlerde birikmez genellikle. Çevrelerinde sürekli haysiyet açığı arayan detektör zihinliler de haysiyet açısından çok zengin insanlar olmazlar çoğunlukla.
Haysiyetliler ve Haysiyetçiler
Geçen hafta Perspektif’te yazdığım “Ahlakın Sosyolojisi” yazısında ahlaktan en çok söz edenlerin en ahlaklı olanlar değil genellikle en ahlakçı olanlar olduğunu ileri sürmüştüm. Haysiyet konusunda da durum aslında çok farklı değildir. Sürekli haysiyetten dem vuranlar genellikle en haysiyetli olanlar değildir, haysiyetçi olanlardır. Bir bakıma haysiyet tüccarları. Onlar haysiyeti nakde çevirmeyi çok iyi bilirler. Kimilerinin en büyük sermayesi budur.
Bir dine, mezhebe ait olmanız sizi otomatikman haysiyetli yapmaz. Kendinize göre çok doğru bir ideolojiye inanıyor olmanız da. Sizi haysiyetli kılan eğitiminiz, diplomalarınız değildir. Cüzdan da bir insana genellikle haysiyet katmaz. Çok ünlü bir film yıldızı ya da futbolcu olmanız sizi otomatikman haysiyetli kılmaz. Milyonlarca oy alan bir siyasetçi olmanız da. Haysiyet bütün bunlarla ne yaptığınız, yaptıklarınızı nasıl yaptığınızla ilgilidir. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da elbette.
Müslüman olmanız sizi Hıristiyan veya Yahudiye göre daha haysiyetli kılmaz. Sünni olmanız da sizi bu açıdan bir Aleviye göre daha iyi bir duruma koymaz. Türk olmanız sizin bir Almana göre daha haysiyetli olmanız anlamına gelmez. Doğulular Batılılara göre daha haysiyetli değildir. Ne demekse? Erkekler kadınlardan daha haysiyetli değildir. Hatta bunun tersinin geçerli olma ihtimali çok daha yüksektir. Bunu böyle söylememin nedeni ise bu konuda bir araştırma yapmış olmam değil. İnsanlık tarihi erkek egemenliğinin tarihidir de. Bunun hâlâ böyle sürüyor olması aynı zamanda erkekler için bir haysiyet sorunudur. Yoksa haysiyetsizlik mi demeliydim?
Demokrasi tüm siyasi rejimler içinde en haysiyetli olanıdır çünkü haysiyetli olmayı teşvik eder. Cumhuriyet ve demokrasinin ünitesi yurttaştır. Hukuki ve siyasi eşitlik, fırsat eşitliği aynı zamanda yurttaşa potansiyel haysiyet yüklemesidir. Asgari demokrasi, asgari haklarla donanmış yurttaşların rejimidir. Ama örneğin asgari bir ekonomik eşitliğin daha önce saydıklarıma katılmadığı bir toplumda haysiyet vasatını yükseltebilmek de zordur. Geçen haftaki yazımda ayrıntılı bazı rakamlarla belirtmiştim. Burada sadece değineyim. Nüfusun yaklaşık yarısının açlık sınırının altında yaşadığı bir toplumdan yüksek haysiyet beklemek de pek insaflı olmaz. Aynı şey hukuk için de geçerlidir. Hukukun gücünün etkin olduğu toplumlar daha haysiyetli toplumlardır. Gücün hukukunun egemen olduğunu toplumlar ise göreli olarak daha haysiyetsizdirler.
Hakkın Ne Kadarsa Haysiyetin O Kadardır
Otoriter, totaliter rejimler ise toplumda haysiyet bırakmaz. Lider, tüm haysiyetleri ezer, geçer. Çevresindekilerin haysiyetlerini emer ve onları haysiyetsizleştirir. Güç temerküzüne çok yakın olmak haysiyetini korumanın en iyi yöntemi değildir. Mesafe iyidir. Hatta mesafe haysiyettir. Güçten ve nimetlerinden mesafelenmekten söz ediyorum. Daha geniş çerçevede ise, tüm toplumsal öznelerin asgari gelir garantisinin olmadığı toplumlarda haysiyetin kurumlaşması mümkün değildir. İnsanların sürekli yardıma ihtiyaç duymaları onları daha haysiyetli yapmaz. Bu nedenle demokrasi daha haysiyetli insanların rejimidir. Bunun içinse güç temerküzlerinin etrafında biriken servetin topluma temel, doğal haklar çerçevesinde dağıtılması gerekir. Sosyal yardım olarak değil ama hak olarak. Hakkın ne kadarsa haysiyetin de o kadardır.
Otoriter rejimler haysiyet celladıdır. İnsanda haysiyet de, şahsiyet de bırakmaz. Çünkü herkes otoriteye benzemek zorundadır. Herkes otoriteden farklı olmadığını kanıtlamak zorundadır. Üstelik bu kanıtlama çabası hiç bitmez. Güneşin doğuşuyla daha önceki kanıtlama çabalarınız kadükleşir. Tekrar ve tekrar bağlılığınızı kanıtlamanız gerekir. Bana eğer insanda en haysiyet bırakmayan davranış nedir diye sorsaydınız size şöyle cevap verirdim: Masum olduğunuzu her gün yeniden kanıtlamak zorunda olmak. Hukuki olan elbette suçluluğun kanıtlanmasıdır. Yani hukukun en temel ilkesi olan masumiyet karinesi. Suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda olmanın kendisi zaten mahkûmiyettir, ezeli ve ebedi bir hükümlülüktür. Otoriter toplumlarda aslında herkes hükümlüdür. Hayat bir hapishane değilse bile bir nezarethanedir.
İşin en trajik yanı ise otoriter toplumların ürettiği haysiyetsizliğin bir anlamda iyiliğin ve kötülüğün bile ötesine geçebilmesidir. Yani bu noktada iyilik, kötülük, doğruluk, yanlışlık, güzellik, çirkinlik anlamsızdır artık. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.
Haysiyet en zor elde edilen ve en kolay harcanabilendir.
0 notes
benimpencerelerim · 1 month
Text
CURUK VERGI TABANI
Baskın Oran
Yazarın Tüm Yazıları >
CHP’nin suçu mu, devletin kendi kendine kazığı mı?
Yayınlanma:21 Mart 2024 Perşembe 10:00
CHP İstanbul il başkanlığının bina alım sürecinde kameralara takılan yüksek para miktarının sayımıyla ilgili soruşturma sürüyor. Peki, Bakan Şimşek, tapu harçlarının rayiç bedel üzerinden ödenmesi talimatını verip bu kolektif rezaleti niye önlemiyor?
Herhalde “İktidar için her şey mubahtır” diye bir kural olacak ki, Artıgerçek’ten Prof. Eser Karakaş “Bu manzara Türkiye’de özel ya da tüzel kişilerin hayatında en az bir kere yaşadığı bir durum. Ben buna kolektif vergi kaçırma diyorum” biçiminde ironi yaparak enine boyuna yazıp izah ettiği halde, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı (herhalde Türkiye’de yaşamadığı ve de gazete okumadığı için) bu “para sayma” olayı hakkında resen açtığı soruşturmayı hâlâ ciddi ciddi sürdürüyor.
Gördüğüm kadarıyla bu acayipliği yazıp çizen de pek yok.
10 günü geçtiği için olayın kısa özeti yararlı olabilir:
***
Bir odada çekilmiş güvenlik kamerası görüntüsü: 5-6 kişi para saymakta.
CHP İstanbul İl Başkanlığı açıklama yapıyor: “4,5 yıl öncesine ait bu görüntüler 2019’da il binası satın alınmasına ilişkindir ve şimdi yayınlanması İBB Adayı İmamoğlu’na yönelik olumsuz algı yaratma çabasıdır”
CHP il yetkilileri anlatıyorlar: “Bina sahibi kaparoyu nakit istedi, kaçırmamak için çantalar içinde getirip saydık, ödedik”
Gn. Bşk. Özgür Özel netleştiriyor: "Satıcının AKP’li avukatı, kendi bürosunda yapılan sayımın görüntüleri[ni] almış, sonra demiş ki, ‘Bu görüntüleri para karşılığı size vereyim.’ Demişiz ki, ‘Hiçbir çekinecek şeyimiz yok.’ Paranın geldiği yer belli, verildiği yer belli"
CHP’nin tapu evrakları üzerinde yazan miktar 24 milyon 360.000 TL. Bu tutar CHP Genel Merkezi tarafından banka havalesi olarak yatırılmış. Ancak, satış 39,5 milyon TL’ye gerçekleşmiş. Aradaki fark, yani kaparo olarak verilip de alım-satımda gösterilmeyen: 15 milyon 140.000 TL.
Sayması bile saatler sürmüş olan bu son meblağ neyin nesidir? CHP binanın fiyatını az gösterip tapu harcı (vergi) kaçırmak için mi yapmış bunu?
***
Olayın devletimizin anlaşılmaz biçimde kendi kendine attığı büyük kazıkla ilgisi var.
Çünkü sanırım bu ülkede hemen hemen herkes bilir, ben de yakınlarımdan çok iyi bilirim, tapu memuru gayrimenkulün gerçek fiyatına işlem yapılmasını reddeder!
Eğer bu konuda kazara bilgi ve tecrübeniz yoksa, olayı anlamanız kolay olmayabilir:
Ülkemizde gayrimenkullerin değeri altında satılıp vergi kaçırılmasını önlemek için devletin ilan ettiği bir “rayiç değer” vardır. Bunun altında satış yapamazsınız. “Tapu harcı” isimli vergi kaçırılmasın diye tapu dairesi işlem yapmaktan kaçınır.
Ama bu rayiç değer şu günkü Türkiye’de fevkalade düşük kalmıştır ve vergi daireleri onu hâlâ uygulamaya devam etmektedir. Tapu dairesi buna aldırış etmez çünkü kendisine Bakanlıktan genelge gelmemiştir.
***
Bu durumda Prof. Karakaş, dalga da geçerek, şöyle açıklıyor tapucunun söyleyeceğini:
“Aynı apartmanda sizin alacağınız dairenin aynısını geçen ay 50 (elli) TL gösterdik, bugün sizin alacağınız evi yüz (100) TL gösterir isek komşunuzu vergi kaçırmış duruma düşürürsünüz, tapu dairesinin de, müteahhidin de, komşunuzun da başı ağrır, gelin sizin evi de elli (50) TL gösterelim, elli lirayı banka hesabınızdan müteahhide havale edin ama öbür elli lirayı da elden verin ev sahibine.”
Bu durumda bankanıza gidiyorsunuz, bavulla gidiyorsunuz tabii, parayı çekiyorsunuz, nakit olarak satıcıya elden ödüyorsunuz. Tapu harcını daha az vermek de bu hamallığınızın karşılığı oluyor.
Mesele bu kadar yani anlaşılamayacak kadar basit! Emeklileri açlıktan kurtaracak para bulamayan Tek Adam Yönetimi’nin ülkeye (ve kendi kendine) kazığı!
Çok açık: Bu ülkede bu suçu işlememiş vatandaş demek, hiç gayrimenkul satışı veya alımı yapmamış vatandaş demektir!
***
Prof. Karakaş şöyle bir yorum yapıyor:
“Kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan, iktidara talip bir siyasal parti, hukuk devletini şiar edinmiş CHP olunca, bence işin rengi değişmeli ve satıcı neyi, nasıl talep ederse etsin, CHP bu vergi (harç) kaybına yol açan işlemin, biraz daha fazla harç ödeme pahasına, parçası olmamalı idi (…) ama bu suç o kadar kolektif işlenen bir suçtur ki, kimse bu suçun üzerine gidemez, kimse merak etmesin.”
Güzel de, o zaman binanın sahibi olan kişi (Arnavut iken yeni TC vatandaşı olmuş biri) satar mıydı binayı? Çünkü kendisi da daha yüksek alım satım vergisi verirdi.
Şimdi iktidar zil takmış oynuyor. CB Erdoğan durumu çok iyi değerlendirmekte:
“İşin içine deste deste paranın da girmesiyle bu iş iyice kirlendi. Milletimiz bu sinsi oyunların hesabını 31 Mart’ta sandıkta soracak. Utanma bilmeyen suratlara milli irade tokadını vuracaktır”
Devam ediyor: “Demet demet dolarları, avroları toplayıp aralarında paylaşıyorlar. Bunlara bu ülke teslim edilir mi?"
Bu sözler yargıya dört dörtlük müdahale değil mi?
***
Şu anda Başsavcılık, satışın yapıldığı 2019 tarihinde CHP il başkanı olan Canan Kaftancıoğlu başta olmak üzere, para sayımı yapanlar ile ilgililerin birer birer ifadesini almakta.
Peki, elden ödenecek parayı saymak TCK’ye göre suç mu?
Dahası, bir avukatın, kendi ofisinde müvekkiline ödenecek paraların sayılmasını güvenlik kamerasına gizlice kaydedip CHP’ye satmak istediği (şantaj?) iddiası da araştırılıyor mu ve bu suç mu değil mi?
Ve dahası, Prof. Karakaş’ın dediği gibi, motorlu taşıtlar vergisini hukuka aykırı olarak aynı yıl iki kez ödeten Bakan Mehmet Şimşek, tapu harçlarının rayiç bedel üzerinden ödenmesi talimatını verip bu kolektif rezaleti niye önlemiyor?
0 notes
benimpencerelerim · 1 month
Text
FOSEPTIK ULKE II
Hatay Seçim Savaşları-2: AK Parti, CHP, Lütfü Savaş, paralı dosyalar
Artık CHP’nin kumpastaki rolüne dair şaibeleri, AK Parti’nin tavrını ve iki gazeteciye Lütfü Savaş tarafından sunulan ahlaksız teklifi de konuşalım
ASLIHAN GENÇAY 21.03.2024
> Öncelikle belirtmemiz gerekiyor ki eğer CHP, Hatay büyükşehir belediye başkan adayı olarak, deprem ve yolsuzluk suçlarından soruşturmaları bulunan Lütfü Savaş’ı, Hatay halkının tepkisine rağmen, ısrarla dayatmasaydı belki biz şimdi bu konuları tartışmıyor olacaktık. Ne TİP, Hatay için bir aday gösterecek ne de Gökhan Zan aday olacaktı.
> Ben Hatay’ı ve Lütfü Savaş takımının suçlarıyla yolsuzluklarını yazmaya başladığımdan bu yana; gerek Lütfü Savaş’a yakın isimler gerek mafya odakları gerek MHP milletvekili tarafından tehdit edildim. Sayabildiğim kadarıyla birbiriyle ilgisiz yedi tane iftira sadece bana atıldı. Hakaretler ve rüşvet tekliflerinin ardı arkası kesilmedi. Arı kovanına çomak sokmanın bir bedeli olacaktı elbette, dert etmedim. Sonuçta ne okur sormaktan ne de ben yazmaktan vazgeçtik.
> Tüm bu gelişmeler, Hatay tablosunu daha net görmemizi sağladı. 15 yıllık Lütfü Savaş hanedanlığı artık partiler üstüydü ve birbirine rakip gibi görünen partilerin temsilcileri, yerel oligarşik yapıda iç içe geçmiş, aynı yolsuzluk ve suçların tarafları olmuştu. Çürüme, yolsuzluk, ahlaksızlık, çek senet mafyası, kara para aklama, uluslararası casusluk… Hatay’da kol geziyor, Hatay halkı ise sayısız acı ve mağduriyet içinde inim inim inliyordu. Peki, bunları CHP bilmiyor muydu? Bilmediklerine inanmak zor.
> Bugüne kadar yazdığım her yazıya dair belgelerle kanıtları yayınlarken ve hepsini CHP’ye de ulaştırırken ben, CHP neden sustu? Tek başına bu “Suçlu bizdense görmezden geliriz.” tutumu dahi CHP’yi şaibenin ortasına oturtmaya yeterlidir.
> CHP içindeki kaynaklarımdan aldığım bilgiye göre; Lütfü Savaş, sürecin en başından bu yana Ekrem İmamoğlu ve CHP genel merkezinin üzerinde uzlaştığı bir adaydı. 6 Şubat anmaları sırasında Hataylıların tepkisinin ülke kamuoyuna yansıması üzerine Ekrem İmamoğlu, Lütfü Savaş’ın karıştığı suçların İstanbul’daki seçmenin tavrını da etkileyeceğini öngördü ve o günden itibaren Savaş’la arasına mesafe koydu. Özgür Özel ise neredeyse kendini Lütfü Savaş’a siper etti. Nihayetinde seçim sonuçları ihalesi, genel başkan olarak ona kalacaktı. Hal böyleyken ‘Gökhan Zan’ın seçimlere girmemesi kimin işine yarıyor?’ sorusunun cevabı açıktı aslında.
> Dünkü yazımda bahsettiğim gibi; Özgür Özel’in düzenli aralıklara TİP’e yönelik “Biz sizi Gebze’de destekliyoruz ama siz bize Hatay’da kaybettireceksiniz.” açıklamaları yapması ve Hatay’a dair son anket sonuçlarının yayınlanmasının hemen ardından malum ses kaydının basına servis edilmesi, CHP cephesine dair şüpheleri artırdı.
> Soruşturma dosyasında Turgay Kocakaya’nın finansörü olarak adı geçen Mehmet Güzel, bizzat Lütfü Savaş’ın danışmanıydı. Gökhan Zan’ın, 17 Mart 2024 tarihinde yaptığı suç duyurusunun eklerinde bulunan bir Whatsapp yazışması da bunu doğruluyor. Soruşturmaya konu bir belge olduğu için yazışmayı yayınlayamıyorum lakin okura kimin kimle iş yaptığını az da olsa anlamaları açısından kısa bir bilgi vermek isterim.
> Turgay Kocakaya ve Mehmet Güzel arasında geçen ilgili whatsapp yazışması oldukça uzun. Bu uzun yazışmada, Turgay Kocakaya Mehmet Güzel’e Gökhan Zan’la ilgili, moraline ve ne yaptığına dair ayrıntılı rapor veriyor. Ve en önemlisi yazışmanın bir yerinde “Zaten benim elimde sadece 8 saniyelik bir kayıt var, onda da Zan benden sponsor bulmamı istiyor ve ‘Araç giydirme yapalım, seçim kampanyası yapalım.’ gibi şeyler söylüyor.” diyor. Peki, soruyoruz; bizzat ses kaydı yayıcısı, hakaret, iftira ve kişisel verileri paylaşma şüphelisi Turgay Kocakaya, “Sadece 8 saniyelik” normal bir konuşma kaydının varlığından bahsediyorsa, şimdi bize servis edilen, kanal kanal dolaştırılarak dinletilen kayıtlar neyin nesi ve nasıl oluşturuldular?
> İşte tam burada ön kabullü, peşin hükümlü davranmamanın ve hakikatin peşinde koşmanın önemi tekrar ortaya çıkıyor. İddianame çıktığında hepiniz bu yazışmaları göreceksiniz. Ben sadece bir satırını paylaştım ve sorumun tek yanıtı var: Bu ses kaydının gerçekliği, sadece adli merciler tarafından belirlenebilir zira yayanın da, onu finanse ettiğine dair soruşturma altında bulunan Mehmet Güzel’in de gayet şüpheli yazışma kayıtları mevcut. Gerçeği soruşturmanın sonucunda öğreneceğiz.
> Gökhan Zan, 19 Mart 2024 tarihinde katıldığı Enver Aysever’in Youtube yayınında; “Hatay’daki kanaat önderlerinin ricasıyla randevu talebinde bulundum ve CHP genel başkan yardımcısı Ali Mahir Başarır’ın Çankaya’daki evinde, yanımızda Hatay CHP milletvekili Servet Mullaoğlu da varken, görüştük. Başarır bana; ‘Lütfü Savaş’ın boşluğunu bir tek sen doldurabilirsin. Lütfü Savaş, Hatay’da aday olsun, sen de Defne veya Arsuz’da aday ol, onu tamamla.’ dedi. Bense Defne veya Arsuz için bana teklifte bulunmanız büyük gurur lakin ben Lütfü Savaş’la asla yol yürümem. Eğer Hatay için temiz ve dürüst bir aday seçerseniz, ben de Defne veya Arsuz teklifinizi elbette kabul ederim, cevabını verdim.” açıklamasını yaptı.
> 20 Mart 2024’te ise Özgür Özel, CHP genel başkanına yakışmayacak bir üslupla ve neredeyse Hatay gerçeklerini yok sayarak; “Hatay halkı aslında Lütfü Savaş’ı seviyor, algıyı provokatör Gökhan Zan yarattı, tüm kötülüklerin ebesi Gökhan Zan.” minvalinde açıklamalarda bulundu. Zan’ı henüz netleşmeyen bir iddiayla yargısız infaz ederek, ses kayıtları onunmuş gibi hedef gösterdi. En önemlisi de ”Gökhan Zan, bizden Defne ve Arsuz’u istedi, ‘Lütfü Savaş’la yol yürürüm.’ dedi, biz kabul etmedik. TİP’i de Zan’ın adaylığı konusunda uyardık.” açıklamasını yaptı. Tabii “gözündeki ışığı gördüm” şeklinde Nebativari manasız beyanları da vardı. Garip olan, Özel’e göre Hatay’ın tek sorunu, Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kayıtları ve Zan’ın provokasyonlarıydı. Lütfü Savaş’ın 15 yıllık oligarşik hanedanlığının belgeli, kanıtlı yolsuzlukları, soruşturmaları, suçları, söz konusu bile değildi. Enteresan.
> Şimdi önümüzde; bir Özgür Özel’in İsmail Saymaz’a yaptığı açıklamalar, bir de Gökhan Zan’ın anlattıkları var. Bu düğümün odak noktası ise Servet Mullaoğlu. Buradan kamuoyu adına Servet Mullaoğlu’na sesleniyorum: Ali Mahir Başarır’ın evinde gerçekleşen görüşmenin içeriğini kamuoyuna seçimden önce açıklamak, artık sizin Hatay halkına karşı sorumluluğunuz, gerçekleri ortaya çıkarma görevinizdir. Bu düğümü çözmenizi, o görüşmede nelerin konuşulduğunu, kamuoyuna açıklamanızı talep ediyorum.
> CHP ve TİP arasında geçtiği iddia edilen “Biz size Gebze ve Samandağ’ı verelim, siz de Gökhan Zan’ı geri çekin.” pazarlığına dair iddialar ve şaibeler de sıkça konuşulurken, kendi adıma sosyalist kökenleriyle Erkan Baş’ın asla bu tür kirli işlere, kendine teklif edilse dahi, gireceğine ihtimal vermememe rağmen CHP ve TİP yetkililerinin, iddialara dair açıklama yapması gerekiyor.
> CHP ve Lütfü Savaş konusunu kapatmadan ekleyelim: Hatay büyükşehir belediye başkanı ve adayı Lütfü Savaş ile Hatay büyükşehir belediyesi yetkilileri hakkında, benim yayınladıklarımdan çok daha önemli iddialar bulunduğu, ulaştığım bilgiler arasında. Muhtemelen Nisan ayı, Hatay için gerçeklerin ortaya çıktığı bir tarih olacak.
AK Parti cephesinde neler oldu?
> Ses kaydı kumpası öncesi yayınlanan son seçim anketlerine göre AK Parti adayı Mehmet Öntürk, Hatay’da ilk sıradaydı. Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kaydı basına servis edildikten sonra, en sert açıklamalar ise AK Parti cephesinden geldi.
> Olayın bir kumpas olduğunu, ardında Lütfü Savaş’ın bulunduğunu, Hatay’daki seçimlerin manipüle edilmeye ve Hatay siyasetinin kirletilmeye çalışıldığını açıkladılar. Ses kaydında adı geçen Ak Parti Hatay milletvekili Adem Yeşildal ise 19 Mart 2024 tarihinde; “Bugün itibarıyla Hatay siyasetini kirletmek isteyenlere karşı Hatay cumhuriyet başsavcılığına suç durusunda bulunulmuştur. Failler, azmettiricileri ve bu iftiraları yayanlar, yargı önünde hesap vereceklerdir.” açıklamasında bulundu.
> Hatay AK Parti yetkilileri, kumpasın sadece Gökhan Zan’a değil, özünde kendilerine kurulduğunu düşünüyor ve bu işin peşini bırakmayacak kararlılıkta görünüyorlardı.
> Ayrıca Turgay Kocakaya adlı şahsın evi, 20 Mart 2024 günü emniyet görevlilerince arandı ve hakkında adli işlem başlatıldı.
Gazeteciler cephesi
> Ses kaydının montaj olup olmadığının araştırılmasını beklemeden, cümle aralarına yarım ağızla “iddia” kelimelerini de yerleştirerek, kayıt gerçekmiş gibi yayın yapan gazetecileri de gördük bu süreçte. Dünkü yazımda bu tuhaf operasyonel tutumdan bahsetmiştim. Lakin bir mevzu daha var ki; kumpas olduğu şüphesi kuvvetli bu olaya, küçük de olsa bir ışık tutabilir.
> 0 Mart 2024’te gazeteci Erk Acarer’in sosyal medyada üç ileti yayınlamasıyla; üç gün önce yani 7 Mart 2024’te Oya Lale Ozan Aslan ve ona Lütfü Savaş tarafından bir ses kaydı iletildiğini, bu kaydı yaymaları için para teklif edildiğini, onlarınsa bu ahlaksız teklifi şiddetle reddettiklerini, öğrendik. Acarer’in iletilerine göre; 7 Mart’ta teklifi reddedip tepki gösterdikten sonra, konuyu kapanmış kabul etmişlerdi.
> 10 Mart’ta ise Lütfü Savaş takımı tarafından Hatay’da bir dedikodu yayıldı. O dedikodu şöyleydi: “Erk Acarer’e Gökhan Zan’ın ses kaydını ilettik. Acarer bize ‘İnceliyorum, inceledikten sonra yayınlayacağım.’ dedi.” Lütfü Savaş cephesi bu dedikoduyla Gökhan Zan’a da ulaşmış ve Acarer’in yapacağını iddia ettikleri bu yayın öncesi, ona adaylıktan çekilmesi için baskı yapmışlardı.
> Acarer, iletilerinde etik olarak Oya Lale Ozan Aslan’ın adını geçirmese ve aracıların kimliğini ifşa etmese de bu bilgiler kısa zamanda dolaşıma girdi. Oya Lale Ozan Aslan, kendi Youtube yayınında “Bu haber ilk bize geldi, reddettik “ açıklamasını yaptı.
> Kendi adıma, üç gün boyunca sosyal medyadan Oya Lale Ozan Aslan’a çağrıda bulunmuş ve aracıların isimlerini ifşa etmesini talep etmiş, benden bilgi isteyen gazeteci arkadaşlarımla ise kaynaklarımdan gelen tüm bilgileri açıkça paylaşmıştım. İki gazetecinin yapacağı ifşa, hem basın etiği ve paralı dosyaların gazetecilere teklif edilebilmesinin önünü kesmek acısından hem de ses kaydı muammasını çözebilmek için önemli bir adım olacaktı.
> 20 Mart 2024’te Erk Acarer’le yaptıkları ortak yayında Oya Lale Ozan Aslan; “Aracılar; ses kaydını yaymamız karşılığında bize para verileceğini, biz bu parayı almasak dahi en tepenin ödeme yapacağını ve bu parayı aracıların alacağını, bu teklifi Erk Acarer’e de iletmemi söylediler.” şeklinde konuya dair ayrıntılar verdi. Lakin yine bu aracılar kim, hangi belediye, hangi parti veya hangi isimler konusunda bir bilgi sunulmadı.
> Gazeteci Cengiz Erdinç ise ilgili yayından sonra X’te Acarer ve Aslan’a yönelik şu iletiyi paylaştı: “Arkadaşlar, ikiniz de değerli gazetecilersiniz. Olay bu noktaya gelmişken, size bu ‘ahlaksız teklifi’ yapan isimleri, aracıları ‘en tepedeki kimse’ onu,  günüyle, saatiyle açıklamanız gerekir. Gazeteci olarak bu yükümlülüğünüz…”
> Şimdi gözler tekrar Acarer ve Aslan’dan gelecek açıklamaya çevrildi. Ben de bu iki dürüst ve başarılı gazeteciden, para peşindeki ahlaksız teklif aracılarının isimlerini ve partilerini açıklamalarını bekliyorum.
Evet, ancak iki yazıda “özetleyebildiğim” gelişmeleri toparlarsak; tüm bu tablodan çıkardığım kadarıyla önümüzdeki aylarda Hatay’a dair hiçbir bilgi sır olarak kalmayacak ve gerçekler tek tek açığa çıkacak. Kirli oyunlar, tezgâhlar, yolsuzluklar, kara para ve uyuşturucu ile kirletilen Hatay, yepyeni bir başlangıç yaparken, suçlular elbette yargılanacak.
İçinde bulunulan belirsizliğe; 31 Mart seçimleriyle Hatay halkı ve suçları, suçluları araştıran adli merciler son verecek. Takipçisiyiz.
Not:Dünkü yazıma dair Gökhan Zan bir düzeltme iletti. Zan, Ahmet Şık’ın montaj ses kaydını 16 Mart Cumartesi günü kendine dinlettikten sonra, savcılığa gitmek için istediğinde ona vermediğini, 17 Mart Pazar günü kaydı, Ahmet Şık’tan değil farklı kaynaklardan temin ederek savcılığa gidip suç duyurusunda bulunduğunu, söyledi.
Etiketler: chp, hatay, Lütfü Savaş
0 notes
benimpencerelerim · 1 month
Text
FOSEPTIK ULKE II
Hatay Seçim Savaşları-2: AK Parti, CHP, Lütfü Savaş, paralı dosyalar
Artık CHP’nin kumpastaki rolüne dair şaibeleri, AK Parti’nin tavrını ve iki gazeteciye Lütfü Savaş tarafından sunulan ahlaksız teklifi de konuşalım
ASLIHAN GENÇAY 21.03.2024
> Öncelikle belirtmemiz gerekiyor ki eğer CHP, Hatay büyükşehir belediye başkan adayı olarak, deprem ve yolsuzluk suçlarından soruşturmaları bulunan Lütfü Savaş’ı, Hatay halkının tepkisine rağmen, ısrarla dayatmasaydı belki biz şimdi bu konuları tartışmıyor olacaktık. Ne TİP, Hatay için bir aday gösterecek ne de Gökhan Zan aday olacaktı.
> Ben Hatay’ı ve Lütfü Savaş takımının suçlarıyla yolsuzluklarını yazmaya başladığımdan bu yana; gerek Lütfü Savaş’a yakın isimler gerek mafya odakları gerek MHP milletvekili tarafından tehdit edildim. Sayabildiğim kadarıyla birbiriyle ilgisiz yedi tane iftira sadece bana atıldı. Hakaretler ve rüşvet tekliflerinin ardı arkası kesilmedi. Arı kovanına çomak sokmanın bir bedeli olacaktı elbette, dert etmedim. Sonuçta ne okur sormaktan ne de ben yazmaktan vazgeçtik.
> Tüm bu gelişmeler, Hatay tablosunu daha net görmemizi sağladı. 15 yıllık Lütfü Savaş hanedanlığı artık partiler üstüydü ve birbirine rakip gibi gör��nen partilerin temsilcileri, yerel oligarşik yapıda iç içe geçmiş, aynı yolsuzluk ve suçların tarafları olmuştu. Çürüme, yolsuzluk, ahlaksızlık, çek senet mafyası, kara para aklama, uluslararası casusluk… Hatay’da kol geziyor, Hatay halkı ise sayısız acı ve mağduriyet içinde inim inim inliyordu. Peki, bunları CHP bilmiyor muydu? Bilmediklerine inanmak zor.
> Bugüne kadar yazdığım her yazıya dair belgelerle kanıtları yayınlarken ve hepsini CHP’ye de ulaştırırken ben, CHP neden sustu? Tek başına bu “Suçlu bizdense görmezden geliriz.” tutumu dahi CHP’yi şaibenin ortasına oturtmaya yeterlidir.
> CHP içindeki kaynaklarımdan aldığım bilgiye göre; Lütfü Savaş, sürecin en başından bu yana Ekrem İmamoğlu ve CHP genel merkezinin üzerinde uzlaştığı bir adaydı. 6 Şubat anmaları sırasında Hataylıların tepkisinin ülke kamuoyuna yansıması üzerine Ekrem İmamoğlu, Lütfü Savaş’ın karıştığı suçların İstanbul’daki seçmenin tavrını da etkileyeceğini öngördü ve o günden itibaren Savaş’la arasına mesafe koydu. Özgür Özel ise neredeyse kendini Lütfü Savaş’a siper etti. Nihayetinde seçim sonuçları ihalesi, genel başkan olarak ona kalacaktı. Hal böyleyken ‘Gökhan Zan’ın seçimlere girmemesi kimin işine yarıyor?’ sorusunun cevabı açıktı aslında.
> Dünkü yazımda bahsettiğim gibi; Özgür Özel’in düzenli aralıklara TİP’e yönelik “Biz sizi Gebze’de destekliyoruz ama siz bize Hatay’da kaybettireceksiniz.” açıklamaları yapması ve Hatay’a dair son anket sonuçlarının yayınlanmasının hemen ardından malum ses kaydının basına servis edilmesi, CHP cephesine dair şüpheleri artırdı.
> Soruşturma dosyasında Turgay Kocakaya’nın finansörü olarak adı geçen Mehmet Güzel, bizzat Lütfü Savaş’ın danışmanıydı. Gökhan Zan’ın, 17 Mart 2024 tarihinde yaptığı suç duyurusunun eklerinde bulunan bir Whatsapp yazışması da bunu doğruluyor. Soruşturmaya konu bir belge olduğu için yazışmayı yayınlayamıyorum lakin okura kimin kimle iş yaptığını az da olsa anlamaları açısından kısa bir bilgi vermek isterim.
> Turgay Kocakaya ve Mehmet Güzel arasında geçen ilgili whatsapp yazışması oldukça uzun. Bu uzun yazışmada, Turgay Kocakaya Mehmet Güzel’e Gökhan Zan’la ilgili, moraline ve ne yaptığına dair ayrıntılı rapor veriyor. Ve en önemlisi yazışmanın bir yerinde “Zaten benim elimde sadece 8 saniyelik bir kayıt var, onda da Zan benden sponsor bulmamı istiyor ve ‘Araç giydirme yapalım, seçim kampanyası yapalım.’ gibi şeyler söylüyor.” diyor. Peki, soruyoruz; bizzat ses kaydı yayıcısı, hakaret, iftira ve kişisel verileri paylaşma şüphelisi Turgay Kocakaya, “Sadece 8 saniyelik” normal bir konuşma kaydının varlığından bahsediyorsa, şimdi bize servis edilen, kanal kanal dolaştırılarak dinletilen kayıtlar neyin nesi ve nasıl oluşturuldular?
> İşte tam burada ön kabullü, peşin hükümlü davranmamanın ve hakikatin peşinde koşmanın önemi tekrar ortaya çıkıyor. İddianame çıktığında hepiniz bu yazışmaları göreceksiniz. Ben sadece bir satırını paylaştım ve sorumun tek yanıtı var: Bu ses kaydının gerçekliği, sadece adli merciler tarafından belirlenebilir zira yayanın da, onu finanse ettiğine dair soruşturma altında bulunan Mehmet Güzel’in de gayet şüpheli yazışma kayıtları mevcut. Gerçeği soruşturmanın sonucunda öğreneceğiz.
> Gökhan Zan, 19 Mart 2024 tarihinde katıldığı Enver Aysever’in Youtube yayınında; “Hatay’daki kanaat önderlerinin ricasıyla randevu talebinde bulundum ve CHP genel başkan yardımcısı Ali Mahir Başarır’ın Çankaya’daki evinde, yanımızda Hatay CHP milletvekili Servet Mullaoğlu da varken, görüştük. Başarır bana; ‘Lütfü Savaş’ın boşluğunu bir tek sen doldurabilirsin. Lütfü Savaş, Hatay’da aday olsun, sen de Defne veya Arsuz’da aday ol, onu tamamla.’ dedi. Bense Defne veya Arsuz için bana teklifte bulunmanız büyük gurur lakin ben Lütfü Savaş’la asla yol yürümem. Eğer Hatay için temiz ve dürüst bir aday seçerseniz, ben de Defne veya Arsuz teklifinizi elbette kabul ederim, cevabını verdim.” açıklamasını yaptı.
> 20 Mart 2024’te ise Özgür Özel, CHP genel başkanına yakışmayacak bir üslupla ve neredeyse Hatay gerçeklerini yok sayarak; “Hatay halkı aslında Lütfü Savaş’ı seviyor, algıyı provokatör Gökhan Zan yarattı, tüm kötülüklerin ebesi Gökhan Zan.” minvalinde açıklamalarda bulundu. Zan’ı henüz netleşmeyen bir iddiayla yargısız infaz ederek, ses kayıtları onunmuş gibi hedef gösterdi. En önemlisi de ”Gökhan Zan, bizden Defne ve Arsuz’u istedi, ‘Lütfü Savaş’la yol yürürüm.’ dedi, biz kabul etmedik. TİP’i de Zan’ın adaylığı konusunda uyardık.” açıklamasını yaptı. Tabii “gözündeki ışığı gördüm” şeklinde Nebativari manasız beyanları da vardı. Garip olan, Özel’e göre Hatay’ın tek sorunu, Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kayıtları ve Zan’ın provokasyonlarıydı. Lütfü Savaş’ın 15 yıllık oligarşik hanedanlığının belgeli, kanıtlı yolsuzlukları, soruşturmaları, suçları, söz konusu bile değildi. Enteresan.
> Şimdi önümüzde; bir Özgür Özel’in İsmail Saymaz’a yaptığı açıklamalar, bir de Gökhan Zan’ın anlattıkları var. Bu düğümün odak noktası ise Servet Mullaoğlu. Buradan kamuoyu adına Servet Mullaoğlu’na sesleniyorum: Ali Mahir Başarır’ın evinde gerçekleşen görüşmenin içeriğini kamuoyuna seçimden önce açıklamak, artık sizin Hatay halkına karşı sorumluluğunuz, gerçekleri ortaya çıkarma görevinizdir. Bu düğümü çözmenizi, o görüşmede nelerin konuşulduğunu, kamuoyuna açıklamanızı talep ediyorum.
> CHP ve TİP arasında geçtiği iddia edilen “Biz size Gebze ve Samandağ’ı verelim, siz de Gökhan Zan’ı geri çekin.” pazarlığına dair iddialar ve şaibeler de sıkça konuşulurken, kendi adıma sosyalist kökenleriyle Erkan Baş’ın asla bu tür kirli işlere, kendine teklif edilse dahi, gireceğine ihtimal vermememe rağmen CHP ve TİP yetkililerinin, iddialara dair açıklama yapması gerekiyor.
> CHP ve Lütfü Savaş konusunu kapatmadan ekleyelim: Hatay büyükşehir belediye başkanı ve adayı Lütfü Savaş ile Hatay büyükşehir belediyesi yetkilileri hakkında, benim yayınladıklarımdan çok daha önemli iddialar bulunduğu, ulaştığım bilgiler arasında. Muhtemelen Nisan ayı, Hatay için gerçeklerin ortaya çıktığı bir tarih olacak.
AK Parti cephesinde neler oldu?
> Ses kaydı kumpası öncesi yayınlanan son seçim anketlerine göre AK Parti adayı Mehmet Öntürk, Hatay’da ilk sıradaydı. Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kaydı basına servis edildikten sonra, en sert açıklamalar ise AK Parti cephesinden geldi.
> Olayın bir kumpas olduğunu, ardında Lütfü Savaş’ın bulunduğunu, Hatay’daki seçimlerin manipüle edilmeye ve Hatay siyasetinin kirletilmeye çalışıldığını açıkladılar. Ses kaydında adı geçen Ak Parti Hatay milletvekili Adem Yeşildal ise 19 Mart 2024 tarihinde; “Bugün itibarıyla Hatay siyasetini kirletmek isteyenlere karşı Hatay cumhuriyet başsavcılığına suç durusunda bulunulmuştur. Failler, azmettiricileri ve bu iftiraları yayanlar, yargı önünde hesap vereceklerdir.” açıklamasında bulundu.
> Hatay AK Parti yetkilileri, kumpasın sadece Gökhan Zan’a değil, özünde kendilerine kurulduğunu düşünüyor ve bu işin peşini bırakmayacak kararlılıkta görünüyorlardı.
> Ayrıca Turgay Kocakaya adlı şahsın evi, 20 Mart 2024 günü emniyet görevlilerince arandı ve hakkında adli işlem başlatıldı.
Gazeteciler cephesi
> Ses kaydının montaj olup olmadığının araştırılmasını beklemeden, cümle aralarına yarım ağızla “iddia” kelimelerini de yerleştirerek, kayıt gerçekmiş gibi yayın yapan gazetecileri de gördük bu süreçte. Dünkü yazımda bu tuhaf operasyonel tutumdan bahsetmiştim. Lakin bir mevzu daha var ki; kumpas olduğu şüphesi kuvvetli bu olaya, küçük de olsa bir ışık tutabilir.
> 0 Mart 2024’te gazeteci Erk Acarer’in sosyal medyada üç ileti yayınlamasıyla; üç gün önce yani 7 Mart 2024’te Oya Lale Ozan Aslan ve ona Lütfü Savaş tarafından bir ses kaydı iletildiğini, bu kaydı yaymaları için para teklif edildiğini, onlarınsa bu ahlaksız teklifi şiddetle reddettiklerini, öğrendik. Acarer’in iletilerine göre; 7 Mart’ta teklifi reddedip tepki gösterdikten sonra, konuyu kapanmış kabul etmişlerdi.
> 10 Mart’ta ise Lütfü Savaş takımı tarafından Hatay’da bir dedikodu yayıldı. O dedikodu şöyleydi: “Erk Acarer’e Gökhan Zan’ın ses kaydını ilettik. Acarer bize ‘İnceliyorum, inceledikten sonra yayınlayacağım.’ dedi.” Lütfü Savaş cephesi bu dedikoduyla Gökhan Zan’a da ulaşmış ve Acarer’in yapacağını iddia ettikleri bu yayın öncesi, ona adaylıktan çekilmesi için baskı yapmışlardı.
> Acarer, iletilerinde etik olarak Oya Lale Ozan Aslan’ın adını geçirmese ve aracıların kimliğini ifşa etmese de bu bilgiler kısa zamanda dolaşıma girdi. Oya Lale Ozan Aslan, kendi Youtube yayınında “Bu haber ilk bize geldi, reddettik “ açıklamasını yaptı.
> Kendi adıma, üç gün boyunca sosyal medyadan Oya Lale Ozan Aslan’a çağrıda bulunmuş ve aracıların isimlerini ifşa etmesini talep etmiş, benden bilgi isteyen gazeteci arkadaşlarımla ise kaynaklarımdan gelen tüm bilgileri açıkça paylaşmıştım. İki gazetecinin yapacağı ifşa, hem basın etiği ve paralı dosyaların gazetecilere teklif edilebilmesinin önünü kesmek acısından hem de ses kaydı muammasını çözebilmek için önemli bir adım olacaktı.
> 20 Mart 2024’te Erk Acarer’le yaptıkları ortak yayında Oya Lale Ozan Aslan; “Aracılar; ses kaydını yaymamız karşılığında bize para verileceğini, biz bu parayı almasak dahi en tepenin ödeme yapacağını ve bu parayı aracıların alacağını, bu teklifi Erk Acarer’e de iletmemi söylediler.” şeklinde konuya dair ayrıntılar verdi. Lakin yine bu aracılar kim, hangi belediye, hangi parti veya hangi isimler konusunda bir bilgi sunulmadı.
> Gazeteci Cengiz Erdinç ise ilgili yayından sonra X’te Acarer ve Aslan’a yönelik şu iletiyi paylaştı: “Arkadaşlar, ikiniz de değerli gazetecilersiniz. Olay bu noktaya gelmişken, size bu ‘ahlaksız teklifi’ yapan isimleri, aracıları ‘en tepedeki kimse’ onu,  günüyle, saatiyle açıklamanız gerekir. Gazeteci olarak bu yükümlülüğünüz…”
> Şimdi gözler tekrar Acarer ve Aslan’dan gelecek açıklamaya çevrildi. Ben de bu iki dürüst ve başarılı gazeteciden, para peşindeki ahlaksız teklif aracılarının isimlerini ve partilerini açıklamalarını bekliyorum.
Evet, ancak iki yazıda “özetleyebildiğim” gelişmeleri toparlarsak; tüm bu tablodan çıkardığım kadarıyla önümüzdeki aylarda Hatay’a dair hiçbir bilgi sır olarak kalmayacak ve gerçekler tek tek açığa çıkacak. Kirli oyunlar, tezgâhlar, yolsuzluklar, kara para ve uyuşturucu ile kirletilen Hatay, yepyeni bir başlangıç yaparken, suçlular elbette yargılanacak.
İçinde bulunulan belirsizliğe; 31 Mart seçimleriyle Hatay halkı ve suçları, suçluları araştıran adli merciler son verecek. Takipçisiyiz.
Not:Dünkü yazıma dair Gökhan Zan bir düzeltme iletti. Zan, Ahmet Şık’ın montaj ses kaydını 16 Mart Cumartesi günü kendine dinlettikten sonra, savcılığa gitmek için istediğinde ona vermediğini, 17 Mart Pazar günü kaydı, Ahmet Şık’tan değil farklı kaynaklardan temin ederek savcılığa gidip suç duyurusunda bulunduğunu, söyledi.
Etiketler: chp, hatay, Lütfü Savaş
0 notes
benimpencerelerim · 1 month
Text
FOSEPTIK ULKE I
Hatay seçim savaşları-1: Gökhan Zan, TİP, şantaj montaj
Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kaydını, şantaj sürecini, Turgay Kocakaya’yı ve TİP’in Zan’a karşı garip tutumunu tek tek değerlendirelim
ASLIHAN GENÇAY 20.03.2024
Hafta sonu TİP, Hatay büyükşehir belediye başkan adayı Gökhan Zan’ı adaylıktan çektiğini kamuoyuna duyurdu. Gökhan Zan cephesinden ise adaylıktan çekilmediği, Ak Parti ve Ak Parti zihniyetine karşı yoluna devam edeceği, açıklaması geldi. Kısaca Zan; yasal hakkını kullandı halen aday ve seçime girecek. Tüm bu karmaşaya neden olan ise Turgay Kocakaya ve kuzeni Mihal Kocakaya tarafından TİP’e gönderilen ve Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kaydıydı.
Aynı gece pek çok yayın organı tarafından, henüz tarafların demeçleri dahi doğru düzgün ortaya çıkmadan Gökhan Zan direkt suçlu ve şüpheli olarak lanse edildi. Oysa kaydın ona ait olması ihtimali kadar, montaj olma ve kumpas ürünü olarak servis edilme şüphesi de vardı.
Bu tür haberlerin sahipleri; haberlerini TİP’in “Biz kaydı kriminal olarak incelettik ve montaj olmadığı ortaya çıktı” açıklamasına göre yaptıklarını belirttiler.
Ses kaydı süreci nasıl gelişti?
Şimdi karmaşaya ya da ön kabule teslim olmadan, hakikatin peşinden gidelim ve konuları tek tek değerlendirelim:
> Hataylıların cep telefonlarına yurtdışı meşeli (?) telefon numaralarından gönderilen ve televizyon kanarlarına servis edilen ses kaydında Gökhan Zan’ın Turgay Kocakaya adlı bir şahıs aracılığıyla Hatay AK Parti yetkililerinden para ve konum talep ettiği duyuluyordu. Gökhan Zan, bu iddiayı aynı gece yalanladı. Arkadaşı olarak gördüğü Turgay Kocakaya’nın çeşitli zaman dilimlerinde ve aralarındaki sohbetlerde ortam kaydına aldığı sesini, Lütfü Savaş ve yanındakilere ileterek bu montaj kaydın oluşturulmasını sağladığını, öne sürdü. Zan’ın açıklamasına göre Turgay ve Mihal Kocakaya, Şubat ayı içerisinde ona “Senin için montaj ses kaydı hazırladık.” diyerek 5 milyon TL istemek suretiyle şantaj yapmış, Zan ise bu şantaja boyun eğmeyince şahıslar farklı yollara yönelmişlerdi.
> Peki, kimdi bu Turgay Kocakaya? Zan’ın 6 Şubat depremleri sırasında tanışıp arkadaş olduğu ve arada sırada buluşup yemek yediği, kendini bazen akademisyen, bazen de coğrafya öğretmeni olarak tanıtan fakat akademik kariyeri hakkında açıklama yapmaktan imtina eden bir kişi. Zan’a göre, bu kişi ona arkadaşı olarak yaklaşmış, tuzak kurmuş, sesini kaydetmişti.
> Sonrasında ise bu kayıtlar, Kocakaya’yı Zan’ın yanına gönderenler tarafından deep fake yöntemiyle işlenmiş ve dinlediğimiz ses kaydı oluşturulmuştu.
> Zan, Turgay Kocakaya’nın başından bu yana aslında Lütfü Savaş tarafından yanına gönderildiğini ve bu oyunu Savaş’ın adamlarının tezgâhladığını da aktarıyor.
> Hataylılardan gelen bilgilere göre ise Kocakaya şantaja başladığı ilk etapta Lütfü Savaş’ın danışmanı Mehmet Güzel’in oteline yerleştirildi ve Hatayspor yönetim kurulu üyesi İbrahim Ethem Sunar’dan 15 bin TL aldıktan sonra, X platformunda hem kendi hesabından hem de bot hesaplar açmak suretiyle Lütfü Savaş’ı öven ve Gökhan Zan’ı kötüleyen iletiler paylaşmaya başladı. Üç kaynaktan gelen bu bilgileri halen araştırıyorum ve yakında sonuçları açıklayacağım.
> X platformundaki takipçileri, o güne dek Gökhan Zan’ı destekleyen Kocakaya’ya, 180 derecelik bu dönüşünün nedenini sorduklarında ise Kocakaya Gökhan Zan’ı suçladı.
> Kocakaya’nın iletileri; Gökhan Zan’a ait bir ses kaydı olduğu ve Zan’ın Hatay Ak Parti yetkilileriyle para ilişkilerine girdiği üzerineydi.
> Zan’ın açıklamalarına göre; iletilerin ve şantajların başladığı dönemde Zan, yaşananları TİP’in Hatay’da bulunan yetkilisi milletvekili Ahmet Şık’a anlattı. Şık ise ona; “Olur böyle şeyler, iftiralar hep atılır, siyaset böyle, biz yanındayız.” minvalinde cevaplar verdi.
> Kocakaya’nın hakaret ve iddiaları devam edince Zan, 7 Mart 2024’te Kocakaya’nın iletilerinin ekran görüntülerini alarak bu kişiyi savcılığa şikâyet etti. Öte yandan belirsiz bir ses kaydı ile tehdit edilip şantaj yapıldığı, adaylıktan çekilmeye zorlandığı halde, böyle bir kaydı eline geçmediği için varsayım üzerinden ses kaydı şikâyetinde bulunmamıştı.
> Geçtiğimiz Cumartesi günü TİP milletvekili Ahmet Şık, Gökhan Zan’ı çağırarak ona ilgili ses kaydını dinletti. Zan, kaydın montaj olduğunu ve kayıtla birlikte hemen savcılığa giderek şikâyette bulunmak istediğini Şık’a iletti. Zan’ın demeçlerine göre Şık, ona kaydı vermeyi reddetti ve hem “Sen çok yoruldun, adaylıktan çekil istersen.” dedi hem de “Şikâyet için Pazartesi’ye kadar bekleyelim ve birlikte yapalım.” teklifinde bulundu. Bu teklifleri reddeden Zan, Pazar günü Şık’ın ses kaydını vermeye ikna olması sonucu avukatıyla birlikte Hatay savcılığına giderek ikinci suç duyurusunda bulundu.
> Zan, suç duyurusundan sonra yaptığı basın açıklamasında henüz partisinin kendi hakkında yaptığı açıklamadan habersizdi. Basın açıklaması bittikten sonra TİP’in onu adaylıktan çektiğine dair açıklama yaptığını öğrendi.
> Şahsi instagram hesabını TİP’in yönettiğini bildiren Zan, o gece TİP’in İnstagram hesabına erişimini ve kendini kamuoyuna karşı savunmasını engellediğini, kendi hesabına ancak VPN yardımıyla girip videoyu yayınlayabildiğini de açıkladı.
Kayıttaki şaibeler
> Mevzubahis kayıt çelişkilerle doluydu. Zan’la 24 Ocak 2024 tarihinde yani henüz TİP’in adayı olmadan önce yaptığım ve P24’te yayınlanan röportajda Zan bana; “Ak Partili spor bakanının, Mayıs seçimleri sonrası ona bakan yardımcılığı ve 81 ilde kuracakları spor tesislerinin başına geçmesi” teklifinde bulunduğunu, kendininse “Birlikte yürüyeceğim bir parti değilsiniz.” diyerek teklifi reddettiğin aktarmıştı. Bu beyana Ak Parti cephesinden bir yalanlama gelmedi. Ayrıca o dönem Zan, CHP hariç tüm partilerin ona çeşitli tekliflerle geldiğini de aynı röportajda aktarmıştı. Zan’ın gönlünde yatan ise aidiyet duyduğu CHP’ydi.
> Peki, 2023 Mayıs ayında bakan yardımcılığı teklifini ve diğer teklifleri reddeden Zan, 11 ay içinde ne olmuştu da birden bire -ses kaydına göre- Ak Parti’den para ister hale gelmişti? İşte malum ses kaydının çelişkilerinden biri buydu.
> Bir diğer çelişki ise konuşmaların akışı ve Zan’ın telefonu “Anladım” kelimesiyle açmasından verdiği cevaplara kadar kopukluklar içermesiydi. Turgay Kocakaya’nın, İskenderun’da oturdukları bir kafede sohbet esnasında sorduğu “Seçimi kazanamazsan ne yapacaksın?”sorusuna verdiği cevabı kaydettiğini ve bu bölümün malum ses kaydına montajlandığını öne sürdü Zan. Bu da kayıt açısından ciddi bir şüpheydi.
> Ses kaydında Kocakaya’nın “Şu anda Ak Parti il binasındayım, tuvaletten konuşuyorum.” dediği de duyulmaktaydı. İstanbullular ve Ankaralılar bilmeyebilir belki lakin Hatay’da partilerin il binaları yoktu. Ak Parti il binası denen yer, sadece küçük bir konteynerdi. Tuvalet de bu konteynerin içinde bulunuyordu. Herhangi biri, büyük bir binadayım ve tuvalete geçip gizli bir görüşme yapıyorum, dendiğinde bu sözlere inanabilirdi evet. Lakin bir Hataylı bu açıklamanın gerçekdışı olduğunu anlar ve sorardı elbette. Zan da bunu bildiğine göre neden Kocakaya’nın açıklamasına hiç tepki vermemiş ve normal karşılamıştı? Bu da bir şüpheydi. Ayrıca ses kaydının yayınlanmasından sonra bana ulaşan pek çok CHP ve TİP seçmeni kaynağım, aynı çelişkinin altını çizdi.
> 19 Mart günü gazeteci Enver Aysever’in Youtube yayınına canlı bağlanan Turgay Kocakaya bu defa da görüşmeyi bir villada yaptığını aktardı ve bu açıklama da ses kaydı açısından bir çelişkiydi.
> TİP’in bazı gazetecilerin haberlerine dayanak yaptığı ilk beyanına göre “ses kaydı kriminal incelemeden geçirilmiş, montaj olmadığı anlaşılmıştı.” Peki, TİP neden kaydı hangi kuruma, merciye, hangi tarihte incelettiğini ve inceleme raporunu kamuoyuna sunmuyordu? Hakikatin peşindeki gazeteciler olarak bizler bu soruyu sorarken, 19 Mart 2024’te TİP Genel Başkanı Erkan Baş “Ses kaydının gerçek olup olmadığını bilmediklerini” T24’e açıkladı. Bu açıklamaya dek TİP’e dayandırılarak yapılan haberler ise yalanlanmış oldu. Ortada ses kaydına ilişkin kriminal bir inceleme ve rapor yoktu. Bu durum ses kaydına dair şüpheleri artırdı.
TİP’e dair çelişkiler
> CHP’nin Hatay’da Lütfü Savaş’ı Hatay halkına aday olarak zorla dayatması sonucu ve Hataylıların tepkisi üzerine TİP, bence yerinde bir hamleyle,  Gökhan Zan’a adaylık teklif götürmüş ve Zan da bu teklifi kabul etmişti. Lakin belirtelim; TİP teklif götürmese de Zan zaten bağımsız aday olacaktı. Peki, ortada Turgay Kocakaya ve kuzeni gibi şaibeli şahısların beyanı ve ilettikleri şüpheli bir ses kaydı dışında hiçbir delil, kanıt, belge yokken, TİP nasıl bu iddiaya dayanarak Gökhan Zan’ı adaylıktan geri çekti?
> Bu karar çok tartışıldı zira bu mantığa göre hakkında herhangi bir iddia ve iftira bulunan tüm adayların, TİP tarafından çekilmesi gerekiyordu. Hatırladığımız kadarıyla TİP İstanbul milletvekilleri Ahmet Şık ve Sera Kadıgil hakkında da Mayıs seçimleri döneminde pek çok iddia sosyal medyada güçlü bir şekilde dile getirilmişti. Eğer sadece bir iddianın varlığı, aday çekmek için yeterliyse neden bu iki vekil o dönem adaylıktan çekilmemişti?
> Eğer adayın parti geçmişi gündem yapılacaksa Gökhan Zan’ın neden İyi Parti’ye geçmek zorunda kaldığını, özünde CHP’li olduğunu en iyi TİP biliyordu ve öte yandan hakkında iddialar bulunan Sera Kadıgil de CHP geçmişinden gelmekteydi. Anlamak güç.
> TİP’in Samandağ ve Arsuz ilçe örgütleri, adaylık sürecinin başından beri Zan’ın İyi Partili olduğunu söyleyerek, onun büyükşehir adaylığına karşı çıkmıştı. Hatta genel merkeze “Gökhan Zan bizim ilçemizde çalışma yapmasın ve adaylarımızla yan yana görülmesin.” diye taleplerini iletmişlerdi. TİP genel merkezi bu isteğe boyun eğdi. Oysa Gökhan Zan zaten ne devrimciydi ne de hızlı bir solcu. CHP kökenli, Lütfü Savaş ve Kemal Kılıçdaroğlu tarafından vekilliği engellenerek İyi Parti’ye itilmiş sosyal demokrat bir kişiydi sadece. Solcular için vazgeçilmez olan ‘faşizme karşı tüm halkları, kimlikleri, bireyleri kapsama ve dönüştürme’ perspektifini ilçe örgütlerine anlatmak yerine, armudun sapı, üzümün çöpü dayatmasını kabul eden TİP genel merkezi Zan’ı, Samandağ ve Arsuz’daki parti çalışmalarının ve mitinglerin hiçbirine katmama kararı aldı. Peki, o zaman Zan’ı neden aday göstermişlerdi, sesini çıkarmadan evinde otursun diye mi?
> Açıkçası TİP, Gökhan Zan’a üvey evlat muamelesi yaparak dışladı oysa Zan, Hatay’da en az TİP kadar seviliyordu.
> Geçen hafta bana ulaşan CHP seçmeni Samandağlılar; “CHP’li Belediye başkanı Refik Eryılmaz’ın, Samandağ ön seçiminde seçilememesi nedeniyle, CHP’nin değil TİP’in adayını desteklediğini, hatta TİP meclis üyeliklerine 15 kişi yönlendirdiğini, Eryılmaz’ın akrabası ilçe başkanının ise sandık görevlilerini TİP’lilerden belirlediğini” iletti. CHP seçmeni tedirgindi. Hafta sonu yaşanan ses kaydı gelişmesi üzerine Samandağlılarla tekrar görüştüm ve iddialarını yineleyerek, bana bir isim listesi sundular. Dediklerine göre TİP Samandağ, ön seçimden bu yana “İlçede TİP, Hatay’da Lütfü Savaş” diyerek çalışma yapıyor, kendi adayları Gökhan Zan’ı değil, Lütfü Savaş’ı destekliyordu.
> Hafta içi bana ulaşan Samandağ Değişim İttifakı’ndan Erkan Düzce ise “Bu iddiaların yalan olduğunu, meclis üyelerinin hepsini ittifak olarak birlikte seçtiklerini, Refik Eryılmaz’la hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını, CHP sandık görevlilerinin TİP’lilerden oluşmadığını, Hatay’da ise Lütfü Savaş’ı desteklemediklerini” aktardı. TİP’in, Samandağ ve Arsuz’a Gökhan Zan’ı götürmeme kararını doğrulayan Düzce’ye, Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kaydına ve TİP’in tavrına dair düşüncesini de sordum. Düzce; “TİP kesin kanıt olmayan bir ses kaydı yüzünden değil, ‘İlçe örgütlerimiz Zan’ı istemiyor’ diyerek Zan’ı adaylıktan çekseydi daha uygun olurdu. Pusulalar da çıktığı için ortada kesin bir kanıt olmadığından adayın arkasında durmalıydı.” cevabını verdi.
> Arsuz’a gelirsek, benzer bir durum bu ilçe için de geçerliydi. TİP Arsuz ilçe örgütü başından beri Gökhan Zan’ın ilçelerinde çalışma yapmasını istemedi ve TİP genel merkezi de bu isteğe göz yumdu.
> Hal böyle olunca TİP’in kesinliği netleşmemiş ve montaj olma şüphesi yüksek bir ses kaydına dayanarak Zan’ı çekilmeye zorlaması, Zan kabul etmeyince de “adayımız değil” açıklaması yapması tartışmaya açık hale geliyor. Her ne kadar Erkan Baş, Zan’ın “kazanamazsam ne yapacağımı düşünmeliyim” beyanını kararlarına gerekçe olarak gösterse de Zan, her katıldığı yayında bu sözü Turgay Kocakaya ile dostane bir sohbetin TİP tarafından kendine sorulması üzerine söylediğini açıklıyordu.
> Şimdi Samandağ ve Arsuz’dan bana ulaşan birçok kaynak; “TİP’in Samandağ ve Gebze karşılığında Hatay’ı Lütfü Savaş’a hediye ettiğini, CHP ile TİP arasında bir anlaşma yapıldığını lakin Gebze’de Erkan Baş’ın kazanmasının mümkün olmadığını, Gökhan Zan’ı göz göre göre harcadıklarını” düşünüyor.
> Bu iddialara, Özgür Özel’in sürekli yaptığı “Biz Gebze’de TİP’in önüne aday çıkarmıyoruz ama TİP bize Hatay’da kaybettiriyor.” açıklamaları, Gökhan Zan’ın oy oranı yükselişe geçip Özel’in tekrar bu minvalde bir açıklama yapmasının ardından malum ses kaydının basına servis edilmesi trafiği de katılınca şüpheler oluşuyor.
> Hataylı yerel gazeteci Mustafa Dilek’in yorumu ise şöyle; ”TİP’in Hatay, Samandağ ve Arsuz’daki çalışmalarından, Gökhan Zan’a karşı dışlayıcı tavırlarından, Barış Atay’ın Gökhan Zan’la yan yana gelmek istememesinden zaten TİP’in Gökhan Zan’ı adaylıktan çekmek için bahane aradığı belliydi. Bence ses kaydı buna bahane oldu. Ortada kesin kanıt yokken hemen bu açıklamayı yapmaları da bu yüzden. Ben başından beri seçimden 15 gün önce TİP’in Gökhan Zan’ı çekeceğini öngörmüştüm.”
> Son olarak bu şüphelere, olaylı gecede TİP’in Gökhan Zan’ın şahsi İnstagram hesabına erişimini neden engellediği muammasını da ekleyebiliriz.
Not: Ses kaydı yayıcısı şüpheli Turgay Kocakaya’nın geçtiğimiz ay gece 03.00’te benim fotoğrafım ve kişisel verilerimin bulunduğu “terörist bağyan gasteci” başlıklı bir banner’ı X’te yayınladığını, ekran görüntülerini aldığımızı ve şahıs hakkında avukatım Tugay Bek’in suç duyurusunda bulunduğunu, şahsın bu paylaşımı X’ten sildiğini, iki bot hesabın da İçişleri Bakanlığının bana ilettiği maile göre siber suçlar masası tarafından inceleme altında olduğunu, kamuoyuna duyurmak isterim.
Yarın: Hatay seçim savaşları-2: CHP, Lütfü Savaş, paralı dosyalar
0 notes
benimpencerelerim · 1 month
Text
ILIC CINAYETI
Bahadır Özgür [email protected]
İliç’ten çıkan arşiv: Çalık, eski AYM üyesi ve Ziraat Bankası
İliç’te memleketin pek çok hücresine nüfuz etmiş çok kollu bir canavara bakıyoruz. Orada sadece küresel sermaye ve yerli işbirlikçisi ile onun siyasi bağlantıları durmuyor. Satın alınmış bürokratlar, bilim insanları, gazeteciler, hukukçular da var.
19 Mart Salı 2024   Saat: 00:02
İliç’te 9 işçinin bedeni zehirli toprağın altında hâlâ. Ama iktidarın önceliği ne onları çıkarıp ailelerine teslim etmek ne de bu katliamı hakkıyla soruşturmak. Canhıraş bir çabayla madeni derhal işletmeye açmak ve soruşturmayı birkaç mühendise yıkıp kapatmak istiyorlar. Aleni yapıyorlar. Tıpkı göz göre göre gelen katliam gibi…
Memleketin şu sıra en önemli olayı bu olmalı. Zira, hepimizin sürüklendiği karanlık geleceğin mimarı siyasi ve iktisadi rejimin eksiksiz bir anatomisini apaçık görüyoruz burada. Karşımızda satın alınmış siyasetçileri, bilim insanlarını, gazetecileri, bürokratları da kapsayan; uluslararası sermaye gücü ve yerli işbirlikçileriyle beraber çok kollu bir canavar duruyor. Her bir kolunu tek tek kesemezsek eğer, ufukta huzurlu bir gelecek yok. Hemen her alanda benzer bir canavara bakıyoruz çünkü.
Ülkenin her bir hücresine nüfuz etmiş, türlü aldatmacayla, ayartmayla gizlenen musibetin izini sürmek, açığa çıkarmak kolay değil.
***
Yazar ve sanat eleştirmeni John Berger, Bir Fotoğrafı Anlamak kitabında, gerçeklerin ilişkin oldukları koşullarda her zaman açık seçik görülemediğini, bazen de gecikerek açığa çıktığını söyler. Olaylar ilk belirdikleri anda sanki bağımsızmış, hatta birbiriyle çelişkiliymiş görünür. Oysa hepsi başımıza gelecek daha büyük bir olayın alametidir. Altın madeni de böyle gerçeklerden birisi işte.
Tumblr media
AYM’DEN ZİRAAT’E UZANAN BİR KARİYER
Bir haberle alakalı Ziraat Bankası’nın yönetimine bakarken bir isim dikkatimi çekti: Serruh Kaleli. CV’si hayli parlak. Barolar Birliği’nde yöneticilik yaptı. 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından 2005’te yine Anayasa Mahkemesi’ne atandı. 2011-2015 arası Anayasa Mahkemesi Başkanvekilliği görevini yürüttü. Görev süresi dolduktan sonra da 2019 yılında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Ziraat Bankası Yönetim Kurulu’na layık görüldü.
Nereden hatırlıyoruz bu ismi peki?
Yıl 2008; ülkenin ana gündemi, Anayasa Mahkemesi’nde görülen AKP ile ilgili ikinci kapatma davası. Haftalarca süren tartışmalar esnasında kamuoyu, “Kimin oyu ne olacak, görüşü nedir?” soruları etrafında Haşim Kılıç başkanlığındaki üyelerin adını sık sık işitiyor. 5’e 6 oyla kapatma kararı çıkmıyor. Sadece Hazine yardımı kesiliyor. Hâlâ belli açılardan gizemini koruyan kararın etrafında bir ‘darbe fırtınası’ estiriyor iktidar. Üst üste açılan soruşturmalar, davalar, tutuklamalar… Memleket zelzeleye tutulmuş gibi sallanıyor.
O günlerde bir yasa AYM’nin gündemine geliyor. AKP hükümeti ‘doğrudan yabancı yatırımlar’ ile ilgili kanunda bazı değişiklikler yapmak istiyor. 3’üncü madde önemli. Özeti şu: Yabancı yatırımcıların taşınmaz mülk edinimi tamamen serbest bırakılıyor. Türkiye’de elde ettikleri her türlü geliri dışarı serbestçe transfer etmelerinin önü açılıyor. CHP, 11 Mart 2008’de konuyu AYM’ye taşıyor. Haşim Kılıç ve Serruh Kaleli’nin de bulunduğu 5 üyenin karşı oyuna rağmen çoğunluk kararıyla değişiklik iptal ediliyor.
Bu sefer de Maden Yasası’nda değişiklikler yapıyor AKP. Özellikle maden faaliyetlerinde ÇED aranmamasına ilişkin değişikliği CHP, yine AYM’ye götürüyor. 15 Ocak 2009 günü oy birliğiyle düzenleme iptal ediliyor.
Aynı dönemde ülkede başka neler oluyor?
Bugün bir çevre katili olarak karşımıza çıkan Anagold’un öncülü olan ABD’li Anatolia Minerals, İliç’te çalışmalarına başlıyor. Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi resmi açıklamasında yabancı yatırım müjdesini veriyor. Çalık Holding, ortak kurulan Çukurdere Madencilik üzerinden madene dahil oluyor.
Daha başka…
Dönemin Erzincan Savcısı İlhan Cihaner, maden şirketinin yargıdaki rüşvet ilişkileri üzerine Şubat 2008’de soruşturma başlatıyor. Lakin önü kesiliyor. Malum, sonrasında Ergenekon davasından Cihaner makamından gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor.
Daha daha başka…
Gazeteci arkadaşım Özlem Akarsu Çelik, Akşam gazetesinde Ekim 2010’da mühim bir haber yayınlıyor. Haberin konusu Anayasa Mahkemesi üyesi Serruh Kaleli’nin, Çalık’ın ortak olduğu Çukurdere Madencilik’te ‘denetmenlik’ görevine getirilmesi. Büyük skandal. Anayasa Mahkemesi Kanunu’nun ‘Üyelikle Bağdaşmayan Haller’ başlıklı 11’inci maddesini hatırlatıyor Çelik: “Başkan ve üyeler asli görevleri dışında resmi veya özel hiçbir görev alamazlar, görev alanlar çekilmiş sayılır.”
Ancak Çalık Grubu yaptıklarının yasalara aykırı olduğunu fark ediyor ve 16 Ekim 2009 günkü Ticaret Sicil Gazetesi’nde düzeltme yayımlıyor. Serruh Kaleli’nin ‘sehven’ atandığı bildiriliyor. Şirket milyonlarca insanın arasından bula bula yanlışlıkla Anayasa Mahkemesi üyesinin ismini bulmuş yani!
Tumblr media
Daha o gün üyeliği düşürülmesi gereken Serruh Kaleli bugün iktidarın, hizmetkarlarına sunduğu büyük ödüllerden birisi olan Ziraat Bankası’nın yönetiminde.
Dolayısıyla Türkiye’de rejimin köklü değişime uğramaya başladığı, toplumun türlü olaylarla, gerilimlerle zihninin bulandırıldığı yıllarda gözden kaçmış bu detay, memleketin bugünkü karanlığının ‘sehven’ olmadığının kanıtlarından.
Hani derler ya, “kuşa bak, cambaza bak” filan… Tam öyle bir olay işte.
0 notes