Tumgik
gundemarsivi · 3 hours
Text
Tumblr media
Saygı ve Özgürlük Söylencesi Üzerine Bir Anımsama
✍🏻 Anıl Güven
https://www.gundemarsivi.com/saygi-ve-ozgurluk-soylencesi-uzerine-bir-animsama/
Dili geçmiş zamandan bir geceydi işte. Bitirimhanede barbut masası dağılmış; son demlenen çaydan yudumlar alınıyordu. Kakofoniye varan uğultunun arasından sızan en önemli tümce: Büyük pastayı kim indirdi? Konuşmalar bir anda kesildi. Herkes bir diğerinin yüzüne bakarken, kazananın olmadığı bir oyundu! Kaybeden mi? Herkes.
“ E, oğlum yüzlük, binlik Marklar kedi kafası iriliğinde deste desteydi…”
Kiminin başı önünde kiminin dünya bilmem neresinde!
Ganyotaya bakan Hasan’ın düşen her elden aldığı % 5’lik çıkmayı sorgulamak kimsenin usuna gelmedi. Para mekan sahibinin kasasına girmiş, o da içerideki son havayı kokladıktan sonra, sessizce dışarı çıkmış; cırlop mu cirlop fıstık yeşili E 200 Mercedes’ine binip Krefelder Caddesinin bitimindeki ışıklardan sonra Hansaring’e giriş yapmıştı.
“Minerva’nın baykuşu ancak karanlık çöktükten sonra uçar.”*
Umut başka bir geceye sarkmıştı.
Fındıkçı Bahri: ”Kazım, sen çekip çıkarma mı yoksa fırlatma mısın?”
Kazım, oturduğu kırmızılı koltuktan şöyle hafifçe başını düşünürcesine eğmeçledi:”Yok be abi, anam beni pamuk tarlasında çömelmiş, işerken bakmış bir tuhaflık var… Toprağa düşecekken avuçlamış…”
“Haydi ya?”
“Amma salladın ha!”
“Yani sen, doğarken bile anana şaka mı yaptın Kazım?”
“Öyle gibi görülse de maalesef öyle olmamış. Anamın kanaması durmamış… Hastaneye yetişemeden at arabasında can vermiş.”
Ortalığa geniş bir sessizlik örtüsü serildi. Uzun bir süre kimse konuşmadı.
Rüzgar Memet, Fındıkçı Bahri’ye bakarak: “Kazım’ın yetim büyüdüğünü biliyorsun. Babası senin en yakın dostun. Onun bunun geçmişini kaşıyacağına onların anılarına saygı göstermeyi öğren artık.”
Ortam ansızın gerilince, Köylü Ziya’dan sonra işletmede söz sahibi olan Talebe söze girdi: “Beyler herkes çayını kahvesini içsin, içmeyenler de ufak ufak yürüsün… Kazım, Selahattin kapıları pencereleri açın, içerisi havalansın.”
Davidoff Signature purosundan geniş bir duman aldı. Fındıkçı Bahri’ye doğru uzun uzun baktı. Ağzındaki dumanı olduğu gibi onun yüzüne doğru üfledi: “Bir daha bu işletmeden içeri adım atmayacaksın. Tamam mı? Bizim yanımızda çalışan kardeşlerimize; ne sen ne de bir başkası, onların anılarıyla, onurlarıyla sarataka yapamaz! O elindeki çayı iç ve çık git bu mekandan!”
Derin bir sessizliğin ardından Fındıkçı Bahri oturduğu geniş koltuktan yavaşça ayağa kalktı. Kapıya doğru yürüdü… Erketeci Kazım’ın yanında durdu. Onun yüzüne bakmadan: ”Özür dilerim.” dedi… Uzaklaştı. Uzaklaştıkça bedeni küçüldü, görünmez oldu.
“Söz atma özgürlüğünü kendinde gören kişi önce karşısındakinin insan olduğunu, bundan dolayı da ona saygı duyulması gerektiğini bilmeli. Kimseden ne Kazım’ın ne de benim düşüncelerimize saygı göstermesini istemiyoruz. Ama insana ve onun geçmişindeki acılara saygı duyması gerekir. Bunu bilmeyen birinin de burada bizim içimizde yeri yoktur.“
Meşe ağacından yontulmuş sehpanın üzerinde duran orta şekerli Türk kahvesinden bir yudum aldı… Ardından da kardeşi Mustafa’ya dönerek: “Senin bugün dersin yok mu?”
“ Var. Öğleden sonra.”
“Sen git, dinlen. Temizlik yapıldıktan sonra ben de kapatır eve gelirim.”
28 Nisan Atina
Anıl Güven
* Hegel’in sözü
#saygı #özgürlük #haddinibilmek #tarladadoğumhikayesi #eskibirhikaye #saygiveozgurluk #toplum #deneme #insaningizledligiyaralar
0 notes
gundemarsivi · 3 hours
Text
Tumblr media
Teşvik Kapitalizmi
✍🏻 Sinan Kemal
https://www.gundemarsivi.com/tesvik-kapitalizmi/
Devlet şeker üretemez, çikolata üretmez, işine baksın diyen neoliberaller, devletin burjuvalara düşük faizli kredi vermesine ses çıkarmaz. Dikkat ettiyseniz ülkemizde kamu bankalarının özelleştirilmesi hiç gündeme gelmedi, çünkü kapitalizmin istediği ucuz ve pek çoğunun da geri dönmesiz kredileri, fakirlerin vergiler ile oluşan hazineden karşılanmalıdır.
Kapitalizm, serbest piyasa rejimi değildir. Büyük burjuvaların çıkarını koruma rejimidir. Adam Simth bile İskoçya gümrük bakanıyken, İngiltere’den gelen kumaşlara fahiş gümrük uygulamıştır. (1) Altmışlarda ortaya çıkan Neoliberalizmin sloganı, güçlü devlet ve serbest piyasa, lakabı da askeri keynesyenliktir. (2)
Rönesansı, reformu pas geçen, sömürgeciliğe katılmayan, sanayileşmemiş, sanayileşmiş gibi görünse de markalaşmamış ülkelerin, milli burjuva ve yerli dev şirketler yaratma hayali vardır. Bu ülkelere Osmanlı’da dahildi. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin düzeni kitabının bir kısmını buna ayırmıştır. (3) Hatta padişah Abdülhamit, şehzadeliğinde ticaretle uğraşmış ve bizzat öz torununun anılarına göre padişahken bile borsa oyunları oynamıştır. İttihat ve Terakki ise bu yolda savaş zenginleri yaratmış, savaş sırasındaki vurgundan zengin olan ve Macar metreslerine binlik banknotlardan yatak hazırlayan bu zenginler, İttihatçıları da yüz üstü bırakmıştır.
Cumhuriyet döneminde de bu alışkanlık devam eder. Bu sefer balık kralı, kömür kralı gibi ticaret tekelleri oluşur. Bazı tüccarlar sermaye biriktirsin diye, belli iş kollarının onlara bırakılmasıdır bu teşvik. Yer yer müteahitlerin fazla kazanması sağlanarak da bu yapılmıştır. (Vehbi Koç, Hayat Hikayem adlı otobiyografisinde bunu ballandıra ballandıra anlatır.)
Bu teşviki kredi olarak verilmesi, daha önce bankalar aracılığıyla olurken, Devlet Planlama Teşkilatının kurulmasıyla beraber (İller Bankası ve diğer bir kaç kurumla beraber, Kalkınma Bakanlığı kurumuna devredilmiştir.), banka dışı yollardan, doğrudan kamu eliyle olmaya başladı. Emin Çölaşan, kitaplarında (Turgut Nereden Koşuyor, Önce İnsanım Sonra Gazeteci başta olmak üzere, bugünlerde yeni baskısı olmayan kitapları. Nadirkitap, Kitantik gibi sitelerde bulunabilir) yazdığına göre, Turgut Özal, Devlet Planlama Teşkilatını tamamen burjuvalara teşvik kredisi verme kurumuna dönüyor. (4)
Emin Çölaşan’ın, Turgut Özal ile bu günlerin gençlerinin deyimiyle toksik bir ilişki oldu, Özal ölene kadar. İkisinin tanışması, Çölaşan’ın üniversite yıllarına dayanır. Çölaşan ODTÜ’de okurken, Genelkurmay başkanlığında askerliğini yapan Turgut Özal’da matematik derslerine girmektedir. (Gene askerliğini yapan Süleyman Demirel ile sonradan hem fizik profesörü, hem de politikacı olacak Erdal İnönü’de üniversite de derslere girmektedir.) Özal, Çölaşan ve arkadaşlarını sınavda kopya çekerken yakalar ama ispatlayamaz. (Bunu, Çölaşan anlatmaktadır.) Bu ilk karşılaşmalarıdır. Daha sonra Çölaşan, Devlet Planlama Teşkilatında çalışırken, Özal, teşkilatın müsteşarı olarak amiri konumundadır. Özal, teşkilatı burjuvalar için ucuz kredi merkezine dönüştürür. Çölaşan’da memurluğu ile ele geçirdiği bilgilerle gazetecilik yapar. Sözde takma isim kullanır ama herkes bilir. Bazı yazılarını da açıkça yazar. Hatta Milliyet gazetesinin düzenlediği Ali Nail Karacan Yazı Yarışmasını iki kere üst üste kazanır. Özal’la sürtüşmesi sonucunda kurumdan kovulur ama babası olan, Meteoroloji Genel Müdürlüğünün ilk genel müdürü Ümran Çölaşan’ın çabaları ile kovulduğu kurumdan tavsiye mektubu alır. Sonra sırası ile Maliye bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve Petkim’de, hem memurluk, hem gazetecilik yapıp, kovulur. En sonunda 1977’de, otuz beş yaşında memuriyeti tamamen bırakıp, Milliyet gazetesinde gazeteciliğe başlar.
Biz teşvik konusuna geri dönelim. (Özal’ın Neolibralizm-Neoklasik okul peygamberliği ve Özal-Çölaşan toksik ilişkisi ayrı ayrı konular) Teşvikçilik, 12 Eylülden sonra hızla yaygınlaştı. Doksanların başında, özelikle Güney Doğu Anadolu’da komediye dönüştü. Ortalık sözde fabrikalardan geçilmez oldu. Birkaç kişiye maaş bile vermeyip, SSK (SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı henüz birleşip SSK olmamıştı) pirimini ödeyen sözde fabrikalardan alınan krediler, gene bankalardan faizle işletilerek, kazanca dönüştürüldü. Aydın Doğan ve Dinç Bilgin medyası, Tansu Çiller ve DYP’ye sırt çevirdiğinde, bu holdinglere aktarılan astronomik teşvikler ifşa edilmişti. (5)
Günümüzde ise teşvik sadece kredi olarak da verilmiyor. İşverenler, ÇEDES yada stajyerlik adı altında öğrencileri yok pahasına (bazen yemek bile vermeden) çalıştırdıkları yetmiyormuş gibi, (6) İŞKUR gibi kurumlar aracılığı ile çalıştırdıkları işçilerin sigortası devlete ödetmektedirler. Şirketler, kırk yıllık çalışanlarını bile, işe yeni başlayan kursiyer gibi göstermekte, işçiler her iş değiştirdiklerinde kursiyer olmaktadırlar.
Burada bir de değil ben gibi aslında öğretmen, amatör bir blog yazarının, en acar gazetecilerin bile bilmediği ne teşvikler var. Hatta bazıları kredi bile değil, hibe. Halka yıllarca kamu iktisadi kuruluşları zarar ediyor, hazine bu zararı ödememeli diyenler, daha fazlasını özel sektöre ödüyor.
Sinan Kemal
#Kapitalizm #Neoliberalizm #oligarklar #özelleştirme #Siyaset #tarih #sömürü #teşvikkredisi #yüksekfaizler #hırsızvar
0 notes
gundemarsivi · 3 hours
Text
Tumblr media
Orhan Ayber Suçlanmasaydı, 6 Şubat Depreminde Daha Az Kayıp Verirdik
✍🏻 Kemalist İlkay
https://www.gundemarsivi.com/orhan-ayber-suclanmasaydi-6-subat-depreminde-daha-az-kayip-verirdik/
Bilirsiniz, hukuk hem vuku bulmuş olanın muhakemesini yapar hem de sonradan vuku bulacaklar için bir “altyapı” niteliğindedir.
Birinci derece ve İstinaf Mahkemeleri, nihayetinde Yargıtay; soruşturmanın derinleştirmesi talebini ret etti.
Yargıtay kararı ile hüküm sabit olunca eldeki bütün delillerin de imhasına karar verildi. Bu da, sonradan yapılan tadilat nedeniyle oluşan hasarın depremde yıkım ile illiyet bağının araştırılması uygun görülmedi demek. İçinde bulunduğumuz hafta, Güneydoğu illerimizin genelinde yıkılan binalar ve can kayıpları nedeniyle birinci derece mahkemelerde duruşmalar yapılıyor.
Peki bu karar neticesinde o mahkemelerde yargılanan, binalarında tadilat yapanlar bu içtihat kararından istifade etmeyecek mi? Peki bundan sonra konut olarak tasarlanan ve inşa edilen binaları otele dönüştürmek isteyen mülk sahipleri bu karardan cüret alıp, nasılsa yıkılırsa suç da mühendise yıkılır diye tadilatlarına hız vermeyecek mi?
*
Başa sarıyorum, olayı bilmeyenler için…
İki blok aynı kişilerin sorumluluğu ile aynı malzemelerden yapılmış, bir apartmanın kolonu (site sakinleri tarafından izin verilerek) yıkılmış, diğerinin kolonlarına dokunulmamış! En önemli detay ise, kolonu kesilen apartman yıkılırken; kolonlarına dokunulmayan apartman sapasağlam duruyor.
Saygıdeğer Orhan Ayber’in davasında, kolonu kesmenin apartmanın yıkılmasında etken olduğu hususu eğer dikkate alınsaydı ve kolonu kesilen binalar araştırılıp önlemler alınsaydı, soruyorum: 6 Şubat depreminde kaybettiğimiz insan sayısı bu kadar çok olur muydu? Ve elbette, hayat kurtaran bir maliyeti olacaktı…
Hangi mühendis apartmandaki inşaat görevini tamamladıktan sonra bilgisi olmadan yapılan şeylerden sorumlu tutulur?
Hala neden o hedef alındı, neden bir günah keçisi olarak abim seçildi, anlayamıyorum ve ben hala uyuyamıyorum.
“Savcı Anıl Tokgöz’ün 7 Haziran 2021 tarihli İddianamesinin bir yerinde Yağcıoğlu Apartmanı yerine yıkılan başka bir yapı olan ‘Yılmaz Erbek’ yazılı. Benzer bilirkişi hataları diğer raporlarda da var.”*
Değişen yönetmeliklere göre değerlendirilmeyen projelerden mühendisler sorumlu tutulamaz, eğer sorumlu tutulmuşsa burada yargısız infaz olmaz mı? (Tüm cehaletimle soruyorum!)
Olay bu kadarla kalmıyor; yani kolonun kesilmesine göz yuman mülk sahipleri, kolonun kesilmesine izin verenler mahkemece sanık olarak yargılanmaları gerekirken adalet ne yazık ki sadece Orhan Ayber’i suçlu buldu. Sizlere Orhan Ayber’in arkadaşı inşaat yüksek mühendisi olan Sayın A. Muzaffer Tunçağ‘ın yazısından alıntıyla bu davaya bilir kişi tarafından da bakmanızı öneriyorum.
“1975 yılında çıkan Deprem Yönetmeliğini en son 2018 Yönetmeliği ile karşılaştırma hatasına düşülmüş. Birçok yerde kopyala-yapıştır yönteminin kolaycılığına kaçılmış. Öyle ki Savcı Anıl Tokgöz’ün 7 Haziran 2021 tarihli İddianamesinin bir yerinde Yağcıoğlu Apartmanı yerine yıkılan başka bir yapı olan ‘Yılmaz Erbek’ yazılı. Benzer bilirkişi hataları diğer raporlarda da var. En basitinden yıkımın parça parça ettiği betonlardan numune alıp değerlendirme yapmak ne kadar bilimsel, sorgulanmaya değer. Tamamı piyasa koşullarından uzak akademisyenlerden oluşan bilirkişilerin binanın yapıldığı tarihte hazır beton bulunmadığına işaret etmemesi, suçu yalnızca ‘fenni mesul’de görmesi de başka bir tuhaflık değil mi?
Önemsediğim diğer eksik bir değerlendirme de aynı kişi tarafından projesi yapılmış yandaki A Blokun neden yıkılmadığına bir açıklık getirilmemesi… Aynı şekilde hesapta 19,2 cm. çıkan sargı donatısı aralığının 20 cm. yazılmasının yıkım nedeni sayılması da bilirkişilerin yaklaşımı konusunda tereddüt doğuruyor.
Adalet makamının, Orhan Ayber’e ceza vermeden önce, Özal’dan bu yana sık sık kaçak yapılaşmaya af çıkaranları, sorunlu alanları imara açanları, kalitesiz yapı malzemelerinin satışına izin verenleri, İMO’nun her şantiyeye bir mühendis isteğini dikkate almayanları, inşaat yerine gitmeden ‘imzacılığı’ adeta teşvik edenleri göz ardı ederek inşaat zincirinin en korumasız halkası olan mühendisleri suçlu ilan etmesi ne derece insafa sığar?
Hepsinin ötesinde Orhan Ayber’in yıkılan binadaki 23 numaralı kolonun daha sonra kesildiği savının hiç dikkate alınmadığından hareketle, yiten canların yarattığı duygusal havaya kapılmadan, yeniden yargılama yapmak en hakkaniyetli çözüm olacaktır.
Orhan Ayber cevabı alınmamış soruların da aydınlanacağı ortamda yeniden yargılanmalıdır.”
Hiçbir mühendis bilinçli taksirle ölüme neden olmak için eğitim almaz. Orhan Ayber suçsuzdur!
Binanın yıkılmasından asıl sorumlular cezalandırılmalıdır. (Tüm kalbimle temennimdir!)
Depremde yakınını kaybedenlere sabır diliyorum, umarım ülkemizdeki tüm binaların yıkılmasından sorumlular hak ettikleri cezaları alırlar! (Günah keçisiz…)
*
Depremden sonraki ilk dava ile ilgili haberlerden alıntılarla devam ediyorum:
İzmir’de 30 Ekim 2020’de meydana gelen 6,6 büyüklüğündeki depremde yıkılan Yağcıoğlu Apartmanı B Blok’ta 11 kişi hayatını kaybetmiş, 7 kişi yaralanmıştı. Bu olayı o dönem haberleri izleyen herkes hatırlayacaktır, kolonu bilir kişilere sormadan yıktıkları ortaya çıkmıştı ya, Sayın Orhan Ayber bu olaydan sorumlu tutuluyor.
Sayın Orhan Ayber’in eşi Sayın Aysel Ayber o apartmanın müteahhitti olan Şerafettin Ağar hakkındaki yorumlarında çok saygın ve çok dürüst biri olduğu yönde. Dava ilk açıldığında Şerafettin Bey kendisini şöyle savunmuş:
“Hayatını kaybeden vatandaşlara rahmet, yaralılara da şifa dilerim. Apartmanın yapılmasında hiçbir kusurum yok. 40 yıllık müteahhitlik hayatımda 251 bina yaptım. Hiçbiri yıkılmadığı gibi hiçbirinde çatlak bile yok. Örnek müteahhit olmak için uğraştım. Yağcıoğlu’nda A blok ayaktayken B blokun yıkılması tesadüf değildir. Bina dış etmenler sebebiyle yıkılmıştır. Kolon kesilmesi nedeniyle bina yıkıldı, bunu yapanlar hakkında suç duyurusunda da bulundum. Sosyal medya hesabımdan depremden önce 1999 önce yapılan binaların yıkılıp, yeniden yapılması gerektiğini belirtmiştim çünkü o binalar 1975 yılı deprem yönetmenliğine göre yapıldı. Suçlular kolonları kesenlerdir. 11 aydır cezaevindeyim ve sağlık sorunlarım var. Tahliyemi talep ediyorum.”
Sayın Orhan Ayber ise ilk savunmasında:
“1975 yönetmenliğinde nervürlü demir kullanma zorunluluğu yoktu. 1999’da Marmara depreminden sonra kullanımı zorunlu hale geldi. Beton kalitesini tutturmak kolay değildi çünkü hazır beton yoktu. Beton ihtiyaçlarını belirli gruplar karşılıyordu ve hiçbirimizin denetleme imkanı yoktu. 2000 yılından sonra hazır betona geçildi. Yağcıoğlu Apartmanı, yapıldıktan sonra çeşitli depremler olmasına rağmen binada çatlak bile oluşmadı. Kolon kesme olayından haberdar değilim. Muhtemelen ben istifa ettikten sonra olmuştur. 1999 yılında görevden ayrıldım.”
Müşteki avukatlarının, binanın yapımı sırasında bodrum katında su olup olmadığını sorması üzerine Ayber, “Zeminde biriken suları gördüm. İnşaat yapılırken de su vardı. Biriken suyu pompayla çektirdim. Müteahhide de bilgi verdim ama belediyeye bildirmedim” yanıtını verdi.
Müşteki avukatlarının, depremde yıkılan diğer binalara göre Yağcıoğlu’nda üst katta oturanların can kaybının fazla olmasının nedenini sorduğu Ayber, “Bina, 23 numaralı kolon ve perdenin kesilmesi sebebiyle yıkılmıştır. Kolonların zayıflığı söz konusu değildir” dedi.
Dere yatağına imar izni veren belediye yetkilileri, ülke yöneticileri sorumlu olacak değil ya! (Diplomalıların günümüzde hedef olma modası da bi bitmedi…) Su birikintisinden bir şey çıkarmaya çalışmışlar, ellerine yüzlerine bulaştırarak! Orada en başında bina olmaması gerekiyordu ki imar afları ülkemizin her yerinde tehlike arz ediyor.
Hülasa, Özal’dan günümüze değin sayısız insan, depremlerde yıkılan binalardan sorumlu. Üç beş günah keçisi ile adalet sağlanmaz, yüz binleri, milyonları kayıp etmeye devam ederiz, adalet sağlanmadıkça!
Son olarak olay hakkında bilir bir aydınımızın önemli bir yazısını okumanız için buraya bırakıyorum, umarım okursanız, bu haksızlığa sizler de seyirci kalamayacaksınız.
Şakran Cezaevinde yatan Sayın Ayber’in çok ciddi sağlık sorunları var ve acil ameliyat olması gerekiyor, üstelik sürekli acile götürülüp geri cezaevine bırakılıyor. Acilen evine, ailesine ve doktorlarına kavuşmalı. Umarım sağlıkla ailesine en yakın zamanda kavuşur.
* https://www.gundemarsivi.com/orhan-ayber-icin-adil-yargilama/
Kemalist İlkay
Orhan Ayber’in savunmasını ilettiğim yazıma buradan ulaşabilirisiniz.
#30ekim2020depremi #6şubat2023 #deprem #Adalet #dava #deliller #inşaatyönetmelikleri #kolon #OrhanAyberiçinÖzgürlük #OrhanAybernedenhapiste #OrhanAyberSuçsuz #OrhanAyberinDavası #Yağcıoğluapartmanı #YılmazErbek
0 notes
gundemarsivi · 4 hours
Text
Tumblr media
Orhan Ayber İçin Adil Yargılama
✍🏻 A. Muzaffer Tunçağ
https://www.gundemarsivi.com/orhan-ayber-icin-adil-yargilama/
İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) 70 yıl önce Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğine (TMMOB) bağlı olarak kuruldu. İzmir ilk kurulan 3 şubeden birisi oldu. Ne mutlu bana ki babam Berkattin Tunçağ İzmir Şubenin ilk dönem “umumi katip” üyesi yani yazmanıydı. Hastalanana dek bu görevi sürdürdü. Ben de ondan 40 yıl sonra Şube Başkanı olarak hizmet verdim.
İMO İzmir Şubesi 9 Aralık 1955 yılından beri bu kente büyük katkılar koydu. Kurulduğundan itibaren proje denetimi yaparak kaliteyi yükseltmeye çabaladı. Meslek içi eğitime dört elle sarıldı. Deprem, Yüksek Yapılar, Sağlıklı Kentleşme, Yapı Denetimi, Yetkin Mühendislik, Şantiye Yönetimi, Bilgisayar kursları gibi konularda ulusal konferanslar düzenledi. Türkiye’de ilk kez bilim insanlarıyla Deprem Master Planı hazırlanmasına öncülük etti. Valilik ile anlaşarak şantiyelerde ustaları eğitti, bunu zorunlu kıldı. Yine meslek için eğitim çerçevesinde onlarca kitap, broşür bastı. İnşaat Mühendisliğinin etkisini çevre illerde önce temsilcilik açarak, sonra bunları şubeye dönüştürerek diğer şubelere örnek oldu. İlk önce beton daha sonra da zemin ile ilgili laboratuvar kurarak da ülke çapında örnek çalışmalar yaptı. Örneğin EGE-KOOP ve Büyükşehir’in EVKA, İZKENT inşaatlarında beton denetiminin gerçekleşmesi İzmir İMO sayesinde oldu. 1999 Marmara Depreminden sonra zorunlu hale gelen zemin etütlerini bu tarihten önce başlatan kurumdur İzmir İMO.
İMO yönetimleri mesleki görevlerini genişletirken ülke ve kent sorunları üzerinde de hassasiyetle durdu. 12 Eylül darbesi ertesi birçok kişi kaçacak delik ararken, İzİMO Sekreter üyesi Saadettin Uçkun arkadaşımızın Meslek Odasını terk etmeyerek direnmesi TMMOB’a bağlı diğer Meslek Odalarının da açık kalmasını sağlamıştır. Bergama Altın Madenindeki siyanür zehrine karşı çıkışta öne saflarda olundu. Aynı şekilde Kordon’a hız yolu yapılmasına karşı çıkıldı. İzİMO’nun kentimize katkılarını burada saymakla bitmez.
Bu süreçte birçok meslektaşımız gerek yönetim kurulu başkanı gerekse yönetim kurulu üyesi olarak Meslek Odamıza hizmet etti. Bunların başında on yıl boyunca İzmir Şube başkanı olarak İMO çalışmalarına büyük katkıları olan Orhan Ayber dostumuz geliyor. Başkan iken, yukarıda saydığım etkinliklerin yanı sıra inşaat kalitesinin yükseltilmesi amacıyla gerek resmi düzeyde gerekse diğer kurum ve kuruluşlarda azimle çabaladı. Şantiyelerde kalite denetimi, özellikle de hazır beton kullanımının yerleştirilmesi ve fiyatlarının makul düzeyde tutulması konularında ısrarlı ve özverili girişimlerde bulundu. Mesleki girişimlerinin yanı sıra vatansever bir kişi olarak siyasi alanda da söz sahibi oldu. GÖZLEM okurları onun gazetemizdeki derinlikli yazılarını iyi anımsayacaktır.
İMO yöneticileri arasında neden Orhan Ayber’i vurguladım? Çünkü bunca yıl kalitesini yükseltmek için çabaladığı mesleğinde kaderin bir cilvesi olarak 1993 tarihinde teknik sorumlusu olduğu Yağcıoğlu apartmanının 30 Ekim 2020 tarihindeki İzmir depreminde yıkılıp 11 kişinin yaşamını yitirmesinden dolayı 13 yıl 4 ay hapis cezası aldı. 83 yaşında hapis yatıyor. Yiten canları geri getirmek olanak dışı ancak İnşaat Mühendisliği dünyamıza canla başla hizmet etmiş bir insanın eksik savlarla yargılanması ve sonuçta böyle yüksek bir cezaya çarptırılması bana doğru gelmiyor.
Neden denirse, bir kere onu sorgulayan bilirkişilerin hızlı bir karar verdikleri için birçok noktayı dikkate almadıklarını görüyorum.
Örneğin 1975 yılında çıkan Deprem Yönetmeliğini en son 2018 Yönetmeliği ile karşılaştırma hatasına düşülmüş. Birçok yerde kopyala-yapıştır yönteminin kolaycılığına kaçılmış. Öyle ki Savcı Anıl Tokgöz’ün 7 Haziran 2021 tarihli İddianamesinin bir yerinde Yağcıoğlu Apartmanı yerine yıkılan başka bir yapı olan ‘Yılmaz Erbek’ yazılı. Benzer bilirkişi hataları diğer raporlarda da var. En basitinden yıkımın parça parça ettiği betonlardan numune alıp değerlendirme yapmak ne kadar bilimsel, sorgulanmaya değer. Tamamı piyasa koşullarından uzak akademisyenlerden oluşan bilirkişilerin binanın yapıldığı tarihte hazır beton bulunmadığına işaret etmemesi, suçu yalnızca ‘fenni mesul’de görmesi de başka bir tuhaflık değil mi?
Önemsediğim diğer eksik bir değerlendirme de aynı kişi tarafından projesi yapılmış yandaki A Blokun neden yıkılmadığına bir açıklık getirilmemesi… Aynı şekilde hesapta 19,2 cm. çıkan sargı donatısı aralığının 20 cm. yazılmasının yıkım nedeni sayılması da bilirkişilerin yaklaşımı konusunda tereddüt doğuruyor.
Adalet makamının, Orhan Ayber’e ceza vermeden önce, Özal’dan bu yana sık sık kaçak yapılaşmaya af çıkaranları, sorunlu alanları imara açanları, kalitesiz yapı malzemelerinin satışına izin verenleri, İMO’nun her şantiyeye bir mühendis isteğini dikkate almayanları, inşaat yerine gitmeden ‘imzacılığı’ adeta teşvik edenleri göz ardı ederek inşaat zincirinin en korumasız halkası olan mühendisleri suçlu ilan etmesi ne derece insafa sığar?
Hepsinin ötesinde Orhan Ayber’in yıkılan binadaki 23 numaralı kolonun daha sonra kesildiği savının hiç dikkate alınmadığından hareketle, yiten canların yarattığı duygusal havaya kapılmadan, yeniden yargılama yapmak en hakkaniyetli çözüm olacaktır.
Orhan Ayber cevabı alınmamış soruların da aydınlanacağı ortamda yeniden yargılanmalıdır.
A. Muzaffer Tunçağ
Kaynak: https://www.gozlemgazetesi.com/2024/04/26/orhan-ayber-icin-adil-yargilama/
*
Sayın Muzaffer Bey’i bu hayati yazıyı kaleme alarak, duyarlılığıyla, mesleki uyarılarıyla ve dikkate alınması gereken mühim detayların altını çizdiği durumlar dahilinde muhteşem bir imza atmış. Kendisine siz okurlarımızın nezdinde çok teşekkür ediyorum ve yürekten kendisini tebrik ediyorum.
Saygıdeğer Banu Avar ise durumu öğrenince sosyal medya hesabından bu haberin okunması ve farkındalık yaratması dileğiyle olmalı sanırım hemen destek oldu. https://x.com/avarbanu/status/1784283840208322814?s=46&t=lAz_UKZCyl36Ow4Ww90RMA
15 Nisan’da bir yazı yazmaya gayret ettim, Orhan Ayber’e Adil Olmak başlığında. Maalesef Sayın Muzaffer Bey’in size ilettiğim yazısı gibi teknik bilgilerden yoksun olduğundan çok yetersiz bir yazı olmuştu, fakat haksızlığa sessiz kalamayan bir arkadaşın kalemi oldu o kadar. Sayın Muzaffer Bey’in yazısını referans olarak kullanarak umarım biraz daha kendimi iyi ifade edebileceğim. Çünkü bu hususta yazmak için beyefendi gibi inşaat bilgisi de gerekiyor. Ben inşaat mühendisi değilim ve bu hususta hiçbir teknik bilgim yok, beni aşıyordu mevzu.
Saygıdeğer Orhan Ayber’in suçsuz olmasına rağmen hapishanede olmasına katlanamıyorum ki onu tanıyan kimse de katlanamıyor olmalı ki mühendis arkadaşları kendisi için yazma kararı almışlar, onu tanıyanlar yazacaklar ve ben yazacağım. Ta ki canım abime kavuşuncaya dek… Bu husustaki tüm yazı ve haberleri Gündem Arşivi’nden de yayınlayarak destek olacağım.
Çok rahatsız KENDİSİ ve oradan sağlıklı haliyle acilen ailesine kavuşmalıdır.
Acilen bu yanlıştan dönülmesi dileğimle!
Kemalist İlkay
0 notes
gundemarsivi · 4 hours
Text
Tumblr media
Herkes Hazmedeceğini Yesin #şiir
✍🏻 Muhsin Salman
Bulunca bir masa kurulmayın
Yediğiniz dokunur belki
Hazmı kolay değildir haramlar
Hazmedemeyecekseniz yemeyin
Mideniz işkembe olsa da
Öküz saymayın kendinizi
Öküzler emektardılar unutmayın
Zehir zıkkım yeseniz de hak yemeyen
Yol yordam unutmuşsunuz belli
Edepsiz soytarı olmuşsunuz
Ama soytarılığın bile var adabı
Kokarsınız patlarsınız edepsiz olmayın
Saat ıstakoz değil mesele
Yal yiyen itler bile paylaşmazken yediklerini
Yiyin tıkının ıkınırken
Bizden uzakta durun
Hazmedeceğiniz kadar yiyin
21.04.2024 Muhsin SALMAN
https://www.gundemarsivi.com/herkes-hazmedecegini-yesin/
0 notes
gundemarsivi · 5 days
Text
Tumblr media
Onlar İçin
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/onlar-icin/
Daha büyük bir güç elde etme peşindeydi Che
Don Kişot’la buluşabilse
Yoksa kim tutabilirdi onu, kim
Koşarken imkansıza
Her biri Che idi onların, onların her biri birer Don Kişot! Mümkün hayatlara inandılar, mümkün insan ilişkilerine… Güneşe, yağmura, insana, devrime…
Aslolan dünyayı yorumlamak değildi onlar için. Aslolan dünyayı değiştirmekti. Bu yüzden Deniz oldular.
Her yerdendi onlar, her dilden, her kültürden, her yaştan… “Yaşanası bir dünya” dediler hep bir ağızdan. Bir ağız oldular imkansızı denemek için. Yürüdüler, yürüdüler… Bir devrim kadar kalmıştı sonsuzla aralarındaki mesafe.
Onlar için gençlik dağlara karşı sevişmekti..
Kimi hayatta onların, kimi yaralı hâlâ… Kederli birer şarkı gibi yaşlanıyorlar, kederli birer şiir gibi…
Ölenlerse güneşe gömülenler…
Doğa kıyımları yaşanmayacaktı onların istediği olsaydı. İnsan kırımları olmayacaktı… Savaş suç sayılacaktı örneğin. Silahlar dünyanın dışında bir yere gömülecekti eğer onlar başarabilseydi. Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacaktı. Bunun içindi verdikleri savaş.
Ulaştılar, Mahirdiler…
İnsan insanın kurdu değil yurdu olacaktı onlar istediği düzeni kurabilselerdi. Herkes kendisini gerçekleştirecekti. Yalnız kalmayacaktı tek bir zeytin dalı bile… Açta açıkta kimse kalmayacaktı. Hiç kimse…
Kafa sayısı kadar düşünce, yürek sayısı kadar sevgiyle karanlığın üzerine bu yüzden yürüdüler.
İnsanın kendisine, insanın başkalarına ve insanın doğaya karşı yabancılaşmasını kırmak içindi seferleri…
Düş düşe, baş başa vermişlerdi bunun için.
Onlardan birkaçı Çanakkale’den geçti bugün… Ali Akgün, Mahmut Memduh Uyan ve arkadaşları… “Gelibolu’da yatan yoldaşımız Soner İlhan’ın mezarını ziyaret ettik, sana da uğrayıp bir soluk geçmiş olsun diyelim” dediler.
Göğü kucaklayıp getirmişlerdi bana sağ olsunlar. Bir sürü devrim düşü bıraktılar avuçlarıma. Sol yanımın iyileşmesini dilediler.
Yaşanmamış aşklara, kurulmamış dünyalara doğru yürür gibi geçip gittiler yanımdan sonra da. “Bitmedi daha sürüyor o kavga /ve sürecek / yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” der gibi bakıştıktan sonra birbirimize. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zamanda oldu her şey.
İçimde bir rüzgârın havalanmasına yol açtılar. Bir deli rüzgârın…
Sonra da gittiler… Gittiler dünyaya doğru…
Yazımın girişindeki şiiri onlar için yazmıştım yıllar önce …Onların her biri için…Ölen ve yaşayan.
O şiiri okudum arkalarından.
O şiiri dua niyetine…
Hayrettin Geçkin
#68kuşağı #devrim #BağımsızTürkiyeYürüyüşü #umut #sevgi #MahirÇayan #Üçfidan #UlaşBardakçı #DahaGüzelBirDünyaUmudu #şiir #düşkurmak #deneme
0 notes
gundemarsivi · 5 days
Text
Tumblr media
Rahat Mısınız Beyler #şiir
✍🏻 Muhsin Salman
https://www.gundemarsivi.com/rahat-misiniz-beyler/
Batmıyor mu size döşek ve yorgan?
Başınızda yastık
Yediğiniz nane?
Nere varacak böyle yolculuk?
Giydiğiniz gömlek donlardan kirli
Tutulacak yeriniz kalmadı yine
Rahat mısınız beyler?
Hele söyleyin!
Çalmak çırpmakla
Fareler onmaz
“Aç it fırın yıkar”
Yine de doymaz
Kedi desem sizden
Daha az nankör
Sırtlan çakal oldunuz
Rahat mısınız beyler
Hele söyleyin!
Zalim beyinizse
Köroğlu’yum ben
Özümde sözümde
Hep doğruyum
Gelecek sattınız bir avuç hakka
Zehir zıkkımla doydunuz
İşkembeniz kokar
Rahat mısınız?
Hele söyleyin
Edebimi aşar edemem sinkaf
Yediğiniz zıkkım
Ettiğiniz gaf
İstifa ederim erdem izandan
Rahat olun beyler
Ağzınız dolu
Ikının tıkının
İsraf etmeyin!
Muhsin SALMAN, 19.04.2017
#siyaset #şiir #siir #ego #şiirsokakta #şiirheryerde #toplum #cehalet
0 notes
gundemarsivi · 7 days
Text
Tumblr media
Uçan Balon
✍🏻 Ali Erkan Güneri
https://www.gundemarsivi.com/ucan-balon/
Bana bir gökyüzü ver
Babacığım
Bana bir gökyüzü
Dilediğim zaman kar
Dilediğimde yağmur
Yağdırabileceğim
Bir gökyüzü.
Ve baktığımda
Çiçek çiçek açan
Ya da öyle bir
Yoldan gidilen
Renk dolu çiçek
Bir gökyüzü
Ali Erkan Güneri
#23nisan #23nisan1923 #23NisanUlusalEgemenlikVeÇocukBayramı #23NisanUlusalEgemenlikVeÇocukBayramıKutluOlsun #ÇocukBayramı #Şiir #Siir #TBMMninAçılışıKutluOlsun #MustafaKemalAtatürk
0 notes
gundemarsivi · 8 days
Text
Tumblr media
Yaşamın Kaybolan Öyküleri
✍🏻 Ali Erkan Güneri
https://www.gundemarsivi.com/yasamin-kaybolan-oykuleri/
Süreyya Aytaş’ın “Mübadelenin Hüzünlü Mirası” adlı kitabını okuduktan sonra “Hüzün Gözlerinde” başlığı ile “Yüreğinize sağlık Sevgili Süreyya Aytaş” diye başlayan bir yazı yazmıştım. Her satırında annemi buluyordum bu kitapta. Yıllar sonra yeniden annemle buluşmuştum. Acılar, acılar ve kitapla ilgili büyük bir sevinç. Çok mutlu olmuştum, sevdiğim kitapları okurken bitmesin diye ağırdan alırım. Bu kitabı ise su içer gibi tek yudumda bitirmek istiyordum. Annemin “ıtır çiçeğini” neden sevdiğini, insana nasıl güzel baktığını, neden “sineğe yol yaptığını” şimdi daha iyi anlıyordum. “Ellerinize sağlık! Yüreğiniz her daim atsın, dert görmesin! Sevgi ve saygılarımla.” diye bitirmişim kısacık yazımı çünkü gözyaşlarım durmuyordu. Kuzenlerimle Kesriye ve Jerveni’ye yaptıkları geziden -yaşlıların Cemçe dedikleri- kuzen çocuğu Cem Açıkbaş’ın oradan ıtır getirdiğini öğrenince de bir dalını da ben istemiştim. Sonra o ıtırın başına kötü şeyler geldiğini öğrendim, artık ben balkonumda mutlaka ıtır bulundurup yaprağını her okşamamda onun kokusunda annemi ve mübadil dostlarımı anıyorum…
12, 13 yıl önce TRT’de yayımlanan, çekimleri Kastonya ve Mustafapaşa’da yapılan “Yaşayan Bellek” adlı belgeselin sunumu Süreyya Aytaş tarafından yapılmış. 31 Mart 2024 sabahında Süreyya Aytaş’ın Facebook sayfasında yeniden yayımlanan bu belgeselin görüntüleri beni çok etkiledi.
Anlatılanlar, konuşanlar akrabalarımdı ve hatta annem. Annesi babası da anlatılan kuzenim Ali Kemal Sergin “Kim bilir kaçıncı defa gözü yaşlı izledim. Nurlar içinde yatın anacığım, babacığım.” diye yorum yapmış, ben ise “Tamam tamam ağlamayacağım diyorum ama dayanamıyorum. Cemal eniştem, o Cemçe bebeğin peşinde mama tabağıyla koşan Ayşe teyzem, annem… Dayanamıyor insan. Teşekkürler Cem, teşekkürler Süreyya Hanım. Bu belgeseli bir türlü bulamıyordum.” diye yorumlamışım. Hepsi gözlerimin önünden geçiyor. Üzgünüm çünkü benim sayfamda yer alan görüntüler nasıl ve neden olduğunu bilmediğim bir şekilde içerikleri -telif gerekçesiyle- silinmiş, kaybolmuştu.
Cem Açıkbaş’ın anneannesi yani Ayşe teyzem ve annem, Naime Kolay’la amca çocuklarıymış. Yunanistan’daki yeni adıyla Zabordeni’de (Kesriye) evleri yan yanaymış. Bu bilgiyi ben bu belgeselden 60’lı yaşlarımın ortasında öğrendim. Naime teyze o sıralarda 100 yaşındadır. (5 Ocak 2015 tarihinde 105 yaşında vefat etmiştir.)
Naime Kete (Kolay) belgeselde yaşadıkları acılı günleri anlatıyor. Mübadele sırasında üç ayları yolculukta geçmiş. Lozan Antlaşması nedeniyle uygulamaya konulan zorunlu göç 1924 yılı temmuz ayında Selanik’ten başlamış, aynı yılın eylül ayında Ürgüp’te bitmiş. Naime teyze anlatıyor:
“Hatırlıyorum nasıl geldik. Bir katırın üstünde iki tane kız, kız da komşumun kızı. Bi yatak bu tarafta, bi yatakta bu tarafta, biz ortada o kızlan beraber, bi yaştaydık kızlan beraber. Sirevüç’e kadar onunla geldik. Sirevüçe derlerdi. Ara yerlerden geçtik; zindan gibi, mağara mağara ara yerden geçtik geçtik, ondan sonra çıktık, Selanik’e trenlen geldik Selaniğe. Denizde şöyle yaparsan içine batacan. Şöyle bir şey denizi vapur ama vapur içi açık yanıyor içi güneşte. Kızım, tamam çıktık Urla’ya geldik. Urla’yı bilin belki bilmen, orda boynuz oluyor orda çok, keçiboynuzu. Bizi oraya çıkarttılar. Bir iki hafta durduk orda. Sonra doğru hamamlara bizi götürdüler, güzel bir hamamlara yıkattılar bizi. Meralara, açıklara gittik orda yattık. Çok çile çektik.”
Acıların yanında umutları da vardı onların. Acı ve umudun adı Gülcemal Vapuru’ydu onlar için. O günlerde 14 yaşında olan Naime Kete (Kolay) her şeyi çok iyi anımsıyor ve anlatıyor. O, Gülcemal vapurunda bir yaşındaki erkek kardeşini kaybetmiş. Nasıl unutur o günleri? Aylar süren Kesriye’den çıkışları ve Ürgüp’e varışlarını anlatmaya devam ediyor:
“Ondan sonra Mersin’e geldik, Mersin’de de oturduk, çok oturduk. Bi tane kız bıraktı amcam orda. Bi zenginler geliyorlar, arıyorlar fakirleri, alıyorlar, evlatlık alıyorlar. Amcamın evlatları var. Ne yapsın? Mecbur oldu vermeye tabii, amcam verdi. İki tane verdiler orda bizim muhacirlerden, iki kız verdiler. Öteki ne oldu bilmem ama bizimki çıktı meydana. Kevser koymuşlar adını, burada bir asker gitmiş oraya Mersin’de bizimkilerden gene, dükkâna girmişler, dükkâna girmeyince bakmış bakmış askere muhacir demiş kız kendi kendine, ‘Kardeşim nerelisin sen?’ demiş Kevser’e, ‘Nereliyim ne sorarsın sen?’ demiş. O da bizim akrabamız olur, öldü şimdi. O ‘Nereliyim ben?’ demiş, ‘Ne sorarsın? Ürgüplüyüm ben’ demiş, ‘Amanıın benim Ürgüp’te babam da var, amcalarım da var’ demiş. Tüylerim kalkıyor bak. Çok güzeldir Kevser, bii saçı vardı buraya kadar, ferace giyerdi. Ferace şuradan şuraya düğmeli olurdu, önünde beyaz tülbent, güzel tülbent. Bir tülbent de şöyle incecik şuraya koyardı, sadece gözleri gözükürdü ha gözleri. Zaten erkeksiz bir yere gitmezlerdi, erkek olacak arkalarında, nereye gitse erkek arkalarında olacak. Hatırlıyom buraya gelince Niğde’den öte bir yer vardı, orda bizi bir arabaya bindirdiler, bizi Niğde’ye götürdüler. Niğde’ye götürdüler bir iki hafta oturduk, Niğde’de oturduk. Bir hane o tarafta, bir hane bu tarafta. Oradan, Niğde’den çıkınca Ürgüp’e geldik, tamam bir tepeye geldik. Urgup Urgup gülüşüyor buranın şoförleri, Urgup Urgup diyorlar bize. Biz bilmezdik urgupvan neymiş biz bilmezdik, Ürgüp’ün adıymış, gülüşüyorlar. Buranın yerlileri bizi almaya gelmişler. Tam üzümler kaynarken geldik buraya.”
Onlar Ürgüp’te yaşamlarını sürdürürken Yalova’ya giden akrabalardan dedemin kuzeni Hayrettin dededen gelen bir mektup üzerine dedemiz Mehmet Ali Benice düşüncelere dalar ve araştırmaya başlar. Mektupta “Ne yapacaksınız o kurak, çorak topraklarda? Burası yemyeşil, verimli ve sulak, buraya gelin.” diye yazılmıştır. Bunun üzerine gereken yapılır ve Yalova’da Laledere köyüne göç edilir. Yaşam orada devam eder. Sonra da Yalova’da…
Belgeselde Naime teyzenin anlattığı annem Kevser, yani Mersin’de tek başına kalan “Kevser” yeni ailesine alışmaya çalışıyordu çaresiz. Öz annesi Asine’yi (nüfus cüzdanında Asiye) Kesriye’de yaşarken kaybetmiş, iki kardeşi ile öksüz kalmış. Mersin’de ailesinden ve o iki kardeşinden de ayrı kalmış. Bu yeni aile Müveddet ve Beşir Sümen çifti, Kevser adını verdikleri yeni kızları ve kendi öz kızları Hediye ve Sulhiye ile birlikte güzel bir konakta yaşamaktaydılar. O konakta çok misafir olduk. Annem Kevser o günlerle ilgili hiçbir olumsuz durumdan bahsetmedi. Ben onun dert ortağıydım. Sadece okutmadıkları için çok kırgın olduğunu söylerdi. Bırakıp giden ailesi için de hiç olumsuz konuştuğunu duymadım. Ben ve ailemizin diğer üyeleri Mersin’deki aileyi bildik anneanne, dede ve teyzeler olarak.
Naime teyzenin anlatımına dönersek öncelikle babamın askerliğinden söz etmem gerekiyor. Dedem Ahmet Lütfi Güneri’nin 35 yaşındaki kaybından sonra üç çocuk ve karnında bir bebeyle dul kalan babaannem Fatma Nadide Güneri’nin Tokat’taki yaşamını sürdürebilmesi için kendisine ve çocuklarına bir yol çizmesi gerekirdi. Babam Halit Cenap Güneri’ye çizilen yol ise gönüllü askerlik olmuştur. Askerlik çağına gelmeden gönüllü olarak askere gider. Gaziantep’te asker olarak iki yıl geçirdikten sonra dönüş yolunda -bir ihtimal Naime teyzenin bahsettiği askerle- Adana’da girdikleri bir bakkal dükkânında annem Kevser’i görür ve ertesi gün ver elini Ankara. Trenle Ankara’ya gelirler Kevser’le. Kırk gün bir sandığın üzerinde oturup sadece ayva yerler. Masal gibi dinledim bunları. Askerliği biten babam abisinin gayreti ve teşviki ile polis olur. Evlenirler. Naime teyzeden duyduğum şekli ile babam ve annem gidip elini öperler. Naime teyze babamı boylu poslu yakışıklı bir genç olarak tanımlamıştır. Bu bilgiyi de kendi sesinden dinledim.
Yirmili yaşlarıma kadar dedem ve anneannem olarak Beşir ve Müveddet Sümen’i, Hediye ve Sulhiye Sümen’i de teyzelerim olarak bildim. Bir de Sami dayım vardı, Sami Tığcan. Ankara’nın Çubuk, Haymana ve Beypazarı ilçelerinde geçen çocukluk günlerimde bahsi geçen bu insanların ve daha sonra evlendiklerinde eşleri ve çocukları ile bizim evimize her yıl geldiklerini biliyorum. Biz de Adana ve Mersin’e giderdik. Saydığım bu insanlar hâlen bendeki yakınlıklarını koruyorlar. Hepsi ile her yıl mutlaka görüşürdük.
Anımsadığım bir dayım da biz Çubuk’ta yaşarken gelmişti. Sobanın yanında dizinin dibinde bir yer minderinde oturduğumu anımsıyorum. Bu dayım Ürgüp’e giden annemin gerçek abisiymiş, sonradan adının Demirali olduğunu öğrendim. O zaman ilkokula belki yeni başlamış olabilirim. Belgeselde adı geçen Cemal ve Ayşe’yi de ortaokul ve lise döneminde tanıdım. Ayşe teyzem ve Cemal eniştemi saydığım ilçelerden Ankara’ya geldiğimizde mutlaka ziyaret ederdik. Kuzenlerimi de o arada tanıdım. Soyadları “Sergin”di. Kendi kendime hep yorum yapar, anneannem ve dedemin soyadları “Sümen”, evlenen teyzem “Serin”… Bir türlü çözemezdim. Yalnız ben mi? Hangisi yanlış yazıyor diye çok düşünmüştüm. Kimse çözemezdi, Kevser’i ihmal etmeyen bu aile Ayşe’yle neden ilgilenmiyorlardı. Ayşe teyzemler neden dedemleri tanımıyorlar. Şaşkınlığım yirmili yaşlarda sona erdi. Kuşadası’na tatile gittiğim bir yıl annem anlattı ve kız kardeşi Şerife’nin oğlunu bulmamı istedi, oraya yakın Ortaklar’da olduklarını söyledi. Dayılarımı da anlattı, Demirali ve Besim dayılarımın Yalova’da yaşadıklarını. Onları da bulmamı, tanımamı istedi.
O yaz çok mutlu oldum. Çok çileler çeken annemi mutlu etmiştim. Ortaklarda araya sora Lütfi abinin evini bulmuştum. Ama kendisi yoktu. Kamyonla geldiğinde yengem bağırıyordu. “Lütfü sana bir muştum vaaar!” Ben Lütfü abiden çok “muştu” sözcüğüne takılmıştım. TDK dergilerinde geçiyor, ben nerden çıktı bu diye kabullenemiyordum. Meğerse halkım kullanıyormuş müjde yerine. Sarıldık tanıştık Lütfü abiyle. Kardeş çocuklarıydık vay be! Şaşkındım. Kızlarını, oğullarını da tanıdım bu güzel insanların.
O yıl mı, daha sonra mı anımsamıyorum ama yirmili yaşımda olduğumu biliyorum, Yalova’da yaşayan dayılarımı da ziyaret ettim. Tanıştım onlarla. Annemin bir küçüğü kuzenlerimin “caca”sı Besim dayım beni çok etkiledi, birebir annemin kopyasıydı. O bahçede yaşayan bir çiçek insan, hep çiçeklerle, doğayla yaşayan bir insandı. Beni görmeye geldi. Biz kuzenimle, beni devamlı ısıran sivrisinekleri öldürürken “Yavrum yapmayın! Yazık, o da can, öldürmeyin!” diye ısrarla bizi engelliyordu. Böylece dayılarımı, yengemi ve yeni kuzenlerimi tanıdım ve hepsiyle gönüllerimiz birbirine geçti. Canlarım onlar. Hepsini çok seviyorum, onların da beni sevdiklerini biliyorum. İstanbul’a her gidişimde mutlaka görüştük onlarla…
Böylece benim iki bilinmeyenli mi, kaç bilinmeyenli olursa olsun denklemim çözüldü ya, annem de ben de çok mutluyduk.
Suriye’de (Şam ve Halep) yaşayan teyzem, eniştem ve bazı çocukları her yıl annemi ve bizi ziyaret ederlerdi. O aileden kuzenim Reşit El Semman Almanya’dan sonra 1, 2 yıl da Türkiye’de öğrenim gördü, çok güzel günler yaşadık onunla da. Hatta gerçek kuzenim İffet ablamın düğününe bile beraber gitmiştik. Şimdi ne oldular neredeler, bilemiyorum. Biz de Adana ve Mersin’e giderdik çocukluğumda. En son iki teyzeme 1974’te rastladım. Meral’le Kuşadası’ndan Diyarbakır’a giderken bir gün kaldığımız Mersin’de… Otelden çıktığımızda ki, Sulhiye teyzeme gidecektik, tam taksiye binerken “Aliiii!” diye bağıran iki teyzemle sarmaş dolaş olmuştuk. “Nasıl da kan çekermiş!” dediklerini hiç unutmadım. Demek ki kan bağı olmasa da kan çekiyormuş. Sonraki yıllarda bir Mersin görevimde de ziyaret etmiş görüşmüştüm. Artık bir bilgimiz yok hiçbirinden.
Onlar da unutmadı, biz de hiç unutmadık onları. Ama artık kimse ile irtibatımız kalmadı. Anılarımızda yaşıyorlar. Kaybolan yaşamların içinde bir anı hepsi…
Ali Erkan Güneri
(Yazıya Not: Danışabileceğimiz büyüklerimiz yok artık. Annem geldiği yaş nedeniyle zaten pek bilgi sahibi değildi. Kuzenlerimi arıyorum, bilgi alıyorum bir başka kuzen itiraz ediyor. Annemin annesi Nüfus Cüzdanında “Asiye” görünüyor itiraz geliyor “Asine” diye; Şerife ablası çocuklarından birine vermiş annesinin adını “Asine” diye. O öyle değil, bu böyle değil, haydaaa. Bırak Ali dağınık kalsın. Mersin’e geliş 1924. Orada 16 yıl kalmış. 1940’da Ankara’da Nüfus Hüviyet Cüzdanı çıkarılmış. 4,5 yaşlarında geldiği tahmin ediliyor. Doğum tarihi tahmini yazdırılmış 1330 diyerek (1914) Velhasıl bilgiler doğrulanamıyor…
Dedemin ilk eşinden Demirali; ikinci eşi Asine’nden Şerife, Kevser, Besim: üçüncü eşi Saliha’dan Ayşe isimli çocukları olmuş.
Ali Erkan Güneri)
*
AĞIR GEMİ
Yıl bilmem kaç,
Ben kaç yaşındayım,
Hangi gün
Doğum günüm,
Bilmiyorum.
Bir gemi kalkacaktı
Selanik Limanı’ndan
Adı “Gülcemal”miş,
Sonradan öğrendim.
Aylar boyu bekledik
Ne zaman kalkacak diye.
Sonunda
Arkamızda anılar,
Analar,
Köyümüz…
Kesriye’den Selanik
Sonrasında
Uzun uzun bir yolculuk…
Ne denizi
Görür gözlerim,
Ne güverteyi,
Gökyüzü bile yok
Yeşil gözlerimde.
Sonra
Mersin Limanı
Limanda bir adam
Bir de kadın
Sanki o bir adam babam
O bir kadın anam.
El salladım mı gidenlere?
Abim Demirali gitti,
Ayşe gitti,
Besim gitti,
Şerife gitti,
Hepsi gitti…
Bakakaldım
Arkalarından
El salladım mı?
Bilmiyorum, bilemiyorum…
Dünyanın ortasında
Bir başına
Kaldım
Yapayalnız.
Müveddet Hanım
Oldu o kadın
Annem,
Babam ise
Beşir Bey.
Ha! Unutmayım
Sulhiye ve Hediye
Yeni kardeşlerim, ablalarım
Ve
Yeni bir yaşam
Mersin,
Adana, Diyarbakır
O yüzden
Suratımdaki şark çıbanı,
Başka iller ve
Yeniden
Adana.
Yaş 18 oldu bile
Hediye ablam
Gelin gitti
Halep’ e,
Sulhiye Mersin’ e
Ben mutlu, umutlu
Mutsuz, umutsuz
Yaşarken,
Bir genç çıktı karşıma
Ertesi gün
Kaçtık
Ver elini Ankara,
Gelin oldum
Evlendim Halit Cenap’la
Sonra Fatma Birsen
Mehmet Volkan ve
Ali Erkan…
Ali Erkan Güneri
#GülcemalVapuru #Göçler #AkrabalaraUlalmaArzusu #SoyAğacı #Araştırma #Hayat #Acılar #Sevgi #Aile
0 notes
gundemarsivi · 8 days
Text
Tumblr media
İzler Kalmamacısına… #şiir
✍🏻 Mualla Sezgör Yassıbaş
https://www.gundemarsivi.com/izler-kalmamacisina/
Yerinden-yurdundan, kökünden-kökeninden koparılmış,
Kan gülleri olup açan, onulmaz yaraları kanayan,
Kafese konmuş, zincire vurulmuş yaralı yaban hayvanları gibiyim.
Kendi yaralarıma, kendimin çare bulmalara koyulup,
Can havliyle, son bir gayretle canhıraş çabalamışlığımda,
Sensizliğin, can evimden vuran, kör sancılarına belenmişliğimde,
Gündüzlerden yorgunlukları devralan, karanlık gecelerde,
Göz gözü görmezliklerde, yangınların ortasındayım.
Külüm-dumanım, savrulur
Efkar, efkar gecenin bağrına…
Sensiz senliliklerin, dar ağacında asılıyım;
Bir yanım, semanın kandillerine
Bir yanım, dipsiz kuyuların derinliklerine uzanmış halde
Aşkın ve özlemin kor alevlerinde, yanarım.
Yokluğunda bile, zamana, hayata ve yaşananlara inat
Tüm yollarım, sana çıkıyor;
Huzme, huzme sen uzuyorsun gözlerimde, gecenin içinde
Kah, zemheri ayazlarında
Umutlarımın dona kalmışlığında,
Kah, Ihlamur çiçeği kokularıyla insanı mest eden, bahar gecelerinde
Hasılı…
Varlığının dert, yokluğunun kahreden ölüm acısı olup, çıkmışlığında
Gün, geceye dönüpte
Hüzün sarınca anı, yüreğimi, ömrümü
Sen kokan odamı, perdelerimi
Dertlerimi dinlemekten yorgun düşen duvarlarımı
Hüzün basar gri, kara bulutlar misali üstüme
Dalıp, dalıp giderim;
Olumsuzluklar ve mutsuzluklar deryasına…
Kahır nilüferlerinin haşmetli açışında,
Suya düşen mehtabın hüznü gölge, gölge yutarken suyu
Kurbağa ötüşleri ne sinen feryat-figan çığlıklar, dolarken geceye
Ne, yüreğimden-ömrümden, söküp atmam
Ne’de, unutmam mümkün, seni
Heyhat!…
Eleme ve kahreden gerçeğe bak ki
Ne, erebiliyorum, sana
Ne’de, sensiz olabiliyorum.
Rüzgar gülleri misali dönüp duruyor,
Gazeller olup sürülüp-savruluyorum,
Hasretin kasırgalarında…
Lime, lime dağılıyorum gecenin içinde
Yıldızların kaymasında
Ölümü içişleri gibi
Süzülüp, geceye karışan göz yaşlarım,
Un-ufak oldukça, gecenin içinde
Kayıp-söndükçe yıldızlar, karardıkça gece
Gönül ve ömür yangınlarımın kızıl alevleri, aydınlatıyor geceyi
Sana yürekten yalvarırım ve haykırışımdır, bu son seslenişim:
– Ya, gel
Çek, çıkart beni bundan ve buradan
Bu zifiri, kör karanlıktan
Ya’da
Küllerimi sür-savur!…
Ömrümden, yüreğimden, geceden
Bu aşk yangınından, alevler, izler kalmamacasına
İzler kalmamacasına…
Mualla SEZGÖR YASSIBAŞ
0 notes
gundemarsivi · 9 days
Text
Tumblr media
Bir İkarus Hikayesi
✍🏻 Sinan Kemal
https://www.gundemarsivi.com/bir-ikarus-hikayesi/
Kuzey Rönesans’ının ünlü ressamı Pieter Brueghel‘in 1558 yılında yaptığı meşhur bir resmin adı İkarus’un Düşüşü (yada İkarus’un düşüşü sırasında bir manzara) resmi, Kuzey Rönesans’ının simgesi olmuştur. Resim, tipik bir Rönesans resmi gibi pek çok imge, simge ve izleyenin her baktığında ayrı anlam verebileceği simgelerle doludur. Kabaca resimde üç ana görüntü vardır. Atıyla tarlasını süren bir çiftçi, koyunlarını otlatan bir çoban ve yüküyle, silüeti görünen bir şehre giden bir gemi. Geminin dibinde suda bacakları görünen kişi de resme adını veren İkarus‘tur. Kendisi balmumu kanatlarıyla uçarken, güneşe yaklaşmış, kanatları eriyince Ege denizine düşmüştür. Sisam civarındaki İkarya adası onun adını taşır. (Destanın ayrıntısını başka kaynaktan öğrenebilirsiniz) Polonyalı yazar Jaroslaw Iwabskiewicz‘in, bu resimden ilhamla yazdığı İkarus Hikayesi vardır. Polonya, Alman işgalindeyken bir gencin, tramvayda, yanında oturanların bile farkında olmadan tutuklanmasını anlatır.
Hayatımızda görmediğimiz pek çok İkarus ve hikayesi var. Züğürt Ağa filminde Şener Şen, kahyasına veda eder, tazminat olarak elindeki son değerli şeylerini (sigara tabakası, saat, tesbih vesaire) verir. Sonra her ikisi, birbirlerine zıt yönde ve yokuş yukarı yürürler. Etrafta mahşeri bir kalabalıktır ve hiç biri de bu olayın farkına varmaz. Benzer bir ayrıntıysa, prodüksiyon ekibinin dikkatsizliği yüzünden Ezel dizisinde olur. Ramiz dayı karakterinin öldüğü sahnenin gerisinde yaşlı birisi, bir ağacın dibine, gündüz gözüyle ayakta işer. Böyle önemli bir dizinin, böyle önemli bir sahnesinin çekilmesi yada böyle önemli bir karakterin ölümü, birilerinin çişini tutmasına sebep değildir.
Benzer bir olaya da geçen günlerde şahit oldum. Ankara’da yaşayan ve Kızılay meydanına uğrayanlar, keman çalan sokak sanatçısı genç adamı biliyordur muhtemelen. Genelde Kızılay metro istasyonunun, Soysal çarşısı çıkışında, Yapı Kredi Bankası tabelası önünde (bankanın girişi bulvara bakıyor) keman çalarak sokak sanatçılığı yapan genç bir adam vardır. Çok da iyi keman çalar. Gördükçe önüne birkaç kuruş atarım. Acıdığımdan değil, yoksa dilencilere ve kendini acındırarak bir şeyler satanlara hiçbir şey vermem. Sokak müzisyenlerini beğenmezsem de bir şey vermem. Verdiğim ciddi bir para da değildir ama kıymetlidir.
Bu anlatacağım olay iki yada üç hafta önce oldu. Okuldan çıkmıştım ve yanılmıyorsam sınav yada seçim ücreti yatmış, bankada uygulama ile bana haber vermişti. Ben de Kızılay’da otobüsten inince bankamatiklere doğru yöneldim. Kemancı da oradaydı. Cebimdeki yedi tane birliği önüne atıp, bankamatiğe yöneldim. O sırada polis olduğunu tahmin ettiğim birisi, bizim kemancıya yöneldi. Kemancının yüzü bir anda kireç gibi bembeyaz oldu. Polis, size zabıta müdahale etmiyor mu diye azarladı. Ben o sırada para çekiyordum. Aralarında garip bir muhabbet geçiyordu. Sakarya caddesindeki bir eylemden bahsediyordu polis. Kemancı da abi abi deyip duruyordu. Polis, Sakarya caddesindeki bir eylemden bahsediyordu. Zaten Ankara’da basın açıklamaları ve gösteriler genelse ya Sakarya caddesinde yada Yüksel’de olur genelde. Sonra zabıtalar sana neden ceza yazmıyorlar, o paraları da topla dedi. Kemancı abi diye diye kemanı çantasına kapatıp, polisin ardına düştü.
Olay etraftaki hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Ben de bir şey diyemedim zira önümüzdeki binanın hemen arkasında bulunan Sakarya caddesinde ne olduğunu da bilmiyorum. Belli ki polis de kendince haklı. Üstelik müdahale etmeye kalkarsam işler, bizim kemancı lehine ters tepecek. Beni de o göstericilerle irtibatlı falan sanacak.
Diğer yandan polise abi deyip durmasından kemancının gariban, muhtemelen ailece gariban biri olduğunu ve yine uzun süredir sokak müzisyenliği yaptığı sonucunu çıkardım. Güvenlik görevlisine hitap şekliniz sınıfsaldır. Memur bey, komserim, amirim falan, normal hitabettir. Abi demekse tamamen garibanlıktır. Hayatta kimseyi bilmeden kıskanmayacaksın. Keman çalışındaki ustalığa, yakışıklılığına bakıp, kıskanıyorsun, oysa geride ne büyük bir garibanlık var.
Güzel haber, iki gün sonra onu aynı yerde gene keman çalarken gördüm, epeydir de görmüyorum. En azından balmumu kanadı olan kemanını kurtarmış.
Görürseniz, okuduğunuz hikayenin hatırına da birkaç kuruş atın.
Sinan Kemal
#BirİkarusHikayesi #Ezel #Garibanlık #İkarusunDüşüşü #JaroslawIwabskiewicz #AnkaraKızılaydakiKemancı #PieterBrueghel #SınıfsalSöylemler #yokluk #ZüğürtAğa
0 notes
gundemarsivi · 9 days
Text
Tumblr media
Yinelediğim İfadeler
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/yineledigim-ifadeler/
Zaman zaman Zeynep beni uyarıyor. Diyor ki; “bazı ifadeleri yazılarında çok sık tekrar ediyorsun. Örneğin ‘Mümkün hayatlar, mümkün insan ilişkileri.’ ‘ileri bir insanlık’, ‘doğayla bir sevgili yakınlığı’, ‘adil, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya’, ‘baş başa düş düşe vermek’…” Daha da var saydıkları.
Haksız değil ama. Sahiden öyle yapıyorum. Ama söz darlığından değil bu. Benim yazılarımın, adım olmadan mührüdür bu ifadeler. Çünkü bir umut işçisiyim, düşçü gerçekçi biriyim. Düşlerimin de gerçeğin sınırlarına alınmasında ısrarcıyım… Ve buna bağlı olarak eylem adamıyım.
Pısırık, korkak, salt kendini seven, başkalarının acılarına seyirci kalan, dayanışmadan kaçınan ve çevreye duyarsız kalan biri olursam kendimden iğrenirim ki bu kesin…
Bir kerelik yaşamımda herkes için özgürlük, herkesin yaşam hakkı ve bunları savunmak benim duruşum… Özgürlüğüm kaynağını başkalarının ve doğanın haklarını savunmaktan alıyor. Ne yapabilirim ki!….Şiirlerim de bu seyirde. Diyeceğim Zeynep’in saydığı, yinelediğim ifadeler bir ibadet gibi bilerek, isteyerek ve tasarlayarak yazılarıma aldığım ifadelerdir. Benim ki bir Müslüman’ın her dua okuyuşunda “bismillahirrahmanirrahim” demesi gibi bir şey…
Gelecekçiyim çünkü. Geleceğin beklenmeyeceğini, yapılıp yaratılması gerektiğini düşünüyorum her daim. Her türlü ifademi de bu yinelediğim yedi sekiz ifadenin üstüne inşa ediyorum… Bunlar bir kaide görevi görüyor yazılarımda…
Dayanışmak zorunda olduğumuz kötü zamanlarımızda, insanlığın aciz kaldığı günlerde bir dünya görüşü olarak düşçü gerçekçi yaklaşımlarımın bana iyi geldiğini hissettim. Parayı bir amaç değil bir araç olarak görmek gerektiğine ilişkin düşüncelerim daha çok güçlendi. İnsanın kazancını mala mülke ve eşyalara harcayacağına kendisini geliştirecek deneyimlere harcaması aklıma daha çok yatmaya başladı. Kendi kendime diyorum ki duygusal anlamda alma-verme dengesi daha insanidir ve insanın yaşam kalitesini artıracak şeydir.
Dayanışmayı oldukça önemli buluyorum. İnsanlara sıcak davranmayı, kimseyi kırmamayı… Annemin, “yapmadığın gönlü sakın yıkmayasın oğul” sözü ise kulağımdan hiç çıkmaz.
Sürekli olarak insanlara negatif duygular aşılamaya çalışan, bencil, doyumsuz insanlara zaman ayıracak kadar uzun bir ömrüm yok, bunu geç de olsa anladım. Konuşmayanlardan, gülümsemesini bilmeyenlerden sorusu olmayanlardan ve olup bitenler karşısında “bana ne” diyebilenlerden korkuyorum açıkçası. Konfüçyüs’ün “konuş ki seni göreyim” sözü benim için insan ilişkilerinde belirleyici.
Kendi yaşam pratiğimden anladım ki sadelik, estetik olandır. Çok fazla eşyanın olduğu bir odada ne kitap okuyabilirim ne de bir şey yazabilirim. Su bile iştahla içilmez böyle yerlerde diye düşünürüm hep… Ne derseniz deyin bana öyle geliyor.
Doğanın kuralarına uyarak, onunla sonsuz bir ilişki içinde olmayı bir yaşam biçimi seçerek kalan ömrümü daha anlamlı hale getirmek istiyorum. Ona minnettarlığımı; onu korumak için elimden geleni yaparak gösterebileceğime de inanıyorum ayrıca. Bu nedenledir ki her daim ağaçların, kuşların, börtü böceğin ve suların yanındayım. Bir şiirimde geçen “ağaçlar yurdumuz” dizesine, olur olmaz zamanlarda dilimin ucunda rastlayışım bundan olmalı.
Söz nerden açılmıştı? Yinelediğim ifadelerden! Onları seviyorum. Dedim ya topu topu yedi sekiz tane zaten. Ne yapayım, başka bir şeyim yok ki. Sayın ki onlar da benim mal varlığım! Tahta atımın, taş arabamın yerine de seviyorum onları. Bari onları kaybetmeyeyim. Kaldı ki dünyaya nereden gidilir soruma onlar yankı veriyor. Yarın güzel olacaklar satan biriyim ya! Düş fiyatına… Bir çerçi gibi sokak sokak dolaşırken de işimi kolaylaştırıyorlar onlar benim.
Hayrettin Geçkin
#doğasevgisi #edebiyat #deneme #hayat #umut #sözlerinönemi #olumlamak #iyibirinsanolmak #minimalizm #inanç #huzur #dayanışma
0 notes
gundemarsivi · 10 days
Text
Tumblr media
Türkçe Felsefesinin Kısa Tarihi
✍🏻 Prof Dr Doğan Göçmen
https://www.gundemarsivi.com/turkce-felsefesinin-kisa-tarihi/
Türkiye’de, başka birçok toplumda 18. yüzyılın ortalarında aşılmaya başlayan temellendirilmemiş bir felsefe düşmanlığı olduğu gibi temellendirilmemiş bir de felsefe sevgisi vardır. İkisi de felsefenin yadsınmasına götürüyor. Biri bilerek ve isteyerek felsefe adına her şeyi yok etmeye çalışarak, diğeri savunmaya kalktığı felsefenin ne olduğunu bilmediği için, felsefe adına yaptığı hemen her şey ile felsefenin yıkımını hızlandırarak.
Başka birçok toplumda 68 kuşağı ile felsefenin genel değere dönüştürülmesi konusunda gösterilen çaba doruk noktasına ulaştı ve bu hareketin yaratmış olduğu değişim ve dönüşüm, sıradan bilinçte bile felsefi bakımdan derin izler bırakmıştır. Bunun sonuncu olarak günlük bilinç bile her şeyi karşıtıyla düşünme eğilimi içindedir.
Bizdeki 68 kuşağı ile felsefenin toplumsal ortak iyiye dönüştürülmesi konusunda kaçmakta olan tren yakalanmaya çalışılmıştır. Fakat taze fidan gibi boynu kırıldı, kökten koparılmaya çalışıldı veya susuz bırakılarak kökten kurutulmaya çalışıldı. Felsefenin karşısına resmiyetin tüm gücü de kullanılarak felsefe adı altında bir ‘anti-felsefe’ yürürlüğe kondu.
Bizde felsefenin yeniden yeşermeye başlaması, başka birçok toplumda meyve vermeye başladığı bir döneme denk geliyor, başka toplumlarda toprağa düşen yeni tohumlar felsefenin bizde de yeniden yeşermeye başlamasına vesile oluyor. Başa dönüyoruz katedilen 8 yüz yıllık arpa boyu yolu unutmadan.
Doğan Göçmen
#Felsefe #Tarih #FelsefeDüşmanlığı #FelsefeSevgisi #TürkiyedeFelsefe #Sorgulama #NedenGeriKaldık #TürkçeFelsefe #FelsefeÖykümüz
0 notes
gundemarsivi · 10 days
Text
Tumblr media
Şam Ba – Göbeklitepe’nin Özgür Kadını / Suat Çağlayan
✍🏻 M Osman Akbaşak
https://www.gundemarsivi.com/sam-ba-gobeklitepenin-ozgur-kadini-suat-caglayan/
Bugün konuşacağımız romanda iki özel konu var. Biri yazarı, değerli ağabeyim, Prof. Dr. Suat Çağlayan, değerli bir siyaset ve tıp insanı… Ama kitaplarında sadece Suat Çağlayan, bazen de B. Suat Çağlayan, o kadar… Sadece bir kitabında, yaşam öyküsünü yazarken unvanını kullanmış. Bir dönemin gerçek anlamda Kültür Bakanı olduğundan söz etseniz, tevazu içinde başını öne eğer…
Diğer konu ise, yazdığı kitapların konusu hep dikkat çekici, hatta sıra dışı. Örneğin bir zamanlar “zeytin” konusuyla ilgilenmiş, Türkçe ve İngilizce yayınlanan kitapları var. “Umut” demiş, gençlik romanları yazmış. “Fındık Yaprağı” demiş, bir Karadeniz kadınının öyküsünü yazmış, “Yaşadıkça” demiş, yaşam öyküsünün altında bir dönemi anlatmış.
Tarih romanları deyince, ne yazık ki bir çoğumuzun adını kitabıyla tanıdığı ama aslında destansı bir kahraman olan “Tıbbiyeli Hikmet” romanından söz etmemek olmaz. Bir de Konak civarında heykelinin yapılmasını sağlamış.
Yakın sayılabilecek tarihimize de girmiş, benim de daha önce yazmış olduğum “Aristonikos” konusunu derinlemesine ele almış, Pergamon’un dünya tarihine geçen sınıfsal ayaklanmasını okurlarına “Umutlar Yarım Kaldı – Aristonikos” adıyla sunmuş. “İmbatla Gelen Kadın” romanında Amazonları benim ilk kez karşılaştığım şekilde ince ayrıntılarla anlatmış. “Sinopeli Diyogenes” sanırım konusunun ender örneklerindendir.
Tıp tarihi romanları başlı başına türünün verimli örnekleri arasında. “Hipokrat’ın Romanı” hem tıp tarihi hem de antik tarihten sahneler sunuyor. Bugünlerde “İbn-i Sina” üzerinde çalıştığını biliyorum.
Artık sıra bugünkü kitabımızda; Göbeklitepe bilindiği gibi son kırk yılın bilgisi, üzerine bilimsel makalelerin dışında bir şey yazıldı mı, ben rastlamadım. Göbeklitepe bir toplu tapınma alanı, daha doğrusu tapınma alanları topluluğu. Suat Çağlayan bu özelliği temel alan bir roman yazmış. Roman dosyasını ilk kez sanırım üç yıl kadar önce bana verdi, dikkatle okudum, çok ilgimi çekti. Kitap haline gelebilmesi için küçük düzenlemeler yaptım, yayına hazır hale geldi. Gel gelelim bir türlü yayınlanamadı. Sonunda Varyant Yayınları, sevgili Mehmet Nusreddin Özbay kardeşim yayınlamış, çok sevindim.
Şam Ba, Göbeklitepe’nin döneminin baskıcı erkek egemen inanç düzenine karşı dimdik ayakta duran özgür ve asi kızı… Günümüzden 12 bin yıl önce bir genç kız dinsel baskıya karşı ayakta durabilir mi, neden olmasın? Romanlar, edebiyat bunun için değil mi? “Olsaydı, nasıl olurdu?”yu görebilmek ancak böyle bir romanla olabilirdi. Her şeyden önce akla uzak hiçbir şey yok. Yaşam biçimleri son derece dikkatle incelenmiş, “İnsanların yaşama koşulları, bitkiler, hayvanlar o dönemde ancak böyle olabilirdi” denecek şekilde gerçekçi.
Romanın konusu Göbeklitepe’nin tapınma merkezi oluşundan yola çıkılarak, Şaman rahipleri, baskıcı rahipler, halktan yana olan rahipler, halkla ilişkileri üzerine şekillenmiş. Suat Çağlayan bir de kadın hakları hatta eşitliği içeriğini de eklemiş. “12 bin yıl önce kadın hakları mı olurmuş?” demeyin, bu bir roman… “Olsaydı her halde böyle olurdu” denecek denli akılcı.
Şam Ba adında özgürlüğüne düşkün, asi ruhlu bir genç kadın ve ona hayran genç tapınak görevlisi davulcu arasında yaşananlar çerçevesinde Göbeklitepe çevresinde obalarla Büyük Tapınak arasındaki bize hiç de yabancı olmayan sömürme, sömürülme öyküleri okuyucuya çok ilginç gelecek.
Günümüz düzenine dokundurmalar ve göndermeler de oldukça dikkat çekici:
“Büyük tapınak gerçek Şamanlığın merkezi olmaktan çıkmış, obaları gelir kaynağı gibi gören bir yer haline gelmiştir. Bunu gördüğüm için sizi sömürmeye çalışan ‘Büyük Tapınak’ın bir görevlisi olarak vurarak bulunmayı içime sindiremiyorum. Kutsal ruhun bana verdiği görev ile ‘Büyük Tapınak’ın benden bekledikleri arasında büyük farklar olduklarını gördüm. Bu nedenle sırtımdaki Şaman giysisini çıkarıyorum. bundan sonra ‘Kutsal Ruh’a kavuşuncaya kadar bu obanın içinde sizlerle birlik olacağım. İnsanların eşit ve özgür olmaları için gayret edeceğim.”
Büyük Tapınak’a baş kaldıranlara karşı ilk saptamalar da sanki günümüze değinmeler içeriyor:
“Buradaki insanlar Zincirlerini kırmış özgürlüğü içselleştirmeye başlamış bundan sonra büyük tapınakta köklü değişiklikler yapmadıkça olacakları kutsal ruh bile önleyemez.”
Suat Çağlayan’la konuştuğumda bu konuya yaklaşımını şöyle açıklamıştı:
“12 bin yıl önce ne yaşandığını elbette hiçbirimiz bilemeyiz. Ben gerçeklikten ayrılmadan olabilecekleri canlandırmaya çalıştım. O zamanlarda insanların inançlara bakışları veya kadın hakları böyle mi olurdu bilemem. Ben bugüne bir çağrışım yaptırsın istedim, bilinen zamanlarda ne değişti ki, olsa olsa buna benzer şeyler yaşanmıştır.”
Özellikle son sayfalarda verdiği mesajlar ve yazarın iletisi okurda gerçekten öyle olup olmadığını hiç düşünmeden yaşanabilecek bir sahicilik duygusu uyandırıyorsa, yazar görevini hakkıyla yerine getirmiş demektir.
Sevgili Suat Çağlayan, değerli ağabeyim, yaratıcılığına büyük saygım var. Her zaman sürprizlerini sevgiyle bekleyeceğim. Kalemine sağlık…
M Osman Akbaşak
#ŞamBaGöbeklitepninÖzgürKadını #SuatÇağlayan #Kitapİncelemesi #KitapAlıntısı #OkunmasıGerekenKitaplar #Göbeklitepe #Kurgu #Tarih #YeniKitap
0 notes
gundemarsivi · 11 days
Text
Tumblr media
Değerler Eğitimi, Benzeyerek Yaşamak ve Benzeterek Yaşatmak
✍🏻 İnsan
https://www.gundemarsivi.com/degerler-egitimi-benzeyerek-yasamak-ve-benzeterek-yasatmak/
Efendim,
Yıllardır şikayet ettiğimiz konudur aslında;
Değerler Eğitimini (*) alamayan , eksik alan, aldığı bu eğitimi ailesinde, toplumunda içselleştiremeyen, pekiştiremeyen yada pekiştirmekten kaçınan insanlar.
Nitelikli bireyin yaratılmasının başlangıc��dır Değerler Eğitimi..!
Değerler Eğitimi;
Zarafeti
Nezaketi
Beyfendiliği
Hanımefendiliği
Temizliği
Öz bakımı
Hitap etmeyi
Hoşgörüyü
Öz saygıyı
Başka bireye saygıyı
Toplumla ve bireyle birlikte yaşama niyetini ve sadakatini
Empati yapmayı
Detayı veya bütünü onaylamayı yada reddetmeyi
Bireysel hak ve yükümlülükleri öğrenmeyi ve bunları korumayı
Ailenin kıymetini
Aileye, eşe ve fertlerine sadakati
Birlikte yaşamanın ve yaşlanma ile yaş almanın sadakatine değer vermeyi
Alt soya ve üst soya saygıyı, onları korumayı, kollamayı, hak ve yükümlülüklerini de korumayı
İnsanı ve toplumu sevmeyi
Akılcılığı
Yaratılmış her türlü canlıyı korumayı, yaşatmayı
Ne söylersen söyle, nasıl söylediğinin mutlak değerli olduğunu
Yaşam hakkının kutsal ve mutlak olduğunu
öğretir.
Hayat boyu eğitimi de eksik bırakmayan “birey” , değerler eğitiminin kazandırdığı birey olmuştur artık.
Pekalâ,
Benzeyerek ve benzeterek yaşamak neresindedir değerler eğitimini almış bireyin hayatında?
Kitabın ortasından yazalım ve söyleyelim;
Toplumunda, “Birlikte Yaşama Niyetini ve Sadakatini” kazananlar, başka bireylerin de hak ve menfaatlerini gözetirler ve saygı duyarlar.
Yaşamın içinde şikayet ettiğimiz insanlar, benzeyerek yaşayan ve benzeterek yaşatmak isteyen insanlardır.
Avamlar
Hoyratlar
Vandallar
Kaba olanlar
Yok sayanlar
Kişiliksizler
Bayağı davrananlar
Kötüler
Alttan alıcılar
Mecburcu olanlar
Koşulsuz kabulleniciler
Vurdumduymazlar
Koşulsuz reddediciler
İlkesizler
Saygısızlar
Koşulsuz itaat edenler
Biatçılar
Kültürel yayılmacılar
Dinci ve mezhepçi dayatmacılar
Zorlayıcılar
Sömürücüler ve coğrafi yayılmacılar
“Benzeyerek yaşayan ve benzeterek yaşatanlar’dır. “
Kültürel yaşamlarını, gelenekçi ve bağnazcı anlayışlarını, benzeterek yaşatırlar.
Zorba ve dayatmacı yapılarını çekinmeden kullanırlar. Ruhsal ve fiziksel , benzeterek yaşattıklarını, yaşamın her seviyesinde kullanırlar. Ta ki, kendilerinin dışındaki bu insanların benzeyerek yaşamalarını sağlayana kadar.
Kendisi gibi yaşamayanı, ruhsal ve fiziksel olarak örselerler, benzeterek yaşayanlar. İterler, kakarlar, zorbalıklarını kullanarak ezici ve zoralımcı davranırlar benzeterek yaşayanlar.
Velhasıl kelam;
Değerler Eğitiminden yoksunluklarıyla, içinde yaşadıkları toplumu, kendilerine benzeterek yaşamaları yönünde değiştirmeye çalışırlar ve yaparlar.
Peki , benzeyerek yaşayanlar ne yapmazlar da bu duruma düşerler?
Kırılgan, kişiliksiz, korkan, mecbur kalınan, nahif, sinmiş, kabullenici, biatçı, kolay ikna edici hayatlarıyla, benzeyerek yaşamaya çalışırlar öykündükleri insanlarla.
Kendisinden başarılı olanı alkış tutarlar kadın programındaki programcıya. Mafya dizilerindeki karakterler gibi giyinip davranırlar çokça. Sosyal medya fenomenleri gibi davranıp öykünürler arada. Bazen de olmadıkları mesleğin ünlüsü gibi yada başarılı meslek erbabı gibi davranırlar ,avukat olurlar, doktor olurlar, öğretmen ve kolluk kuvveti olurlar , miş ve mış gibi yaparlar yalanlarıyla.
Basına ve sosyal medyaya düşenleri, kanuna aykırı davranışlarıyla toplumunun yüz karası olanlarıyla içimizde yaşatırız “benzeyerek yaşayanları ve benzeterek yaşatanları”..!
Toplumsal ayıplama yoksunluğu ile yüceltiriz bu insanları.
Çürümüşlüğü ile kokuşmuşluğu ve yıpranmışlığı ile bir toplum yaratıyoruz uzun zamandır.
Bir gün;
Değerler eğitiminden yoksun kalmayan, benzeyerek yaşamayan ve benzeterek yaşatmayan bir toplum oluruz umarım.
Saygıyla
İnsan
15.04.2024
(*) Değerler Eğitimi, bireyin 4-6 yaş aralığından başlayarak, 6-12 yaş aralığında devam eden ve pekiştirilen ailesi ve toplumu ile optimum bir birey ve yaşam geliştirmesine yarayan eğitim biçimidir.
#umut #bağnazlık #değerlereğitimi #toplumundeğişimi #toplum #avam #medeniolmak #toplumsaleğitim #sosyoloji #toplumsalçürüme #birey
0 notes
gundemarsivi · 11 days
Text
Tumblr media
Soru #şiir
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/soru/
bilinen bilmeye
görünen görmeye yetmiyor
dilsiziz, kulaksız, elsiz, ayaksızız
kalbimiz hangi yöne gitsin bu karmaşada
açıları arasında sonsuzluklar bulunan
bir düşgenden aldığım güçle soruyorum
fırçam yok, tuvalim yok
çakım yok yontmak için
heykel, resim yetenek ister biraz da
ama çorbada tuzum olsun istiyorum
çünkü kuşların böceklerin yuvalarını bozanlara dur demeli
bir can koca bir dünya
dilinin tersiyle davranmadan yanıt ver lütfen
şiirle de karşı çıkılır mı kötülüğe
Hayrettin Geçkin
#şiir #siir #şiirheryerde #şiirsokakta #şiirler #şiirduvarda #insan #kötülük #iyilik #merak #çözüm
0 notes
gundemarsivi · 12 days
Text
Tumblr media
Günümüzde Aydın Profili
✍🏻 Serdar Yılmaz
https://www.gundemarsivi.com/gunumuzde-aydin-profili/
Oldum olası TV’lerde yayınlanan tartışma programlarına yakın ilgi duyar, yetkin insanların konuşmalarından, tecrübelerinden yararlanır, akla mantığa uygun, bilimsel yaklaşımları dikkatle dinlerdim.
Son yıllarda TV’lerin müdavimi kocaman unvanlı konuşmacılara bakıyorum, duruşuyla, hayata, insana, olaylara bakışıyla sadece ve sadece bir “akademisyen” olmuş, “entelektüel” olamamış. Çünkü vicdanı olmayan insan entelektüel olamaz. Vicdanı belirleyen ise adalet duygusudur.
Güçlünün karşısında zayıfın, güçsüzün hakkını savunabilme cesareti. O, mantığını, bilgisini, muhakeme yetisini yitireli çok olmuş. Görev insanı olmuş.
Yaşanan hiçbir şey sürpriz değil… 12 Eylül 1980 işte tam da böyle bir insan tipi yarattı. Aklını yitirmiş, vicdanı körleşmiş insanları. Pas tutmuş, kirli, bulanık bir zihin. Akademik ortamın, üniversitelerin genelinde vardır bu çürümüşlük. Beklenen ve istenen bir şeydi üstelik bu, çok uzun zamandır bekleniyordu. 80’ler, böyle bir dönemdir, son 22 yıl ise oldukça hızlandırıcı etki oluşturdu, geldik bugünlere…
Öyküyü birlikte okuyalım…
“Üniversitenin son günleriydi… Okulda en çok sevdiğim hocanın odasındaydım.
Bana, ” Ne olmak istiyorsun? ” dedi.
“Entelektüel olmak istiyorum” dedim.
“Senden entelektüel olmaz” dedi.
Çok şaşırmıştım. Biraz duraksadıktan sonra, kırgın ve alıngan bir ses tonuyla; “Dersinize önem veriyorum. 25 kişilik sınıfta 18 kişi bile dersinize girmiyor. Şu gördüğünüz okulda en çok okuyan öğrenci benim. 1 tek kişi daha gösterebilir misiniz benim gibi okuyan, araştıran ve sizinle sınıfın ortasında yeri gelince sert tartışmalara giren? ” dedim.
Ciddi bir ifadeyle tekrar; “Senden entelektüel olmaz” dedi. İyice hiddetlenmiştim.
“İyi benden olmasın, Doçentlik tezlerine bile kaynak hazırladığım, konular önerdiğim şu gördüğünüz hocalarımızdan olsun!” dedim.
Profesör, gülümseyerek geriye yaslandı. Uzun uzun baktı. Ben hocanın en gözde öğrencisi olduğumu ve bu konuda tam aksi şeyler söyleyeceğini tahmin ediyordum.
İçimden, “Hoca’ya bak neler diyor!” diye geçiriyordum. “Bak evladım” dedi.” Senden çok iyi bir araştırmacı yazar olur. Ama entelektüel olmaz. Nedenine gelince, sana entelektüel olamazsın dediğimde, bana bir entelektüel gibi “Niçin olmaz?” diye sormadın, aksine bir kartal gibi kızdın, alındın ve hiddetlendin.” dedi.
Hocayı dinliyordum dikkatle, bir yandan da ruh halimden kurtulup, ne söylediğini anlamaya çalışıyordum. Yazarlık bilgi işidir. Entelektüellik bilgi değil, davranış biçimidir. Bir insanın entelektüel olması için en az 3 kuşak ailesinin okuması gerekir. Ben çok okuyan bir adamım. Ama entelektüel değilim. Hayata senin tepkilerini veriyorum. Evladım çok okuyan biri. O da yetmez. Ancak entelektüel olmaya ondan sonra gelecek nesillerle başlanır. “Hocanın söyledikleri kafama çakılmıştı.” Şu okulun önüne bak. Hepsi son model araba dolu ve hepsi hocalara ait. Her iki sene de bir de model yenilerler. Gerçekten böyle bir yenilenmeye ihtiyaçları var mı? Niçin bu şekilde yaşıyorlar. Çünkü o yüksek unvanlarla gördüğün hocalarının kariyerleri ve diplomaları ne kadar yüksek olursa olsun, ruhlarındaki insan bir feodal köylü. Güçlerini topluma kabul ettirmek için böyle hava atmak zorundalar. Gerçek bir entelektüel asla bu “güdüyle hareket etmez” dedi.
Odadan çıktığım günden beri bu hayat dersi niteliğindeki konuşma, her ne zaman TV’lerde büyük unvanlarla tartışan insanların bir anda ilkel, öfke krizlerine girerek birbirlerine hezeyanlarla saldırdıkları anlar gözümün önüne gelir.“
Aydın olmak, bilgiye dayalı olanı kabul etmektir, dayatılmış olanı kabul etmemektir. Aydın olmak olayları bireysel değil, toplumsal boyutlarıyla tartışabilmektir.
TV’lerde bu bilinçte aydınları bekliyoruz, korkmadan yılmadan her şart altında toplumsal bilince hizmet eden entelektüeller…
Serdar Yılmaz
#Aydınlar #Entelektüellik #Vicdan #Adalet #Toplum #TelevizyonTartışmaProgramları #Öykü #Deneme
0 notes