Tumgik
#Bir sure yedi tefsir
yalnzardc · 1 year
Text
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ (1) مَلِكِ النَّاسِ (٢) إِلَهِ النَّاسِ (۳) مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ (٤) الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ (٥) مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ (٦)
Nas sr.
Safvetüt Tefasir: Nas sûresi, Mekke'de inmiş olup Muavvizeteyn sûrelerinin ikincisidir. Bu sürede en büyük düşman olan İblis ve onun türlü vesveselerle insanları aldatan yardımcılan insan ve cin şeytanlarının şerrinden efendilerin efendisine sığınma ve korunmasına girme konusu anlatılmıştır.
Bu Yüce Kitap, hem güzel başlama, hem de güzel bitirmeyi sağlamak için Fâtiha ile başlamış Muavvizeteyn ile sona ermiştir. Bu son derece güzel bir şeydir. Çünkü kul, işin başından sonuna kadar Allah'tan yardım ister ve O'na sığınır.
1.Ey Peygamber! De ki: İnsanları yaratan, büyütüp besleyen ve işlerini idare eden Allah'a sığınırım. O Allah insanları yoktan varedip hayat verdi, onlara çeşitli nimetler lütfetti. Tefsirciler şöyle der: Yüce Allah, her ne kadar bütün yaratıkların Rabbi ise de, insanları şereflendirmek ve onlara değer vermek için sadece onları zikretti
Yüce Allah'ın, insanı şereflendirmesi şöyle olmuştur. Kainatta olan her şey onların emrine vermiş, onlara akıl ve ilim vererek desteklemiş; Yüce Zatinin meleklerini onlara secde ettirmiştir. Binaenaleyh insanlar, mutlak olarak mahlukatın en üstünüdür.
2.İster yöneten olsun, ister yönetilen olsun O, bütün mahlukatın, tam ve kapsamlı bir şekilde sahibidir. Onlara hükmeder, amellerini kayda geçirir ve işlerini çevirir. Bazılarını aziz bazılarını zelil; bazılarını zengin bazılarını fakir kılar
3.insanların mabududur. Onların O'ndan başka Rabbi yoktur. Kurtubi şöyle der: Yüce Allah 'melikin nas, ilahin nas' diye şundan dolayı buyurdu: İnsanlar içerisinde melikler (krallar) vardır. Dolayısıyle Yüce Allah, kendisinin onların meliki olduğunu zikretti. Yine insanlar içinde O'ndan başkasına tapanlar vardır. Bu sebeple de, onların ilahi ve mabudunun kendisi olduğunu krallara ve liderlere değil, kendisine sığınılması icabettiğini bildirdi. Sürenin bu şekilde tertip edilişi son derece güzeldir. Zira insan önce kendisinin bir Rabbi olduğunu anlar. Çünkü türlü türlü büyütüp besleme gerçeğini görmektedir. 'rabbin nas' Ayeti bunu ifade eder. Sonra düşündüğünde bu Rabbin, yarattıklarında tasarruf ettiğini ve onlardan zengin olduğunu, dolayısıyle onların sahibi ve Mâliki olduğunu anlar. 'melikin nas' Ayeti bunu anlatır. Sonra biraz daha fazla düşündüğünde bu Mâlik'in, ibâdete layık olduğunu anlar. Çünkü ibadet ancak, hiç kimseye muhtaç olmayan ve başkalarının hepsi kendisine muhtaç olan kimseye yapılır. 'ilahin nas' Ayeti bunu ifade eder. Yüce Allah sürede en-Nas kelimesini üç defa tekrar edip zamirle yetinmedi ki, insanların şerefini, değerini ve onlara önem verildiğini göstersin. Nitekim şairin şu sözündeki tekrar da böyle güzeldir.
Ölümü hiçbir şeyin geçtiğini görmüyorum. Ölüm zenginin de fakirin de hayatının tadını kaçırır.
İbn Kesir şöyle der: Rablik, meliklik ve ilahlık Yüce Rabbin sıfatlarından üç sifattır. O her şeyin Rabbi, meliki ve ilahıdır. Her şey O'nun yaratığı ve kuludur. Dolayısıyle sığınan kimsenin, bu sıfatları taşıyan kimseye sığınması emredilmiştir.
4.İnsanı isyana tesvik etmek için nefse kötü düşünceleri atan ve insana vesvese veren şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım. O şeytan ki, kul Rabbini andıgında geri kalıp gizlenir; Allah'ın zikrinden gafil kaldığında döner ve ona vesvese verir. Hadiste şöyle buyurulmuştur. "Şeytan burnunu Ademoğlunun kalbi üzerine koyar. İnsan Allah'ı andığında gizlenir. Allah'ı unuttuğu zaman is onun kalbine hakim olarak vesvese verir."
5.O şeytan ki, aşırı derecede pisliğinden dolayı, insanın kalbine çeşitli vesvese ve kuruntular atar. Kurtubi şöyle der: Şeytanın vesvesesi, gizli bir sozle insanlari kendine itaate çağırmasıdır. Bu öyle bir sözdür ki, sesi işitilmeden manası kalplere ulaşır."
6.Buradaki 'men' beyan içindir. İnsanların kalplerine vesvese veren bu şeytan, cin ve insan şeytanlarındandır. Nitekim Yüce Allah meålen "Boylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar" buyurmuştur. Sürenin bu son âyeti, bütün insan ve cinlerin şerrinden korunmayı öğretir. Kuşkusuz insan şeytanları, cin şeytanlarından daha tehlikeli ve öldürücüdür. Çünkü cin şeytanları, Allah'a sığınılınca gizlenir. Insan şeytanları ise, çirkin şeyleri ona güzel gösterir ve onu kötülüklere teşvik eder. Hiçbir şey onu azminden vazgeçiremez. Masum, yalnız Allah'ın koruduğu kimsedir.
Hz. Aişe'nin (r.anha) şöyle dediği rivayet olunur:
Hz. Peygamber (s.a.v.) yatağa girdiğinde avuçlarını birleştirir, onlara üfler, (İhlas, Felak ve Nas sûrelerini) okur, sonra da elleriyle yapabildiği kadar bedenini meshederdi. Meshe başından, yüzünden ve bedenin ön taraflarından başlardı. Bunu üç defa yapardı."
Celaleyn T : Medine devrinde nâzil olup, 6 Âyet-i kerîmedir.
1 - De ki: “Ben, insanların Rabbine hâlikine ve sâhibine sığınırım. İnsanlara bir teşrif (şeref verme) ve onların kalplerine vesvese veren şeytandan sığınmayla ilgili bir münasebet olsun diye, hâssaten"insanlar" zikredilmiştir.
2 - İnsanların melikine,
3 - İnsanların ilâhına
Bu iki âyet; bedel, sıfat ya da atf-ı beyandırlar. Bu iki âyette fazlasıyla bir beyan olsun diye muzafun ileyh zâhir isim olarak getirilmiştir.
4 - Hannâs o geride duran,sinsi-çünkü kalb, ne zaman Allah'ı zikretmeye kalksa, onun gerisinde durur, tetikte bekler- vesvesecinin Şeytanın -vesvese ile çok yoğrulduğu için bu iş ile isimlendirilmiştir- şerrinden,
5 - Ki o, insanların göğüslerine kalplerine Allah'ı zikretmekten gafil oldukları zaman hep vesvese verir.
6 - Cinlerden de insanlardan da.
"Vesvese veren şeytan..." cinlerden de insanlardan da olabileceğinin beyanıdır. Tıpkı yüce Allah'ın “İnsan ve cin şeytanlar... “ (En'am: 112) kavli şerifinde olduğu gibi. Yahut “mine'l-cinneti ” lâfzı, şeytanın vesvesesini beyandır.
“Ve'n-Nâs” lâfzı ”el-Vesvâs“ üzerine atfedilmiştir.
Her iki takdirde de, (bir önceki sûrede) sözleri geçen Lebid ve onun kızlarının şerlerine şâmil olmaktadır.
Birinci takdire, “İnsanlar insanların kalplerine vesvese sokamaz. Onların kalplerine ancak cinler vesvese sokabilir“ diye itiraz edilmiştir. Ancak bu itiraz şu şekilde cevaplandırılmıştır: “İnsanlar da cinlerden olan şeytanlar gibi vesvese verirler. Onların vesveseleri (meselâ koğuculuk yapmak gibi) zâhiren kendilerinden sudur edebilecek bir tarzda olur. Sonra bu vesveseleri kalbe ulaşır ve buna götüren bir yolla (meselâ duyma yoluyla) orada yerleşip kalır. “ en doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
Taberi T : Mekke'de nâzil olmuştur. 6 âyettir.
Muavvizeteyn sûrelerinin ikincisidir.
Bu sürede en büyük düşman olan İblis'in ve onun türlü vesveselerle insanları aldatan yardımcıları insan ve cin şeytanlarının şerrinden, efendilerin efendisine sığınma ve korumasına girme konusu anlatılmıştır.
Bu sûrede kullanılan kelimelere iyi dikkat edilirse sûrede mucizevi bir üslupla "fiskoslu, fısıltılı, vesvese verme hissi" bulunan bir letafet olduğu çok iyi görülür. Zira sûrenin mevzûu vesvese verene karşı sığınmadır.
De ki "İnsanların Rabbine sığınırım": Ey Muhammed! De ki: İnsanların Rabbine sığınıp O'ndan eman dilerim.
"İnsanların malikine": O bütün mahlukatın; cinniyle insanıyla bütün halkın ve diğer şeylerin mâlikidir.
"İnsanların ilâhına": O insanların mâbududur ki; ibadet başkasına değil, sadece O'na lâyıktır.
"O sinsi şeytanın şerrinden": Bazen gizlenen, bazen de vesvese veren şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım.
"Ki o, insanların kalblerine hep vesvese verir. Gerek cinlerden, gerek insanlardan": İnsanı ile cinni ile herkesin kalbine vesvese veren şeytandan Allah'a sığınırım."
Beydavi T : Mekke'de yahut Medîne'de inmiştir. 6 âyettir.
1- "De ki: Sığınırım” iki sûrede de hemzenin hazfı ve harekesinin lâm'a nakli ile de (kuleuzu) okunmuştur,
"insanların Rabbine". Sığınmak; geçen sûrede bedene zarar veren şeylerden olduğu, bunun da insanı ve diğer şeyleri kapsadığı, bu sûrede ise sığınmak insan nefislerine arız ve onlara hâs olan şeylerden olduğu için izafeti orada (geçen sûrede) genel yaptı. Burada ise insanlara tahsis etti, sanki şöyle denilmiş oldu: İnsanlara vesvese verenin şerrinden onların Rabbine sığınırım, o ki, onların işlerine sahiptir ve ibâdetierine müstahaktır.
De ki: Sığınırım insanların Rabbine,
2- İnsanların melikine/sâhibine,
3- İnsanların ilâhına,
"İnsanların sâhibidir, İnsanların İlâhıdır” bu ikisi onun (rabb)in atıf beyanıdırlar; çünkü Rabb bazen melik (sahip) olur, melik de bazen ilâh olmaz. Bu nazımda marifetlere bakanın mertebeleri de bildirilmektedir. Çünkü o, önce üzerindeki açık ve gizli nimetlerle bir Rabb olduğunu bilir. Sonra nazarda dalar, öyle ki, onun hiç kimseye ihtiyacı olmadığını, her şeyin ona baş eğdiğini ve işlerinin idaresinin onda olduğunu bilir. O bu itibarla gerçek sahiptir. Sonra buradan onun ibâdete müstahak olduğuna, başkasının buna lâyık olmadığına varır ve normal sığınmada olduğu gibi sığınma merdivenlerinde derece derece İlerler. Bunu da sıfatların değişmesini zatların değişmesi yerine koyarak yapar. Bu da sığınılan afetin ne kadar büyük olduğunu fark ettirir.
En-nâs lâfzının tekrar edilmesi, açık söylenmede daha çok izah olmasındandır, bir de insanın şerefini bildirmek içindir.
4- "O vesvese verenin şerrinden” vesvas vesvese demektir, tıpkı zelzal'in zelzele manasına olduğu gibi. Mastar ise kesr ile visvasdır, zilzal gibi. Bundan murat edilen de müvesvis (vesvese veren) dir. Fiilinin ismi ile anılması mübalağa içindir. (Sinsi) yani onun âdeti sinmek, insan Rabbini zikrettiği zaman geri çekümektir.
5- "O ki, insanların göğüslerine vesvese verir” Rablerinin zikrinden gâfil olduklan zaman. Bu,him kuvveti gibidir; o da başlangıçta akla yardım eder. İş sonuca dönünce, geri çekilir ve akla vesvese vermeye, onu şüpheye düşürmeye başlar.
Ellezi lâfzı sıfat olarak mahallen mecrûrdur ya da zem olarak mensûbtur (ezümmuhu) veya merfû’dur (hüvellezi).
6- "Cinlerden ve insanlardan” bu da vesvâs'ın yahut ellezi'nin açıklamasıdır yahut yüvesvisü'ye mütealliktir yani onların göğüslerine vesvese verir, bunu da cinler ve insanlar aracılığı ile yapar.
Şöyle de denilmiştir: Minel-cinneti, ennasi'nin açıklamasıdır, o zaman Nâs'tan insan ve cinleri içine alan iki şey murat edilmiş olur. Fakat bu görüşte zorlama vardır, meğerki en-nâsi'den ennasî (unutan) murat edile, Meselâ "yevme yed'üd dai” (Kamer: 6) gibi (aslı ennasî'dir). Çünkü Hak teâlâ'yı unutmak insanda da cinde de vardır.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den: Kim Muavvizeteyn sûrelerini okursa, sanki Allahü teâlâ'nın indirdiği kitapları okumuş gibi olur.
Ömer Nasuhi Bilmen T : Bu mübarek süre de Felâk sûresini müteakip Medine-i Münevvere'de nazil olmuştur. Altı âyet-i kerimeyi ihtiva etmektedir. Ve Kur'an-ı Kerim'in son yüz on dördüncü sûre-i celilesi bulunmaktadır. İnsanların Alemlerin Rabbi'ne sığınmalarını emrettiği için kendisine böyle "Nas Sûresi" adı verilmiştir. Bu hikmetli sürede ne gibi bir şeyden dolayı Cenab-ı Hak'ka sığınılmasını beyan buyurduğu cihetle kendisinden evvelki Felak süresi ile aralarında büyük bir münasebet vardır.
1. Bu sûre-i celile de insanları vesveseleri ile saptırmak isteyen gerek cin tâifesinin ve gerek bir takım şeytan tabiatlı insanların şerlerinden Kainatın Yaratıcısı'nın koruma ve himayesine sığınmanın lüzumunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Nebilerin, Resüllerin sonuncusu!. Ve ey İnsanların ve Cinlerin Peygamber Dua ve niyazda bulun (De ki:) Ben (insanların Rab'bine sığınırım.) İnsanları yaratan, besleyen, koruyan, terbiye eden, edeblendiren Kerim Yaratıcı'ya sığınınm
2. Ve istirhamına devam ederek de ki: (Nas'ın Melik'ine..) sığınırım. Yani Bütün insanların sahibi, hükümdarı, işlerini idare eden ve bütün insanlığın selamet ve saadetini temin edecek olan hükümlerin koruyucucu ve emredicisi bulunan Yüce Mabud'a sığınmayı bir kulluk vazifesi bilirim.
3. Ve yine niyazına devam ederek de ki: (İnsanların İlâh'ına..) Sığınırım. Yani: Bütün mahlukatın Yaratıcısı, sahibi, olmakla beraber ilahlık ve mabûdluk sıfatına sahip bulunan ve O'nun yegâne varlığından başka bu Yüce sifata sahip bir kimse bulunmayan Allah-ü Teâlâ Hazretlerine sığınırım.
4. (O gizlice vesvese verenin) Yâni: Kalplere yanlış düşünceleri düşürmek isteyen şeytanın ve şeytan tabiatında bulunan aldatıcı kimselerin (şerrinden.) dolayı Allah'ın himayesine sığınırım. O vesveselere kapilmak tehlikesinden emin olmayı niyaz eylerim.
"Vesvas" esasen vesvese, yani: Gizli ses mânâsına olup insanın içersine kötü düşünceleri bırakan şeytandan ve o gibi vesvese veren kimselerden ibarettir. "Hannas" da geri çekilen, sinsi sinsi çalışan, fırsat gözeten, vakit vakit fazlaca vesvese veren, aldatmaya çalışan demektir.
5. Evet.. O şeytandan Cenab-ı Allah'a sığınmalıdır. (Ki..O) Pis (insanların göğüslerinde vesvesede bulunur.) onun bunun içerisine yanlış kuruntular düşürür, bâtıl şeyleri süslü göstererrek bir nice gåfilleri aldatır, onları güzelce düşünmekten mahrum bırakır, felaketlere uğratmış olur.
6. Gerçekten de öyle pek büyük birer düşman olan aldatıcı kimselerden, o kalplere vesveseler düşüren din düşmanlarından kaçınılmalıdır, öyle vesvese veren (gerek cinden ve gerek insandan) olsun.. Herhangi bir taifeden bulunmuş ise bulunsun, onların hepsinden de kaçınılmalıdır, onların şerlerinden Allah-ü Teala'ya sığınmalıdır. Başka türlü bir kurtuluş çaresi yoktur.
"Bu ilahi emir gösteriyor ki: İnsanları aldatmaya, sapıtmaya çalışanlar, iki guruptur. Birincisi cin şeytanlarıdır ki, bunlar vakit vakit insanların içerlerine vesvese düşürür, insanları yanlış bir yola sürüklemek isterler. Diğerleri de insan şeytanlarıdır ki: Bunlar daha büyük, daha kurnaz şeytanlardır. Bunlar çok kere kendisini iyiliksever göstererek båtil fikirlerini, vesveselerini başkalarına telkine çalışır dururlar. Şüphe yok ki: Açık düşmanlara karşı direnmek, nisbeten kolaydır. Fakat gizli düşmanlara, kalplere vesvese düşürmeğe çalışan şeytan taibatlı kimselere karşı koymak pek zordur. Onlara karşı pek uyanık bir hålde bulunmak lazımdır.
Çünkü, böyle bir düşman, insanı yalnız maddi ve geçici bir hayattan muhrum bırakmış olmaz. Belki insanın ebedi, manevi hayatını zehirleyerek onu en büyük mahrumiyetlere, cezalara uğratmış olur. Binaenaleyh akıllı bir insan, dostu ile düşmanını tanır, ne cin şeytanlarının vesveselerine kıymet verir, ne de insan şeytanlarının lakırdılarını dinlemeye tenezzül eder.
"Allah'a hamd olsun" elimizde bir terazi vardır, hakiki bir ölçü mevcuttur. O da muazzam mabūdumuzun kudsi hükmleridir, yüce emrleri ve yasaklarıdır. Bunlara muhalif olan herhangi bir söz, herhangi bir hareket, doğru değildir. Artık kendi selamet ve saadetini düşünen bir mütefekkir insan; öyle dil veya yazıyla olan zararlı telkinlere, aldatmalara kıymet vermez, İslam dininin gösterdiği selamet ve hidayet yolunu takibe çalışır, ebedi muvaffakiyetlere nail olur.
Kısacası: İnsanın manevi varlığını, ebedi selametini yok etmek isteyen, insanı ruhan zehirleyerek ebedi hüsrana düşürmeğe çalışan kimselerden sakınmanın pek ehemmiyetine işaret için olmalıdır ki: Bu sûre-i celilede kendisine sığınmakla emrolunan yüce zâtın hem Rablığı, hem malikiyyeti, hem de ilahlığı beyan buyrulmuştur.
Binaenaleyh biz mü'minler daima o kerim, rahîm mabûdumuzun himayesine sığınınız, bizleri görünür, görünmez düşmanlardan korumasını istirlam eyleriz. Bizleri gaflet, cehâlet uykularından kurtararak ruhlarımızı Kur'an'ın nurları ile aydınlatmasını niyazda bulunuruz. Ey lûtf ve ihsâni sonsuz olan mukaddes mâbûdumuz!. Bu aciz kulunun kusurlarını da afv buyur, inleyen kalbini genişleterek Kur'an'ın feyizlerinden yararlandırır, peygamberlerin efendisi hürmetine.
İbn Kesîr T : Mekki bir süre olup altı ayettir.
Rablik, mülkiyet (hükümranlık) ve ulühiyet (ilahlık); bu üç sıfat yüce Rabbin sıfatlarındandır. O herşeyin rabbi, hükümdarı ve ilâhıdır. Bütün herşey onun yarattığı ve onun sahip olduğu varlığıdır. Bu nedenle korunmak istenen kimseye bu sıfatlara sahip olan birine sınmasını emretmiştir. O sinsi vesvesenin şerrinden Bu her insana verilen şeytandır. Her Ademoğlunun kendisine kötülükleri güzel gösteren ve fesat konusunda kendisinin peşini bırakmayan bir yakını (şeytanı) vardır. Bundan korunanlar ancak Allah'ın koruduklarıdır. Buhârî'nin Sahih'inde şu hadis rivayet edilmektedir: "Sizden herbiriniz için bir şeytan görevli kılınmıştır. Ashab; 'Sana da mi Ey Allah'ın Resulü!" dediler. Peygamber (a.s); 'Evet bana da... Ancak ona karşı Allah bana yar- dim etti ve o müslüman oldu. Artık bana yalnızca hayn emrediyor." " Buhâri ve Müslim'de rivâyet edilen başka bir hadiste şöyledir: "Şeytan Ademoğlunun kan damarlarında dolaşır. Bu nedenle sizin kalbinize bir şey -ya da bir kötü- lük- atmasından çekindim." Hafiz Ebû Ya'là el-Mevsili'nin, Enes b. Malik'ten rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Şeytan burnunu Ademoğlunun kalbi üzerine koyar. Kişi Allah'ı zikrederse geriye kaçar, zikretmeyi unutursa kalbini kapar. İşte bu el Vesvásil Hannás olan şeytandir." Bu hadiste, kalbin. Allah'ı zikrettiğinde şeytanın küçülüp mağlup olduğuna, zikretmediğinde ise büyüyüp galip geldiğine delil vardır. İbn Abbas ayette geçen 'el-Vesvâsi'l-Hannás sözü için: "Ademoğlunun kalbine yerleşen şeytandır. Kişi Allah'ı unutup gaflete dalarsa vevese verir, Allah'ı zikrettiğinde ise geri çekilir" demiştir.
Ruhul Beyan T : 1-De ki: 'Sığınırım ben insanların Rabbine... Yani faydalarına olan şeyleri bolca vermek ve zararlarına olan şeyleri de uzaklaştırmak suretiyle kendilerini terbiye eden, işlerini çekip çeviren Allah'a sığınırım.
2-İnsanların hükümdarına... Bu âyet açıklamaktadır ki, Cenab-ı Hak'kın onları terbiye etmesi, diğer mal sahiplerinin, sahip oldukları mallarında uyguladıkları terbiye üslûbuna benzemez. O'nun Rabliği, kâmil bir hükümranlık, yaygın bir tasarruf ve mutlak bir hakimiyet tarzındadır. Hazret-i Peygamber'in dualarından birisi şöyledir: ”Hamd, sadece sanadır. Senden başka ilâh yoktur. Her şeyin Rabbi ve hükümdarı sensin."
3-İnsanların ilâhına... Bu âyet belirtmektedir ki, Allahü teâlâ 'nın hakimiyeti, diğer hükümdarların en fazla yapabildikleri gibi sadece insanlar üzerinde üstünlük kurmak, yaşama tarzlarını düzenleyip yönetmek, muhafaza ve himaye esaslarını üstlenmekten ibaret değildir. O'nun hakimiyeti bundan da öte ilâhlığa dayalı, yok etme, var etme, öldürme ve diriltme gibi, onlar üzerinde her türlü tasarrufu, kâmil manada sağlayacak olan mabudluk yoluyladır. Bütün âlemlerin düzeni O'nun ilâhlığı, otoritesi ve Rabliğine tâbi olduğu halde özellikle, ”insanların Rabbi, hükümdarı ve ilâhı" denmesi şundan ötürüdür: Burada kendisinden sığınılan, insanlara düşmanlığıyla bilinen şeytanın şerridir. İnsanların Allah'ın kulluğu ve otoritesi altında bulunduğunu söylemek, onları şeytanın baskı ve tehlikesinden kurtarmanın bir bakıma işaretini vermektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: ”Kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz..." (Hicr: 42) Muzaf-ı ileyh (tamlayan) olan ”insanlar" sözünün tekrar edilmesi, izafet yoluyla durumun iyice açığa çıkarılması ve vurgulanması içindir. Çünkü şerefli sayılmayanlara önem verilmez, adı tekrarlanmaz, aksine ihmal edilip bir tarafa bırakılır. İnsanlar ise şerefli oldukları için tekrar edilmişlerdir. Şâir şöyle dedi:
Numân'ın adını bize tekrar tekrar an, O, andıkça kokusu yayılan misktir her an.
Şayet insanlar, yaratılmışların en şereflisi olmasalardı, Allah kitabını onların adıyla bitirmezdi.
4-O sinsi vesvesecinin şerrinden... ”Vesvâs," vesvese anlamında bir isimdir. Hissedilip sakmılamayan gizli bir fısıltıdır. Vesvese, vesvesecinin tekrarladığı ve kalbine attığı kimsenin yanında vurguladığı bir söz olduğu için, mana tekrarlandıkça vesvese sözü de tekrarlandı. ”Vesvâs"tm maksat, şeytandır. Çünkü o, sesini işitmeksizin kalbin anladığı gizli bir sözle yani fısıltıyla günaha çağırmaktadır. Bu da, Allah'ın rahmetinin genişliğini ileri sürerek veya ömrünün uzun olduğunu ve tevbe için çok zaman bulunduğunu hayal ettirerek olmaktadır. Şeytan, mübalâğa için yaptığı vesvese fiiliyle adlandirildi. Devamlı vesvese verdiği için sanki bizzat vesvesenin kendisi sayıldı. Cenab-ı Hak, vesvesesinin şerrinden demedi de vesvâs diye tanımlanan şeytanm şerrinden sığınmayı dile getirdi ki, sığınma, onun bütün serlerini kapsasın. O, şeytanı, sıfatlarının en kötüsü, en tesirlisi ve en bozguncusuyla tanımladı.
Şeytanın, insanoğlunu çağırdığı şeyler şu altı mertebede toplanmaktadır:
Birinci mertebe: Küfür, şirk, Allah ve Rasûlüne düşmanlık. Bu konuda insanoğluna galip gelirse içi serinler ve beraberindekilerle yorgunluğundan istirahat eder. Şeytanın insandan ilk istediği budur.
İkinci mertebe: Bid'attır ki, bu, iblise günahtan daha sevimli gelir. Çünkü günahtan tevbe edilir ve günah silinir. Bidat ise, sahibi onu doğru sanır ve tevbe etmez. Şeytan bundan âciz kalırsa üçüncü mertebeye geçer.
Üçüncü mertebe ise, bütün çeşitleriyle büyük günahlardır. Bundan da âciz kalırsa dördüncü mertebeye atlar.
Dördüncü mertebe; biriktiğinde sahibini mahveden küçük günahlardır. Küçük günahlar, küçücük odunlardan yakılan ateş gibidir. Şeytan bunda başarılı olmazsa beşinci mertebeye geçer.
Beşinci mertebe: Kendisinde sevap ve ceza bulunmayan mubah işlerle meşgul olmaktır. Ancak burada mubah işlerle uğraşmaktan ötürü sevabı kaçırma cezası vardır. Bunda da başarılı olamazsa sonraki mertebeye geçer.
Altıncı mertebe: Bu mertebe ise, daha sevaplı işleri bırakıp az sevaplı işlerle meşgul etmektir. Şeytan, hiç olmazsa insanı daha sevaplı olan amelin sevabından mahrum etmek istemektedir.
Ebû Amr el-Buhârî (radıyallahü anh) şöyle dedi: ” Vesvesenin aslı ve neticesi on şeyden meydana gelir. Birincisi hırstır. Ona tevekkül ve kanaatla karşılık ver. İkincisi emeldir. Onu da hemen öleceğini düşünerek kır. Üçüncüsü dünya nimetleriyle zevklenmedir. Ona da, nimetlerin kaybolacağını ve hesaplarının uzunluğunu düşünerek karşı koy. Dördüncüsü hasettir. Onu da Allah'ın adaletini göz önüne alarak yok et. Beşincisi sıkıntıdır. Ona da Allah'ın ihsanını düşünerek karşı koy. Altıncısı kibirdir. Onu tevazu ile kır. Yedincisi mü'minin değerini küçümsemedir. Onu da mü'minleri sayarak ve hürmet ederek izale et. Sekizincisi dünya sevgisidir. Onu ihlâsla yok et. Dokuzuncusu yükselme ve baş olma arzusudur. Onu zillet ve huşu ile defet. Onuncusu cimriliktir. Onu da cömertlikle yok et."
Hannâs: İnsan Rabbini andığı zaman sinip geri çekilmeyi huy edinen demektir.
Hikâye edildiğine göre velîlerden birisi Allahü teâlâ 'ya duâ ederek şeytanın nasıl gelip vesvese verdiğini görmek istedi. Bunun üzerine Allah ona billur şeklinde bir insan silueti gösterdi. İki omuzu arasında kuş yuvası gibi siyah bir boşluk vardı. Sinsi şeytan geldi. O domuz kılığında idi ve fil hortumu gibi uzun hortumu vardı. İnsan vücudunun her tarafını yoklamaya başladı ve iki omuzu arasına gelip hortumunu kalp tarafına sarkıttı, hemen ona vesvese vermeye koyuldu. Kul Allah'ı zikredince şeytan geriye çekildi, bundan dolayı ona, geriye çekilen manasına ”hannâs" dendi. Çünkü zikrin nuru kalpte gözükünce o gerisin geriye çekilir. Şeytanın cisimlere girmesi de mümkündür. Çünkü o, her ne kadar ateşten yaratılmış olsa da lâtif bir cisimdir. Yakıcı değildir. Zira ateş, hava ile karışınca insan gibi özel bir karışını ortaya çıkmaktadır.
5-O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar. İnsan Allah'ı anmaktan gafil olunca vesvese verir. Cenab-ı Hak önce şeytanın vesvesesini, sonra da vesvese yeri olan göğüsleri zikretti. ”İnsanların göğüslerine vesveseler fısıldar" sözündeki inceliği iyi düşün. Kalplerine demedi de, göğüslerine dedi. Göğüs kalbin alanı ve evidir. Şeytandan insan aleyhinde olan kötü duygular içeri girer, göğüste toplanır sonra kalbe ulaşır. Göğüs, dehliz konumundadır.
Kalpten çıkan duygu ve emirler de göğüse gelir, oradan diğer organlara dağılır. Şeytan kalp mıntıkasına ve evine girer. İstediğini kalbe atar. Böylece göğüsten kalbe ulaşacak şekilde göğüslere vesvese vermiş olur.
6-Gerek cinlerden, gerek insanlardan.'“ el-Cinnetü," cin topluluğu demektir. ”Miri' vesvese vereni açıklamak için gelmiştir. Vesvese veren ise, insan ve cin olmak üzere iki kısımdır. Nitekim Allahü teâlâ  şöyle buyurmuştur: ”Cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık..." (En'am: 112) Kendisine vesvese verilen ise, birtek cinstir. O da, insandır. Cin şeytanı, bazan vesvese verip, bazan çekildiği gibi, insan şeytanı da aynı şekilde yapmaktadır. Önce insana bâtıl fikirleri aşılar, sonra da ona karşı kendisini cok samimi ve merhametli bir dost gibi takdim eder. Dinleyen onu reddederse geri çekilip vesvese vermeyi bırakır. Şayet sözünü dinleyip kabul ederse vesveseyi artırır.
Burada mühim bir incelik vardır; Felak sûresinde kendisine sığınılan Allah, bir sıfatla belirtildi. O da. ”felahın Rabbi" sıfatıdır. Kendisinden sığınılan ise, üç çeşit musibettir. Bunlar; gece, büyücüler ve hasetçidir. Nâs sûresinde ise, kendisine sığınılan Allah, üç sıfatla sıfatlanmıştır. Bu sıfatlar; Rab, melik ve ilâh'tır. Kendisinden sığınılan musibet ise, bir tektir. O da vesvesedir. Malumdur ki, istenilen şey çok önemli, ona karşı arzu da tam ve aşırı olursa, istekten önce isteyicinin övgüsü çok olur. Önceki sûredeki istek, bedenin, belirtilen âfetlerden selâmette olmasıdır. Bu sûredeki ise dinin, şeytanın vesveselerinden selâmette olmasıdır. Bu, her nekadar bir tek istekse de çok önemli bir istektir. Bedenin belirtilen musibetlerden selâmette olmasını istemek çeşitli ise de, dinin vesveseden selâmetini istemek kadar önemli değildir.
Hazret-i Âişe validemizden şöyle rivayet edilmiştir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), her gece yatağına girdiği vakit, iki avucunu bir araya getirir, onlara üfler, İhlâs, Felak ve Nâs sürelerini okur, sonra da vücudunun erişebildiği yerlerini sıvazlardı. Önce başından, yüzünden ve vücudunun ön taraflarından başlar ve bunu üç defa yapardı."
Kûtu'l-Kulûb adlı eserde şöyle denilmektedir: ” Kul, dersine şöyle diyerek başlasın: 'Kovulmuş şeytanın şerrinden, her şeyi bilen ve işiten Allah'a sığınırım. Ey Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabbim!' Sonra Nâs ve Fatiha sûrelerini okusun ve her sûreyi okuduğunda da: 'Allah doğru söyledi, Peygamberi de tebliğ etti' desin ve şöyle devam etsin: Allahım! Bu duamızda fayda ve bereket ihsan et. Hamd alemlerin Rabbi Allah'a aittir. Hayy ve Kayyımı olan Allah'tan af dilerim."
9 notes · View notes
alemimisal-blog · 6 years
Text
Tumblr media
Fetih süresi okumanın fazilet ve faydaları
Her kim Ramazan-ı Şerif hilalini gördüğü zaman, Fetih suresini 3 defa okursa, Allah’u Teala o kulunun rızkını gelecek sene aynı güne kadar bol bol ihsan eder, geçim sıkıntısı çekmez.Bu sureyi 7 kere okuyan kimse her müşkülünü halledip her muradına nail olur.Her kim 33 kere Fetih suresini okursa, hapisten kurtulur.Olmasını istediği bir iş için bu sureyi üç veya beş veya yedi günde 41 defa okursa, o iş bi-iznillah hallolur.Sıkıntı ve bunalımda olan bir kişi bu sureyi okursa, Allah’u Teala lütuf ve keremiyle o kimsenin gam ve kederini, sıkıntı ve üzüntüsünü giderir.İmam Sa’lebi (rahimehullah) Fetih Suresinin fazileti hakkında şöyle buyurdu: “Fetih suresini okuyanların, meleklerin tesbihlerinden ve zikirlerinden nasibi vardır.”İşleri bakımından sıkıntıda olanlar okursa, Allah’u Teala o kimselerin işlerini kolaylaştırır ve sıkıntıdan kurtarır.Her kim Besmele ile beraber Fetih Suresinin 1-3 ayetlerini okumaya devam ederse, işleri açılır ve büyük nimetlere kavuşur.Fetih suresinin 29. ayetini okursa, duası kabul olur, dünya ve ahirette büyük rızıklara ulaşır, maddi ve manevi sıkıntılar için büyük faydası vardır.Bu ayeti yazıp üzerinde muska şeklinde taşırsa, Allah’u Teala o kişiyi görünür görünmez bütün kaza ve bealalardan korur.
 Kaynaklar
Buhârî, Megazî, 64; Mâlik, Muvatta’, Kur’an-ı Kerim, 9
Ebu Suud Efendi, Ebû Suud Tefsiri (İrşâdü Aklis-Selim), 8/115; Ebû-Leys Semerkandî, Tefsîrul-Kur’ân, 6/20-34
Geylânî, Gunye, 2/14; Safûrî, Nüzhetül-mecâlis, 1/146
Bursevi, Rûhul-Beyân, 9/61
Buhârî, Megazi, 48, Tefsir (Sure), 48; Fedâilül-Kuran, 24, Tevhid, 50; Müslim, Müsâfir’ın, 238; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/55,56
2 notes · View notes
yalnzardc · 1 year
Text
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
لإيلافِ قُرَيْشٍ (۱) إِيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشَّتَاءِ وَالصَّيْف (۲) فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ (۳) الَّذِي أَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعِ وَآمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ (٤)
Kureyş sr.
Safvetüt Tefasir: Bu mübarek sûre, Yüce Allah'ın Mekke halkına verdiği büyük nimetlerden bahseder. Şöyle ki: Onların, ticaret için kışın Yemen'e, yazın Suriye'ye olmak üzere iki seferleri vardı. Yüce Allah Kureyş'e, birçok nimeti arasında iki büyük nimet ihsan etmişti: Bunlar emniyet ve istikrar ile zenginlik ve bolluk nimetleri idi: "Kendilerini açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılan bu evin Rabbine kulluk etsinler."
1.2. Allah, kışın Yemen'e, yazın Suriye'ye yapmaya alıştıkları ticaret yolculuğunu Kureyş'e kolaylaştırdığı için O'na ibadet etsinler. Allah onları kış ve yaz yolculuklarına alıştırdı. Zira onlar ticaret yolculukları yaparlar, yiyecek ve giyecek alırlar, gidip gelirken kazanç sağlarlardı. Bu yolculuklarda onlar huzur ve güven içinde olurlardı. Hiç kimse onlara kötülük yapmazdı. Çünkü geçtikleri yerlerdeki insanlar onlar hakkında şöyle diyorlardı: Bunlar Allah'ın evinin komşuları ve Harem'inin sakinleridir. Bunlar Allah dostlarıdır. Çünkü Kabe'nin idaresini elinde bulunduranlardır. Bunlara eziyet ve zulüm etmeyin! Yüce Allah fil ordusunu helâk edip tuzaklarını başlarına çevirince, Mekke halkının kalplerdeki tesiri daha da arttı, prens ve krallar onlara daha çok saygı gösterdiler. Bu sayede Kureyşlilerin menfaatleri ve ticaretleri daha da çoğaldı, işte bunun içindir ki, Yüce Allah Kureyş'e verdiği nimetleri saydı ve onlara hatırlattı ki, Allah'ı birlesin ve O'na şükretsinler.
3. Öyleyse bu Beyt-i Atik'in yani Kabe'nin sahibine kulluk etsinler ve bu ibadetlerini; Yüce Allah'ın sadece kendilerine verdiği bu büyük nimet için bir şükür kılsınlar. Tefsirciler şöyle der: Yüce Allah sanki şöyle buyuruyor: Diğer nimetlerinden dolayı O'na ibadet etmiyorlarsa da hiç olmazsa, onları bu iki yolculuğa alıştırdığı için ibadet etsinler. Bu yolculuklar, Allah'ın onlara lütfettiği en açık nimetlerdendir. Çünkü onlar çiftçilik ve hayvancılık yapılamayan bir beldede yaşıyorlardı.
Bunun içindir ki Yüce Allah daha sonra söyle buyurdu:
4. İşte bu ilah, öyle bir ilahtır ki, onları şiddetli açlıktan doyurmuş ve şiddetli korkudan emin kılmıştır. Kureyşliler huzur ve güven içinde volculuk yapar, hiç kimse onlara saldırmazdı. Ne sefer ne de hazar halinde hiç kimse onlara saldırıda bulunmazdı. Nitekim Yüce Allah mealen, "Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken bizim orayı güvenli ve mukaddes bir yer yaptığımızı görmediler mi?" buyurmuştur. Bu, dedeleri İbrahim (a.s.)'in duası bereketiyle olmuştur. Zira o, mealen "Ey Rabbim! Bu şehri emin bir şehir yap" diye dua etmişti. Yine o, "Onlara meyvelerden rızık ver" demişti. Şu halde Kureyş'in, sadece kendilerini açken doyuran ve korkudan emin kılan bu Ilaha ibadet etmeleri icab etmez mi?
Fahreddin Râzi şöyle der: Bil ki, nimet ihsanı iki kısımdır. Biri, bir zararı savmaktır. Bu, Yüce Allah'ın Fil Süresi'nde anlattığı olaydır. İkincisi, yarar sağlamaktır. Bu da Yüce Allah'ın bu sürede anlattığı olaydır. Yüce Allah onlardan zararı savip mentaat sağlayınca ki bunlar iki büyük nimettir onlara kulluk etmelerini ve şükürde bulunmalarını emretti: "Bu Beyt'in Rabbine kulluk etsinler..."
Celaleyn T : Mekke devrinde nâzil olup, 4 âyeti kerîmedir.
1-Kureyş alıştırıldığı için,
2-Her sene kışın Yemen'e ve yazın Şam'a yolculuk yapmaya alıştırıldıktan için bu iki ticaret seferleri ile Mekke'de kalıp övünç kaynakları olan Beytullah'a hizmet etmeye katkı sağlıyorlardı. Bunlar, Nadr b. Kinâne'nin çocuklarıdır.
3-Bu Beytin Rabbine ibâdet etsinler!
“ Li îlâfi “ lâfzı ” felya'büdü “ lâfzına tealluk etmekte olup "Fa" zâidedir.
4-Ki o, kendilerini açlıktan ötürü doyurmuş ve korkudan ötürü emin kılmıştır. Mekke'de mahsul yetişmediği için açlık musibetine maruz kalıyorlardı. Ayrıca fil ordusundan da korkmuşlardı.
Taberi T : Bu mubarek sûre Mekke'de nazil olmuştur. 4 ayettir.
Yüce Allah'ın Mekke halkına verdiği büyük nimetlerden, yani onların ticaret için kışın Yemen'e, yazın Sûriye'ye olmak üzere iki seferlerinden bahseder. Bunlar emniyet ve istikrar ile zenginlik ve bolluk nimetleri idi.
Kureyş'in alıştırılması için, Yaz ve kış yolculuklarına alıştırılmasından dolayı: Kureyşlilerin yaz ve kış yolculuklarına alışıp bu yolculukları itiyad haline getirmelerine şaştılar mı?!" Kureyşliler yaz mevsiminde Şâm'a, kış mevsiminde de Yemen'e yolculuk yaparlardı. Kendilerine sayısız nimetler bahşeden şu beytin Rabbine ibadet etmeği de terk ederlerdi.
Bu evin Rabbine ibadet etsinler: Yerleri ve yurtları olan Mekke'de ikamet edip şu Kâbe'nin Rabbine ibadet etsinler.
Ki O, kendilerini açlıktan kurtarmış ve korkudan emîn kılmıştır: O Rab ki; Kureyşlileri, toplanıp kendilerine getirilen ürünlerle açlıktan kurtarıp doyurmuştur. Düşmanların ve has talıkların vereceği korkudan da emîn kılmıştır.
Beydavi T : Mekke'de inmiştir. 4 âyettir.
1- (Kureyş'i alıştırdığı için) bu da "felya’budû rabbe hâzel beyt” (Kureyş: 3) kavline mütealliktir, felya’budû'daki fe de kelâmdaki şart manasından dolayıdır, çünkü mana şöyledir: Onların üzerindeki Allah'ın nimeti sayılmaz; eğer ona başka nimetlerinden dolayı ibâdet etmezlerse:
2- "Onları kış ve yaz yolculuklarına alıştırdığı için” etsinler yani kışın Yemen'e, yazın da Şâm'a iki seferlerinden dolayı ibâdet etsinler. Gıda maddesi için yolculuk ve ticaret yaparlardı ya da mahzûfa mütealliktir Meselâ i'cebu (taaccüp edin, şaşın) gibi veyahut mâ-kabline mütealliktir; bu da şiirdeki tazmin sanatı (bu da beyitin manasının yukarıdaki beyite bağlı olması) gibi olur yani onları (fil sâhiplerini) yenilmiş ekin sapı gibi yaptı, bu da Kureyş'i alıştırmak içindir.
Übey (bin Ka'b)'in Mushaf'ında ikisinin bir sûre gibi bitişik olması da bunu destekler. Şöyle de okunmuştur: Liye'life kureyşün ilfehüm rihleteş şitai.
Kureyş, Nadr bin Kinane oğullarıdır, kirş kelimesinden alınmıştır. O da büyük bir deniz hayvanıdır, gemilerle oynar; ancak ateşle uzaklaştırılır (köpekbalığı). Ona benzetilmeleri her şeyi yiyip hiçbir şey tarafından yiyilmemesinden, her şeyin üzerine çıkıp üzerine çıkılmamasındandır. Kureyş şeklinde tasgîr edilmesi de onu büyütmek içindir.
İylâf'ı önce mutlak zikredip sonra da kayıtlaması (iylafihim rihleteş-şitâi ves-sayf şeklinde) onu gözlerde büyütmek içindir. İbn Âmir hemzeden sonra ye getirmeden (li-ilâfi şeklinde) okumuştur.
3/4 - "Onlar da bu Beyt'in Rabbine ibâdet etsinler. O ki, onları açlıktan doyurdu” yani o iki yolculukla.
Cûin şeklinde nekire olması onu büyütmek, büyük (zor) bir açlık olduğunu göstermek içindir.
Şöyle de denilmiştir: Bundan kast edilen çetin bir kıtlıktır, onda leş ve kemikleri yediler.
"Ve onları korkudan emin etti” fil sahiplerinin korkusundan yahut memleketlerinde ve yolculuklarında saldından emin etti veyahut cüzzamdan emin etti ki, memleketierinde o yoktu.
Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den: Kim Li-îlâfî Kureyşin sûresini okursa, Allah ona Kâbe'yi tavaf eden ve umre yapanların sayısının on misli kadar sevap verir.
Ömer Nasuhi Bilmen T : Bu mübarek sûre, "Et-Tin" sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Dört âyet-i kerimeyi içermektedir. Kureyş kabilesinin eriştiği nimeti bildirdiği için kendisine bu isim verilmiştir. Maamafih kendisine "Liilafi Kureyş" sûresi de denilir. Bundan evvelki Fil sûresi, Cenab-ı Hak'kın Mekke ahalisini muhafaza edip düşmanlarını helâk etmiş olduğunu bildirdiği gibi bu sürede de yine o ahali hakkındaki diğer bir ilahi nimeti bildirdiği için bu iki sûre arasında büyük bir münasebet vardır.
Bu mübarek sûre, Kureyş kavminin ticaret ve seyahat hususunda da ilahi korumaya erişmiş olduklarından dolayı şükür vazifesini yerine getirerek Harem-i Şerif'in kerim sahibi olan Cenab-ı Hak'ka ibadette bulunmakla mükellef olduklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Kureyş kabilesi hakkında Allah-ü Teâlâ'nın çeşitli nimetleri, himayeleri vardır. Bunlardan dolayı o kabilenin Hak Teala'ya şükretmeleri, ibadet ve itaatte bulunmaları icabetmektedir. Kısaca: (Kureyş'in) Ticaret için başka beldeye seyahate, gitmeye (ülfet ettirildiğinden dolayı..) tam bir emniyetle buna muvaffak oldukları için Hak Teâlâ'ya şükr ve ibadette bulunmalıdırlar.
2. Evet.. (Onların) O Kureyş kabilesinin (kış ve yaz seyahate) diledikleri beldeler seyahate ve gitmeye (ülfet ettirilmiş) buna dair kendilerine kolaylıklar ve muvaffakiyet ihsan buyrulmuş (oldukları için) öyle şükür ve kulluk vazifesini, yerine getirmeye devam etmelidirler.
3. İşte onlar, böyle bir muffakiyete, korunmaya nail bulunmaktadırlar. (Artık) Bu nimetlerden dolayı (bu beytin) bu harem-i şerif'in (Rab'bine) sahibi olan Allah- ü Teala'ya (ibadette bulunsunlar) Allah'ın birliğini tasdik ederek şükür vazifesini yerine getirmeye çalışsınlar, bir kere şunu da düşünsünler (ki:) o Kerem Sahibi Yaratıcı..
4. (Onları) O Kureyş taifesini (açlıktan) kurtarıp nice nimetlere kavuşturmakla kendilerini (doyurdu.) ihtiyaçtan kurtardı (ve onları korkudan emîn kıldı.) beldelerini bir güven yurdu kılarak ona suikastta bulunan Ebrehe gibi düşmanlarını kahr etti ve cezalandırdı. Artık bu kadar ilahi korumaya ve lütuflara nail olan bir insanlık topluluğu için gerekir ki: O kerim, rahim Yaratıcısına ibadette, şükürde bulunsun, Allah'ın dinine aykırı hareketlerden son derece kaçınsın.
"Kureyş kabilesi" Nadr İbn-i Kinanenin evlâd ve torunlarıdır. Kinane ise İsmail Aleyhisselâm'ın oğullarından biridir. Bir hadis şerif şu meâldedir. Şüphe yok ki: Allah-ü Teâlâ, Kinaneyi İsmail oğullarından istifa etmiş seçmiştir. Kureyşten de Ben-i Haşim'i çıkarmıştı. Haşim oğullarından da beni seçmiştir.
Kureyş lafzı: Ya Kırş lafzından bir küçültme ismidir. Kırş ise denizlerde bulunan büyük bir canavardır ki: Gemilere saldırır, ateşten başka bir şey ile bertaraf edilemez. İşte Kureyş tâifesine de fazlaca kuvvetli oldukları için bu ad verilmiştir. Yahut Kureyş tabiri; kesb, kazanç manâsına olan Karş läfzından alınmıştır. Çünkü O taife, ticaret beldelere giderek kazançlar elde ederlerdi. Evet, deniliyor ki, Kureyş tàifesi, kış vakti Yemen'e gider oradan kokular, elbise gibi şeyleri satın alırlardı, yazın da Şam beldelerine gider, oradan da zira ürünleri alır. kendi beldelerine getirirlerdi
Kureyş tâfesi, Harem-i Şerif'in sakinleri oldukları için diğer Araplar; bunlara hürmet eder, saldırıda bulunmazlardı. Halbuki: O araplar kendi aralarında daima mücadelede bulunurlar, birbirlerinin mallarını gasb ve yağmalarından geri durmazlardı. Velhasıl: Bu Kureyş taifesi, pek seçkin ve tam bir emniyete mazhar idiler. Artık onların Cenab-ı Hakka şükretmeleri, özellikle içlerinden ortaya çıkarak bütün insanlık için en büyük bir ilahi lütuf olan Resûl-İ Ekrem'i tasdik, bütün emirlerine itaat etmeleri icabetmez mi idi?. İşte Cenab-ı Hak, onlan ibadet ve itaate davet ediyor, Ne yazık ki: Onlardan bir çokları bu vazifelerini yerine getirmeye çalışmamış, bilakis Resûl-i Ekrem'e, karşı muhalif cephe almışlardı. Hak Teála Hazretleri cümlemize başiretler ihsan buyursun, amin.
İbn Kesîr T : Mekki olup dört ayettir.
Her bu sûre kendinden önceki sûreye bağlı da olsa, İmam Mushafına göre, kendinden önce bulunan sûreden besmele satırı ile ayrılmıştır. Nitekim Muhammed b. İshak ve Abdurrahman b. Zeyd bunu ifade etmektedirler. Bu alimlerin görüşüne göre iki sûrenin birbiriyle bağlantılı olarak anlamı şudur: "Biz Mekke'yi fillerden koruduk ve fil sahiplerini yok ettik ki; Kureyşe kolaylaştırılsın. Yani onlar ülkelerinde emniyet içerisinde bir araya gelmeleri ve birbirlerine ısınmaları gerçekleşsin diye bunu yaptık." Bir görüşe göre Kureyş'e kolaylaştırılan şeyin; kışın Yemen'e, yazın da Şam'a ticaret ve farklı münasebetlerle yolculuk yapmalarının kolaylaştırılması ve vatanlarına emniyet içerisine seferlerinden dönmeleridir. Kureyş'in; Harem'in sakinleri olmalarından insanlar nezdinde saygıdeğer idiler. Onları tanıyanlar saygı duyar, onlarla yolculuk edenler emniyete olurlardı. Bu durum onların yaz ve kış yolculuklarındaki halleriydi. Harem beldede oturmaları ise ayette buyrulduğu gibidir: "Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke'yi) güven içinde kudsi bir yer yaptığımızı görmediler mi? Kureyş'e kolaylaştırıldığı, Evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için, İkinci ayet birinci ayetteki kolaylaştırmayı açıklamaktadır. İbn Cerir şöyle demiştir: "Doğru olan ayetin başında bulunan 'Lâm' harfinin teaccub ifade eden 'Lâm' anlamında olmasıdır. Ayette şöyle denmektedir: 'Kureyş'e kolay. laştırılan şeylere ve onlara bu konuda vermiş olduğum nimetlere hayretle bakın. Çünkü müslümanların icma etmesiyle bu iki súre birbirinden ayrı müstakil sürelerdir." Daha sonra Allah Kureyş'in bu yüce nimete şükretmeleri konusunda yol göstermektedir ve şöyle buyurmaktadır: Onlar, şu evin Rabbine kulluk etsinler, ki, yani ibadetiyalnız Allah'a yapsınlar. Nitekim Allah onlara güvenilir bir harem gölgesi ve beyt-i haram'ı ikram etmiştir. Nitekim bir ayette: "(De ki:) Ben ancak, bu şehrin (Mekke'nin) Rabbine -ki O burayı dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum." buyrulmuştur. Kendilerini açlıktan doyurdu yani şu evin Rabbi onları açlıktan doyurandır ve her çeşit korkudan emin kıldı. Yani onlara emniyet ve kolay geçim, ucuzluk vererek ikramda bulundu. Bu nedenle ibadette yalnızca Allah'ı birlesinler ve ona şirk koşmasınlar. Onun dışında putlara, ortaklara tapmasınlar. Bu nedenle kim bu emre icabet ederse Allah o kimse için hem dünya hem de ahiret güvenini bir arada ihsan eder. Kim de bu emre isyan ederse Allah o kimseden dünya ve ahirette güvenlliği ondan alır. Nite- kim Allah (Celle Celalühü) bir ayette şöyle buyurmuştur: "Allah, (ibret için) bir ülkeyi örnek verdi Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı." Usâme b. Zeyd'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamber'i (a.s) şöyle buyururken işittim 'Kureyş'e kolaylaştırıldığı, Evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için (ayetini okudu ve) Yazık size Ey Kureyş! Şu evin rabbine ibadet edin ki o sizi açlıktan doyurdu ve korkudan sizi güvende kild:
Ruhul Beyan T : Mekke devrinde nazil olmuştur, 4 âyettir.
1 - Kureyş'in uzlaşması için... Âyetin başındaki ”için" anlamına gelen ”lâm" harfi cerri, üçüncü âyetteki ”kulluk etsinler" anlamındaki ”fe'l-ya'budû" kelimesine bağlıdır. Bu kelimenin başındaki ”fa", sözde, şart manası olduğu için getirilmiştir. Çünkü mana şu şekildedir: ”Şüphesiz Allah'ın onlar üzerindeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Ona diğer nimetleri için kulluk etmeseler bile, hiç olmasa bu değerli nimet için bari kulluk etsinler."
"Îlâf kelimesi, mastardır. Bir şeye sarılma ve devam etme manas nidadır. Kureyşlilerin iki istikamete seferleri olurdu. Kışın Yemene, yazın da Şam'a yolculuk ederler, gıda maddesi getirirler, ticaret yaparlardı. Onlar bu yolculuklarında emniyette idiler. Çünkü Allah'ın Harem'inin ahalisi, Kabe-i Muazzama'nın hizmetkârları idiler. İnsanların soyulduğu mallarının alınıp kaçıldığı bir dönemde onlara saldırılmazdı.
Kureyşten birisi aç kaldığında, kendisi ve ailesi bir yere çıkarlar, bir çadır kurarlar ve ölünceye kadar orada dururlardı. Bu âdet, kavminin efendisi olan Haşim b. Abdi Menaf gelinceye kadar sürdü. Haşim bir gün kalkıp halka hitabetti, şöyle dedi: ”Siz yeni bir şey ihdas ettiniz. Onunla azalıyor, zillete düşüyorsunuz. Siz Allah'ın Harem'inin ahalisisiniz. Hazret-i Âdem'in oğullarının en şereflilerisiniz. İnsanlar size tabidirler" dedi. Kureyşliler: ”Biz sana tâbiyiz, sana muhalefet edecek değiliz" dediler. Haşim onları kışın Yemen'e, yazın da Şam'a ticaret yapmaları için iki yolculukta birleştirdi. Zenginler ne kazanırsa onu, fakirlerle paylaştı. Öyle ki fakirleri zenginleri gibi oldu. İslâm geldiği zaman onlar bu vaziyette idiler. Araplar arasında Kureyşlilerden daha izzet sahibi, daha çok malı olan bir baba evlâdı yoktu. Haşim, Şam'dan Mekke'ye buğdayı ilk getirendir.
2- Onların kış ve yaz yolculuklarında uzlaşmaları için... Bu cümle öncekinden bedeldir. ”Rihle" yolculuk demektir. Aslında bu ”râhile" yani kuvvetli deve üzerinde yolculuk demektir. Daha sonra bu kelime, her yolculuk için kullanılmıştır.
3- Bu evin Rabbine kulluk etsinler.
4- O, Allah'ın Hareminin sakinleri ve komşuları olmaları sebebiyle şeref bulmaları ve zenginleşene kadar gitme imkânı buldukları bu iki yolculuk vasıtasıyla kendilerini daha önce mübtela oldukları şiddetli açlıktan doyuran... Bunun, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in şu âyetlerde belirtilen duası sebebiyle olduğu söylenmiştir: ”...Ey Rabbim! Bu beldeyi emniyetli kıl. Halkından Allah'a ve âhiret gününe iman edenleri mahsullerle rızıklandır..." (Bakara: 126) ”...Onları meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler." (İbrahim:37) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu dualarını Rabbimizin kabul ettiğini ve her şeyin ürünleriyle rızıklandırdığını da şu âyetten anlıyoruz: ”...Biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi?..." (Kasas: 57)
Kureyşliler. Haşim kendilerini anılan iki sefere alıştırıncaya kadar açlık onların yakasını bırakmıyordu. ” Ben derim ki, bütün bunlardan çıkacak olan mana şudur: ”Onları rızıklandırmak ve yedirmek suretiyle açlıktan kurtardı." Ve korkudan emniyette kılandır. Burada muradedilen korku, takdir edilemeyecek derecede büyük korkudur. O da memleketlerinde ve yollarda yağmalanmak, soyulmak korkusudur. Mana şudur: Onları doyurdu, artık kendilerine açlık musallat olmaz. Emniyette kıldı, korku musallat olmaz.
Ebû Talib'in kızı Ümmühânî (radıyallahü anh)'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Allah. Kureyşi yedi özellikle üstün kılmıştır. Bunları daha önce kimseye vermemiş, onlardan sonra da kimseye vermez. Peygamberlik, hilâfet, Kabe'nin perdedarlığı, hacılara su dağıtma görevi hep onlardadır. Fil ashabına karşı onlara yardım etti. Onlardan başka kimse kulluk etmezken on sene Allah'a kulluk ettiler. Onlar hakkında Kurandan bir sûre indi. O sûrede, ”Li iylâfi kureyşin" sûresinde, başka hiç kimseyi anmadı. İşte bunlar Kureyşin faziletleridir.
9 notes · View notes
yalnzardc · 1 year
Text
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِيلِ (۱) أَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِيلٍ (۲) وَأَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا أَبَابِيلَ (۳) تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجِّيلٍ (٤) فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفِ مَأْكُولٍ (٥)
Fil sr.
Safvetüt Tefasir: Fil sûresi Mekke'de inmiştir. Bu sûre "Ashab-ı fil, Fil Ordusu" kıssasını anlatır Bunlar Kabe-i Muazzama'yı yıkmak istedikleri zaman Allah onların tuzaklarını başlarına çevirdi, evini onların tasallut ve taşkınlıklarından korudu. Dudağı yarık Ebrehe ordusu üzerine en zayıf mahluklarını gönderdi. Bunlar, ayak ve gagalarında küçücük taşlar taşıyan kuşlardı. Fakat bu taşlar, öldürücü kurşunlardan daha öldürücü ve yok edici idi. Neticede Yüce Allah onları yok edip köklerini kazımıştır. Bu mühim tarihi hadise kâinatın efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğum yılı olan mîlâdî 570 senesinde meydana gelmiştir. Bu, peygamber olmadan önce onun peygamberliğinin doğruluğuna işaret eden en büyük harikulade hâdiselerdendir.
1. Ey Peygamber! Yüce Allah'ın, Beyt-i Haram'a tecavüz etmek isteyen Fil ordusuna ne yaptığını gözle görür gibi kesin bir bilgiyle bilmedin mi? Bu haber sana gelmedi mi? Tefsirciler şöyle der: Rivayet edildiğine göre, Yemen Melik'i dudağı yarık Ebrehe Sana'da bir kilise yaptırdı ve hacıları oraya çevirmek istedi. Bunun üzerine Kinane kabilesinden bir adam gelip hakaret olsun dive geceleyin kilisenin içine pisledi ve pisliği duvarlarına bulaştırdı Ebrehe buna kızarak Kabe'yi yıkmaya yemin etti. Filler üzerinde büyük bir ordu ile Mekke'y geldi. Bu fil ordusunun önünde de hepsinden daha büyük bir fil bulunuyordu Ebrehe Mekke'ye yaklaştığında, buranın halkı, onun ordusundan ve zulmünden korktukları için dağlara kaçtılar. Yüce Allah Ebrehe ordusu üzerine siyah kuşlar gönderdi. Her kuşta, biri gagasında ikisi de ayaklarında olmak üzere üç taş bulunuyordu. Kuşlar bu taşları onlara attılar. Atılan taş adamın başından giriyor arkasından çıkıyor, adamı cansız bir beden halinde yere yıkıyordu. Neticede Yuce Allah onları helak edip köklerini kazıdı. Onların bu kıssası ibret alacaklar için bir ibret vesilesi olmuştur. Ebussuûd şöyle der: "Rabbinin ne yaptığım görmedin mi?" denilerek "görme"nin, fiilin kendisine bağlanmayıp " Rabbin nasıl yaptı?" denilerek fiilin nasıllığına bağlanması olayın korkunçluğunu göstermek ve olayın, Allah'ın kudretinin büyüklüğünü, ilim ve hikmetinin sonsuzluğunu ve Peygamber'i (s.a.v.)'nin şerefini gösteren harikulade ve dehşet verici bir şekilde meydana geldiğini bildirmek içindir. Şüphesiz bu olay, peygamberlik öncesi vuku bulan harikulade olaylardandır. Zira rivayete göre bu olay, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in doğduğu yıl meydana gelmiştir.
2.Allah onları helâk etmedi mi? Kabe'yi yıkma hususundaki plan ve tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
3.Onların üzerlerine Allah kendi ordularından gruplar halinde arka arkaya gelen kuşlar gönderdi. Bu kuşlar her taraftan onları kuşattılar.
4.Kuşlar onlara taşlaşmış çamurdan meydana gelen küçük küçük taşlar atıyorlardı. Bu taşlar delen kurşunlar gibiydi. Kime ulaşırsa onu mutlaka öldürüyordu.
5.Onlar, rizgarin savurdugu ve hayvanlarını yiyip pislik halinde dışarı attığı bitki yaprağı haline getirdi. Allah onların hepsini yok edip köklerini kazıdı.
Bu olay, Yüce Allah'ın Kabe'ye verdiği değeri ve düşmanlarını savması sebebiyle Kureyş'e yaptığı ihsanı gösterir. Bu sebeple onların Allah'a kulluk edip verdiği nimetlere şükretmeleri gerekirdi. Ayrıca bu olayda Allah'ın, düşmanlarından intikam almaya kadir olduğunu gösteren enteresan ve harikulade deliller de vardır. Ebû Hayyan şöyle der: Bu büyük düşmanın, Peygamber (s.a.v.)'in mutlu doğum yılında Kabe'yi yıkmasına engel olunması, Rasulullah (s.a.v.)'in peygamberliğini gösteren, peygamberlik öncesi vuku bulan harikulade olaydır: Çünkü kuşların bu anlatılan şekilde gelmesi, Peygamberlerin gelmesinden önce vuku bulan mucize ve harikulade olaylardandır. Allah onları en zayıf askerleri ile, yani öldürme adetleri bile olmayan kuşlarla yok etmiştir.'
Celaleyn T : Mekke devrinde nazil olup, 5 âyet-i kerîmedir.
1- Görmedin mi muhatabı hayrete düşürme istifhamıdır. Yani şaşmalısın ya! Rabbin fil ashâbına ne yaptı? Fil, (ordu içinde geçen on üç filden en büyüğü olan) Mahmud adındaki fildir. Ashâbı ise, Yemen kralı Ebrehe ile ordusudur. Ebrehe, hacıların yönünü Mekke'den çevirmek gayesi ile San'â'da bir kilise yapmış, Kinâne kabilesinden bir adam da kilise içinde pisleyip küçümsemek niyyetiyle dışkısını kilisenin kıble duvarına sürmüştü. Bunun üzerine Ebrehe, mutlaka Kâbe’yi yıkacağına yemin edip, önlerinde Mahmud adlı fil olduğu hâlde, ordusuyla beraber filler üzerinde Mekke'ye gelmişti. Kâbe’yi yıkmak üzere tam Mekke'ye yönelmişlerdi ki, Allahü teâlâ üzerlerine şu kavlinde izah buyurduğu şeyleri gönderdi:
2- Onların Kâbe’yi yıkma konusundaki düzenlerini boşa, zarara ve helake çıkarmadı mı? Yani çıkardı.
3- Üzerlerine sürü sürü bölük bölük kuşlar gönderdi.
Âyette geçen “ Ebabil” lâfzı; bazılarına göre müfredi yoktur. Tıpki ”esatir“ gibi. Bazılarına göre ise müfredi, “ ebûl”yahut ”ibbâl”yahut“ İbbil“ dir. Tıpkı, “Acul” miftah ve ”sikkîn“ gibi.
4- Onlara sicilden pişmiş çamurdan taşlar atıyorlardı.
5- Neticede Rabbinonları yenmiş hasıl gibi, hayvanların yiyip ters hâline getirdikleri ve sonra ezip kaybettikleri ekin yaprağı gibi yapıverdi. Allahü teâlâ her birini kendisine âit, üzerine ismi yazılı bir taşla helâk eyledi. Taş, mercimekten büyük, nohuttan küçük bir hacimde olup, bir anda hem tolgayı, hem adamı, hem de fili delik deşik ederek yere saplanıyordu. Fil Vak'ası, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğduğu yıl vuku bulmuştur.
Taberi T : Mekke'de nazil olmuştur. 5 âyettir.
Bu sûre Kâbe'yi yıkmak üzere gelen fil ordusu kissasını anlatır. Bunlar Kabe-i Muazzama'yı yıkmak istedikleri zaman, Allah onların tuzaklarını başlarına çevirdi ve evini onlardan muhafaza buyurdu. Ebrehe ordusu üzerine kuşlar taifesinden bir taifeyi gönderdi. Taşıdıkları taşlar, öldürücü kurşunlardan daha öldürücü ve yok edici idi.
Neticede Yüce Allah onları yok edip köklerini kazımıştır. Hadise kâinatın efendisi Hz. Muhammed (s.a.)in doğum yılı olan Miladi 570 senesinde meydana gelmiştir. Bu hadise, peygamber olmadan önce onun peygamberliğine işaret eden harikulâde hâdiselerdendir.
Rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?: Ey Muhammed! Ebrehetü'l-Eşrem başkanlığında Kâbe'yi yıkmak için Yemen'den gelen fil sahiplerine Rabbinin neler yaptığını kalb gözünle görmedin mi?"
O bunların düzenini boşa çıkarmadı mı?: Kâbe'yi yıkmak hususunda Habeşlilerin gayretlerini boşa çıkarmadı mı?
O, bunların üzerine sürülerle kuşlar gönderdi: Rabbin onların üzerine peşpeşe ve her taraftan müteferrik kuş sürüleri gönderdi.
Ki, onların üzerine pişkin tuğladan taşlar atıyorlardı: Bu kuşlar fil sahiplerinin üzerine taşlaşmış çamurdan taşlar atıyorlar, böylece onları gebertiyorlardı.
Nihayet onları yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi: Nihayet Cenab-ı Allah fil sahiplerini; hayvanların yeyip işkembelerine attıkları, kuruyup paramparça hale gelmiş ekin yaprağına döndürdü.
Beydavi T : Mekke'de inmiştir. 5 âyettir.
1-  "Görmedin mi, Rabbin fil sahiplerine ne yaptı?” Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir. O, her ne kadar o vakayı görmedi ise de ancak izlerini müşahede etti ve haberlerini tevatürle duydu; sanki görmüş gibi oldu.
Keyfe (nasıl) deyip de mâ (ne) dememesi, maksadın orada Allahü teâlâ'nın mükemmel ilim ve sonsuz kudretini, Resûl aleyhis-salâtü ves-selâmin da şerefini gösteren şeyleri hatırlatmak olmasındandır. Çünkü bunlar irhasat (peygamberlik öncesi harikalar) dır.
Rivâyete göre olay Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in doğduğu yıl olmuştur. Kıssa şöyle cereyan etmiştir: Ashame Neçaşi tarafından atanan Yemen Kralı Ebrehe bin Sabbah el - Eşrem, San'a şehrinde bir kilise yaptı, ona Kulleys adını verdi. Hacıları oraya döndürmek istedi. Kinane oğullarından biri gece kilisede kaldı ve onu kirletti. Bu da Kralı kızdırdı; Kabe'yi yıkmaya yemin etti. Ordusuyla beraber çıktı, yanında da güçlü bir fil vardı, ismi da Mahmûd (Mamut) idi. Başka filler de vardı. Mekke'ye girmeye hazırlanıp da askerlerini savaş düzenine getirince, fili başa sürdü. Ne zaman onu Harem'e çevirseler çöker, yerinden ayrılmazdı; yemen’e veyahut başka bir tarafa çevirseler hemen koşardı. Allahü teâlâ bir kuş türü gönderdi. Her birinin gagasında bir, ayaklarında da iki taş vardı. Mercimekten büyük, nohuttan küçük idi. Onlara atıyordu; adamın tepesinden giriyor, arkasından çıkıyordu. Böylece hepsi helâk oldular.
Elem ter şeklinde de okunmuştur, bu da cezm edatının etkisini daha çok göstermek içindir (hem son ye’yi düşürmüş hem de ra'yı cezm etmiştir). Keyfe lâfzı da feale ile mensûbtur; tera ile değil; çünkü onda (keyfe'de) istifham manası vardır (istifham da başta bulunur).
2 - "Onların tuzaklarını çıkarmadı mı” Kabe'yi muattal/yararsız kılma ve tahrip etme tuzağını "boşa çıkarmadı mı?” zâyi ve iptal etmedi mi? Bunu da onları kırıp geçirmekle yaptı, Kabe'nin de şanını yüceltti.
3 - "Onların üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi” ebâbîl, ibbâle'nin çoğuludur, o da büyük demektir. Kuş bölüğü toplanma bakımından ona benzetilmiştir. Bunun tekili olmadığı da söylenmiştir, Meselâ abâdîd ve şemâtît gibi (ikisi de dağınık manasınadır).
4 - (Taşlar atıyordu) ye ile yermihim de okunmuştur, bu da tayr (kuş) lâfzının müzekker olmasındandır, çünkü o ism-i cemidir ya da zamir rabbüke lâfzına râcidir.
"Pişmiş çamurdan” taşlaşmış çamurdan ki, o da sengikil lâfzından Arapçalaşmıştır. Bunun büyük kova manasına sicl'den geldiği yahut gönderme manasına iscal'dan geldiği de söylenmiştir. Ya da sicil'dendir ki, onlara gönderilen azâp yazılmış, kitaba geçirilmiş demektir.
5 - "Onları yenmiş ekin sapı gibi yaptı” kurdun yediği ekin yaprağı gibi ya da tanesi yenip de boş kalan yaprak gibi yaptı ya da hayvanların yiyip de karnında öğüttüğü saman gibi yaptı demektir.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den: Kim Fil sûresini okursa, Allah onu hayatında yere batmaktan ve sûretini değiştirmekten emin kılar.
Ömer Nasuhi Bilmen T : Bu mubarek sûre, "El-Kafiran" sûresinden sonra Mekke-i Mukerreme'de nazil olmuştur. Fil hadisesini gildirdiği için kendisine bu ad verilmiştir. "Beş âyet-i kerimeyi ihtiva etmektedir. Bundan evvelki "Hümeze" sûresinde bir kimseyi malının çok yaşatamıyacağı ve ahlâksız kimseleri servetlerinin azabtan kurtaramıyacağı bildirilmişti, bu sürede de fil ashabının kıssası, bu hususa dair bir misal, bir delil olduğu için aralarında güzel bir münasebet vardır.
1. Bu mübarek sûre, Allah'ın dinine karşı muhalif cephe alan, Yüce Peygmabere düşmanlık gösteren kimselerin dünyada da nasıl müthiş felaketlere maruz kalacaklarına dair fil ashabı kıssasını bir ibret misâli olmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Son Peygamber!. (Görmedin mi?.) Yani Tevatüren rivayet olunduğu için görmüş gibi bilmedin mi?. Elbette ki: Bilmiş bulunuyorsun ki: (Rab'bin fil sahiplerine) O dinsiz guruba, o Kabe-i Muazzama'yı yıkmak isteyen, ve fil ile Yemen tarafından gelmiş bulunan melun bir zümreye (nasıl etti?.) onları nasıl yok etti, bir helake uğrattı!.
2. Evet.. O kudret ve azameti sonsuz olan Alemlerin Rabbi (Onlarm) o fil sahiplerinin (kurdukları tuzağı) onların Kabe-i Muazzam'a hakkındaki haince bir şekilde yapmak istedikleri zarar ve ziyanı, bu husustaki arzularını (bozgunluk içinde kılmadı mı?.) o hilelerini mahv ve yok edip iptal buyurmuş olmadı mı?.
"Keyd" başkasına haberi olmaksızın bir zarar vukuunu dilemektedir. "Tadlil" zayi kılmak, iptal etmek manasınadır.
3. Evet.. O Yüce Yaratıcı, o fil sahiplerini cezalandırmak için (Onların üzerlerine) sürü sürü (bölük bölük kuşlar gönderdi.) o kuşları bir kudret harikası olarak yok etme ve cezalandırma kuvveti mahiyetinde bulundurdu.
"Tayr" havada uçan büyük veya küçük şeyler demektir. "Ebabil" de cemaatler demektir. Kendi lâfzından tekili yoktur.
4. Artık (Onlara) o fil sahiplerine o kuşlar (Siccilden) yâni: Katı, sert, taş kesilmiş çamurdan (taşlar atıyorlardı.) herhangi birinin başına isabet eden bir taş parçası, onu bir hastalığa uğratarak helâkine sebebiyet vermiş oluyordu.
5. Hak Teâlâ Hazretleri (Artık onları) O Kâbe-i Muazzama'ya karşı düşmanlık gösteren hain topluluğu (yenilmiş ekin yaprağı gibi kıldı.) hepsi de darmadağın olarak lâyık bulundukları Allah'ın kahrına uğramış oldular, işte kutsal şeylere düşmanlığın cezası!.
"Asf": Bir ekin yaprağı demektir, biçildikten sonra kalır, onu rüzgârlar darmadağın bir hale getirir, onu güveler, küçük kurtlar, böcekler yiyiverirler.
"Fil vak'asının özeti, tefsirlerde, siyer kitaplarında yazılmış olduğu üzere şöylecedir. Uzun bir müddetten beri Yemen'de hâkim olan "Himyer" hükümdarları, bilahara zaif düşmekle Habeşler, gelip Yemen diyarını zaptetmişlerdi. Habeşlerden "Ebrahe" adındaki bir hükümdar, başkenti olan Yemen'de bir kilise yaptırmış, insanları Kabe-i Muazzama'nın ziyaretinden vaz geçirerek kendi yaptırdığı kiliseye çekmek istemişti. Bu maksadından dolayı bir ordu ile Mekke-i Mükerreme'ye doğru yürüdü, Ebrahan'ın büyük bir fil'i var idi, onu ordusunun önünde yürütürdü, onunla gideceği yerlerde muzaffer olacağını sanırdı.
İşte bu fil ile ve belki başka fillerde beraber bulunduğu halde Mekke-i Mükerreme üzerine hareket etti, içerisine gireceği sırada fil yere çöktü, onu kaldırıp Kabe-i Muazzama'a tarafına yürütemiyorlardı. Başka taraflara ise koşa koşa gitmek istiyordu. İşte bu esnada idi ki: bir çok Ebabil denilen kuşlar, sema tarafından çıka geldiler, ağızlarındaki, ayaklarındaki ufak taşları ebrahenin askerleri üzerine atıverdiler.
Bir çokları bu taşların tesiri ile yaralanıp öldüler, aralarında Cüderi-kabarcık ve çiçek hastalığı görülmeye başladı. Geri kalanlar da Yemen'e kaçıp gittiler. Ebrehe de hasta bir hâlde Sana'ya vardı, orada telef oldu.
Bu hadisenin vuku bulduğu seneye vaktile Araplar "Fil senesi" derlerdi, bunu bir tarih başlangıcı yapmışlardı, bu senede idi ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz, ana rahmine şeref vermişti. Bu hadiseden elli şu kadar gün sonra muharrem ayında Peygamberin doğumu gerçekleşti, bundan kırk sene sonra da Peygamberlik şerefine erişti.
Kısacası: Bu sûre-i celîle, bu ibret verici kıssayı haber vererek din düşmanlarını sakındırmaktadır, kutsal şeylere suikast edenlerin akıbeti böyle helake uğrayacaklarını ihtar buyurmaktadır. Yüce Peygamberimize de, teselli olup onun yüce dinin devam edeceğini, bütün insanlık âlemine yayılıp duracağını müjdelenmektedir. Bununla beraber bu olay, Resûl-i Ekrem, Sallallah-ü Aleyhi Vesellem Efendimizin peygamberliğini kuvvetlendirdiği, yüce şânını ilan ve temin ettiği için bir nevi peygamberlik mucizesi sayılmaktadır.
İbrahim Ayehisselâm'ın zamanından beri Allah'a inananların bir mabedi olan Kabe-i Muazzama, her ne kadar bir aralık müşrikler tarafından putlar ile doldurmuş ise de bu geçici ve mübarek kâbeye bir suikast maksadına dayanmaip bilâhara Peygamber Efendimizin vasıtasile yine inananların mabedi ve müslümanların kıblesi olarak eski hâline getirilmiş ve kıyamete kadar da mü'minlerin mübarek bir ziyaretgâhi bulunacaktır. Kerem Sahibi mabûd Hazretleri bütün müslümanları o yüce makamların feyizlerinden yararlandırsın, amin..
İbn Kesîr T : Mekki bir süre olup beş ayettir.
Bu sürede anlatılan hadise; Allah'ın Kureyş'e, onlardan, Ka'be'yi yıkmaya ve izini yok etmeye azmetmiş fil sahiplerini uzaklaştırması, fil sahiplerini yok etmesi, burunlarını yerde süründürmesi, çabalarını boşa çıkarması ve kötü bir şekilde hüsrana uğratması gibi konularda ikram etmiş olduğu nimetlerdendir. Bu kıssa fil sahiplerinin îcâz ve kısaltma üslubu ile anlatıldığı bir kissadır. Rivayet edilir ki; Ebrehe b. Eşrem Sana'da dehşet bir kilise yaptırmış. Yüksek yapılı, geniş bahçeli ve etrafı süslü bir kilise... Yüksekliğinden dolayı Araplar onu 'Kalîs' (düşüren) diye isimlendirmişlerdir. Çünkü yüksekliğinden ötürü ona bakanın başından neredeyse takkesi düşecek gibi olurmuş. Ebrehe Arapların hac ibadetlerini Ka'be'ye yaptıkları gibi bu kiliseye de yapmalarını sağlamaya karar kılmış. Ülkesinde bu düşüncesini duyurmuş ancak Araplar bunu uygun görmemişler. Kureyş ise bu durumdan dolayı çok hiddetlenmiş hatta bazı kureyşliler bu kiliseye gidip içerisine girmişler ve içeride abdest bozmuşlar. Ardından da geri dönmüşler. Kilisenin hizmetçileri bu durumu görünce kralları Ebrehe'ye bu durumu iletmişler ve şöyle demişler: "Bunu sana bir takım Kureyşliler, onların evlerine benzer bu kiliseyi yaptığından dolayı, yapmışlardır." Bunun üzerine Ebrehe, Mekke'deki Beyt'e gidip onu taş taş söküp çıkaracağına dair yemin etmiştir. Mukatil, Kureş'ten bir grup gencin bu kiliseye girdiğini ve orada yangın çıkardıklarını ve hararetli bir günde kilisenin yandığını bunun üzerine Ebrehe'nin, kendisini kimse alıkoymasın diye kalabalık ve yoğun bir ordu içerisinde hazırlandığını ve yanında (Mahmûd) denilen benzeri görülmemiş büyük cüsseli bir fil getirdiğini, zikretmiştir. Denildiğine göre bu filin dışında on iki tane daha fil bulunuyormuş. Araplar Ebrehe'nin gelişini haber alınca bu iş iyice gözlerinde büyütmüşler ve Beyt'i korumaları ona karşı bir tuzak kuran kimseyi geri çevirmeleri gerektiğini dile getirmişlerdir. Yemen ehlinin ileri gelenlerinden ve krallarından olan ve kendisine 'Zû Nefer' denilen bir adam kavmini Ebrehe'ye karşı savaşa ve Allah'ın evi uğrunda cihada çağırmıştır. Kavmi de bunu kabul etmiş ve Ebrehe'yle şavaşmışlar. Ancak Ebrehe onları hezimete uğratmış. Sonra Hasam denilen yere gelinceye kadar yoluna devam etmiş. O bölgeye gelince Nüfeyl b. Habîn el-Hasami kendisine karşı çıkmış ve ordusuyla birlikte Ebrehe'yle savaşmışlar. Ancak Ebrehe onları da hezimete uğratmış ve Nüfeyl'i esir almış. Onu öldürmek istemiş ancak Hicaz bölgesinde kendisine rehberlik etsin diye onu öldürmekten vazgeçmiş. Tâif bögesine yaklaştıklarında orada bulunan Sakîf karşılarına çıkmışlar ve bölgelerinde bulunan ve Lât diye isimlendirdikleri evlerini Ebrehe'nin yıkmasından korktuklarından ona iyi davranmışlardır. Ordusuna ikramda bulunup Ebrehe'ye rehberlik etmesi için Ebû Rugal'ı onunla göndermişlerdir.
Ebrehe Mekke'ye yakın bir yer olan Magmes denilen yerde konaklamışlar. Mekke ehlinin deve ve diğer hayvanlardan oluşan sürüsüne Ebrehe'nin ordusu baskında bulunup ele geçirmişler. Sürü içerisinde Abdulmuttalib'in ikiyüz devesi bulunuyormuş. Ebrehe, Hanâta el-Himyeri'yi Mekke'ye sözcü olarak göndermiş ve Kureyş'in en ileri gelen kişisini getirmesini istemiş. Ayrıca onlara, kralın savaşmak için gelmediğini ancak kendisini alıkoyarlarsa bunu yapacağını, bildirmesini istemiş. Hanâta Mekke'ye gelmiş. Onu Abdulmuttalib b. Hâşim'e yönlendirmişler, Ona Ebrehe'nin söylediklerini ulaştırmış. Abdulmuttalib ona şöyle demiş: "Allah'a yemin olsun ki biz onunla savaşmak istemiyoruz. Buna gücümüz de yok zaten. Bu ev Allah'ın hürmetkar kıldığı Allah'ın ve dostu İbrahim'in evidir. Eğer Allah evini korumak isterse, kendi evi ve haremidir, dilerse bunu yapar. Ancak evi ile Ebrehe'yi başbaşa bırakırsa Allah'a and olsun ki biz onun evini müdafa edemeyiz." Hanâta ona: "Benimle beraber Ebrehe'ye gel" dedi. Abdulmuttalib onunla beraber Ebrehe'nin yanına gelmiş. Ebrehe onu görünce kendisine hürmet gösterdi. Abdulmuttalib endamlı ve güzel görünüşlü bir adamdı. Ebrehe tahtından indi ve onunla beraber döşeğe oturdu. Tercümanına şöyle dedi: "Ona ne istediğini sor!" Abdulmuttalib tercümana: "Kraldan isteğim almış olduğu ikiyüz devemi bana geri vermesidir" dedi. Ebrehe bunun üzerine tercümanına şöyle dedi: "Ona şöyle dediğimi söyle: 'Seni gördüğümde beni etkilemiştin. Ancak benimle konuştuğunda sana karşı fikrim değişti. Senden aldığım ikiyüz deve için benle konuşuyorsun da senin ve atalarının dini olan ve benim yıkmak için gelmiş olduğum Beyt'i bırakıyorsun ve hakkında konuşmuyorsun. Abdulmuttalib ona şöyle cevap vermiştir: "Ben develerin sahibiyim. Bu evin de bir sahibi var ki onu müdafaa edecektir." Ebrehe: "Onu benden koruyamaz" dedi. Abdulmuttalib: "Sen ve Allah'ın evi! Yapabiliyorsan yap!" dedi. Abdulmuttalib ile beraber Arapların ileri gelen bir topluluğunun da geldikleri ve Ebrehe'ye Tihâme'de bulunan servetin üçte birine karşılık Beytullah'ı terketmesini teklif ettikleri, Ebrehe'nin bunu kabul etmediği ancak Abdulmuttalib'e develerini iade ettiği anlatılır. Abdulmuttalib Kureyş'in yanına döner ve onlara Mekke'den çıkmalarını ve ordunun baskınından dolayı dağ başlarında sığınağa girmelerini emreder. Sonra Abdulmuttalib ve Kureyş'ten bir topluluk kalkarlar ve Abdulmuttalib Ka'be'nin kapısının halkasını tutar ve Allah'a Ebrehe ve ordusuna karşı zafer elde etmeleri için dua ederler. Abdulmuttalib Ka'be'nin kapısının halkasını tuttuğu halde şöyle der: "Allahım! Adam (Kendisini kastediyor) develerini koruyor sen de Ka'be'nin halkını koru! Yarın haçlılar ve kuvvetleri senin kuvvetlerini yenmesinler!" Daha sonra dağların tepelerine çıkarlar. Mukâtil, Kureyş'in Beyt'in ya- nında, Ebrehe'nin ordusunun zarar verip de Allah'ın bu nedenle onlardan intikam alacağını umarak yüz adet gerdanlı deve bıraktıklarını, zikreder. Sabaha erince Ebrehe Ka'be'ye girmek için hazırlandı ve ordusunu da hazırladı. Filleri Ka'be'ye doğru yönelttiklerinde filler çöktü. Nüfeyl b. Habib endişelenerek ayrıldı ve dağa tırmandı. Ebrehe'nin ordusu filler kalksın diye vurdular ancak filler kalkmadı. Fillerin başlarına demir çubuklarla vurdular karınlarının altına çengeller sokarak kaldırmaya çalıştılar ancak yine kalkmadılar. Yemen tarafına filleri çevirdiklerinde kalkıp koşmaya başlıyor, Şam tarafına çevirdiklerinde yine kalkıp koşuyor, doğu istikametine çevirdiklerinde de kalkıyordu ancak Mekke yönüne çevirdiklerinde çöküp duruyordu. Derken Allah onların üzerine deniz tarafından kırlangıca benzer gagasında bir adet ayaklanında da iki adet nohut ve mercimek büyüklüğünde taşlar taşıyan kuşlar gönderdi. Ordudan kime isabet ettiyse o kimse helak oldu. Ancak orduda bnulunan herkese isabet etmedi. Ebrehe'nin ordusu çıkıp kaçmaya ve dönüş yolunu kendisine göstersin diye Nüfeyl'i aramaya başladılar. Nüfeyl ise Kureyş ve Hicaz arapları ile beraber dağın tepesinde Fil sahiplerine Allah'ın ne tür bir azap indireceğini bekliyordu. Nüfeyl şöyle demeye başladı:
"Nereye kaçıyorsunuz arkanızdan gelen Allah'tir Dudağı yarık Ebrehe de galip değil mağluptur."
Vakidi isnatlı olarak şu olayı zikretmiştir: Ebrehe ve ordusu Harem'e girme konusunda aldırış etmeyip filleri hazırladıklarında filler Harem'in dışındaki tüm yönlere çevrildiklerinde o yöne gitmişler Harem' yönlendirdiklerinde ise çöküp bağırmışlardır. Ebrehe fillerin seyislerine saldırıp vurmaya başladı ki onlar filleri Harem'e girmesi konusunda zorlasınlar. Abdulmuttalib ve Mekke'nin eşrafından bir topluluk da Hira tepesinde Habeşlilerin ne yaptıklarına, garip bir yaratık olan fillerin hangi durumlarla karşılaştıklarına bakıyorlardı. Onlar bu haldeyken Allah onların üzerlerine sürü sürü (ebâbil), sarı renkli ve güvercinden küçük kuşlar gönderdi. Ayakları kırmızıydı ve herbir kuşta üç taş bulunmaktaydı. Kuşlar geldiler ve üzerlerinde halka oldular ve bu taşları üzerlerine attılar ve helak oldular. Atâ şöyle demiştir: Ordunun hepsine o anda azap dokunmamıştır. Bazıları hızlı bir şekilde helak olmuş bazıları da kaçarlarken uzuv uzuv dökülmeye başladılar. Ebrehe de uzuv uzuv dökülen kimselerdendir. Sonunda Has'am şehrinde ölmüştür.
İbn İshak şöyle demiştir: Allah (Celle Celalühü) Peygamber'i (a.s) gönderdiğinde Kureyş'e nimet olarak fazlından verip saydığı şeyler arasında Habeşlileri kendilerinden savması ve Kureyş'in sağ kalıp yaşamalarını sağlaması da vardı. Bu nedenle Allah (Celle Celaluhu) şöyle buyurdu: Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne ebabil kuşlarını gönderdi. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi. Devamında ise Kureyş'e kolaylaştırıldığı, Evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için, Onlar, şu evin Rabbine kulluk etsinler,ki, Kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kıldı. buyurmuştur. İbn Hişam şöyle demiştir: 'Ebâbil' topluluklar demektir. Araplar bu kelimenin müfredini kullanmamışlardır. 'Siccil' ise; Yunus en-Nehvi'nin bana haber verdiğine göre araplar nezdinde 'çok sert' anlamına gelmektedir. Asf' ise; toplanmamış ekin yaprağı demektir. Müfredi ise 'Asfetun" 'dur. İbn Abbas ve Dehhak şöyle demiştir: 'Ebábil' birbirini takip edenler demektir. Hasan-ı Basri ve Katâde şöyle demiştir: 'Ebâbil' çok anlamındadır. Mücahid şöyle demiştir: 'Ebâbil' peşi sıra gelen, dağınık ve toplu kuşlar demektir. İbn Zeyd şöyle demiştir: 'Ebâbil'; bir burdan bir oradan gelen gelen farklı kuşlara denir. Bu kuşlar Ebrehe'nin ordusuna her yönden gelmişlerdi. İkrime şöyle demiştir: Bu kuşlar, denizden çıkmış, başları yırtıcı kuşların başı gibi olan yeşil renkli kuşlardı. İbn Abbas ve Mücahis şöyle demişlerdir. Ebâbîl kuşları; uzak yerlerde yaşayan Anka denilen kuşlar gibidirler. Ubeyd b. Umeyr şöyle demiştir: Allah (Celle Celalühü) fil sahiplerini yok etmeyi murad ettiğinde üzerlerine kırlangıçlar gibi sudan çıkmış kuşlar gönderdi. Her kuş üç taş taşıyordu. İkisi ayağında biri gagasında bulunuyordu. Bu kuşlar gelip ordunun üzerinde saf oluşturdular. Sonra ötüp ayaklarındaki ve gagalanındaki taşları üzerlerine attılar. Bu taşlar hangi adamın kafasına isabet etse arkasından çıkıyordu. Cesedinden nereye isabet etse delip diğer taraftan çıkıyordu. Sonrasında Allah şiddetli bir rüzgar gönderdi. Rüzgar taşlara vurup onları daha da şiddetlendirdi ve tüm ordu helak oldu. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi. Said b. Cübeyr şöyle demiştir. Bu ayetin anlamı halkın hubûr diye isimlendirdikleri saman çöpüdür. İbn Abbas ise 'Asf' kelimesinin; 'Tohumun üzerindeki kabuktur. Buğdayın üzerindeki kabuk gibi' demiştir. İbn Zeyd ise bu kelimenin; Hayvanların yeyip eskittiği ve çürümüş hale gelen ekin ve bakla yaprakları' anlamında olduğunu söylemiştir. Anlam olarak ayet. Allah onları helak edip yerle bir etmiş ve kin ve tuzaklarını boşa çıkarmıştır. Hiçbir hayra ulaşamamışlardır. Onların çoğunu yok etmiş, içlerinden ölmeden dönen haberciler de yaralı olarak dönmüşlerdir. Nitekim Ümeyye b. Ebî b. Rebîa'nın şu sözü rivâyet ediliyor: "Rabbimin ayetleri şüphesiz kalıcıdır Buna karşı çıkan da ancak nankördür. Geceyi, gündüzü yarattı ve hepsinin Hesabını açık ve ölçülü yaptı Sonra gündüzü parlattı Rahim Rabbim Işıltıları her tarafa yayıldı Fil Muğammes'de engelendi halta ayakları kesikmiş gibi emekledi Filin arkasına geçtiler sonra ayrıldılar Sanki kırılmış ayağına kemik oldular
Tüm dinler kıyamette Allah katında Hanif din dışında yok olucudur"
Daha önce Fetih sûresinde Peygamber'in (a.s) Hudeybiye'de kendisini Kureyş'in üzerine indirecek tepeye çıktığında devesinin çöktüğü, bunun üze-rine Peygamber'in (a.s) onu dürttüğü ancak devenin ısrar ettiğini anlatmıştık. Sahabe; 'Kusva çöktü' dediler. Peygamber (a.s) de: 'Kusvâ çökmedi. Bu zaten onun huyu da değildir. Ancak onu fili engelleyen engellemiştir. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki; bugün benden Allah'ın haramlanna tazim gösterecekleri bir adım atmamı isteseler bunu kabul edeceğim' dedi. Sonra deveyi tekrar dürttü ve deve hemen ayağa kalktı. Sahîhân'da şöyle rivayet edilmektedir: Peygamber (a.s) Mekke'nin fethinde şöyle demiştir: "Allah Mekke'den filleri engelledi ve Mekke'ye Peygamberini ve mü'minleri musallat etti. Bugün Mekke; dün olduğu gibi hürmetine yeniden kavuşmuştur. Kulak verin! Burada olanlar, olmayanlara söylediklerimi ulaştırsın."
Ruhul Beyan T : Mekke devrinde nazil olmuştur, 5 âyettir.
1-Rabbinin fil ashabına ne yaptığını görmedin mi? Hitap, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Görmek, bilmek anlamındadır. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) fil hadisesi olduğu yıl dünyaya gelmiş, o olayı görmemiştir. ”Fil ashabı ”ndan murat, Ebrehe ve halkıdır. Mana şudur: ”Ey Rasûlüm! Sen Allahü teâlâ 'nın fil ashabına neler yaptığını, onların başına nelerin geldiğini görmüş gibi kesin bir şekilde bilmedin mi?"
Olay, korkutmak, onun dehşetli bir şekilde akıllara durgunluk verecek boyutlarda meydana geldiğini bildirmek, Allah'ın kudretinin büyüklüğüne, bilgisinin ve hikmetinin kemaline ve Rasûlünün şerefine işaret etmek için anlatılmıştır. Çünkü bunlar, nebevi irhâslardır. İrhâs, peygamberden, peygamberlik iddiasından önce zuhur eden, mucizeye benzer olağanüstü olaylardır. Maksat, Peygamberlik için bir hazırlık ve mukaddimedir. Bunun Rasûlüllah'a ait birçok örnekleri vardır. Bir bulutun, Efendimizi gölgelemesi, taşın ve sert çamurun onunla konuşması bu kabil olaylardandır.
Fil hadisesi, Rasûlüllah dünyaya teşrif ettiği sene Muharremin on beşinde meydana gelmiştir. Fil olayı ile Rasûlüllah'ın doğumu arasında elli beş gün vardır. Fil hadisesi ile Rasûlüllah'ın hicreti arasında ise elli üç sene vardır. Olayın hatırlatılmasından maksat, Hazret-i Peygamberi teselli ve zalimleri tehdittir. Fil olayının detayları şöyledir:
Yemen valisi Ebrehe b. es-Sabah el-Eşrem, hac mevsiminde insanların Kabe'yi ziyaret için hazırlandıklarını gördü. Bunun üzerine kıskançlık damarları kabardı. San'a'da renkli mermerden cevherlerle süslü, nakışlı bir kilise yaptırdı. Onu güzelleştirmek için elinden geleni yaptı. Mermerleri ve taşları altınla süsledi. Altından ve gümüşten haçlar, abanos ve fil dişinden minberler yaptırdı. Kiliseye ”el-Kuleys" adını verdi. Hac etmek isteyenleri oraya yöneltmeye çalıştı. Habeş kralı Necaşi'ye bir mektup yazarak şöyle dedi: ”Ben senin için bir kilise yaptım. Senden önce hiçbir kral için onun bir benzeri yapılmamıştır. Arapların hacılarını oraya yöneltinceye kadar gönlüm rahat etmez." Ebrehe'nin Necaşi'ye yazdığı bu mektup, Araplar arasında yayılmaya başlayınca Kinâne oğullarından bir adam kızdı. Kuleys'e geldi. Orayı necaset ve pislikle kirletti. Oraya pisledi ve memleketine geri döndü. Mabedin hizmetçileri bu pisliği görünce olayı Ebrehe'ye anlattılar ve: ”Bunu, insanları mabetlerinden çevirmek istediğine kızan bazı Kureyşliler yaptı" dediler. Ebrehe, Mekke üzerine yürümeye ve Kabe'yi taş üstünde taş kalmayacak şekilde yıkmaya yemin etti. Büyük ve kalabalık bir ordu ile yola çıktı. Beraberinde beyaz renkli bir fil vardı. İrilikte ve kuvvette benzeri görülmemiş bir fildi. Kalabalık bir fil sürüsünün önünde gidiyordu. Ebrehe ordusunun rehberi, Sakif kabilesinin büyüğü Ebû Ruğâl'di. Öldüğünde Araplar bu adamın kabrini taşa tuttular. Kabir kocaman bir dağ gibi oldu. Cerîr, bir bey itinde şair Ferezdak hakkında, buna işaretle şöyle demiştir:
Ebû Ruğal'in kabrine taşlar attığınız gibi Ferezdak öldüğünde de taşlayınız.
İbn Ömer (radıyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Rasûlüllah'la birlikte Taife gittiğimizde bir kabre uğradık. Efendimizin şunları söylediğini işittim: 'Şu, Ebû Ruğal'in kabridir. O, Sakîfin babasıdır. Semûd kavmindendi. Haremde idi, orasını terkedip gitti. Oradan çıkınca şurada kavminin başına gelen belâ onun da başına geldi. Oraya gömüldü.'“
Cevherimin onun hakkındaki: ”Habeşlilerin rehberi idi, Mekke'ye yöneldiklerinde yolda öldü" sözü, isabetli değildir. İbn Seyyide'nin şu sözü de yerinde değildir: ”Şuayb'ın kölesi idi, zalim bir vergi toplayıcı idi..."
Ebrehe, Habeşlilerden el-Esved adında birisini Mekke'ye gönderdi. Bu adam Mekke'ye varınca Tıhâme oğullarının mallarını sürüp getirdi. Ebrehe Taif yolundaki Muğammes denilen yere varınca Abdülmuttalip, Ebrehe'nin yanına gitti. Kendisine Tıhâme oğullarının mallarının üçte birisini alıp dönüp gitmesini teklif etti. Ebrehe kabul etmedi. Araplar, Ebrehe ile savaşmayı görevleri olarak gördüler. Onunla yolda vuruşmak için kabile kabile toplanıyorlardı. Ama Ebrehe onları hezimete uğrattı. Hezimete uğrayan ve esir almanlar içerisinde Nufeyl b. Hubeyb de vardı. Ebrehe, bu adamı, kendisine rehber olsun diye öldürmedi, yanında tuttu. Öte yandan Abdülmuttalip Kabe'nin halkasına tutunup şöyle dua etti:
Ey Allah'ıml Şüphesiz insan kendi evini korur, Sen de evini koru. Bugün haçlılara ve haça tapanlara karşı, Kendi âline yardım et. Onların güçleri ve haçları ebediyyen Senin gücüne galip gelmeyecektir.
Bu şekilde dua edişinin sebebi, Ebrehe'nin haçlı Hristiyan olmasıdır. Abdülmuttalip bu şekilde dua ederken bir ara yüzünü çevirdi, bir kuş gördü. ”Vallahi bu garip bir kuş. Ne Necid tarafının, ne Hicaz taranırındır. Şüphesiz onun özel bir durumu var," dedi. Bunun akabinden Allahü teâlâ  gagalan sarı, kırlangıca benzer, daha önce de, daha sonra da, emsali görülmemiş kuşlar gönderdi, Her bir kusun gagasında bir, ayaklarında da iki taş vardı. Bu taşlar mercimekten biraz büyük, nohuttan küçüktü. Taşlar, Ebrehe askerlerinden herbirinin başına düşer, tabanından çıkardı. File de girer ve yeri delerdi. Adamlar kaçtılar ama yolda helak oldular.
Bazı âlimler: ”Taş, kime değdi ise mutlaka öldü, fakat hepsine değmedi," dediler.
Abdülmuttalip, Ebrehe ordusunun Mekke'ye gelişi geciktiği için ne haber var diye bakmak üzere hayvanına bindi. Onların helak olduklarını ve kalanların çoğunun geri dönüp gittiğini anladı. Allah'ın dilediği kadar altın ve gümüş yüklendi. Sonra Mekkelilere, gelen ordunun helak olduğunu bildirdi. Mekkeliler de onlara bakmak için çıktılar olanlara hayret ettiler. O andan itibaren Arapların ve tüm insanların kalplerinde Harem-i Şerife saygı ve Kabe'nin heybeti arttı.
2-Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Ayetin başındaki soru edatı (hemze), takrir içindir. Mana şudur: Allahü teâlâ  onların, Kabe'yi tahrip etme konusundaki hile ve tuzaklarını boşa çıkardı, iptal etti. Çünkü onları, en beter bir şekilde helak etti. Daha sonra onları bir de kendi niyetlerine uğun bir şekilde cezalandırdı. Zira kiliselerini harap etti. Onların tuzaklarını boyunlarına geçirdi.
İnsânü'l-Uyûn adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Fil sahibi ve ordusu helak edilince Kureyş'in şerefi arttı, tüm insanlar onları daha çok saymaya başladılar. Onlar, Allah'ın ehlidir. Çünkü Allah onlarla beraberdir, diyorlardı."
Habeşliler paramparça oldular. Ebrehe'nin inşa ettiği bu kilisenin etrafı harap oldu. Kimse onu tamir etmedi. Etrafında yılanlar ve yırtıcı hayvanlar çoğaldı.
3-Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Yani birbirlerini izleyen grup grup topluluklar halinde...
4-Onlara sert sertleşmiş çamurdan taşlar atarlardı.
5-Sonunda Allah, onları yenmiş yani içerisini kurt yemiş ekin yaprağı gibi yaptı. Allahü teâlâ  Ebrehe askerlerini tümüyle yok olma ve çekip gitmekte kurdun yediği ekine benzetti. ”Keasfin me'kûl" yukarıdaki manaya geldiği gibi, hayvanların yeyip pislik olarak çıkardığı, kuruyup parçalara ayrılan saman anlamına da gelir. Onların durumu buna benzetilmiştir. Ordunun mafsallarının parçalanması, tersin yani dışkının içindekilerin ayrılmasına benzetilmiştir. Bu benzetmede onların hâllerini çirkinleştirme ve güzel bir mübalâğa vardır. Şöyle ki: Allahü teâlâ  onları ekinin en basit şekli olan, fazla bir yararı olmayan saman şekline sokmakla kalmadı, gübre şekline soktu. Ama gübreyi, güzel edebi gözetmek için ve gübre kelimesini kullanmak istemeyerek kinaye yoluyla yenilen diye ifade etti. Nitekim Allahü teâlâ, yemenin tabiî sonucu olan büyük ve küçük abdest bozmayı da yemek kelimesi ile ifade edip şöyle buyurmuştur: ”...Her ikisi de yemek yerlerdi..." (Mâide: 75) Bu tür yerlerde zahirî manadan ayrılmak Kur'an'ın âdetidir.
Ariflerden birisi şöyle demiştir: ”Kimin güvenci Allah'tan başka bir şeye ise, Allah onu en zayıf yaratığı ile helak eder. Görmüyor musunuz fil ashabını? Onlar Allah'ın yarattıklarının en irisi olan file dayanınca Allah onları, yaratıklarının en zayıfı olan kuşla helak etti."
Baskın yapıp, onları aldı. Merada Abdülmuttalip'in de iki yüz tane devesi vardı. Ebrehe komutanlarından birisini, Kureyş'in en saygın kişisini getirmesi için Mekke'ye gönderdi. Halk onu, Rasûlüllah'ın dedesi Abdülmuttalip b. Hişam'a gönderdi. Adam Abdülmuttalip'e gelip, melikleri Ebrehe'nin Mekkelilerle savaşmaya değil, Kabe'yi yıkmaya geldiğini söyledi. Abdülmuttalip: ”Vallahi biz de savaş istemiyoruz. Zaten buna gücümüz de yetmez. Bu, Allah'ın evidir. Dostu İbrahim'in evidir. Eğer korursa bu, O'nun evi ve haremidir. İsterse Ebrehe ile Kabe'nin arasından çekiliriz. Vallahi biz onu koruyabilecek durumda değiliz," dedi. Abdülmuttalip adama: ”Beraberce ona gidelim" dedi. Birlikte Ebrehe'ye gittiler. Ebrehe Abdülmuttalip'i görünce saygı gösterdi, iltifat etti. Koltuğundan inip, onunla birlikte yere olurdu. -Abdülmuttalip iri yan sağlam yapılı, güzel görünüşlü birisi idi.- Sonra tercümana: ”Sor bakalım ona istediği neymiş?" dedi. Abdülmuttalip: ”İstediğim Ebrehe'nin, develerimi geri vermesidir. Askerleri iki yüz devemi aldılar" dedi. Ebrehe: ”Gözümde değerin büyüktü ama bunları söyleyince düştün. Senin ve babalarının dini olan Kabe'yi yıkmaya geldim. Benimle onu konuşmuyorsun da, iki yüz deveni mi konuşuyorsun?" dedi. Abdülmuttalip: ”Ben develerin sahibiyim. Şüphesiz Kabe'nin, onu koruyacak ve seni geri çevirecek Rabbi var" dedi. Ebrehe: ”O, benden korunabilecek değil" dedi. Abdülmuttalip: ”Sen ve o karşı karşıyasınız" cevabını verdi. Ebrehe Abdülmuttalip'e develerini iade etti. Abdülmuttalip Kureyşlilerin yanına döndü. Ebrehe ordusundan korkutarak, Mekke'nin dışına çıkmalarını, dağ başlarına sığınmalarını emretti. Allahü teâlâ  Ebrehe'nin ordusu üzerine deniz tarafından kırlangıca benzeyen kuşlar gönderdi. Onları helak elti. Bu. Peygamberlerin peygamber olmadan önce gösterdikleri mucizevî şeylerdendir.
4 notes · View notes
yalnzardc · 1 year
Text
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
اِنّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ (١) وَمَا أَدْرَاكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْرِ (۲) لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِنْ أَلْفِ شَهْرٍ (۳) تَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِمْ مِنْ كُلِّ أَمْرٍ (٤) سَلَامٌ هِيَ حَتَّى مَطْلَعِ الْفَجْرِ (٥)
Kadr sr.
Safvetüt Tefasir: Kadr sûresi Mekke'de inmiş olup Kur'ân-ı Kerim'in inmeye başlamasından ve Kadir gecesinin diğer gün ve aylardan daha üstün olduğundan bahseder. Kadir gecesi, içinde ilahi nur, tecelliler ve Yüce Yaratıcının mü'min kullarına bol bol indirdiği ilahi lütuf ve esintiler bulunduğu için diğer gecelerden üstündür. Kadir gecesindeki bu ilahî tecelliler Kur'ân'ın inmesine verilen değerden dolayıdır.
Aynı zamanda bu sûre, Kadir gecesinde itaatkâr meleklerin sabaha kadar indiklerinden bahseder. O, ne kadri yüce bir gece! Bu gece, Allah katında bin aydan daha hayırlıdır!
1.Biz bu mucize Kur'ani, kadri ve şerefi yüce bir gecede indirdik. Tefsirciler der ki: Şerefi, yüceliği ve kadrinden dolayı bu geceye "Kadir gecesi" denilmiştir. Kur'ân'ın indirilmesinden maksat, Levhi Mahfuz'dan dünya semasına indirilmesidir. Daha sonra Cebrail (a.s.) onu yirmi üç senede yeryüzüne indirmiştir. Nitekim Ibn Abbas şöyle der: Yüce Allah Kur'ân'ı toptan Levh-i Mahfuz'dan, dünya semasındaki "Beytu'l-izze"ye indirdi. Sonra olayların vukûuna göre yirmiüç senede Rasulullah (s.a.v.)'a parça parça indi."
2.Ey Peygamber! Kadir ve şeref gecesini sana ne bildirdi? Bu, Kadir gecesinin şanının yücelik ve büyüklüğünü ifade eder: Hâzin şöyle der: Bu, o gecenin büyüklüğünü gösterme ve onun haberini dinlemeye teşvik yollu bir ifadedir. Sanki Yüce Allah şöyle buyurur: Onun kıymetini ve üstünlük derecesini sana bildiren, bilgine ulaştıran nedir?
Bundan sonra Yüce Allah, Kadir gecesinin üç yönden üstünlüğünü anlattı:
3.Kadir gecesi, şeref ve üstünlük bakımından bin aydan daha üstündür. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in indirilme şerefi sadece ona verilmiştir. Tefsirciler şöyle der: Kadir gecesinde yapılan iyi iş, içinde Kadir gecesi bulunmayan bin ay içinde yapılan işten daha hayırlıdır. Rivayete göre bir adam silah kuşanıp bin ay Allah yolunda cihad etmişti. Rasululah (s.a.v.) ve müslümanlar buna hayret ettiler. Rasulullah (s.a.v.) bunu ümmeti için de temenni ederek şöyle dedi: Ey Rabbim! Ümmetimi, ümmetlerin en kısa ömürlüsü, amel bakımından da ümmetlerin en azı kıldın. Bunun üzerine Yüce Allah ona Kadir gecesini verdi ve şöyle buyurdu: Kadir gecesi, sen ve ümmetin için, o adamın cihâd ettiği bin aydan daha hayırlıdır." Mücahid şöyle der: O gün ve gecede yapılan amel, tutulan oruç bin aydan daha hayırlıdır. İşte bu, Kadir gecesinin üstünlüğünün anlatıldığı birinci yöndür.
4.Yüce Allah'ın, o seneden bir sonraki seneye kadar takdir ve hükmettiği her türlü iş için, melekler ve Cebrail (a.s.) Rablerinin emriyle o gece yeryüzüne iner. İşte bu da, Kadir gecesinin üstünlüğünün anlatıldığı ikinci yöndür. Üçüncü yön ise şudur:
5.Kadir gecesi, gününün başlangiandan tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmettir. O gece melekler mü'minleri selâmlar. Yüce Allah, o gece insanoğlu için hayır ve selâmetten başka bir şey takdir etmez.
Celaleyn T : Mekke devrinde nâzil olup, 5 Âyet-i kerîmedir.
1-Hakikat biz onu Kur’ân’ı, Levh-ı Mahfûz’dan dünya semâsına topyekûn olarak Kadir şeref ve büyüklük gecesinde indirdik.
2-Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren şey nedir? Ya MuhammedBu gecenin şanına tazim ve ona karşı (muhatap) hayrete sevk etme ifadesidir.
3-Kadir gecesi, içinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır. Dolayısıyla bu gece içinde sâlih amel işlemek de, içinde bu gece olmayan diğer gecelerde işlenen sâlih amelden daha hayırlıdır.
4-Onda, o gece melekler ve Ruh, Cibrîl Rablerinin izniyle emriyle; Allah'ın o sene için, gelecek seneye kadar, o gece içinde hükme bağladığı her iş içinpeyderpey inerler.
Âyet-i kerîme’de geçen “ Tenezzelü “ lâfzında, siganın aslında bulunan iki Ta'dan biri hazfedilmiştir. Ayrıca âyetin devamındaki “ min“sebebiyye olup ”Bâ “mânâsındadır.
5-O gece, tâ fecrin doğuşuna doğma zamanına kadar selâmdır. Bu gece, melekler tarafından içinde çokça selâm verildiği için selâm kılınmıştır. Zira melekler bu gece içinde erkek-kadın uğradıkları her mü'min kimseye selâm verirler.
Âyet-i kerîme’de geçen “selamün hiye ”lâfızlar, mukaddem haber ve muahher mübtedadırlar. Âyet-i kerîme’de geçen “ matla” lâfzı; lâm'ın fethası ile de, kesresi ile de okunmuştur
Taberi T : Mekke'de nazil olmuştur. 5 âyettir. Söze Kur'an-ı Kerim'in Kadir gecesinde indirildiğinden bahsederek başlar. Kur'an-ı Kerim'in bu gecede inmeye başlamasından ve Kadir gecesinin: içinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlı oldugundan bahseder. Aynı zamanda bu süre, Kadir gecesinde itaatkâr meleklerin sabaha kadar indiklerini anlatır. Bu gecenin fecrinin tuluuna kadar selametten bahsederek sona erer.
Doğrusu Biz onu kadir gecesinde indirdik: Doğrusu Biz şu Kur'an'ı toplu olarak bir defada hüküm gecesinde dünya semasına indirdik. O hüküm gecesi ki Cenab-ı Allah müteakip sene ile ilgili işleri o gecede karara bağlar."
Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin sen?: Ey Muhammed! Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren nedir? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır: Kadir gecesinde işlenen sâlih bir amel, içinde kadir gecesi bulunmayan bin ayın amelinden daha hayırlıdır.
Melekler ve rûh o gece Rablerinin izniyle her iş için iner de iner: Beraberlerinde Cebrâil olmak üzere melekler; rızık, ecel ve benzeri o senede yapılmasını Allah'ın hükme bağladığı her iş için o gece Rablerinin izniyle inerler.
O, tanyeri ağarıncaya kadar bir selâmettir: Başından fecrin doğuşuna kadar, kadir gecesi bütün kötülüklere karşı bir selamettir.
Beydavi T : Mekke'de yahut Medîne'de inmiştir. 5 âyettir.
1- (Gerçekten biz onu Kâdir gecesinde indirdik) hu zamiri Kur'ân'a râcidir; zikri geçmediği hâlde onu zamirle ifade etmesi açıklama ihtiyacı olmayacak kadar meşhur olduğunu bildirmek içindir, nitekim indirmesini kendisine isnat etmekle de onu büyütmüştür. İndirdiği vakti de:
2/3- Kâdir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
"Kâdir gecesinin ne olduğunu sana ne bildirdi? Kâdir gecesi bin aydan daha hayırlıdır” diyerek onu da büyütmüştür. Onda indirmesi de indirmesini onda başlatmasıdır ya da onu Levh-i Mahfûz'dan dünya göğündeki kâtip meleklere toptan indirmiştir. Sonra da Cebrâîl aleyhisselâm onu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e yirmi üç senede parça parça indirmiştir.
Mana şöyledir de denilmiştir: Onu (Kur'ân'ı) onun fazileti hakkında indirdik. O da Ramazan’ın son on gününün tek günlerindedir, belki de yirmi yedisindedir. Onun gizlenmesine sebep de onu ihya etmek isteyenin birçok geceyi ibâdetle geçirmesidir. Ona böyle Kâdir denilmesi şerefinden yahut işlerin onda takdir edilmesindendir. Çünkü kusurdan uzak Allahü teâlâ: "Onda her hikmetii iş takdir edilir” (Duhan: 4) buyurmuştur.
Bin rakamının zikredilmesi ya çokluk içindir ya da şu
rivâyete göredir: Peygamber aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz bir İsrâîlli'den bahsetti, bu Allah yolunda bin ay silâh (zırh) giydi, savaştı. Mü'minler buna şaşakaldılar ve ömürlerini kısa gördüler. Onlara da o gazinin ömründen daha hayırlı olan Kâdir gecesi verildi.
4- "Melekler ve Rûh onda Rablerinin izni ile inerler". Bu da bin aydan niçin üstün kılındığının açıklamasıdır. İnmeleri de yeredir ya da dünya göğünedir veyahut mü'minlere yaklaşmalatrıdır.
"Her işten” o yılda takdir edilecek her iş için.
"Min küllimriin” de okunmuştur ki, her insan için demektir.
5- "O selâmdır” o selametten başka bir şey değildir yani Allah onda selametten başka bir şey takdir etmez; başkasında ise selameti (esenliği) de başkasını da takdir eder.
Ya da o selâmdan başka bir şey değildir demektir, çünkü onda mü'minlere selâm verenler gayet çoktur.
"Şafağın doğmasına kadar” sökme vaktine kadar demektir. Kisâî kesr ile (matli') okumuştur, o da merci' gibi mastardır ya da kıyas dışı maşrık gibi ism-i zamandır.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den: Kim Kâdir sûresini okursa, ona Ramazan orucunu tutmuş ve Kâdir gecesini ihya etmiş gibi sevap verilir.
Ömer Nasuhi Bilmen T : Bu süre-i celile "Abese" sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Beş ayet-i kerimeyi içermektedir. Kadr gecenin faziletini ve Kur'an-ı Kerim'in bu gecede inmeye başladığını bildirdiği için kendisine böyle "Kadr Sûresi" ve "İnna Enzelna" sûresi adı verilmiştir. Bundan evvelki "Alak" sûresinde Resûl-i Ekrem, okumakla emrolunmuştu, bu Kadr sûresinde de asıl olkunacak olan Kur'an-ı Kerim'in nasıl bir mübarek gecede indirilmiş olduğu bildirildiği için bu iki sûre arasında güzel bir münasebet vardır.
1. Bu mübarek sûre, Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından indirilmiş olduğu pek yüce bir gecenin şeref ve şânını bildiriyor. O feyiz dolu gecede bir takım semavi zatların birer vazife ile yer yüzüne şeref vereceklerini ve o gecenin sabaha kadar bir selamet ve emniyet mahiyetinde bulunacağını şöylece beyan buyuruyor. (Muhakkak ki, biz) yâni: Yüce zatım, kudret ve azametimle (onu) o Hakikatleri beyan eden Kur'an-ı (Kadr gecesinde) öyle şeref ve şanı pek yüksek olan bir zamanda (indirdik.) yani: Onu levh-i mahfuzdan dünya semasına birden inzâl ettik, sonra da onun âyetleri yirmi üç sene içinde Cibril-i Emin vastasile Son Peygamber Hz. Muhammed'e parça parça bir şekilde indirilerek tebliğ edilmiştir. Kadir gecesi, Ramazan-ı Şerif'in gecelerinden biridir. Çünki: Kur'an-ı Kerim'in Ramazan-ı Şerif'te inmeye başlamış olduğunu Bakara sûresindeki: Ramazan ayı, Kur'an'ın indirildiği aydır. [Bakara 2/185]) ayet-i kerimesi açıkça gösteriyor. Bu Kadir gecesi sûresi de Kur'an-ı Kerim'in Kadr gecesinde indirilmiş olduğunu bildiriyor. Binaenaleyh bu gecenin Ramazan'a mahsus olduğu ortaya çıkmaktadır. Şu kadar var ki: Bu gecenin Ramazan-ı Şerif ayının hangi gecesine ait olduğundan ihtilaf vardır. Meşhur olan ve ekseryetçe kabul edilen, bu Kadr gecesi, Ramazan-ı Şerif'in yirmiyedinci gününün gecesidir.
Bu mübarek gecenin kat'i surette tayin buyrulmamış olması, bir nice hikmetlere dayalıdır. Kısacası: Müslümanların Ramazan-ı Şerif'te daha ziyade ibadet ve itaatte bulunmaları, onun herhangi bir gecesinin Kadir gecesi olması ihtimalini dikkate alarak, her gecesinde fazlaca ruhani bir zevk ile zikre ve düşünmeye devam etmeleri içindir.
2. Ey Peygamber!. (Kadr gecesinin ne olduğunu) nasıl büyük bir şeref ve fazilete, bir yüksek mertebeye, manevi bir büyüklüğe sahip bulunduğunu (sana ne şey bildirdi?.) o öyle mübarek bir vakittir ki, onun değerinin yüceliğini, Allah-ü Teâlâ'dan başkası bilip kuşatamaz. İnsanlar, o pek feyzli gecenin pek büyük kıymeti, kudsiyetini, ancak Cenab-ı Hakkın bildirmesi sayesinde anlayabilirler.
3. (Kadr gecesi, bin aydan hayırlıdır.) O, öyle seçkin, nurlu bir mübarek gecedir, Kur'an-ı Kerim, o kutsal geceden itibaren yeryüzünü aydınlatmaya başlamıştır. Ve İslâm dinini, dinlerin sonuncusu olarak kurulmaya başlamış, insanlığın ufuklanı, manevi nûrlar içinde kalmıştır.
Kadir gecesinin böyle bin aydan hayırlı olması, şu bakımdan da müslümanlar hakkında hususi bir lütuftur ki: Bu ümmetin ömürleri eski ümmetlerin ömürlerine kıyasla kısa bulunmaktadır. Fakat bunlara verilen böyle pek feyizli bir gece, bin aydan hayırlı olunca bu ümmetin ömrü manen uzatılmış demektir. Çünkü, böyle bir gecede yapacakları ibadet ve itaat, bin gecede yapılmış gibi sayılarak o derece çok sevaba vesile olacaktır.
4. O gecenin ne kadar ehemmiyet ve azamete sahip olduğunu düşününüz ki: (Onda) O Kadr gecesinde (melekler ve rûh) Cibril-i Emin (Rabbi'lerinin izni ile her bir emrden) Allah-ü Teala'nın o seneye ait takdir ve kazası ne ise onlar hakkındaki vazifelerinden dolayı yeryüzüne (iniverir) o vazifelerini yerine getirirler.
Yahut Kabe-i Muazzam'a gibi, Revza-i Mutahhara gibi yüce makamları ziyarette bulunurlar. Müminlerle karşılaşarak onlara selâm verirler, haklarında iyilik sever olarak selametlerine dua ediverirler.
5. O mübarek Kadr gecesi (Tan yeri ağarıncaya değin) sabah vaktine, gündüz olup güneşin doğmaya yaklaştığı zamana kadar (bir selâmettir.) bir güven ve emniyetttir. Bütün o gece bir hayr ve bereketten ibarettir. Çünkü, asıl hakikat güneşi, insanlık âlemini manevi, ruhani ışıklar içinde bırakan Kur'an-ı Kerim, o geceden itibaren doğmaya başlamıştır. Kabiliyetini, temiz yaratılışını muhafaza etmekte olanlar, o sayede aydınlanarak cehalettin karanlığından kurtulmaktadırlar. Artık o mübarek gecenin yüce değerini Cenab-ı Hak'tan başka kim tamamile takdir edebilir?. Kerim, Rahim mâbâdumuz, o gibi mukaddes vakitlerin feyizlerinden İslâm alemini daima faydalandırsın. Hz. Peygamber hürmetine amin.
(LEYLE-İ KADR)
Yine berk urmadadır Leyle-i Kadr'in nûri.
Andırıp durmada her saha mukaddes tuvri.
Parlıyor işte bu mes'ut sebi fevz-ü felah.
Gıptalar etmede envarına binlerce sabah.
Ne hayırlı gecedir bu, ne muazzam bir an.
Bu gece başladı izzetle tulûa Kur'an.
Beşerin ruhuna bir feyz-i meâli kattı.
Açtı zulmetleri, dünyaları aydınlattı.
Devr-i fetret ne idi?. Ah ne meş'um andı.
Gafil insan, ne fena şeyleri haalık sandı...
Sanki, olmuştu birer matla's şer leyl-ü nehar.
Zulmet-i küfr-ü cehaletle geçerler asar.
Hakkın en şaşaal: lütfu tecelli etti.
Doğdu îman güneşi, Leyle-i fetret bitti.
Etti şu pür Lemean sayede ba revnak-u nûr.
Nam-ı İslam ile bir ümmet-i merhume zuhur.
Ne şereftir ki, semü paye melekler bilikram.
Sana vermektedir ey ümmet-i merhume!.
Selam. Sen de ey şanlı, şerafetli, muazzam ümmet.
Eyle mabûdunu bir vecdile zikre gayret.
Pertevi zikrile şu mabed-i akdes dolsun.
En mukaddes emelin, Hz. Allah olsun.
İbn Kesîr T : Kadir gecesinden söz ettiği için bu adı almıştır. Abese sûresinden sonra Mekke'de inmiştir. 5 (beş) âyettir. Sûrede, Kadir gecesinden, onun faziletin den, o gecede meleklerin yeryüzüne inişinden bahsedilir.
Allah (Celle Celalühü) bu sûrede, Kur'ân'ı kadir gecesinde indirdiğini bildirmektedir. Bu gece Allah'ın hakkında Biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik buyurduğu bir gecedir. Bu gece Ramazan ayında bulunmaktadır. Nitekim bir ayette Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır buyrulmaktadır. İbn Abbas şöyle demiştir: "Allah (Celle Celalühü) Kur'ân'ı toplu olarak Levh-i Mahfuz'dan dünya semasındaki Beyt-i Izze'ye indirmiştir. Sonra da yirmi üç sene zarfında olayların akışına göre tafsilatlı olarak Resûlullah'a inmiştir." Daha sonraki ayette Allah (Celle Celalühü) içerisinde Kur'ân'ı indirdiği kadir gecesinin şerefini yüceltmek için Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır buyurmuştur. İbn Ebi Hâtim'in Mücahid'den rivayet ettiğine göre Peygamber (a.s), İsrailoğullarından, bin ay süresince Allah yolunda silah taşıyan bir adamı zikretmiş ve bu müslümanların hayretini celbetmiştir. Bunun ardına da Biz onu (Kur'an') Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır ayeti nazil olmuştur. Yani kadir gecesi, bu adamın Allah yolunda bin ay silah taşımasından daha hayırlıdır.
İbn Cerir, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İsrailoğullarından bir adam gece kalkıp, sabahlayana kadar ibadet eder sonra da gündüzleyin akşam oluncaya kadar düşmanla çarpışırdı. Bu işini bin ay boyunca sürdürdü. Allah (Celle Celalühü) da Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır ayetini inzal buyurdu. Yani kadir gecesini ihya etmek o adamın yaptığı amelden daha hayırlıdır. Süfyan-ı Sevri şöyle demiştir: "Mücahid'in 'Kadir gecesini amel ederek, oruç tutup gecesini ihya ederek geçirmek bin aydan daha hayırlıdır' dediği bana ulaştı." Yine Micahid'in 'Içerisinde kadir geceleri olmayan bin aydan daha hayırlıdır' dediği rivâyet edilmiştir. Amr b. Kays da 'O gecede yapılan bir amel, bin aydan daha hayırlıdır' demiştir. İçerisinde kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır görüşü, İbn Cerir'in de tercihidir. Doğru olan görüş, Peygamber'in (a.s) dediği şu hadisdeki gibidir: "Allah yolunda sınır nöbetinde bulunmak, içerisinde bu amelin dışında bulunan diğer makamların olduğu bin geceden daha hayırlıdır." Ramazan'ın faziletine dair varit olan Sahih bir hadiste şöyle geçmektedir: "Onda bir gece vardır ki bin aydan daha hayırlıdır. O geceden mahrum olan, gerçekten büyük bir mahrumiyete uğramıştır." Kadir gecesinde ibadet bin yıllık ibadete denk olduğuna dair Sahîhayn'da Ebû Hureyre'den rivâyet edilen bir hadiste Peygamber'in (a.s) şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Kim kadir gecesini, inanarak ve sevabını Allah'tan umarak ihya ederse geçmiş günahları bağışlanır." O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar. Bu gecenin bereketinin çokluğundan dolayı meleklerinde inişi çoğalır. Melekler bereket ve rahmetin inmesiyle inerler. Nitekim Kur'ân tilavet edildiğinde de inip, zikir halkalarını kuşatırlar ve ilim talebelerini tazim etmek için kanatlarını onların altlarına koyarlar. Ruh'a gelirsek; onun hakkında Cibril (as) olduğu söylenmiştir. Ayette de meleklerin içerisinde özel olmasından dolayı, genel melek topluluğuna özel atfedilerek zikredilmiştir. Bir başka görüş ise; Nebe sûresinde geçtiği gibi Rûh melek sınıfları içerisinde bir sınıftır. Doğrusunu Allah bilir. Ayette geçen her türlü iş içn Mücahid 'Her işte esenlik vardır' demiştir. Said b. Mansur, Mücahid'in O gece, esenlik doludur ayeti hakkında şöyle dediğini nakletmiştir: "Bu öyle bir esenliktir ki, Şeytan o gecede kötülük ya da eziyet verecek bir iş yapmaya güç yetiremez." Katåde ise O gecede işler takdir edilir, rızıklar ve eceller de takdir edilir' demiştir. Nitekim Allah (Celle Celalühü) Her hikmetli işe o gecede hükmedilir buyurmuştur. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî'nin, kadir gecesiyle ilgili olarak Ebú Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "O gece yirmi yedinci ya da yirmi dokuzuncu gecedir. O gece yeryüzünde bulunan meleklerin sayısı, çakıl taşları sayısınca çoktur." Katâde ve İbn Zeyd ise bu ayet hakkında 'O gece tümüyle hayırdır ve içerisinde şafak atıncaya kadar hiçbir şer yoktur' demiştir. Bu gecenin alameti ise; saf ve saydam olmasıdır. Sanki o gecede parlak bir ay vardır, sakin ve parlak. O gece ne soğuk ne de sıcaktır. Sabahında güneş düzgün bir şekilde olup, dolunay gecesindeki ay gibi işığı olmadan doğar.
İbn Abbas'tan rivâyet edilen bir hadiste Peygamber (a.s) kadir gecesiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "O gece durgun olup ne soğuk ne de sıcaklık olur. Sabahında güneş, işığı zayıf ve kızıl bir şekilde doğar."
Cabir b. Abdillah'tan rivâyet edilen bir hadiste Peygamber (a.s) şöyle bu- yurmuştur: "Kadir gecesi bana gösterildi ve sonra unutturuldu. O son on gün içerisindedir. O gece durgun, soğuk ve sıcak olmayan bir gecedir. Şafağı sökünceye kadar o gecede Şeytan çıkmaz."
Kadir gecesinin önceki ümmetlerde olup olmaması konusu:
Alimler, kadir gecesinin eski ümmetlerde de var mıydı yoksa bu ümmetin mi özelliklerindendi şeklinde ihtilaf etmişlerdir. Zührî, Mâlik'in kendisine; Peygamber'e (a.s) kendisinden önceki ümmetlerin ömürlerinin gösterildiğini, sanki Peygamber'in kendi ümmetinin ömrünü biraz kısa bulduğunu ve uzun ömürleri sayesinde eski ümmetlerin ulaştığı amellere kendi ümmetinin ulaşamayacağından endişe ettiğini, bu nedenle Allah'ın (Celle Celalühü) ona bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesini verdiğini nakletmiştir. Malik'in söylemiş olduğu bu görüşe göre; kadir gecesinin yalnız bu ümmete has olması gerekmektedir. Bu konuyla ilgili olarak bir diğer görüş ise; kadir gecesinin bu ümmette olduğu gibi geçmiş ümmetlerde de olduğu şeklindedir ve bu gece kıyamete kadar devam edecektir. Bu gece özellikle Ramazan'dadır. Yoksa İbn Mesûd ve onun gibi düşünen Küfe alimlerinin dedikleri gibi senenin tüm günlerinde bulunup, senenin tüm aylarında aranmakta değildir. Ebû Dâvúd bu konuyla ilgili olarak Sünen adlı kitabında şöyle bir konu başlığı atmıştır: "Kadir gecesinin, Ramazanın tüm günlerinde olabileceği konusu". Sonra da Abdullah b. Mesûd'dan yapmış olduğu şu hadisi nakletmiştir: "Peygamber'e (as) kadir gecesinden soruldu ve ben de dinliyordum. Peygamber (a.s) 'O Ramazanın her günündedir' dedi." Ebû Hanife'den nakledilen bir görüşte de Kadir gecesi Ramazan ayının tamamında aranmalıdır. Gazzali'de bu görüşü nakletmiştir.
Kadir gecesinin Ramazanın hangi gününde olduğuyla ilgili bir konu:
Kadir gecesinin Ramazan ayının ilk gecesinde olduğu söylenmiştir. Bir diğer görüş olarak da Ramazan'ın on yedinci gecesindedir. Bu İmam Şâfii'nin görüşüdür. Bu görüş Hasan-ı Basri'den de nakledilmiştir. Bu görüşlerini şöyle gerekçelendirmişlerdir: Bu gece Bedir gecesidir ve Cuma gecesidir. Ramazan ayının on yedinci gecesinin sabahında Bedir savaşı olmuştur. Bu gece hakkında Allah (Celle Celalühü) yevm-i furkân demiştir. Bir diğer görüşe göre ise Kadir gecesi Ramazan'ın on dokuzuncu gecesidir. Bu görüş de Hz. Ali ve İbn Mesûd'dan nakledilmiştir. Ebû Saîd el-Hudrî'nin naklettiği hadisten dolayı Kadir gecesinin Ramazan'ın yirmi birinci gecesi de olduğu söylenmiştir. Hadis şöyledir: "Peygamber (a.s) Ramazan'ın ilk on gününde itikafa girdi ve biz de onunla itikaf yaptık. Cibril ona gelip 'Aradığın önündeki günlerdedir' dedi. Bunun üzerine Peygamber (a.s) ayın ortasındaki on günde de itikafa girdi. Biz de onunla itikafa girdik. Yine Cibril gelip 'Aradığın önündeki günlerdedir' dedi. Bunun üzerine Peygamber (a.s) Ramazanın yirminci gününün sabahında hutbe vermek için ayağı kalktı ve 'Benimle itikafa girmiş olanlar geri dönsünler. Zira ben Kadir gecesini gördüm ancak bana hangi gün olduğu unutturuldu. Kadir gecesi Ramazan'ın son on gününde ve tek gecelerdedir. Ben rüyamda o günde çamur ve su üzerinde secde ediyordum' dedi. Mescidin tavanı hurma dallarındandı. O gün gökyüzünde yağmura alamet olacak şey görmedik. Derken bir yağmur bulutu geldi ve yağmurla rızıklandırıldık. Peygamber (a.s) de bize namaz kıldırdı. Ben çamurun ve suyun izlerini Peygamber'in (a.s) alnında, onun rüyasının tasdiki olarak yirmi birinci gecenin sabahında gördüm, " Imam Şâfii bu hadis için 'Bu konudaki rivâyetlerin en sağlam olanıdır' demiştir. Yine bir başka görüş olarak Kadir gecesinin, yirmi üçüncü gece olduğu söylenmiştir. Yirmi beşinci gece olduğu da söylenmiştir. Buhârî'nin, İbn Abbas'tan rivâyet etmiş olduğu bir hadiste Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kadir gecesini son on günde arayın! Ramazanın çıkmasına dokuz gün kaldığında, yedi gün kaldığında ya da beş gün kaldığında..." Alimlerin çoğu bu hadisi tek geceler şeklinde tefsir etmişlerdir. En doğru olan ve meşhur olan görüş de budur. Diğer bazı alimler ise bu hadisi çift geceler olarak yorumlamışlardır. Kadir gecesiyle ilgili olarak bir diğer görüş de yirmi yedinci gece olmasıdır. Bu görüşün dayanağı da Müslim'in Sahih'inde Übeyy b. Kab'dan yapmış olduğu bir hadiste Peygamber'in (a.s) Kadir gecesiyle ilgili olarak yirmi yedinci gece olarak bahsetmesidir. İmam Ahmed de Zir'den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Übeyy b. Kab'a 'Ey Ebû Münzir! Kardeşin İbn Mesûd tüm seneyi ihya edenin Kadir gecesine isabet edeceğini söylüyor ne dersin?' dedim. O da 'Allah ona merhamet etsin! Kadir gecesinin Ramazan'da olduğunu ve onun yirmi yedinci gece olduğunu yemin olsun ki biliyor' dedi ve yemin etti. Ben 'Bu geceyi nasıl biliyorsunuz' dedim. O da 'Bize bildirilen alametler sebebiyle biliyoruz. O gecenin sabahında güneş ışığı olmadığı halde doğar' dedi." Bu görüş seleften bir grup alimin görüşüdür. İmam Ahmed b. Hanbel'in görüşü ise Ebû Hanîfe'den yapılan görüşün aynısıdır. Kadir gecesinin yirmi dokuzuncu gece olduğu da söylenmiştir. İmam Ahmed'in Ubâde b. Sâmit'ten yaptığı bir rivâyette Ubade Peygamber'e Kadir gecesini sormuş, Peygamber (a.s) de 'Onu Ramazan'da son on günde arayın. Zira o, tek geceler olan; yirmi üçüncü, yirmi beşinci, yirmi yedinci, yirmi dokuzuncu ya da son gecededir demiştir. Ebû Hureyre'den yapılan bir rivayette Peygamber (a.s) Kadir gecesiyle ilgili olarak şöyle demiştir: "O, yirmi yedinci ya da yirmi dokuzuncu gecededir. Bu gecede yeryüzünde bulunan meleklerin sayısı çakıl taşlarının sayısından fazladır." Kadir gecesinin son günde olduğuyla ilgili görüşü zikretmiştik. Bu görüş de az önce geçen hadise dayanmaktadır. Tirmizî'nin ve Nesâî'nin, Hz. Ebû Bekir'den yapmı oldukları bir diğer rivayette ise Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur. "Kadir gecesini dokuz gün kaldığında, ya da yedi gün kaldığında yada beş gün kaldığında ya da üç gün kaldığında ya da son gecede arayın
İmam Şâfii bu rivâyetler hakkında şöyle demiştir: "Bu rivayetler Peygamber'e (a.s) yöneltilen sorulan neticesinde söylenmiştir. Peygamber'e (a.s) 'Şu günde Kadir gecesini arayayım mı?' denmiş, o da 'Ara!' demiştir. Kadir gecesi, belirlenmiş bir gecedir ve başka gecelerde bulunmaz, intikal etmez." Ebú Kalâbe'nin ise şöyle dediği nakledilmiştir: "Kadir gecesi son on günde farklı gecelerde bulunabilir, intikal eder." Ebû Kalâbe'den yapılan bu görüş doğruya daha yakındır. En doğrusunu Allah bilir. Bu görüşü, Sahihayn'da İbn Ömer'den yapılan şu rivâyet desteklemektedir: "Peygamber'in (a.s) ashabından bazılarına Kadir gecesinin Ramazan'ın son yedi gecesi olduğu gösterildi. Peygamber (a.s) de 'Rüyanızın son yedi gecede olduğunu görüyorum. Kim Kadir gecesini talep edecekse son yedi gecede talep etsin buyurdu." Yine Sahihayn'da Aişe annemizden yapılan bir rivâyette Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kadir gecesini Ramazanın son on gecesinde ve tek gecelerde arayın! Kadir gecesinin intikal etmeyip, belirli bir gecede olduğuyla ilgili olarak İmam Şâfii ise, Buhârî'nin Sahîh'inde Ubade b. Sâmit'ten yaptığı şu hadisle delillendirmektedir: "Peygamber (a.s) bize Kadir gecesini bildirmek için evinden çıktı. Derken müslümanlardan iki adam aralarında kavga yaptı. Bunun üzerine Peygamber (a.s) 'Size Kadir gecesini haber vermek için çıkmıştım ancak falanca ile filancı kavga yapınca bu bilgi kaldırıldı. Bu da sizin için hayırlı olur umarım. Onu yirmi dokuzuncu, yirmi yedinci ya da yirmi beşinci günlerde arayın' dedi." Bu hadisteki delil noktası şöyledir: Kadir gecesi muayyen, devamlı aynı gecede devam edecek bir gece olmasaydı, Peygamber'in (as) vereceği bilgi ile her sene yetinilemeyecekti. Çünkü Kadir gecesi her sene intikal edecekti. Böyle olunca da sadece o sene için Kadir gecesini bileceklerdi. Kadir gecesinin intikal ettiğini söylersek, Peygamber'in (a.s) ashabına bu geceyi yalnızca o sene için bildirmek istediğini söylemiş oluruz. Hadiste iki kimsenin tertışmasının ardından bu bilginin kaldırılmasında; tartışmanın ilim ve faydalı şeylere engel olduğuna da ayrıca delil vardır. Nitekim bir hadiste Kul, yapmış olduğu günahı sebebiyle bir takım rızıklardan mahrum bırakılır geçmektedir. Kadir gecesiyle ilgili hadiste geçen kaldınlma olayı; bu gecenin tayin edilerek söylenmesi bilgisinin kaldırılmasıdır. Yoksa bazı cahil şiilerin dediği gibi külli olarak Kadir gecesinin kaldırılması değildir. Zira hadisin devamında belli günler söylenerek bu gecenin aranması söylenmektedir. Yine hadiste; kadir gecesinin tam olarak bilinmemesinin hayırlı olmasının umulduğu geçmektedir. Çünkü bu gece mübhem kalmasıyla, onu talep edenlerin gayretleri artmaktadır. Tam gününü bildikleri zamanda yapacakları amellerden çok daha fazla amel yapmaktadırlar. Tüm Ramazan ayında ibadetler artsın, son on günde de çabanın en fazla hale gelsin diye hikmet, bu gecenin gizli kalmasını gerektirdi. Bu nedenle Peygamber (a.s) Ramazanın son on günü itikafa girerdi. Ölünceye kadar da buna devam etti. Vefatından sonra bu sünneti eşleri devam ettirdiler. İbn Ömer'den nakledildiğine göre Peygamber (a.s) Ramazanın son on gününde itikafa girerdi. Aişe annemiz şöyle demiştir: "Resulullah (a.s) Ramazan'ın son on günü girdiğinde geceleri ihya eder, eşlerini ve ailesini kaldırır ve kemerini sıkardı." Müslim'in rivâyetinde de şöyle geçmektedir: " Resûlullah (a.s) son on günde diğer günlerdekinden fazla çaba sarf ederek ibadet ederdi." Bu 'kemerini sıkardı' tabirini tefsir etmektedir. Bir görüşe göre se kemer sıkmaktan maksat; eşlerinden uzak durmasıdır. Bu tabir her ikisinden de kinaye yapılmış olabilir. Nitekim İmam Ahmed'in Aişe annemizden yapmış olduğu bir rivâyette şöyle geçmektedir: "Resûlullah (a.s) Ramazanın son on günü kaldığında kemerini sıkar, eşlerinden uzaklaşırdı." İmam Mâlik'in, Ramazanın tüm gecelerinde Kadir gecesi aynı çabayla aranması gerektiği nakledilmiştir. Hiçbir gecesi diğerinden ayrılmamalıdır ona göre. Müstehab olan tüm zamanlarda duayı çok yapmak, Ramazan da ise daha fazla yapmaktır. Son on günde, tek gecelerde ise daha da fazla yapmaktır.
Ruhul Beyan T : Mekke devrinde nazil olmuştur, 5 âyettir.
1-Biz onu Kadir gecesinde indirdik. Âyetteki ”nûn", azamet ifadesi yahut da sıfatlar ve isimlerle birlikte zâta delâlet etmesi içindir. Âyette söz konusu edilen ”o", Kur'an'dır. Şöhreti, isminin açıkça söylenmesi yerini tuttuğu için zamirle yetinilmiş, ismi açıkça anılmamıştır. Sanki o, tüm zihinlerde hazırdır. Allahü teâlâ, onu indirme işini kendi zâtına isnad etmek suretiyle onu yüceltmiştir. Oysa onun inişi, Cebrail (aleyhisselâm) vasıtası ile olmuştur. ”Onu Kadir gecesinde indirmeye Biz hükmettik. Onu ezelde Biz takdir ettik" anlamındadır.
Eğer Kur'an bir seferde inmemiştir. Yirmi üç sene zarfında peyderpey inmiştir. O halde nasıl ”Biz onu Kadir gecesinde indirdik" buyurdu? denilirse cevabımız şu olur: Cebrail onu Kadir gecesinde Levh-i Mahfûz'dan dünya semasındaki Beyt-i İzzet'e bir defada indirdi. Gökteki yazıcı meleklere yazdırdı. Sonra da maslahatlara göre parça parça Rasûlüllah'a indirmiştir. Bu indirme de Kadir gecesinde başladı.
Kur'an'ın peyderpey indirilişi, Hazret-i Muhammed'i tazime işarettir. Bu, hediye edilen kişiyi tazim için hediyelerin hizmetçiler eliyle bölüm bölüm verilişi gibidir. Kur'an'ın peyderpey indirilişinin başka bir hikmeti de öğrenmeyi kolaylaştırmak ve Hazret-i Peygamberin gönlüne iyice yerleşmesini sağlamaktır. Nitekim Allahü teâlâ  bir âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur: ”Kâfirler: 'Kuran ona topluca bir defada indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk." (Furkân:32)
Allah'ın kelâmı iki çeşittir. Bunlar; Kur'an ve kudsî hadistir. Cebrail, Kur'anı indirdiği gibi sünneti de indirdi. Cebrail sünneti mana olarak getirdiği için onun mana olarak rivayeti caizdir. Kur'an'ın mana olarak okunması ise, caiz değildir. Çünkü Cebrail onu lafzıyla indirmiştir. Bundaki sır, lâfzı ile ibadet ve Kur'an'la Müslüman olmayanları âciz bırakmaktır. Çünkü hiç kimse onun içerdiği lafzî icazı ve manasındaki sırları içeren benzeri bir kitap getiremez. Öyleyse başka bir şeyin lâfzı ve manası Kur'an'ın lâfzı ve manasının yerini tutabilir mi? Şüphesiz hayır.
Levh-i Mahfuz, bu kitabın kalbidir. Onun için Hazret-i Rasûl'ün kalbine inmiştir. Kur'an Allah'ın kelâmı kadîmidir. Onu Ramazan ayında indirmiştir. Bir âyette: ”Ramazan ayı, içerisinde Kur'an'ın indirildiği aydır..." (Bakara: 185) buyurulmuştur. Bu, ilk açıklamadır. Biz bu âyetten onun gece mi, yoksa gündüz mü indirildiğini anlayamıyoruz. Allahü teâlâ : ”Biz onu, mübarek bir gecede indirdik" (Duhân: 2) buyurarak bu konuya açıklık getirmiştir. Bu da ikinci beyandır. Bu âyete bakarak o gecenin hangi gece olduğunu anlayamıyoruz. Bu konuyu da: ”Şüphesiz Biz onu Kadir gecesinde indirdik" âyetiyle anlıyoruz. Bu da üçüncü beyandır ki bu, beyanın son noktasıdır.
Sahih olan şu ki, o gecede her hikmetli iş ayrılır. Sene boyu olacak tüm işler ve hükümlerin idaresi yazılır. İşte o gece, Kadir gecesidir. İşler o gecede takdir edildiği için adına Kadir gecesi denilmiştir. Kur'an-ı Kerim bu dediklerimize şahitlik etmektedir. Âyetin başında: ”Biz onu mübarek bir gecede indirdik" (Duhân: 2) buyurulmuşken, sonra o gece şöyle nitelenmiştir: ”Her hikmetli iş o gecede ayrılır..." (Duhân: 3) Kur'an, Kadir gecesinde indi. Öyleyse bu Duhân süresindeki âyetler, bu nitelikle: ”Biz onu Kadir gecesinde indirdik" âyetine hazırlıktır. Kûtu'l-Kulûb adındaki eserde de böyle denilmiştir.
"Kur'ân'ın gece indirilişindeki hikmet nedir?" diye bir sual sorulursa, cevabımız şu olur: ”Kerametlerin çoğu, lütuf ve bağışların inişi, semalara yolculuk geceleri olur. Gece cennettendir. Çünkü istirahat vaktidir. Gündüz ise, cehennemdendir, zira kazanç temini ve yorgunluk ondadır. Gecenin ibadeti gündüzünkinden daha efdaldir. Çünkü insan kalbi geceleyin daha toplu olur. Zaten ibadette gözetilen kalp huzurudur."
2-Kadir gecesinin ne olduğunu sana ne bildirdi? Ey Rasûlüm Muhammed! Onun ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? Yani sen onun hakikatini bilemezsin. Çünkü onun kadrinin yüceliği, yaratıkların bilgi sınırının dışındadır. Onu, gaybleri bilen Allah'tan başkası bilemez. Bu ifade, Kur'an'ın indiği vakti yüceltmedir.
3-Kadir gecesi yani o gecede ibadet bin aydan yani bin ayın orucundan ve namazından daha hayırlıdır. Daha efdaldir, kadri daha yücedir, ecri bu süredeki ecirden daha fazladır. Bin ay, seksen sene dört aydır. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kim Kadir gecesini, inanarak ve karşılığını Allah'tan bekleyerek ihya ederse geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır. Kim inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek Ramazan ayında oruç tutarsa geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır."
Hadisteki ”îmânen ve ihtisâben" kelimelerini Hattâbî, niyetle ve azimetle diye açıklamıştır. Bundan maksat, gönül hoşluğu ile yüksünmeden, orucunu ağır, günlerini uzun bulmadan aksine günlerin uzunluğu, sevabın çokluğunu gerektireceği için bunu fırsat bilerek, tasdik ederek oruç tutmak ve sevabını ummaktır. Beğavî'nin izahına göre ”ihtisâben", ”Allah'ın rızasını ve sevabını umarak" anlamındadır. Hadisteki ”namaz" dan murat, teravih namazıdır. Âlimler arasında bunun, içerisinde gece namazı da bulunan mutlak anlamda olduğunu söyleyenler de vardır. ”Gelecek günahlar" sözü, o andan sonraki büyük günahlardan korumaktan kinayedir. et-Terğîb ve't-Terhîh şerhinde söylendiği gibi bu sözün, günahların bağışlanması anlamında olması da caizdir.
Saîd b. el-Müseyyeb şöyle der: ”Kim akşam ve yatsı namazlarını cemaatle kılarsa o, Kadir gecesinden nasibini almış demektir." Kadir gecesinin gündüzü de hayır açısından aynen gecesi gibidir. "Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır" âyeti işaret ediyor ki, arifler için Kadir gecesi, âbidlerin bin ayından daha hayırlıdır. Bilginler, Kadir gecesinin vaktinde ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluğun görüşüne göre Ramazan ayının son on günü içerisinde ve tek olan günlerdedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Onu Ramazanın son onunda ve her tek olan günde arayınız" buyurmuştur.
Kadir gecesinin Ramazanın son on gününde oluş hikmeti şudur: O dönem, oruçlunun zayıf düşeceği, ibadette gevşeklik göstereceği zannedilen dönemdir. Kadir gecesinin o dönemde oluşu, kişiyi onu bulabilme umuduyla ibadete gayretlendirir. Tek günlerde oluşu da Allah'ın tek olup, teki sevmesinden dolayıdır. O, teklik zâtının gereği olduğu üzere tek olanda tecelli eder. Görüşlerin çoğuna göre o, yirmi yedinci gecedir. Çünkü işaret ve haberler buna delâlet etmektedirler. Kimileri de onun. Ramazanın son gecesi olduğunu söylerler. Onların dayanağı şudur: Bir hadiste varid olduğuna göre. Allahü teâlâ  Ramazanın her gecesi iftar vaktinde cehennemden azabı hakeden bir milyon kişiyi serbest bırakır. Ramazanın son gecesi olduğunda ise ayın başından sonuna kadar azad ettiği kişi sayısınca cehennemliği serbest bırakır.
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Rasûlüllah'a onun vaktini bilirsem ne diyeyim?" dedim. ”Allahümme inneke afüvvün tuhibbü'l-afvefa'fu annf de, buyurdu." Ey Allah'ım! Senden af, afiyet, dinde, dünyada ve ahirette afiyet vermeni istiyoruz."
Herhalde o gecenin gizlenmesindeki sır, büyük sevap umanları, ona rastlayabilmeyı umarak birçok geceyi ihya etmeye teşviktir. Bunun benzerleri Cuma günkü duaların kabul edildiği vaktin, beş vakit arasındaki vustâ namazının, Allah'ın isimleri arasında ism-i âzamin, hepsine saygı göstersinler diye insanlar arasında veli kulunun, mükellefin her an ihtiyat üzere olması için ölüm vaktinin gizlenmesidir.
Bu geceye, Kadir gecesi denilmesi konusunda farklı görüşler vardır. Bunlar:
1- İşler o gece takdir edildiği içindir. ”Her hikmetli iş o gecede ayrılır." (Duhân: 3) âyeti buna işaret eder. Bundan maksat, takdirinin meleklere gösterilmesidir. Yoksa takdirin kendisi ezelîdir. Kadr, takdir anlamındadır. Takdir de bir şeyi hikmetinin gereğine göre özel bir şekil ve özel bir miktar üzere yapmaktır.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Allahü teâlâ  sene boyu yani ertesi yılki Kadir gecesine kadar olacak olan her şeyi, yağmuru, rızkı, dünyaya getirmeyi, öldürmeyi ve benzerî şeyleri bu gece takdir eder. İşleri idare ile görevli olan meleklere teslim eder. Rızıkların, bitkilerin ve yağmurların bir nüshasını Mîkâil'e; savaşların, rüzgârların, zelzelelerin, yıldırımların, ay ve güneş tutulmalarının bir nüshasını Cebrail'e; amellerin bir nüshasını İsrafil'e, musibetlerin bir nüshasını da Azrail'e verir. İnsanlar ise bunun farkında değildirler.
Şâir ne güzel söylemiş:
Dünyaya veda et, çünkü sen bilmiyorsun,
Gecenin karanlığı çöktüğünde sabaha kadar yaşayacak mısın?
Emniyet içinde akşamı sabahı eden nice genç var,
Kefenleri dokunmuş ama haberleri yok.
Kocası için süslenen nice gelin var,
Oysa zifaf gecesinde kocalarının ruhları kabzedilmiştir.
2- Bu gece, diğer gecelerden daha şerefli ve değerli olduğu için Kadir gecesi denilmiştir. Kadr, makam ve şeref manasınadır. Buna göre, kim o gecede ibadet ve taatta bulunursa, kadr ve şeref sahibi olur.
Ebû Bekir el-Verrak şöyle demiştir: ”Bu gece, içerisinde kadr sahibi meleğin dili ile kadr sahibi ümmete kadr sahibi kitap indiği için, Kadir gecesi adını almıştır. Allahu â'lem Allahü teâlâ  ”kadr" kelimesini, bu sûrede bu sebepten dolayı üç defa zikretmiştir."
Rivayete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsrail oğullarından bir şahsın silâh kuşanıp Allah yolunda bin ay cihad ettiğini anlattı. Müminler buna şaştılar, kendi amellerini küçümsemediler. Bunun üzerine onlara bu gazinin cihad müddetinden daha hayırlı bir gece verildi. Eğer o geceyi ihya ederlerse, bu kullardan daha âbidler olmayı hakederler.
Bir de şöyle denilmiştir: ”Hazret-i Peygambere bu ümmetin tümünün ömürleri gösterildi. Efendimiz onları azımsadı. Uzun ömürlü olan diğerlerinin yapabildikleri amelleri yapamayacaklarından korktu. Bunun üzerine Allah ona Kadir gecesini verdi. Onu, diğer ümmetlerin bin ayından daha hayırlı kıldı."
Âyet-i kerime, Kadir gecesinin varlığına delildir. Onun, faziletinin Kur'an'ın inişinden dolayı olduğunu söyleyenler, o faziletinin bir defaya mahsus olup kesildiğini söylüyorlar. Cumhurun görüşüne göre o, bakîdir, her sene tekrarlanmaktadır. Bu, Allah'ın bir fazlı ve kullarına rahmetidir.
Bazı âlimlere göre Kadir gecesi, Ramazan ayına mahsus değildir. Ama çoğunluğa göre bu aya mahsustur. Ramazanın son on günü geldiğinde Hazret-i Peygamber, amellerini artırır, gecesini ihya eder ve aile efradını ibadet için kaldırırdı. Sâlih kullar, son on geceyi, tümüyle Kadir gecesini ihya etmek niyetiyle namazla geçirirlerdi."
Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Kim bu niyetle her gece on âyet okursa, gecenin bereket ve sevabından mahrum olmaz. Bu, Allah'ın kadrini açıkladığı, Rasûlüllah'ın haber verdiği o geceye ait namazın faziletinin yerini tutar."
Nafile namazlar, insanların .birbirlerini çağırmadan yani ezansız ve kametsiz cemaatle kılınabilirler, bunda hiçbir kerâhat yoktur. Öyleyse sen manevî zevkten mahrum bazı kişilerin dediklerine kulak asma. Onlar iktidarsız kişi hükmündedirler. Münâcatın zevkini, tâatların tadını, vakitlerin faziletini bilmezler.
4-O gecede melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle, emriyle o senede takdir edilen hayır, şerherbir iş için inerler. Bu, ”Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçiler vardır..." (Ra'd: 11) âyet indeki ifadeye benzemektedir.
"Melekler" mutlak olarak anıldığı için, âyetin zahirine göre, tüm melekler murat edilmiştir. O gece melekler inerler, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'in ümmetinden oruç tutan erkekler ve kadınların bağışlanmalarını dilerler. Bir diğer görüşe göre, meleklerden bir gruptur. Diğer melekler onları sadece Kadir gecesinde görürler. Bu, bizim bayram günü dışında görmediğimiz zâhidlere benzer. Meleklerden murat ne olursa olsun melekler ve ruh (Cebrail), gökyüzünün tamamından yeryüzüne inerler. Bu, hiç de yadırganacak bir şey değildir. Başka günlerde zikir meclislerine indiklerine göre, bu şâm yüce gecede inmeleri daha evlâdır. Meleklerin dünya semasına inmeleri de muhtemeldir.
Âlimler, meleklerin grup grup indiklerini, kiminin inip kiminin yükseldiğini söylemişlerdir. Onların durumu, hacıların durumuna benzer. Hacılar çok olmalarına rağmen Kabe'ye ve diğer ibadet yerlerine peşpeşine girerler. Ama bazıları girerken, diğerleri çıkar. Bu yüzden onların inişleri fecir vaktine kadar uzamıştır. Âyetteki inerler anlamını veren kelimenin yapısı da bu tedrîcîliğe işaret eder. Bu gösteriyor ki, ”Melekler çok fazla oldukları için yer ve gök onları taşıyamazlar" tarzındaki iddia yerinde değildir. Ayrıca ruhların durumu, cisimlerin durumu gibi değildir. Meleklerin nurdan yaratılan lâtif cisimleri vardır.
Bazı bilginlerin dediklerine göre inenler, Sidretu’l-Müntehâ'da bulunan meleklerdir. Orada sayılarını Allah'tan başka kimsenin bilmediği çoklukta melek vardır. Cebrail'in makamı onların ortasındadır.
Yeryüzüne inen melekler kiliselere, puthanelere, içerisinde resim, köpek ve kötülükler bulunan evlere, şarap içenin veya şarap tiryakisi olanın, cünübün ve domuz eti yiyenin bulunduğu evlere girmezler.
Meleklerin yeryüzüne Allah'ın izni ile inmeleri, onların bizi arzu ettiklerine ve aşk duyduklarına, inmek için izin istediklerine ve kendilerine izin verildiğine işaret etmektedir.
Çirkini gizleyen, güzeli açığa çıkaran Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz.
5-O gece, tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır. Yani o, selâmetten başka bir şey değildir. O gece hastalık olmaz. Rüzgâr ve yıldırım gibi serlerden ve âfetlerden bir şey bulunmaz. Aksine bu gece inen, sadece selâmet, fayda ve hayırdır. O gece şeytan kötülük yapamaz. Hiçbir sihirbazın sihiri etki etmez. Yahut da onun selâm oluşundan maksat, müminlere verdikleri selâmın çokluğudur. Hadiste varid olmuştur ki, Kadir gecesinde Cebrail ve meleklerden büyük bir grup inerler, ayakta veya oturarak ibadet etmekte olan her mü'min için duâ ederler, onlara selâm verirler.
Ayette belirtilen selâm, fecrin doğuşuna kadar sürer. Melekler o vakte kadar grup grup inerler. Kimi âlimlerin dediklerine göre, Kadir gecesinde güneşin batışından fecrin doğuşuna kadar ibadet edenlere selâm verirler. Sonra gökyüzüne çıkarlar.
Denildiğine göre, Kadir gecesinin alâmetleri şunlardır: ”Gece ne sıcaktır, ne soğuk. Sabahleyin güneş doğduğunda fazla ışığı olmaz. Çünkü melekler tam güneş doğarken gökyüzüne çıkarlar. Çok kalabalık oldukları için güneş ışınlarının yayılmasını engellerler. Yahut da güneş, bu gecenin sabahının nurudur.
5 notes · View notes
yalnzardc · 1 year
Text
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ (١) لَا أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ (۲) وَلَا أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ (۳) وَلَا أَنَا عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْ (٤) وَلَا أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ (٥) لَكُمْ دِينَكُمْ وَلِيَ دِينِ (٦)
Kafirun sr
Safvetüt Tefasir: Kâfirûn sûresi Mekke'de inmiştir. Allah'ı birleme, şirk ve sapıklıktan uzak olmayı açıklayan bir süredir. Müşrikler Hz Peygamber (s.a.v.)'i anlaşmaya çağırdılar ve bir sene onun kendi ilahlarına ibadet etmesini, bir sene de kendilerinin onun ilahına ibadet etmelerini teklif ettiler. Bunun üzerine kâfirlerin bu heveslerini kesmek, iki grup yani mü'minlerle putperestler arasındaki çekişmeyi gidermek ve bu sapık fikrin ne şimdi, ne de gelecekte uygulanmasının mümkün olmayacağını kâfirlere bildirmek üzere bu sûre indi.
1.Ey Peygambert Seni put ve taşlara ibadet etmeye sagiran o kafirlere de ki:
2.Ben, sizin taptığınız o putlara tapmam. Ben, faydası ve zararı olmayan ve kendilerine ibadet edenlerden hiçbir şeyi savamayan ilah ve mabudlarınıza tapmaktan uzağım. Tefsirciler şöyle der: Kureyşliler Hz. Peygamber (s.a.v.)'den bir sene kendi ilahlarına tapmasını, bir sene de kendilerinin onun ilahına tapmalarını istediler. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Allah'a bir şeyi ortak koşmaktan O'na sığınırım" dedi. Kureyşliler: "Bizim ilahlarımızdan bazısını istilam et (el sur), biz de seni tasdik edip ilahına ibadet edelim" dediler. Bunun üzerine bu sûre indi. Rasulullah (s.a.v.) sabahleyin Mescid-i Haram'a gitti. Mescidde Kureyş'in ileri gelenleri bulunuyordu. Başları üzerine dikilerek bu süreyi onlara okudu. Böylece ondan ümitlerini kestiler. Hem Peygamber (s.a.v.)'e hem de Ashâbına (r.anhum) eziyet ettiler." De ki" kelimesi, Peygamber (s.a.v.)'in Allah tarafından bununla görevlendirildiğine delildir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onlara Kâfirler!" sözüyle hitap ederek, káfir olduklarını söylemesi, ki Peygamber (s.a.v.) onların, kendilerine kâfir denilmesine kızdıklarını biliyordu. Bu, onun Allah tarafından korunduğuna ve dolayısıyle kâfirlere ve onların tağútlarına aldırış etmediğine delildir.
3.Ey müşrikler toplulugu! Siz de benim ibadet ettigim Hak İlahima ibadet edici değilsiniz. O, tek olan İlahtır. Ben Hak İlaha ibadet ediyorum. O, âlemlerin Rabbi Allah'tır. Siz ise taş ve putlara tapıyorsunuz. Rahman'a ibadet nerde, heva ve hevese ve putlara ibadet nerde!
4.Ben de sizin taptıklarınıza tapıcı değilim. Bu ayet, daha önce anlatılan taşlara tapmaktan uzak olmayı te'kid eder ve kâfirlerin heveslerini kursaklarında bırakır. Sanki şöyle der. Ne şimdi ne de gelecekte bu putlara tapmam. Ben, yaşadığım müddetçe taptığınız şeylere asla tapmam. Ne şimdi putlarınıza taparım, ne de gelecekte taparim.
5.Siz de benim ibadet ettigim hak ilaha gelecekte tapacak değilsiniz.
6.Sizin müşrikliğiniz size, benim Allah'ı birlemem de bana Bu, Hz. Peygamber (a.s.)'in, kâfirlerin yaptığı ibadetten son derece uzak olduğunu gösterir ve son derece kudretli ve bir olan Allah'a ibadet ettiğini te'kid eder. Tefsirciler der ki: İlk iki cümlede, insanların ilah bakımından birbirinden tamamen farklı olduğu ifade edilmiştir. Müşriklerin ilahi putlar, Muhammed (sa.v.)'in ilahi is Allah'tır (c.c.). Son iki cümlede ise, ibadet hususunda tamamen farklı olduklan ifade edilmiştir. Sanki Hz. Peygamber (s.a.v.): "Ne ilahımız, ne de ibadetimiz birdir demiştir.
Celaleyn T : Mekke devrinde nâzil olup, 6 Âyet-i kerîmedir.
1-De ki: “ ey kâfirler!
2-Ben şu anda sizin tapmakta olduğunuz şeylere, putlara tapmıyorum.
3-Siz de şu anda benim ibâdet etmekte olduğuma -ki, o da tek olan Allahü teâlâ'dır- ibâdet ediciler değilsiniz.
4-Ve ben ileride sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
5-Sizler de ileride benim ibâdet ettiğime ibâdet ediciler değilsiniz. Allahü teâlâ, onların îman etmeyeceklerini biliyordu.
“ma” lâfzının Allahü teâlâ üzerine kullanılması, “mukabele “yolu üzeredir.
6-Sizin dininiz, şirkiniz size, benim dinim, İslâm, banadır. “ Bu, onlarla harbetmekle emr olunmadan evveldi.
Âyet-i kerîme’de geçen “ dini “ lâfzındaki izafet ya'sını, Kurra-i seb'a vakıf ve vasıl hallerinde hazfetmişlerdir. Ancak Ya'kub, her iki hâlde de onu yerinde bırakmıştır.
Taberi T : Mekke'de nazil olmuştur. 6 ayettir.
Allah'ı birleme, şirk ve sapıklıktan uzak olmayı beyan eder. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.)i anlaşmaya çağırdılar ve bir sene onun kendi ilâhlarına ibadet etmesini, bir sene de kendilerinin onun ilâhına ibadet etmelerini teklif ettiler. Bunun üzerine böyle bir şeyin ebediyyen olmasının mümkün olmayacağını beyan etmek üzere bu mübarek sûre nazil oldu.
De ki: "Ey kâfirler!": Ey Muhammed! Bir sene senin onların tanrılarına, bir sene de onların senin ilâhına ibadet etmelerini isteyen şu müşriklere de ki: "Ben, sizin tapmakta olduklarınıza tapmam": Sizin tapmakta olduğunuz tanrılara ve putlara ben tapmam. "Benim taptığıma da sizler tapmazsınız": Benim ibadet ettiğim ilâhıma da sizler ibadet etmezsiniz.
"Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim": Ben de gelecek zamanda sizin ibadet ettiklerinize ibadet edecek değilim.
"Benim taptığıma da, sizler tapacak değilsiniz": Sizler de gelecek zamanda benim şu anda ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz.
"Sizin dininiz size, benim dinim de banadır": Sizin dininiz sizedir: Onu bırakacak değilsiniz. Ölünceye kadar o dinde kalacaksınız. Ben de kendi dinim üzereyim: Onu asla bırakacak değilim. Ondan vazgeçip başka bir dine girecek de değilim."
Beydavi T : Mekke'de inmiştir. 6 âyettir.
1 - "De ki: Ey kâfirler” bunlardan belli, Allahü teâlâ'nın îman etmeyeceklerini bildiği kâfirleri kast ediyor.
Rivâyete göre Kureyş'ten bir bölük: Ya Muhammed, sen bir sene bizim ilâhlarımıza ibâdet et, biz de bir sene senin İlâhına ibâdet edelim, demeleri üzerine inmiştir.
2 - “ Ben sizin taptıklarınıza tapmam” yani gelecekte, demektir. Çünkü lâ edâtı ancak gelecek manasına kullanılan mazinin başına gelir, nitekim mâ da ancak hâl manasına kullanılan muzârinin başına gelir.
3 - "Siz de benim ibadet ettiğime tapacak değilsiniz” yani gelecekte demektir, çünkü lâ a'büdü'ye yakındır.
4 - "Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim” şimdi yahut gelecekte.
5 - "Siz de benim ibadet ettiğime tapacak değilsiniz” yani benim şu anda ibâdet ettiğime ibâdet etmediniz, demektir.
(Vela ene abidün mâ abettüm ile vela entüm âbidune mâ a'büd) cümlelerinin daha mübalağalı şekilde te'kit olması da câizdir. Mâ abettüm'e uygun olması için mâ abettü denilmemesi de şunun içindir; çünkü onlar Efendimiz Peygamber olarak gönderilmeden önce putlara tapmakla meşhur idiler; O ise o zamanlar Allah'a ibadetle meşhur değildi. Efendimizin "men” demeyip de "mâ” demesi, ondan sıfat murat edildiği içindir. Sanki: Ben bâtıla ibâdet etmem, siz de hakka ibâdet etmezsiniz buyurmuştur ya da onların yukarıdaki ifadelerine uyması için öyle buyurmuştur. Mâ edatının mastariye (âbidûne ibâdeti) olduğu da söylenmiştir. İlk ikisinin ellezi manasına, son ikisinin de mastariye olduğu da söylemniştir.
6 - "Sizin dininiz size” üzerinde bulunduğunuz” dîn”, onu terk etmezsiniz
"benim dinim de bana” üzerinde bulunduğum” dîn” de benimdir, ben de onu bırakmam. Bu durumda bunda küfre izin de yoktur, cihâdtan men de yoktur ki, kıtal (savaş) âyeti ile mensûh olsun. Meğer ki karşılıklı bırakışma ve iki gruptan her birinin diğerini kendi dininde bırakma ile tefsir edile. Dîn; hesap, ceza ve dua ve ibâdetle de tefsir edilmiştir.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den: Kim Kâfirun sûresini okursa, sanki Kur'ânın dörtte birini okumuş olur ve şeytanlar ondan uzaklaşır, şirkten de beri olur.
Ömer Nasuhi Bilmen T : Bu mübarek sûre, "El-Maun" sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Altı ayet-i kerimeyi içermektedir. Kâfirlere bir ihtarı içermiş olduğu için kendisine bu isim verilmiştir. Maamafih buna "El-Münabeze" yani: Muharebe ve "Mukas Kişe" yani: Uyuz ve çiçek gibi illetlerden iyileştirici süresi adı verilmiştir Kevser sûresinde Resûl-i Ekrem'in Cenab-ı Hak'ka ibadetle mükellef olduğuna ve şanının yüceliğine işaret edilmişti. Bu sürede de o Yüce Peygamber'in Hak Teala'ya ibadet edip kâfirlerin ibadet etmedikleri bildirildiği için bu iki sûre arasında mühim bir irtibat vardır.
1. Bu mübarek sûre, İslam dininin diğerlerinden uzak olduğunu gösteriyor. İlahi dinin başkalarına bir ihtiyacı bulunmadığını bildiriyor. Resûl-i Ekrem'in Allah'ın himayesinde olup başkalarına ihtiyacı bulunmadığına şöylece işaret buyurmaktadır. Ey Allah'ın birliğini insanlığa telkine memur olan Yüce Pegyamber!. O küfrlerinde israr edip duran müşriklere (Deki: Ey kâfirler!.) ey hakiki dinden mahrum olan inkarcılar!.
Gerçekten de Resûl-i Ekrem, Sallallah-ü Aleyhi Vesellem, insanlara karşı her hususta merhametle, yumuşaklıkla muamelede bulunmakla emolunmuştu, daima güzel şekilde hitabede, tartışmada, mücadelede bulunurdu. Şimdi bir takım müşriklere karşı Ey kafirler!. diye hitap etmesi, sırf bir ilahi emre dayalıdır. Çünkü: O muhataplar küfrlerinde israrlı kimseler idi, Yüce Pegyamber'i bile kendi bâtil dinlerine sevketmek istemişlerdi, binaenaleyh onları böyle bir hitap ile reddetmek, bir hikmet gereği olmuştu.
Evet.. Bu mübarek sürenin iniş sebebi tefsirlerde şöyle gösteriliyor: Mekke-i Mükerreme'deki müşriklerden "Velid Binil'Mugayre" As Bin-i Vail, Esvet Bin-i Abdül muttalib, Ümmiyye Bin-i Half; Kureyş taifesinin ileri gelenlerinden idi. Bir gün bir cemaatle Resûl-i Ekrem'in yanına geldiler, "Ya Muhammed!. Sen gel bizim dinimize tabi ol, biz de senin dinine tabi olalım, seni kendi işlerimize ortak yapalım, sen bizim putlarımıza bir sene ibadet et, biz de senin Allah'ına bir sene ibadet edelim, eğer senin getirdiğin bir hayr ise biz de onda sana ortak olmuş oluruz. Ondan nasib almış bulunuruz ve bizimle olan hayr ise sen de bizim işimize iştirak etmiş, ondan bir nasib almış bulunursun" diye teklif yapmış oldular.
Peygamber Efendimiz ise.. "Allah korusun!. Ben Allah-ü Teâlâ'ya başkasını ortak edinir miyim?. Allah-ü Teâlâ'dan başka yaratıcı, ibadete lâyık bir şey yoktur." diyerek o müşrikleri reddetti. İşte bu olay üzerine bu sûre-i celîle nazil oldu. Resûl-i Ekrem Hazretleri de Mescid-i Haram'a gidip bunu insanlara karşı okudu, artık o kâfirler, ümitlerini kesmiş bulundular.
2. Yüce Peygamber o kâfirlere şöyle hitap ile emrolunmuştu: Ey kâfirler!. (Ben) gelecekte (sizin ibadet ettiğinize ibadet etmem.) Allah'ın birliğini terkederek sizin şirkinize iştirak edecek değilim, çünkü, sizin taptığınız şeyler, mabutluk sıfatına sahip değildirler. Onlar ibadete aslå lâyık olamazlar. Onlar bir kısım mahlûkattan ibarettirler, hepsi de muhtaç, fenaya uğramışlardır: Bir Yüce Yaratıcı'nın birer yaratılış eserinden başka bir şey değildirler, onlara nasil ibadet edebilirim?
3. (Siz de) Ey küfr ve şirk içinde yaşayanlar!. (benim ibadet ettiğime ibadet ediciler değilsinizdir.) Siz, bâtil tannlara ibadet ediyorsunuz. Yalnız Yüce Mabûd'a ibadet edecek kimseler bulunmuyorsunuz.
4. (Ve ben) İstikbålde olduğu gibi halen de (sizin taptığınza tapıcı değilim.) ben daima ortak ve benzerden uzak olan bir Ezeli Mabud'a kullukta bulunurum, ondan başkasına ibadette bulunmam. Çünkü, ondan başkası asla ilahlık ve mabutluk sıfatına sahip değildir.
5.. (Siz de) Ey küfrlerinde israr edip duranlar!. (benim taptığıma tapıcılar değilsinizdir.) Siz hiç bir vakit Allah'ın birliği inancını kabul ederek İslamiyet şerefine nail olamayacaksınızdır. Ben yalnız Allah-ü Teala'ya tam bir samimiyetle ibadet etmekteyim, sizin ibadetleriniz ise haddizatında makbul bir ibadet değildir. Sizin ibadetleriniz, şirk ile karışıktır. Gaflet ve cehalete dayalıdır, Allah'ın emrine terstir.
6. Artık ey müşrikler!. (Sizin dininiz sizin içindir.) Öyle küfr ve şirke dayalı olan ve haddizatında bir ilâhî din mahiyetinde bulunmayan sizin dininiz, size mahsustur, onun cezası size yöneliktir. (Benim dinimde benim içindir.) Allah'ın birliği esasına dayalı ve her şekliyle gerçekliğe, yüceliğe sahip olan İslam dini de benim dinimdir, onun mükâfatı da bana aittir.
Bir yoruma göre bu âyetteki "din"den maksat, cezadır. Ceza ve mükâfattır. Buyrulmuş oluyor ki: Ey inkârcılar!. Sizin cezanız size aittir. Artık siz, bu akıbeti düşünün, çünkü, küfrile ahirete gidenler, ebedi şekilde azab göreceklerdir. Müslümanlar da ahirette ebedi mükâfatlara nail olacaklardır. Bazı zatlara göre bu ilahi beyan, cihad ile emrolunmadan öncedir. Bilâhara nesh olunmuştur. (Yürürlükten kaldırılmıştır.) Fakat tahkik ehli zatların ifadelerine göre bunda bir nesh yoktur. Bu muhkem bir süredir. Bunda küfre bir izin ve cihattan engelleme yoktur. Bu ilâhî beyan kâfirlerin hakkında bir tehdidi ifade etmektedir.
Ve onlara karşı bir meydan okumak mahiyetindedir. Nesh ise bunun tersinedir. Bir zaruret bulunmadıkça nesh cihetine gidilemez. "Tefsîr-i Kebir, Siracül Münir, Tefsir-i Alûsi, Tefsîrül'meragi."
İbn Kesîr T : Mekki bir süre olup altı ayettir.
Müslim'in Sahihinde geçen bir hadiste Cabir (r.a), Peygamber'in (as) tavaf namazında bu sûre ile İhlas sûresini okuduğunu rivâyet etmiştir. Yine Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Peygamber'in (a.s) sabah namazının sünnetinde bu iki sûreyi okuduğu rivayet edilmiştir. Bu sûrenin Kur'ân'ın dörtte birine denk olduğu hadislerde geçmektedir. Taberani Peygamberimizin yatağına geçtiğinde bu sûreyi okuduğunu rivâyet etmiştir. Hâris b. Ceble'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Dedim ki: 'Ey Allah'ın Resûlü! Uyumadan önce okuyacağım bir şey öğretir misiniz?" Allah Resûlü de bana: 'Geceleyin yatağına geçtiğinde Kâfirûn sûresini oku! Çünkü bu sûre şirkten kurtuluştur dedi." En iyi Allah bilir.
Bu sûre müşriklerin yapmış oldukları işlerden uzak olma sûresidir. Ey Muhammed! De ki: "Ey kafirler! Bu ayetin hükmü yeryüzündeki tüm kafirleri içermektedir ancak bu hitabın yöneltildiği kimseler Peygamber'i (a.s) bir sene kendi putlarına ibadet etmeye davet eden ve buna karşılık onların da Peygamber'in (a.s) mabuduna ibadet edeceklerini söyleyen Kureyş kafirleridir. Allah (Celle Celalühü) bu süreyi indirerek Peygamberine onların dinlerinden bütünüyle uzak durmasını emretmiştir. Bu nedenle şöyle demiştir: "Ben sizin taptıklarınıza tapmam." Putlarınıza ve Allah'a ortak koştuklarınıza... "Benim taptıgıma da sizler tapmazsınız." Ki O, bir tek olan ve hiçbir ortağı olmayan Allah'tır. "Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim." "Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz." Yani ben sizin yaptığınız ibadeti ne yaparım ne o yola girerim ne de ibadetinize uyanım. Ben yalnızca Allah'a sevdiği ve razı olduğu şekilde ibadet ederim. Bu nedenle ayette 'Benim taptığıma da sizler tapmazsınız' ifadesi geçmektedir. Yani siz de ibadet konusunda Allah'ın emirlerine ve şeriatına uymazsınız da kendi kafanızdan uydurmuş olduğunuz şeylere tabi olursunuz. Nitekim başka bir ayette de Allah: "Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar" buyurmaktadır. Peygamber (a.s) onların içerisinde bulunduğu her türlü yanlışlıklardan uzak durmuştur. Bu nedenle İslâm'a girmenin sözü: "Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve sellem) onun peygamberidir" olmuştur. Yani Allah'tan başka ibadet edilecek hiçbir varlık yoktur ve Allah'a giden yol da ancak Peygamber'in (a.s) getirdikleriyle olmaktadır. Müşrikler Allah'ın izin vermemiş olmasına rağmen ondan başkasına ibadet etmektedirler. Bu nedenle Allah: "Sizin dininiz size, benim dinim banadır" buyurmuştur. Nitekim başka bir ayette de (Resûlüm!) onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir buyurmakta, bir başka ayette ise Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir  buyurmaktadır. Buhârî 'Sizin dininiz size' sözünden; küfrün, 'benim dinim banadır' sözünden de; İslâm'ın kastedildiğini söylemiştir.
Bazı müfessirler; 'la abudü ma tabüdun' ayetinin tefsirinde bu ayetin tekrar edilmesi hususunda; 'Ben ne şimdi ne de geri kalan ömrümde sizin taptıklarınıza tapmam ve bu davetinize icabet etmem. Sizde ne şimdi ne de kalan ömrünüzde benim taptığıma tapmazsınız' anlamının olduğunu söylemişlerdir. İbnCerir bazı dil alimlerinden bu türlü bir tekrarın pekiştirme için yapıldığını nakletmiştir.
Bu sürede yapılan tekrar hakkında üç görüş öne sürülmektedir: Birincisi: İlk zikrettiğimizdir. (Yani ilk cümlede müşriklerin çağrılarına icabet etmediği, ikinci cümlede ise onların yoluna girmesinin, onlar gibi ibadet yapmasının imkansızlığı ifade edilmektedir.)
İkincisi: Buhârî ve diğer bazı müfessirlerin söylemiş oldukları; ilk ayetlerin geçmiş zamanı, ikincilerin ise gelecek zamanı ifade ettiğidir.
Üçüncüsü: Bu tekrarın sadece pekiştirme için yapıldığıdır.
Ruhul Beyan T : 1-De ki: 'Ey kâfirler! Onlara kendi memleketlerinde, kendi güç ve kuvvetlerinin bulunduğu yerde böyle küçültücü bir vasıfla seslenilmesi gösteriyor ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan korunmuştur. Ayrıca bu, onda peygamberlik alâmetlerinden bir alâmetin varlığına delildir. Bu hitaba maruz kalanlar; Velid b. Muğire, Ebû Cehil, Âs b. Vâil, Ümeyye b. Halef ve onlar gibi bazı özel kâfirlerdir.
Rivayete göre Kureyş'in ileri gelenlerinden bir gurup, Rasûlüllah'a: ”Gel dinimize uy, sen bir sene bizim ilâhlarımıza taparsın, biz de bir sene senin ilâhına kulluk ederiz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Allah'a O'ndan ha sakasını ortak koşmaktan Allah'a sığınırım" buyurdu. Bu sefer: ”Bizim bazı tanrılarımızı kabul et, biz de seni tasdik edelim ve senin ilâhına tapalım" dediler. Bunun üzerine bu sûre indi. Efendimiz doğru Mescid-i Haram'a gitti. Orada Kureyşten bir kalabalık vardı. Onların önünde ayağa kalktı, bu sûreyi okudu. O anda Rasûlüllah't an umudu kestiler. Ona ve ashabına eziyet ettiler.
2-Ben sizin taptıklarınıza tapmayacağım. Âyetteki ”lâ" harfi genelde, gelecek zaman için olan muzârînin başına gelir. Âyetin anlamı şudur: ”Gelecekte, ben istediğiniz ilâhlarınıza tapma işini yapmayacağım."
3-Siz de gelecekte benim kulluk ettiğime kulluk edici değilsiniz.
Yani gelecekte, sizden istediğim benim ilâhıma kulluk etme işini yapacak değilsiniz.
4-Ben asla sizin taptıklarınıza tapıcı değilim. Yani daha önce sizin taptığınız şeylere tapmış değilim. Cahiliyye döneminde benim puta taptığım hiç bilinmedi. O halde Müslümanlık geldikten sonra, bu benden nasıl umulur?
5-Siz de benim kulluk ettiğime kulluk ediciler değilsiniz. Siz hiç bir zaman benim kulluk ettiğim Allah'a kulluk etmediniz. Bu açıklamalarda görüldüğü üzere sûrede tekrar yoktur. Bir diğer izah biçimine göre; bu iki âyet, şimdiki zamandaki ibadeti; onlardan önceki iki âyette de gelecek zamandaki ibadeti ortadan kaldırmaktadır.
Allahü teâlâ : ”Sizin ibadet ettiğiniz şey" anlamında ki ”mâ abedtüm" fiiline uygun olması için, ”ibadet etmedim" anlamında ”mâ abedtü" demedi. Çünkü Araplar, Rasûlüllah peygamber olarak gönderilmeden önce puta tapmakla maruf idiler. Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) ise, puta tapıcı olarak bilinmiyordu. O, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail'in dini üzere idi.
6-Sizin dininiz size... Bu, ”sizin taptıklarınıza tapmayacağım" âyeti ile ”ben asla sizin taptıklarınıza tapıcı değilim" âyetlerinin anlamını pekiştirmektedir.
Benim dinim de banadır.' Bu cümle de, ”siz de benim kulluk ettiğime kulluk ediciler değilsiniz" mealindeki âyetin anlamını pekiştirmektedir.
Âyette muradolunan mana şudur: -"Sizin, Allah'a ortak koşmaktan ibaret olan dininiz, size mahsustur. Sizin istediğiniz gibi bana geçmez. Öyleyse boş arzularınızı ona bağlamayınız. Çünkü bu imkânsızdır. Tek Allah inancı olan benim dinim de bana aittir. O size geçmez. Zira siz onu, benim açımdan imkânsız olan bir şeye, yani putlarınıza tapmama bağladınız."
İbn Abbas'tan bu sûre ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Kim onu okursa şirkten uzak olur. Şeytanların azgınları ondan uzaklaşır. Büyük korkudan emin olur. O sûre, Kur'an'ın dörtte birine denktir."
Bir başka âlim de şöyle demiştir: ”Kim yolculuğa çıkarken şu beş sûreyi; Kul yâ eyyühel kâfirûn, İzâ câe nasrullâhi, Kul hiivellahu ehad, Kul eûzü bi rabbil felak ve Kul cüzü bi rabbinnâs sûrelerini okursa, yolculuğundan sağ salim ve kazançlı olarak döner." Süyütî'nin ed-Dürru'l-mensûr adındaki eserinde böyle denilmektedir.
6 notes · View notes
yalnzardc · 1 year
Text
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ( ۱) مِنْ شَرِ مَا خَلَقَ (۲) وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ (۳) وَمِنْ شَرِ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ (٤) وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ (٥)
Felak sr.
Safvetüt Tefasir: Felak süresi Mekke'de inmiş olup sûrede kullara, yaratıklarının ve karardığı zaman gecenin şerrinden Allah'ın himayesine girmeleri, yücelik ve saltanatına sığınmaları öğretilmektedir. Çünkü gece ruhlar yalnızlık hisseder, kötü ve ahlaksız kimseler etrafa yayılırlar. Sûre aynı zamanda bütün kıskanç büyücülerden de Allah'a sığınmayı öğretir. Bu sûre, Rasulullah (s.a.v.)'ın, nefsini Allah'ın korumasına havale ettiği "Muavvizeteyn" denilen iki sûreden biridir.
1.Ey Peygamber! De ki, geceyi yaran ve karanlığı dağıtan sabahın Rabbine sığınırım. İbn Abbas şöyle der: Felak, sabah demektir. Nitekim Yüce Allah, "Sabahı yaran" buyurmuştur. Arap darb-ı meselleri arasında O, sabah aydınlığından daha açıktır," sözü vardır. Tefsirciler şöyle der: Sığınma vakti olarak sabahın tahsis edilmesinin sebebi şudur: Gece karanlığından sonra sabah aydınlığının yayılması, sıkıntıdan sonra rahatlığın gelmesine benzer. İnsan, nasıl sabahın doğmasını beklerse, korku içinde olan kimse de başarının gelmesini öyle bekler...
2. İnsan , cin, hayvan ve haşere gibi bütün yaratıkların ve Allah'ın yarattığı bütün eziyet vericilerin şerrinden Allah'a sığınırım.
3. Karanlık ve zifiri karanlik haline geldiginde gecenin şerrinden Allah'a sığınırım. Çünkü gece karardığında insan ve cinlerin kötüleri etrafa yayılır. Bunun içindir ki Araplar şu darb-ı meseli söylemişlerdir: " Gece, şerri en iyi gizleyen şeydir". Fahreddin Râzi şöyle der: Geceleyin yırtıcı hayvanlar inlerinden, haşereler yerlerinden çıktığı, hırsız ve soyguncular hücuma geçtiği, yangınlar olduğu, yardım imkanı az olduğu için, gecenin şerrinden Allah'a sığınmak emredildi."
4. İpliklerde düğüm yapıp üfleyen büyücülerin şerrinden de Allah'a sığınırım. Bu büyücüler, sihirleriyle Allah'ın kullarına zarar vermek ve karı kocayı birbirinden ayırmak için bunu yaparlar: "Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler" Ebu Hayyan şöyle der: Muavvizeteyn sürelerinin inmesinin sebebi Lebid b. A'sam olayıdır. Lebid, tarak, saç, erkek çiçek kapçığı, üzerine onbir düğüm atılmış ve iğnelerle dikilmiş iplerle Hz. Peygamber (s.a.v.)'e büyü yapmıştı. Bunun üzerine Muavvizeteyn sûreleri indirildi. Rasulullah (s.a.v.) her ayeti okuduğunda bir düğüm çözüldü ve kendisinde bir hafiflik hissetti Nihayet son düğmü çözülünce, zincirden kurtulmuş gibi ayağa kalktı."
5. Başkasının nimetinin elinden çıkmasını isteyen ve Allah'ın kendisi için ayırdığı rızka razı olmayan hasetçinin şerrinden de Allah'a sığınınm.
Celaleyn T : Medine devrinde nâzil olup, 5 Âyet-i kerîmedir.
Lebid adındaki bir yahûdi, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) e onbir düğümlü bir yay kirişi üzerinde büyü yapınca, bu ve bundan sonraki sûre inmiştir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu büyü olayını ve büyünün yerini Peygamberimize bildirir. Büyü (materyali) huzuruna getirilince bu iki sureyi okumakla emredilir. Bunlardan her âyet okunduğunda bir düğüm çözüldü ve kendisinde bir hafiflik hissetti. Nihayet bütün düğümler çözülünce bir bağdan çözülmüş gibi ayağa kalktı.
1- (Ey Resûlüm,) de ki: Sabahın Rabbine (karanlığı yarıp tan yerini ağartan Rabb[im]e) sığınırım,
2 - (Canlı ve cansız olarak) yarattığı şeylerin şerrinden,
3 - (Ay kaybolup) karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4-"(Büyü yapmak için ipliklere bağladıkları) düğümlere üfüren (büyücü kadın nefes)lerin şerrinden,
5 - Hased(ini belli) ettiği zaman hasetçinin şerrinden (Rabbim sana sığınırım. Ey Allah’ım, her türlü şerden beni koru!).
De ki: “Yarattığı mükellef olan olmayan canlıların, zehir ve saire gibi cansız şeylerin şerrinden, bastırdığı vakit karanlığın gecenin yahut kaybolduğu zaman Ay'ın şerrinden, uydurdukları bir şeyle tükürüksüz üfleyip iplere bağladıkları düğümlere üfleyen ismi geçen Lebid'in kızları gibi, büyücü ve üfürükçü kadınların şerrinden. Keşşaf sâhibi Zemahşerî'ye göre, tükürükle üflemek sihirdir. Ve hased ettiği hasedini belli edip, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hased eden Yahûdilerden bahsi geçen Lebid gibi hasedinin gereğini yaptığı vakit hasedçinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım. Üçünü de içine alan“yarattıklarının şerrinden“ âyetinden sonra bu üç âyetin zikredilmesi bunların şerrinin çok kötü olmasından ileri gelmektedir.
Taberi T : Mekke'de nazil olmuştur. 5 âyettir.
Kullara mahlukatın ve karardığı zaman gecenin şerrinden Allah'ın himayesine girmelerini, yücelik ve saltanatina soğınmalarını öğretir. Çünkü gece rûhlar yalnızlık hisseder, kötü ve ahlaksız kimseler etrafa yayılırlar. Sûre aynı zamanda bütün kıskançlardan ve büyücülerden de Allah'a sığınmayı bildirir.
Bu sûre, "Muavvizeteyn" denilen iki sûreden birincisidir.
De ki: "Tan yerinin Rabbine sığınırım": Ey Muhammed de ki: Sabahı yarıp ortaya çıkaran Rabbe sığınırım. "Yarattıklarının şerrinden": Her şeyin kötülüğünden O'na sığınırım.
"Bastırdığı zaman, karanlığın şerrinden": Karanlığıyla hücuma geçen karanlık her şeyin kötülüğünden de Rabbime sığınırım.
"Düğümlere üfürenlerin şerrinden": Muska yaparken ipliklerdeki düğümlere üfleyen kadın büyücülerin şerrinden Allah'a sığınırım.
"Hased ettiğinde, hased edenlerin şerrinden": Başkasını çekemeyip, büyü yapan veya ona kötülük ulaştırmak isteyen her hasedçinin şerrinden de Allah'a sığınırım.
Beydavi T : Mekke'de yahut Medîne'de inmiştir. 5 âyettir.
1- (De ki: Sığınırım sabahın Rabbine) felak yarılan şeydir, yani yarılıp da ayrılan demektir, o da feal veznindedir, ism-i mef’ul manasınadır ki, mümkün olan şeylerin hepsini içine alır. Çünkü Allahü teâlâ yokluk karanlığını ondan eşyayı var etmekle yardı, özellikle bir asıldan çıkanları Meselâ pınarlar, yağmurlar, bitkiler ve evlâtlar gibi.
Felak örf icabı sabaha hâs bir durumdur, bunun içindir ki, öyle tefsir edilmiştir. Özellikle sabahın seçilmesi onda hâl değişmesi, gecenin vahşetinin nûr sevinciyle yer değiştirmesi ve kıyâmet gününün başlangıcını andırmasından dolayıdır ve şunu da akla getirmektedir ki, gecenin karanlığını bu âlemin üzerinden kaldırmaya gücü yetenin, korktuğu şeyden kendine sığınanı korumaya da gücü yeter.
Rabb lâfzı burada Allahü teâlâ’nın diğer isimlerinden daha etkilidir, çünkü zararlı şeylerden korumak terbiyenin (Rabliğin) ta kendisidir.
2 -"Yarattığı şeylerin şerrinden” sığınılacak şeylerden özellikle yaratma âleminin seçilmesi, şerrin onda odaklanmasındandır; çünkü emir âleminin hepsi hayırdır. Halk âleminin bazı şerri seçime tâbi olup da kişide kalanı ve diğerine geçeni de vardır, doğal olanı da vardır, Meselâ ateşin yakması, zehirin helâk etmesi gibi.
3 - (Gecenin şerrinden) karanlığı koyulaştığı zaman gecenin şerrinden, bu da "gecenin karanlığına kadar” (İsra: 78) deyiminden gelmektedir. Ğasak maddesinin aslı dolmaktır, ğasakatil aynü denir ki, göz yaşla dolmaktır. Akmak manasına da denilmiştir. Gasakul leyl karanlığının dökülmesi (boşalması), ğasakul ayn de gözyaşının akmasıdır.
(Karardığı zaman) karanlığı her şeyin içine girdiği zaman. Özellikle gecenin seçilmesi, zararın onda çok olup def’inin zor olmasındandır. Bunun içindir ki, gece helâki en iyi gizleyendir, denilmiştir.
Şöyle de denilmiştir: Ğâsik'tan maksat aydır, çünkü o tutulur, ışığı gider, kararması da tutulmaya başlamasıdır.
4 - "Düğümlere üfüren kadınların şerrinden” büyü yapan, ipliklere üfüren ve onların üzerinde nefes eden nefislerin veyahut büyü yapan kadınların şerrinden demektir.
Nefs (peltek se ile) maddesi hafif tükrükle üfürmektir. Özellikle bu deyimin seçilmesi şunun içindir; çünkü bir Yahûdî, sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz'i bir ok yayına on bir düğüm çalarak büyüledi ve onu da bir kuyuda gizledi. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem hastalandı, bunun üzerine Muavvizetan sûreleri indi. Cebrâîl aleyhisselâm ona büyünün yerini haber verdi. O da Hazret-i Ali'yi gönderdi. O da onu getirdi, Efendimiz de bu iki sureyi onların üzerine okudu. Her âyeti okudukça bir düğüm çözüldü ve kendinde biraz hafiflik hissetti. Bu, kâfirlerin, o büyülenmiştir, sözlerinin doğru olduğunu göstermez. Çünkü onlar sihir vasıtasıyla onun deli olduğunu murat etmişlerdir.
Şöyle de denilmiştir: Düğümlere üfürmekten maksat, kadınların erkeklerin kararlarını bozmalarıdır. Bu da düğüme hafif tükürmekle üfürerek yumuşatıp çözümünü kolaylaştırmak işinden istiare edilmiştir.
En-neffâsâti diyerek mâ'rife kılması bu şekilde bütün üfürenlerin kötü olduğunu göstermek içindir; ğâsık ve hâsid ise öyle değildir (hepsi kötü değildir).
5 - "Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden” hasedini açığa vurup gereğini uyguladığı zaman demektir. Çünkü daha öncesi, haset edilene zarar vermez; bilâkis kendisinde kalır, çünkü karşı tarafın sevinmesiyle üzülür. Özellikle bu üçün seçilmesi şunun içindir; çünkü insanın hatta hayvanın başkasına zarar vermesinde asıl olan bunlardır.
Ğâsık'tan nurdan ve benzeri şeylerden boş olanı murat etmek de câizdir, Meselâ kuvvetler gibi, neffasat'tan da bitkileri murat etmek gibi. Çünkü bitkilerin kuvveti onların uzunluk, en ve derinliklerine etki eder, sanki üç düğüm çalmış gibi olur.
Hased edenden de hayvanı murat etmek de câizdir; çünkü o da genellikle başkasına zarar vermek için yanındaki şeyi kıskanarak yapar. Belki de bunların (cansızların, bitkilerin ve hayvanların) ayrı olarak zikredilmesi, bunların zarara yakın sebepler olmasındandır.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Bana iki sûre indirildi ki, daha onların benzeri indirilmemiştir. Sen o ikisinden Allah katında daha sevimli ve onu daha çok râzı edici iki sûre okuyamazsın, bunlar da Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûreleridir.
Ömer Nasuhi Bilmen T : Bu mübarek süre "El-Fil" sûresinden sonra Medine-i Münevvere'de nazil ommuştur. Beş ayet-i kerimeyi içermektedir. Felakın Rab'bine, yani: Mahlukatı tertip ve tanzim eden kuvvetin ezeli sahibi olan Yüce Yaratıcı'ya sığınmayı emrettiği için kendisine böyle "Felak" süresi adı verilmiştir. Ve böyle bir sığınmayı emrettiği için kendisine "Muavize sığındıncı süresi ismi de verilmiştir. Cenab-ı Hakkın Kainatın Yaratıcısı olduğunu ve her hususta onun yegâne varlığına sığınmanın lüzumunu bildirdiği için İhlas Süresi ile aralarında büyük bir irtibat vardır.
1. Bu mübarek sûre, ne gibi zararlı şeylerin şerrinden Kerem Sahibi Yaratıcı'nın korunması himayesine sığınılacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin en şereflisi!. Dua ve niyazda bulunarak (De ki: Felâkın) yani: Saban vaktinin veyahut yaratılıp vücude getirilmiş olan şeylerin (Rab'bine) Yüce Yaratıcısına, (iltica ederim.) sığınırım.
Evet.. O âlemlerin Rabbi'ne sığınmalıdır ki: Sabah vakitlerini meydana getirerek gecelerin karanlığını gideriyor. Yeryüzünü yararak ondan nice ürünleri meydana getiriyor, dağları parçalıyarak onlardan nice gözleri, nehirleri, madenleri meydana çıkarıyor. Bulutları darmadağın ederek onlardan yağmurları yağdırıyor, validelerin rahmlerini bir infilaka uğratarak onlardan nice çocukları türetiyor. İşte bu kadar harikaları, eserleri yaratan, istifade alanına sunan bir Ezeli Yaratıcı'nın, bir Kerem Sahibi Mabûd'un koruma ve himayesine sığınmak, biz kulları için şüphe yok ki: Bir selâmet ve saadet vesilesidir.
"Avz" laze, sığınmak, ilticada bulunmak manâsınadır. "Felak" da sabah vakti ve mutlaka yaratmak, yarıp vücude getirmek demektir.
2. Evet.. O Yüce Yaratıcı'nın (Yaratmış olduğu şeylerin şerrinden..) bütün insanlar ve cinlerin, bütün bu tabiat âlemindeki şeylerin, zümrelerin kötü telkinlerinden, zararlı tesirlerinden emin bir hâlde bulunmak için o Hikmet Sahibi Yaratıcı'ya sığınmalı, onun himaseyine girilmelidir.
Aslında o Hikmet Sahibi Yaratıcı'nın her yarattığı şey, bir hikmet ve faydaya dayalıdır. Onun yaratması, asla boş yere değildir. Fakat yaratılan şeylerin bir nice faideleri, lüzumları olduğu gibi bir kısmının da bir hikmet gereği olarak zararları vardır. Bu hâl, bu imtihan âlemin gereklerindendir. Artık bizim vazifemiz de menfaatli olan şeylerden meşru surette istifadeye çalışmaktır. zararlı olan şeylerden de kaçınarak Allah'ın himayesine sığınmaktır.
3. (Ve) Özellikle de ki: Gâsik'in, yani (gecenin) o karanlık vaktin (şerrinden karanlığı çöküp ortalığı kapladığı zaman...) her tarafı karanlık içinde bırakarak dehşet saçıcı bir vaziyet aldığı vakit alemlerin rabbine sığınırım. Çünki, o vaziyet; pek korkunçtur, hayat sahiplerinin bir nevi hayattan mahrum kalmaları zamanı demektir.
"Gasik" karanlıkla karışık gece demektir.
"Vekab" de girmek ve gaib bulunmak mânâsınadır ve karanlığı her şeyi kaplayan şeyden ibarettir.
Şöyle de deniliyor ki: "Gasik"den maksat, bedr hâlinde bulunan aydır. "Vekab" de ayın tutulması, kararıp kalması veya güneşten ışık alamayarak safhasının ay nihayetindeki üç gecede bir durgun tarzda bulunmasıdır. Sihirbazlar, çoğu kere bu zamanda büyülerini yaparlarmış.
4. (Ve) Ey Yüce Resûl!. Niye de ki: (düğümlere) İpliklere (üfleyen) sihr yapmak isteyen büyücülerin, o gibi kötü, müfsit (lerin şerrinden..) Allah-u Teala'ya sığınırım.
"Neffâsât" üfürmekte bulunan nefisler veya kadınlar demektir. "Ukad" de ukdeier yâni, düğümler manâsınadır.
5. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Şöyle de ki: (Haset ettiği zaman haset edenin şerrinden..) de merhametli Yaratıcı'ya sığınırım.
"Hasid'den maksar" başkasının nimetine karşı kıskanç bir vaziyet alan, o nimetin yok olmasını arzu eden, o hususta elinden gelen zararlı çareleri sözle veya fiille başvurmak isteyen alçak tabiatlı şahıs demektir. İşte vücutları bütün insanlık alemi için zararlı olan öyle kimselerden daima Cenab-ı Hak'ka sığınmalıdır. O Kerim Yaratıcı'nın himayesine mazhar olar, insanlar, o gibi zararlı şeylerden korunmuş olurlar.
Bu sûre-i celilenin iniş sebebi hakkında deniliyor ki: "Lebid Binil'Asam" adında bir yahudi, Yüce Peygamberimiz hakkında onbir düğümlü bir şey üzerine bir sihir yapmış. o şeyi bir kuyunun dibindeki bir taşın altına gömmüş idi. Hz. Peygamber'in bu yüzden rahatsız, hasta olmasını arzu ediyordu. Fakat Cibril-i Emin gelmiş, bu sûre-i celileyi getirmiş, o sihr hâdisesini haber vermişti. Resûl-i Ekrem Sallallah-ü Aleyhi Vesellem de Hz. Ali ile Hz. Talha Radiyallâh-ü Teâlâ Anhüma'yı göndererek o sihir eserini o kuyudan çıkartmıştır. Maamafih bu husustaki rivayetler, birer Ahad haber kabilindendir, onlar, itikad hususunda kesin bir delil olamazlar. Biz ancak şuna inanıyoruz ki: Cenab-ı Hak, Yüce Peygamberini düşmanlarının bu gibi fenă suikastlerinden korumuştur. O Yüce Resûlüne "sihirlenmiş" diyenleri reddetmekte ve kınamaktadır. Esasen hangi bir din düşmanı, bir sihir yapmış olabilir. Fakat Cenab- Hak, o sihrin tesirini gidermiş, ondan Pegyamberini korumuştur. Artık O Allah Peygamberi, sihirlenmiş olmaz. Çünkü; Peygamberlerin zekiliği, gafletten korunmaları, tam bir akıl ve doğrulukla vasıflanmaları vaciptir. Artık yapılan bir sihirden dolayı Yüce Peygameber'in aklen, fikren bir arızaya uğraması düşünülemez. İşte Peygamber Efendimizin istiaze ile, Allah-ü Teala'ya sığınmakla emredilmiş olması da onun o sayede sihirbazların sihirlerinin tesirinden korunmuş olduğuna bir delildir. Ve Cenab-ı Hak, O Yüce Peygamber'ini koruyacağını da (Arap) (...Allah seni insanlardan koruyacaktır... Mâide, 5/67) âyet-i kerimesi ile va'd buyurmuştur. Artık şüphe yok ki: O Resûl-i Ekrem'in sihirbazların sihirlerinden de himaye buyurmuştur. Onların boş yere yapmış oldukları sihirlerinden O Yüce Peygamber'in haberdar olması, bir mucize mahiyetindedir ki: O gizlice yapılmış şeyleri bilip iptal ettirmiştir. Velhasıl: Resûl-i Ekrem'in sihirden dolayı ruhen eziyet gördüğüne dair rivayetleri, güzelce aratıran müfessirler, kabul etmemektedirler. Bu hususa dair Tefsîr-i Kebirde, Essiracül'münir'de, Tefsirül'meragi'de ve Tefsîrül'vazih'de güzelce açıklamalar vardır. Velhasıl: Biz müslümanlar için lazımdır ki: Her hususta Cenab-ı Hakk'a sığınalım, her muvaffakiyeti ancak ondan bekliyelim, niyaz edelim.
"Allah'a sığın, Hak'ka sarıl, emrine râm ol" "Mahfuz olayım dersen eğer cümle beladan"
İbn Kesîr T : Mekki bir süre olup beş ayettir.
Ukbe b. Âmir'den rivayet edilen bir hadiste Peygamber (a.s) kendisine şöyle buyurmuştur: "Daha önce benzeri görülmeyip bu gece indirilen ayetleri gördünmü
İmam Ahmed'in rivayet ettiğine göre Ukbe b. Amir şöyle demiştir: "Şu geçitlerden birinde Peygamberimize kılavuzluk ederken bana; 'Ey Ukbe binmez misin? dedi. Ben de eğer binmezsen ona karşı gelmiş olmaktan korktum. Peygamber (a.s) bineğinden indi ve ben kısa bir süre bineğe bindim. Daha sonra da o bindi. Ardından şöyle dedi: 'Ey Ukbe! İnsanların okuduğu en hayırlı iki süreyi sana öğreteyim mi? Ben de; 'Elbette ey Allah'ın Resûlü' dedim. Bunun üzerine bana Felak ve Nâs sûrelerini okuttu. Daha sonra kamet getirildi ve namaza kalkıldı. Peygamber (a.s) öne geçti ve namazı bu sürelerle kıldırdı. Sonra benim yanıma uğradı ve şöyle buyurdu: 'Nasıl buldun Ey Ukbe! Her yattığında ve kalktığında bunları oku.
Aişe annemizin rivayet etmiş olduğu; Peygamberimizin (a.s) İhlas, Felak ve Nas sürelerini okuyup ellerine üflediği ve elini başına, yüzüne ve elinin ulaştığı yerlere sürdüğü hadisi daha önce geçmişti. İmâm Malik'in Aişe annemizden rivayet ettiğine göre Peygamber (a.s) rahatsızlandığında kendisine Muavvizeteyn okurdu. Onun hastalığı iyici ağırlaştığında ben Muavvizat'ı (İhlas-Felak-Nas) okur, bu sürelerin bereketini umarak elimle Peygamber'e (a.s) meshederdim.
Ebû Said'den rivayet edildiğine göre Peygamber (a.s) cinlerin ve insanların nazarından Allah'a sığınızdı. Kendisine Muavvizetan (Felak-Nas) süreleri nazil olunca bunları okumaya başladı ve önceden sığınmak için okuduğu şeyleri bıraktı.
İbn Abbas, 'Felak' kelimesinin sabah anlamına geldiğini söylemiştir. İbn Cerir şöyle demiştir: Burada geçen 'Felak' kelimesi şu ayette ki kullanıldığı anlamındadır: O, sabahı aydınlatandır ve İbn Abbas şöyle demiştir: "Felak'; Allah'ın yarattıklarıdır. Allah, Peygamberine, tüm yarattıklarından sığınmasını emretmektedir." K'ab el-Ahbar şöyle dermiştir: "Felak, Cehennem'de bulunan bir evdir. Açıldığında bütün Cehennemlikler onun hararetinden dolayı haykırırlar." İbn Cerir şöyle demiştir: "En doğru görüş: Felak keli mesinin; sabahın aydınlığı anlamında olmasıdır." Bize göre de doğru olan budur ki Buhârî de bu görüşü tercih etmiştir. Yarattığı şeylerin şerrinden yani tüm mahlukatın şerrinden. Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Cehennem, iblis ve onun soyu da Allah'ın yarattıklarındandır. (yani yarattıklarından Allah'a sığınılınca bunları da kapsar) Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden Mücahid; 'Gásik kelimesiyle gecenin, 'Izå vekab' cümlesiylede güneşin batmasının kastedildiğini söylemiştir. Hasan ve Katade, 'Gasik kelimesinin; karanlığı çöken gece anlamında olduğunu belirtmektedirler. Zühri ise, bunun, batan güneş olduğunu ileri sürmektedir. Atiyye ve Katâde'den nakledildiğine göre; 'Iza vekab'; gittiği zaman gecedir. Ebu Hureyre ise bunun yıldız olduğunu söylemiştir. İbn Cerir şöyle demiştir: Bir başkaları da bunun Ay olduğunu söylemektedirler. Aişe annemiz şöyle demiştir: "Allah Resûlü elim den tuttu ve doğduğu zaman bana Ay'ı gösterdi ve şöyle dedi: 'Doğduğu vakit bu Gasik'in şerinden (Ay'dan) Allah'a sığın." Nesai'nin rivayetinde lafu: "Bunun şerinden Allah'a sığın. Bu doğduğu vakit Ay'dir." İlk görüşü savunanlar şöyle demişlerdir. Bu rivayetler bizim görüşlerimizle çelişmemektedir. Çünkü Ay, gecenin alametidir ve onun varlığı ancak gecede olmaktadır. Aynı şekilde yıldızlar da ancak gecede ışık verebilmektedirler. Böylece bu rivayet bizim görüşümüze sonuç itibariyle dönmektedir. En doğrusunu Allah bilir. Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden Mücahid ve İkrime bunlardan kastedilenin sihirbaz kadınlar olduğunu söylemişlerdir. Mücahid şöyle demiştir. Bu sihirbaz kadınlar rukye yapıp düğümlere üfürdüklerinde Allah'a sığınılır. Bir hadiste şöyle geçmektedir: Cebrail Peygamberimize geliyor ve 'Rahatsız mı oldun?' diyor. Peygamber (a.s) da 'Evet' diye cevap veriyor. Bunun üzerine Cebrail şöyle diyor: Sana eziyet veren tüm hastalıklara rukye yapacağım ve tüm hasetçilerin ve nazarın şerrinden Allah seni şifaya kavuşturacak. Bu hadise Peygamberimize sihir yapıldığındaki rahatsızlığı olabilir. Sonrasında Allah onu afiyete kavuşturdu ve başlarında Yahudilerin olduğu sihirbazların hilelerini geri çevirdi. Onların helak olmalarına da bu kumuş oldukları tuzağı sebep kıldı.
Buhari, Sahih'inde, Tıb' başlığı altında Âişe annemizden şu hadisi rivayet etmiştir: "Peygamber'e (a.s) sihir yapıldı. Öyle ki; Peygamber'in (a.s) kadınlarının yanına gittiği ancak onlarla beraber olamadığı görülürdü. Süfyân, bu sihrin en şiddetli olanıdır demiştir. Peygamber (a.s) bu olanlardan sonra şöyle buyurmuştur. "Ey Aişe! Allah'ın senin cevap aradığın konuda beni imtihan ettiği bana bildirildi. İki adam benim yanıma geldiler ve biri baş diğeri ayakucuma oturdular. Başucumda oturan diğerine; 'Bu adamın nesi var?' dedi. O da: 'Büyülenmiş' dedi. Kim büyülemiş onu?' dedi başucumdaki. Diğeri; Münafik olan, Yahudilerle sözleşmeli olan ve Beni Züreyk'ten olan Lebid b. A'sam'dır' dedi. Öteki; 'Ne ile büyü yapmış?' dedi. Diğeri; Tarak ve taranırken düşen saç ile' dedi. Öteki; 'Nerede büyü yapılan malzeme' dedi. Diğeri de; 'Zirvan kuyusunun dibindeki taşın altında' dedi. Aişe annemiz anlatıyor: Peygamber (a.s) kuyuya geldi ve büyü yapılan tarağı çıkardı ve şöyle dedi: "Bu bana gösterilen kuyudur. Onun suyu kına yakılmış gibiydi ve hurmalıklan şeytan başı gibiydi.' Tarak çıkartıldı ve ben şöyle dedim: Rukye yapmayacak mısın? (Yani bu sihirden kurtulmak için rukye yapmayacak mısın?) Peygamber (as.) da şöyle buyurdular: 'Allah bana şifa vermiştir ve ben insanlardan birine şer olarak tesir etmekten çekiniyorum.
Ruhul Beyan T :  Medine devrinde nazil olmuştur, 5 âyettir.
1 - De ki: 'Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım. ”Felak" sabah demektir. Çünkü geceyi kendisinden ayırmakta, üzerindeki gece karanlığını gidererek belirginleşmektedir. Çünkü ”felak", ayırmak manasına da gelir. Ata sözünde şöyle denir: ”O, sabahın felak'ından daha açıktır." Ayrıca ”felak", yaratmak anlamına da gelir. Çünkü bütün yaratıklar Allah'ın ilminde sabit fakat yokluk karanlığıyla örtülü idiler. Allahü teâlâ  ise, yapına ve yaratma nuruyla karanlıkları dağıttı. Sığınmanın, felak'a izafe edilen Rabbin adıyla olmasında cömertçe bir vaad vardır. Çünkü Rab, sakınanı, sakındığı şeyden korumakta ve kurtarmaktadır. Ayrıca bunda, Allah'a sığınma kapısını çalarak gayret ve özen göstermeye teşvik de vardır.
2- Yarattığı şeylerin şerrinden... Haşerat, yırtıcı hayvanlar, cin ve insanlardan ne varsa yarattıklarının hepsinin şerrinden. Buradaki şer, ister bedenî, isterse başka olsun bütün serleri ve zararları kapsamaktadır. Şerrin yaratılanlara nisbet edilmesi, sırf halk (yaratıklar) âlemine has olması itibariyledir. Çünkü bu âlem, zıt unsurların karışımından oluşmakta, varlık ve yokluğa maruz zıt durumların etkileşimine dayanmaktadır.
Âlem-i emir (mâna âlemi) ise, sırf hayırdır. Şer şaibelerinden tamamen uzaktır. Allah şerri yaratmaz diyen Mutezileye mensup bazıları, şerri, izafet şeklinde değil, tenvinli ”min şenin ”şeklinde okudu. ”Mâ halaka"daki ”mâ" yı da olumsuzluk manasına aldı. Buna göre mana şöyle olur: ”Bir serden ki, Allah o şerri yaratmadı." Bu kıraat reddedilmiştir. Ve bâtıl bir mezhebe dayanmaktadır. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: ” Allah her şeyi yaratandır." (Zümer: 62)
3 - Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden... Karanlığı yoğun ve içice olan gecenin şerrinden. Bu hâl, şafağın kaybolmasından sonra meydana gelir. Kamusta şöyle dendi: ”Ğasak, gecenin ilk karanlığıdır, 'ğase-ka'l-leylû'; 'karanlığı arttı' anlamındadır. 'Gâsık', karanlık gece demektir."
Gecenin şerrinden sığınmanın, karanlığın basmasıyla kayıtlanması, kötülüklerin karanlıkta daha çok ortaya çıkması ve sakınmanın da daha zor olmasından ötürüdür. Bundan dolayı dendi ki: ” Geceler serlere gebedir yani şerri gizler. ” Çünkü gece karardığı zaman zulüm artar, yardım azalır.
Sözün kısası, geceleyin azgın takımı ortaya dökülür. Haşerat, zararlılar ve cinlerin ifritleri meydana çıkar. Onun için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gecenin başında yolculuğa çıkmayı yasakladı. Kapların ağızlarının örtülmesini, kapıların kilitlenmesini, su kırbalarının (kaplarının) ağızlarının bağlanmasını, çocukların evlere alınmasını emretti. Bütün bunlar belâ ve musibetlerden sakınmak içindir.
Ayrıca denildi ki: ”Gâsık, dolunay haline gelen ay demektir. Onun vukûbu (kararması) ise, tutulmasıdır. Zira Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) şöyle dedi: 'Rasûlüllah elimi tutup ayı gösterdi ve: 'Bunun şerrinden Allah'a sığın. Çünkü o, karardığı zaman ğâsıktır.'
4 - Ve düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden... ”Nefes" ile neflıa birbirine benzer. Tedavi kastıyla okumada tükrüksüz üflemeye denir. Eğer üflemede tükrük olursa buna ”Tefi" denir. Nefesçiler (üfleyiciler) den maksat, bu işi sanat haline getirenlerdir. ”Ukad," ukdenin çoğuludur. Ukde ise, sihirbazın, yay kirişi, ip veya saç üzerine bağladığı düğümdür. Oraya lifler ve okur. Ayetin mânası şöyledir: İpler üzerine düğümler yapıp üzerlerine üfleyen sihirbaz kadınların şerrinden.
İbn Abbas ve Hazret-i Âişe şöyle rivayet ettiler: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Yahudi bir hizmetçisi vardı. Yanında Rasûlüllah'ın tarağından dişler vardı. Bunları Yahudilere verdi. Onlarda bu dişlerle Rasûlüllah'a sihir yaptılar. Bu işi, Yahudi Lebîd b. A'sam ve kızları üstlendi. Bu kızlar düğümleri üflemede mahirdiler. Yahudi hizmetçi bu sihri Eris kuyusuna gömdü. Cebrail (aleyhisselâm) Felak ve Nâs sûrelerini indirdi ve bu sihrin yerini ve kimin yaptığını Rasûlüllah'a haber verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali, Zübeyr ve Ammâr'ı gönderdi. Kuyunun suyunu boşalttılar. Kına suyu gibi olmuştu. Sonra kapak taşını kaldırdılar. Bu, kuyunun dibine konan bir taştı. Altından sihir yapılan tarağın dişlerini çıkardılar. Bunlarla beraber bir de yay kirişi vardı. O kirişte iğnelerle tesbit edilmiş on bir düğüm vardı. Alıp onu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirdiler. O da düğümler üzerine muavvizeteyni (Felak ve Nas sûrelerini ) okumaya başladı. Her bir âyet okuduğunda bir düğüm çözülüyor ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hafiflik buluyordu. İki sûrenin okunması bitince son düğümde çözüldü. Rasûlüllah sanki bağından çözülmüş gibi ayağa kalktı. Cebrail de şu duayı okumaya başladı: Allah'ın adıyla sana okuyorum. Allah sana şifa versin. Sana eziyet veren her şeyden, kasetçiden ve gözden seni korusun, şifa versin.
Bilmiş ol ki, Mûtezîlî'lere göre sihir hayalden ibarettir ve aslı astarı yoktur. Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğuna göre ise, sihrin aslı ve tesiri vardır. Bundan ötürü şeriat sihri büyük günahlardan saymıştır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: ”...Sihirle karı koca arasını ayırıyorlardı..." (Bakara: 102) Mûtezîle zikredilen rivayetin sahih olmadığını ve sihrin Rasûlüllah'a tesir etmediğini ileri sürdüler ve şöyle dediler: Bunun doğruluğu aklen nasıl mümkün olabilir ki, Hak teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Allah seni insanlardan korur..."(Mâide: 67) ”...Sihirbaz nereden gelirse gelsin, başarı gösteremez." (Tâhâ: 69) Sihri caiz görmek, peygamberliği zedelemeye yol açar. Zaten kâfirler de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i büyülenmiş diye ayıplıyorlardı. Şayet bahsedilen olay doğru olsa idi kâfirler, iddialarında haklı olurlardı. Bu durumda Rasûlüllah töhmet altında kalmış olur ki, bu da caiz değildir.
Buna karşılık Ehl-i sünnet şöyle dedi: Olayın doğruluğu kâfirlerin, Muhammed büyülenmiştir sözlerinde haklı olduğunu gerektirmez. Çünkü onlar Hazret-i Peygamberin büyülenmiş olmasından onun deliliğini kastediyorlardı. Yani ”sihir sebebiyle aklı gitmiştir, babalarının dinini bundan ötürü ter ketti," diyorlardı. Fakat Rasûlüllah'ın bedeninde acı duyması manasında büyülendiğini hiç kimse inkâr etmez. Sözün özü şudur: Cenab-ı Hak Hazret-i Peygambere, aklı ve peygamberliğiyle ilgili olarak ne cin, ne insan, ne de bir şeytan asla musallat etmemiştir. Fakat bedenî ve insanî cihetiyle onun zarar görmesi yadırganacak bir şey değildir. Sinirin ona tesiri, peygamberliği cihetinden değildir. İnsan olması yönünden sadece bedenine yöneliktir.
Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insan olduğu için diğer insanların maruz kaldıkları sıhhat, hastalık, ölüm, yeme, içme ve abdest bozma gibi şeylere o da maruz kalmaktadır. Beşer olması yönüyle sihrin O'na tesiri peygamberliğine zarar vermez. Peygamberliğe yönelik bir işte sihrin tesiri olsa o takdirde zarar verir. Böyle bir tesir de yoktur. Nasıl olabilir ki, Allah O'nu herhangi bir kimsenin peygamberliğe yönelik bir konuda zarar vermesinden korumuştur. Diğer taraftan Uhud harbinde dişinin kırılması ”Allah seni insanlardan korur" (Maide: 67) âyetinde belirtilen koruma teminatına zıt değildir.
Keşfu'l Esrar’da şöyle dendi: ”Sihrin Hazret-i Peygambere tesir etmesinin hikmeti nedir? Allah, tuzak kuranın tuzağını niye boşa çıkarmamıştır? Onu niçin iptal etmemiştir? denirse, biz de şöyle cevap veririz: Aslında bu, Rasûlüllah'ın doğruluğuna, Mucizelerin gerçekliğine ve kendisine sihirbazlık ve kâhinlik isnad edenlerin yalancılığına delâlet eder. Çünkü sihirbazın sihri Rasûlüllah'a tesir etmiş, öyleki bazı şeyleri karıştırmış, bir çeşit acı hissetmiştir. Halbuki Hazret-i Peygamber sihir bilmiyordu. Rabbine duâ etti, sonra yine duâ etti. Rabbi de O'nun duasını kabul ederek durumunu açıkladı. Şayet olağanüstü olaylar şeklinde mucizelerle ortaya çıkan şeyler, Rasûlüllah'ın düşmanlarının iddia ettikleri gibi sihir kabilinden olsaydı, sihrin tesiriyle durum kendisine karışık gelmez, Allah'a duâ yerine sıkıntıyı kendi kendine savmaya kalkardı. Allah'a harndolsun ki, bu durum O'nun peygamberliğine en büyük delillerdendir."
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet edilmiştir: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) uykuda iken yahutta uyku ile uyanıklık arasında iken O'na iki melek geldi, Birisi başı ucuna diğeri ise iki ayağı yanına oturdu. Ayak ucundaki melek, başı ucundakine seslendi: ”Bu uyuyan zatın şikâyeti nedir?" Başı ucundaki: 'Sihirdir' dedi. Öteki: 'Peki sihri kim yaptı?' deyince başı ucundaki: 'Yahudi Lebıb b. A'sanı' dedi. Ayak ucundaki melek: 'Peki sihri nereye koydu?' dedi. Öteki melek: 'Filân kuyunun dibine' deyince bu sefer 'bunun ilâcı nedir?' diye sordu. Başı ucundaki melek: 'Bu kuyuya gidilecek, suyu boşaltılacak ve inşallah iyileşecektir,' dedi. Hazret-i Peygamber uyandı. Zaten söylediklerini anlamıştı. Bunun üzerine, daha önce de belirtildiği gibi Hazret-i Ali'yi gönderdi."
Yine Hazret-i Âişe (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet edilmiştir:"Rasûlüllah, vücudunda herhangi bir rahatsızlık hissedince sağ eli içine İhlâs ve muavvizeteyn sûrelerini okur ve eliyle ağrıyan yerini sıvazlardı."
5 - Ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden.' Yani içindeki kıskançlığı dışa vurunca ve haset edilen kimseye zarar vermek için söz ve davranış olarak gerekenleri yapınca.
"Haset;" lâyık olan kimseden nimetin gitmesini istemektir. Bu nimet ister dînî olsun isterse dünyevî. Mü'min gıpta, münafık ise haset eder. Haset tehlikeli bir hastalıktır. Ateşin, odunu yeyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.
Gökyüzünde Allah'a karşı işlenen ilk günah, İblis'in Hazret-i Âdem'e haset etmesidir ki, bu yüzden Allah O'nu cennetten kovdu ve taşlanmış bir şeytan oldu. Yeryüzünde işlenen ilk günah ise, Kabil'in. Hâbil'e haset edip öldürmesidir.
Hüseyin b. Fazl şöyle dedi: ”Allah bu sûrede serleri zikretti ve son olarak da hasedi söyledi. İbn Abbas'ın da dediği gibi böylece hasedin en kötü huylardan olduğunu göstermek istedi."
6 notes · View notes
yalnzardc · 1 year
Text
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ (١) اللهُ الصَّمَدُ (٢) لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ (۳) وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوا اَحَدٌ(٤)
İhlas sr.
Safvetüt Tefasir: İhlas sûresi Mekke'de inmiş olup bir ve tek olan Allah'ın sıfatlarından bahseder. O, kemal sıfatlarını kendisinde toplayan, dâima kendisine başvurulan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, noksan sıfatlardan, cinsi ve benzeri olmaktan uzak olan Allah'tır. Bu sûre, aynı zamanda, teslîse inanan Hıristiyanları ve Allah'ın evladı ve nesli olduğunu iddia eden müşrikleri reddeder.
Nuzül sebebi : Rivayete göre bazı müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelip: "Ey Muhammed! Bize Rabbini anlat. O, altından mıdır? Gümüşten midir? Zebercedden midir? Yoksa yakuttan mıdır?" dediler. Bunun üzerine "İhlas sûresi" indi.
1 - Ey Peygamber! Alay eden o müşriklere de ki: Kendisine ibadet ettiğim ve sizi ibadet etmeye çağırdığım Rabbim birdir, tekdir, ortağı ve benzeri yoktur. Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne de fiillerinde dengi ve benzeri vardır. O birdir, tekdir. "Baba, oğul ve Rühu'l-Kuds" üçlüsüne inanan Hıristiyanların dediği gibi değildir. Birçok ilahın varlıgına inanan müşriklerin inandığı gibi de değildir. İbn Cüzeyy şöyle der: Bil ki, Allah'ın "birdir" diye vasıflanmasının üç manası vardır. Hepsi de O Yüce Allah hakkında doğrudur. Birincisi O birdir. O'nun yanında bir ikinci ilah yoktur. Bu, sayı manasında bir olmadığını ifade eder. İkincisi, O tektir, benzeri ve ortağı yoktur demektir. Nitekim, "Falan şahıs, asrında tektir" dersin. Bu, onun benzeri yoktur demektir. Üçüncüsü, Allah birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. Bu süreden maksat, müşriklere bir cevap olarak, Allah'ın ortağı olmadığını bildirmektir. Yüce Allah, Kur'an'da birliğini gösteren kesin deliller getirmiştir. Bunlar gerçekten çoktur. Bunların en açık olanları şu dört delildir. Birincisi, "Yaratan Allah, yaratmayanlar gibi olur mu?" meâlindeki âyettir. Bu, yaratma ve meydana getirme delilidir. Yüce Allah'ın, bütün varlıkların yaratıcısı olduğu sabit olunca, onlardan herhangi birinin O'nun ortağı olması sahih olmaz. İkincisi, "Eğer yer ve gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı, yer ve gök kesinlikle fesada uğrardı" meâlindeki âyettir. Bu sağlam ve eşsiz yaratmanın delilidir. Üçüncüsü, "Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilahlar, Arş'ın sahibi olan Allah'a ulaşmak için çareler ararlardı meâlindeki âyettir. Bu hâkimiyet ve üstünlük delilidir. Dördüncüsü, "Allah çocuk edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir ilah da yoktur. Aksi takdirde her ilah kendi yarattığını sevk ve idare eder, biri diğerine galip gelirdi" meâlindeki âyettir. Bu da, birden çok ilah olduğu takdirde çekişme ve üstün olmaya çalışma olacağına dâir delildir."
Bundan sonra Yüce Allah, birliğini ve mahlukata muhtaç olmadığını te'kid etmek üzere şöyle buyurdu:
2 - İhtiyaç anında devamlı olarak kendisine baş vurulan O'dur. Mahlukat O'na muhtaçtır, O ise âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Âlûsi şöyle der: Samed, kendi üstünde hiç kimse bulunmayan, ihtiyaç anında ve işleri olduğunda insanların kendisine başvurduğu yüce kişi demektir.
3 - O, evlat edinmemiştir. Ne oğulları vardır, ne de kızları. O kemal sıfatlarını taşıdığı gibi, noksan sıfatlardan da uzaktır. Tefsirciler şöyle der: Bu âyet, Allah'a evlat nisbet edenlerin hepsini reddeder. Mesela, "Üzeyir, Allah'ın oğludur"" diyen Yahudileri; "Mesih Allah'ın oğludur"" diyen Hıristiyanları" ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır" iddiasında bulunan Arap müşriklerini reddeder. Yüce Allah, kendisinin çocuğu olmadığını bildirerek bunların hepsini reddetmiştir. Çünkü çocuğun, babanın cinsinden olması lazımdır. Allah (c.c.) ise ezeli ve kadimdir. O'nun bir benzeri yoktur. O'nun için bir çocuk olması imkansızdır. Bir de, ancak eşi olanın çocuğu olur. Yüce Allah'ın eşi yoktur. Nitekim "O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde, nasıl çocuğu olabilir"" meâlindeki âyetiyle buna işaret etmiştir. O, ne bir babanın, ne de bir ananın oğlu olmuştur. Çünkü doğan her şey sonradan olur. Yüce Allah ise kadim ve ezelidir, evveli yoktur. Ne doğmuş olması, ne de bir babasının olması doğru olur. Ayet-i kerime, bütün yönleriyle Yüce Allah'tan, soy kavramına giren her şeyi reddetmiştir. O, varlığanın başlangıcı olmayan İlk'tir. Kendisinden başka hiç bir şey yok iken var olan Kadim yani İlk tir.
4 - Yüce Allah'ın hiçbir dengi ve benzeri yoktur. Ne zatında, ne safatlarında, ne de fiillerinde, yarattıklarından hiçbiri O'na benzemez: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir Ibn Kesir şöyle der: O, her şeyin sahibi ve yaratıcısıdır. Şu halde, yarattıklarından, O'nun seviyesine yükselecek veya yaklaşacak bir benzeri nasıl olabilir? O, bundan yüce, mukaddes ve uzaktır. Kudsi hadiste şöyle gelmiştir: "Yüce Allah şöyle buyuruyor. "Ademoğlu beni yalanladı. Halbuki buna hakkı yoktu. Bana sövdü. Oysa buna da hakkı yoktu. Beni yalanlamasına gelince, şöyle diyerek beni yalanladı: Allah beni yarattığı gibi, asla tekrar diriltmeyecektir. Oysa, onu yoktan yaratmak, bana tekrar yaratmaktan daha kolay değildir. Bana sövmesine gelince, o da "Allah, çocuk edindi" demesidir. Oysa ben, Tek'im, Samed'im Çocuk edinmeyen, doğmayan eşi ve dengi olmayan İlah'ım."
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. "Kim gul huvallahu ehad sûresini okursa, Kur'ân'in üçte birini okumuş gibi olur" Alimler şöyle der: Bu, İhlas sûresi birçok mana, ilim ve bilgileri ihtiva ettiği içindir. Zira Kur'ân'daki ilimler üçtür: Allah'ın birliğini gösteren âyetler, ahkâm âyetleri ve kıssalar. Bu sûre, Allah'ın birliğini gösteren âyetleri kapsadığı için Kur'ân'ın üçte biri sayılır. Bazıları şöyle der: Sevap bakımından Kur'ân'ın üçte birini okumaya eşittir. Yani bu süreyi okuyana, Kur'ân'ın üçte birini okuyana verilen sevap kadar sevap vardır. En iyisini Allah bilir.
Celaleyn T : Mekke devrinde nâzilolup, 4 Âyet-i kerîmedir.
1 - De ki, “O, Allah'dır bir tektir.
Âyet-i kerîme’de geçen “ Allah”lâfza-i celâli, “ hüve “ nin haberidir. “ ehad “ise ondan bedel yahut ikinci haberdir.
2 - Allah Samed'dir. Yani bütün ihtiyaçlarda devamlı olarak kendisine başvurulan O' dur. 
Âyet-i kerîme mübteda ve haberden oluşmaktadır.
3 - Doğurmamıştır. Çünkü O’nun başkasıyla bir benzerliği yoktur. Doğurulmamıştır. Çünkü sonradan olma (hâdis) değildir. (Kadîmdir.)
4 - Hiç bir şey onun dengi ve benzeri değildir.
Âyet-i kerîme’de geçen “ Lehu“ “kufuven ”e taalluk etmektedir. Ondan önce zikredilmiştir. Çünkü O, menfilikte asıl kastedilen yerdir (sadece onun benzeri ve dengi yoktur). Âyet sonlarına riâyet etmek için“yekûn“ fiilinin ismi olan ”ehad “ haberden sonra getirilmiştir
Taberi T : Mekke'de nâzil olmuştur. 4 âyettir.
Bir ve tek olan Allah'ın sıfatlarından bahseder. O, kemal sıfatlarını kendisinde toplayan, her şey dâima kendisinden beklenilen hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herkesin O'na muhtaç olduğu, noksan sıfatlardan eşi ve benzeri olmaktan uzak olan Allah'dır. Bu sûre aynı zamanda, teslise inanan hristiyanları ve Allah'ın evladı ve nesli olduğunu iddia eden müşrikleri reddeder. Doğan ve doğuranın ilâh olamayacağını zimnen beyan eder.
De ki: "O Allah bir tektir": Ey Muhammed; Rabbinin sıfatını senden soran şu kimselere de ki: Benim Rabbim birdir, tektir. Ortağı yoktur. Eşsiz ve benzersizdir. "Allah'dır, Samed'dir": O öyle bir mâbuddur ki; ibadet sadece kendisine yaraşır. O öyle bir efendidir ki; ihtiyaçları hususunda bütün insanlar O'na yönelip sığınırlar.
"Doğmamış: Fâni ve helâk olucu değildir. Çünkü doğan her şey mutlaka fenâ bulur.""Ve doğurulmamıştır": O, sonradan yaratılmış bir şey de değildir. Çünkü doğan her şey daha önce yok iken meydana gelen bir şeydir. Ama Cenab-ı Allah kadimdir, ezelidir, ebedidir, zâil olmayacak ve fenâ bulmayacaktır.
"Hiç bir şey O'na denk değildir": Yarattıklarından hiç bir benzeri ve misli yoktur.
Beydavi T : Mekke'de yahut Medîne'de inmiştir. 4 âyettir.
1- (De ki: O Allah'tır, birdir) hüve zamiri şe'n'e yani ortama râcidir, Meselâ: Hüve zeydün muntalikun (olay şu ki, Zeyd gidicidir).
Hüve mübteda olmakla merfû’dur, haberi de arkasındaki cümledir. Aid zamirine ihtiyaç yoktur, çünkü cümle de hüve'den ibarettir yahut zamir sorulan şeye râcidir yani bana sorduğunuz şey, o Allah'tır, demektir.
Zira rivâyete göre Kureyş: Ya Muhammed, ibâdet ettiğin Rabbini bize anlat, dediler; âyet de bunun üzerine indi.
Ehad de bedeldir ya da ikinci haberdir. Cemal (selbiye) sıfatlarının hepsine delâlet eder, nitekim Allah da kemal sıfatlarının hepsine delâlet eder. Çünkü gerçek tek; terkip ve çokluk kısımlarından ve ikisinden birini gerektiren şeyden zât itibarı ile münezzeh olandır, Meselâ cisim olma, yer işgal etme gibi ve hakikat ve hassalarında ortaklık gibi. Meselâ vacibül vücud, kudreti zatından olma, iâhlığı gerektiren tam hikmet gibi (Allahü teâlâ bu gibi şeylerde başka biriyle ortaklıktan münezzehtir).
Kul lâfzı olmadan huvallahu ahad şeklinde de okunmuştur, bunda da ittifak vardır. Ancak kulya eyyühel kâfirun'da kul mutlaka lâzımdır. Tebbet'te ise kul câiz değildir. Belki bu şundan dolayıdır; çünkü Kâfirun sûresi Resûlüllah’ın onlardan ayrılmasını ve onlara veda etmesini içermektedir. Tebbet ise amcasına sitemdir; böyle olunca ona karşı kul (söyle) demesi münasip olmaz. Bu sûre ise tevhid olduğundan bazen kul (de) ile bazen de ona davetle emrolunur.
2 - "Allah Samed'dir” bütün ihtiyaçlarda kendisine müracaat edilendir, bu da samede ileyhi deyiminden gelir ki, birine başvurmaktır. Allah mutlak olarak bununla nitelenmiştir, kendinden başkasına hiç ihtiyacı yoktur. Başkaları her hâllerinde ona muhtaçtırlar.
Es-samed şeklinde mâ'rife olması, Allah'ı Samed olarak bilmelerindendir, ama ahad (tek olarak) öyle değildir. Allah lâfzının tekrar edilmesi, bu sıfatı taşımayanın İlâhlığı hak edemeyeceği içindir. Cümlenin başında atıf edatının olmaması da bunun birinci cümlenin sonucu yahut onun delili gibi olmasındandır (yani aralarında şiddetli bir birlik vardır).
3 - (Doğurmadı) çünkü cinsinden kimse yoktur, yardım edecek veyahut yerine geçecek birine muhtaç değildir. Zira ihtiyaç da yok olma da onun için imkânsızdır. Belki de mâzi (lem yelid) sıygası ile yetinilmesi, bunun: Melekler Allah'ın kızlarıdır yahut Mesih (Îsa) Allah'ın oğludur, diyenleri reddetmek için gelmesindendir ya da "velem yûled” kavline uygun olması içindir. Doğurmaması şunun içindir; bir şeye muhtaç değildir ve yok olduğu bir zaman da geçmemiştir.
4 - "Hiç kimse ona denk olmadı” eş (zevce) ve başkası gibi ona denk biri olmadı. Aslında lehu zarfının sonraya bırakılması lazımdı, çünkü o küfüven'e bağlıdır, ancak maksat zatına denkliği reddetmek olduğundan önemli olan başa alınmıştır. Zarfın küfüven'de gizli zamirden hâl yahut haber olması da câizdir. O zaman küfüven ahad'den hâl olur. Belki de üç cümlenin atıfla birbirine bağlanması, bunlardan denklik kısımlarının bertaraf edilmek istenmesindendir; bunlar tek bir cümle gibidir, üç cümle ile buna dikkat çekilmiştir.
Hamze, Ya'kûb, bir rivâyette de Nâfi' sükûn ile küfven okumuşlardır. Hafs ise harekeli olarak ve hemzeyi vâv'a kalb ederek küfüven okumuştur.
Bu sûre kısa olmakla birlikte İlâhî marifetlerin hepsini ve o hususlarda aşırıya kaçanların reddini içine aldığı için hadiste onun Kur'ân'ın üçte birine denk olduğu gelmiştir. Çünkü Kur'ân'ın maksatları akâidi, hükümleri ve kıssaları anlatmakla sınırlıdır. Kim de onu Kur'ân'ın tamamına denk sayarsa, bunlardan bizzat kast edileni nazar-ı itibara almış olur ki, o da akâidtir (tevhidtir).
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem bir adamın bunu okuduğunu duydu: Vâcip oldu, dedi. "Ne vâcip oldu, ya Resûlallah?” dediler. O da: Cennet vâcip oldu, dedi.
Ömer Nasuhi Bilmen T : Bu mübarek sûre, "Ennas süresinden sonra Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Dört Avet-i kertmeyi ihtiva etmektir. Cenab-ı Hakkan birliğini, yüce vasıflarını en mükemmel, en samimi bir şekilde bildirdiği için kendisine böyle "İhlas Stresi adı verilmiştir. Maamafih kendisine: "Necât, marifet, tevhid, kulhövallah-ü ehad suresi isimleri de verilmiştir. Hatta yirmi isminin bulunduğu Tefsir-i Kebirde yazılıdır. Bu süre celile böyle yüce bir esası insanlığa tebliğ eden bir Yüce Peygamberin aleyhinde bulunan Ebu Leheb gibi inkarcıların elbette en şiddetli bir cehennem azabina layık olduklarına işareti içerdiği için kendisinden evvelki "Tebbet" süresi ile aralarında bir derin münasebet vardır.
1. Bu süre-i celile, Alemin Yaratıcısı'nın birliğini ve her türlü ihtiyaçtan uzak olup bütün mahlukatının kensinine muhtaç bulunduklarını bildiriyor. Ve doğurmaktan ve doğurulmuş olmaktan ve ortak ve benzerden uzak bulunduğunu şöylece beyan buyurmaktadır: Ey Peyamberlerin en mükemmeli!. Allah-ü Teala'nın zat ve kutsal sıfatları hakkında senden bilgi isteyenlere (de ki: O) Yüce Mabüd olan (Allah, birdir.) Birlik sıfatına sahiptir, zâtında, sıfatında ve fiilerinde birdir. Onun ilahi zatında çokluk, cüzlere ihtiyaç, başkalanı ile ortaklık düşünülmüş değildir. Maddi ve maddi olmayan cevherlerden, asılardan asla terkip edilmiş bulunmamaktadır.
Vahid ile ehad arasında fark vardır. Şöyle ki: Birlik sıfatı, yalnız Cenab-ı Hakka mahsustur, başkası hakkında vähiddir, denilirse de ehaddır. Denilemez. Ehad kelimesi, olumsuzluk hususunda geneli ifade eder, vahid kelimesi ifade etmez. Mesela, evde "ehad" yoktur denilince orada hiç bir kimse yoktur denilmiş olur. Fakat evde "vahid" yoktur, denilse birçok kimselerin bulunmuş olduğu nefiy edilmiş olmaz.
2. (Allah): O Yüce Yaratıcı, sameddir. Yani: (Bütün mahlukatın kendisine yöneleceği ve sığınacağı yegâne varlıktır.) Bütün yaratılmış olanlar, kendi ihtiyaçlarından dolayı o kerim Yaratıcı'ya ihtiyaçlarını arz eder, dua ve niyazda bulunurlar. Onun üstünde bir zat yoktur. O hiç bir kimseye muhtaç değildir. Bütün mahlükattan müstağnidir.
"Samed" Bir ilâhî sıfattır. Hacetlerin kazası, yerine getirilmesi hususuna yalnız bizzat kasdedilmiş olan Kerem Sahibi Yaratıcı demektir.
3. O Ezeli Yaratıcı, haşa (Doğurmadı) bir kimsenin hâşâ pederi bulunmuş değildir. O; ezelidir, ebedidir, çoluk ve çocuğa ihtiyaçtan uzaktır. Dilediği şeyleri, kimseleri dilediği vakit yaratır, varlık alanına getirir, hepsinin Kudret Sahibi Yaratıcı sıfatına sahiptir. Bir kimsenin pederi veya validesi olmak, mahlukata ait bir sıfattır, aralarında bir cinsiyet, bir ortaklık bulunmamasını, gerektirir. Allah'ın şanı ise bundan uzaktır. Hiç bir şey, o Yüce Yaratıcı ile aynı cins, hem mertebede olamaz. Halbu ki: O Yaratıcı'nın kendisi de hâşâ (doğurulmamıştır.) başkasının hayatından meydana gelmiş. Böyle bir şey, başlangıçta yok bulunmuş olmayı, başkasına ihtiyacı olmayı başkasile ayrı cins bulunmayı gerektirir. İlahlığın şanı ise bunlardan uzaktır. O Yüce Yaratıcı; ezelidir, sonradan vücûde gelmiş değildir ve hiç bir kimseye muhtaç bulunmamaktadır. Buna inanıyoruz.
4. (Ve ona) O bütün Kainatın Ezeli Yaratıcısına (hiç bir şey denk) eşit ve benzer (olmamıştır.) onun tek olan zatın, her türlü düşüncenin üstünde bir büyüklük ve yüceliğe sahiptir. O bütün kainatın üstünde bir kuvvet ve hâkimiyete sahiptir. Hiç bir mahluk, O Ezeli Yaratıcı'ya benzer, onun çocuğu veya babası olmak kabiliyetine asla sahip değildir.
"Bütün bu ilâhî beyan, ilahlık zanneyleyen müşrikleri reddetmektedir. Meselă: Yahudiler, Uzeyr, Allah'ın oğludur derler. Hıristiyanlar da İsa Allah'ın oğludur demektedirler.
Bir takım arap müşrikleri de melekleri Cenab-ı Hakkın kızları sanmışlardı. Sabie denilen bir topluluk da yıldızlara ibadette bulunmuşlardır. Seneviyye gurubu da nûr ve karanlığı birer mabûd telâkki etmişlerdir. Bir kısım feylezoflar, Vacibül'vücud olan Allah-ü Teala'dan bir aklın doğduğuna, bu akıldan da başka bir akıl ile nefsin ve feleğin doğmuş bulunduğuna, bundan sonra da ay küresinin altındakilerini idare eden diğer Fir aklın ortaya çıkmasına kanaat getirmişlerdir. Bir takım sapıklar da Allah-ü Teala'nın sanlara geçeceğini iddiada bulunmak ahmaklağını göstermişlerdir. Bu muhtasar dört ayer-i kerîme ise bütün bu bâtil iddiaları, inançları, reddetmektedir. İlahlığın şanının büyüklüğünü, bütün noksanlardan, ihtiyaçlardan, mahlükata benzemekten uzak bulunduğunu pek ebedi veciz bir tarzda bildirmektedir.
Bu ihlas sûresinin iniş sebebi hakkinda deniliyor ki: Arap müşrikleri Resûl-i Ekrem, Sallallah-u Aleyhi Veselleme "Amir ibnittüfeyl"i göndermişlerdi. Amir, o müşrikler adına dediki: Sen bizim âsâmızı yardın, yani bizleri ayrılığa düşürdün ve tanrılanmıza sövdün, babalarının dinine muhalefette bulundun, eğer sen fakir isen seni zengin kılalım, eğer mecnun isen sana tedavide bulunalım ve eğer bir kadına düşkün isen onu sana alalım, Resûl-i Ekrem de buyurdu ki: Ben fakir ve mecnun değilim, bir kadına da düşkün değilim, ben Allah'ın Resûlüyüm, sizi putlara tapmaktan kurtararak Allah-ü Teala'ya ibadete davet ediyorum. Bunun üzerine o müşrikler, Amiri tekrar Yüce Peygamberin huzuruna göndermişler, ve demişler ki: Ona de ki: Sen kendi mabudunun cinsini bize beyan et, o altından mıdır, yoksa gümüşten midir?. İşte bu câhil halkın böyle bir suali üzerine bu sûre-i celile nazil olmuş, Hak Teâlâ Hazretlerinin hiç bir şeye muhtaç olmayan yüce şânını telkin buyurmuştur.
Velhasıl: Bu mübarek ihlas süresi, İslâm'ın rükünlerinin en mühimmi olan Allah'ı birlemeyi ve Yüce Yaratıcı'nın başkaları ile aynı cins olmaktan ve her bir ihtiyaçtan uzak olduğunu en ebedi ve veciz bir surette bildirdiği için kadrinin yüceliği hakkında bir çok hadis-i şerif vardır. Kısacası imam Ahmet ve Nesai merhumlar, şu sahih hadis-i rivayet etmişlerdir: Her kim Kulhüvallah süresini okursa Kur'an'ın üçte birini okumuş gibi olur. Bu hadis-i şerifi şöyle yorumluyorlar: Bu sürenin üçte birinin Kuran'a eşit olması, sevap itibarile değildir. Belki Kur'an'ın başlıca içeriği itibariledir. Şöyle ki: O içerik: Akaide, ahkâma ve kıssalara aittir. Bu sûre ise akaide ait en büyük esası içerdiği için Kur'an-ı Kerim'in üçte birini içermiş demektir. Maamafih şöyle de deniliyor ki: Allah-ü Teâlâ, kullarının bazı ibadetleri kolay olsa da bu ibadetleri diğer bir çok ibadetlerden ziyade sevaba vesile kılabilir. Cenab-ı Hak'kın fazl ve keremine nihayet yoktur.
Nitekim bazı zamanlarda veya makamlarda yapılan ibadetleri diğer zamanlarda ve makamlarda yapılan ibadetlerden daha ziyade sevaba vesile kilmiştir. Bu, bir hürmet gereğidir. Bu hikmetin neden ibaret olduğunu Allah'ın ilmine havale ederiz. Ancak şu muhakkakdır ki: Bu ihlas sûresi pek mukaddes bir Kur'an Sûresidir. bunun okunmasına devam edilmesi, pek faidelidir, pek ziyade sevaba vesiledir. Bu hususlara dair Tefsir-i Kebirde ve Tefsir-i Alûsi'de ayrıntılı bilgi vardır. Hak Teala Hazretleri cümlemizi bu sûre-i celilenin feyizlerine eriştirsin. Amin..
İbn Kesîr T : Mekki bir süre olup dört ayettir.
Nüzül Sebebi ve Fazileti :
Übeyy b. Ka'b'dan rivayet edildiğine göre müşrikler Peygamber'e (as) söyle demişlerdir. Ey Muhammed! Rabbini bize tanıt. Bunun üzerine "De ki: O Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur." ayetleri inmiştir. İbn Cerir ve Tirmizi hadise şu ilaveyi yapmışlardır: Samed; doğurmamış ve doğrulmamış olandır. Çünkü doğrulan herşey muhakkak ölecektir ve ölen herşeye de mirascı olunacaktır. Yüce Allah ise ne ölür ne de kendisine mirascı olunur. Onun hiçbir dengi yoktur. Onun ne benzeri ne de dengi vardır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur.
Sürenin faziletiyle ilgili bir başka hadis şöyledir: Buhârî'nin Hz. Aişe annemizden rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (a.s) bir adamı, bir seriyyenin (askeri birlik) başında gönderiyor. Bu kimse arkadaşlanına namaz kıldırdığında İhlas sûresini okuyarak kıraatini tamamlıyor. Görevlerini yerine getirip geri döndüklerinde bu durumu Peygamber'e (a.s) haber veriyorlar. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Sorun bakalım ona bunu neden yapıyormuş?" dedi. Adama sordular ve adam da: "Çünkü İhlas sûresi Rahman'ın sifatlandır ve ben bu sıfatları okumaktan hoşlanıyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber (as) şöyle buyurdular: "Ona haber verin ki yüce Allah da onu seviyor."
Diğer bir hadis: Buhârî, Salât kitabında Hz. Enes'den şu hadisi rivayet etmiştir: Kuba mescidinde Ensar'dan bir adam imamlık yapıyordu. Namazda bir süre okuyacağı zaman ihlas sûresiyle başlar ve ardından başka bir süre okurdu. Bunu her rekatta tekrar ederdi. Arkadaşları ona: "Namaza hep bu süre ile başlıyorsun ve ardından da bunu yeterli bulmayarak bir başka süre daha okuyorsun. Ya bu süreyi oku ya da bunu bırak başka bir süre oku" dediler. O da: "Ben bunu terketmeyeceğim. İstiyorsanız size bu şekilde imamlık yapmaya devam edeyim. Eğer istemiyorsanız bu görevi bırakayım" dedi. Arkadaşları onu aralarındaki en faziletli kimse olarak görüyorlardı ve başkasının imamlık yapmasını istemiyorlardı. Peygamber (as) Kuba'ya gelince ona durumu haber verdiler ve Peygamber (a.s) adama: "Arkadaşlarının isteğini yapmanı engelleyen ve her rekatta bu süreye devam etmeni gerektiren şey nedir?" diye sordu: O da: "Ben bu süreyi seviyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bu süreyi sevmen seni cennete girdirdi"
Diğer bir hadis: Buhârî'nin, Ebû Said'den rivayet ettiği bir hadiste Pey gamber (as) Ashabina şöyle buyurmuşlardır: "Sizden biriniz bir gecede Kur'ân'in üçte birini okumaktan aciz midir? Bu Ashab'a zor geldi ve şöyle dediler. "Hangimiz buna güç yetirebilir ey Allah'in Resûlü?" Peygamberimiz bunun üzerine: "Allahu l-Vahidu's-Samed Kur'ân'in üçte biridir” buyurdular.
Diğer bir hadis: Ahmed b. Hanbel, Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Her kim İhlas sûresini okursa Kur'ân'in üçte birini okumuş gibi olur."
Diğer dir hadis: Ebü'd-Derda'dan rivayet edilen bir hadiste Peygamber (as) Sahabeye şöyle buyurmuştur. "Her gün Kur'ân'in üçte birini okumaktan aciz misiniz? Sahabe-i Kiram: "Evet ey Allah'ın Resûlü! Biz bunu yapmaktan aciz ve zayıf kimseleriz" dediler. Bunun üzerine Allah'ın Resûlü şöyle buyurdu: "Allah Kur'ân'ı üç kısma ayırmıştır. İhlas sûresi Kur'ân'in üç kısmından biridir."
Diğer bir hadis: Abdullah b. Habib'den rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Bize susuzluk ve karanlık isabet etmişti. Peygamberimizin namaz kıldırmasını bekliyorduk. Çıkageldi ve elimi tuttu ve "De ki dedi. Bir müddet sustuktan sonra yine "De ki" dedi. Ben be "Ne diyeyim" dedim. Bunun üze rine şöyle buyurdu: "De ki O, Allah birdir süresi ve Muavvizeteyn (Felak-Nas) sürelerini sabah ve akşamladığında üç kere günde iki defa okursan sana (her türlü sıkıntına) yeter."
Diğer bir hadis: Sehl b. Muâz b. Enes el- Cühenî'nin babasından onun da Peygamberimizden rivayet etmiş olduğu bir hadiste Peygamber (as) şöyle buyurmuştur: "Kim Ihlás sûresini on kere okursa Allah ona cennet'te bir köşk yapar." Hz. Ömer bunun üzerine şöyle dedi: "O halde çoğaltalım ey Allah'in Resûlü!" Peygamberimiz de: "Allah çoğaltmış ve güzel yapmıştır."
İhlas sûresinin Muavvizeteyn ile birlikte faziletinin zikredildiği bir başka hadis: Ukbe b. Amir den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Peygamberi mizle karşılaştım ve önce davranıp elini tuttum ve şöyle dedim: 'Ey Allah'ın Resûlü! Mu'minin kurtuluşu ne ile olacaktır? Peygamber (as) da: 'Ey Ukbe! Dilini koru ki evin sana yetsin ve hatalarına ağla. Daha sonra Peygamberimiz bana rastladı ve erken davranıp o benim elimden tuttu ve şöyle dedi: 'Ey Ukbe b. Amir! Sana Tevrat'ta, incil'de, Zebur'da ve yüce Kur'ân'da indirilen en havırlı üç süreyi öğreteyim mi? Ben de: 'Allah beni sana feda kılsın öğret ey Allah'ın Resulü' dedim. Bunun üzerine bana İhlas, Felak ve Nas sûrelerini okuttu ve sonra şöyle buyurdu: 'Bunları unutma ve bunları okumadan geceleme. Bana bu sözleri söylediğinden beri ben bunları unutmadım ve bunlan okumadan gecelemedim. Daha sonra Peygamber (as) ile karşılaştım ve once davranıp elini tuttum ve şöyle dedim: 'Ey Allah'ın Resulü! Bana faziletli amellerden haber verin. Peygamber (a.s) da: 'Ey Ukbe! Seninle ilişkilerini kesenle görüş, sana vermeyene sen ver ve sana zulmedenden yüz çevir buyurdu,"
Bu üç sure ile şifa isteme konusunda zikredilen başka bir hadis: Buhari'nin, Aişe annemizden rivâyet ettiği bir hadiste Aişe annemiz, Peygamberimizin yatağına girdiğinde her gece iki elini toplayıp içerisine İhlas, Felak ve Nas sûrelerini okuyup üflediğini ve sonra da elleriyle, başından ve yüzünden başlayıp bedeninden ulaşabildiği her yerine ve bedeninin arka kısmına üç kere meshettiğini haber vermiştir."
İkrime şöyle demiştir: Yahudiler, 'Biz Allah'ın oğlu Üzeyr'e ibadet ederiz. Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın oğlu Mesih'e ibadet ederiz, Mecúsiler, 'Biz güneşe ve aya ibadet ederiz ve müşrikler de; 'Biz putlara ibadet ederiz' dediler. Bunun üzerine Allah (Celle Celalühü) Peygamberine şu ayetleri indirdi: De ki: O, Allah birdir. O eşi, benzeri, yardımcısı ve dengi olmayan bir tektir. Çünkü o tüm sıfat ve fiillerinde en mükemmel olandır. Allah sameddir. Bütün varlıklanın ihtiyaç ve isteklerinde kendisine muhtaç olduğu sameddir. İbn Abbas şöyle demiştir. "O efendiliği en mükemmel olan Seyyid, şerefi en mükemmel olan Şerif, azametinde en mükemmel olan Azim, hilmi en mükemmel olan Halim, ilmi en mükemmel olan Alim, hikmeti en mükemmel olan Hakim'dir. O tüm şeref ve efendilik türünde mükemmel olandır. O noksan sıfatlardan münezzen olan Allah'tır. Onun hiçbir benzeri ve dengi yoktur. Tek olan ve herşeyi kahretmeye muktedir olan Kahhar odur." Ameş şöyle demiştir: "Samed; efendilikte en mükemmel olan Seyyid demektir." Hasan ve Katade ise şöyle demiştirler. "Samed; yarattıkları yok olduktan sonra baki kalandır." Hasan başka bir görüşünde de şöyle demiştir: "Samed: hiçbir za man zeval bulmayacak olan Hayy ve Kayyum demektir." Rebi b. Enes ise: "Samed doğurmayan ve doğrulmayandır" demiştir. Bu görüşüyle sonra gelen ayeti Samedin tefsiri olarak düşünmüştür. Bu ayet. O, doğurmamış ve doğmamıştır ayetidir. Bu görüş güzel bir tefsirdir. İbn Mesud, Dahhak ve Suddi ise şöyle demişlerdir. "Samed kelimesi; kendisinde boşluk olmayan anlamındadır." Mücahid ise: "Samed kelimesi; karnı olmayan kendisinden ses çıkmayan anlamındadır" demiştir. Şa'bi ise şöyle demiştir: "Samed kelimesi; yemek yemeyen ve bir şey içmeyen kimse için kullanılır." Hafız Ebu'l-Kasım et-Taberani, Samed' kelimesinin tefsiri hakkında bu görüşlerden birçoğunu aktardıktan sonra Kitabu's-Sünnet adlı eserinde şunlan söylemiştir: "Tüm bu görüşler doğrudur. Bunlar Rabbimizin sıfatlandır. O, tüm yarattıklarının ihtiyaçlarında ona muhtaç olduğu, efendiliği mükemmel olan, karı olmayıp, yemeyip içmeyen ve yarattıklarından sonra baki kalacak olandır." Beyhaki de benzer şeyleri söylemiştir. Onun hiçbir dengi yoktur. Onun ne bir çocuğu ne bir anası ne de eşi vardır. Mücahid bu ayetin yorumunda 'Onun eşi yoktur anlamının kastedildiğini söylemiştir. Bu yorum şu ayette geçtiği gibidir: O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O'dur.  Yani o herşeyin sahibi ve yaratıcısı olduğu halde nasıl olur da yarattığı kendisine benzer olsun ya da ona yakın olsun. Allah bundan münezzeh ve paktır. Allah (Celle Celalühü) şöyle buyurmuştur: "Rahmân çocuk edindi dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Başka bir ayette: (Resûlüm!) Kâfirler seni gördükleri zaman: "Sizin ilahlarınızı diline dolayan bu mu?" diyerek seni hep alaya alırlar. Halbuki onlar, çok esirgeyici Allah'ın Kitabını inkâr edenlerin ta kendileridir. İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır. Size âyetlerimi gösterece- gim; benden acele istemeyin.
Buhari'nin sahihinde şu hadis geçmektedir: "Duyduğu ezalara karşı Allah'tan daha sabırlı kimse yoktur. Insanlar Allah'a çocuk isnat ediyorlar halbuki o onlan rızıklandıp, onlara afiyet vermektedir."
Bir hadis-i kudsi de ise: "Ademoğlu hakkı olmadığı halde beni yalanladı, hakkı olmadığı halde bana kötü şeyler isnat etti. Beni yalanlaması; 'Beni yarattığı gibi geri asla döndermeyecek' demesidir. Halbuki ilk yaratmak onu geri iade etmekten daha kolay değildir. Bana kötü şeyler isnat etmesi ise: 'Allah çocuk edindi" demesidir. Halbuki ben bir tek olan, doğurmamış ve doğrul mamış olan Samed'im ve benim hiçbir dengim yoktur."
Ruhul Beyan T : Mekke devrinde nazil olmuştur, 4 âyettir.
1 - De ki: 'O Allah bir tektir. ”Hüve" zamiri, durum bildirmek içindir. Yani, durum şudur ki; Allah biriciktir. Burada, daha başlangıçta sûrenin içeriğinin önem ve büyüklüğüne dikkat çekme vardır.
Rivayet edildi ki, müşriklerden bir kısmı Rasûlüllah'a geldiler ve: ”Ey Muhammed! Bize Rabbini tanımla. O, altından mıdır, yoksa gümüşten mi? Zebercedden mi, yoksa yakuttan mı?" dediler. Bunun üzerine İhlâs sûresi nazil oldu.
Rivayet edildi ki, müşrikler Hazret-iPeygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle dediler: ”İnanmamızı istediğin Rabbini bize tanımla ve anlat." Bunun üzerine bu sûre nazil oldu. Cenab-ı Hak bu sûre ile denklik, doğmak ve doğurmak gibi hususları reddederek kendisini bir varlığa nisbet edilmekten tenzih etmiş ve gerçek mahiyetini açıklamıştır.
"Allah" kelimesi, hakiki mabuda delâlet eden bir özel isimdir. Tam anlamıyla ilâhî zatın adıdır. ”El-Ahad", kendisine zatında hiçbir şey ortak olmayan kimse için bir isimdir. Nitekim ”vahid"de; kendisine sıfatlarında kimse ortak olmayan varlığın adıdır.
İbnüş Şeyh Havaşî'sinde şöyle der: ” 'Hüvallahü ahad' cümlesi, üç kelimeden ibarettir ve her biri, Allah'a gidenlerin makamlarından bir makama işaret etmektedir:
Birinci makam, mukarreblerin makamıdır ki, bunlar varlıkların mahiyet ve hakikatlerine olduğu gibi bakanlardır. Şüphesiz bunlar Allah'tan başka hiçbir varlık görmezler. Çünkü Hak, Vacib'ül-Vücud (olması şart) olandır. Başkasının varlığı ise, şart değil, mümkündür. Mukarrebler Hak teâlâ'dan başka varlık görmezler. 'Hüve' kelimesi, her ne kadar mutlak anlamda işaret içinse de, kastedilen manaya göre değişik anlam ifade eder. Belirttik ki, mukarrebler akıllarının gözüyle sadece biri görürler. Bundan dolayı 'hüve' kelimesi, tam bir bilginin meydana gelmesi için onlara yeterlidir.
İkinci makam ise, Ashabü'l-Yeminin (sağcıların) makamıdır ki bu, birinciye göre daha aşağıdadır. Çünkü bunlar Hakk'ı da yaratıkları da var olarak görürler, böylece varlıklar âleminde kesret (çokluk) meydana gelir. Bu takdirde 'hüve' kelimesi, Hakk'a işaret için kâfi gelmez, Hakk'ı halkdan ayıracak başka bir şeye ihtiyaç duyulur. İşte bunlar yani ashab-ı yemin, 'hüve' zamirinin yanına 'Allah' sözünün getirilmesine muhtaçtırlar. 'Hüvallahü' bunlar için söylendi. Çünkü Allah sözü, bütün varlıkların kendisine muhtaç olduğu ama kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan varlığın adıdır.
Üçüncü makam ise, Ashab-ı Şimal (solcu) in makamıdır ki, en düşük olanı da budur. Bunlar Vâcibü'l-Vücudun birden fazla olmasını caiz görenlerdir. İşte bunları red ve sözlerini iptal için 'hüvallahü' yanına birde 'ahad' kelimesi ilâve edildi." İbnü'ş-şeyhin sözü burada bitti.
2 - Allah hiçbir şeye muhtaç değil, her şey O'na muhtaçtır. O, ihtiyaçlar için kendisine müracaat edilen hakimdir. Kendi kendine yeterlidir. Başkaları ise, her cihetten ona muhtaçtır. Varlık âleminde Allah'tan gayri samed yoktur. Nasıl ki,"kral Zeyddir" dediğimizde, krallığı sadece Zeyd'e tahsis ediyorsak aynı şekilde samedlik de Allah'a mahsustur. Kendi kendine yeterli olan ve bütün varlıkların ihtiyacını gideren yegâne varlık Allah olduğuna göre başkaları ilâhlık sıfatına lâyık değillerdir.
Cenab-ı Hak, önce kemâl sıfatlarını takip ettiren ilâhlığını, sonra sayı ve terkib (birleşim) şüphesinden uzak olmayı gerektiren birliğini, daha sonra da başkalarına muhtaç olmamayı ve diğer varlıkların ise, varlık, bekâ ve başka yönlerden kendisine ihtiyaç duymasını gerektiren samedligini açıkladı. Cenab-ı Hak bilâhare, belirtilen hükümler çerçevesine giren bazı cüz'î hükümleri de belirterek şöyle buyurdu:
3 - O, doğurmamış Melekler ve Hazret-i İsa hakkında iftira edenlerin iddialarını çürütmek için açıkça bu ifadeyi kullanmıştır. Yani kendisinden herhangi bir çocuk meydana gelmemiştir. Çünkü O, hiçbir şeyin cinsinden değildir ki, kendi cinsinden bir eşi olsun da çocuk meydana gelsin. Veya kusurlardan münezzeh olan Allahü teâlâ  için yokluk ve bir ihtiyaç mevzu bahis olmadığına göre kendisine yardım edecek veya yerine geçecek birine de muhtaç değildir.
Ve doğmamıştır. Önceden veya sonradan kendisine yokluk nisbet etmek mümkün olmadığı için başka bir varlıktan meydana gelmemiştir.
Bazıları dedi ki: ”Doğurmak ve doğmak ancak benzerlik ve denklikle olur. Çocuk mutlaka babaya benzer. Allah'ın zaruri olan varlığıyla bizim mümkün olan varlığımız arasında ise, herhangi bir benzerlik yoktur."
Baklî: ”O, doğurmamış ve doğmamıştır" âyetini şöyle tefsir etmiştir: ”Allah'ın konumu ayrıdır, yaratıkların konumu ayrıdır. Doğurmamıştır sözü, doğmamıştır manasını da içermiş olmasına rağmen 'doğmamıştır' ifadesinin açıkça söylenmesi, bu iki şeyin birbirinden ayrılmazlığına işaret etmek içindir. Bilinen odur ki, doğuran da bir başkasından doğmuş demektir. Aksi mümkün olmaz. Cenab- Hakkın doğmamış olduğunu söylemek aynı zamanda doğurmamış olduğunu da itiraf etmek demektir."
4 - Hiçbir şey ona denk değildir. '“Küfüv", denklik demektir. Maksat Cenab-ı Hakkın zatında denkliği kaldırmaktır. Yani O'na hiçbir şey denk değildir, benzer değildir, eşit değildir. Aksine O, denk sanılanların yaratıcısı dır.
Kısa olmasına rağmen bu sûrenin bütün ilahiyat konularını kapsaması ve bu konuları inkâr edenlere cevap vermesinden ötürüdür ki. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”ihlâs sûresi Kuranın üçte birine denktir."
Hadisi Ahmed bin Han bel ve Nesâî Übey b. Ka'b'ın hadisinden merfu olarak tahric etmişler dır.
Çünkü Kur'an'ın konulan akaid, ahkâm ve kıssaları içermektedir. Bu sûre de akaid yönünü ele almıştır ki, akaid İslâmın en önemli esasıdır. İşte bundan dolayı bu sûre, sevap yönünden Kur'an'ın üçte birini teşkil etmektedir. Hadis-i Şerifte Şöyle buyuruldu: Rasûllüllah: ”Sizden biriniz Kur'an'ı bir gecede okumaktan âciz midir?"buyurdu. Dediler ki : ”Ya Rasûlüllah! Kimin buna gücü yeter?" Rasûlüllah da: ”Üç defa (Kulhüvallahüahad) okur. Böylece Kur'an'ın tamamını okumuş olur" buyurdu.
Bu sûrenin İhlâs diye adlandırılması, Allah'ı şirkten hâlis kıldığı veya azaptan halâs ettiği içindir. İmam Gazali şöyle dedi: Rabbimin affı, kurtuluş vesi kamdır. İhlas sûresi ise, sığınağımdır. Veya içinde dünya ve âhiretle ilgili bir şey olmadığı ve sırf Allah'tan bahsettiği için bu sûreye ihlâs denilmiştir.
Denildi ki: ”İhlâs sûresi, okuyucusunu âhiretin sıkıntılarından, ölüm sarhoşluğundan, kabir karanlıklarından ve kıyamet korkularından halâs eder, kurtarır."
6 notes · View notes