Tumgik
#lafza
seslimeram · 4 months
Text
İmge Kalıyor Geriye
Tumblr media
Bir imge çıkıyor. Tümden, bariz ve muallakta kalmayacak kadar cerahatin dibine gömülü halde bir ülkenin sınırları belirleniyor. Belirgin bir halde, yalın bir tehdit sarmalından tam da eksiksiz bir yıkıcılık ekseninden bildirilen bir yerin görünürlüğü artıyor. Tümüyle açık ara bariz belirsizliklere doğru koşar adım giden bir ülke var ediliyor. Belirsizlik kesintisiz bir halde günden güne imal edilirken yolun / yordamın / anlamın çürütüldüğü menzilin en kestirmeden hakikati ile günler geçiriliyor. Bir fecaat sarmalı ki içinden dışına çıkılamaz, asla düşünülemez diye ilan ediliyor. Mahvın kısır döngüsü içerisinde ne o yan ne bu yan söz konusu edilsin isteniyor. Güllük gülistanlık bir cennet vatan imgesinden bahisler ardıl sıra açılıp dururken çürümenin ortasına demirlemiş bir yerin imgesi yok sayılıyor. Hemen her gün apayrı cerahatin, her şey bir kokuşmuşluğa esir. Vatanımız dediğimiz sahnenin de giderek elden kaydığı, yok edildiği bir ataletin ortasında günler geçirilip duruyor, masal ne hakikat ne söz ne! Her şey çürümenin, ruhsal bir kıyamet ortamında gerçekliğin zayi edilmesinden mülhem bir yer gerçeğe dönüştürülüyor, tek gerçeğe.
Bugün alışılageldik deneyimlerin laf kılındığı bir zeminde, gerçekliğin bunca yalın, afaki ve doğrudan cürümlerle ilerlediği bir zeminin hakikatinden kim bahis açacaktır ki! Kısa, kestirmeden gündelik bir yıkıcılık ekseninde yol yürünürken olmakta olanın cehennemin ta kendisine evriminden kim bahis açacaktır. Günbegün var edilenlerle yaşam ihtimalinde onarılması imkansız yaraların gedikleri açılırken cürüm hayatı, kötülük tüm anlamlarıyla bedenleri sarıp sarmalarken var edilmiş olanın korkunç sureti temsilinin ayırtına kim nasıl varacaktır? Gündelik olan bir mefhum, düzenli kullanılan ilaçların zamlanacak olmasının bildirilmesinin hemen ardından çıkagelen ilaç yok lafzı misal bir örnek olarak var edilebilir. Avrupa Para Biriminin çarpanının yeniden belirlenmesi neticesinde 25 Aralık tarihinde yüzde 25 civarında zamlanacak ilaçlar haftası öncesinden sırra kadem bastırılırken ne gibi bir imge var edilebilir çürüten yerden gayri. Aspirin’den, antibiyotik ya da kimi hayat memat meseli olagelen düzenli kullanılması elzem ilaçların yok denile gelmesinin utancını, hastalara kim anlatabilecektir? İnsanlarının canının paradan çok daha elzem / önem atfettiği bir düzlemi sormak / görmek, halen imkansız mıdır? Uzak bir hal midir, bunca yalın kepazeliklerle birlikte bir imge var edilirken, devlet insanını da mı gözden çıkartır, çıkartmıştır, nedir yani?
Her gün aşıyoruz, uçuyoruz kaçıyoruz denilirken dünyaca ünlü bir simsar çete çatıdan çıkagelen şu haber mesela ol imgenin suretini kesintisiz bildirmektedir. Halin perişanlık dolu temsilini göz ardı edip, bitiyoruz, yok oluyoruz diye söyleyenlere inat ilerliyoruz, güçlü ülkeyiz diye lafza giren baş efendinin karşısında, sermaye tüm kartlarını açık oynar. Olabildiği kadar açık nefretiyle sıradan insanların hayat hakkının lağvedilmesinin nasıl da o sermaye / çark / düzen için elzem olduğundan dem vurulur. Evrensel Gazetesinden haberi aktaralım: “ABD merkezli uluslararası kredi değerlendirme kuruluşu Moody’s, Türkiye ekonomisine ilişkin hazırladığı rapor ile ‘sert bir ekonomi politikası’ istedi. Faiz, ücret, büyümeye ilişkin uluslararası sermayenin taleplerini dile getiren Moody’s, uluslararası sermayenin Şimşek politikalarından memnun olduğunu kaydetse de, sermayeye güvenin henüz tesis edilemediğini kaydetti. Hazırlanan raporda Türkiye’nin kredi notu yine durağan olarak kaydedildi.
Uluslararası sermayenin taleplerini dile getiren Moody’s, Türkiye’nin kredi notundaki iyileşmenin asgari ücret zammına bağlı olduğunu kaydetti. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası eliyle politika faizinin yüzde 8.5’ten yüzde 40’a yükseltildiğine işaret eden Moody’s, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının da etkisiyle, ortodoks para politikasına dönüş kesinlikle olumlu” dedi.
Moody’s, IMF’nin aksine ‘aşırı’ ücret artışlarına bağlı olarak artan talebin enflasyonist baskı ve risk yarattığını savundu. Raporda, “Yakın vadede önemli bir risk talebe bağlı enflasyonist baskıları daha da artırabilecek aşırı ücret artışlarıdır” denildi. Moody’s, ücret artışlarının TCMB’nin enflasyon hedeflerine paralel yapılması gerektiğini savundu.
TCMB, asgari ücretteki yüzde 10’luk artışın manşet enflasyona yaklaşık 2 puan katkı sağlayacağını tahmin ediyor.
Uluslararası Sermaye Hâlâ İkna Değil, Daha Fazla Faiz İstiyor
Yüksek faize dayalı sıkı para politikası uygulanan Türkiye’de hükümet politikaları ‘uluslararası sermayenin’ taleplerini yeteri kadar karşılayamadı. Raporda, “Cumhurbaşkanı gücünün yoğunlaşması” nedeniyle yüksek faiz politikasından dönülme ihtimalinin azımsanmadığını kaydeden Moody’s, “Önümüzdeki ay sınırlı bir politika faizi artışı bekliyoruz” ifadelerine yer verdi.
Daha Çok İşsizlik Önerildi
Raporda ücretlerin reel olarak geriletilmesine bağlı olarak iç talepte gerçekleşecek daralmanın, Türkiye’nin cari açık sorununa da olumlu yansıyacağı kaydedildi. Cari açıktaki daralmanın büyük oranda ithalatta gerileme ile mümkün olacağı belirtildi.
TÜİK verilerine göre gerçekleştirdiği ithalatın yüzde 75’i ham madde, yüzde 13.8’i sermaye malı, yalnızca yüzde 10.3’ü tüketim malı olan Türkiye ekonomisinde ithalatta yaşanacak gerileme, üretimin azalmasına ve dolayısıyla işsizlikte artışa neden olacak. Türkiye’de halihazırda 8 milyondan fazla işsiz bulunuyor.
Halkın Tasarrufu Faize Gidecek
AKP tarafından hazırlanan orta vadeli programa göre 2023 yılında faiz harcamalarının 663.6 milyar liraya çıkacağı öngörülürken devletin yatırım harcamaları 789.8 milyar lira olacak.
2024 yılında faiz harcamaları yatırım harcamalarını aşacak. Faiz harcamaları 1 trilyon 276 milyar liraya; yatırım harcamaları 1 trilyon 108 milyar liraya çıkacaktır. Böylece faiz harcamalarının yatırım harcamalarına oranı yüzde 115’e kadar çıkacak.
2025 yılında da söz konusu ivme sürecek. Faiz harcamaları 1 trilyon 833 milyar liraya, yatırım harcamaları 1 trilyon 350 milyar liraya çıkacak. Faiz harcamalarının yatırım harcamalarına oranı yüzde 135’e çıkacak.
Böylece devlet, yatırımdan çok faiz harcaması yapacak.
IMF: Enflasyonun Nedeni Ücretler Değil, Şirket Kârları
IMF’nin son raporuna göre Avrupa’daki enflasyonu en çok artıran kalemlerin başında son iki yıldır şirket kârları geliyor.
Bunun ana nedeni ise şirketlerin fiyatları, roket hızında yükselen enerji ithalatı maliyetlerinden daha fazla artırması.
IMF yetkilileri, Avrupa Merkez Bankasının 2025 için koyduğu yüzde 2 enflasyon hedefinin tutturulması için şirketlerin daha düşük kâr oranlarını kabul etmeleri gerektiğini söylüyor.
IMF Analistleri Niels Jakob Hansen, Frederik Toscani, Jing Zhou’nun 23 Haziran tarihli raporuna göre 2022’nin başından bu yana fiyatlardaki artışın yüzde 45’i şirketlerin kâr artışından kaynaklı.
“Daha yüksek enflasyon, daha yüksek kârları ve ithalat fiyatlarını yansıtıyor” diyen analistlere göre ithalat, yüzde 40 oranında, işçi maliyetleri ise yüzde 25 oranında enflasyona etki ediyor. Vergilerin ise çok az miktarda bir deflasyonist etkisi var.”
Katma değerin hiç edildiği, iç etmek için paraları / rantı, milyonlarca yobaz / hırsız / çakal sürüsünün, o sermaye diye çıkagelen temsilin aportta beklediği bir zeminde görünen köye kılavuza ne hacet vardır. Bir imge çıkıyor. Tümden, bariz ve muallakta kalmayacak kadar cerahatin dibine gömülü halde bir ülkenin sınırları güncelleniyor. Yoksulluk bütün bütün bir ülkenin tek ortak değeri haline dönüştürülürken, sermayenin kapısında el pençe divan duranların sayıklamaları arasında ezdirmedik, yedirmeyeceğiz lafzı dışında pek de bir şey geriye kalmaz. Bir imge ortaya çıkarken, cürmü her şeyin üstüne konumlandırıp duran bir aklın, tahakkümünü nasıl da benzersiz bir halde şekillendirdiğini görürüz. Bu istikametin ol sermayenin ana temsilcilerinde nasıl yankı bulduğu zaten moody’s’den çıkan görünüm raporundan da anlaşılabilecektir. Tümüyle alt sınıfı enikonu ortadan kaldırmak, daha da fazla kemer sıkarak, geleceksiz kılmanın yollarında sadakaya muhtaç hale koymanın adı ne zamandan beridir bir kurtuluş reçetesidir.
Bay Şimşek bir kere daha konuşur: “Bakanlığının 2024 yılı bütçesini TBMM Genel Kurulunda anlatırken, ‘’Biz hiç kimseden para istemedik. Türkiye’nin paraya ihtiyacı yok. Arzuladığımızdan daha fazla para girişi zaten var” dedi. Şimşek ayrıca ekonomide işlerin düzelmeye başladığını, uygulanan program dışında Türkiye’nin başka bir seçeneği olmadığını söyledi.
Şimşek’in bu sözlerine muhalefet milletvekillerinden sert eleştiriler geldi. CHP’li Burcu Köksal, “Paraya ihtiyacınız yoksa niye halktan çifter çifter vergi alıyorsunuz. Neredeyse bir nefes vergisi almadığınız kaldı. Konuşmanıza bakıyorum hac farz olmuş, kasaya bakıyorum zekata muhtaç” dedi. DEM Milletvekili Meral Danış Beştaş da, “Madem paraya ihtiyacınız yok o zaman niye insanların istediği maaş zamlarını vermiyorsunuz?” diye sordu.”
Bir imge çıkıyor. Tümüyle belirsiz bir geleceğin sınırlarında, az buz değil basbayağı noksan, eksik gedik kılınan hayatların temelleri sağlama alınıyor. Kimseden borç istenmeyen bir güzergahta, yaşamın normatif halleri altüst ediliyor. Her güne içkin kriz hali, aralıksız darboğaza mahkum edilmiş milyonlarca insanın iki gıdım umudunun köküne kibrit suyu dökülmesi cafcaflı sözlerle süslenerek giydirilmeye çalışılıyor. Nizam, düzen, kendi yolunda ilerleyen insanlara bu hallerinden çıkmaları, tıpkı kendileri gibi arsız, yalancı, hırsız olmalarının salık verildiği bir ülke gamı profil olarak kanıksatılmaya çalışılıyor. Daha yakın geçmişte bir araba laf yemiş bir suretin bugün bakan koltuğunda oturabildiği, yönetim olgusunun şeffaf falan değil tastamam sarayın teslimiyet bayrağının var ettiği sınırlar içerisinde güncellendiği bir ülke yeniden dizayn ediliyor. Gelecek karanlık, gelecek simsiyah bir ülkenin imgesi artık olağan, vaka-ı adiye kılınıyor. Normalin zayi edildiği bir zeminde hakikat bir yerlerden sökün etmeye devam ediyor. Belirsiz bir gelecek şablonunun tek bilinen denklemi olarak yoksulluk paylaştırılmaya devam ederken bilinen tek şey bu karanlık oluyor. Bir habis döngüde debelenip duruyor koca ülke. Ne günü gün, ne yarını yarın, ne sonrası belirli. Bitimsiz bir iktidar pratiğinin ol orta yerinde cerahatin kucağına terk edilmiş olanların hayatları mahva mahpus kılınıyor. Ötesi berisi lamı cimi yok, bir imge çıkıyor meydana. Yeni yüzyılı falanı filanı hepten hikaye, rezillik, kepazelik. Bir imge çıkıyor meydana dört yanda feryat figan, avaz avaz, imdat imdat!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Einkaufsstraße In Istanbul © Chris MCGRATH – Getty Images – Zeit
2 notes · View notes
derdiderun · 8 months
Note
Abi bu arada bu sorduğum şeyden bir korku yaşıyorum ve silah patlamıştı kalbime bir korku yerleşti. Daha sonra Balkonda sokak ışığında namaz kılarken bi ses duydum ve çok korktum namazda korku düşünceleri geldi korkuyordum ve bi anda yukardan seccademe küçük beyaz bi tüy düştü secde yerinde sağ tarafa şok oldum sokak ışığı ama düştüğünü gördüm selam verdim korkarak elime aldım ama çok korktum. Önceden spiritüel olaylarda karşımıza çıkan beyaz tüyün koruma meleği olduğunu okumuştum siz nasıl yorumlarsınız? şimdi korunmak için sureler okudum ama hala garip hissediyorum
Kardeşim, önceden sorduğunuzda da muhtemelen şu an vereceğim aynı cevabı vermişimdir. Kimsenin maneviyatını bozup, onu güzel hayırlardan mahrum etmek istemem. Bu yüzden bu sefer farklı olarak bir hocamıza sordum o da şu cevabı verdi:
-Kemal Savaş Hocamız: "Hadis, evliyanın ve işin ehli kimselerin tavsiyeleri dışında belli sayılarda belli esmayı vird edinmek, musallata sebep olabilir. Bıraksın ve bir mürşitten ders alsın. Ama şimdilik aşağıdaki bu zikirleri yapsın."
MÜRŞİDİNİ BULDURAN GÜNLÜK ZİKİRLER
Bir mürşide intisab etmemiş ama bu güzel maneviyat yollarına girmek isteyen kardeşler için, Üstazım Hasan Burkay kuddise sirruhunun tavsiye ettiği bu günlük zikirleri yapmaya devam eden kimsenin, ALLAH'ın izniyle nasibinin olduğu mürşide intisabına vesile olur.
Bu hususta İmam-ı Rabbani hazretlerinin oğlu ve nakşi meşayihinden Muhammedü'l-Farukî (Masum) kuddise sirruhu da şöyle buyurdu: "Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar ibadetleri yaparak, Kur'an-ı Kerim okuyarak ve kıymetli kitaplarda ve Hadis-i şeriflerde bildirilen duaları, tesbihleri çekerek vakitleri ma'mur etmelidir."
-----------
Bu zikirlere ilk başlanacağı zaman bir defaya mahsus gusletmek, temiz çamaşır giymek, güzel koku sürünüp iki rekat sünnet-i salat-ı vudu’ (abdest şükür) namazı kılmak ve duada bulunmak suretiyle başlanır. (Bu kısım sadece bir kere yapılır. Buradan sonrası 24 saat içinde her gün bir kere yapılır)
Bu günlük zikirlere başlarken mümkünse yeni bir abdest alıp, sessiz bir yerde kıbleye karşı, gözlerimiz kapalı, tersi teverrük oturuşu ile (ayaklarımızı sol tarafımızdan çıkarıp kalbe meyilli bir şekilde) oturulur.
BAĞIŞ KISMI:
* 1 Fatiha-i Şerife
* 11 ihlas-ı Şerif
“Sadaka-llahü’l-azim. Subhane Rabbike Rabbi’l-izzeti amma yesifun, ve selamün ale’l-mürselin, ve’l-hamdü lillahi Rabbi’l-alemin. İlâ şerefi’n-nebiyyi’l-Fatiha” denir ve bir Fatiha-i Şerife okunur. (Bağış kısmı buraya kadar)
ZİKİR KISMI:
* 100 Estağfirullah. Yüzüncüde "EI-Azîme'l-Kerîme-llezî lâ ilâhe illâ hû. El-Hayye'l-Kayyûme ve etûbü ileyh. Ve nes'elühü't-tevbete ve'l-mağfirate ve'l-hidâyete lenâ. innehû hüve't-Tevvâbü'r-Rahîm. Tevbete abdin zâlimil li-nefsihî lâ yemlikü li-nefsihî mevtev ve lâ hayâtev ve lâ nüşûrâ." denir.
* 100 Salavat-ı Şerife “Allahümme salli alâ Muhammedin ve ala ali Muhammedin ve sellim”
* 100 İhlas-ı Şerif (Kul huvallahu ahad suresi)
* 500 Kelime-i Tevhid “La ilahe illallah”
* 1000 Lafza-i Celal (yani) “ALLAH” İsm-i Şerif’i kendi kulağı duyacak kadar sesli olarak söylenir.
* 500 Lafza-i Celal, yukarıdakinin aynısı olup hafiyyen (gizli, kalpten) yani dil üst damağa yapışık, ağız kapalı, ses çıkarmadan söylenir.
“Subhane Rabbike Rabbi’l-izzeti amma yesıfun, ve selamün ale’l-mürselin, ve’l-hamdü lillahi Rabbi’l-âlemin. İlâ şerefi’n-nebiyyi’l-Fatiha” denir ve bir Fatiha-i Şerife okunur.
İZAH: Bu günlük zikirlerin hepsi bir oturuşta yapılabileceği gibi ayrı ayrı vakitlerde ve imkanın müsaadesi derecesinde kısım kısım olarak da yapılabilir. Hatta zamanın çok dar olduğu günlerde bağış kısmı seccadede yapılır, sonraki kısım yolda veya meşru bir işle meşgul iken de yapılabilir.
.....
Acizane bizim tavsiyemizde aynı yöndedir.
Selametle kalın.
2 notes · View notes
e-yyup · 1 year
Text
Masiva; Cenab-ı Allah’tan gayrı olan şeylerin tamamıdır.
Denilmiştir ki: “Seyrüsüluk yolunda Allah Teala’ya giden kişiye kalplerden masivayı kesip atan lafza-i Celal zikrinden daha faydalı bir zikir yoktur.”
Hayırlı Cumalar
Babamdan gelen anlamlı cuma mesajı.😉sizlerle direk paylaşmak istedim..
Tumblr media
18 notes · View notes
mainabaloch · 1 year
Link
0 notes
onlinesikhstore · 2 years
Photo
Tumblr media
Lafza di Dargah Punjabi Poems Popular Poetry by Surjit Patar Panjabi Book Mi New
Lafza di Dargah Punjabi Poems Popular Poetry by Surjit Patar Panjabi Book
Dr Surjit Patar is a renowned Punjabi poet. He obtained a Masters degree from Punjabi University, Patiala and then a Ph.D in Literature on "Transformation of Folklore in Guru Nanak Vani" from Guru Nanak Dev University, Amritsar. He then joined the academic profession and retired as Professor of Punjabi from Punjab Agricultural University, Ludhiana.He started writing poetry in mid-sixties. His works of poetry include "Hawa Vich Likhe Harf" (Words written in the Air), "Birkh Arz Kare" (Thus Spake the Tree), "Hanere Vich Sulagdi Varnmala" (Words Smouldering in the Dark), "Lafzaan Di Dargah" (Shrine of Words), "Patjhar Di Pazeb" (Anklet of Autumn) and Surzameen (Music Land ).
He translated many literary works into Punjabi, including the three tragedies of Federico García Lorca, the play Nag Mandala by Girish Karnad and the poems of Bertolt Brecht and Pablo Neruda. He also adapted plays from Jean Giradoux, Euripides and Racine. He has written tele-scripts on Punjabi poets ranging from Sheikh Farid to Shiv Kumar Batalvi. 
Book Ref: Mi
Poetry book - Lafza di Dargah (ਲਫ਼ਜ਼ਾਂ ਦੀ ਦਰਗਾਹ)
Language - Punjabi (Gurmukhi/Indian Punjabi)
Author: Surjit Patar
Pages 96. Paperback
We have Punjabi Literature books of several Popular writers in stock, please message for more information.
We have many other Punjabi books (Punjabi Alphabets, Punjabi Mini Stories, Punjabi word Sounds, Punjabi Pronunciation, Grand mother's Punjabi Stories with Morals etc.) listed in our eBay shop to learn Punjabi and will personally recommend you all.
Should you have any queries please do not hesitate to contact us.
We are UK based supplier OnlineSikhStore. Items can be collected from our shop in Rochester, Kent, UK. 
We have 100% positive feedback.
Free Royal Mail Economy Postage in UK. 
Postage discounts will be given to International buyers for multi-buys. 
Any questions please do not hesitate to contact us.
Follow us on Instagram, Twitter & Facebook: #OnlineSikhStore
P.S. Colour of item may slightly vary due to camera flash and light condition. Please note design or colour of book cover may vary as publishers keep on changing front of books each time they publish new edition. However, all contents remain same.
Please buy with confidence. 
https://www.ebay.co.uk/itm/Lafza-di-Dargah-Punjabi-Poems-Popular-Poetry-Surjit-Patar-Panjabi-Book-Mi-New-/255717409396
0 notes
doktorunuzposts · 2 years
Photo
Tumblr media
Ahmed Yesevi Hazretleri, Çin hududunda Hıtay adında bir yere gider. Çok sıcak bir günde yol kenarında dinlenirken, bir köylü, doğum yapmakta olan zevcesi için dua istiyor. Hoca, dua ediyor ve doğum kolay oluyor. Bunun üzerine köylü kendisine çay ikram ediyor... Hoca Yesevi,o zamana kadar hiç görmediği çayı içince rahatlıyor ve harâreti gidiyor. Ellerini açıp dua ediyor; -"Ya Rabbi bu içeceğe revaç ver. Bizi sevenler içsin, faydalansınlar." Çayın Türkistan'da bilhassa tasavvuf erbabı arasındaki rağbetini bu duaya bağlarlar. Dervişleri uyanık ve zinde tuttuğu için "Evliya Çorbası" da denir.." Çay içelim, çay içelim,Nefsü hevadan geçelim" diye ilâhiler bile vardır. Ehl-i dil; "Çay, Peygamber efendimiz zamanında olsaydı, Allahü Teala bilir ya sünnet olurdu. Zirâ çay sohbete sebeptir." demişler. Çaya çay demek için içme şartlarına riayet edilmelidir. “Çay kadehde dide-efrûz olmalı. Lebrengü lebrizû lebsûz olmalı." (Şu halde çay, küçük ve şeffaf bardakta göz doldurmalıdır. Dudak renginde,dudağına kadar dolu ve yakıcı olmalıdır.) Yarısına kadar konmuş çay bardağını görüp, kahveci çırağına; -"Bu ne oğlum?" diye sorup da; -"Dudak payı" cevabını alan müşterinin; -"Yavrum ben de deveye benzer bir hâl mi var? Benimkini kulaklarına kadar doldur" dediği meşhurdur. Çayın haddi yoktur. 1 çay beyhûde, 2 çay faide, 3 çay kaide, iç 4'ü at derdi, madem çıktın 5'e, sürgit 15'e". Sohbet-i erbâb-ı dil bir lafza sensiz olmasın. Hürmetin inkar eden, dünyada hürmet bulmasın. Bu beyit de çay için söylenmiştir. İnsan çaya benzer; sıcak suyun içinde demlenene kadar gerçek rengini bilemezsiniz. Çayı közde, sevgiyi gözde, tebessümü yüzde, adamlığı özde, mutluluğu azda arayın. Yalnızların yarenidir çay. Geleydin bir çay içimi; sen çay dökerdin, ben de içimi.. Çay henüz her şey bitmedi demektir… Bir çay içecek dostu olanlara selam olsun Rabbim bizlere tekrar toplanıp bir araya gelip feyizli çaylar içmeyi tez zamanda in'am ve ihsan eylesin. Amin.. Alıntı https://www.instagram.com/p/ChuOHaFj28L/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
yantekerlek · 5 years
Text
sabahın oluşunu Allah Allah diye haykırıyor dinim.
16 notes · View notes
belkidebirharfimben · 3 years
Text
Rabbine inanır da Allah'ı nasıl inkar eder?
Arkadaşım, bunu da 'acaba' avucunda tut, çünkü bir ihtimaldir. Zaten 'çünkü'ler hep ihtimaldir. "Allahu'l-a'lem!" demeden hakikat sahasına giremezler. Özetiyse şöyle: Kehf sûresinde iki arkadaştan birisi diğerine, kısa bir mealiyle, şöyle diyor: "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum." Bahtiyar olanıysa uyarıyor:"Arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?" 
Öncesini-sonrasını da konuşacağız fakat, arkadaşım, burada dikkatime evveliyetle şu ilginçlik çarpıyor: İlk konuşan Allah'ı inkâr etmiyor ki alttaki ona"Allah'ı inkar mı ettin?" diye tepki göstersin. Hatta dikkat edersen aslında şöyle diyor o: "Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem..." Yani Rabbinden haberli gibi. "Yoktur. İnanmam. Olamaz..." falan demedi. İlhada girmedi. Peki ayet-i kerime mezkûr diyaloğu bize neden bu şekilde aktardı?
Mürşidimin 'Allah' isminin içeriğine dair hatırlattığı bazı şeyler var ki, arkadaşım, bence okumanın tam zamanıdır onları şimdi. Diyor ki Mesnevî-i Nuriye'sinde: "Bütün Esmâ-i Hüsnâ'nın ifâde ettiği mânâlar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye Lâfza-i Celâl olan Allah bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünkü sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bilmutabakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemâliye arasında lüzum-u beyyin olduğundan sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, ulûhiyet ünvanı sıfât-ı kemâliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan Allah'ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor."
Anladığımca izaha çalışırsam şunları söylenebilirim belki: Cenab-ı Hakkın 'Allah' ismi doğrudan Onun 'uluhiyyetini/ilahlığını' kastettiğinden, yani manaca buna işaret ettiğinden, 'Allah olmanın gereği' her ne sıfat varsa kastının içindedir. Mahiyetçe onları da içerir. Diğer isimlerse kendi kastettikleri manalarca Allah'a işaret ederler. Bir/birkaç yönünü gösterirler. Çok kusurlu bir temsille açmayı denersem: İyi bir ressamı tarif ederken "Renkleri çok iyi seçiyor!" demekle de haklıyımdır, yani onu tarif etmiş olurum, "Ayrıntıları iyi yakalıyor!" demekle de. Yahut: "Fırçayı iyi kullanıyor!" demekle de isabet ederim hem. Hem "Gölgeleri iyi yansıtıyor!" demekle de. Daha bunlar gibi pekçok altbaşlıkla ressamın yeteneklerine işaret edebilirim. Hepsi de onu hakikaten tarif eder. Lakin "O çok iyi bir ressam!" dediğimde bütün bu altbaşlıklar ister istemez içine girer. Akıllara gelir. Çünkü bunlar ressamlığın gereğidir.
La teşbih. Allah'a 'Allah' demek de böyledir arkadaşım. Diğer bütün Esmaü'l-Hüsna ve Sıfat-ı İlahiyye Cenab-ı Hakkın Zat-ı Akdesine işaret eden şu Lafza-i Celal'in gölgesinde, zımnında, içerisinde saklıdır. Yahut renklerine girerler. (Tek bir beyaz ışığın yedi rengi bağrında taşıması gibi.) Hatta mürşidim mezkûr bahsin devamında mevzuu biraz daha detaylandırır: "Ve keza, Allah kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlarla beraber düşünülür. Binaenaleyh 'Lâ ilâhe illâllah' kelâmı, Esmâ-i Hüsnâ'nın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: 'Lâ hâlıka illâllah, lâ fâtıra, lâ râzıka, lâ kayyûme illâllah' gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor."
O halde diyebiliriz ki: Arkadaşına "Allah'ı inkar mı ettin?" diye soran bahtiyarın, tıpkı Bediüzzaman gibi, Lafza-i Celal üzerinden yaptığı bir 'hatırlatma' vardır. Nedir? Rabbini bilene dahi bazen Allah'ı hatırlatmak gerekir. Fakat şu hakikati kavramak için kıssanın öncesine-sonrasına da bir parça uzanmamız lazım. Diyanet Vakfı'nın meal çalışmasından takip edelim:
"Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: 'Ben, servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.' (Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: 'Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.'"
Görüldüğü üzere bu arkadaş, zâhirde Rabbini inkar etmese bile, içinde bir yerlerde sarsıntılar yaşamış. Nasıl sarsıntılar? Günümüz kelimelerine taşırsak şöyle diyebiliriz: Bu arkadaş 'mekanik dünya görüşü' bağlamında itikadını törpülemeye başlamış. Hatta epey yol da almış. Fiilî duasının, yani bağına verdiği ermeğin, düzenli şekilde karşılığını almasından ötürü Allah'la ilişkisinde 'niyaz'dan 'iddia'ya sapar olmuş. Evet. Dikkat edin: Arkadaşına karşı tavrında kibrin izleri görülürken Rabbine karşı tavrında da ucbun izleri görünüyor. Kur'an ikisini de nazarımıza veriyor. 'Ucb' nedir peki? Ucb insanın ameliyle iddia sahibi olmasıdır. Akıbetini garantilemiş gibi konuşmasıdır. Yine mürşidimin metinlerine kulak verelim:
"(...) a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir. Onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir..."
Hülasa: Kehf sûresindeki kıssada aslında psikolojik bir tahlil de var. Âdeta buyruluyor: İnsan dünyayla mekanik bir ilişki kurarsa, yani sebep-sonuç düzenliliğini aşamazsa, Cenab-ı Hakkın yaratışını göremezse, onda bu düzenlilik üzerinden bir kibrin, ucbun ve dolayısıyla 'gizli şirk'in kokusu hissedilmeye başlar. Başarı, zenginlik, güç gibi şeyler acz şuuruyla onarılmazsa sahiplerini dalalete atabilirler. Allahu'l-a'lem. Bu hikmetle belki de bahtiyar arkadaşı dostunu bu şekilde uyarmaktadır: "Arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?" Yani 'Rab' olarak ansan da 'Allah'lığın hakkı olan şekilde Ona inanmayı bıraktın. Marifetini eksilttin. Bazı şeylerde Ona karşı iddia sahibi oldun. Halbuki yaratılışın sadece bu bağ ile hukukundan ibaret değildir. Bu noktaya gelmek için öyle aşamalardan geçtin ki, haberin bile olmadı, kudretin de yetmezdi. Toprak, nutfe, adamlık... Hangisinde senin emeğin var? Onları aklına getir de bu sahte iddiadan vazgeç. Allah'ın Allah'lığını hatırla!
Devamı şöyle kıssanın: "'Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbirşeyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki): Belki Rabbim bana, bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut suyu dibe çekilir de bir daha arayıp bulamazsın.' Derken serveti kuşatılıp yok edildi. Bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Çardakları yere çökmüştü. 'Ah' diyordu, 'keşke Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım!' Allah’tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi kendini de kurtaracak güçte değildi."
Subhanallah. Enfes. Aslında "Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek bazan gurura ve kibre incirar eder..." bahsine de götürecektim meseleyi. Fakat sözü uzattım. Yormak istemem arkadaşım. Şu kadarcık daha deyip çekileyim. Hem seni bir soru hakkında düşünmeye davet edeyim: Sanayileşmesiyle-mekaniğiyle-dijitaliyle ünlü ahirzamanın aynı zamanda inkarcılığın da zirve yaptığı bir çağ olması tesadüf mü? Belki de dünyayı bu düzeyde sebep-sonuç ilişkilerine boğulu şekilde kavramak, kodlamak, sarınmak nihayetinde bağına güvenen arkadaşın kibrini verdi hepimize. Allah'a karşı iddia sahibi yaptı. Öyle ya: Tuşa bastık mı oluyor. Kartı gösterdik mi alıyor. Gaza bastık mı gidiyor. Ahirzaman insanı artık herşeyi bu düzeyde çözebileceğini sanıyor. Kabul edilen fiilî dualarından kavlî duanın aşıladığı şuuru, belki duanın kendisini de, unutuyor. Susuzluktan endişe etse de Allah'tan bilmiyor. (Nitekim bugün yaşıyoruz.) Dileyelim de o Rahman u Rahîm bağımızı kuru toprağa çevirmesin. Bize bahtiyar arkadaşın uyanıklığını-imanını versin. Âmin. Âmin. Âmin.
0 notes
saidaslan1 · 2 years
Text
İki lafza-i Celâl (I). Kur'an-ı Kerîm'de sadece
En'âm Sûresi 124.Âyet-i kerîme'de aralarında hiçbir harf bulunmaksızın yanyana gelmektedir. Ulema: "Bu iki lafza-i Celâl arasında yapılacak dua kabul olunur, reddolunmaz" buyurmuşlardır.
Rûhu'l Furkân Tefsiri, 11. Cilt
Tumblr media
2 notes · View notes
ismailaganet · 3 years
Text
Risâle-i Kudsiyye 45. Beyt Tercüme ve Şerhi – Ramazan İlhan Hoca Efendi
Risâle-i Kudsiyye 45. Beyt Tercüme ve Şerhi – Ramazan İlhan Hoca Efendi
Ramazan İlhan Hoca Efendi ile Risâle-i Kudsiyye dersleri, Esmâ-i İlâhiyye’ye dair hakikatlerin bilhassa Lafza-i Celâl’in faziletinin beyân edildiği 45. beytin şerh ve îzâhıyla devam ediyor. Hoca efendi bu sohbetinde, ”Allah” ”Allah” diye zikir yaparak kalbimizi temizlememiz gerektiğini, bu işlerin birden bire değil zamanla, gayretle ve devamla mümkün olabileceğini, nitekim mühim ve değerli olan…
View On WordPress
2 notes · View notes
aynurant · 4 years
Text
MİDAS ' IN KULAKLARI EŞEK KULAKLARI
Mitolojideki fısıltı gazetesi , anlatmak istediğime taban tabana zıt belki ama bu denememde sosyal medya bataklığını irdeleyeceğim inşallah...
Kör bir kuyuya ismini cismini gizleyip hiç durmadan küfretmek en galizinden içini dökmek özgürlük ' müş...
İçini dökmek: Ne güzel söz!
İçinde ne varsa o dökülür gibi bir özeleştiri...
Küpten içinde zaten var olan sızar , başka bir şey değil...
Bu kadar hastalıklı ur gibi milletin çoluk çocuğuna kin biriktirmek hangi hastalığın habercisi ise onu tedavi etmek bu bataklığı kurutmak için bir başlangıç olabilir bence...
Sevgi ,hürmet ,empati , vicdan...
Birkaç sömestrlik seçmeli ders mi olsa acaba ?
Ders notları Yunus Emre , Mevlânâ , Mabel Matiz :)))))) gibi hümanistlerden..
Mitolojiye göre kral Midas ' ın kulaklarının eşek kulakları olduğunu yanında başlığını çıkardığı yegâne insan olan berberinden başkası bilmez...Kimseye söylememesi sıkıca tembih edilince kendine , ucunda ölüm korkusu olsa bile tutamaz içinde , hani bizim Şahmeran hikayesi gibi iki kişinin bildiği sır değildir hesabı, gider kör bir kuyuya :
Midas ' ın kulakları eşek kulakları!
Midas ' ın kulakları eşek kulakları!
Diye bağırır...
Gel zaman git zaman su sızar kör kuyuya , sazlıklar büyür çok geçmeden orada ve sazlıklar rüzgarla birlikte minik minik fısıldarlar :
Midas ' ın kulakları eşek kulakları!
Midas ' ın kulakları eşek kulakları!
Günümüzde ateş olmayan yerden çıkan dumanlar , pc başı asparagasları...
Günümüzdeki bu fısıltı gazeteleri yüzde yüz yalan haberlerle fitnelerle fiter kitleleri bazen , 5N1K ' sı olmaksızın :
"Olur mu böyle olur mu ?
Kardeş kardeşi vurur mu ? "
Diyip diyip kıyma makinesi & asfalta gömülen muhalif çocuklar gibi iğrenç yalanlarla dolu kulaktan kulağa... Canını yer milletin evlatlarının da doymaz yine de canhıraş devam eder...Figüranlar değişse de argümanlar aşağı yukarı aynı... Tayyip ' in torununa küfreden 16 yaşındaki tüm çocuklar hapse atılmış(!)... 15 Temmuz danışıklı dövüş paylaşımını beğenen 15 yaşındaki çocuğun teyzesinin dayısı hapislerde çürüyormuş(!) ... Tek özgür mecramız sosyal medya kapatılıyormuş , her muhalif gazeteci hapislerde sürgünlerde imiş(!) ... Gazetecilik suç değilmiş... (!)
Sosyal medyada hiçbir kutsal tanımadan kendini gizleyip sayıp sövmek en tabiî hakmış... (!)...
Evet gazetecilik suç değil lâkin halkı kin ve nefrete sürüklemek, çeşitli dış güvenlik tehditlerinin ,darbenin yardakçısı olmak suç...
Hem de tüm ülkelerde böyle...Kaçılıp sığınılan topraklarda örneğin devlet sırrı yok mu acaba Can ' dan soruyorum bunu sırf meraktan...
Kaldı ki dünyada sosyal medya kuruluşları Peygamber ' imize ( SAV ) küfreden , İslâm ' a söven sayfaları fikir özgürlüğü ve kuruluş ilkelerine ters görmezken, homofobik ya da antisemitist birkaç lafza dahi tahammül edememekte ; devletimizin milletimizin manevi şahsına küfretmek kin ve nefret yaymak dışında misyonu olmayan moral avcılarının kimlik ve ıp noları sosyal medya devleri tarafından bilinmekte ve özellikle gizlenmektedir ya...
İşte bu yüzden...
Sırf bu yüzden işte!
Hâle yola konmalı sosyal medya...
Yolda masada yüz yüze nasıl edep & terbiye sınırları bağlıyorsa bizi , sanal âlemde yazarken de öyle olmalı...
Kürsü dokunulmazlığı gibi milletvekillerinin evet fikir özgürlüğü de olmalı yalnız evrensel etik diye bir üst perdeden müdahale de nefret suçlarına insana hayvana sadizme vs. çocukları gençleri özendirmemeli vs.
Gerisi ?
Gerisi can sağlığı valla !
Her fısıltıya inanmamak koşuluyla!
Nüket Belsan Taşören
7 notes · View notes
seslimeram · 3 years
Text
Çukur!
Tumblr media
Bariz, belirgin ve doğrudan bir demokrasi tanımının içinin topyekun boşaltıldığı bir yere, bir sahneye dönüştü bugün şu ülke nam çukur. Vahim olanın peşinde, güçten ve zorbalık hallerinden el alarak belirgin bir yön tayinine girişilen bir sahada “demokrasinin” abecesi yerle yeksan ediliyor, behemehal. Neoliberalizm politikalarının pandemi sürecinde işin de enikonu zıvanadan çıktığı bu surette, var edilen her tahayyül, bir denetim, gözetim ve illa ki o tahakküm etme nesnelliğine dönüştürülendir. Bugünün şartlarında iş bu menzilde tüm o devletin dünü ile şimdisinin mutabık kaldığı yegane konulardan birisi bu baskılama ve hiç aralıksız yıldırı halidir. Üstünkörü değil, abecesiyle, eylemselliği, kanunuyla belirgin bir biçimde yeni ülke bütün bu yıkım şemasına bağlı ve onu takip eden ve sıradanı açıkça sınırlandıran bir yönelimi var eder. Yeni ülkenin demokrasi mefhumunun bunca karanlık bırakılması gayreti bu bahsin devamlılığıdır.
Düzayak devlet, tek adamla birlikte sağlama alınan, sağlaması yapılan, denetim, gözetim ve tahakküm halleriyle bu bahis kalıcı kılınır. “Normalleşme” tezahürünün her nasıl bir yıkıma çıkartıldığı önümüzdeki günlerde bariz ve belirgin olacaktır. Bütün bir sahnenin zorla, bet ve feci ile kuşatılması kesintisiz kılınandır. Bu ülkenin “çukura” evrimi böyle güncel bir meseledir, bu kadar kesintisiz ve doğrudan. Bir sahanın yaşamla bağlarına en kestirmeden müdahalelerin var edildiği yerdeki durumun ta kendisidir çürüme. İstem ve anlamca demokrasinin yıkımı kesintisizdir artık. Devletin şimdiki mutabakatında en önü tutan, baş amir ve baş faşistin birlikteliklerinde ortaya serilen insan hakları düzenlemesi bahsinin bir Avrupa birliği fonundan iç edilecek milyonlarca liranın hesabı adına olduğu ortadayken var edilen çürümenin meselesidir anlatmak istediğimiz. Sivil toplum kuruluşu gibi davranan bir yapının, aslında kural ve kaideleri çok iyi bildiği ve her yerden bangır, bangır, bağır çağır yüzümüze çarpılan demokrasi / insan hakları mesellerinde küme düşe duran halini örtbas etmek için tezgahta işlenen bir laf kalabalığı olduğu bir sahnenin her neresini nasıl düzeltirsiniz.
Bunca afaki bir biçimde sıradan olanın, yurttaş haklarının, devrim, düzenleme, atılım ve reform ve iyileştirme bir dolu adla anılan yeniden ve yeniden hamlelerle / vaatlerle daha da içinden çıkılmaz bir biçimde çıkmaza koşulduğu yerde olmakta olan utançların tam da bu sahada nasıl var edildiğinin şablonudur. Muktedir ve avenesi, tüm ortaklarıyla, tek tip, tek anlam / tek renk bir menzili var eder. Bunca afaki bir biçimde eksik olanı topyekun bir biçimde yok etmenin kıyısına taşırken, onca nutkun hemen sonrasında günbegün var edilmiş şiddetle birlikte bir ülkede demokrasi edimi yerle yeksan edilir. Bu hallerle bu kadar keskin / kesin cürümlerle birlikte bir uzam yaşatmaz / yaşanmaz kılınır. Muktedir ve avenesinin, iletişim başkanlığı memuru, yerli ve milli goebbels ile bir ırkçı olmanın çok ötesine geçmiş, bir doksanlar karanlığının temsilcisi içişleri bakanının ortaklığında ol ekranlardan var ettikleri nefret / ayrım ve ötekileştirmelerin bütününde bu yaşatmaz yerin varlığı sabit olunur.
Düzen kendi ehvenini, en betten, en feci olandan basbayağı rezil bir yıkım döngüsünü bir biçimde sürekli savunarak bulur. Cerahat sarmalı, kendilerine bağlanmış yaygın medyada var edilmiş nutuklardan, söylevlerin arasında sıkıştırılan hedef almalardan, biteviye ama hiç kesintisiz ülke güllük gülistanlık tedbirsizce laf edenler hainlerdir, mihraktır, vatansız, bu toprağa düşmandır ezberleriyle bir çürüme kalıcı kılınır. Fasit döngüye rehin edilmiş her durumda daha da dipsiz bir yıkımın koyaklarında dolaşmaya devam ettirilen yer, saha gerçektir, gerçeğin ta kendisidir. Mütemadiyen var edilenlerin, birbiri ardına hakikat kılınan tahayyüllerin paralelinde bir asırdır yenilip, yerilip, yıkıma rehin edilmiş bir edim, demokrasi mefhumunun ta kendisi vardır, ne eksik ne fazla!
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Kadıköy'de 8 Mart Kadın Platformunun çağrısıyla yapılan mitingin ardından polisin şiddet uygulayarak gözaltına aldığı dokuz kişiyle ilgili tutuklama talep edildi. Mitingin ardından polis, eyleme katılan LGBTİ+'ları taksiden indirip gözaltına aldı. Basının görüntü almasını da engellemeye çalışan polis çok sayıda kişiye şiddet uyguladı.
Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesinin açıklamasında gözaltına alınanların Anadolu Adliyesine götürüldüğü belirtilirken savcılık tarafından ifade alınmaksızın tutuklanma talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk edildikleri belirtildi.
8 Mart Kadın Platformu Twitter hesabından yapılan açıklamada Kadıköy Kaymakamlığının olaya dair yaptığı açıklamada yalan ifadeler kullanıldığı belirtilerek şöyle denildi: "Kadıköy Kaymakamlığının paylaşmış olduğu açıklama tamamen yalan dolandır! Arkadaşlarımız mukavemet esnasında değil, taksiyle evlerine dönmeye çalışırken önleri kesilip işkenceyle gözaltına alınmıştır. Erkek ergemen sisteme göre 'trans+ korteji'nin var olmasının mukavemet sayılmasını reddediyoruz. #AlışınGitmiyoruz demeye devam edeceğiz. Derhal gözaltıları serbest bırakın!"
Gökkuşağı renklerinden nem kapılıp, ayrımcılığın daniskasına imza atan iletişimci yeri ve milli goebbels’in var ettiği cümlelerin hemen ardından gerçekleştirilir bu gözaltı ve dahi o işkence. Düzen kendi devamlılığını insanların hayat haklarına göz dikerek, anayasal bir hak olan eleştirme, bir yerlerde toplanıp protesto etme haklarını yerle bir ederek ya da hiç mümkün kılmayarak, hepten hep ezberden bir tahakküm etme ile başka kimlikleri düşman bilerek bu fasit döngüyü günceller. Hem demokrasi, eşitlik, adalet ve dahi bunları kapsar görünen o insan haklarının durumundaki fecaat hali de cabasıyken bunları örtbas etmenin en kolay ve köklü yolu şiddet mefhumu bir kez daha 8 Mart öncesinde Kadıköy’de var edilir. Cürüm hemhal dilin, var ettiği her şeyde biraz daha, bir kez daha denediği o linççi akım bu kez Trans aktivistlere yönelik şiddetle çıkagelir. Gözaltıların akıbeti şimdilik belirsizdir, lakin ıslak bırakılmış insanlara kuru / temiz giyecek dahi verdirmeyecek kadar kötülüğü içselleştirmiş bir kolluğun karşısında hiçbir sıradan insan güvende değildir hiç ama hiçbir zaman, kesindir! Sorguları alınmadan, direkt olarak tutuklanmaya sevk olunan o insanların hayatlarına düşülen her şerh, bu topraklardaki yaşam istencinin de köküne her nasıl kibrit suyu dökülmek isteniyor bunu kanıtlamaktadır.
Politik Baykuş hesabının bildirdiğidir: “Dün gerçekleşen Büyük Kadın Buluşması sonrasında gözaltına alınan arkadaşlarımızdan 2'sine bir aylığına ev hapsi, hepsine yurt dışı çıkış yasağı, 2 aylığına Pazar ve Cuma günleri olmak üzere imza atma yükümlülüğü verildi.”
Cerahati içinde debelenen, değil bahar gün yüzü bile göremeyecek bir sahanın imalinin her nasıl biçimlendirildiği artık kesintisiz görünür kılınandır. Bu kadar afaki bir biçimde o yıkıcılık, nefret ve şiddet pratiklerinin bu menzili taşıdığı yer bir uçurumdan gayrısı hiç uzak değildir.
BirGün Gazetesi’ne bağlanalım: “Samsun’un Canik ilçesinde İbrahim Zarap isimli bir erkek, boşandığı kadını şiddete maruz bıraktı.
Canik Emniyet Müdürlüğü Aile İçi Şiddet Bürosu tarafından gözaltına alındı.
AA'nın aktardığına göre, İbrahim Zarap tarafından şiddete maruz bırakılan kadın, hastanedeki tedavisinin ardından taburcu edildi.
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, olay hakkında soruşturma başlatıldığını bildirdi.
Twitter hesabından açıklama yapan Gül, "Samsun’da kadına karşı şiddetin en aşağılık örneklerinden birinin sergilendiği olay hakkında soruşturma başlatıldı. Başsavcılık talimatıyla fail yakalanarak gözaltına alındı. Hukuk gereğini yapacak, failin yaptığı yanına kâr kalmayacak" ifadelerini kullandı.
Olayın ardından sosyal medya üzerinden kadının kardeşi bir paylaşım yaparak, defalarca kez İbrahim Zarap isimli erkekten şikayetçi olduklarını ancak bir şey olmadığını ifade etti.
Rümeysa isimli kullanıcı, paylaşımında, "Evet bu kez çok yakınımızda bu videodaki kişi benim ablam. O çığlık atan küçücük çocuk benim yeğenim. Ne olur yardım edin. İlk defa değil yüzlerce kez şikayetçi olduk hiç ceza almadı. Videoda sokak ortasında küçücük bi çocuğun önünde öldüresiye dövülen kişi benim ABLAM” ifadelerini kullandı.
Sosyal medya kullanıcıları "#ibrahimzaraptutuklansın" etiketi ile tepki gösterdi.
Hastane Başhekimi Ahmet Şen de hastanın müşahede altına alındığını belirterek, "Kendisi travmaya maruz kalmış. Kafa travması var. Kafada ödemleri var. Beyinde ve boyunda cerrahilik bir bulgumuz yok. Yüz kemikleriyle ilgili bazı patolojik görüntüler var. Batın içinde herhangi bir organ hasarımız yok. Hastamızda şu an için bir hayati tehlikesi olduğunu söylemeyiz. Bilinci açık. Birkaç gün takip edeceğiz" dedi.
Şen, şiddete tanıklık eden 5 yaşındaki küçük çocuğun aile yakınlarının yanında uyuduğunu ifade ederek, "Onunla ilgili bir şey düşünmüyoruz. Ama ruhsal travma tarafı bundan sonra üzerinde daha çok durulması gereken taraf olacak diye düşünüyorum. Ama travmatik lezyon yok şu anda" diye konuştu.
Olayın ardından yurttaşlar tarafından etkisiz hale getirilen ve polis ekiplerince gözaltına alınan İbrahim Zarap emniyette alınan ifadesinin ardından adliyeye sevk edildi. İbrahim Zarap’ın polise verdiği ifadesinde, “Kızımı teslim ederken bana, ‘Sana bir daha kızı göstermeyeceğim’ gibi şeyler söyledi. Bir anda gözüm döndü ve sinir krizi geçirmişim. O yüzden böyle yaptım. Olaydan sonra çevredekiler beni darp etti. Eğer kimlikleri tespit edilebilirse hepsinden şikayetçi olacağım” dedi.
İbrahim Zarap, sevk edildiği adliyede, çıkarıldığı mahkemece ‘kasten öldürmeye teşebbüs’ suçundan tutuklandı.
Samsun Cumhuriyet Başsavcılığı, İbrahim Zarap tarafından darbedilen kadın ile çocuğunun koruma altına alındığını açıkladı.”
Gücün zorbalığı, erkek egemen siyasi angajmanların, yerleşik kural diye çıkagelen betin ve feci olanın peşi sıra bir cins kırımının var edildiği menzil bugün hakikattir. Onca lafza, bir dolu tespit ile bugünkü iktidarın biz olmasaydık, haliniz şu olurdu, bu olurdu bahsinin az berisi böylesi bir yıkımın suretini barındırır. Kadına yönelik şiddetin, ekranlardan tüm o muktedir sahnesinden çıkagelen tehdit cümlelerinden, ayrımcılık ve daha fazlasının bu sokaklara denk düşen suretlerinde hayat kırıma uğratılır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız platformunun geçtiğimiz yıla dair raporuna göre üç yüz kadının cinayete kurban edildiği, binlercesinin yaralandığı, işkenceye tabi tutulduğu, dövülüp taciz edildiği bir menzilde şu yukarıda gördüğümüz, gözümüzün önünde cereyan eden şey bir yok ediş halidir. Bir tür cins kırım halinin mütemadiyen, her yerde alttan alta desteklenmesinin var ettiği karanlıktır. Karşımızda cismanileşen, düzenin var ettiği, yol verdiği, Anadolu’nun o insanlık mefhumu ile bağlarını artık tastamam koparmasının yolunda yürüyen bir cerahat sahasına dönüştüğünün de ilamıdır. Kadınlar 8 Mart’ta seslerini yükselteceklerdir. Bunca açık olan bir tahakküm etme, yok etme düzeneğinin var ettiği karanlığı alaşağı edecek ol mekanizmaların harekete geçirilmesine daha kaç sınav, kaç kırım, kaç dayak, kaç işkence ve kaç cinayet vardır, biliyor muyuz?
Ahmet Kanbal'ın, Mezopotamya Ajansı'ndaki haberidir: “Şırnak’ın İdil ilçesinde 16 Şubat 2016’da ilan edilen sokağa çıkma yasağı sırasında 7 Mart 2016’da Cehennem Deresi’nde 9 kişiyle birlikte katledilen 13 yaşındaki Fatma Elarslan’ın ölümünün üzerinden 5 yıl geçti. Elarslan’ın çıkan bir çatışmada yaşamını yitirdiği iddia edilse de daha sonra bölgede herhangi bir çatışmanın yaşanmadığı olay yeri tutanağıyla ortaya çıktı.
İnfaz edildiği belirtilen Elarslan’ın, yapılan otopsi işleminde ölümün ateşli silah yaralanması ve mühimmat patlaması sonucu aldığı yaralardan kaynaklandığının anlaşılması üzerine infaz şüphesi güçlendi. Buna rağmen Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma dosyası, 2020 yılında “Kovuşturmaya yer olmadığı” gerekçesiyle kapatıldı.
Dosyanın kapatılmasına ise sokağa çıkma yasağıyla ilgili birçok kişi hakkında beyanlarda bulunan “Hilal” isimli gizli tanığın ifadesi gerekçe gösterildi. Fatma’nın ölümüne neden olan kurşunun tespit edilemeyeceğini öne süren savcı, “gizli tanık” ifadesine dayanarak, Fatma’nın “örgüt üyesi” olduğunu iddia ederek, ölümün “hukuka uygun” olduğunu savundu.  
Aile avukatı Veysel Vesek’in üst mahkemelere yaptığı itirazlar da reddedildi. Verilen karara karşı dosyayı İstinaf Mahkemesi’ne taşıyan avukat Vesek, Anayasa Mahkemesi’ne de bireysel başvuru yaptı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre 13 yaşındaki bir çocuğun “örgüt üyesi” olarak görülemeyeceğine işaret eden avukat Vesek, verilen kararın hukuka aykırı olduğunu söyledi.
Fatma’nın hangi silahla öldürüldüğünün henüz belirlenmediğini dile getiren avukat Vesek, bölgede öldürülen birçok çocuğun dosyasında benzer kararlarla karşılaştıklarına dikkat çekti. Gerekli soruşturmanın usulüne göre yapılması gerektiğinin altını çizen Vesek, Fatma’nın öldürülmesinin meşrulaştırılamayacağını ifade etti. Vesek, “Bu ülkede adaletten söz edeceksek, önce küçük çocukların öldürülmesini hukuka uygun hale getirmekten vazgeçmeliyiz. Kararların hukuka uygun olarak alınması gerekiyor” dedi.”
Çocuklarının canına kıymakta bir beis görmeyen, bunun hesabını terörle mücadele, yok terörist itlafı gibi bir dolu şeyle geçiştirmeye gayret gösterenlerin elinde demokrasinin de, eşitlik ve adalet tahayyüllerinin de koca bir hiç kılındığı Fatma Elarslan’ın katledilmesi sonrası çıkagelen bu adaletsizlik bahsinde belirgin olur. Bakur Kürdistan’ında hayatların bilabedel kılınmasının utancına ek, katledilmiş ve hesabı verilmemiş çocukların deryası olmasında kaçıncı örnektir, meçhuldur muhayyiledir. Bir asrı aşkın bir zaman aralığında hayat hakkının, öteki diye anılan kimliklerin yekununa karşıt, ayrımcı, ötekileştirici olarak var edilmiş sureti can almaya, can çalmaya devam etmektedir. Bugünün ülkesinde olmakta olan çocukların kırımlarının dahi hesap verilmezliğidir. Hukuki kılıfı bulunup, bir de atıldı mı her şeyi unutturacakmış gibi davranılan atıflar, kanıt diye ileriye sürülen o hakir görüşler bir biçimde Kürd ile ülkenin kalanı arasındaki bağların da eksiltilmesine neden / sonuç olur, oldurulur. Kim farkındadır?
Bugünün şartlarında iş bu menzilde tüm o devletin dünü ile şimdisinin mutabık kaldığı konulardan birisi bu baskılama ve hiç aralıksız yıldırı halidir. Bütünüyle bir menzildeki o hayat hakkının tarumar edilmesi kesintisiz kılınmaktadır. Baş Amir’in bir hafta boyunca tüm ekibi, ortaklarıyla var ettiği şablonun bir istikamet değil, bir hak değil, bir hukuk değil bunların hepsinin birden çürütüldüğü, yok addedildiği bir menzil olduğu artık gün yüzü görendir. Biçimsizleştirme, tahakküm etme, suçlamalar, hak gaspları, hedef almalar ve bitimsiz linç tertipleriyle birlikte bir uzamın demokrasi istenci, sıradanın elinden artık gizlenmeden çalınandır. Acımasızlık ile tek adama dair, ait, kendisinden ve avenesinden gayrısının hayatına hiç ama hiçbir biçimde önem verilmeyen bir uzam güncelliği bugün yeni yeni yeni diye pazarlanandır. Ambalajı söküldükten sonrasında simsiyah bir dipsiz katran kalmaktadır, beyefendinin şahsi ülkesinde! Bugün bu raddede, hiçbir sıradanın hiç ama hiçbir hakkının var edilemediği, sözünün, sesinin kısıldığı yerde demokrasi sadece laf kılınandır. Lafta konulmuş olan müştereklerimizin ta kendisidir. Bugünün karanlık çağı içinde hayat istemi tüm bu hallerle birlikte yerle bir edilmektedir. Kayda geçsin.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Yürüyüşünden... DHA – T24
2 notes · View notes
1001kelime · 4 years
Photo
Tumblr media
"Öyle Müslüman kızları bilirim ki, Lafza-i Celâl'i söyledikleri zaman hicaplarından yüzleri kızarır, önlerine bakarlar ve ancak öyle Allah diyebilirler" Edep, "Edep yâ hû!" ihtarına muhatap olmamaktır. #EdepYâHû #MünevverAyaşlı #timaşyayınları @okcuosman @timasyayingrubu https://www.instagram.com/p/B4Vc3e0HipM/?igshid=592ciix6pgrr
24 notes · View notes
Photo
Tumblr media
Mevlana'nın sandukası üzerinde bulunan pûşîde. 
Pûşîde II. Abdülhamid tarafından 1312 Hicri - 1896 Miladi yılında Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled'in sandukaları için yaptırılmıştır. Pûşîde'yi yaptıran II. Abdülhamid, Pûşîde'nin ayak tarafına Sultan III. Selim'in tuğrasını işlettirmiştir. Pûşîdelerin hatları Hasan Sırrı'ya aittir. Örtünün üzerinde Ayete'l- Kursî, Esma-ı Nebî, Lafza-i Celâl ve Fatiha sureleri yazılıdır.
15 notes · View notes
nursinvuslatsamsun · 5 years
Text
Tumblr media
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden. İsmi Abdurrahmân olup Tâgî, Tâhî ve Nurşînî nisbeleriyle bilinir. Üstâd-ı A'zam ve Seydâ lakaplarıyla meşhûr olmuştur. Babası, Molla Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyâsin Hanımdır. 1831 (H.1247) senesinde Şirvân'da doğdu. 1886 (H.1304) senesinde Bitlis vilâyetine bağlı Güroymak (Nurşîn) ilçesinde vefât etti. Kabri Nurşîn'dedir.
Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî'nin bulunduğu ev, halk arasında Sûfî evi olarak şöhret buldu. Çünkü, babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi, ilmiyle amel eden, Peygamber efendimizin yüce sünnetine uymakta titizlik gösteren sâlih biri idi. Önceleri Kâdiriyye yoluna girmişti. Sonra Nakşibendiyye yoluna da bağlandı. Aslen hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da sâliha bir kadındı. Babası Molla Mahmûd Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kâdiriyye yoluna mensûb kerâmeti ile meşhûr bir kız kardeşi vardı.
Küçük yaşta tavrı ve hareketleri ile dikkat çeken Abdurrahmân Tâgî hakkında anne ve babası; "Cenâb-ı Allah'ın bize lutfettiği bu çocuk başka çocuklara benzemez. Bunun maddî bakımdan ziyâde mânevî yönden yetişmesine ihtimâm göstermeliyiz!" diyerek îtinâ gösterdiler. Dedesi Molla Muhammed'in de en büyük arzûsu onun ilimde ve mâneviyatta yetişmesiydi. Hattâ dedesi çocuğun omuzuna elini koyarak; "Bizim âilemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula devâm eder. Halbuki benim oğullarımdan hiçbirisi bendeki ilmi taleb etmedi. İlmime vâris, mirasçı olacak sen varsın." derdi.
Âilesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân Tâgî, Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Anne terbiyesi ve yaratılışındaki temizlik sebebiyle akranları arasında farkedilir oldu. Oyunla ve boş işlerle meşgûl olmuyor, hep faydalı işlerle ve ilim öğrenmekle vakit geçiriyordu. Abdurrahmân Tâgî, çocukluğuyla ilgili olarak şöyle derdi:
"Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah'tan gâfil olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm."
Abdurrahmân Tâgî on yaşına basınca, annesi vefât etti. Annesinin vefâtından sonra babası onun terbiyesine ve okutulmasına önem verdi. Şâfiî fıkıh kitaplarından İmâm-ı Râfiî'nin Muharrer adlı eserini okudu. Arapça gramer ilmini öğrenip Hadâik-ud-Dekâik kitâbına kadar babasının yanında okudu. Daha sonra memleketinin meşhûr âlimlerinden Molla Abdüssamed'in yanına gitti. O vefât edince büyük âlim Molla Ziyâüddîn Arvâsî'nin yanına giderek ilim öğrendi. Ondan, Molla Câmî'ye kadar okudu. MollaZiyâüddîn'in sevgisine kavuşup ondan hiç ayrılmadı. Molla Ziyâüddîn Arvâsî muhabbet ve yakınlıkla ona yöneldi. Bir defâsında; "Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur." buyurdu ve muhabbetin özelliklerini açıkladı, muhabbetin üstün olduğunu anlattı. Bu arada çevredeki diğer âlimlerden fıkıh, tefsîr, hadîs gibi dînî ilimleri tahsil etti. Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece sâhibi oldu. Okuduğu hocalardan icâzet, diploma aldı. Sonra babasına vakfedilen Ispahart'taki medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Gerek ilim öğrendiği, gerekse ilim öğrettiği medreselerde en fazla yakınlık duyduğu kimseler, dünyâya gönül vermeyenlerdi. Bu sebeple kendisi, dünyâya meyl etmeyen, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı asıl maksad kabûl eden bir zât idi. Medresede ders verdiği sırada, bâzan talebelerini akan suların kıyılarına, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralı tepelere götürerek orada ders verirdi. Dersleri esnasında Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren tabîat hâdiselerini anlatırdı. Bâzan ders verdiği kitapta çözümü zor meselelerle karşılaşınca kitabı kapatır, talebelerinden ilâhî aşka dâir bir kasîde söylemelerini ister, sonra bu müşkillerin cevâbını Allahü teâlâdan kendisine bildirmesini dilerdi.
Asıl gâyesi, cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanmaktı. Sevenlerinden birisine bu hususu şöyle anlattı:
"Bana yol gösteren bir mürşid-i kâmil, yol gösterici rehbere bağlı olduğum bir tarîkat, yol olmadığı hâlde cenâb-ı Allah beni günahlardan koruyordu. Bir gece kötü bir yere gitmeye niyet ettim. Giderken çamurlu bir yerde ayağım kaydı ve yere düştüm. Eve dönüp elbisemi yıkamaya başladım. Temizliğimi sabah olduğunda bitirebildim.
Kanâat sâhibi, gönlü tok bir kimse olan Abdurrahmân Tâgî dünyâ mal ve rütbelerine gönül vermezdi. Bu yüzden kendisine bulunduğu nâhiyenin müdürlüğü, kâdılığı ve müderrisliği verildiği hâlde bunlara iltifât etmedi. Çünkü o kendisini tasavvufta yükseltecek bir mânevî rehber arıyordu. Hacı Emin Şirvânî'ye başvurarak Rufâîlik tarîkatına girdi ve ona talebe oldu. Arkasından günlük zikir ve nâfile ibâdetlere yöneldi. Fakat bir müddet sonra Hacı Emin Şirvânî, Şeyh Abdurrahmân Talebânî tarafından reddedilince gidip Şeyh HamzaTelvî'ye talebe oldu. Bir müddet sonra Kâdiriyye tarîkatı mensûblarından Şeyh Abdülbârî Çarçâhî'ye talebe oldu. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyâret etmek gibi vazîfeler verdi. Bâzı geceler bir iki saat kabristânda kaldığı zamanlar oldu. Hattâ Tâhî köyünün mezarlığında açık bir mezâr vardı. Bâzı geceler bu mezara girerek orada sabahlardı. Bu arada insanlardan, dünyâ zevklerinden uzaklaşıp soğudu. Hocası ona bir gün ve bir gece boyunca yüz yetmiş bin kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretti ve; "Kalbini ateşten bir taş ve Lâ ilâhe illallah kelimesini de ateşli bir demir parçası say. Kalbini bu yüce cümle ile muhabbet ve cezbe (Hakka tutulmaklık) içinde döv. Böylece demir darbeleri altında kalan taşlarda görüldüğü gibi kalbinden kıvılcımlar çıksın." dedi. Bu tavsiyelere uyan Abdurrahmân Tâgî mânevî hallere kavuştu.
Bu sırada büyük evliyâ Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri Külat'da oturuyor, insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalışıyordu. Onun talebelerinden Süleymân Erbûsî arasıra Külat köyüne gidip geliyordu. Bir defâsında Külat köyünden döndüğü bir zamanda Abdurrahmân Tâgî, alaylı bir şekilde; "Külat'taki sûfîler nasıldırlar? Ne yapıyorlar?" diye sordu. Süleymân Erbûsî Abdurrahmân Tâgî'ye; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin." diye cevap verdi. Süleymân Erbûsî'nin bu sözü Abdurrahmân Tâgî'ye çok tesir etti. O sırada şeyhi tarafından halîfe olarak vazîfelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahmân Tâgî talebelerinden birine; "Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi.Külat'a gidiyorum." dedi. Mürîdlerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmedi. O gece boyunca içindeki arzu ve iştiyâkla uyuyamadı. Seher vakti gelir gelmez Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin talebesi Süleymân Erbûsî'nin evine gitti. Onu uyandırarak; "Benimle birlikte Külat'a gelir misin?" dedi. Süleymân Erbûsî; "Gelirim." deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyuldular. Süleymân Erbûsî'nin; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin." diye bahs ettiği yere geldiler. Fakat Abdurrahmân Tâgî o dereyi geçerken kalbinde acâib bir hâl hissetti. Nihâyet Külat'a ulaştılar. Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissediyordu. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri onu talebeliğe kabûl ederek himâye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet içinde yetiştirdi. Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahmân Tâgî, dillerin ifâde edemeyeceği, ancak ehlinin anlayacağı hâllere kavuştu. O zaman, önceden elde ettiği ve kavuştuğu hâllerin gafletten ve boşu boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadığını anladı.
Kısa bir müddet içinde yüksek evliyâlık derecesine ulaşan Abdurrahmân Tâgî bir gün sabah vakti hocasının huzûruna giderek; "Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celâl'in (Allahü teâlânın isminin) zikrini duyuyorum. Hattâ önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum." diyerek hâlini anlattı. Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvâsî ona Ispahart nâhiyesinde kâdılık yapmasını emretti.
Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kâdılığı vazifesini yürüttü. Bu vazîfesi esnasında insanlara güzel ahlâkı ve hoş görüsüyle hizmet etti. Zaman zaman hocasının yanına gidip gelerek sohbetiyle şereflendi ve hasretini gidermeye çalıştı.
İki sene sonra kâdılık vazîfesinden ayrılarak dünyâdan tamamıyla uzaklaşıp, Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döndü. Çoğu geceler uyumaz, hocasının odasının penceresine bakan bir taşın üzerinde oturur, yaz-kış, kar-yağmur demez sabaha kadar o taşın üzerinde beklerdi. Dokuz sene müddetle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan sonra evliyâlıktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaştı. Sıbgatullah Arvâsî hazretleri ona icâzet vererek irşâdla, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.
Tasavvufta insanları yetiştirmeye başlamadan önce bütün arâzisini satarak Allahü teâlânın rızâsı için harcadı. Bu hususta; "İnsanlardan dünyâyı terk etmelerini isterken nefsimin dünyâ malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim. Gasv'ın yâni Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin himmetiyle Allah'a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm." dedi.
İrşâd için vazîfelendirildikten sonra talebesi Şeyh Fethullah-ı Verkânîsî'nin dedesi Şeyh Muhammed'in Verkânîs köyündeki türbesini ziyâret etti. Bu ziyâret esnâsında kendine; "Seydâ" adıyla anılması işâret edildi. Bundan sonra Seydâ ismiyle meşhûr oldu. Gittiği yerlerde insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalıştı.
Bir ara hac ibâdetini îfâ etmek için Mekke-i mükerremeye gittti. Bu vazîfesini yaptıktan sonra sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmekle şereflendi. Medîne-i münevverede İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluşup sohbette bulundu. Hacdan dönünce, hocasının emriyle, Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde yerleşerek irşâd vazîfesine devâm etti.
Hocasının vefâtından sonra insanlara Allahü teâlânın dîninin emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti. Gönül alıcı sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çırpındı.
Zikirle ilgili olarak talebelerinin sorduğu bir suâl üzerine şöyle buyurdu:
"Bu Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmazlar, talebe kıbleye karşı edeple oturmalıdır. Hâzır bir kalb ile zikirde bulunmalıdır. Çünkü zikir esnâsında kalbin hâzır olması muhakkak lâzımdır. Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânın birliğini hatırlamak, dile getirmektir. Hattâ tesbih tanelerini bir eksik mi, fazla mı çektim diye takılmamak gerekir. Çünkü tesbihleri söylemekten maksad hâldir. Bir eksik veya fazla olmuş ne çıkar."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:
"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli baktım o hayvan domuz idi."
Talebelerinden biri ona;
"Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye sorunca;
"O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî'nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır. İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır."
Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.
"Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şekilde göründü." buyurdu.
Olgun bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:
"Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid'atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sırat-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat bunların tedâvîsi mümkündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra pişmanlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid'at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlıdır. İnsan sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhatlerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir (yâni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye soktuğunu bildiğim için, velî olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım. Münkirlik yapmadım fakat karşı çıkarım.
Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz. Hocasına îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz edemez.
Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yağmur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üzerine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur vermedin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu söylendi. Bunun üzerine cenâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tarafından, yeniden verildi."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu:
"Farz namazlarınızı vaktinde ve cemâatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam namazından sonra kalbinizi hocanıza bağlayınız. Bu esnâda gaflette olursanız, bağı kuramazsınız. Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.
Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde, kişide benlik duygusu galebe çalabilir. Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın veya amellerinizle meşgul olun. Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ zengini olanlara karşı muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak, muhtâc olmadıklarını göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir."
Abdurrahmân Tâgî, birçok talebe yetiştirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Fethullah Verkânîsî, Abdurrahmân Nurşînî, Molla Reşid Nurşînî, Allâme Molla Halil Siirdî'nin torunu Abdülkahhâr, Abdülkâdir Hizânî, Seyyid İbrâhim Es'irdî, Abdülhakîm Fersâfî, İbrâhim Ninkî, Tâhir Âbirî, Abdülhâdî, Abdullah Hurûsî, İbrâhim Çuhrûşî (Çukrûşî), Halil Çuhrûşî, Ahmed Taşkesânî, Muhammed Sâmî Erzincânî, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisî, Hacı Süleymân Bitlisî, Hacı Yûsuf Bitlisî, Hacı Yûsuf Köşkî'dir.
Bunlardan Fethullah Verkânîsî'nin halîfesi Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Abdurrahmân Tâgî'nin oğludur. Abdurrahmân Tâgî'nin sözlerini halîfelerinden İbrâhim Çukrûşî toplayarak İşârât ismini vermiştir. Bu kitap çok kıymetlidir. Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî Adıyamanlı Abdülhakîm Hüseynî Efendinin hocasıdır.
Yüksek hâl ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân Tâgî vefâtına yakın buyurdu ki:
"Bana Hac mevsiminde Mina'da olduğum gösterildi. Hacca gelenler bütün velîlerin rûhlarıymış. Bu rûhlar benim için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilediler. Allahü teâlânın beni affettiğini ümid ediyorum.
Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir gün talebelerinden birine bir hizmeti yapmasını emretti. Fakat talebesinde bu işe karşı bir isteksizlik meydana geldi. "Bu hizmeti başka bir sûfî yapsa onun için daha iyi olur. Bu iş bana ağır geliyor." diye kendi kendine söylendi. Bu durumun farkına varan Abdurrahmân Tâgî talebesine şöyle buyurdu:
"İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur. Ama kendisine zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan, o işten gelen hayrın başkası için değil kendisi için olduğunu bilmez. Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan o işi yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat bu defâ kendine değil de arkadaşına o işi yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir. Oysa o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil kendisinindir, bunu bilmez."
İnsanlara Allah rızâsı için iyiliği emr ederek ve kötülüklerden sakındırarak tasavvuf yolunda ilerlemelerine çalışan Abdurrahmân Tâgî, on sekiz yıl kaldığı ve irşâd vazîfesinde bulunduğu Nurşîn beldesinin insanlarını dâvet etmekten bir an geri kalmadı. Vefât etmeden önce ağır bir hastalığa yakalandı. Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmâl etmeyip, hepsini ayakta kıldı. Gece ibâdetini aslâ bırakmadı. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabiliyor, oturamayınca sırtını duvara dayıyordu. Bu durumu kendisine hatırlatılarak; "Siz hastasınız bu şekilde ibâdet yapamazsınız." diyenlere aldırış etmiyor, hattâ bu şekilde konuşmalarını istemiyordu.
Hastalığı sırasında kendisini ziyâret için gelen talebelerine şu edeplere uymalarını tavsiye etti: "Ziyâretime gelenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanıma girsinler. Çünkü evliyânın rûhları devamlı olarak odamda bulunuyor. Edebe aykırı yapılan bir davranış, yapan kimseyi zarara uğratacağı gibi, kendimin de o davranıştan zarar göreceğinden çekiniyorum. Yanıma girdiğinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz aynı olsun. Çünkü hastalığım sırasında değişik arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyorum."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri vefât etmeden önceki son gecenin seher vaktinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) açıkça kendisine görünerek bal yemeyi ve şerbet içmeyi emrettiğini söyledi.
Bu sözlerinden sonra kendisine; "Aklınızdan yolculuk geçiyor mu?" diye sorulunca; "Evet geçiyor. Eğer aklımdan yolculuk geçmeseydi, Peygamber efendimiz açık bir şekilde bana görünmezdi." buyurdu.
O günün ikindi vakti sıralarında yanına gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın eteğinden tutarak şu beyti okudu:
Kâbe hareminin harîmine vâsıl olamazsın
Eğer evlâd-ı Alî'nin eteğine yapışmazsan.
Bu beyti şefâat dilemesi gâyesiyle okuduğu mübârek yüzündeki ifâdeden açıkça anlaşılıyordu.
Abdurrahmân Tâgî hazretleri son hastalığı sırasında, ağır hastalığına rağmen âilesine ve yakınlarına:
"Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmeyi, İslâmiyetin emirlerine sıkıca bağlanmayı, yasaklarından şiddetle kaçınmayı ve şeyh Fethullah Verkânîsî'ye itâat etmeyi ve ona tâbi olmayı ihmâl etmeyin." buyurarak, yerine Şeyh Fethullah Verkânîsî'yi halîfe bıraktığını bildirdi.
Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muâmele etti. Onlara rahmet nazarıyla baktı. Evlatlarına ise fazla iltifât göstermedi. Oğlu Molla Muhammed Ziyâüddîn'e şöyle buyurdu: "Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni diğerlerinden üstün tutar."
Bir ara kendisinden geçti. Kendine geldikten sonra; "İki meleğin rûhumu almaya geldiklerini gördüm. Onlara;"Sizin rûhumu almanıza râzı değilim. Ben çok sayıda âlime hizmet ettiğim için rûhumu âlimlere mahsûs meleklerin almasını istiyorum." dedim. Bir müddet sonra benim rûhumu almaya gelen meleklere Allahü teâlânın; "Onun rûhunu benim dostlarımın rûhunu alan alsın." buyurduğunu duydum. Bu emri duyunca; "O çabuk gelsin." dedim." buyurdu.
Daha sonra talebelerinden Molla Abdülkahhâr'a dönerek; "Güzel sesinle üzerime Kur'ân-ı kerîm oku." buyurdu. Talebeleri başından ayrılmayıp Kur'ân-ı kerîm okudular.
Gece yarısına doğru çok sevdiği bir âile ferdini çağırdı. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmek üzere iken hazret-i Âişe'ye çok yakınlık gösterdiğini, hattâ başını onun göğsü ve çenesi arasına dayanarak öyle vefât ettiğini bildiği için son anlarını aynı şekilde geçirmek istedi. Vücûdunu âilesinin koluna dayadı, elini eline koydu. Bir süre sonra elini çekerek sağ göğsünün altına gelecek şekilde tuttu. 1886 (H.1304) senesi Aralık ayının yirmisine rastlayan Perşembe günü kuşluk vaktine doğru saat dokuz civârında vefât etti. Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı kılındıktan sonra Nurşîn'de defnedildi. Kabri Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde olup ziyâret edilmektedir.
HAYATTAKİ GİBİ!..
Abdurrahmân bin Yûsuf Rûmî'nin vefâtından sonra, sevdiklerinden birisi şöyle anlatmıştır:
Bir gece, rüyâmda Abdurrahmân Rûmî'yi gördüm. Bana; "Bursa'da Seyyid Neccârî'nin evinde misâfir var. Beni ziyâret etmek istiyor. Gidip onu al ve kabrime getir." dedi. Sabah olunca derhâl oraya gidip misâfiri buldum. Bir arzusunun olup olmadığını sordum. "Abdurrahmân Rûmî'nin kabrini ziyâret etmek istiyorum." dedi. Onu alıp Abdurrahmân Rûmî'nin kabrine götürdüm. Biraz sonra onun yalnız kalmak istediğini sezip, oradaki bir mescide girdim ve bekledim. Çok geçmeden, o ziyâretçi ile Abdurrahmân Rûmî'nin konuşmaları kulağıma geldi. Aynen hayattaki gibi konuşuyordu. Konuşması bitince mescidden çıktım. Kabrin yanına geldiğimde kimseyi bulamadım.
YOLUMUZ SOHBET YOLUDUR
Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir sohbetinde, sohbetin fazîleti ile ilgili olarak, buyurdu ki:
Yolumuz sohbet yoludur. İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet meclisine katılmazlar, niçin Allah adamlarının yanında bulunmazlar? Halbuki sohbet ehlinin ev sâhibi Allahü teâlâ, teşrîfâtçısı hazret-i Ali, sâkîsi yâni su dağıtanı Hızır aleyhisselâmdır. Şâyet sohbet etmek için yedi kişi bir araya gelse, yüksek makamlara erişirler ki, Aralarında bir Allah dostunun varlığı umulur.
Cehrî, açıktan Kur'ân-ı kerîm okumak ve sohbet evlerden zulmeti giderir. Onun için sohbet olunan evin sâhibi bildiği sûreleri açık olarak okusun.
Sohbet peşinde koşmayı severim. Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün mertebe hiç bir dervişin sohbetini kaçırmak istemem."
1) İşâretler (İbrâhim Çukruşî)
2) El-Minah (Halid Ölehî)
3) Eshâb-ı Kirâm
1 note · View note
muteabbid-17-blog · 6 years
Text
Bismillah' aslında hayırla bitmesini murâd ettiğimiz ve yapacak olduğumuz bütün amellerimizin Allah'ın bilgisi ve takdiriyle olduğu bilincinde hareket etmemiz demektir. Bir işe başlarken çektiğimiz besmele, yazacağımız ya da yapacağımız her şeyi kul bilinciyle yapmamızı bize önceden hatırlatan bir lafızdır. O'nun hududunu aşmadan, O'nun ve Resul’ünün (s.a.v) çizgisinde bir hadim olacağımızın bir bilincidir ve aynı zamanda besmele, yapacak olduğumuz işin sonuçlarına Allah'ın takdiridir diyerek boyun eğmemizdir. Aslında besmelenin dil ile lafza dökülmesinin anlamı, kalbe yaptığımız telkinden başka bir şey değildir. İslam'da asıl olan kalptir, lafız ise kalbin sürekli telkin edilmesidir.  
Bismillah öyle büyük bir meseledir ki, kalbi imanla dolu bir Hz. Musa’nın (a.s) telaffuz etmesiyle, tam bir îman ile besmele çekip asasını yere vurmasıyla Kızıldeniz'i yaracak bir kuvvettir. Sahi, hiç düşündük mü Allah neden Hz. Musa’ya (a.s) asasını yere vurmasını emreder? Yani Musa (a.s) asasını yere vurmayacak olsa Kızıldeniz yarılmayacak mı? Haşa! Lâkin Allah bu örnekte olduğu gibi bizden küçük de olsa bir fiil istemektedir. O'na dayanıp koyduğu emir ve yasaklara zerre tereddüt duymadan ‘’Ey Allah'ım asamı yere vursam ne olur? ‘’ demeden, gram şüphe duymadan, senin adınla ey Rabbim diyen kişiye Kızıldeniz’i yarması gibi bize de bugün ehl-i küfrün parasına, silahına, gücüne, sayısına aldırmadan, küçük de olsa yapacağımız işlerde tam manasıyla îman edip yaptığımız takdirde murâd-ı İlahî tecelli edecek olduğunun ve bütün ehl-i küfrün zir-ü zeber olacağının anlamını ihtiva etmektedir. 
Bizim vazifemiz teslim olmaktır. Bugün bizim karşımızdaki Kızıldenizlerimiz, diploma, para, makam, mevki ve gelecek kaygısı; kâh arkadaşlarımız kâh ma'siyetle geçirdiğimiz günlerimizdir. Sağımız dağlık, solumuz bataklık da olsa, daralsak da, artık son desek de dopdolu bir kalple çektiğimiz besmele bütün kaygıları ayağımızın altına serecek, bütün firavunlarımızı Kızıldeniz’e gömecektir. Biz bu coşku ve heyecanla nefere besmele çekiyoruz, yaptığımız iş küçük de olsa Allah'ın büyük olduğunu hatırımızdan çıkarmayarak bir şeyler yapmaya çabalıyoruz. Murâd-ı İlahîyi sorgulamadan 21.yy’a uydurmaya çalışmadan teslim oluyoruz. Umutluyuz. Asayı yere vurmasıyla Hz. Musa’ya (a.s) Kızıldeniz’i geçit yapan Allah (c.c) bizi de bu amelimizle bizim Kızıldenizlerimize birer geçit yapacaktır. Yazımı Efendimizin (s.a.v) hadisiyle bitirmek istiyorum. 
 ‘’Allah ismiyle başlanmayan her iş kesiktir‘’ Biz de bu işimize Efendimiz’in (s.a.v) tavsiyesiyle başlıyoruz. Biliyoruz ki, 'Bismillah' bütün kâinatın anahtarı mahiyetinde bir mânâ taşımaktadır. Biz, Efendimiz’in (s.a.v) bu tavsiyesine boyun eğerek başlıyoruz.  
Bismillah... 
3 notes · View notes