Tumgik
#soyut refleks roman yeni
dramatik-buluntular · 4 months
Text
Tumblr media
(Metin Akdeniz. 20 Ocak 1970 tarihinde Tatvan’da doğdum. 1974 yılında Manisa’nın Alaşehir İlçesine yerleştim. Alaşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünde kamu emekçisi olarak çalışmaktayım. İktisat Fakültesi mezunuyum. Daha önce yayınlanmış "Kayıp Kelimeler Krallığı", "Jan", "Küçük Düşler Kumbarası", "Yasaklı Semtin Sesleri" adında 4 şiir kitabım, Soyut Refleks” ve "Dramatik Buluntular" adında iki romanım ve "Polen Bulutları" adlı bir öykü kitabım bulunmaktadır. Son olarak bu hafta "Bükülen Kıyıların Çağrısı" adındaki romanım çıktı. )
***
(Çünkü “yüreğiyle konuşma” yirmi birinci yüzyılın bir geleneği değildir.)
***
“Yüzünden papatya tarlasına geçiliyordu…”
Işıltılı Kız (Rüya) bunu hissettirmişti bana Göçmen Kuşlar Kasabası’nda onu ilk gördüğümde. Çok güzel âşık olmuştum. Çok güzel yenilmiştim ona. Parçalanış tadında… Adım Vefa, o kadar güzel yenilmiştim ki ne çok şey kazanmıştım o yenilgiden. Sonra başka uçurumlarla tanıştım. Daha büyük uçurumlarla. Onlar da sevdiler beni. Çok sevdiler. Uçurumlar beni hep sevmiştir. İnmediler hiç sırtımdan. Şiir üstüne şiir. Hüzün üstüne hüzün. Ve yüksek karlı dağların arasından geçen sıcak bir tren yolculuğu tadındaydı o muhteşem duygular.
Ah, göğsüm, göğsüm dedim Göğsüm sürekli bombalanıp duran anılar ülkesi. Kalbim, mazi toplama kampı.
Ortalıkta hiç gözükmeyen Zaman aniden beyaz saçlı bulutlarla gelip herkesin ismini yazdı hatırlayış tabelasına. Herkes gömüldüğü yerden başını kaldırıp tabelaya baktı. Bütün canlılar ona boyun büktü. Yakılma hakkımı kullanma yaşıma geldiğimde Göçmen Kuşlar Kasabası’ndan ayrıldım. Kendimi anlayabilmek için felsefe öğretmeni oldum. Ama daha da karışık ve kördüğüm oldum. Adım Vefa.
Yazarın (Metin Akdeniz) bir önceki romanı olan “Dramatik Buluntular”da yer almak istiyordum. Almamıştı beni o sözcükler ovasına, bu yüzden kırgındım ona. O romandaki esas oğlan Taylan ile yakın arkadaş hatta yoldaştık. Benim kırıldığımı anlamıştı Sayın Akdeniz. Ama söz vermişti, yeni kitabının en hüzünlü çocuğu ben olacaktım. Ben bütün hüzünlü çocukların toplamıyım. Sözünü tuttu, minnettarım ona. İki yıl boyunca sözcükler ve hisler evreninde parçalanışını ve dağınık parçalardan anlamlı bir bütüne dönüşünü izledim onun. Masasının üzerinde, karalama kâğıtlarının arasında, kaleminin mürekkebinde biriktirdiği kederleri düşünceye dönüştürüşünü izledim.
En sonunda bitirmiştik kitabı. Sıra kitabın ismine gelmişti. Çok zorlandık isim bulmakta, yazma süreci bittikten ve son sayfaya son kelimeyi yazdıktan aylar sonra, geldi, sessizce yanımıza oturdu: “Bükülen Kıyıların Çağrısı.
“Bükülen Kıyıların Çağrısı” sevgili yazarım Metin Akdeniz’in bir şiirinin ismiydi. Çok sevmiştim o şiiri. Kitap boyunca zihnimde çakan çağrılarla yürüyüşlere çıktım. Her yürüyüşün sonunda anıtlaşan tutkular ve romantik yıkıntılarla karşılaştım. Çağrılar, elimden tutup düşler evrenine götürdü beni. Romanda gerçek ismimin kullanılmasını söyledim; Vefa. Peki ya diğerlerininki? Onların da öyle, gerçek: Nisan, Lavinya, Rüya, Eylül, Sinan, Aysel, Mümtaz, Nazlı… Hepsi de şiirsel isimler, öyle ki bir romanda bir araya gelmeleri tılsımlı tesadüfler yumağıdır. Sayfalar boyunca uçuşan o şeyler kol kola girmiş düşlerle gerçekliğin şöleniydi… Bazı şehirleri gizledik. O şehirler kurşuna dizilmiş öykülerle doluydu. İncitmedik onları. Onlara Ö. Şehri ve Büyükşehir gibi isimler verdik.
Yazarıma “arka kapak yazısını ben seçebilir miyim?” dedim. Sağ olsun yine kırmadı beni. Kimseyi kırmazdı Sayın Akdeniz. Arka kapağa şunu yazdık:
“Doğa, hiç beklemediğimiz anlarda ya da sıra dışı olaylarda, içimizdeki notaları eksik olan senfoniye eşlik eder ve bütün orkestrasıyla katılır. İşte o an insanlar dünya sözcüklerinin tehlikeli ve çok anlamlı sınırlarını terk edip birbirleriyle yürekleriyle konuşmaya başlarlar. İnsanların çok sık yaptığı bir şey değildir bu. Çünkü ‘yüreğiyle konuşma’ yirmi birinci yüzyılın bir geleneği değildir.”
Ben Vefa, sevgili yazarımın yarattığı bir roman karakteri yani kurgudan ibaret değilim, tamamen gerçeğim. Benim ve diğerlerinin bütün hikâyesi gerçek. Yazarım kendini de dâhil etti kitaba, benimle günlerce söyleşti, dertleşti, yaşadığım şehirlere gidip oralarda dolaştı, rüzgârlarla ve bulutlarla konuştu, sokaklardan imge topladı, zaten başka türlü olmazdı ki karakterler her ne kadar gerçek olsa da bütün anlatı ve sözcükler ormanı onundur. Ona ne kadar teşekkür etsem azdır içimdeki sonsuz çölü sözcüklere dönüştürdüğü için.
Şimdilik Hoşça kalın, belki bir gün başka bir romanda yeniden buluşuruz. Kim bilir!
(https://www.edebiyatdefteri.com/226241-b-k-lenckiyilarinc-a-risic-tanitim/)
11 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
“Ekmek derdine düşen, gelecek için kaygı duyan ve bedensel varlıklarının sorunsuzca devamı için çabalamaktan aşka vakit bulamayan devasa bir asgari ücretliler toplumu; reflekslerini yitirmiş, isyanı günah sayan, karikatürleşmiş bir toplum. Ölü bir toplum… Dünya ölülerden geçilmiyor. Sen neresindesin bu ölüler yığınının?”
32 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
Çünkü adalet arayışı bir huydur, kazanılmış bir özellik değildir. Sonucunun ne olacağını düşünmez adalet peşinde koşan. Adalet arayışı ezilenin en güçlü duygusudur.
20 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
Yaşam ve ölüm insanın en keskin çıkışsızlığıdır. Buna karşılık kabulleniş ve kabullenişteki bilinç ise insanın çıkışsızlığındaki fırtınanın dindirilmesidir. Bilginin koynuna girerek yener insan çıkışsızlığı. Yakaran insan değil başkaldıran insandır bilginin koynuna giren. Böylelikle salgılanan intiharın karşısında “seni görüyorum, varlığını kabul ediyorum ama şimdilik sana ihtiyacım yok!” diyebilmeyi başaran insandır bilginin koynuna giren.
13 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
Özsuyun ağaca yürümesi gibi ellerini göğsüme koydu. “Burada uyuklayan bir deniz var, şimdi ben o denizde her zaman hazır bekleyen bir tekneye binip ayrılacağım gerçekliğin limanından!” dedi.
11 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
“Bu sorunun yanıtını henüz bilmiyorum. Ama bu kusursuz ölüler toplumunda yaşamın idamesi adına sadece günlük uğraşlar ve temel ihtiyaçların karşılanmasının içimdeki huzursuz ruh için yeterli olacağını sanmıyorum. Muhtemelen bir daha âşık olmayacağım. Bir daha hikâyemin içine girmeyecek tutkular kraliçesi. O halde düşünüyorum, aşkın dışında, aşktan daha önemli ne olabilir ki? Hiçbir şey! Elimde tek bir teselli kalacak; kırmızının kalbine inmek ve orada topladığım seslerle iklimleri incitenlerin yüzüne fırlatmak yanlışlıklar komedyasını.”
8 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
öykünün doğumgünü
     Annem ve babamlarla çok güzel bir gün geçirdim. Bunu sık sık yapmam gerektiğini düşündüm.  Verdikleri huzur oldukça uzun bir süre beni idare ederdi. Akşama doğru ayrıldım oradan yüzüme konmuş bir tebessümle. Arınmış ve yıkanmıştım. Hayatıma sinen kronik tutunamayanların bir kısmını atmıştım üzerimden. İstasyon adlarını hatırlayarak tedavi ettiğim hafızam şimdi daha güçlü. Halkı fesheden iktidarlara karşı tek silahım olan özgür fikirler bahçesi şimdi tekrar yeşillendi. Mükemmel yalanlara yenilmemem için kitapların nöbet tuttuğu koca bir kütüphane olan kalbimde ışıklar yeniden yanmaya başladı. Mutsuzluğa ara vermem için yeterince malzeme birikmişti.
      Bu gün spor yapacaktım. Eve gidip eşofmanlarımı giydim. Evimin ilerisinde, yürüme mesafesinde spor alanı vardı. Haftada iki gün akşamüstleri en az bir saat koşu yaparım ve ardından sırasıyla hafif kültürfizik hareketleri, onun ardından da mekik, barfiks, şınav ve ağırlık gelir. Sigarayı da bırakmıştım. Kırklı yaşların ortalarında olmama rağmen vücudumdaki yağ oranı normalin altındaydı. Her ne kadar ruhen bazen hiçliğin zirvelerinde gezinsem de bedenen kendime iyi bakıyordum. Koşmayı seviyorum. Koşarken sadece koşmuyorum. Yazdığım öyküleri koşu esnasında defalarca kurguluyor, şekil veriyor ve yeniden yazıyorum. Koşunun sonlarına doğru geldikçe, gözden geçiriyor, kafamda son şekillerini verdiğim öyküleri belleğimin deposuna yolluyorum. Orada güvende olduklarını gördükten sonra yüzümde bir gülümseme oluşuyor, rahatlıyorum. Bu arada kaçıncı turda olduğumu da unutmuyorum. Dokuzuncu tur, yani sondan bir önceki tur her şeyin düzene ve sakinliğe kavuştuğu turdur. Onuncu tur ise finaldir ve hızımı artırıp normal temponun üzerine çıkıyorum. Açma germeler bittikten sonra sıra mekiğe gelmiştir. Mekik çekerken depoya yolladığım öykünün başlığını bulmak için büyük bir çaba harcıyorum. Bir defada en az yüz yirmi mekik çekebiliyorum. Yetmiş beşinci mekiğe kadar öykünün ismi etrafımda dolaşıp duruyor ama bir türlü tamamlanamıyor. Yüzüncü mekikte etrafımda zıplayıp duran ve bazen üç kelimeden bazen de tek kelimeden oluşan öykü ismini yakalayıp onu da depoya yolluyorum. Mekik bittikten sonra finali barfiksle yapıyorum. Doğrusu barfikste oldukça zorlanıyorum. Tek defada en fazla yirmi iki çekebiliyorum. Barfiks çekerken hiçbir şey düşünmüyorum. Çünkü beynimin içinde kas yapmış düşünceler buna izin vermiyor. Orada kaos oluşuyor.
      Bu spor alanı aynı zamanda bir stadyum… Etrafında koşu pisti ve spor aletleri var. Yıllardır gelirim buraya. Genellikle kalabalık olur. Kadın, erkek çocuk; herkes bulunur. Burada karşılaştığım insan manzaraları arasında ilginç sayılabilecek görüntüler bulmak zor değil. Mesela geçen yılın mart ayında ilginç bir arkadaşla karşılaşmıştım. Unutamadıklarım arasında ilk sıradadır. Yaklaşık otuz beş yaşlarında, yetmiş beş kiloda, altında siyah kumaş pantolon, üstünde uzun kollu ama kolları kıvrılmış beyaz gömlek, gömleğin üst düğmeleri yarıya kadar açık,  yumurta topuk-sivri burun ayakkabı, elinde tespih, ağzında sigara; bu arkadaş sahanın etrafında tam bir saat boyunca yarı yürüyüş yarı koşu şeklinde, spor adı altında bu görüntüyü verdi. O benim için bir öykünün en esaslı anti kahramanıydı.
      En az onun kadar ilgi çekici olan bir de teyze vardı. Yaklaşık elli beş yaşında olan bu teyze belli ki pazardan gelmiş. Elinde içi poşetlerle dolu olan pazar çantasıyla benim sayabildiğim yedi tur yürüyüş yapmıştı. Teyze yürüyüşü bitirdikten sonra mekik aletinin yanına geldi ve pazar çantasını güvenli bir yere koyduktan sonra mekik aletine sırt üstü yattı. Kalkmaya çalışıyor, kalkamıyor, birinin ona bakıp bakmadığını kontrol etmek için etrafına bakın��yor, bakmadıklarını görünce –ama benim çaktırmadan onu izlediğimin farkında değil- tekrar deniyor, yine olmuyor, en sonunda pes ediyor ve pazar çantasını kaptığı gibi öfkeyle uzaklaşıyor spor sahasından.
      Bunu anlatmadan geçemeyeceğim, saatlerce temposunu hiç bozmadan koşan ve ertesi gün geldiğinizde onu orada hâlâ koşarken görebileceğiniz, otuz yaşlarında, uzun boylu, çok zayıf bir adam… Dikkat çekici derecede zayıf olduğu halde neden bu kadar çok koştuğunu hep merak etmiştim. Bunu kendisine sormak istemedim ama başka kaynaklardan bilgi sahibi olmuştum sonradan. Eskiden aşırı şişmanmış. Doktorlara gitmiş, ilaçlar kullanmış, zayıflamak için denemediği yöntem kalmamış. Uzun uğraşlar sonucu yaklaşık kırk beş kilo vermiş. Ama bütün bu süreç boyunca ruhsal durumu da baya hırpalanmış, bir de bunun için psikiyatrik destek almış. Vermiş olduğu kiloları geri almamak için neredeyse her gün, yaz kış, yağmur çamur demeden bu koşuları sürdürmüş. Ama hikâyenin buraya kadar olan kısmı değildi benim ilgimi çeken. Koşarken elinde bir saz varmış, bir eliyle sazı tutarken öbür eliyle çalıyormuş gibi koşardı. Neden böyle yaptığını çok düşündüm ama mantıklı bir sonuca ulaşamadım. Sonra dedim ki her şeyi bilmek zorunda değiliz. O yüzden değil midir ki öykülerin içi sırlar ve şifrelerle doludur.
      Duşumu aldıktan ve biraz dinlendikten sonra belleğimin deposunda bekleyen ve adı “Zeyno’nun Bilinçaltını Öldürmek” olan öyküyü oradan çıkarıp çekmeceye koydum. Orada demlenmesi ve vakti geldiğinde tamamlanmış olarak sahneye çıkması gerekiyor. O çekmecenin içi uğultularla doludur. Orası kıvılcım koleksiyonudur. Çekmecenin kapağını az açık bırakırım her zaman. Benliğin evidir orası. Bir adam hep şunu mırıldanır oradan: “Ben başkalarıdır.”
9 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Photo
Tumblr media
 Tasarlanmış bir uykudan uyanmışçasına, başımı, asla değiştiremeyeceğim 1993 yılının Nisan ayının o ılık akşamından alıp Hülya’nın karşısına getirip koydum yeniden. Geçmiş de zaten koşarak uzaklaştı belleğimden. Geçmişin uzaklaşması, şimdinin ve geleceğin de uzaklaşması adına kötü örnek oluşturuyordu. Sadece bedenden ibarettim. Ortada bırakılmış bir beden… Hançer artıklarıyla dolu bir beden… Meyveleri toplanmış bir ağaçtım. Etrafıma baktım, koca bir boşluk; konuşmayan, sadece dudaklarını oynatan insanlar vardı ama o insanlar birer boşluk satıcısıydı. Böyle zamanlarda, yardımıma hep “ses taşıyan su yüzlü çocuklar” dan biri gelirdi mutlaka. Gelip huzur verici birkaç ses veya seslerden yapılmış eski zaman ülkecikleri bırakırlardı. Ama onlar da yoktular işte. Sandalyeye, Hülya’nın karşısına oturmuş bir taştım. Ve beynimdeki görünmeyen gürültü de taşlarla yapılan hiçinci dünya savaşıydı.
12 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
“Araba, delirmemek, bilgi, itiraz ve benzeri şeyler”
     Arabasını koyduğu yerde bulamıyordu Özgür. Koca şehir birden uçsuz bucaksız bir ova olmuş ve yutmuştu arabayı. Sormadığı kimse kalmamıştı. Kimse görmemişti arabasını. Belli ki çalınmıştı ve asla bulunamayacaktı. Girdiği bazı sokaklarda aynı renk ve aynı model arabaları görüyor ve bir an için seviniyordu. Ama plakalarının farklı olduğunu görünce üzülüyordu. Şehrin en dış noktasına kadar yaya olarak yürümüştü. Yorulmuş, ter içinde kalmıştı. Bazen bir kaç arkadaşıyla yukarıdaki tepelere çıkarken bira aldığı tekel büfesinin önüne kadar geldi. Büfenin sahibine arabasının çalındığını ve görüp görmediğini sordu. Büfeci düşünürken tam o sırada “şu giden senin araba değil mi Özgür Ağabey?” dedi büfecinin çırağı. Özgür başını çevirdi ve caddenin öbür tarafındaki yoldan yukarı tepelere giden arabasını gördü. Plakaya bakmak için biraz ileri gitti ve “tamam bu benim arabam!” diyerek arkasından koşmaya başladı. Arabayı kovalarken bir yandan da büfeciye “hemen polisi ara!” dedi. Büfeci “arayamam, polisle aram iyi değildir, burada huzursuz ruhlar sattığımı görürlerse içeri atarlar beni” derken oturduğu yerden kımıldamadı bile. Özgür çalınan arabasının arkasından yaklaşık bin metre daha koştu ama araba gözden kaybolmuştu. Çevrede artık hiç evlerin olmadığı, kafa dağıtmak isteyen insanların içkilerini alıp geldiği, doğal meyhane olan bu tepelerin başladığı yerdeydi. Yolu izleyerek yukarılara çıkıp çıkmamakta kararsız kaldı. Biraz dinlendikten sonra yavaş yavaş yürümeye başladı. Üç kilometre daha yürümüştü. Sağlı sollu ağaçlarla örtülü bu yüksek yere geldiğinde etrafta park etmiş birçok arabanın olduğunu gördü. Gölgeye oturmuş insanların kimisinin elinde bira, kimisinin şarap, kimisinin de silgi vardı. Bira ve şarap yerine genellikle votka veya cin içen, tescilli alkolik Kudi’yi gördü ve soluklanmak için yanına gitti.
 “Hoş geldin Özgür! Hayırdır ne yapıyorsun böyle, çok kötü görünüyorsun, yoksa arabanı mı arıyorsun?”
      Özgür önce onun yüzüne hiçbir anlam ifade etmeyen bir bakış fırlattı ve karşısındakinin alaycı gülüşlerinin ne anlama geldiğini çözmeye çalıştı. Hâlâ nefes nefeseydi. Konuşmak için az daha zamana ve suya ihtiyacı vardı. Yanındakinden su istedi. Ama su yoktu. Cin vardı. Pet bardağa doldurulan cini tek dikişte içti.
“Nereden biliyorsun arabamı aradığımı?”
“Bütün şehir biliyor ama şanslısın, ben gördüm arabanı.”
“Nerede gördün, söyle hadi!”
“Yarım saat önce buradan geçti. Şu virajı geçip ilerideki gölge olan yere park ettiler sanırım.”
      Özgür hiç vakit kaybetmeden oraya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yaklaşmıştı. Arabasını ve yanındaki üç delikanlıyı gördü. Kendinden geçmişlerdi. Biraz daha yaklaşınca esrar içtiklerini fark etti. Onları öldürmek geçiyordu içinden. Arabasına baktı, sağlam görünüyordu. Onlar da Özgür’ün geldiğini fark etmişlerdi.
 “Arabamı çaldınız!”
“Evet, çaldık, ne var? Eğleniyoruz şurada. Buraya yaya gelecek halimiz yok herhalde amına koyayım!”
“Ve siz de benim arabamla buraya çıkmaya karar verdiniz!”
“He ya, şu manzaraya baksana, şehir nasıl da ufacık görünüyor. Bizi yutan, bizi ezen bu şehir buradan öyle zavallı görünüyor ki, işte bu zevki tatmak için araba çalmaya değer!”
“Tamam, eğlence bitti artık, zevki tattınız, şimdi arabamı geri verin bana!”
      Gençlerden biri “tabii babalık, olur, bir saniye arabanızı geri vereyim, ama önce içinden zulamızı alalım,” dedi ve arabanın içinden az sonra ikinci partide sarmayı düşündükleri yedek esrarı aldıktan sonra çekilik olan el frenini indirdi. İtmesiyle birlikte hareket kazanan araba uçuruma doğru yuvarlanırken arabayı tutmaya çalışan Özgür’ün çabaları sonuçsuz kaldı ve uçurumdan içli bir şarkı gibi aşağıya süzülen arabasının arkasından çaresizce bakakaldı. Esrarın da etkisiyle kahkaha atan ve baygın baygın bakan gençlere yönelen Özgür “keşke bana babalık demeseydiniz!” diyerek üçünü de birer basket topu gibi aşağıdaki dev potaya gönderdi.
      Geldiği yoldan geri dönen Özgür tescilli alkolik Kudi’yle yeniden karşılaştı. Kudi “ne yaptın, kurtarabildin mi arabayı?” diye sordu.
 “Hayır, maalesef kurtaramadım Kudi, arabayı uçuruma ittiler!”
“Hadi ya, kötü olmuş, sen ne yaptın peki?”
“Ben de arabanın ardından üçünü de aşağı attım! Arabayı onlara bağışladım, bir daha çalmalarına gerek kalmayacak.”
      Sabahın dördüydü uyandığımda. Kötü bir rüyayı getirip başucuma koymuşlardı. Arabam olmamasına rağmen rüyamda sıklıkla arabamın çalındığını ve hiçbirinde bulamadığımı görüyorum. Ama ilk defa çalanların kim olduğunu buluyor ve onları öldürüyordum. Bunu yaparken o kadar soğukkanlıydım ki kendimden korktum. O gençlerin yanına gelen kişi bendim ama ondan sonraki konuşmalar ve eylemler başka birine aitti, bir psikopata. İnsanın kendinde henüz keşfedemediği kim bilir daha neler var; kazıdıkça ortaya çıkan.
 “Artık kendi kendine mi konuşmaya başladın?”
      İlk anda irkilmesine rağmen ses tanıdık geldiği için korkmadı ve hemen lambayı yaktı. Kanepenin üzerinde oturan Plotia’yı gördü. Sevinmişti. Sarıldı. Sarılırken duvara tosladı. Kendi kendine konuştuğunun farkında bile olmadığını, adeta bir kâbus olan rüyanın etkisinde kaldığını söyledi. Baştan sona en ince detaylarına kadar anlattı rüyayı. Plotia da hiç sözünü kesmeden dinledi onu.
 “Hoş geldin!”
“Hoş bulduk, seni bıraktığım gibisin hâlâ! Böyle devam edersen iyileşemezsin.”
“Benimle ilgili çok kötümsersin. İnan ki hayatımda hep karışık şeyler yok. İyi şeyler de var. Ama bir konuda haklısın, benim iyileşme şansım yok. Aslında hasta değilim, sadece deliyim, evet evet deliyim ben, bunu kabul ediyorum. Deliler hasta sayılmaz. Asıl delirmeyenler hastadır. Delirmeyen ve bu dünyanın affedilemez çirkinlikleri karşısında bulantı hissine kapılmayanlar gerçek hastalardır. Senin asıl konuşman gereken onlar.”
“Benim öyle bir misyonum yok. Sen çağırdığın için buradayım. Onlar çağırmıyor beni. Yaşamlarından gayet memnunlar. Boyun eğenler, itaat edenler kimseyi çağırmaz iç dünyasına. Çünkü onların iç dünyası silinişlerle doludur. Boyun eğenlerin iç dünyasında bilgi yoktur, bilginin ayak izleri vardır sadece. Uğrayıp geçmiş bilginin ayak izleri. Bilgi yoksa üzüntü de yoktur. Bilgi yoksa reddediş de yoktur. Ezene karşı itiraz da yoktur. İç dünyasında bilgi olmayan insanın geleceği başkalarınca satın alınmıştır. Onlar en düşük politikacıların bile oy-uncağıdır.”
5 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Photo
Tumblr media
“Keskin dişleri vardır incinmenin. Ne kadar zaman geçse de, o dişler büyük sabrın ertesinde, saplanır bir bıçağın ağzıyla konuşanın etine. Yok sayılmaktan değildir bir incinmişin hüznü, yok sayanın yok sayma biçimidir. Her şeyi içinde yaşatan ve bütün gücünü bakışlarına yaslayan bir delikanlı kolay yıkılır ve bu yıkıntıyı da içine atar. Ama o yıkıntı fenomen bir sanat gibi büyür ve kötülüğün şiirsel kollarına bırakır kendini… ‘Kelimelere gerek kalmadan beni anlayacaklarını sandım,’ demiş Van Gogh, ama kimse kimseyi sessizliğinden anlayamıyor sanırım, çünkü sessizlik iştahla bekleyen çıkmazların sahrasıdır.”
21 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Photo
Tumblr media
Pencereye yanaştı ve kentin fısıltıya benzeyen ışıklarına baktı uzun uzun. Anlamsız, bulanık görüntülerin içinde sevişen, kavga eden, cinayetler işleyen, yalanlar söyleyen, direnen, mücadele eden, başkaldıran ve durmadan yaşlanan insanlarla dolu bu taşlar ülkesini düşündü, betonlar ülkesini, üzerine görünmez dalgalarla gelen betonlar ülkesini…
16 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Photo
Tumblr media
Ayten’le gizli gizli buluşmaya devam ediyorduk. Buluşmak bir kızı ilk öpmenin yeni kurulmuş ülkesiydi. Dudaklarımda gezintiye çıkmış esmer tatlar kolonisi kalıcı hazlar bırakıyor, şimdiki zaman en mutlu anlarını yaşıyordu. Aşk barbar bir imparatorluk gibi yayılıyor, fethettiği her toprağa hunharca bayrağını dikiyordu. Eski evlerin bittiği yerin az ilerisinde bir koruluk vardı. Kapkaranlık bir akşam orada buluştuk. Sanki öpüşmeyi dünyada ilk biz keşfetmişiz gibi birbirimizde asılı kaldık. İlk kez tattığım dokunuşların anlamlarını taşıyıcı işçiler bilinçaltıma öyle hızlı taşıyorlardı ki ömrümün son anına kadar orada kalacakları kesindi. Ama bir müddet sonra yine o mutsuz sorulardan biri benliğimin kapısını çalıyordu: Nereye gidiyorsun böyle, bu oyunlar cennetinde esmer cümlelerin bir gün biteceğini bile bile, nereye böyle çıplak hayatla?
      Sonra “benden söylemesi” diyerek uzaklaşıp gidiyordu o mutsuz soru. Kaldığımız yerden devam ediyorduk. Yine o akşam, bir dut ağacının altında, yıllar sonra barış ilan etmiş iki halk gibi birbirimize sarılı haldeyken, yaklaşık on metre ilerimizde bir çıtırtı duyduk. Kurumuş ot ve çalılıkların üzerine basmış yaşlı bir çift ayaktı bu. Sesi duyuyorduk ama adamın kendisini göremiyorduk. Tedirgin olduk. Ses iyice yaklaştı ve karanlıkta bir siluetin bize doğru geldiğini gördük. İkimiz de korkmuştuk. Ne yapmamız gerektiğini bilememiştik. Çabuk karar vermemiz gerekiyordu. Ayten’in kulağına “hadi deyince ikimiz de fırlıyoruz ve ışıklara doğru hızla koşuyoruz, tamam mı!” dedim. Bu arada karaltı ile aramızda en fazla dört metre kalmıştı. Ama ne onun bizi ne de bizim onu yüzünden tanımamız mümkün değildi ayın firar etmiş olduğu bu gecede.
      Öyle bir kaçışımız vardı ki olimpiyat çiftler dört yüz metre koşusu olsaydı kesin yeni bir dünya rekoruyla birinci olurduk. Koşarken üstümüzden düşürdüğümüz kelimeler umarım yakalandıktan sonra konuşup da bizi ele vermezler. Ayten’le el ele yaşamın en heyecanlı koşusuydu bu. Sanki bütün sevişme çığlıklarının toplamıydı, bütün ruhsatsız dokunuşların iktidarı devrimle ele geçirmesiydi. Ele geçirilen iktidarda eşitliği, adaleti ve huzuru sağladıktan sonra “iktidar” kavramının sonsuza dek sözlükten çıkarılma kararının verilmesiydi.
    En yakın ışığa vardığımızda her ikimiz de kendi sokaklarımıza yönelmemiz gerektiğini anladık. Arkama baktığımda kimse yoktu. Son bir öpücük aldıktan sonra Ayten’e hemen evine gitmesini ve bu geceyi kazasız belasız atlattığımız için şükretmemiz gerektiğini söyledim. Sanırım adam da arkamızdan bir süre koştuktan sonra yorulup bıraktı. Eve geldiğimde annem ve babam bahçede oturuyorlardı. Kan ter içindeydim. Selam verdim, telaşımı gizleyerek içeri girip elimi yüzümü yıkadım. Ayten’in vücuduma sinen mis kokusunu toplayıp iç cebime koydum. İç cebim öyle mutlu oldu ki bana sessiz teşekkürler gönderdi. On beş yirmi dakika sonra birinin bahçe duvarının öbür tarafından babamlarla konuştuğunu gördüm. Pencereden baktım; Muaz Amcaydı. Nefes nefese kalmış, heyecanla bir şeyler anlatıyordu:
“İnsanlarda ahlak kalmamış, bir kız ile bir erkek gördüm deee oradaki ıssız korulukta, birbirine yapışmışlar zina yapıyorlardı, yaklaştım, görmek istedim kim bunlar diye, ama beni fark ettiklerinde kaçtılar, yüzlerini göremedim namussuzların,” dedi Muaz Amca.
9 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
Onun kalbini elde etmenin yolunun övgü ve gizemsiz yakınlaşmalardan geçmediğini pek az kişi bilirdi. Onu bir tek kayıtsızlık şenliği ile yenebilirdi bir erkek.
11 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
-Ne yani, ondan intikam mı aldın?
-Pek öyle sayılmaz, intikam benden bağımsız kendine yeşerecek bir alan buldu. Oraya küçük bir böcek olarak yerleşti. Sonra toprağın verimli ağzından beslenerek büyüdükçe büyüdü, görünmez bir canavar haline geldi, masum bir canavar. Hiç kimseye güvenmeyen, ödün vermeyen, üstelik benden hiç haz etmeyen o buzdan yaratılmış kız gitti, yerine aşktan büyülenmiş, hafiflemiş, yüzünde tebessümden bir ülke kurulmuş yepyeni biri geldi.
 -Böylece sen de oyun oynamaya başladın?
 -Hayır, farkında olmadan kendi başlattığı oyuna girdim, sürdürdüm ve bahisleri yükselttim. Bana âşık olmuştu. Bu kadar hızlı olmasını beklemiyordum. Gündüzleri başka bir şehirde çalıştığım ve aynı zamanda başka birinin kalbinde olduğum için ancak akşamları sınırlı zamanlarda Ayten’le olabiliyordum. Aylarca sürdü bu. Ah, seçilmiş karanlıklar altında sevişmek ve kayıtsızlık şenliğinde dansa kaldırmak bütün kibirli yıldızları…
6 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Photo
Tumblr media
Yirmili yaşlarda yaşadıklarımız ondan sonraki bütün yıllarda, olmadık zamanlarda karşımıza çıkar ve bizi o kapkaranlık düşünme kuyusunun içine iter. Yaptığımız şeylerin korkunçluğu daha net olarak görünür ve belleğimizi kımıldayamaz hale getirir. Beni hiç yalnız bırakmayan içimdeki kırılmanın yazarı keskinlikler kalemini bileğime batırarak yazmaya başlar. Bileğim delik deşiktir. Anımsanış şölenine bütün kül ustaları davetlidir. Hoş geldiniz!
10 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Photo
Tumblr media
Pazartesi. Yeni bir leş şöleni…  Düşünce kılığına bürünenlerin haftası başlıyor ve sınıflarda son hızla devam eden korku eğitimi yaşamın merkezine yerleşiyor. İçimde koltuklarına oturan hatırlama ve kehanet sanatı gün sonuna kadar yapabileceğim muhtemel hataları not etmek için büyük bir görev aşkıyla bekliyorlar. Onların işi beklemek ve fırsatını buldukları anda yüzümdeki ifade işçilerine saldırıp puan almak… Sayın “Mesai saati” gözümün içine bakıp “hayırdır birader” diyor. “Yok bişi abi” diyorum. Karşılık versem kavga çıkacak. Alttan alıyorum. Geceleri hisler gezeninde sonsuzluk turuna çıkan içimdeki saydam adam, az sonra çalışma masası, hesap makinesi, evrak dolapları, sayılar ve resmi kavramlarla dolu odada çelik çekmeceden maskesini çıkarıp sevgili kamuya hizmet etmeye başlayacak. Ve saat sekiz buçuk olduğunda “Kabulleniş” girecek içeri. Kabulleniş, insanın içindeki doyumsuz sürüngen…
6 notes · View notes