Tumgik
teleseyler · 6 years
Text
MasterChef'in cin fikri
Mutfakta hararetle pişen kuzu inciklerin, kuşkonmazların hiçbir önemi yok. Acun Ilıcalı bu insanları boş bir odaya koysa da reyting alır artık. TV8 her yarışmasına uyguladığı formülle tıkır tıkır işleyen bir reality şov makinesine dönüşüyor
Tumblr media
MasterChef Türkiye'nin asık suratlı jüri üyelerini Gordon Ramsay'le, Joe Bastianich'le karşılaştırmaya lüzum yok. Orada Batuhan Piatti de olsa, hatta yemeklerin tadına Acun Ilıcalı ve Öykü Serter de baksa sonuç değişmezdi. İzlediğimiz şey bir aşçılık yarışmasından bambaşka. Mutfak sanatları hikayenin arkasındaki doku sadece. Programın asıl maddesi tamamen insan ilişkileri ve bunun yarattığı duygusal ipuçlarını yakalama üzerine kurulu. Bu dünyada daha sofistike biçimde sunulsa da reality şovların son geldiği nokta. Bir 'neler olduğuna inanamıyorum' hissi yaratmak, izleyiciyi uygun dozlarda başkaları adına utandırmak ve en önemlisi çok 'yalan' görünen dünyanın içinde bir saniyeliğine bile olsa sahici, insani hisleri katılımcıların yüzünden okuyabilmek. Acun Ilıcalı bu işin cevherinin tam da burada yattığını Var Mısın Yok Musun'da çözmüştü. Geleneksel yarışma formatı (Çarkıfelek, Riziko, Kim 500 Milyar İster) artık yalnızca bir arka plana dönüşmüştü. Hakan'ın Gizem'e ilan-ı aşk edip etmeyeceği, görme engelli Evren'e şansın ne zaman güleceği, Mevlüt'ün annesi Naciye teyzenin bu akşam ne yumurtlayacağı ve Kemal'in dansları hep kutudan ne çıktığının önüne geçti. Bu insanlar yıllar içinde komedyen, talk show sunucusu, yemek programcısı, dizi oyuncusu ve çoğunlukla Survivor yarışmacısı oldular. Aynı formül O Ses'e de, Survivor'a da, Ütopya'ya da, Yemekteyiz'e de cuk oturdu. Elbette MasterChef de bunlardan farklı değil. Orijinalinde 40 dakikada Gordon Ramsay'nin az pişmiş risotto'yu tükürmesi dışında peki bir heyecanı olmayan yarışma TV8 versiyonunda 2 buçuk saatlik bir kaos maratonuna dönüşüyor. O poşe armudun nasıl piştiği değil Ezgi'yle Meltem'in sonsuz didişmesi, şimdiden bir fenomene dönüşen Murat'ın yemek sonrası kahve yapmadı diye Tuğçe'ye küsmesi akılda kalıyor. Belirsizlik, absürtlük, içgüdüsellik, jürinin ciddiymiş gibi yapmasını koca bir raslantısallık dalgasıyla yutuveriyor. İşte bu yüzden izleniyor ve daha da izlenecek. Acun Ilıcalı'nın izleyicisinde yerleştirmeyi başardığı eğlendirileceğine güvenme hissi sayesinde bundan sonraki her iddialı formatı da karşılık bulacak. Bütün cast ajansından toplama kızlar, oğlanlarla, sakız gibi uzayan, zorla uzatılan tartışmalarla, sahteliği aptal yerine konduğumuzu hissettiren anlarla bu yakaladığı insani damarı koparmadıkça MasterChef de bir TV8 hiti olmaya aday.
(Hürriyet Cumartesi, Eylül 2018)
0 notes
teleseyler · 6 years
Text
Kurbanlar, zorbalar ve kolay lokmalar
Tumblr media
Talat Bulut'un 19 yaşındaki kostüm asistanı Özge'yi taciz etmesi üzerine gelişen olaylar her zaman olduğu gibi 'takipsizlik' denizlerinde duruldu. Yasak Elma'nın yapımcısı Fatih Aksoy 'Yarın rakip bir firma setlere kendisine bağlı kişileri soksa, sonra da başrol oyuncularımı tacizle suçlasa...' gibi paranoyak fikirler içinde. 'Her önüne gelen tacize uğradım der!' şeklinde bir kaygı bozukluğu yaşıyor. Doğal olarak Talat Bulut'un kapı gibi arkasında. Fatma Girik bile, 'Asla olmaz öyle şey! Sapasağlam aile babasıdır' diye atılmadan edememiş. 
Talat Bulut hiç merak etmesin. 'Takipteyiz' etiketlerinden filan korkmasına da lüzum yok. Olan 'Bundan sonra onunla kim evlenir' dediği Özge'ye olur. Erkan Petekkaya'nın 'Beyonce mi onu taciz edeyim' dediği Nurgül Yeşilçay'ın beş kuruşsuz kapı önüne koyulamama sebebi ondan büyük bir yıldız olmasıdır. Yoksa daha hikayesini hiç bilmediğimiz Özgeler, günde 18 saat çalıştıkları setten utandırıla utandırıla, ayıplana, ayıplana kovulmuştur. Deniz Çakır kadehini Oktay Kaynarca gibi masa altına gizlemediğinden, Avlu'nun en şahane karakterlerinden Nil Makaracı lezbiyenliğini saklmadığından zorbalığı (set içinde, dışında, sosyal medyada) sineye çekmek durumunda. 'Özel hayatının çalkantısı' sebebiyle dizinin 'ahlaki değerlerine' uymayan kadın oyuncuların bar kapısında en dağınık resmini yakalamak için bütüüünn paparazziler yarış içinde. Ama Talat Bulut'un (kendi sözleriyle) 'karavanında donla oturma', Kadir İnanır usulü istediğine sarılma, öpme hakkı saklı. Ayyaş, çapkın, hatta rezil bir biçimde Harvey Weinstein'laşan bütün erkekler kral. Ve bu artık  ekrandaki hikayelerin dışında bir mesele, sulu dedikodu değil. Dizi kurgusuna, orada yaratılan, dayatılan dünyalara sirayet eden, kadınlara yavaş yavaş gündüz kuşağındaki magazin programları dışında konuşacak alan bırakmayan utanç verici bir durum. Bu yüzden ekranda tacizin her türlüsünü izlediğimiz dizilere hala 'çok eğlenceli, tam yazlık bir romantik komedi', 'tüm aileyi ağlatacak sımsıcak bir mahalle dizisi', 'yürekleri dağlayacak bir aşk öyküsü' filan diyoruz. Bütün dizilerde güzel kızlar patronlarının her türlü sarkıntılığına, eşler kocalarının kıskançlığına, çaresiz dul kadınlar ayıların tacizine uğruyor ve bu adamlara habire aşık oluyorlar! Ama Özge'nin Talat Bulut'a aşık olduğunu hiç sanmıyorum. Ya da yüzlerce Özge'nin 'Bir bilmemkim kolay yetişmiyor!' diyen 50-60 yaşında bıyıklılara ölüp bittiğini. Balık baştan kokar misali, kamera arkası temizlenmedikçe, önünde de düzgün bir şey izlemek mümkün olmayacak. O yüzden kadınları, gayleri, gencecik kızları bir lokmada harcamaktan vazgeçin, çünkü artık sular iyice bulanıklaşıyor.
(Hürriyet Cumartesi, Ağustos 2018)
0 notes
teleseyler · 6 years
Text
Saf kız ve odun adam
Zengin kız-fakir oğlanın ekmeğini bol bol yedik. Şimdi eksen sosyal statü farkından mental eşitsizliklere kaydı. Varlıklı, yoksul, orta halli farketmeden her türlü manyaklığın seksi bir şey olduğu yaz günlerinde aklımızı yitirmek üzereyiz.
Tumblr media
Erkenci Kuş, uzun zamandır devam eden Odun Adam 'kalp' Saf Kız paketinin şahikası, son noktası, 'biz neler gördük' diye anlatılacak zirvesi. Tüm melodram klişelerini sınırsızca sömürmesi, siyaseten doğruculuğu hiçbir şekilde sallamayan teklifsiz maçoluğu, yarattığı konulu porno edasını ustaca ahlakçılıkla gizlemesi konusunda muadillerinin seviye seviye üstünde. Ama her anını 'ohooo', 'vay anasını', 'yok artık', 'ayyy', 'hii'diye hayretler içinde izletmeyi başarmasındaki histerinin kökenini onlarda mı bizde mi aramak lazım belli değil. Bir kere, artık kadın bedeni ve onun üzerinden türetilen her türlü erotik içerik, fantezi, görsellik, metafor tabuyken erkek bedenine böyle görgüsüzce muhtaç olmaktan hiç şikayetimiz yok gibi duruyor. Odun kıran Can Divit'i dehidrasyon geçirerek izleyen Sanem, adam emniyet kemerini takmasına yardım ederken, gözyaşını silerken, ağzına giren saçı çekerken, kapı aralarına sıkıştırırken, ceketini omzuna koyarken ve 'yabani çiçekler gibi kokan' bu kızı habire sahiplenmeye çalışırken nasıl nasıl nasıl mutlu! İyi ki klasik arabalarının kaportasından dumanlar çıkarak ormanda mahsur kalıyorlar, iyi ki salaş bir balıkçıda elleriyle sardalya yiyorlar, iyi ki Sanem mütemadiyen Adonis'in kucağına düşüyor ve dizinde tatlı bir yara bandıyla detoks yapan o 'top model' gıcıklardan ayrılıveriyor. Her şeyin çok saçma olduğunu, bu Disney seviyesinin keyif verme yaşının 13'te bittiğini hepimiz biliyoruz. Ama Erkenci Kuş'u müthiş bir zevkle izleyip, salı gününü hevesle beklememizin sebebi bu anlamsız rüküşlükler değil. Bazen çok kötü şeylerin insana huzur veren komikliğiyle, hiç uğraştırmayan neşesiyle, kendisini çok da ciddiye almayan hafifliğiyle izliyoruz onu. Güzel kızların, kendisini olduğundan daha yakışıklı zanneden oğlanların kasım kasım kasılmasına şahit olmanın gıybetli iştahıyla, diziyi sarıp sarmalayan sosyal medya geyiğiyle, dedikodusuyla birlikte iyi vakit geçiriyoruz. Sanem'in bilmemkaç bölümdür 'ah beni öpen o sakallı kimdi acaba'sına çözüm bulmak kimsenin derdi değil. Hatta uzadıkça uzasın, saçmaladıkça saçmalasın. Kiralık Aşk'ta olduğu gibi, Erkenci Kuş'ta da amaç hikayeyi sonuca bağlamak değil, mümkün olduğunca gelişmede, en zevli anlarda takılmak. Düğüm noktasında bol bol duş alan, havuzdan çıkan, lastik değiştiren, traş olan, pahalı oyuncaklarla (motosiklet, fotoğraf makinesi, saat, spor araba) haşır neşir adam görmek. Bu yüzden de hep çok izlenecek, uzayacak, pek de bir şey olmadan bitecek. Yerine yeni odun adamlar gelene kadar elimizdeki en iyi şey bu.
(Hürriyet Cumartesi, Ağustos 2018)
2 notes · View notes
teleseyler · 6 years
Text
Gülse Birsel'i özel yapan şey ne?
Jet Sosyete parlak bir dizi değil. Ama Gülse Birsel Türkiye'nin en parlak komedi yazarlarından biri. Bugün temsil ettiği şey, Jet Sosyete'nin talihsiz klişelerini önemsiz kılıyor. O ekrandaki rüküşlüğün, suratsızlığın, lümpen isyanının antitezi. En kötü işinden bahsederken, Avrupa Yakası'ndan bu yana komedi dizisine boyut atlattığını unutmamak gerek
Tumblr media
Avrupa Yakası 2004'te ilk bölümüyle ekrana geldiğinde türdaşlarından apayrı bir alanı kapladı. O dönemde ya orta sınıfların apartman/mahalle hayatını (Çiçek Taksi, Mahallenin Muhtarları, Bizimkiler) ya da üst sınıfların havada asılı kalmış, gerçek hayatta bir karşılığı olmayan yaşantısını (Dadı, Tatlı Hayat) izliyorduk. Ayrılsak da Beraberiz ve Evdeki Yabancı gibi diziler biraz modernleşmeye yaklaşıyor, hafiften gündelik hayata, popüler kültüre temas etmeyi başarıyordu. Fakat istisnalar dışında 2000'lerin komedisi bir eve/apartmana/taksi durağına/okula tıkılı kalıyor, çok kısıtlı bir çerçeveyle güldürmeyi tercih ediyordu. Komedinin beslendiği damarlar tektipti. Gerçek hayatımızla bağı kopuk, refleks gülüşlere bağlı diziler izlerken Avrupa Yakası çok acayip bir şey yapmış gibiydi. Bir kere kentli, modern, laik, liberal, elit, beyaz yaka, Nişantaşı, Ege sahili, eğitimli, dünyaya açık, gelir seviyesi yüksek izleyicinin önüne pat diye kendi riyakarlıklarını koydu. 'Bir şey ya da birisi gibi olma' çabasıyla çatır çatır dalga geçti. 'Köyden geldim şehire' klişesine taklalarla boyut atlattı. Sonradan görmelik komedisiyse, kimse Burhan Altıntop'tan, Şahika'dan iyi olmadı. Ama en önemlisi Gülse Birsel kendi sınıfıyla çok parlak fikirlerle dalga geçti. Tüm vejetaryen, yoga, organik Yaprak'larla, 30'luk dergici Aslı'larla, vamp Fatoş'larla, alemci adamlar ve nedense onlarla evlenme heveslisi kızlarla dolu, aslına çok yerden dokunan bir dünya yarattı. Ama esas süper komik olan bu dünyanın fütursuzca, teklifsizce, zaman zaman ölçüsüzce absürdleşebilmesiydi. Burhan Altıntop ve Gaffur gibi sınırları zorlayan tiplere 'yok bu kadar da olmaz' denmiyordu, çünkü o dünyanın sahiciliği içinde her şeyin inandırıcı gelebildiği bir kaynaşma yaşanıyordu. Böylesine tutarlı, sanki klasik CHP'li, usturuplu bir Nişantaşı ailesinin 'görgüsüzlerle' karşılaşmaları, her bölümün bu bitmeyen çatışma enerjisinden beslenmesi AB grubu izleyicisine 5 uzun yıl ayna tuttu.
Aslını inkar komedisi 2012'de gelen Yalan Dünya aynı formülü Cihangir'e taşıdı. Ama formül aynı olsa da, kopyala-yapıştır hissini aşan Gülse Birsel'in becerilerine has bir kendinceliği vardı. Yine çok iyi bildiği yerden yazmanın getirdiği, bolca ikiyüzlülük ve 'yalan' dolu ortamların malzeme zenginliği dizinin üzerine oturduğu temeli sağlam tutuyordu. Sıradan orta-üst sınıf ailelerin katılığına çomak sokan fazla uçuk 'sanatçı ruhlar' (Açılay), fazla 'kezban' gelin adayları (Nurhayat), fazla erotik ergenler (Orçun) Yalan Dünya'ya kan pompaladı. Bu klasik zengin-fakir çatışmasının çok ötesinde, kültürel, sosyo-ekonomik, hatta ruhsal çatışmaları kapsayan doyurucu bir çerçeve. Türkiye'nin hikayesini bütün olmak isteyip de olamamışlığıyla anlatmaya cesaret eden coşkulu bir kurgu. Yani mesela bu Gülben Ergen'in 'Dadı'sının evlenerek sınıf atlama çabası kadar tek boyutlu bir şey değil. 'Oyuncu olmak istemek', buna özenmek öyküsü bile tek başına o kültürel iklime ayak uydurma çilesini, Devlet Tiyatrosu ağzını tanıyabilmeyi, bazı alışkanlıkları çaktırmamayı, klişe ikonların peşinden koşmayı öğrenmeyi ve bütün bunları içine sindirmeyi, kısacası yalan söylemeyi öğrenmeyi barındırıyor. Aslını inkar etmek, Cihangir mafyası içinde tutunmaya çalışmak, yalnızca paranla değil, kültürünle yarışmak veya kültürsüzlüğünle rezil olmak gibi niş çatışmalar bunlar. Her ne kadar 90'larda 'televizyonun dahi çocuğu', 'mizahın ustası' olsalar da Gani Müjde, Tayfun Güneyer'in bir türlü inemediği bir derinliğe hakim oldu Gülse Birsel.
Azla yetinmeyenlerin dünyası Kamera önünde de sarı saçları, uzun boyuyla 'kara kara' Türklerin olmak istediği şeyi, o sarışın mavi gözlü batılı fantezisini cisimleşitirdi. O 'olunmak istenen şeyi', kendisine hep ilham kaynağı olan özentilik kronik hastalığını görüntüsüyle tetikleyerek daha da ayyuka çıkardı. 70'lerde İnek Şaban filmleriyle yakalanan sadeliğe, sıradanlığa övgü, azıcık aşım kaygısız başım aksı kırıldı. Kent mizahı, azıcıkla asla yetinmeyenlerin gülünçlüğünü kapsamak zorunda kaldı. Hep daha fazlasını isteyen Gülistan'lar, Nurhayat'lar, Şahika'lar, Atiye'ler ve Safiye'ler hayatın kalbinde nasıl telaşla çırpınıyorsa Gülse Birsel dünyasında da başrole geçtiler. Ve 2018'de aynı formül bu kez daha da zenginlerin İstinye'deki hikayesine şablonlandı. Ama her seferinde aynı formül için de zaman epey hızlı geçiyor. Gülse Birsel de şimdi Jet Sosyete ile, Gani Müjde'nin, Tayfun Güneyer'in, Birol Güven'in tıkandığı yere gelmişe benziyor. Cepten yemenin hüznü. Jet Sosyete zaman zaman Birsel'in pırıltısının cılızca kendini gösterdiği anlarla ayakta duruyor. Canlandırdığı Gizem Özpamuk karakteri tüm iticiliğine rağmen müthiş gözlemlerle yoğrulmuş, mizah potansiyeli tavanda bir karakter. Eski manken klişelerinin hepsi öyle tatlı komedi malzemeleri ki, Birsel'in elinde başyapıta dönüşebilecekken, 20 yıl öncesinin adetleriyle eski bir balon gibi sönüyor. O peruklar, kahkaha efektleri, korkunc stüdyo ışıkları, abartılı, gürültülü patırtılı oyunculuklar, şive komedisi belki Yalan Dünya'dan çok bugüne ait olabilecek bir işin tadını kaçırıyor.
O bir AB kraliçesi Oysa Gülse Birsel'in elinde tam da şu anda öyle güçlü bir fırsat var ki. O muhafazakarlığa boyun eğen, paçozluğun karşısında teslim bayrağını çeken ekranda bir AB kraliçesi. Recep İvedik komedisinin, mizansene dayalı gülünçlüğün, ölçüsüzlüğün, lümpen isyanının anti tezi. Liberallerin 'kurtarılmış bölgeleri', İstinyeler, Nişantaşlar, Bebekler, hiç bu kadar aykırı olmadı. Kültürel çatışmanın zirvesini, kutupların en soğuğunu yaşıyoruz. Esas şimdi buradan onun şahsına münhasır üslubuyla müthiş mizah yapılır. Bu ayrıklığı da ancak içten gülmek yumuşatır. Jet Sosyete maalesef böyle bir şey değil. 2002'nin magazin programları gibi kokan, nostaljk hisler yaratacak kadar yaşlı bir havası var. Selçuk Aydemir, Onur Ünlü gibi yazarların zamanı yakalamak konusunda yepyeni, taptaze kapılar açtığı ve içinden de seve seve yeni komedi ekollerinin geçtiği yerde Gülse Birsel'den fazlasını beklemek hakkımız. Bunca erkek erkek, zonta zonta, köhne köhne işin arasında 14 yıl boyunca işin incesini görmeyi başardı. Kabalaşmadan dalga geçmeyi, gerzekleşmeden sakarlık esprisi yapmayı, kimseyi aptal yerine koymadan gözlem döktürmeyi bildi. Bunu ne kadar bilinçli, isteyerek yaptı bilemeyiz ama şu anda ekranda olup bitenin 'versus'u Gülse Birsel. Acun'un, töre, mafya, zengin-fakir dizisinin, taşranın, rüküşlüğün, zevksizliğin, tüccarlığın, şark kurnazlığının. Jet Sosyete'ye ısınmak zor olsa da, özünde hala tutunulacak bir şeyler var. Gülmek hala gücünü gıdıklama refleksinden değil akıldan alıyor.
(Episode Dergi, Haziran 2018)
17 notes · View notes
teleseyler · 6 years
Text
Hülya Avşar yalnız değil
Hülya Avşar'ın 'Ben şeyciyim' diye başlayan ultra maskülinist konuşması günlerdir tartışıldı. Avşar'ı konuşurken televizyonun baştan aşağı bir 'şeycilik' kampanyasına dönüştüğünü görmekte de fayda var.
Tumblr media
Hülya Avşar, 'Erkek çalışsın, kadın evde çocuklarını kendi büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın' dediğinde Mehmet Aslantuğ 'Tam bu değil galiba' diye araya girip nazikçe ayar vermeseydi bugün, 'şeyciliği' bu hararetle tartışmıyor olurduk. Kadın evde otursun, kocasını karşılasıncılarla on yıllardır birlikteyiz çünkü. Ekranda en sevdiğimiz, en hevesle izlediğimiz her şey, baştan aşağı, şıpır şıpır şeyci. Bu maskülinizm, hatta mizojinizm o kadar bariz ve normal ki, bugüne kadar Mehmet Aslantuğ dışında bir Allahın kulu da çıkıp 'ne oluyor' demedi. Şeyci partizanların en büyük geri adımı resmi dilde zorla bayandan kadına geçmek oldu. Mesela Survivor'da 'en iyi bayan yarışmacı' yerine 10 yıl sonra 'kadın yarışmacı' demeyi becerdiler, o da arada kaçanları saymazsak. Yine de kendine bile kadın demeye küfür muamelesi yapan Survivor 'bayanları' tamamen Hülya Avşar trenindeler. Mesela geçen Gönüllüler takımına geçerek evrende kırılma yaratan Nagihan Ümit Karan'ı can evinden vurduğunu zannettiği bir konuşmada 'Kadınların ağzına bakarak kaptanlık yapılmaz!' diyor. Bu 'kadınlardan medet umarak' kalıbı Survivor'da oldum olası popülerdir zaten. Adem'e de zamanında Sabriye ve Şahika'yla takılıyor diye oradan vurmaya çalışmışlardı. Çünkü kadınlara güvenmek, onların sözüne itimat etmek, kararlara ortak etmek hafifliktir, ezikliktir, düşüklüktür. En kolay aşağılama sebebidir. Buna adada asla pilava, bulgura dokunmayan erkekler değil kadınlar da el verir.
Biraz cımbız çeteciliği yapalım Survivor adası mini bir Türkiye olduğu için önemli. Ama mesela fantazi Türkiye'si dizilerde de durum aynı. Özcan Deniz'in İtalyan ayakkabılar ve Basel'den alınmış saatlerle metroseksüelleşmesi yalnızca yürüyüşüne ve kol düğmesine kadar yaşandı. Bugüne kadar kadına hırboluk yapmadığı, kolundan çekmediği, kıskanmadığı, eşiti gibi yaparken ezmediği dizi yoktur. En güzel gözlü jönlerimiz mutlaka bir kadına 'romantik baskı' uygular. Şimdi Hülya Avşar'a gönülden itiraz eden genç aktrislerimiz o dizilerde gözüyaşlı gelinleri oynar. 'Şeycilik' döngüsü her gün, her gün yeniden tazelenir. Böylece hala ekrada 'Gelinim Mutfakta' gibi bir şey olmasını garipsemeyiz. Gelin denilen şeyin bütünüyle kurdeleli ve yaldızlı bir arzu nesnesine dönüştüğü, tek işin 'şeycilik' olduğu reality şovlara güler geçeriz hatta onların 'tatlı telaşına' ortak olur, çeyizlerini gösterecekleri anı bekleriz. Elbette her zaman 'hayatın gerçeklerini yansıttığı için' gelinler kayınvalideleri (ve birbirlerini) etkilemek için baklava açıyordur. 'Türkiye'nin kanayan yarası' olduğu için Sen Anlat Karadeniz'de Nefes kemikleri kırılana kadar dayak yiyordur. Ve elbette bu yüzden Hülya Avşar kadının evde oturmasını, kocişkonun kolları altına sokulmayı, en az Alişan kadar ayağına terlik getirmeyi önemser. Türkiye bir 'şeyciler' cumhuriyetidir ve bu ayıp hayatın her alanına güçle, iştahla kök salmaya devam eder. O yüzden Hülya Avşar'ın hesaplı ya da hesapsız ortaya çıkardığı buzdağına biraz 'cımbız çeteciliği' yapmakta fayda var.
(Hürriyet Cumartesi, Mart 2018)
0 notes
teleseyler · 6 years
Text
Bizimkiler'den Kurtlar Vadisi'ne Televizyonun sıradışı hikayesi
Üzerinde en değerli dantellerle taçlandırılan tüplü televizyonlar İstiklal Marşı'yla açılıp kapandığı günden bu yana göz kamaştırıcı bir evrim geçirdi. O bizim ciğerimizi bildi, ruhumuzu okudu, en kötü yanlarımızı törpüledi, iyileri okşadı, iştahımızı kabarttı. Bize hayatın her alanını dikte ettiği günlerden, keyfimizin her biçimine hizmet ettiği günlerine vardı. Ömrümüzün, kişisel tarihimizn en anlamlı tanığı içinde kıymetli bir hikaye saklıyor
Tumblr media
Ben küçükken evde kırmızı top gibi minicik siyah beyaz bir televizyonumuz vardı. Bütün gün Kenan Evren'in konuştuğu, ara sıra Dallas, Cenk Koray ve Bay Meraklı'nın göründüğü bir dünya akıyordu içinden. İlk renkli televizyonun eve girişini pırıl pırıl bir netlikle hatırlıyorum. Kocaman kutu ıhlaya tıslaya dördüncü kata çıktığında, heyecanla salona götürmeyi beklemeyip kapı eşiğinde açmıştık. O zamanlar küçük bir kasetçalarım vardı. İçinde Ülkü Tamer'in seslendirdiği Küçük Prens'in masal kaseti, Barış Manço ve Modern Talking dönüp duruyordu. Masal dinlemek için telefonla 166'yı arayıp Adile Naşit'i de dinlediğim oluyordu. Yeni renkli televizyonla birlikte Adile Naşit'in tüm dünyaların en sempatik, en tonton haliyle capcanlı karşıma çıkması, 'kuzucuklarım' diye beni yatağa yollamasına beynim patlamıştı. Aynı zamanda Barış Manço ve Modern Talking'i de ekranda görünce koca kutuyu saçlarım ekranın statiğinde elektriklenene kadar kucaklamak istedim (Sonra Micheal Jackson fandom dönemimde Dirty Diana klibinde tişörtünü yırtıp attığı sahnede televizyona gerçekten tüm benliğimle ve aşkla sarıldım) 70'lerin sadece haftaiçi akşam ve haftasonu tüm gün yayın yapan zamanında, 80'lerde tüm güne oturan kuşakta, 90'larda çok kanallı hayatta hep TV bize ne istediğimizi söyledi. Gündelik yaşamımızı o dikte etti. Bizim ona istediklerimizi emrettiğimiz, hep yeni birşeyler talep ettiğimiz, onu gönlümüzün keyfine göre dönüştürdüğümüz ve hep hızlıca uyum sağlamasını beklediğimiz haline gelmemiz epey uzun sürdü. 80'lerde TV yayını didaktik bir şeydi. İstiklal Marşı'yla, hazırolda duran askerlerle açılıp kapanıyor, ne zaman yatıp kalkacağımızı söylüyordu. 'Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız' diye uyarıyordu hatta. 'Sanane be kapatırım kapatmam' demiyorduk hiçbirimiz de. Herkes Küçük Ev, Tatlı Cadı, Komiser Kolombo ve Dallas izliyordu . Bütün bir ülke aynı Amerikan tadına hakimdi. Teksaslı petrol zenginlerinden, Kaliforniyalı dedektiflere, banliyölerin domestik ev kadınlarından, Birleşik Devletler'in uçsuz bucaksız kırsallarına aklımızda detaylı bir harita çizilmişti.
Modern fantezilere giden yol Dolar acayip önemli bir şeydi. İmar Bankası'nın dolara yüzde 12 faiz verdiği reklamı günde onlarca kez dönüp duruyor, Amerikan mutfaklarında vitaminli maragarinlerle tavuk butları pişiren kadınlar kocalarını mutlu ediyordu. Six de Savoie peynirlerin karidesli ve mantarlı çeşitleri vardı. La vache qui rit'nin mutlu inekleri Hollanda çayırlarında dolanıyordu. Phillips televizyon alırsanız yalnızlığınıza çare bulurdunuz çünkü dünyada 100 milyon Phillips televizyonlu insan vardı. Mintax, Dixi, Ajax reklamları 60'ların Amerikalı domestik tanrıçalarını andıran habire fayans ovan güzel kadınları, Shell, Lassa, Pirelli, BP reklamları yarış arabalarıyla hız yapan aksiyon kahramanlarını idolize ediyordu. Ama nedense Blaupunkt reklamında folklorik kıyafetleriyle çayda çıra oynayan bıyıklı amca, yemenili abla 'televizyonun rengarenk dünyasına' davet ederken yerel kalmayı tercih etmişti. Batıdan akıp duran çamaşır makineleri, buzdolapları, pembe diziler, pop şarkıları, aerobik videoları, disko saçları, erotik gazoz reklamları yerleşmiş alışkanlıklara bir türlü tam oturmuyordu. Kültürel uyuşmazlığın yarattığı sakillik sınıf ayrışmasının vitrini oldu. Golf oynamayı, karides kokteyl yemeyi, Ayşegül kitaplarındaki gibi gemi seyahatlerine gitmeyi içselleştirebilenler, dantelli televizyonların dikte ettiği hayata uyum sağlamayanların tepesine bindi. Dev bir kültürel boşluk içinde savrulurken TRT yeni kentlillere nasıl eğleneceklerini, nasıl davranacaklarını, kendi adab-ı muaşeret kurallarını ve etik anlayışını öğreten bir referans kaynağı oldu. Gündelik hayatta sahici olanı değil, olması gerekeni, olduğu varsayılanı inşaya çabaladı. Tüplü televizyonlar salondaki en değerli yerlerinde her gün tozu alınarak hüküm sürdü. Nereye ne şekilde oturulacağı, yemek masasının televizyonu görecek şekilde ayarlanması, baba koltuklarının en iyi seyir açısına sahip olması ve tüm düzen ona göre biçimlendi. Oysa diğer yandan ilkokullar 'yerli malı haftasını' kutluyor, TRT'de yasaklı Orhan Gencebay bambaşka bir telden çalıyordu. Bizim modernleşmeyle kodlarımız tamamen farklıydı. Aspen'de kayağa gitmiyorduk, Hollanda peynirleriyle fondü yapmıyorduk, yarış arabaları sürmek ve şömine başında şarap içmek gibi alışkanlıklarımız yoktu. Erotizm ve mahrem algımız bile bambaşkaydı. Yedigün reklamında şişenin üzerinden pornografik bir eriyişle akan buz parçaları, rujlu dudaklarıyla gazozu ter içinde emen kız, havuz kenarına yayılan bikinili modeller yaz tatili hülyasını bile değiştirdi.
Bir komedi unsuru olarak 'uyanık' Belli ki böyle erotik, lüks, 'modern' fantezilere sahip olmanın yolu köşeyi dönmekten geçiyordu. Bankerlerin zavallı insanların iliğini sömürdüğü, memurların işini bilmesi gerektiğinin ima edildiği devirde, uyanıklık geçer akçeydi. Ve hemen hemen tüm komedi aksı da bu uyanık, vurdumduymaz karakterlerin üzerinden geçiyordu. Televizyon tarihimizin ilk dizilerinden Kaynanalar'ın efsanevi kahramanı Nuri (Nööri) Kantar, uyanıklığıyla ve çarıklarıyla patronluğa ulaşmıştı. Nöriye Kantar bu uyanıklığın ganimetlerini tüketmekten hiç çekinmez. Yeni şeylerin (vatkalar, elektrik süpürgeleri, kasetçalarlar, topuklu ayakkabılar, parfümler, zigon sehpalar ve hatta bir bölümde dev bir lastik) cazibesinin ele geçirdiği rüküşlüğün en nefis örneğidir. Cen Koray'ın kutu Kutu'su da îzleyenlerine 'şeylerin güzelliğini' vaat eder. Kutu'dan son model bir fırın çıkma ihtimali tüm stüdyoyu çoşkuya boğar ama mesela 22 parçalı bir tencere seti ve yanına saç kurutma makinesine de hayır demeyenler çıkar. Stürdyonun arkasının göz kamaştırıcı bir eşyalar cenneti olduğu, gıcır gıcır arabaların, dev buzdolaplarının, rengarenk halıların ve gümüş çatal bıçakların üst üste bindiği bir fantezi dünyası hayalimizde canlanır. Sonrasında Cenk Koray'ın yerini Çarkıfelek'le Mehmet Ali Erbil aldığından bu eşya fetişi iyice çiğ bir hal almış, hatta harfleri çeviren mankenlerin bile Erbil'in tavrı sayesinde eşyalar dünyasına dahil objeler olduğu hissi bilinçaltımıza işlenmişti.
Bu bir erotik devrim mi? 90'lı yıllarda, 80'lerden gelen açılma arzusunun yırtmak için yanıp tutuşan bir ergeninin isyanı gibi patladığını gördük. Tutti Frutti'lerle, gece jimnastiğiyle, kırmızı noktalı filmlerle, Emmanuelle'le tanışan kuşak cinsel özgürleşmenin teşvik edildiği bir dünyayla baskı dolu bir toplumun gerçekleri arasında bocalıyordu bu kez. Dansözlü eğlenceler, gazinolar, süpermodeller, güzellik yarışmaları, Saklambaç gibi  flört programları, yarışmacılara balya balya paraların dağıtıldığı stüdyolar, kanlı kanlı canlandırmaların haberin yerini aldığı bültenler, 900'lü hatlar, dev transfer ücretleriyle taşkınlığın kitabı yazılıyordu. Ama bir yandan da ekran hiç olmadığı kadar özgürdü. TRT'nin zincirlerini kırmanın getirdiği coşkuyla kopuk bir karnaval yaşanıyordu. Yayıncılar erotik isyanının tadını çıkarsa da, ekranda orta yaşlı kadınların, ortadirek ailelerin, sıradan gündelik hayatların hükmü sürüyordu. Hiçbir şey bugün olduğu kadar destansı, melodramatik, ağdalı ve süslü değildi. Ferhunde Hanımlar, Bizimkiler, Perihan Abla ve sonrasında yine Perran Kutmanlı Şehnaz Tango, apartman dairelerindeki epey tekdüze hayatları konu alıyordu. Konakların fantezi alemine hepten ruhumuzu kaptırmamız çok daha sonra oldu. 'Mahalle' önemli bir kerteriz noktasıydı. Popüler kültürün sınırlarını belirlediği, gerçek hayatta pek de karşılığı olmayan bir dayanışma ruhu çiziliyordu orada. Ton ton bakkal amcalar, hep yardımına koşulan dul Leman'lar, komşudan komşuya seyahat eden tepsi tepsi börekler, açıkgöz olmasına rağmen kalbi temiz kasaplar ve geleneksel sevgi dolu çekirdek ailelerden oluşan bir masal dünyası kodlanmıştı. Arnavut kaldırımlı sokakların görüp görebileceği en kötü şey çocukların top oynarken cam kırması olabilirdi. Bizimkiler gibi diziler de bu dayanışma ruhunu apartman katları arası örüyordu. Cemil gibi çıkıntı karakterler bile alkolikleriyle yerilmiyor, birbirine kenetlenmiş bu ailenin asla sokağa çıkarmayıp içinde sakladığı bir sır gibi korunuyordu.
İçe kapanma çağı Bugünse 90'lardaki açılmanın antiteziyle meşgulüz. Müthiş bir içe kapanma, ruh dünyasına sığınma, gerçeklerden kopma çağı yaşıyoruz. Televizyon dünyası hiç böyle dram görmedi. Ekranda orta yaşlı, güçlü kadınların yerini ebedi gençliği fetişize eden güzel kızlar aldı. Ama bu gençliğe övgü asla umut dolu, neşeli bir hissi yanında getirmedi. Tam tersi çok oryantal, arabesk, baskıcı bir dünyanın ortasında kurgulandı. Kadınlar dizilerde dev hapishaneleri andıran yüksek duvarlı, çelik parmaklıklı konakların, çiftliklerin, villaların içine hapsoldu. Erkekler gittikçe hoyratlaştı. Deli Yürek, Kurtlar Vaidisi gibi diziler romantik jönün çehresini tamamen değiştirdi. At hırsızı kılıklı adamlar cazibe normlarına el koydu. Muhafazakarlaşan ülkenin her yerinden sızan mizojinizm hikaye anlatımında kartelleşti. Öte yandan 90'larda hakim olan özgürlük hissinin yerine korkaklık, sansür, paranoya aldı. RTÜK  zaman zaman cellata, çoğunlukla ahlakçılık kodlarını koruyan bir gardiyana dönüştü. Ruhani meseler kendi hidayet ticaretini yarattı. İlahiyatçılar, din adamları programların aranan konuklarına dönüştü. Nihat Hatipoğlu gibi yıldızlar doğdu. Tüm bu bastırılmış, sindirilmişliğe rağmen artık izleyicinin talebiyle şekillenen, propaganda ve diktenin tutmadığı, kamu spotu yayıncılığının çok bayık bir şey olarak tarihe karıştığı bir dönemdeyiz. Netflix'in, Youtube'un, dünyadaki yaratıcı işlerle hızlı iletişimin hepimizi daha akıllı yaptığı açık. Teknik olarak çok daha iyi şeyler görmek istiyor, zekamıza uygun hikayeler talep ediyoruz. Her şeye rağmen iyi şeyler yapmaya çalışan bir dolu yönetmen, senarist, yapımcı tek bir mecrada sıkışıp kalmayacakları daha bağımsız günlerin arefesinde. Yani  bugünlerin de daha parlak antitezi yakın. Türkiye'de televizyonun tarihi hala genç. Hala yaşken eğilme treni kaçmadı. Üstelik batıda altın çağını yaşayan bu büyülü kutu, her yeni şeyi anında tüketme iştahıyla, bilme, deneme merakıyla yanıp tutuşan Türkiyelilere iyi gelecek. Sonraki 50 yılda kendi altın çağımızı konuşuyor olacağız.
(Episode Dergi, Mart 2018)
0 notes
teleseyler · 6 years
Text
Sen Anlat Karadeniz'in niyeti ne?
ATV'nin popüler dizisi kadına şiddete dikkat çekmek amacında olduğunu iddia ediyor. Bunu görülmemiş bir zorbalıkla yaparken, dikkat çekmek yerine şiddetin her türlüsünü sıradanlaştırıyor
Tumblr media
Son zamanlarda her türlü zorbalığın, şiddetseviciliğin, mizojinizmin kılıfı 'toplumun kanayan yarasına dikkat çekmek' oldu. 'Görmezden gelmiyoruz, parmak sokuyoruz!'
Sen Anlat Karadeniz'in yönetmeni, Türkiye'de mafyöz fetişinin yaratıcısı Osman Sınav da parmak kırma sahnesinden sonra gelen tepkiler üzerine hemen buraya sığındı. Şiddete dikkat çekmek istemenin sonucu dayak, tecavüz, işkence, kıyamet. Bu niyetlerinde samimi olsalar keşke. Ama maalesef şiddetin sıkıcı bir pazartesi günü gibi sıradanlaşmasını izliyoruz. Gündelik hayata, bütün karakterlere yayılışını, kadınlardan erkeklere kabul görüşünü, sorgusuz sualsiz kabullenilişini yadırgamıyoruz. Dikkatimiz çekilmiyor hiçbir yere. Psikopat Vedat Sayar (Mehmet Ali Nuroğlu) karakteri üzerinden bir eleştiri geliştirmek ise amaçları, bunu Vedat'ı iyice sivrilterek, çevresinden izole ederek, canavarlaştırarak yapmaları gerekir. Onu etrafındaki herkesin onayladığı bir platforma oturtmak eleştiriye girmez. Bunun en güzel örneklerinden biri Big Little Lies'ın korkunç dayakçısı Perry. Perry'nin Celeste'i acımasızca dövmesi bırakın çevresince onaylanmayı, ilahi bir sır gibi gizlenir. Çünkü olay öyle utanç verici, öyle kabullenilmesi mümkün olmayan bir felakettir ki, ortaya çıktığı anda dünyanın sonu gelecek gibi bir hisse kapılırız. Perry izleyenin gözünde gitgide tutarsızlaşır, daha tehlikeli hale gelir ve yalnızlaştırılır. Buna paralel Celeste'in özgüvenini, cesaretini ve kaçıp kurtulma motivasyonunu bulmasını izleriz. Yani 'dikkat çekilmek' istenen fenalık ahlaki olarak tamamen çevresinden ayrıştırılıp, çıkıntı bir varlığa dönüştürülerek eleştiriye açık hale gelir. Böylelikle gönül rahatlığıyla kadının kurtuluş hikayesini izleyebiliriz.
Bu zorba mı Nefes'i kurtaracak? Oysa Sen Anlat Karadeniz, eleştirdiğini iddia ettiği şeyi tüm hikayeye 'karizmatik' bir öğeymiş gibi serpiştiriyor. Mustafa Kaleli (Sinan Tuzcu) kadınlara tam olarak mal gibi davranan, 'karıları koyacak yer var mı' gibi cümleler kuran hırboluğuyla övülüyor. Kayınvalide-gelin atışması korkunç yavan geçmesine rağmen sempatik bir unsur gibi sunuluyor. Kurtarıcı olarak ortaya çıkan Tahir, 'delikanlı' kisvesi altında sürekli Nefes'i hırpalayan bir zorbaya dönüşüyor.Nefes mütemadiyen aşağılanıyor, bir erkekle sarılmış fotoğrafı var diye kaltak muamelesi görüyor hatta “Rusya’da daha da özgür olursun artık. Belki birkaç sevgili daha yaparsın” gibi korkunç çirkin laflarla ezilip ezilip gömülmekten kurtulamıyor. Yani esas sorun Vedat'ın parmak kırması değil. Herkesin parmak kırma potansiyeli olması. Herkesin Nefes'in hayatı, bedeni, geçmişi üzerinde hak iddia edebilmesi. Ve bunun çok rahat 'muhafazakar Karadeniz' gibi bir ahlaki zemin üzerine oturtulabilmesi. Sen Anlat Karadeniz, hiçbir türlü şiddetin eleştirisini yapamaz. Onu güzeller, ehlileştirir, uysallaştırır. Sonra korkunç eziyet sahneleriyle 'son 6 senenin en çok izlenen dizisi' olur. Bu eziyetin gönül rahatlığıyla izlenebilir hale gelmesini sorgulamak lazım her şeyden önce. Burada ulvi bir toplumsal eleştiri niyeti yok. Yeni muhafazakar fantazyaların ekmeğini yemeyi çok iyi başarmış bir kurgu var sadece.
(Hürriyet Cumartesi, Şubat 2018)
0 notes
teleseyler · 6 years
Text
Tacizin kodları: Tatlı atarlar ve nazlı kızlar
Hollywood taciz skandallarıyla çalkalanırken o rüzgar bize hiç uğramadı. Halbuki bizim beyazperde ve ekran maceramızda tacizin, tecavüzün, suistimalin mitolojisi derin. Hem kamera önünde, hem kamera arkasında romantikleşen, kabul gören, 'aman bir rezalet çıkmasın' diye gizlenen olayların yansıması her gün prime time'da karşınızda
Tumblr media
Tam altı yıl önce, 'Günah Keçisi' diye bir film vizyona girdi. Başrolde Nuri Alço, 'Tecavüzcü Coşkun' Coşkun Göğen ve Şahin K. var. Filmin tanıtımı 'Üç tecavüzcü bir arada!', 'Efsane geri döndü!' diye yapıldı. Üç tecavüzcünün 'komik' maceralarını izleyeceğimiz 'yılın filmi' garantisiyle. Elbette Günah Keçisi sadece yılın değil, asrın en kötü filmlerinden biriydi. Ama binclerce kötü film arasında bu pek günah da sayılmaz. Asıl sorun 'tecavüzcülerin' efsanevi süper kahramanlar kılığında bir pazarlama unsuruna dönüşmesi ve bunun hiçkimsenin tuhafına gitmemesi. Acaba ne zaman Coşkun ya da Şahin K. 'denizin buz gibi sularından gelmekle' komedi yaratabilecek mitlere dönüştü? Neden bizim sinema tarihimizin ikonlarının büyük bölümü tecavüzcü? Geri kalanı da dayakçı? Şimdi İstanbullu Gelin'de, Emmy ödüllü Kara Sevda'da bile sevgililerine, karılarına tecavüz eden, her türlü tacizi mübah gören yakışıklı yakışıklı jönlerimiz, evrimini tamamlayamamış, arzuları yerin dibine kadar bastırılmış huzursuz atalarının torunu. Bizde tecavüz 'kol kırılır yen içinde kalır' bir vaka-i adiyedir. Hollywood Harvey Weinstein'in taciz/süistimal skandalından sonra 'me too' hikayeleriyle patlamaya devam ediyor. Louis CK, birkaç kadının karşısında istekleri dışında mastürbasyon yaptığı ortaya çıktığı için tüm işlerinden, sözleşmelerinden oldu. Kevin Spacey bitti. Bundan çok önce de Bill Cosby lügattan silinmişti. Bu adamların hepsi ya yanlış anlaşıldıklarını, ya çok pişman olduklarını söyleyen ve çoğunlukla da hayvanlıklarını kabul edip af dileyen basın açıklamaları yayınladılar. Elbette kimse de affettmedi. Hikayeler hikayeleri doğurdu. Kadınlar kadınlara cesaret verdi. Bizde sette taciz vakasının altında isimli cisimli bir tek Mehmet Ali Erbil çıktı. Öyle sıkıcı bir klişe ki, insanın üstünde durası bile gelmiyor. Erbil'in, Türk Malı setinde bir oyuncunun tacizlerine karşılık vermeyince diziden kovulmasını istediği iddia edildi. Diziden kadın oyuncu değil kendisi kovulunca da şok şok şok 'İftira atıyorlar' diye bir açıklama yaptı. Üzerine de kimse konuşmadı. Çünkü biz 'aman tadımız kaçmasın'cılığın piriyiz. 'Aman bir rezalet çıkmasın'lar, 'erkektir yapar'lar, olur böyle şeyler bizden sorulur. Özgecan Aslan'ın korkunç cinayetinin ardından birkaç ünlü kadın çıkıp tacize uğradığını  itiraf etmişti. Beren Saat'in şu satırlarıyla bizim de küçük çapta bir 'me too' dalgamız oldu: "Kıçımı hem de bir kanal gecesinde elleyen sarhoş bir kanal yöneticisiyle tartışmam, sevgilisi olmamayı gururuna yediremeyen partnerler, arkadaşımın evinde tuvalete zorla dalıp dudaklarıma yapışan bir oyuncuyu itişim..." Ama maalesef bizde Beren Saat'in dürüst sesi fazla yankı bulmadı. Hatta zamanında bu tür itirafları kendisi yapmış olan Deniz Akkaya “Bunları açıklamak ne kadar sağlıklı, kime ne yararı var?" diye eleştirmeyi tercih etti. Halbuki Binbir Gece dizisiyle 2006'da başlayan 'ahlaksız teklif' mavrasında Lerzan Mutlu ve İpek Tuzcuoğlu ile kendisine birlikte olmak için para teklif eden adamı ifşa etmişti.
Taciz değil motivasyon Tabii belleğimizin kalıplarını her geçen gün biraz daha saran örümcek ağlarının tutsaklığından kurtarmamız çok zor oluyor. Dolayısıyla ancak Nurgül Yeşilçay gibi kadınlar arada çıkıp Erkan Petekkaya gibilerin mobbing'ini, tacizini dillendirebiliyor. Petekkaya'nın da cevabı hatırlarsınız, 'O Beyonce mi taciz edeyim?!' olmuştu. Böyle başa böyle tarak. Tüm hikayemizi aslında Kadir İnanır'ın 17 yıl önce Buket Saygı'ya attığı 'motivasyon' mesajlarından okumak mümkün. Kadir baba asla taciz etmedi, motive etti, ona kadirizmi öğretmek istedi. Bu kadar basit. Taciz etmedi, onun da gönlü vardı. Taciz etmedi, nasıl olsa bir gün onun olacaktı. Taciz etmedi, kız naz yapıyordu. Bütün bir Türk dizisi antolojisini önümüze koyalım;  'taciz değil'cilik yapmayan yoktur. Tecavüzün Coşkun ve Nuri Alço gibi 'tecavüz starları' yaratacak raddede fetişe dönüştüğü Yeşilçam tarihimizi bir kenara bırakalım. Bugün izlediğimiz hemen hemen her dizide über romantik taciz vakalarına maruz kalıyoruz. Üstelik süistimal, artık kılıksız, görgüsüz, kültürsüz, it kopuktan değil, güç piramidinin en üstündeki adamlardan geliyor. Kara Sevda'nın efsanevi kötüsü Emir Kozcuoğlu, aşkına karşılık görmediği karısı Nihan'a sonunda saldırmaya karar veriyor. İstanbullu Gelin'de Fikret aynı şekilde, düğün sonrası hemen 'karı-koca olamadılar' diye birkaç hafta sonra kudurup yeni gelin İpek'e tecavüz ediyor. Kırgın Çiçekler'de yaklaşık 100 bölümde Kemal Eylül'ü en tiksinti verici şekillerde taciz ediyor. Anne'de Cengiz'in küçücük bir kız çocuğuna yaptığı gibi, kocalar karılarına, üvey babalar kızlarına, amcalar yeğenlerine sarkıyor. Hatta neredeyse tüm aşk ilişkileri 'nefretle' başlıyor. Nefret de, elbette kendisini sıkıştırıp duran adamdan kuırtulma dürtüsü. Cesur ve Sühan gibi sözde uygar, elit, high fashion çiftler bile 'Bir gün benim olacaksın'la pastoral aşklarına yelken açıyor. Aşk Laftan Anlamaz'ın Kerem'i İpek'i bezdirene kadar 'stalk' ediyor. 'Senin alın yazın benim!' arabeskliği bir romantik komedi tatlılığına dönüşüyor. İpek'in 'hayır'ları, 'tatlı atar' oluveriyor. Bu tatlı atarlar ve nazlı kızlar eninde sonunda tacizcilerinin kollarında bitiyorlar. Eğer çok 'erkek fatma'larsa bu maço adamların aşkıyla ideal kadına dönüşüyorlar. Daha önce başına buyrukluk, özgürlük, iş, kariyer, hatta eğlence gibi saçmasapan fikirleri varsa hemen bu yarımakıllılıktan kurtulup doğru yolu buluyorlar. Sıla kendine tecavüz eden Boran'a, Şehrazat para teklif eden Onur'a, İpek Kerem'e aşık oluyor. Hayat Devam Ediyor'da tecavüze uğrayan Zeliha'yı oyanayan Sera Tokdemir bile inanmış, şöyle diyor: "Deniz'in Zeliha'ya olan karşılıksız aşkı, küçük küçük ama artan bir hırsla büyüdükçe, Zeliha’nın yıllardır, sadece ve hep, âşık olduğu Berat’ı büyük bir aşkla sevmeye devam etmesi, Deniz’in bıçak gibi hırsının bilenmesine neden oluyordu. Bütün bunların sonucunda, sezon final sahnelerimizden biri olan tecavüz sahnesi çekildi.” Bütün hırboluklar aşkın aşırı derinliğinden, elde değil. Bıçak gibi bilediniz adamların hırsını ve kaçınılmaz olarak tecavüz! Genellikle bu saldırgan jönler olayın hemen ardından kadın karakterimiz tiksintiyle kendini duşta keselerken, hınçla duvar yumruklar, kırar döker ya da Boran gibi ayıya dönüşüp kendini ağaçlara sürtmeye filan başlar. Aşk, pişmanlık, yakışıklı çocukların gözyaşları hepimizin IQ'sunu bir anda 5'e düşürüp, "Ah yazık be" deyivermemize sebep olur.
Çare kamu spotu çekmek değil Zaten dizilerde habire kadınlara saldırılması azıcık bir tartışma konusu olduğunda, yapımcılar bunun 'Gerçek hayatta yaşanan acılara dikkat çekmek", "töre ya da kadına şiddet gerçeği gibi kanayan yaralara parmak basmak" gibi ulvi emellerle çektiklerini söylerler. Ne yazık ki, kanayan yaraları parmaklakmak için en berbat yolu seçiyorlar. Tacizin, tecavüzün, suistimalin skandal ölçülerde normalleşmesi, hatta romantikleşmesinin önüne geçmenin yolu bir zamanlar Yüksel Aytuğ'un önerdiği gibi uzman psikologlar veya pedagogların rehberliğinde hazırlanması, çocukların ruhsal ve fiziksel gelişimini olumsuz yönde etkilemeyecek çoluk çocuk ailece bir arada izlenebilir, "tıpkı Çocuklar Duymasın" gibi diziler çekmek değil. Onun adı kamu spotu ve Birol Güven yıllar içinde bunlardan epeyce yaptı. Diziler, filmler gerçek hayatı birebir yansıtmak zorunda değildir. Tecavüzcüsüne aşık olan bir kadının hikayesi çekilirken kadının 'uzmanlardan yardım aldığını', bir psikoloğa gittiğini filan hikayeye ekleyerek sosyal sorumluluk yükünden kurtulunmaz. Bunun bu kadar genel geçer, alelade bir mevzuya dönüşmesinde karakteri çevreleyen her unsurun etkisi var. Saldırganı romantikleştiren, hatta ikonikleştiren duygu inşası, suçu normalleştiren yan karakterler "Evlilikte olur böyle şeyler, fazla naz aşık usandırır, kuyruk salllamasaydın" diyenler. Seyirciyi tam da bu kampın yanına çeken olay örgüsünü kurgulamak ve başroldeki kadını çaresizleştirmek. Onu teslimiyete zorlamak. Yaşadığı travmayı değil, gerçeküstü bir aşkı 'nefretten doğan sevda' mitiyle yüceltmek. Ve hiçbir hayvanlığın asla cezasını bulmaması. Tüm bunlar, 'gerçek hayatta böyle hikayeler hep var' diye savunulmaz. O kurgu dünyalarda Kıvanç Tatlıtuğlar, Mehmet Akif Alakurtlar, Erkan Petekkayalar da yaptığı için gerçek hayatta meşruiyet buluyor çünkü. Rol modelleri sessiz kalmayı kutsadığı için genç kızların sesi kesiliyor. O yüzden bin yıldır 'başrole giden yol yapımcının yatağından geçer' diye keh keh konuşulan sektörde kimsenin gıkı çıkmıyor. Bu temcit pilavı böyle tatsızca dönüp durdukça hep kol kırılıp yen içinde kalıyor.
(Episode Dergi, Aralik 2017)
0 notes
teleseyler · 7 years
Text
Ekranda tuhafın ölümü
Televizyonda 'tuhaf'ın cenazesini Leyla ile Mecnun'un finaliyle kaldırdık. Ve şimdi içimizde neden olduğunu anlamadığımız büyük bir boşlukla yaşıyoruz.
Tumblr media
Tuhaflık, komiklik gibi elzem olmasa da gittiğinde arkasında gıpgri bir sıkıntı bırakır. Neşesizlik nasıl can sıkıcıysa, tuhafın yerini işgal eden ciddiyet, efendilik, ağır abilik, otoriterlik, korkaklık, sıradanlık da öyle. Tam da batıda televizyon dünyası 'Weird TV'nin kopuş çağını yaşarken, biz çılgınca koptuğumuz birkaç onyılın ardından, yaramazlık yapmışız gibi cezalandırıldığımız duvar gibi ekrana mahkumuz. Türkiye televizyon tarihinin belki de en süper absürt komedilerinden Tatlı Kaçıklar'ın (1996) yıldızı Mehmet Ali Erbil, absürtün, uygunsuzun, yırtık dondan çıkış, damdan düşüş, çam devirişin altın prensiyken, şimdi Türk Malı diye izlerken utandıran bir dizide kart zamparaya indirgendi. Yani taşkınlıklarıyla, aklını kaçırmanın müthiş eğlenceli bir şey olduğuna inandığımız, bir yandan da müstehcen, seksist, düpedüz hırt esprilerine kızarken kendimizi ondan daha ahlaklı hissedip rahatladığımız Mali şimdi çok sıradan, genç 'Ukraynalıların' peşinde geçkin bir sosyete. Rol arkadaşı Hasibe Eren, televizyonun en capcanlı kadın karaklterlerinden 'postmodern ev kızı' Sıdıka'yı ölümsüzleştiren kadın. Şimdi Bakiye diye yanlış Türkçe kullanan rüküş bir dadıyı oynuyor.
Sadece ekranda değil, tüm ömrümüzde, bilinçaltımızda, çocukluk anılarımızda, pop algımızda, küçük dünyamızda ennn haşmetli yeri kaplayan tuhafların divası Bülent Ersoy ve yüce queer'liği şimdi bir karikatür. Dünya Güzellerim adlı reality programında kendisinden görece düşük dozda diva Banu Alkan ve Safiye Soyman'la dünyayı geziyor. Bu üçlü de bir zamanlar Nur Yerlitaş, rahmetli Oya Aydoğan, Bülent Ersoy üçlüsünün Bodrum'da bir gölgeye uzun ve pırıltılı pareolarıyla yerleşip gıybet yapması kadar enteresan ancak. Banu Alkan bir zamanlar her hücresinden isyan eder gibi fışkıran seks absürditesini kokonalığa indirgeyerek otrişle göbeğini saklamaya çalışıyor. Onun yabani kedi gibi hırçın, jarseden mamul bir seks ikonu olduğunu hatırlatacak çok az şey kaldı. Ve bunun Alkan'ın yaşıyla hiçbir ilgisi yok. Müjde Ar yaşsız bir erotik ikon mesela. Şimdi çıkıp 'bacaklarım güzeldir' diye konuşmaya başlasa, soluksuz dinlersiniz. Banu Alkan'ın fönsüz, karışık, hep biraz kirli gibi saçları, terli yanakları, kendine hayarnlıkla bakan hülyalı gözleri, narsistliği, efsanevi parmak ucu yürüyüşü ve aklını kaçırmışçasına takıntılı bir biçimde cilveli, flörtöz, 'aşka aç' hali bir dönem 'Neremi Neremi?' ezgisiyle başımıza taç olmuştu. Hepimiz Alkan'ın 'Bebeğimmm'lerinde hayatımızda bir türlü varolmayan müstehcen ve çok tatlı bir tuhaflığı buluyorduk. Fakat, bu kuru iklim onu da diğer 'yaşını almış eski star'lar klişe hurdalığında öğüttü. Yanına Bülent Ersoy'un muazzam star persona'sını da katıp Burcu Esmersoy'lu bir konkenci ablalar gezmesine konu etti.
Bir zamanlar Uzaylı Zekiye, Saadettin Teksoy, Ruhsar, Sihirli Safiye ve Çarli gibi acayiplikleri hayatımızın tam ortasına buyur ettiğimiz, hiç garipsemediğimiz, Reha Muhtar'ın ciddi ciddi ana haber bülteni sunduğuna inandığımız bir dönem vardı. Bu 90'lar nostaljisi olduğu için sempatik görünmüyor. Hepimizin fıttırmamak için biraz gömleğin yakasını gevşetmeye, ağır yedikten sonra pantolonun düğmesini açmaya ihtiyacı var. Ciddiyet, dram, kasvet boğazımızı sıktıkça sığınacak her yanı anlamsızlık dolu bir dünya gerek. Yasemin Evcim'in gece jimnastiği adı altında tangalı poposunu izlemek çok saçma olsa da, 'geleneksel Türk aile yapısı' prangasına rağmen böyle bir saçmalığın varolabilmesi aslolan. Tuhaf TV'nin insanı hipnotize eden bir cazibesi var. Kendini bir acayiplik girdabında büyüten, izleyeni içine girdikçe derine çeken. Önce bu ne manasız bir şey diye başlayıp, değersiz iç meselelerinde kaybolduğunuz BBG yarışmacıları, Mustafa Topaloğlu'nun tesbih taşıyan bir uzaylı gibi giyindiği Uzay Show'u gibi garip şeyleri izlemenin tarifsiz, suçlu bir hazzı var. Oysa şimdi kendimizi keyifle suçlu hissedebileceğimiz en absürt şey Kısmetse Olur evi, İşte Benim Stilim'de Bahar Candan'ın 'Babamın fabrikası yok' diye kafasında dev bir dondurma külahıyla ağlayışı, Ahmet Çakar'ın Haydar Dümen kılığında Sneijder'i yorumlayışı filan. Gerisi dizilerde habire kollarından sürüklenerek zorla ehlileştirilen zavallı kadınların melodramı. Kara kara adamların kirli sakallarını sürte sürte saç koklamaktan ileriye gidemediği sevgi gösterileriyle dolu asık suratlı yüzlerce hikaye. Sanki zamanın bir yerinde hapsolmuş gibi sürüp giden bir dram pornosu. Oysa yalnızca Ben Bilmem Eşim Bilir gibi evcil bayram eğlencelerine değil, Yıldo'lara, Mehmet Ali Erbil'lere, Sevda Demirel tokadına, Çılgın Bediş'e, seks hayatından mutsuz tüm kadınlar adına Feriştah'lara ihtiyacımız var. Kadınların bir takım adamlara yemek pişirip evlenme kumpası kurduğunu izlemek yerine Uzaylı Zekiye’yi bin kere daha izlesek daha sağlıklı insanlar oluruz.
------
3 notes · View notes
teleseyler · 7 years
Text
İç karartma operasyonu
Ekranın yeni trendi hiper mutsuzluk. Yoksulluk, sefalet, bitmeyen çilenin en uçta yaşandığı ölümüne asık suratlı dizilerin en dip noktası Kanatsız Kuşlar
ATV'nin cıvıl cıvıl yaz mevsiminde bize reva gördüğü Kanatsız Kuşlar, son zamanlarda iyice belirginleşen acıklı bir ekran modasının son örneği. Orta sınıfın kaybolduğu, zenginin iyice şatafatlı zengin, yoksulun açlık sınırı altında yoksul olduğu, çaresizliğin insanın ruhunu ezdiği diziler kimi mutlu ediyor? Bu diziler sosyal hayatımızdaki hangi kırılma sonucu kendine böyle iddialı bir yer edinebildi? Bu hikayeleri yazanların, pazardan artık toplayanlarla, altın varaklılar arasındaki kopuşu anlatmaya böyle heves etmeleri neden? Kanatsız Kuşlar bu soruların hepsini hak ediyor. İnsanın izlerken bu asık suratlılık fetişizmine, baskıcılığın pohpohlandığı kaba saba öykülere isyan edesi geliyor. Bu tip dizilerin kendi aralarında kararlaştırılmışçasına mutabık kaldığı bir şablon var. Kanatsız Kuşlar'ın da harfiyen uyduğu iç karartma operasyonunun üç prensibi var.
Tumblr media
1. Yoksulluk Dizi yoksulları eskisi gibi 'azıcık aşım kaygısız başım' esnafı değil. Kanatsız Kuşlar'ın acılı annesi Nefise pazarda artık toplayarak dört çocuğunu besliyor. Kızı Cemre 'Et istiyorum et!' diye isyan ediyor. Ev sahibi kapı dışarı ediyor, patron kovuyor, çocuklar çalışmak için okullarından oluyor. Bu artık sınıf farkının değil, açlık sınırında hayatta kalmaya çalışmanın hikayesi.
2. Muhafazakarlık Yeni dizi etiğinin bir numaralı kuralı, erkek baskısını koşulsuz kabul etmek. Hep varolagelmiş hayatın doğal akışının bir parçası olduğunu vurgulamak. Nefise oğlundan bile kıytırık bir oto tamirciye geldi diye 'Kadın başına ne işin var' fırçası yiyor. İlk düğmesi azıcık açık elbiseye 'Fazla açık değil mi diye' boyun büküyor. Zeynep'le Ahmet minibüste 'Burası manitayla öpüşme yeri değil' diye dayak yiyor. Ezil, ezil bitmiyor.
3. Teslimiyet Yoksulluk, açlık, veresiye defteri, çikolata, kremli şampuan, sucuk filan bunlara sahip olmanın dizi dünyasında bir tek yolu var: Zengini kafeslemek! Ya da Nefise gibi ultra namuslu hanımların ve ahlaklı kızlarının hayatında 'kimseye muhtaç olmam' diye diye zenginlerin kanatlarının altına sığınmak. Sanki kader hep o tarafa ağlarını örüyor, hep bir holding patronuyla çarpışılıyor, hep lüks otomobillerinin önüne beyaz bakkal poşetleriyle Nefise'ler atlıyor. Hep yalnız/dul/fakir/terkedilmiş anneler, kadınlar, kızlar güçlü bir erkeğe teslim olup huzur buluyor.
Ve bu mutsuzluk üçgeni her geçen gün daha da kararan TV dramlarında yeniden, yeniden, içimizdeki son hayat zerresi de sönene kadar tekrarlanacağa benziyor.
"Tam sevdiğim ruh halleri bunlar, yaz neşesine katiyen katlanamam" diyorsanız Kanatsız Kuşlar perşembe akşamları 20.00'de ATV'de.
(Hürriyet Cumartesi, 1.7.2017)
1 note · View note
teleseyler · 7 years
Text
Türkiye böyle gıybet görmedi
Gazino sahneleri, Yeşilçam kulisleri, pavyon hikayeleri, düşme, dibe çakılma, kıskançlık, skandal ve fiyaskolarla dolu iştah kabartan tüm şöhret hikayeleri iki saatlik absürt bir TV segmentinin içine sığmış. Dünya Güzellerim Türkiye'nin popüler kültür tarihinin kirli çamaşır sepeti, içi unutulmuş hazinelerle dolu hurdalığı gibi. Üç 'diva' (mesleki değil ruhen) dünyayı geziyor fikrinden yola çıkıp bambaşka bir yere gelen, belki de televizyon tarihimizin en absürt eğlencesini vaad eden bir program. Bülent Ersoy, Banu Alkan ve Safiye Soyman (emniyet sübabı olarak Burcu Esmersoy) belli ki dev egolarını çarpıştıra çarpıştıra birbirlerini yesinler diye buluşturulmuş. Gezdikleri yerlerin pek de önemi yok. Hindistan gibi fiziksel olarak zorlayıcı yerlerin seçilmesi 'ay çok pis kokuyor', 'pöff çok sıcak bayılıyorum', 'her yerde inek', 'bu ne biçim sefalet' gibi prenseslikleri ortaya çıkarmaya yarıyor sadece. Esas mesele, yılların fitne fesat, hazımsızlık, gıcıklık dolu hikayelerinin incir çekirdeğini doldurmayan meselelerde dışarı çıkması. Banu Alkan'ın şaibe yaratan mide bozmalı, bayılmalı, terlemeli ve ishal detaylarıyla dolu hastalığının 'Sen zaten Oya Aydoğan'la girdiğin yarışmada kaybettin kuyruk acın var!' gibi yerlere gelebilmesini izlemenin tadı muazzam.
Tumblr media
Rahat bırakın Banu'yu Öte yandan Banu Alkan'ın pespembe naylon dantelden örülü hayal dünyasında dolaşmanın da kafa açan bir tarafı var. Bülent Ersoy'un tam bir kabadayı gibi 'Psikopatsın, kat kat yağ kaplasın, Hollywood'da ne yaptın?!' gibi saldırılarını başka alemlerde takılı bir nağmeyle 'Türkiye'nin en büyük starıyım bebeğim'leriyle karşılaması insanın içinde tarifsiz bir huzur yaratıyor. Lokmalarını sayan, kaç karides yediğini hesaplayan gıybet duo Bülent ve Safiye ataklarına 'Diyet yaparsam hücrelerim erir' diye cevap vermesine, 'Sen komplekslisin sürekli göbeğini örtmeye çalışıyorsun'a '3-4 kilo fazlam var, onu da yakıştırıyorum' demesine bayılmamak mümkün değil. İnsanın içinden rahat bırakın Banu'yu da göbeğini de! diye isyan edesi gelirken, tam da ilahi adaletmişçesine Bülent Ersoy'u yılan sokuyor. 'Bu bitiklerle burlara geldim bende kabahat!' diye söylenirken, fıstık yeşili ve yaldızlı bir Bülent Ersoy dramı.
(24.06.2017 Hürriyet Cumartesi)
0 notes
teleseyler · 7 years
Text
Özgürlükten teslimiyete: Konak dizilerinin zavallı kadınları
İstanbullu Gelin ve Yeni Gelin feodalitenin en gaddar yönlerini 'gelenek' klişesine sığınarak, saygı duyulası bir şey gibi önümüze koydu. Erkek dünyasının baskısı altında ezilen kadınlar, hiç olmadığı kadar ezik, hiç olmadığı kadar halinden memnun
Tumblr media
Asmalı Konak'ın efsanevi Seymen-Bahar aşkı, Bahar'ın "Ben evimi özledim ama evim neresi bilmiyorum" sözüyle başlıyordu. Bahar New York'ta okumuş, kırmızı bereli tatlı bir ressamken, kök salmadan, kelebek gibi özgürdü. Asmalı Konak onun Seymen'le birlikte taşra sıkıntısı içine, feodalitenin etrafına ördüğü duvarların arasına sıkışmasını anlattı. Düğününde kocasının elini öpmek, despot analara, kasaba fesatlığına ve erkeklerin hayatta bir kırıntı bile bırakmadan bölgesini işaretlediği bu zalim krallığa alışamadı. Ağaca çıktı, sevişti, kaçtı, içine kapandı, isyan etti, karşı çıktı, sonunda kanser oldu. Hastalığına çareyi de yine Amerika'da aradılar. 2002'de ilk bölümü yayınlandığında fırtınalar koparan Asmalı Konak bir özgürlük hikayesiydi. Törenin, geleneğin, baskıcı hurafelerin zincirini kırmaya çalışan ama her seferinde aşkla yenilen bir kadının gözünden izledik o konağı. 15 yıl sonra İstanbullu Gelin ve Yeni Gelin gibi 'feodal dizi' geleneğinin takipçilerinde artık teslimiyetin hikayesini izliyoruz. Erkekler hala kadr-i mutlak, analar hala despot, çalışanlar kul, kadınlarsa hiç olmadıkları kadar çaresiz. Üstelik artık bu düzene gönüllü teslimler. Geçen ay başlayan İstanbullu Gelin'de Süreyya (Aslı Enver), İstanbul'un batılı, laik, postmodern hatta hipster dünyasının çocuğuyken yine Özcan Deniz'in canlandırdığı bir 'beyoğlu'na gönlünü kaptırıyor. Fakat bu sefer, 'evim neresi bilmiyorum' diyen Bahar'ın köksüzlüğü, dünyada yerini arama çabası yerine 'senin evin burası' diyen Faruk'un (Özcan Deniz) koşulsuzca kucağına kıvrılıveriyor. Bursalı 'köklü' aile, babanın erken ölümüyle 'ağa' otoritesini kaybetmiş. Fakat bu rolü hızla ve hırsla dolduran anne, demir yumruğuyla bir matriarktan çok, her yönüyle erkek bir diktatörü andırıyor. Dört oğlan çocuğun neredeyse iktidarsızlaştığı, hatta ortanca oğlanların dizideki kızların gözünden de mütemadiyen çiftleşme için uygun bulunmayan güçsüz yaratıklar olduğu hissi, tüm kudretin anne ve büyük oğul Faruk arasında bölünmesine sebep oluyor. Dolayısıyla ölümüne bir iktidar çatışması dönüyor aralarında. Çatışmanın tek anlaşma zemini 'aile her şeydir' noktası. Foucault yaşasa da Türk dizilerindeki aile fetişinden falımıza baksa dedirtecek derecede muhafazakar bir kontrol mekanizma bu 'geleneksel aile'.
Tumblr media
Geleneğin içine sızan şeytan Boranların evinde bir adete (bu kahvaltı sofrasında anneden önce çatala dokunmaktan, yanlış kızla evlenmeye giden geniş bir skala) zarar gelse tüm kristal kule başlarına yıkılacak gibi bir endişe hakim. Anne Esma (aile içinde Esma Sultan), varlığının son zerresine kadar kontrol manyağı, klinik seviyede paranoyak. Konağın çalışanlarından kahin Asiye'ye sürekli fal baktırıp kapısındaki düşmanları, yılanları kollaması bir yana, bir Dario Argento filmini andıran kabus sahnesinde bu yılanın yatağının içine kadar girdiğini görüp karabasanlar içinde kıvranıyor. Esma'nın gözünden yaşadığımız bu irkilti, geleneğin içine sızacak kutsal şeytan modernitenin korkusu. Süreyya'nın kemanıyla, bohem kolyeleriyle, kocasının çekiştirdiği dekoltesi ve dağınık saçlarıyla konağa sokacağı şey zamanın ruhu. Bir anakronik Türk ailesi için daha kabus ne olabilir! Geleneğe kast eden İstanbullu gelin, bedel ödüyor tabii. Esma, Süreyya'ya ilk günden psikolojik işkenceye ve eziyete başlıyor. Yemek masası etiketini tamamen onu ezmek için kullanıyor, çalışanları casus gibi başına dikiyor, hamamda kendini yıkatıyor, yemek tepsilerini kafasına çalıyor, tehdit, hakaret, aşağılamanın hiçbir türünden geri durmuyor. Diğer yandan da Faruk'a aşık, konağın katı düzenine gönüllüce dahil olmaya pek meraklı 'ideal gelin adayı' İpek'i ortalığı içerden karıştırması için aileye dahil ediyor. İpek 'konağın hanımı' olmaya öyle hevesli ki, hangi adamla evleneceğinin bile önemi yok. Zaten kadınların istedikleri erkeği seçmek, sevdikleriyle evlenmek gibi lüksleri yok. Kurbanlık gibi seçiliyor, güdülüyorlar. İpek de vasıfsız ortanca Fikret'e razı oluyor. Bundan sonraki bölümlerde onun da tek amacı modern tehdit Süreyya'nın burnundan getirmek. Bu sırada Süreyya'nın olaylarla isyan etmesi, bu ne saçmalık demesi, koskoca yaşlı bir kadını köpürdete köpürdete yıkamaktan hiç değilse irklilmesi beklenir. Oysa o, sevdiği adam için, 'artık yuvası' olduğu buyrulan ev için yavru ceylan gibi boynunu büküyor. Dekoltesini 'üşümez misin bununla' diye cık cıklayan, fazla içti diye beş karış surat yapan, kıskançlık krizleriyle ortalığı ayağa kaldıran, "annemin suyuna git" demekten başka acımasızlığa hiçbir dahli olmayan bu adamın hükmüne boyun eğiyor. Böylece feodal rüyalar yeniden canlandırılıp, muhafazakar bir peri masalına dönüştürülüyor. Sözde modern, kentli, gelenekçi klişeleri kırmış görünen Faruk, kural yıkmak şöyle dursun, bu metropol erkeği görünümüyle baskıcılığın kent yaşamına taşınmasına hizmet ediyor. Süreyya ise yeniden dönüşen, özgürleşmek yerine bastırılan şehirli kadınların boyun eğiş hikayesini aşk kılıfında önümüze sürüyor.
Konakta bir uzaylı: Bella Aynı sıralarda başlayan Yeni Gelin ise, rakibinden çok daha çiğ ve zevksiz bir şekilde yapıyor aynısını. Bu kez Adana'da bir Türkmen aşiretinin konağındayız. Gelinimiz İstanbul bile değil, liberal Batı'nı kalbinden İspanyol Bella (Jessica May). Süreyya Boranların konağına yabancıysa, Bella kalendar Ağa'nın konağında bir uzaylı. Üstelik erkek zulmünün uzantısı kadın gaddarlığı burada had safhada. Dizi, Bella'ya yapılan eziyeti komedi üslubuyla şirin göstermeye çalışsa da, geleneklerin kamçıya dönüştüğü bir acıklı doğu fantezisi örmekten öteye gidemiyor. Süreyya en azından aileyle sofraya oturabiliyordu, Bella ise sofraya bile alınmıyor. Kayınpederinin ayaklarını yıkamakla, evin en pis işlerine koşmak arasında ayakta uyuklayarak kocasını bekliyor. Kocacığına hiç şikayet etmemesinde, onun gönlü hoş olsun diye çırpınışında takdir edilesi bir şey bulmamız öngörülüyor. Fakat en fazla son zamanların kocişkolata kızlarının tosta sardığı kurdele kadar sempatik olabilir bu durum. Tolga Mendi'nin canlandırdığı Hazar'ın karısına yapabileceği şirinlik de anca bulaşık makinesi almak olur, en azında elleri pamuk pamuk kalır yeni gelinin! Yeni Gelin de klasik ağa dizisi formüllerinin hepsini teker teker uyguluyor. Entrikacı mutfak ekibi, despot hanım anne, düzeni yalnızca cinsel yollarla tehdit edebilecek bir femme fatale eski sevgili, göstermelik isyanlarıyla saftirik şehir kızı ve erkeklerin silah kuşandığı iktidar kavgaları. Üstüne bir de zamanın ruhuna uygun yobaz bir imam karakteri var. Dört kadınla evlenmeyi savunup, "müslüman olmayana imam nikahı kıymam" gibi laflarıyla dizinin sosyokültürel tonunu belirliyor. Her iki dizi de bugünden en az 200 yıl geride. Üstelik bu ilkellik arzusunu hayran olunacak, saygı duyulacak bir şeye dönüştürme çabasında. Doğu'ya ait önyargılı fantezileri aşk meşk kalıbında şöyle bir sallayıp önümüze koyuyorlar. Modern çehreleri feodalitenin hayaletini kent hayatının üstüne salıyor. Diziler hayatta ne varsa onun aynası olduğu gibi, kültürel yaşamın dönüştürülmesi için de değerli bir araç. Asmalı Konak'tan bu yana ekranın en popüler konularından biri olagelen ağa/konak dizileri son iki örneğiyle dibi görüyor. Geleneğin baskı mekanizmasına dönüşmesini kabullenmekten öte alkışlıyor ve tüm prenses kızları erkeklerinin ayaklarına kapanmaya, gaddar kayınvalidelerinin elini öpmeye teşvik ediyor.
(Episode Dergi sayı: 3, 2017)
0 notes