Tumgik
#evet onların suçu
bozusuruz · 3 months
Text
Uğur getiriyor diye giydiğim fenerbahçeli çoraplarım bana gerçekten o kadar uğursuzluk getiriyor ki hepsini çöpe atıcam ya gerçekten daha uğursuz bir şey yok takımı tutmayı bırakıcam sinirimden
5 notes · View notes
askbaskakasimda · 1 year
Text
Bir tanıdığımızda veya akrabamızda yatıya kalırken sabaha kadar asla uyumazdım uyuyamazdım çünkü içimde hep bir korku olurdu. Onlar senin gibi pisliğin teki değildi evet ama sen bende öyle bir korku bıraktın ki ben herkesten şüphe etmeye başladım herkesten korkmaya başladım. Yok ya bu adam iyidir korkmana gerek yok derdim sürekli kendime o küçük yaşımda ama yinede uyku tutmazdı beni. Sonra düşüncelerimle kötü anılarımla baş başa kalırdım, yine kendimi yiyip bitirirdim. Defalarca ağladığım gibi yine ağlardım her gece yada battaniyeyi kafama kadar çekip kendimi saklardım. Sonra ne olurdu biliyor musun? Ben kimsede kalmak istemediğim için halam bana derdi ki; Sen artık büyüdün. Neden böyle yapıyorsun ki? Kocaman kız oldun yakışıyor mu sana? Bak onlarda üzülüyor suçu kendilerinde arıyorlar. Evet onların bir suçu yoktu ama benimde bir suçum yoktu. Ben onlara suçlunun kim olduğunu asla söyleyemedim. Ben hep korktum. Senin yüzünden iyi olan bütün herkesten korktum. Şimdi karşıma çıkmaya yüzün olabilir ama ahirette karşıma çıkmaya yüzün olmayacak.
18 notes · View notes
bira-kopugu · 1 year
Text
30.04.2022 06:20
bu hep böyle oldu diye böyle olmak zorunda değil. korkuyoruz, en ufak değişimden bile. hamam böceğinden ne farkımız var? düşüncelerimi yakalayamıyorum. değişmeyen tek şey; klişe olarak değişimin kendisi mi yoksa değişemeyen kalıplaşmış şeyler mi? saçmalama, sence bu kadar basit olabilir mi? daha derine daha derine, bir daha, bir kere daha. bazı geceler nefesim kesiliyor ve de o anlarda en derin dalgaların üzerinde usulca süzülen bir yaprak gibi hissediyorum kendimi. tırnaklarımla kazıdım ulan tırnaklarımla! şimdi karşıma geçip de hangi hakla hor görebiliyorsunuz beni? üzerimdeki tonlarca ağırlığın ne kadarını omuzlarınızda hissettiniz, peki ya kaç kere her adımının sonrasını düşünürken kaosun içinde oradan oraya salınarak var olmaya çalışan bir karahindiba gibi düşünerek kendinizi sakinleştirmeye çalıştınız? ezilmek isterken ezilemeyen atlas gibi, ya da bir kayanın üzerinde her adımı matematiksel ve neden-sonuç olarak şekillenebilecek bütün yollarıyla ele alan le penseur gibi. gülüyorum bilmiyorsun, kusuyorum bilmiyorsun. şeytanı korkuttuğumu biliyorum. rüzgarda en güzel salınan da benim, un ufak olmak istedikçe her geçen gün devleşen de. insan olmanın, varlığının çok ötesine geçtiğimi farkediyorum artık. daha büyük şeyler olmalı, bir şeyler değişirken ya tam yıkıcı olmalı ya da kapsayıcı bir şekilde yapıcı. tarihi bir düşünsene. bütün insanlık tarihini ve de o yüce, muhteşem insanları ve tarihe yön veren düşüncelerini, buluşlarını. düşündün mü? peki anladın mı? düşüncelerini ya da muhteşemliklerini değil. ne kadar çok olduklarını! o yüzden her şeyin seni içine çekerken bilerek seni yalnızlaştırmaya ve dizginlemeye çalıştığını fark etmelisin. bileklerim kırılana kadar duvarları yumruklamak istiyorum, prometheus gibi cezalandırılıp her sabaha kahkaha ile uyanmak ve de kargamı her gelişinde büyük bir tebessümle selamlamak. şuan! bak tam olarak şuan! evet evet tam olarak şuan! lütfen şuanın varlığının farkına varamadığını ve de bunun seni çıldırtmıyor oluşundan bahsetme bana. çünkü sadece şuana sahibiz. güzel tezatlık: sahip olduğumuz tek şeyin bizi çıldırtacak ya da çıldırtamayacak olması. güzel. hayat sana hiç bir şey vermeyecek ki başkalarının hayalini yaşadığının bile farkında olmadan her zaman başka hayallerin olacak. olacak ki meşgul olasın, olacak ki düşünemeyesin. o yüzden aramayı bırak. sadece kendi öz benliğini ve kendini tanımaya çalış. kendinle konuş, kendinle çeliş, en çok kendinle kavga et, en çok kendine kız. bunu becerebilen o kadar az insan var ki bunu bir nimet olarak gör. sokaklarda geçirilen çocukluklar. para denilen kağıt parçaları peşinde koşarken hayatını (zamanını) satan gençler. sürekli herkesin bir şeyleri nasıl yapman gerektiğini söylemesi ve de onu söyleyen insanların aslında hep senin gibi olmak istediklerini farkettiğin zaman; kendinden ödün vermenin acısını yine kendinden çıkarmaya çalışıp da çıkaramayarak geçen en güzel yıllar. gençliğimiz imrenmek olmuş. oysa bilmiyoruz bilmiyoruz bilmiyoruz bilmiyoruz bilmiyoruz bilmiyoruz bilmiyoruz. belki de sinirimiz alenen olan şeye karşı bilmiyormuşuz gibi davranmaktandır? çocukluğumuzu çaldılar, en güzel yıllarımızı çaldılar, tırnaklarımızla bir yerlere gelirken bütün parmaklarımızın kırıldığını umursamadılar ve de umursamadıkları gibi onların suçu değilmiş gibi bizi ötekileştirdiler. zaten onların umursamasını beklemiyorduk zira o sapağı geçeli çok olmuştu fakat umursayamayışımızı serseriliğimizden sandılar oysa sadece var olmaya, yolumuzu bulmaya çalışıyorduk. şimdi ise her gece sinirle karışık, kırık parmaklarımızla kendimize zarar verirken gülerek buluyoruz kendimizi. ve de onlar! onlar biz gülüyoruz diye bize kızıyorlar. bile bile yanlış yapmak istemenin, bile bile duvara karşı son sürat arabayı sürmenin ve de tüm bunlar olurken yüzümüzdeki gülümsemenin ne demek olduğunu anlayamayacaklar! ama gün geldiğinde tek seferlik de olsa bütün bilekler, bütün parmaklar, bütün düşünceler ve galaksiler onların üzerinde un ufak olacak. yarattığınız yaratık gün geldiğinde sizin de kapınızı çalacak. bu belki ben ya da herhangi biri olmayacak ama elbet o kapı bir gün çalınacak; teker teker, tırnaklarımızla bir yerlere gelmeye çalışırken kırılan parmaklarımızla. evet parmaklarımızla, her birimizin.
8 notes · View notes
etaali · 2 years
Text
EN AZINDAN DÜNYADA ÖZGÜR OLUN!
İmam Hüseyin (a.s), Aşura günü o son anlarında ok, mızrak ve topuz darbeleriyle yere yığılmışken, Kufelilerin çığlıklar atarak çadırlara doğru hücum ettiğini görünce zor da olsa kendisini toparlayıp ayağa kalktı ve var gücüyle onlara seslendi:
- Ey Şimr, ey Kufeliler! Durun hele, size bir şey söyleyeceğim!
Onca gürültü arasında sesi zor duyuluyordu. Şimr, biraz daha yaklaşarak "Ne diyorsun ey Hüseyin?" diye sordu. İmam (a.s) kan revan bir halde Şimr'e dönerek "Ey Ebu Süfyan soyunun izinden gidenler! Bu yaptığınız mertliğe sığar mı? Peygamber evladını öldürecek kadar dininiz yoksa ve ahiretten de korkmuyorsanız, en azından kendi dünyanızda özgür insanlar olun!" dedi.
Şimr, İmam'ın bu s��zünü anlayamamıştı. "Ne demek istiyorsun ey Hüseyin? Açıkla!" dedi.
İmam (a.s): Siz benimle savaşıyorsunuz, ben de sizinle savaşıyorum. Bu savaş, bizim aramızda bir savaş. Kadınların ve çocukların hiçbir suçu yok. O halde ben hayatta olduğum sürece mert olun da çadırlara saldırmayın, dedi.
Şimr, İmam'ın bu teklifini kabul edip askerleri geri çağırdı, sonra da yaralı ve bitkin İmam'ın ensesine çökerek o tarihî cinayetini işledi...
* * *
İmam (a.s) "dünyada özgürlüğü" o son saniyelerinde böyle açıklamıştı. Yani "Din/yasa gibi bir endişeniz yoksa, en azından istisnasız olarak herkesin fıtratına yerleştirilmiş o mertliği esas alın da başkalarının emri ve dayatmasıyla değil, kendi fıtratınızın sesine kulak vererek doğru olan şeyi yapın!" diyordu.
Asıl özgürlük, insan fıtratına yaratılışsal olarak yerleştirilen fıtratın sesine kulak vermektir. O halde nedir bu ses?
-Doğruluk ve hakikat...
Şimdi diyeceksiniz ki herkesin "doğru" anlayışı farklıdır. Evet, insanların fıtratları dışında öğrendikleri şeylerin çoğu "doğruluk ve yanlışlık" dereceleri bakımından görecelidir. Ama fıtratla alakalı hiçbir şey göreceli değildir. İstisnasız olarak bütün insanlar aynı görüşe sahiptirler. Çünkü yaratılışsal olarak bu temel alt yapıyla yaratılmışlardır. Nedir onlar?
Mesela "hırsızlık" herkesin fıtratına göre kötü bir eylemdir. Nitekim hırsız bile kendi malının çalınmasını istemez. Çalanı bulduğunda da onu sorgular.
Adam öldürmek, yalan söylemek, çalmak, israf etmek vs. fıtrata ters davranışlardır ve bu eylemlerin hiçbiri genel manada göreceli değildir. Örneğin günümüz dünyasında hiçbir yasa cinayeti "doğru" bulmaz ve her daim katili cezalandırır. Mahkemede yalan konuşan suçludur. Hırsız suçludur. İsraf kısmen yasak olmasa da ahlaken hiçbir yasa tarafından hoş karşılanmaz. Bu yüzden de televizyonlarda "elektirik, su ve gaz tasarrufu" hakkında bol bol kamu spotları görürsünüz.
İşte, fıtrata aykırı gelen ve yapıldığı takdirde vicdanı rahatsız eden eylemlerden biri de "aile reisinin gözleri önünde onun ailesine saldırılması ve zulmedilmesi" konusudur. İmam, burada onların vicdanlarına ve fıtratlarına seslenerek "Özgür olun!" diye haykırıyor. Çünkü din diye bir dertleri kalmadığını, ne hadis ne de ayetin onlara kâr etmediğini çok iyi biliyordu ve onlara sadece böyle bir çağrı yapılabilirdi: "En azından özgür olun da Yezid'in değil, vicdanınızın sesine kulak verin!"
Şu işe bakın ki öte yandan Yezid ve yandaşları da bir konuda görüşlerini ispat etmek istediklerinde hadis ve ayetlerden yararlanıyor, insanları "din" silahıyla avlıyorlardı.
Dinin ve sünnetin hakimi, vicdanlara; Peygamber minberini gasp eden kişi de ayet ve hadislerle kendi yaptıklarını temize çıkarmak için cahiller topluluğunun kıt aklına sesleniyordu.
Elbette velayet ehli için bu ayet ve hadislerin anlamı belliydi ama temelini Ehlibeyt'ten ve onların teyit ettikleri fakihlerden almayan cahiller topluluğu için Yezid de mübarek, ağzından çıkan Kur'an ayetleri de isabetli ve kutsaldı.
Umuyoruz ki İmam Hüseyin'in bu evrensel çağrısı, 1400 yıl önce etkili olduğu gibi bugün de din derdi olmayan topluluklar üzerinde etkili olur da insanlar "özgür" olmanın hazzına varırlar.
İnsanların öğrettiği göreceli doğru'ya değil, Allah'ın insan yaratırken belleğine yerleştirdiği fıtratın doğru'suna yönelen ve ona aykırı her şeye Hüseyince baş kaldıran özgürler güruhuna selam olsun.
Cahiller topluluğuna gelince; İmam Hüseyin'in (a.s) o son sözleri, hâlâ onlar için yankılanıyor. Şim'in dahi birkaç dakikalığına dikkate aldığı bu çağrıyı acaba kaç kişi dikkate alıyor ve "Ben özgürüm" diyebiliyor?
3 notes · View notes
alasestrellas · 8 months
Text
Evet. Bir hikaye attım ve bana bir söz düşüyor. Issız adam? Sadece filmden ibaret mi? Ah hayır. Issız adamdan kasıt ne peki? Bir film tek çift gözle izlenemediği gibi aynı düşüncelerle izlenip harmanlanamaz. İki kişi ayrılır. Hayatlar uymaz. Bunların hepsi hayatta var olan şeyler. Amaç kim kimi bıraktı, hayatına ayak uyduramadı değil. Kişiyle alakalı yapılan en azından benim yaptığım bir durum. Ne demek istiyorum? Kişi neleri kaldırıp neleri kaldırmayacağını, nereye yürüyüp, nerede koşacağını az çok kestirebilir. En azından o durumda olabilmelidir değilse eğer taşı kaldıramazken koca bir kayayı sırtlamaya çalışmamalıdır. Bu ıssız adamlara örnek verelim biraz daha. Aşkı Memnu-Behlül, Doktorlar-Levent hadi tek bir cinsiyet üzerinden gitmeyelim, Müzeyyen. Behlül: tutkulu ve yasak bir aşkı gizli saklı yaşarken ne kadar da cesur değil mi? Ne kadar da aşık? Peki ya işler büyüdüğünde aşık olduğu kadının elini tutabilecek yeterlilikte miydi? Levent, yine ne büyük aşk! Nikah masasına kadar gelmiş olan bu aşk serüveni 'Ben bu aşka olan inancımı kaybettim Ela.' ile sonlanıyor. Müzeyyen, deli dolu sınır tanımayan bir kadın oldukça rahat bir şekilde yaşıyor dolu dolu bir aşk yaşarken birden ortadan kayboluyor. Geçmişinde başka bir adamda aklı kaldı diye sonrasında tekrar gelip nasıl olurduk? diye sorguluyor. Issız adam filmi. Adam kızın hayatına girmek için elinden geleni yapıyor ve sonrasında 'Ben ayrılmak istiyorum' diyor. Bakıldığında bu hikayelerde haksız olan taraf var mı? Hayır. Fakat burada büyük bir korkaklık var. Bir kişinin taşının üstüne kendi taşını koyup hemen altına eliyle dengeledikten hemen sonra elini çekip o taşın tüm ağırlığının karşı tarafa verilmesini sağladıktan sonra sonucuna dahi bakmak istememektir ve bu durumda bazıları ezilirken bazıları taşımaya devam eder bazıları da yeni destekçi bulur üstteki taşı yeni taş ile değiştirir. Aslında tüm bu ilişkilere bakıldığında ve ıssız adam diye nitelendirğimiz kişiler o hayata uyumsuz muydu? Hayır! Bu yüzdendir ki hep bu ilişkilere geri dönmeleri. Issız adamlar bir ilişkiyi değil, kendini yönetemezler. İlişki yürütme potansiyeli var olup, potansiyelini gösterdikten hemen sonra korkaça kaçtıkları için bu denli onlara tepki göstermeler. Zaten tüm bu bahsettiğim kişiler sonunda pişmanlık ile doluyor. Peki kaybettikleri kişi yüzünden mi? Tamamen sayılmaz, biraz da kendilerine karşı yaptıkları haksızlık yüzünden. Sadece kişiyi değil kendilerini de bırakıp, bir süre sonra hazır hissedip döndüklerinde hiçbir şeyi aynı bulamazlar. Kişi bu yüzden hayatında ıssız adam istemez. Korkmaları da onların suçu değil tabi. Altında yatan binlercr sebep olabilir lakin hayat güzel bir şey sunuyor, onlar da farkında bunun ama gözlerini kapattıkları ve saçma sapan girişimlere girdikleri esnada bu yargı başlıyor. Küçük korkaklıklar yüzünden geleceği bir çırpıda atan değil de çabanın olduğu (yeteri kadar fazlası olmamalı burada kastım zorlama ilişki değil olması gereken) o taşı sevgiyle 'karşılıklı' pamuk haline getirebileceği birisini ister. Söyleyeceklerim bu kadar. Herkesin kendi hayatı ve yaşayış biçimi bir şey denemez, saygı duymak gerekir. Kendi penceremden baktığım bir yer değil. Ben yücelik peşindeyim!
0 notes
eliffklnc1 · 2 years
Text
Canım yanıyor. Herkes bir duruma üzüldüğün de genellikle bu iki kelimeyi kullanılır. Bir insanın canının yanması... bence bu çok acı bir şey. Yani ne için yandığının bana göre pek de önemi yok. Zaten birine de anlatsan "Ya cidden buna mı üzüldün" diye cevaplar alırsın genellikle. Evet buna üzüldüm,evet buna ağladım,evet günlerce bunu kafama taktım ve yine evet buna canım yanıyor. Pek bi önemi var mı ne olduğundan sonuçta canım yanıyor ben buna üzülüyorum ben buna ağlıyorum ve yemin ediyorum ki senin veya sizin ne düşündüğünüz umurumda bile değil. Canımın yanmasını geçtim artık
Ben susarak bağırıyorum ve siz bunu anlamıyorsunuz...
Çığlıklarınızı özgür bırakın onların hiç bir suçu yok.
0 notes
sadeceluna1 · 2 years
Text
Bugün senin bir başkasını sevdiğini öğrendim. Üzgünüm bayım, gerçekten çok üzgünüm. O kişi olabilmek için nelerden vazgeçmezdim. Ama bayım ben şunu fark ettim. Benim sevgim yalnızca benimle ilgili. Bende başladı, ben bitireceğim. Ama ben sizi öyle çok seviyorum ki mutlu olun yeter bana. Siz üzgün olunca kalbime bir şey oturuyor, ağrı yapıyor bana. Sizden tek bir isteğim var bayım. Benim hayallerim çok güzeldi. Siz o hayalleri inşallah gerçekleştirebilirsiniz. Tabi ben bunu hiç bir zaman bilemeyeceğim. Zaten görmeye dayanamam. Benden uzak olun ama mutlu olun. Kelebekleri sevmeye de devam edin onların bir suçu yok. Beni soracak olursanız uzakta, çok uzakta olacağım. Bu manevi bir uzaklık olacak. Çünkü ben sizin bir başkasını sevdiğinizi bilerek size bunu yapamam. Ben kendime de bunu yapamam. İmkansızı beklemek çok zor bayım. Umarım siz beklemezsiniz. Şunu da unutmadan söyleyeyim ne kadar uzakta olsam da bir kelebeği gördüğünüzde aklınıza küçük de olsa gelmek en büyük hayalim. Bu benim için yeterli bayım. Ve sizin için atan bir kalp var bunu unutmayın. Evet ilk defa size gerçek bir şekilde veda ediyorum. Hoşça kalın bayım, ben hep sizi seven kalbimle kala kalacağım.
1 note · View note
cnarozyilmaz · 2 years
Photo
Tumblr media
herkesin gittiği yoldan gitmeyin diye bir slogan vardı ya mudo’nun du ya başka bir markanın!! evet geçmişin nefretini geleceğe taşıyarak barış sağlayamayız!! geçmiş yaşandı bitti değiştiremeyiz ama yeni bir barışçıl gelecek kurabiliriz!! ticarete başladık diye böyle düşünmüyoruz yıllardır yazıyoruz aynı cümleyi!! söyler misiniz geçmişin nefretini yeni kuşaklara yükledikçe barış nasıl gelişecek insanlar arasında, halklar devletler arasında!! politikacılar kendi çıkarları v sistem adına popülist söylemlerde bulunarak kandırabildikleri insanları peşlerine takmayı başarabilirler ama durumun farkında olanlar buna itiraz edip kabul etmedikçe barışa daha fazla yaklaşmaz mıyız!! yoksa aslında biz insanlar olarak da barışı içten istemiyor da ikiyüzlülük mü yapıyoruz!! barış, dünya barışı, savaşa hayır söylemlerimiz popülist bir ikiyüzlülük mü!? bize dayatılanları kabul ettikçe, onların oyunlarını oynadıkça nasıl başarabiliriz ideallerimizi!! çocuklarımıza nasıl daha iyi daha huzurlu barışçıl bir dünya bırakabiliriz v onları böyle yetiştirip tümevarım-tümdengelim işletebiliriz!! ABD’nin paylaştığım eylemlerine bakın, hepsi insana hizmet eden olumlu pozitif eylemler v bunlar dünyayı etkileyen eylemler!! yani hepimizi!! abd-ingiltere bizi sömürüyor mu!? sömürttürme v işbirliğini gizlemek için onları öne atıp halkı manipüle etme!! hiç birinin sömürmediği kadar kendi devletimizi işletenler bizi sömürüyor v suçu onlara atıp kendilerini aklamaya çalışıyorlar v hepimizi devlet gücüyle baskılayıp baskılatarak zoraki aptalı oynayıp kabul ettirmeye çalışıyorlar!! yapmıyorlar mı, yalan mı tüm bunlar yaşamıyor muyuz bunları!! niye bugüne kadar ülkemizi terketmeyen onbinlerce vatandaşımız ülkemizi terketti ediyor etmek istiyor, üstelik yetişmiş kalifiye insanlar bile!! yani demek istediğim barışı biz geliştireceğiz, politikacıların hiç istemediği sadece popülist propagandalarına malzeme yaptığı v bunu birbirimize zeytin dalı uzatarak yapabiliriz.. onlar böl parçala düşmanlaştır sömürürerek yönet politikası yürütüyorlar v ektikleri bu düşmanlıkları da izledikleri politikalara haklılık kazandırmak için kullanıyorlar!! artık gelmeyelm bu oyuna v oynamayalm!! #kamuVinsAnlıkspotu ✌️ https://www.instagram.com/p/CiaUwBsM8vB/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
cowboyzey · 2 years
Text
Kalp kırmak çok kolay. Bir sözüne, bir ifadene bakar. Sonra bam! aniden patlayan bir bomba, habersiz gelen misafir. Küçücük bir kız bekliyor kapımda, elinde kırık cam parçaları, kan boyamış diz kapaklarını ve minik parmaklarını. Donup kalıyorum karşısında. En ufak yanlış hareketimde geri kaçacak bahçesine. Kim yaptı, diye soramıyorum üzülecek korkusuyla. Sormama lüzum da yok aslında, cevap apaçık karşımda. Usulca bakıyoruz birbirimize, gözlerini arıyorum cevap umuduyla. Korkudan çok öfke, hüzünden çok kafa karışıklılığı buluyorum. Kendini ele vermek istememişti ama gözlerini kaçıramıyor benden. Sanki göz kırpsa yok olacağım gibi biraz endişeli. Aynı bir yarışma gibi, evet evet, göz kırpmama yarışı gibi! İzliyoruz birbirimizi. Dişlerimi sıkıyorum, aklımı mı yitiriyorum tanrım? Her birini düşünüyorum sonra aynı bir hakim gibi indiriyorum tokmağı! Yaz kızım, karar kılındı, onlar da kötü çıktı. Bozuk sebze, çürük meyve. Tokmağın sesinden ürkmüş çocuk, ellerini kaldırmış korumak için kendini, siper almış düşmana karşı. Ellerine odaklanıyorum, camları düşünmeden sıkarken parçalanıyor avuçları. Oluk oluk kan akıyor. Kız fark etmiyor. Ben ediyorum. Ambulansı aramaya yeltenmiyorum asla. Tutuyorum kızı kollarından. O cam, diyorum, ne kadar sıkarsan o kadar kesecek seni. Bakıyor gözlerime boş boş. Cevap yok, kovboy filminden fırlamış gibi görünen bir çalı geçiyor önümüzden. Ne rüzgar çabalıyor ne çalı. Rüzgar çalıyı sürüklerken o çalı bana göz kırpıyor, ben de bırakıyorum kızı.
Suç senin değildi, ben vurdum tokmağı. Kararı ben verdim, infazı yaptım, cesedi gömdüm. Sen izlerken beni. Ben bakmamaya çalıştım sana. Suçu hep kendimize yükledik. Sonra düşündük, neden ben lan? Arkadaşlar hep şunlar yüzünden, dedi biri. Üzerlerine çullandık 8 kişi. Sonra bunlar bir güzel dövdü bizi. Ben o an düşünme yetimi kaybettim, Zeynep. Bildiğin kendimi, seni, annemi, aklımı... hepsini kaybettim. Biz iyi adamlar değil miydik tanrım? Niye hep biz kaybettik de onlar aldı her turu? Aynı yerde dönüp dururken mutluyum mu sanıyorlar beni? Ben cevapları ararken sorular buldum. Normali buymuş, oysa ki dememişlerdi bana. Onlara, niye demediniz ulan piçler, diye hesap sorarken bana tokadı vurdu bir tanesi. Sen sordun mu ki bize, diye kızdı bana. Konuşmak isterken sesim çıkmadı. Köşeme çekildim, bir daha da kavgalara karışmadım. Şimdi sen söyle bana. Suçu bu sefer kime atalım? Ölülere kızmak kolay ama unutma, yaşarken affedip ölünce kin tutamazsın birine. Bu yüzden sıkma o camı, hatta hiç avucunda taşıma. Fırlat denize onların sahiline vursun. Seni döveni vur öldür. Sana acımayana hiç acıma. Sen yanarken sırtlarında damacanalarla izleyenlere ne mi yapacaksın? Onlar yanarken gözlerine baka baka su içeceksin. Getir şimdi bakteri kapacak ellerin. Hiç mi endişelenmiyorsun kendin için, onlar için endişelendiğin kadar? Bırak ya! Tutma o gözyaşlarını. Bak hala, saklanma benden. Korkma kendinden, onlar korksun senden. Kötü değilsin sen, iyi olmadığın gibi. Sen nesin biliyor musun?
Sus, diye kızdı sonra bana. Bana dediği ilk şeydi o gün. Sus, heyecanı kaçmasın.
1 note · View note
yalnizgokyuzu · 2 years
Text
Bugün senin bir başkasını sevdiğini öğrendim. Üzgünüm bayım, gerçekten çok üzgünüm. O kişi olabilmek için nelerden vazgeçmezdim. Ama bayım ben şunu fark ettim. Benim sevgim yalnızca benimle ilgili. Bende başladı, ben bitireceğim. Ama ben sizi öyle çok seviyorum ki mutlu olun yeter bana. Siz üzgün olunca kalbime bir şey oturuyor, ağrı yapıyor bana. Sizden tek bir isteğim var bayım. Benim hayallerim çok güzeldi. Siz o hayalleri inşallah gerçekleştirebilirsiniz. Tabi ben bunu hiç bir zaman bilemeyeceğim. Zaten görmeye dayanamam. Benden uzak olun ama mutlu olun. Kelebekleri sevmeye de devam edin onların bir suçu yok. Beni soracak olursanız uzakta, çok uzakta olacağım. Bu manevi bir uzaklık olacak. Çünkü ben sizin bir başkasını sevdiğinizi bilerek size bunu yapamam. Ben kendime de bunu yapamam. İmkansızı beklemek çok zor bayım. Umarım siz beklemezsiniz. Şunu da unutmadan söyleyeyim ne kadar uzakta olsam da bir kelebeği gördüğünüzde aklınıza küçük de olsa gelmek en büyük hayalim. Bu benim için yeterli bayım. Ve sizin için atan bir kalp var bunu unutmayın. Evet ilk defa size gerçek bir şekilde veda ediyorum. Hoşça kalın bayım, ben hep sizi seven kalbimle kala kalacağım.
28 notes · View notes
acid-gramma · 4 years
Note
Bence de insanların standartları olmalı. Türkiye cinsel açlığın Afrika'sı olduğundan erkekler standart edinmiyor ama benim ve birçok insanın gözünde standartları olan insanlar daha değerli. Bulabildiği tüm kızların üstüne atlayan erkek lowdur benim gözümde mesela. Bunun kesinlikle shaming ile alakası yok. Arkadaş olduğu kızlarla bile oturup bunları düşünüyorsa, partnerinde aradığı özellikler yoksa bence bir durup düşünmeli.
herkesin standartları vardır da iste cinsel duygusal ihtiyaclarını karsılayabilmek icin standartlarını düşük tutan, bu yüzden basbaya simp olan çok insan var. bi yandan bakarsan bu onların da suçu değil, toplum kültür baskı onların başarıları ve onlara gelen taleplere göre çok değişebilir... mecbur olabilirler standartları düsük tutumaya, her kadına okay diyebilecek noktada olabilirler. bu eziklik mi evet eziklik bence de. çünkü kendini geliştirirse ve better self versiyonuna ulaşırsa taleplerinin de, seçeneklerinin de artacağına doğal olarak seçeceği kişi için elle tutulur bi standartının da olacağına inanıyorum. e sen kendini geliştirmemiş, elle tutulur bir başarısı olmayan, mal, anne karnından da süper genetikle doğmamış bir erkek bireysen kusura bakma da amcı olmak zorundasın. anca öyle önüne gelene yaşarsan düşürürsün de duygusal ve cinsel ihtiyacını giderirsin böyle... neyse erkek takipçilerim linclicek biraz daha cinsiyetcilik yaparsam
18 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
Nietzsche: Ey yargıçlar ve kurban edenler, hayvan başını eğmeden öldürmek istemiyor musunuz?
Tumblr media
Böyle kendi elinden acı çeken için kurtuluş yoktur, meğerki tez bir ölüm gele. Sizin öldürmeniz, ey yargıçlar, acıma olmalıdır, öç alma değil. Ve öldürürken, kendiniz hayatı haklı çıkarmaya bakın! Öldürdüğünüzle barışmanız yetmez. Üzüntünüz, Üstinsan sevginiz olsun: böyle haklı çıkarırsınız sağ kalmanızı! «Düşman» demelisiniz, «alçak» değil; «sayrı» demelisiniz, «düşük» değil, «deli» demelisiniz, «günahkâr» değil. Ve sen, ey kızıl yargıç, aklından geçenleri açığa vursan, şöyle haykırır herkes: «Defolsun şu pislik ve ağılı böcek!» Oysa düşünce başka, eylem başka, eylemin tasarımı yine başka. Nedensellik çarkı bunlar arasında dönmez.
“Ben ırmak kıyısında bir parmaklığım: tutunabilen tutunsun bana! Fakat koltuk değneğiniz değilim ben.”
Solgun Suçlu Üstüne
Ey yargıçlar ve kurban edenler, hayvan başını eğmeden öldürmek istemiyor musunuz? Bakın, solgun suçlu başını eğdi: büyük horgörme konuşuyor gözlerinden. «Benim ben’im altedilmesi gereken bir şeydir: benim ben’im insanın büyük horgörülmesidir bence»: böyle diyor bu gözler. Kendi kendini yargılaması, onun en yüksek anıydı: yücelmiş olan, aşağılık durumuna düşmesin yine! Böyle kendi elinden acı çeken için kurtuluş yoktur, meğerki tez bir ölüm gele. Sizin öldürmeniz, ey yargıçlar, acıma olmalıdır, öc alma değil. Ve öldürürken, kendiniz hayatı haklı çıkarmaya bakın! Öldürdüğünüzle barışmanız yetmez. Üzüntünüz, Üstinsan sevginiz olsun: böyle haklı çıkarırsınız sağ kalmanızı! «Düşman» demelisiniz, «alçak» değil; «sayrı» demelisiniz, «düşük» değil, «deli» demelisiniz, «günahkâr» değil. Ve sen, ey kızıl yargıç, aklından geçenleri açığa vursan, şöyle haykırır herkes: «Defolsun şu pislik ve ağılı böcek!» Oysa düşünce başka, eylem başka, eylemin tasarımı yine başka. Nedensellik çarkı bunlar arasında dönmez. Bu solgun adamı solduran tasarımdır. İşlerken eyleminin eriydi, ama eylem bittikten sonra, bu eylemin tasarımına dayanamadı. Artık kendini hep bir eylemin yapıcısı olarak görüyordu. Delilik derim buna: kuraldışı, onda kural oldu çıktı. Bir çizgi tavuğu büyüler; onun indirdiği vuruş da, zavallı usumu büyüledi. Eylemden sonraki çılgınlık derim buna. Dinleyin, ey yargıçlar! Bir başka çılgınlık daha vardır: o da eylemden önceki çılgınlık. Ah, siz bu gönlün derinliklerine yeterince sokulmadınız. Şöyle buyurur kızıl yargıç, «Bu suçlu neden öldürdü? Çalmak istiyordu da ondan.» Ama ben size derim ki: onun canı kan istiyordu, yağma değil: bıçağın mutluluğuna susamıştı o! Fakat zavallı usu, bu çılgınlığı kavrıyamadı ve onu kandırdı. «Kan da neymiş!» dedi, «hiç değilse, bir şey çalsan? Ya da öc alsan?» O da, zavallı usuna uydu: sözleri, üstüne kurşun gibi çökmüştü, — bu yüzden, öldürürken çaldı da. Çılgınlığından utanmak istemiyordu. İşte suçu yine kurşun gibi üzerinde, zavallı usu yine öyle uyuşmuş, öyle inmeli, öyle ağır. Kafasını bir sallıyabilse, yükü düşüverecek üzerinden: fakat bu kafayı kim sallıyabilir ki? Bu adam nedir? Kendi aralarında binde bir sessiz duran bir azgın yılanlar yumağı, — bu yüzden ayrı ayrı çıkarlar ve dünyada av ararlar. Şu zavallı gövdeye bakın! Onun çektiklerini ve istediklerini zavallı can kendine göre yorumladı, — öldürme tutkusu ve bıçak mutluluğuna duyulan hırs diye yorumladı. Şimdi sayrı düşeni bastırır şimdi kötü olan kötülük: kendine acı çektirenle, acı çektirmek ister. Ama başka çağlar da vardı, başka bir kötü ve iyi de. Bir zamanlar kötüydü kuşku ve Kendi istemi. O zaman sayrılar zındık ve büyücü oldular: zındık ve büyücü olarak acı çektiler ve acı çektirmek istediler. Fakat bu sizin kulağınıza girmez ki: iyi kişilerinizi incitirmiş, — bana öyle diyorsunuz. Peki ama bana ne sizin iyi kişilerinizden! iyi kişilerinizin birçok şeyi beni tiksindiriyor, gerçek, kötülükleri değil. Keşke delilikleri olsaydı da, bu delilik yüzünden yok olabilselerdi, şu solgun suçlu gibi! Evet, deliliklerine gerçek, ya da bağlılık, ya da doğruluk denseydi keşke: oysa onların erdemi çok yaşamak, acınacak bir rahatlık içre yaşamak içindir. Ben ırmak kıyısında bir parmaklığım: tutunabilen tutunsun bana! Fakat koltuk değneğiniz değilim ben. — Böyle buyurdu Zerdüşt.
Friedrich Nietzsche Böyle buyurdu Zerdüşt
https://www.cafrande.org/nietzsche-ey-yargiclar-ve-kurban-edenler-hayvan-basini-egmeden-oldurmek-istemiyor-musunuz/#_
1 note · View note
belkidebirharfimben · 3 years
Text
Tutma, ey Cibali Baba, çünkü mücahid güllesidir!
Bugün twitterda bir sualle karşılaştım. Aslında bir sual değildi. Cevaptı. Daha doğrusu: Sual cevabını da dayatıyordu. Malumunuz: Eğer bir sual cevabını da öğretiyorsa ona 'merak'tan çok 'mühendislik' gözüyle bakmak gerekir. Ne mühendisliği? İnsan mühendisliği. Düşünce mühendisliği. Sosyal mühendislik. Yani arkadaşım bu bir nevi sufle vermektir. "Bu soruya şu şekilde cevap vereceksin ha. Sakın başka cevap arama. Hadi bakalım koyunum. Bu da sana yeni oyunum..." tarzı bir endoktrinasyondur. Basit zihinlere çabuk tesir eder. Fakat kendi 'acaba'larınızı üretebilen bir beyne sahipseniz böylesi dayatmalara cevabınız şöyle olur: "Cevabın burada aranması gerektiği ne belli? Belki de bu sorunun başka bir cevabı vardır ha? Ne dersin?"
Evet. Herkes aynı kaval sesinin peşine düşmüş gidiyor: "Din istismarcıları yüzünden bu toplumda deizm-ateizm artıyor bla bla..." Kavala kim üflüyor? Soran yok. Azıcık daha kurcalasanız, mesela, deseniz: "Kim efendim o istismarcılar?" Hemen ehl-i sünnet ulemayı saymaya başlıyorlar. "Yahu, ötekiler de kitap satıyor, seminer veriyor, program program geziyorlar?" deyu soracak olsanız, el-Aman. Sakın. Aaaa! Nasıl böyle birşey dersiniz? Hiç onların yaptığı ile şunlarınki bir mi? İslamoğlu'nun, Özdil'in, Saymaz'ın sattığı ile Cübbeli Hoca'nın sattığı eşitlenir mi? Cık, cık, cık. Sizin meseleyi anlayamadığınız hemen belli oluyor canım.
Yani efendim, bu ülkede, ömür verdikleri ihtisas alanları üzerinden geçimini sağlamaya cür'et eden (başka nasıl kazanacaklarsa) sadece 'ehl-i sünnet uleması' oluyor. Ne doktorlar doktorluktan, ne fizikçiler fizikten, ne akademisyenler akademisyenlikten, ne de bilmem kim bilmem neyden para kazanmıyor. Yok. Hayır. No. Hepsi eğitimlerini Allah yoluna, vatan uğruna, halkın rızasına adamış (hey maşaallah) geceleri çöplerden topladıkları çürük meyveleri yerken, ah bu gelenekçiler, yağlı pilavları götürüyorlar. Yalnız götürmekle kalsalar efendim, bir de halkı 'kutuplaştırıp' duruyorlar, 'din jandarmalığı' yapıyorlar. Yaaa!
Halbuki, bakınız, Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı'nın son döneminden bugüne 'bir bütün olarak' yaşadığımız şu hazin bozulmayı nereye bağlıyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz." 
Dur bakalım. Aaa! Mürşidim bugünkü bozulmanın "Geliyorum!" seslerini daha evvelden mi okumuş? Galiba öyle. Peki esbabını neye bağlamış? 'Din istirmarcılarına' öyle değil mi? Hatta belki Cübbeli Hoca'yı falan görünüşüyle bile tarif etmiştir. Yehu! Ne? Kendisinin görünüşü de mi onlara benziyordu? Yapma yahu! Ah. Of. Püf. Kimi suçlayacağız peki? Hürriyetçileri mi? Ne? Olamaz! Modern zamandayız. Böyle suçlamaları kaldıramayız. Özgürlüğün kötülük getirebileceğini 'bazı' takyidiyle dahi inanamayız. Üf. Tüh. Peh. Neyse. Biz yine suçu 'gelenekçilere' atacağız dostum. Cübbeyi-sarığı-sakallıyı suçlayacağız. Onları dövmek kolay çünkü:
"Batsın kutuplaşma. Yansın din jandarmaları. İslam'ın sınırlarını hatırlatanlar kaybolsun! Bu dinde herşeyin caiz olmadığı zikredenler kahrolsun! Hârim-i İslam yolgeçen hanına dönsün. Ancak bu yumuşaklıktır ensemizi seküler tokatlardan kurtaracak. Belki teslim olursak tecavüze uğramayız." 
Acaba? Acaba uğramaz mıyız? Yahut da teslim oluşun kendisi zaten bizatihi tecavüz mukaddimesi midir? Arkadaşlar, ben, böylesi arızalı tutumların şöyle bir yanlış kanaatten kaynaklandığını düşünüyorum: İslam'da cihadın bittiği sanılıyor. Hayır. Asla. İslam'da cihad bitmez arkadaşlar. Kıyamet kopana kadar bu cihad devam edecek. Maddisi olmazsa manevisi olacak. Tebliği olmazsa tedbiri olacak. Fakat imtihan sürüp gidecek. Kur'an'da, sünnette, kısacası dinde, 'yakîn gelinceye kadar' sınanacağımız hiçbir hususta bu kavga bitmeyecek. Yalnız yöntemler-usûller-şekiller değişecek. Beden ne kadar değişse de ruhu bâki kalacak.
Aleyhissalatuvesselam bu dinin 'tenzili' için cihad etti. Hz. Ebubekir radyallahuanh dönemindeki irtidat hâdiselerine karşı 'tevil' cihadında bulundu. Ömer radyallahuanh ile Osman radyallahuanh hidayetin tüm dünya coğrafyasına ulaşması uğrunda 'tebliğ' cihadı ettiler. Sonra yine bulutlanmalar oldu. Şah-ı Merdan Ali radyallahuanh meydana çıktı. Yine bir 'tevil' cihadı başladı vs... (Allah cümlesini hayırlarla mükâfatlandırsın.) Büyük resimde görünense şuydu: Evet. Bu ümmetin bir daha 'tenzil' için cihad etmesine gerek yoktu. Allah dinini tamamlamıştı. Vahiy bitmişti. Ancak 'tebliğ' ve 'tevil' cihadları kıyamete kadar sürecekti. Dört Halife döneminde bu cihadların varolması 'kıyamete kadar da süreceklerinin' belirtisiydi. Çünkü sahabe tecrübesi bu ümmetin hayatının özeti gibidir. Misal-i musağğarıdır. Her hususta rehberidir.
Gerçi sonraki dönemlerde daha belirgin bir 'görev paylaşımı' olduğu söylenebilir. Mesela: Cihadın maddisinden sorumlular başkalarıdır. Ordudur. Manevisinden sorumlu başkalarıdır. Ulemadır. O manevi cihad içinde 'mübelliğ' görevi başkalarındadır. 'Murabıt' görevi başkalarındadır. Yani, kimisi yeni toprak kazanırlar, kimisi sınırları korurlar. 'Kazanma' mesleğindekiler nisbeten yumuşakçadır. 'Koruyucuların' üslûbu uyarıcıdır. 'Kazanma mesleği'nde gidenler muhataplarına karşı 'tolere edici' tavırlar takınırlar. Fakat 'koruyucular' sapmalar konusunda cidden hassastırlar. Çünkü mücadele verdikleri alan dinin, akidenin, amelin 'seleften tevarüs ettiği kemalde/saflıkta muhafazası'dır. Elbette müdebbir hali mübelliğden başkadır.
Denî bir misal olmakla birlikte şöyle diyebiliriz: Bir AVM'nin, güvenliği başka hassasiyetler gösterir, pazarlamacısı başka hassasiyetler gösterir. Pazarlamacı ister ki: Hasbelkader birşey alabilecek herkes içeri dolsun. Gönlünce takılsın. Canı sıkılmasın. Sıkılmasın ki satışlar da iyi olsun. Bereketlensin. Fakat güvenlik böyle davranamaz. O satıştan ziyade asayişten sorumludur. Elbette herkesi içeri almaz. Üzerlerini arar. Tavırlarına karşı daha dikkatli olur. Bazen aykırı davranışlarda gördüklerini cebirle dışarı atar. Onun  hali öyledir. Bunun hali böyledir. Ve bu ikisi birarada olmazsa AVM'de denge sağlanmaz. İstikamet ikisinin de olmasındadır. Bu tıpkı insandaki 'kuvve-i şeheviye' ile 'kuvve-i gadabiye' dengesine benzer. Her neyse...
Nihat Hatipoğlu Hoca'nın Ebubekir Sifil Hoca'ya yaptığı eleştirileri okurken de bu misal hatırıma geldi. Öncelikle: Kim ki İslam'ın saadetine sa'yederse onun duacısıyım. Lakin Ebubekir Sifil Hoca'ya eleştirisinde Nihat Hoca'nın cidden hataya düştüğünü düşünüyorum. Ebubekir Hoca murabıttır. Sizse mübelliğsiniz. Mesleğinize sa'y edebilirsiniz. Fakat istikametin tek öğesi sanırsanız fena aldanırsınız. Hatta sizin programlarınızı takip eden bir yakınım şöyle bir yargıda bulunmuştu: "Nihat Hoca'ya 'Şu-bu helal mi?' diye birşey soruyorlar. O kadar çok laf çeviriyor ki... Bitirdiğinde bence kimse yargısından emin olamıyor. Soru olduğu gibi kalıyor. Ne tam 'helal' diyebiliyor ne de tam 'haram' diyebiliyor. Herkes istediğini alıyor." 
Konu dallandı-budaklandı. Toparlamayı deneyeyim: Mübelliğler murabıtları 'kutuplaştırmakla' suçlarlarsa kıvamımız kaçar. Özdil güler. Öz-bir kardeşin ağlar. Kimin akidesi kimin cebinde belli olmaz. Mübelliğ işine bakıp murabıtın mesleğine hürmet duymalıdır. Bu sınırlar bekçisiz kalırsa düşmanın nerelere hücum ettiğini kimse göremez. Mübelliğ hiç sezemez. Hele ki ahirzamanda! Ebubekir Hoca ve emsali, Allah onları hayırla mükâfatlandırsın, bir sınır nöbeti tutuyorlar. Düşmanın uyumadığı yerlerde onlar da göz kırpmıyorlar. Nöbetçinin tavrı elbette teşrifatçı tavrı gibi olmaz. Haşin olur. Celal görünür. Nihat Hoca eğer hasma uyup ordusunun sınır karakollarına savaş açarsa hârim-i ismetini telef eder. Cenab-ı Hak cümle ulemamızın gözlerini istikamete açsın. Murabıtta 'dikkat'i mübelliğde 'rikkat'i eksik etmesin. Âmin. Âmin.
3 notes · View notes
mitranira · 3 years
Text
Mehdi  Halacı
Asıl ismi Mehdi Halıcı (1927-2008).
Konya doğumluydu.
Halıcı ailesinin ana tarafı Van’ın Başkale’sinden, baba tarafı ise Bingöl’ün Kiğı’sından Konya’ya göç etmişti.
Mehdi Halıcı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken babasına yazdığı “sadakat ve sabır” mektubu nedeniyle tutuklanıp Afyon Cezaevi’ne kondu. Babası halı esnafı Sabri Halıcı da o cezaevindeydi; suçu Said-i Kurdi müridi olmaktı!
Said-i Kurdi her Konya’ya gidişinde talebesi Sabri Halıcı’nın evinde misafir oldu. Eserlerinde “Konyalı Sabri”den sıkça bahsetti.
Sabri Halıcı çocuklarını hep Said-i Kurdî öğretileriyle büyüttü. Mehdi Halıcı yaşamı boyunca Said-i Kurdî cemaatiyle ilişkilerini duygusal anlamda hiç koparmadı; zor günlerde avukatlıklarını üstlendi. Risale-i Nur’ları övdü.
Yazı hayatına ise, 1957’de ağabeyi Feyzi Halıcı ile Konya’da “Çağrı” adlı sanat dergisini çıkararak başladı. Sonra ani bir kararla 1958’de Norveç’e giderek kooperatif konusunda ihtisas yaptı. Sonra dönüp devlet kurumlarında çalıştı; İstanbul’da avukatlık yaptı.
Bu arada kardeşi Feyzi Halıcı’dan da bahsetmem gerekir:
İÜ Fen Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek Kimya Mühendisi olmasına rağmen Konya’ya dönüp baba mesleği halıcılığı devam ettirdi. Şiirler yazdı. Bunun bazıları Said-i Kurdi üzerinedir. Türk Dil Kurumu üyesi oldu. 1959’da Konya Kültür ve Turizm Derneği’ni kurdu. 1968-1977 yılları arasında AP Senatörü olarak TBMM’de görev yaptı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile Atatürk Kültür Merkezi Bilim Kurulu onur üyesi oldu. CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara milletvekili Emrehan Halıcı’nın babasıdır.
Mehdi-Feyzi Halıcı’nın kız kardeşleri Nevin Halıcı ise Zaman Gazetesi yazarıdır.
Aile hakkında bu kadar bilgi vermemin nedeni, bir ailede nasıl farklı fikirler olduğunu göstermektir.
Çünkü Mehdi Halıcı’nın yazdıklarını okuyunca çok şaşıracaksınız.
O halde başlayalım.
Kürtler olmasaydı insanlık ne yapardı!
Cemşid Bender (Mehdi Halıcı), “Kürt Tarihi ve Uygarlığı” (3. Baskı, 1991, Kaynak Yayınları) kitabı önümüzdeki günlerde sadece iki dil ve özerkliği değil, daha neleri tartışacağımızın ipuçlarını veriyor.
Hiç araya girmeden, yorum yapmadan, sayfa sırasına da uyarak kitaptan bazı cümleler alıntılayacağım.
“Her şeyin ilki olmak kolay mı” (s. 9)
“Gutiler (MÖ 3000’ler) için Kurti denmektedir.” (s. 11)
“Bilindiği gibi Kürt Kassit İmparatorluğu Hitit ülkesiyle çağdaştı.” (s. 17)
“İlk kerpici Kürt Kassitler yaptı. İlk Takvim’i; ilk matematik ve geometri prensiplerini; ilk ağırlık ve uzunluk ölçü birimlerini Kürt Kassitler buldu.” (s. 21)
“İlk rasathaneyi Urfa’da Kürt Kassitler kurdu. İlk ‘teşhis’ ve ‘tedavi’ ikilemini; masajı tedavi yöntemi olarak kullanmayı Kürt Kassitler uyguladı. Ve petrolü de onlar keşfetti.” (s. 22)
“İnsanlığı ilk kez mağara hayatından kurtaran, emekleyen çocuğu ellerinden tutup yürüten, uygarca bir yaşamın koşullarını tarihte ilk kez oluşturan Sümerler ve Kürt halkı olmuştur.” (s. 31)
“Gılgamış Destanı adlı destanla ilgili tabletlerin metinlerini Kürt Kassit uyruklu şair Sin-Lekke-unni yazmıştır.” (s. 39)
“İranlılar edebiyat ve sanat zenginliklerini Kürtlerden almışlardır.” (s 44)
Mevlevilik Kadirilik Kürt kökenlidir
“Kürtler çoktanrılı dinlerden tektanrılı dinlere geçişin köprüsü olmuştur.” (s. 45)
“Sümerlerle de çağdaş olan Kürt Guti topluluğu Sümerlerle birlikte çivi yazısını kullandılar. Antikçağı aydınlatan dil Kürtçe idi.” (s. 46)
“Tektanrılı dinlerin kutsal kitaplarında yer alan pek çok söylencenin, efsanenin, öyküsünün ana menbaının Kürtlerle ve onların yaşadıkları bölge ile ilgili olduğu doğrudur.” (s. 52)
“Meddah adı da verilen Deng-Bej Kürt kültürüne aittir.” (s. 54)
“Saz sözcüğü Kürtçedir. Ayrıca aynı kökten türeyen sazbend (çalgıcı), sazende ve sazendegan sözcükleri de Kürt dilinin ürünleridir.” (s. 57)
“Halk ozanlığı Kürt kültür ve sanatının bir parçasıdır. Kürt halk ozanları atışma, taşlama, güzelleme ve hikâyeli türkü dallarında binlerce yıldan beri Newroz bayramlarında, düğünlerde ya da uzun kış gecelerinde sanat yeteneklerini ortaya koyarlar.” (s. 59)
“Kürt kökenli inanç dünyası Bektaşilik, Mevlevilik, Rufailik, Kadirilik, Kalenderlik gibi tarikatların yaratıcısı oldu. Kürtler gerek Yezidilikte ve gerekse bunun uzantıları olarak kurdukları tarikatların müzikli ayinlerinde coşku ve cezbe yaratmak için çalpara, kudum, çeng, kurrane, nagur, flüt, ve bender gibi Kürt müzik enstrümanlarını kullanmışlardır.” (s. 66)
“Kürt dilini bildiği ve Horasan’dan geldiği için Kürt kökenli olduğu öne sürülen Mevlânâ hakkında elimizde kanıtlayıcı belge yoktur. Ancak Mevlânâ’nın kitaplarını yazdırdığı, ‘Velayet’ ve ‘Hilafet’ görevlerini bıraktığı, Mevleviliği kuran Hüsamettin Çelebi Kürt kökenlidir. Hüsamettin Çelebi uyguladığı ayin deyimlerinde Kürtçe kullanmıştır. Derviş, dergâh, post, postnişin, sema, semazen, çelebi Kürtçe sözcüklerdir.” (s. 68-69)
“Yezidiliğin kurucusu Şeyh Addi Bin Misafir, Hakkâri Kürtlerindendir.” (s. 79)
“Kürt düşünür Ebu’l Vefa; Hacı Bektaş Veli’yi, Baba İlyas’ı Baba İshak’ı, Geyikli Baba’yı ve daha nicelerini kendi düşünce potasında yoğuran, şekillendiren, onları halkın yanında ve halk için harekete geçiren bir düşün adamıdır.” (s. 94)
“Kürt uygarlığının bir ürünü olan Alevilik, ‘inanç felsefesi’ ve ‘yaşam biçimi’ yaratırken, politik sosyal ve ekonomik alanlarda da halkı yüreklendirmiştir.” (s. 109)
Hz. Adem Kürt müydü
“(Firdevs’in yazdığı) Şehname’de anlatılan efsane tümüyle Kürtlerle ilgilidir.”  (s. 148)
“Cirit oyununun Kürtlere özgü bir spor türü olduğu tüm dünyaca bilinmektedir. Cirit sözcüğü Kürtçedir. Cirit oyunu Kürt ırkı atlarla yapılır.” (s. 169-170)
“Halı ve kilim dokumacılığını Kürtler icat etmiştir. İranlılar ve Türkler Kürtlerden öğrenmişlerdi.”
(s. 172)
“Kök boya kullanımını Kürtler bulmuştur.” (s. 179)
“Nuh Tufanı Sümerler ile Guti Kürtlerinin ortak efsanesidir.” (s. 189)
“Batı tarihçileri uygarlığın tekerliğin keşfiyle başladığını söylerler. Bu söz abartılıdır ama yanlış değildir. Atı tarihte ilk kez ehlileştirip binek ve çekme aracı olarak kullanan Kürt halkıdır. Aynı halk ehlileştirdiği atın çekeceği tekerleği de keşfetmiştir.” (s. 190)
“Tarihte uluslararası antlaşmaları ilk yapan Kürt halkıdır.” (s. 191)
Evet devam etmeye gerek var mı?
256 sayfalık, “Kürt Tarihi ve Uygarlığı” kitabı bu tür akıldışı iddialarla sürüp gidiyor. Bırakınız tarihteki tüm “ilk”leri, Cemşid Bender, Hz. Adem’in bile Kürt olduğunu ima ediyor! (s. 71)
Abdullah Öcalan, “Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” kitabının 2. cildinde benzer söylemleri sürdürüyor.
Yani demem o ki, mesele iki dil ve özerklikle bitmeyecek.
1 note · View note
dizisecimi · 4 years
Text
İki Başarılıdır
Tumblr media
Sanırım artık bir seferde de izlenebilecek dizi, bir standart olarak yerleşecek sektöre. Yaklaşık 50 dakikalık 8 bölümle kimi noktaları muhtemelen olası başka bir sezona havale edilmiş olsa da “uzun bir film“ izlermiş gibi izlenebilecek bu tür prodüksiyonlar sektörün yönünü belirleyecek gibi görünüyor. (Bu yüzden ara ara bu prodüksiyonu “film” diye andığımı ve bunu çokta garipsemediğimi farkettim. Siz de “film“ ifadesini hata gibi görmeyin, prodüsiyonun tamamı olarak kabul edin lütfen)
Bu beklentiyi rejide de görebiliyoruz ki Melisa “total“de büyük rağbet görmesine yani TV bitmemiş olmasına rağmen dijital için bir proje istiyor. Çok belli ki mesleki tatmin arayışı ön planda bu istekte ama sektörün alayı para için bunu kendilerine yaptıklarının da farkındadır sanırım. Kolay tüketilebilir olmayı kendine layık görenleri “total“ dahi sunulduğu gibi kabul ediyor diye suçu onların üzerine atmayın. Siz mesela onun hikayesini çektiniz de “total“ izlemedi mi? Aksine gördüğünüz gibi el üstünde gezdiriliyorsunuz böyle bir iş yapınca. “Gizli faşistlik“ yapmayın ;)
Meryem aslında başrol gibi görünmesine rağmen başrol Istanbullular diyebiliriz sanırım. Daha ilk sezondan diziden çıkan karakterleri görünce -annesi zaten de, Hayrünnisa da oldukça dönüşsüz bir çıkışla çıktı gibi-, girenlerle birlikte oldukça geniş bir sosyolojik, psikolojik, sosyal psikolojik Istanbul/Türkiye manzarası çalışalacağını tahmin ediyorum. “Alternatif dizi“ yakıştırmasına bunu yakıştırıyorum ya da belki, kimbilir? Meryem burada hem başlıbaşına güçlü bir dramatik öğe hem iki sosyolojik alan arasında güzel bir bağ olarak yer alıyor. Gündelikçilik bu bağlamda zaten Türkiye anahtar kavramlarındandır. Özellikle muhafazakar çevrelerin de “gizli faşistleri” eleştirirken başvurdukları sosyolojik alet çantalarının güzide bir parçasıdır. Bunun farkında olunduğundan ve sanırım biraz da fazla üstüne yüklenileceğinden daha şimdiden 3 gündelikçinin (Meryem, Hazal, Hazal’ın halefi) bahsi yerleşti filme. Buna da hafif eleştirel bakmam -dizi İstanbul’da geçse de- gündelikçiliğin daha çok bir İstanbul vakası olmasındandır. Anadolu’da bu kadar yaygın olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla Istanbul’daki Anadolulular üzerinden Anadolu’yu değerlendirmeye neden olabilir, bu gündelikçi bahsi yoğunluğu.
Meryem Peri’nin (ve rejinin de sanırım) gördüğü, sandığı kadar “zehir” bir kız değil. Eğitimsiz ama akıllı ve duyarlı. Peri’yle görüşmeleri biraz dilinin bağını da çözmeye başlıyor artık. Böylece hem Peri’yi hem abisini biraz “normalleştiriyor“. “Zehir” ifadesi aslında akıllı, duyarlı, muhafazakar bir gündelikçi karşısında savunmasızlığı gösterir. Anadolulu da maddi, manevi sıkıntılarla eli kolu budanmış olsa da bir hayat yaşıyor, Istanbulla başa çıkmaya çalışıyor filan. Bu kadar enerji tüketen başlıklar arasında onu sadece ev temizliği fiillerinden ibaret görüyor olmaları “gizli faşis”tlerin, eğitimsizliğini ön planda görüyor olmaları rejinin bakışındaki eksikliği gösterir. O dar bakışı fiileriyle, fikirleriyle aştı diye kimse “zehir” filan olmaz, siz o insanlara tek gözle bakmışsınız olur. Ya da Istanbul’da hayatta kalan herkes biraz “zehir”dir.
Ruhiye (Funda Eryiğit) en istikrarlı parlaklığı gösteren karakterdi bence. Kardeşine attığı tiradına kadar hal ile o kadar çok şey anlatti ki... Yalnız o oyunculuk böyle kurgulanmış bir karaktere fazlaydı; o karakterin sorunu da buydu. Film boyunca bu yüklülüğü Ruhiyenin eşinin ortağı tarafından uğradığı tecavüzü eşine, ailesine anlatamayışı hikayesine yakıştırdım ama pek alakası yokmuş. Yasin’in Ruhiye’nin başından geçenleri zaten bilmesi Ruhiye’nin gerilimini “ne gerek vardı bu kadar parlatmaya” diye düşündürtüyor insana. Yasin hakkında “o kadar kötü değilmiş” dedirtmek için harcanmış olduğunu düşünüyorum bu karakterin inşasının.  Ya da sırf seyirciyi şaşırtmak için (mi?) oyuncunun kendisi ve diğer dramatik öğeler tarafından ince ince işlenen bir karakteri “bu muymuş“ dedirten bir hikayeye bağlamak, sadece izleyiciye atılmış bir çalım olmakla kalmadı, reji tarafından kendi oyuncusuna da, metnine de bir ihanet oldu bence denilebilir. Yüzleşme sonrası ise Funda Eryiğit tam anlamıyla çiçekler açtırdı karaktere; senaryonun Hüseyini konuşturması da ayrı bir güzel dramatik katkıydı tabii. Ev hanımı, eş, anne gibi geleneksel, kadim rolleriyle dahi kadının nasıl bir gücü olduğunu; evin, yuvanın ta kendisi olduğunu, kadının çözemediği sorunlarının tüm ailenin açık, örtülü sorunu halini aldığını, mutluluğunun ise yine tüm aileye (ve tabii izleyici olarak bize de ferahlık verdiğini :) çok güzel anlatmış oldular. Bu haliyle dahi sırf Ruhiye başlığı için bile ayrı bir tebriği hak ediyor oyuncu ve reji. Bu arada aynı sezonda Mesude’nin ölümü üzerinden bir de annenin eksikliğini ve ailenin dağılmaklığını göstermeleri de çok etkileyiciydi. Evet, geleneksel olarak kadın öyle işte, yuva demek.
Yasin’de işte bahsettiğim gibi sürprizli bir karakter olarak kurgulanmaya çalışılmış. Doğrusu ben en başından beri o kadar sertliğin bir “gerçek kötülüğe“ çıkmayacağını tahmin ediyordum. Hatta -kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin- hayatla, Istanbulla başa çıkmak için gerekli ve bir başka yolun da Yasin’in yolu olduğunu gayet iyi anlıyorum diyebilirim. Evet hayt huytlar fazla geriyor insanı ama adam iflas etmişken, evi taşlanıyorken, arkasına sığınmış 3 bayan, bir konuşamayan erkek çocuk varken, yolda gördüğü bir kızın köpek tarafından ısırılmasına dahi kayıtsız kalamıyorken ve -çekim hatasıydı galiba- kadraja gerçek bir köpek duhulü ve tehdidi sözkonusu olduğunda bile sakınan değil müdahale eden olmak içinden geliyorken ne yapması beklenebilirdi? Kadınlar arkalarda, gizlilerde, tenhalarda sırlarının yüklerini taşırken yorulurlar da erkekler önlerde, cephede mücadele etmenin stresiyle yorulmazlar mı, gerilmezler mi?
Genel olarak kesinlikle başarılı bir dizi. Hatta o kadar ki  dizi sadece kendini kurtarıp, emek verenlerine de iyi bir paye sağlamakla kalmıyor, The Old Guard hakkındaki yazımda da belirttiğim üzere izlediğim kadarıyla berbat işler çıkaran Netflix’in dahi yüzünü ağartıyor. Devamı gelirse memnun olurum ve ilgiyle takip ederim. Hasılı güzel birşeyler izledik diyebilirim.
Yaklaşık 6 saatlik bir seyirlik hakkında elbette daha söylenebilecek çok şey olur. Örneğin dizinin psikolojiyle bu kadar içiçe girmiş olmasına rağmen psikolojik çözümlemelerini ağırlıklı olarak Jung’ın tespitleri üzerinden yapması ama sosyal psikolojinin tespitleri gereğince gayet insani bir hal olan içinden başka şeyler geçerken grup içinde başka davranma hallerini biraz kötülemesini ve buradan hareketle sosyal psikolojinin üstünden atlamasını da daha etraflı eleştirmek gerekir bence ama bu da benim gerilimim işte: İçimden geçenlerle bir internet sitesinde okunabilecek olan bir yazı boyutunun enuygunluğunu bulmak ;) Dizi yayına bu kalitede devam ederse, elbet yine gündemimize girecektir. Biz de bazı sözlerimizi sonraki sezonlara (yazılara) bırakalım artık :)
Fatih Özdemir
3 notes · View notes
1meyushanim · 3 years
Text
Insanlar neyi istemiyorlarsa onu karşısındakine yapıyor vicdan falan dinlediği yok kimsenin herkes kendi dünyasında kendini düşünüyor bu kadar insanın arasında en kötüsü :onların tam tersi olmaktır.Kimse bana bu yapılsa çok üzülürüm kırılırım onada yapmıyım demiyor,kimse kimsenin vicdan bekçiliğini yapmamalıydı ama insanlar artık buna bile mecbur ediyor. Dünyanın hiç bir suçu yok,bütün mesuliyet insanların. Burası Dünya evet burda herkes insan yiyor...
1 note · View note