Tumgik
#ikisi de birbirinden mal
httpsfxs · 2 years
Text
ay salak ya
1 note · View note
curefindingmedical · 1 year
Text
Türkiye'de Abd'ye Karşı Tüp Bebek Tedavisinin Başarı Oranı Nedir?
Tumblr media
Türkiye ve ABD'de Tüp Bebek Başarı Oranı
Tüp bebek tedavisini uygulamayı düşünen çiftlerin çoğunlukla sorduğu sorulardan birisi olan tedavide başarı oranı nedir kavramı sıklıkla merak edilen bir konudur. Ancak bu soruya kesin ve net bir yanıt verebilmek pek mümkün olmamaktadır. Tüp bebek tedavisinde ilk uygulamada başarı oranında babanın yaş faktörü etkili olsa da en önemli olan şey annenin yaşıdır. Başarı oranını kesin ve net bir biçimde belirleyen en önemli faktördür. Tüp bebek tedavisinde hem Türkiye’de hem de Amerika’da pek çok farklı başarı hikayeleri bulunmaktadır. Sağlıklı bir doğumla sonuçlanan tüp bebek tedavisindeki başarı, anne ve baba adaylarının doğru tedavi merkezi ya da kliniği seçimi ile doğru bir orantı içerisindedir. Diğer önemli bir mevzu ise tüp bebek merkezinde doktor ve hasta ilişkisinin ve uygulama sürecinde bir arada olmasıdır. Tüp bebek tedavisinin uygulama sürecinde sıkı bağlar kurulmalıdır. Bu güven, en sonunda mutlak başarıyı beraberinde getirecektir.  Amerika Birleşik Devletleri’nde ise tüp bebek tedavisi uygulamak isteyen bir aileye bu uygulama Türk Lirası cinsinden hesaplandığında 250,000₺’ye mal olmaktadır. Alanında deneyimli uzman doktorlar sayesinde tüp bebek tedavisinde Amerika’da da aynı Türkiye’deki gibi birbirinden farklı pek çok başarı öyküleri mevcuttur. Doğumları gerçekleşen tüp bebeklerin normal bir doğumla dünyaya gelen bir bebekten herhangi bir farkının olmadığı sıklıkla gözlenen bir durumdur. Dolayısıyla bu durum, tüp bebek tedavisi için çekimser yaklaşan çiftler için oldukça rahatlatıcı ve sevindirici bir olgudur. Dünyanın her yerinde pek çok insanın bebek sahibi olmak için tercih ettiği tüp bebek tedavisinde yüksek başarı oranları için ciddi bir genetik hastalığa sahip olmamak ve yaş faktörünün de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. 
Tumblr media
Türkiye ve ABD'de Tüp Bebek Tedavisinin Maliyet Etkinliği
Tüp bebek tedavisi ile çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin umutları bir hayli yüksektir. 30 yaşındaki bir kadının doğal yollardan hamile kalabilmesi 1 ay içerisinde oranında mevcuttur. Yani doğum yapmak isteyen her 5 kadından birisi, korunmadan 30 günün bitiminde hamile kalabilmektedir. Tüp bebek tedavisinde hamile kalmak isteyen bir kadının yaş faktörü oldukça önem arz eder. Anne adayının yaşı ilerledikçe hamilelik oranı büyük ölçüde azalacaktır. Tüp bebek uygulaması sonrasında embriyo naklinden 15 gün sonra kanda bakılan kan testinin pozitif olması, tedavinin başarıya ulaştığının bir göstergesidir. Tüp bebek tedavisi, yüksek maliyetli bir tedavi yöntemidir. Bu tedaviyi uygulamak isteyen kişiler, bütçelerinden yüksek bir rakamı bu tedavi için ayırmaları gerekmektedir.  Ancak tüp bebek tedavisi için alternatif olabilecek pek çok ülke bulunmaktadır. Bunlardan ikisi Türkiye ve Amerika’dır. Günümüzde Türkiye, sağlık turizmi başta olmak üzere pek çok konuda diğer ülkelere oranla çok daha az maliyetlere sahip bir ülke konumundadır. Bu sebepten dolayı da tedavi olmak isteyen kişilerin uğrak noktası haline gelmiştir. Yüksek başarı oranları, az maliyetli ve kaliteli bir tedavi hizmetiyle bütünleştiği için tüp bebek tedavisinde önce bir ülke olmayı başarmıştır. 2100€’dan başlayan tüp bebek maliyetleri ile yüksek bir tercih oranına sahiptir. Ancak tüp bebek tedavisi olmak isteyen çiftlerin bilmesi gereken 2 husus vardır. Bunlardan birisi evli olmak diğeri ise cinsiyet seçiminin yasal olmadığını bilmek durumudur.  Amerika’da bu durum söz konusu değildir ortalama olarak 7,000€ gibi bir maliyet ile tüp bebek tedavisi olmak mümkündür ve herhangi bir özel husus mevcut değildir.  Read the full article
0 notes
İkisi de birbirinden mal yemin ediyorum NDSKSJYTNDJSJSGDJSGJZHX
1 note · View note
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 49. Bölüm
Mega // MangaTr
50. Bölüm: 30 Mayıs Akşam 8~ 51. Bölüm: 2 Haziran Sabah 9~ 4 Haziranda yetiştirebildiğim kadarını (minimum 5 bölüm birden) yayınlamayı planlıyorum. Sonrasında 12 Hazirana kadar novel günceli gelmeyecek. Sonrasında her zamanki gibi devam ederiz, yine bir değişiklik olursa bildiriz.
Bölüm 49:
Sadece Tek Bir Kişinin Güvenliği İçin Olan Zarlar
Gitmek üzere olduğunu görünce Lang Qian Qiu hemen haykırdı. “Dur!”
Xie Lian durdu. Lang Qian Qiu dişlerini sıktı ve sonunda konuştu. “Sen… Bana bir açıklama borçlusun.”
“Nasıl bir açıklama istiyorsun?” Xie Lian sordu.
“Bizim krallığımıza ve ailemize olan geçmiş kinleri, Yong An’a karşı olan nefreti anlayamıyor değilim ama…”
Nefesi tıkanmıştı. Bir sürenin ardından zorlanarak titreyen bir sesle devam etti. “Fakat Baş Rahip… Ebeveynlerim ve ben Xian Le’nın kalan vatandaşlarına iyi davranmadık mı? Onların birçoğuyla arkadaştım ve ben… Ben onları korumak için elimden gelenin en iyisini yaptım.”
Söylediği her kelime doğruydu.
Xian Le Krallığı düştükten sonra kalan vatandaşların çoğu köklerini asla unutmamışlardı ve Yong An Krallığı kurulup hükmetmeye başladıktan sonra bile onların torunları çoğunlukla yeni krallığın insanlarıyla çatışırken Xian Le vatandaşlarıymış gibi yaşamaya devam etmişlerdi.
Yong An Krallığı’nın yeni birkaç nesli zorbalıkla hükmetmiş ve acımasızca ayaklanan Xian Le vatandaşlarını katletmişlerdi. Xian Le vatandaşları tarafından Yong An soylularına suikast düzenlemeleri için toplanmış gizli ittifaklarda vardı, hatta birkaç defa başarıya ulaşmışlardı. Ve böylece devam etmişti, sonuç iki tarafında birbirlerinden derin bir şekilde nefret etmelerinden başka bir şeye mal olmamıştı.
Lakin Lang Qian Qiu’nun ebeveynlerinin yönetmeye başlamalarıyla kral farklı bir tavır takınmış, Xian Le vatandaşlarına kibar ve merhametli davranmıştı. Tüm düşünce ayrılıklarına karşın yeni ve eski ülkeyi birleştirmek istemişti. Eski Xian Le soylularına prenslere yakışır unvanlar verme konusundaki fikri oldukça absürt bulunsa da, ciddiliğini gösterme yolu olarak bunu kullanmış ve son derece saygılı davranmıştı. Lang Qian Qiu’nun kendisinin ise geçmişte olanlar yüzünden hiçbir önyargısı bulunmuyordu; ona göre her şey tarihten ibaretti.
Baş Rahip Fang Xin gizemli biriydi, hiç gerçek kimliğini ortaya çıkarmamıştı o yüzden Altın Yaldızlı Ziyafetteki kan banyosunda kimin yanında durduğunu kimse bilmiyordu. Ancak Yong An ve Xian Le arasındaki nefret çok derinden geliyordu; iki tarafta bir şey olduğu anda birbirlerini suçlarlardı, bu yüzden kurtulan birçok soylu parmaklarını Xian Le’ya doğru yöneltip şansı kalan Xian Le halkının silinmesi üzere bir istekte bulunmak için kullanmışlardı. Ancak Lang Qian Qiu onların tüm eforlarını reddetmişti.
Kararlılığı birçok kişinin hayatını korumuş ve isimsiz bir soykırımdan acı çekmelerini önlemişti. Ancak şimdi anımsayınca ne kadar iyilik yaptıysa, artık o kadar pişman hissediyordu.
Yaptıklarının değersiz olduğunu düşünüyor değildi ancak derin bir şekilde mağdur edilmiş hissediyordu. Doğru olduğunu düşündüğün şeyi yapmak hiçbir zaman değersiz değildi ancak karşılığını almadan o kadar çok yardımsever davranmak… Yanlış yaptığını hissetmeden kendini alamıyordu.
Lang Qian Qiu’nun gözleri kırmızılaştı ve sorgulamaya devam etti. “Baş Rahip, yeterince iyilik yapmadım mı? Ebeveynlerim yanlış bir şey mi yaptı? Neden bana bu şekilde davranmak zorundasın?” Ne kadar çok düşündükçe o kadar çok öfkeleniyordu ve RuoYe’den bir kez daha kurtulmak için çabaladı, üst bedenini kaldırmak için gerildi. “Bize bir açıklama borçlu olduğunu düşünmüyor musun??”
“Sana bir açıklama yapamam.” Dedi Xie Lian.
Cevabı oldukça doğrudandı, Lang Qian Qiu öfkesini kontrolü altına aldı. “Baş Rahip, sen çok değiştin. Daha önce hiç böyle değildin.”
“…” Xie Lian alnını ovdu ve devam etti. “Sana zaten söylediğimi hatırlıyorum. Bana dürüst, aziz biriymişim gibi hürmet etme; aklındaki kişi gibi biri değilim. Sonunda sadece kendini hayal kırıklığına uğratacaksın.”
Lang Qian Qiu yerde yatarken mırıldadı. “… Geçmişteki sen veya şimdiki sen, hangisinin gerçek sen olduğunu artık bilmiyorum.”
“Hepsi benim. Ama o zaman sen sadece on yedi yaşındaydı. Artık büyümüş olduğuna göre doğal olarak sana farklı bir ders öğretiyorum.” Dedi Xie Lian.
Lang Qian Qiu bir anlığına ağzını kapattı ancak ardından söyleyiverdi. “Senin on yedinci yaşın lanetlendiği için mi benim on yedinci yaşımı da lanetlemek zorundaydın?”
Xie Lian cevaplamadı.  
Konuşmuyor olduğunu görünce Lang Qian Qiu’nun öfkesi parladı ve derin bir nefes aldı, bağırdı. “EĞER AMACIN OYSA O ZAMAN NASIL İSTERSEN ÖYLE DAVRANMANA İZİN VERMEYECEĞİM!!”
Xie Lian’ın gözleri bu kelimelerle büyüdü.
Lang Qian Qiu daha fazla dayanamamıştı ancak gözleri parlak ve tonu inatçıydı, sanki kükreyen bir alev gözlerinde yanıyordu. Devam etti, sesi sertti, huysuz ve savaş ilan ediyormuş gibiydi. “Eğer benim kalbimi de seninki gibi nefretle doldurmamı istiyorsan, kesinlikle yapmayacağım! Eğer beni kendimi terk etmeme zorlayacaksan, reddediyorum! Asla yapmayacağım! – BANA NE YAPARSAN YAP ASLA SENİN GİBİ BİRİNE DÖNÜŞMEYECEĞİM!!!”
O kadar kahramanca bir ifadeydi ki Xie Lian sadece dinleyerek şaşkına dönüyordu. ‘Pfft’layıp kahkahalara boğulması için bir süre geçmesi gerekmişti.
Lang Qian Qiu’nun gözleri ateşli gözyaşlarıyla dolmuştu kanı tutkuyla kaynıyordu ve azimle bağırıyordu ancak bunların tamamını Xie Lian’ın gülüşüne yenilmişti. Öfkeyle şaşkına döndü. Diğer yandan ise Xie Lian kahkaha atarken alkışlıyordu, kahkahaları gittikçe büyüyordu ve bağırdı. “İYİ!”
Xie Lian en son bu şekilde ne için güldüğünü hatırlamıyordu ve durmadan önce bir süre geçmesi gerekmişti. Gözlerini ovdu ve kafasını salladı. “İyi. Bugün dediklerini hatırla. Asla benim gibi olmayacağını.”
Hua Cheng’in kolları hala birbirine dolanmıştı ve soğuk bir şekilde izliyordu. Xie Lian’ın konuşması biter bitmez önünde kırmızı duman aniden patladı!
Patlama çok ani olmuş ve Xie Lian sarsılmıştı, Lang Qian Qiu’nun bir tür garip hile yapmış olabileceğini düşünüyordu ve hemen kaçınarak dikkatle izlemeye başladı. Ancak patlamanın sadece sesi yüksekti, hiçbir zararı yoktu. Duman dağıldığı zaman Lang Qian Qiu yatıyor olduğu yerden kaybolmuştu. Geriye kalan bir daruma bebeğiydi, sağa sola sallanıyordu. *ÇN: Geleneksel bir Japon bebeği, hacıyatmaz.
Daruma bebeğin yusyuvarlak bir suratı vardı ve bedeni dev bir kabak gibiydi. Kaşları siyahtı ve yüz ifadesi bir kaplanınki gibi şirin ve çocuksuydu. O anda öfkeyle parıldıyor, sırtında tombul bir kılıç taşıyor, cesur görünüyordu – aynı Lang Qian Qiu gibiydi, yalnızca sevimli ve büyük bir oyuncaktı. Xie Lian gülümsemeyi bıraktı ve bağırdı. “Qian Qiu?!”
RuoYe onu bırakıp Xie Lian’ın bileğine geri döndü. Hua Cheng yavaşça oraya yürüdü ve parmağını o daruma bebeğinin bedenine hafifçe vurup güldü. “Hangi şekle bürünürse bürünsün ne neden bu kadar salak görünmek zorunda?”
Xie Lian daruma bebeğini aldı, gülmeli mi ağlamalı mı olduğunu bilmiyordu. “Bu… Bu… San Lang, bu Qian Qiu mu? Neden bu şekle büründü? Onunla oynamayı bırak ve eski haline dönündür.”
“Hayır. Onu al ve gidelim.” Hua Cheng cevapladı.
“Nereye?” Xie Lian sordu.
Tam o anda ikisi küçük ve sıkışık bir mağaraya denk gelmişlerdi. Hua Cheng onu cevaplamadan zarları attı, avucuna indiler. Mağaraya girmeden önce bakışlarını indirip zarlara baktı.
Birini daruma bebeğe çevirmek gibi zararlı bir büyü oldukça Hua Cheng tarzıydı ancak bunu geri çevirmesi zordu. Ne olursa olsun Xie Lian büyüyü bozamazdı ve diğer cennet mensuplarının da yapabileceğinin garantisi yoktu. Bu yüzden bebeği ellerinde tutarken Hua Cheng’i takip etmek üzereydi ki aniden Fang Xin’i atmış olduğunu hatırladı, hızla geri dönüp kılıcını aldıktan sonra onu arkasına bağladı ve Hua Cheng’i takip etti.
Xie Lian, Hua Cheng’in büyüyü bozmasını istiyordu ancak o, fikrini açıklamıyordu. İkisi mağarada bir süre yürüdüler. Çok geçmeden mağara duvarları genişledi ve girişten daha çok ferah bir hal aldı. Ayak sesleri yankılanıyordu ve önlerinden hafif bir ışıkla söylenen şarkı sesleri geliyordu.
Xie Lian Hayalet Şehir’deki Zevk Köşkü’ne götürüldüğünde de şarkı söyleme sesleri duymuştu ancak kadın hayaletlerin zarif şarkıları afrodizyak gibi sarhoş edici ve baştan çıkartıcıydılar. Ancak bu şarkılar şeytanların karmaşık dansları gibiydi, berbat ve iğrenç. İkisi birbirinden tamamen farklıydı. Xie Lian sormadan duramadı. “San Lang, burası neresi?”
“Şşt.” Hua Cheng onu susturdu.
Xie Lian’ın sorusu zaten oldukça kısık bir fısıldamayla sorulmuştu, susturulunca nefesini de tuttu. Çok geçmeden neden sessiz olması gerektiğini anladı. Önlerinde bir grup uçan yeşil hayalet ateşleri belirdi. Küçük alev grubu yaklaştıkça onların yeşil giyinmiş olan minik iblisler olduklarını gördüler.  
Her iblisin kafasında küçük yanan bir ışık vardı, sanki kendileri yeşil mumlardılar. Mağarada saklanacak hiçbir yer yoktu ve yol dardı. Xie Lian Fang Xin’e uzanmak üzereyken RuoYe’nın bu duruma daha uygun olduğunu düşünüp elini tekrar indirdi.
Ancak küçük iblisler onların yanlarından geçerken kirpiklerini bile kıpırdatmamış, aralarında fısıldaşmaya devam etmişlerdi. Onları görmemişler değillerdi ancak daha çok onları görmeyi garip bulmamışlardı. Xie Lian, Hua Cheng’e baktı ve yanındakinin aşina, son derece yakışıklı, kırmızı kıyafetler giyen iblis kralı olmadığını gördü. Kafasında yeşil alev olan başka bir soluk görünümlü iblisti.
Ne zaman olduğunu bilmediği bir zamanda Hua Cheng onları sahte derilere çevirmiş gibi görünüyordu. Kendi kafasının üzerinde de yeşil bir alevin olduğunu düşününce Xie Lian hissetmek için elini kaldırmadan edemedi. “Neden biz…” Neden böyle garip bir görüntüye bürünmek zorundalardı?
Yarıda bırakmış olmasına rağmen Hua Cheng apaçık ne demek istediğini anlamıştı. “Çoktan Yeşil Cin Qi Rong’un kaba ve dangalak olduğundan bahsetmiştim. Tüm yalakaları böyle gözükmek zorunda.”
Xie Lian, Hua Cheng’in onu Yeşil Cin Qi Rong’un bölgesine getirdiğini fark etmemişti!
Öncesinde cennet ve hayalet diyarı Yeşil Cin Qi Rong’dan bahsettiklerinde hepsi onun ne kadar görgüsüz olduğu hakkında yorum yapmıştı ve Xie Lian nedenini anlayamamıştı. Ancak şimdi tüm küçük iblis aslarının bu şekilde giyinmek zorunda olduğunu öğrenince birazcık anlayabiliyordu. ‘Geceleri Gezen Yeşil Işık’ unvanına bakınca hala birazcık alaylı bir zarafet duyuluyordu ancak bu gerçek anlamda geceleri etrafta gezinen ‘yeşil’ ışık ise, işte o zaman aklındakiyle arasında büyük bir uçurum vardı.
“Onun sığınağını çoktan yok etmedin mi?” Xie Lian sordu.
“Ettim ama o kaçtı.” Hua Cheng cevapladı. “Elli yıl boyunca kaçtı, ardından yeni bir sığınak inşa etti.”
Xie Lian Lang Qian Qiu daruma bebeğini göğsüne yakın tuttu ve kimsenin etrafta olmadığından emin olduktan sonra fısıldadı. “San Lang, buraya Yeşil Cin’i bulmaya mı geldin? Neden ilk önce Qian Qiu’nun büyüsünü çözüp onun gitmesine izin vermiyorsun ve ardından ben sana eşlik edeceğim?”
Hua Cheng inatla reddetti. “Hayır, onu ya yanına al. Biriyle görüşmesi gerek.”
Xie Lian meraklanmıştı. Hua Cheng kesinlikle Lang Qian Qiu’yu önemsiyormuş gibi davranmıyordu, o yüzden neden onu özellikle birisiyle görüşmesi için yanlarına alıyordu ki? Ancak tüm seçenekler oldukça garipti, o yüzden daha fazla o konu hakkında konuşmadı. İkisi sonunda mağaradan çıktıklarında tünel daha geniş bir yere açıldı, daha çok mağara önlerinde belirdi.
Bu dağa tüneller ve mağaralar kazılmış gibi duruyordu; başka mağaralarla birleşen mağaralar, başka tünellere açılan tüneller. Her girişte birkaç iblis ve hayalet kafalarındaki yeşil ışıklarla içeri girip dışarı çıkıyorlardı, büyük bir arı kovanı veya karınca yuvası gibiydi. Eğer Xie Lian tek başına gelseydi yolu hatırlamasının imkanı yoktu. Ancak Hua Cheng evdeymiş gibiydi, çeşitli tünel ve mağaralardan duraksamadan geçti, fazlasıyla rahattı, sanki yolları ezbere biliyordu.
İkisinin yeşil alevleri ve iblis derileri olduğundan kimse onları yollarında durdurmadı. Xie Lian rahatlıkla nefes aldı ancak Hua Cheng ofluyor olduğunu düşünerek sordu. “Ne oldu?”
“Hiçbir şey.” Xie Lian cevapladı. “Gizlice girmek yerine sığınağa saldıracağını düşünüyordum. Dövüşte çok iyi değilim o yüzden rahatladım.”
‘Dövüşte iyi olmamak’ı kastetmişti. Yetenekli olabilirdi ancak sonrasıyla uğraşmakta iyi değildi. Hua Cheng gülüyormuş gibi gözüktü. “İlkinde direk saldırmıştım ancak öğrendiği ancak kaçtı. Bu sefer buraya onun için geldim, o yüzden tabii ki burada olduğumu fark etmemesi gerekiyor.”
Hua Cheng’in Qian Qiu’nun görmesini istediği kişi Yeşil Cin mi? Xie Lian’ın merakı gittikçe artıyordu, İkisi arasında bir ilişki mi var? Her neyse, ne yapmak istiyor olursa olsun yine de ona eşlik edeceğim, büyüyü bozmasını daha sonra isterim. Xie Lian’ın aklında hala yanan Zevk Köşkü vardı ve suçlu hissediyordu. Düşünürken Hua Cheng konuştu. “O gereksiz çöp hiçbir şey yapamıyor ama oldukça uyanık. O küçük iblisler ona yaklaşamıyor ve en yakın uşağı kılığına girmek de kolay değil. Yaklaşmak için sadece bir yol var.”
Tam o anda dört küçük iblis gelmişti, gülüyor ve sohbet ediyorlardı. Hua Cheng adımlarını yavaşlattı ve Xie Lian onu takip etti. Arkalarındaki küçük iblislerin bir sıra insanı uzun bir iple çekiyorlardı.
İnsanların bazıları yırtık pırtık ve dağınıklardı, bazıları pahalı kıyafetler giyiyorlardı ancak hepsi otuz yaşının altındaki genç kadınlar ve adamlardı. Genç bir adamın kıyafetinin kolunun kenarına tutunmuş olan bir çocuk bile vardı, muhtemelen baba oğuldular.
Elleri bağlıydılar, korkunç görünüyorlardı. Bazıları zorla şeytani sığınağa yürütülürlerken bayılmak üzereydi. Hua Cheng’in yanından geçtiler ve bir saniye kaçırmadan dönüp sorunsuzca grubun sonuna katıldı. Xie Lian’ı nazikçe dirsekledi ve o da Hua Cheng’in hareketlerini taklit etti. Ona baktığında Hua Cheng’in yeniden deri değiştirmiş olduğunu gördü ve bu sefer temiz görünümlü genç bir adamdı. Kendisi de muhtemelen ona benziyordu.
Küçük grup tünel ve mağaralar boyunca döndü. Grubu götüren küçük iblisler işleriyle oldukça mutlu görünüyorlardı ve arada sırada otoritelerini arkalarında mahkumlara bağırıp söylenerek gösterdiler. “İtaatsiz davranmak yok! – Ağlamak yok! Yüzleriniz yaşla ve sümükle doluyken büyüğümüzün iştahını alt üst ederseniz size ölmeyi istemeyin nasıl olduğunu öğreteceğiz!”
Dört Büyük Musibetten üç Yüce’nin insan eti yediğine dair hiçbir bilgi yoktu, sadece Yeşil Cin Qi Rong oburdu; eşitlerinin ve düşmanlarının ondan bahsedildiği anda alay edip ona göz zevkini bozan bir cahil demelerine şaşmamalıydı.
Öncesinde Hua Cheng, Yeşil Cin Qi Rong’a yaklaşabilmenin tek bir yolu olduğunu söylemişti ve bu da ‘yemek’e karışarak olan yoldu. Yürürlerken Xie Lian, Hua Cheng’in eline uzandı. Tutmayı başardığında Hua Cheng’in elini geri çekmek istermişçesine donduğunu fark etti. Xie Lian fark etmediğinden değildi ancak olan şartlar altında çok fazla düşünecek zaman yoktu. Hua Cheng’in elini sıkıca tuttu ve avcuna hafifçe bir kelime çizdi. “Kurtarmak.”
Xie Lian gördüğü için o insanları kurtarmak zorundaydı. Bu hareketi Hua Cheng’i niyetinde haberdar etmek içindi.
Kelimeyi yazıldıktan sonra Hua Cheng nazikçe parmaklarını kıvırdı ve avcunu kapattı. Bir sürenin ardından grup bir tünelden çıkıp oldukça büyük olan bir mağaranın girişine doğru gitmeye başladı.
Mağaraya girdikleri anda bir kısım gölgede kalmış objeler görüş alanlarına girdi. Xie Lian gözlerini kısmasına rağmen o objelerin ne olduklarını çıkaramadı fakat yerine Hua Cheng’in bileğini kavradığını ve elinin arkasına birkaç kelime yazdığını hissetti. ‘Kafana dikkat et. Dokunma.’
Xie Lian en başta yukarıda eski püskü giysilerin asılmış olduğunu zannetmişti ancak yakınlaştıkça göz bebekleri küçüldü – Ne eski püskü giysisi? Bir dolu kararmış, sıkıca paketlenmiş insanlardı. Ayakları yukarıda ve başları aşağıya sallanırken hava da asılmışlardı.
Baş aşağıya asılmış cesetler ormanı!
Ancak ters çevrilmiş ölü bedenler asılıyor olsa bile kan yağmuru yoktu çünkü o cesetler, damarlarında tek bir damla taze kan kalmayana kadar kurumuşlardı. Kuru cesetlerin yüz ifadeleri acı içindeydi, ağızları kocaman açılmıştı. Ayrıca yüzlerini ve bedenlerini ince bir katman karımsı kristaller kaplıyordu. Tuzdu.
Mağaranın en derin girintilerinde ışıklar parlıyordu ve büyük bir sandalye, uzun bir masa, altın kadehler ve yeşim taşından kaplar duruyordu. Böylesine bir savurganlık dağın derinliklerinde olan bir mağaradan çok bir kraliyet ziyafetindeymişler gibi gösteriyordu. Uzun masanın biraz ötesinde kocaman bir çelik kazan duruyordu, on kişinin içerisinde yüzmesine izin verecek kadar genişti. Kazan kırmızıydı ve kaynıyordu, içindekiler öfkeli bir şekilde fokurduyorlardı. Eğer biri yanlışlıkla içine düşerse tamamen pişmeleri sadece saniyeler alırdı!
Dört küçük iblis mahkum grubunu kazana doğru götürdü. Bazıları onları ne beklediklerini gördüklerinde korkudan titreyerek yere düşmüşlerdi ve tüm bu bağrışın, vuruşun ve itişin içinde Xie Lian aniden yanındaki Hua Cheng’in kolunun gerginleştiğini ve adımlarının durduğunu fark etti.
Görmek için başını çevirdiğinde Hua Cheng’in temiz bir genç adamın görüntüsünde olmasına rağmen gözlerinin kızgınlıkla parladığını fark etti.
Hua Cheng her zaman gülüyor olsa bile Xie Lian onun gerçek duygularının derinlerde gizlenmiş olduğunu biliyordu. Xie Lian onun gözlerinde hiç bu kadar bariz bir şiddetli öfke görmemişti. Hua Cheng’in baktığı yere döndüğündü ve anında nefesinin kesildiğini hissetti. Gösterişli koca sandalyenin önünde bir kişi diz çöküyordu.
İlk bakışta bir insandı ancak daha dikkatli bakıldığında gerçek bir insanın boyutundaki bir taş heykel olduğu anlaşılıyordu. Diz çökme pozisyonunda oyulmuş oldukça ilginç bir heykeldi, sırtı ona dönüktü ve kafası eğikti. Kuyruğu bacaklarının arasında olan bir köpek gibi tanımlanabilecek bir şekildi. Böyle bir heykelin yapılmasının tek amacının o kişiyi küçük düşürmek olduğunu tahmin etmek kolaydı.
Xie Lian’ın bilmek için onu döndürmesi gerekmiyordu, heykelin yüzü onunkinin tıpatıp aynısıydı.  
Çevirmen: Kae
Not: Xie Lian’ın bu heykelinin tam olarak nasıl göründüğü yazara sorulduğunda “Anladınız işte, öyle görünüyor.” Gibi bir cevap vermiş (yanlış hatırlamıyorsam, kaynağı şu an bulamadım). Yani her ne kadar nazikçe ‘secde etmiş’ / ‘diz çökmüş’ / ‘prostrating’ olarak çevirisi yapılsa da, aslında… domalmış.
147 notes · View notes
kaanozer · 4 years
Text
H. ve h. ya da Ekmekçinin Metafiziği
-
Size biraz, Edgar Morin’in California’da imal edilen iki kafalı yılanlara dair hikayesine benzeyen bir hikaye anlatacağım -ve bu yılanlar, maalesef, iki kafalı olma ayrıcalıklarına rağmen çok meşakkatli ve kısa hayatlar sürebilmişler, çünkü iki kafa beslenmek için birbirleriyle dalaştığından her ikisi de açlıktan ölüme sürükleniyormuş. İşte yine, otuzlu yıllara doğru Söylemin içinde çok “tekil” ve biricik bir şekilde üreyen iki başlı bir yılan varmış. Size onu tasvir etmeye çalışacağım; siz de en azından bir süre için, aynı canavarın gövdesinden fışkırmış bu iki kafanın kimlere ait olduğuna boş verin. Göreceğiz, özel adları var onların, hatta kendilerine ait inisiyalleri bile var…
Varsayalım 1933 yılında iki dost Reich denen bir şey, tarihin hesaplamasına göre “Üçüncü” denen bir Reich için omuz omuza birlikte savaşmış olsunlar. Büyük bir ateşle ve ustalıkla, bu iki dost yeni zamanları büyük bir tamamlanışın çağı olarak tasvir etmiş olsunlar. İçlerinden biri, adı “H” harfini taşıyanı (ve o asla düşündüğünüz kişi değil, her ikisi de -benimki de sizinki de- oraklarını biliyor olsalar bile) büyük H.’nin gerçekten “bugünün ve yarının gerçekliği” olduğunu söyleme ayrıcalığına erişmiş olsun. “Olduğunu” (ist) kelimesinin de altını çizmiş olsun -bizzat “olmanın”, varlığın kendisinin sorgulanıyor olduğunu göstermek için… 1933 yılının “Devrimi”, ki bu devrim bir karşı-devrim olduğunu bizzat kendisi söylemekteydi, demek ki “varlığın özüne geri dönüş”ten, bir Wieder Lehren Wesen des Seinsz’dan başka bir şey değildi.. Batının, Grek dilinden Alman İdealizminin o büyük diline dek felsefi tarihinin büyük kavramlarının kuşatıldığı muazzam bir dil.
Bütün o 1933 yılı boyunca, K. (göreceğiz ki bu tehlikeli “K”, Kafka’nınkiyle aynı değil) H. ile, ya da daha doğrusu küçük H. ile dirsek teması içindedir. Her ikisi de, K. ve küçük H. büyük H.’ye hayrandırlar. Ama gelin görün ki 1934 yılına girerken aralarından biri için çok rahatsızlık verici bir şey olur. K.’nın ve küçük H.’nin kaderleri belli belirsiz, nerdeyse sessizce, birbirinden ayrılır. K. büyük H.’nin memurlarına küçük H.’ye karşı mesajlar, küçük anlatılar göndermeye ve bu adamın o kadar muzafferane bir çağın “yeterli filozofu” olmadığını, göründüğünün aksine, tehlikeli bir sapkın, neredeyse bir muhalif olduğunu, kendisine “genellikle atfedilen Nasyonal-Sosyalizmin filozofu” olmadığını, “bambaşka bir şey” olduğunu söylemeye koyulur… Bu “bambaşka şey” bir anda belirecektir ve bu tam da üzerinde durmakta ısrar ettiğim söylemin biricik bir anında gerçekleşecektir. Çünkü günümüzdeki okullu, akademik, yüce felsefenin gözünden hep kaçan şey tam da budur: -bu tekillik, bu biriciklik felsefi söylemin büyük dilindeki bu tekilleşme tohumu…
1934 yılının İlkbaharında bay K.’nın derecesi yükseltilir ve artık pek yakında iki “S” ile mücehhez bir Kurmay-Albayın dengi olacaktır (Obersturmbanführer -SS Kurmay Albayı)… Ve küçük H:’ye, “yetersiz” filozofa saldıracaktır. Onun için şunları diyecektir: Nasyonal-Sosyalizm meselesinde yeterli olmak şöyle dursun, bay küçük H. “tümüyle bambaşka bir şeydir.”.. Metinde şöyle yazılıdır bu: “metafizik bir nihilizm, yani bugünlerde Yahudi edebiyatçıların temsil ettiği şey…” İşte bakın küçük H. bir anda “Yahudi edebiyatçı” oluvermiştir -o çağ için aşırı ölçüde tehlikeli bir suçlama, üstelik “metafizik nihilist” olarak. Bu kez saldırı kamuya açıktır; bay küçük H. titremeye başlar.
Böylece felsefi bir korku felsefi dile girer. Bu korkudan henüz çıkamadık… Şimdilerde, söylemek gerekirse bu korku öğretilen, ve özellikle Fransız dilinde öğretilen “büyük felsefe dili”nin içinde kurulmuş haldedir. Fransız dili bilinçli olarak artık ideolojik türümüzün yaşadığı vatan haline gelmiş bu mesajı yayma işine (mümkünse Atlantik-ötesine) sarılmıştır.
Çünkü daha 1935 yılından itibaren, işte Freiburg Üniversitesinin eski rektörü olan (o anda istifa etmişti) küçük H. metafiziğin her bir şeylerin düşüşünü yönlendiren bir nihilizmden başka bir şey olmadığını, insanlık tarihinin, özellikle de Atina düşüncesiyle başlayan ve V. yüzyıl Atinalılarınca “felsefe” adı verilen bu düşüşün başlangıcından itibaren olduğunu tekrarlamaya koyulacaktır.
Eğer “metafizik” kelimesi okul kitaplarının bir kelimesi, eğitimin bir parçası olduysa, onun izini sürebiliriz -ki bu çok güzel bir yol olacaktır zaten. Bu Makedonya asıllı bir Atinalının birtakım kitaplarını işaretleyen bir kod sözcüktür -Aristo ve Meta-ta-Fusika… Atinalıların hemen unutuverdikleri, Romalıların ise hiç bilmedikleri bu kitaplar, ciddi olarak okunmaya başlamak için Mezopotamyalıları, Fırat Vadisi’nde yaşayan Grek-Suriyelileri, ve son olarak da X. yüzyıl Abbasi Araplarını beklemek zorunda kaldılar. Tesadüfen “metafizik” adı verilmiş bir sorunun üstündeki o büyük uğraşı işte orada başlıyor: gerçek olan şeyler ya da kendi öz söylemimiz üstüne tekil veya genel önermeler ileri sürmeye nasıl muktedir olabiliriz?
Böylece “metafizik” kelimesi Batının dillerine işte Orta Asya’dan, Buhara’dan geçen ve sonuçta Cordoba ve Marakeş’e kadar uzanan bu uzun yolculuktan sonra geliyor. Marakeş’ten sonra, metinleri Arapça’dan Latince’ye çevirirken Michael Scott’un kaleminden alıyoruz bu sözcüğü -Subjectum Movens’in çevirmeni -durum öyle gösteriyor ki “özne”, bir anda Arap dilinden gelerek Latin Batıya giriyor. Bu çok ilginç bir giriş: “hareket ettirici bir özne” bu, biraz Guattarivari bir özne ve günümüzden asırlar önce, daha XII.-XIII. yüzyıllarda Avrupa’ya gelmiş… İlginç, çünkü bize onu o minik okullarımızda böyle öğretmiyorlar artık.
Ama işte bakın, bay küçük H. savaştan sonra bu söylemi sürdürüyor. Açıklıyor ki, çok basit, “nihilizm” dediği şey artık asla aynı şey değil… 1935’te “nihilizm” “Yahudi edebiyatçılarıydı” (ve onlardan biri olmak da istemiyordu tabii ki). On yıl geçtikten sonra aynı kelime çekip gidenleri, savaşı kaybedenleri işaretliyor: şimdi artık, bir yıkıntılar yığını altında ve denazifikasyon kamplarında gömülmüş olanları, işte, artık tanımıyor onları… Nihilizm Faşizmdi… Demek ki bay küçük H., kendi hesabına, iyi bir dava uğruna kavga vermişti. İşte bakın Martin H.’nın savaş sonrası yeniden hizmete başlayıp, özellikle Fransız kültürüne gıda yardımına nasıl giriştiğine. Küçük H.’nın dilinde o sıralarda telaffuz edilmeye başlayan “Déconstrution” (Yapıbozum?) kelimesi, Abbau, tam da otuzlu yılların büyük fikrinin, Ernst Jünger’in topyekün seferberliğinin, Totalmobilmachung’unun simetrik zıddıdır. Bundan yine bahsedeceğiz, ama tersten: onu bir “yapıbozum” gibi, bir Abbau gibi sunacağız -altmış yaşına, yetmiş yaşına vardıkları her on yılda bir birbirlerine karşılıklı yaş günü hediyeleri veren Jünger ile Martin Heidegger’i hatırlayalım; Abbau terimi 1955’te Heidegger’in Jünger’e bir hediyesi işte…
Burada muazzam bir tekillik var. Dilde, korkudan dolayı bir tür uçuklama. Dilimize yerleşmiş olan ve her an uzun ve bitip tükenmek bilmez bir düşüşün içinde olduğumuzu açıklayan büyük bir korku tümörü… Ve dile birazcık olsun aydınlık ve tutarlılık vermeye her yeltenişimizde, bu aydınlatmayı sağlayacak lambaları tavan arasına kapatacağız, içindeki bütün ineklerin, bütün kedilerin gri olduğu bir tür kara cismin içine… Biraz daha aydınlatıcı, ya da biraz daha az felaketli olan başkalarını da bulabilmek için bu tekilleşme olayını terk ediyorum şimdi. Felsefede ya da dilde başka tekilleşme anları olmuştur ve düşünmenin dilini düşünmek için asıl onlardan geçmeliyiz. İçlerinden biri son derecede şaşırtıcı ve o da unutulmuş. Bu başka bir Atinalının, Sicilya’da politik deneyler yapmaya kalkışmış, ama evine dönerken köle olarak satılma bahtsızlığına düşmüş bir Atinalının ilgilendiği şeydir. Vatanından uzakta, “çok soylu bir aileden” bir filozofun birden herhangi bir mal gibi pazara çıkarıldığını ve neyse ki, mutlu bir tesadüf eseri, tam o anda oradan geçen bir dostu tarafından satın alınarak kurtulduğunu hayal edebiliyor musunuz? Afrika’dan Atina denizlerine yolculuğu sırasında Aniceris böylece dostu Platon’u satın alıyor ve onu doğru yola yeniden getirmiş oluyor. Platon birdenbire, politik deneyinden biraz da hayal kırıklığına uğramış bir halde, bir bahçe satın alıyor ve orada tartışmalar düzenlemeye başlıyor. Bu bahçede çok ilginç, harikulade bir oyun sahnelenmeye başlıyor. Bu kartografide epeydir denenen şey doğuyor -Platon’un Protagoras’ında “felsefe” (filo-sofia) kelimesinin neredeyse bir proto-kartografisi var. İşte felsefe kölelik-sonrası yazdığı yazılarda, orada başlıyor. Özellikle ilgi çekici bir tekillik noktası bu…
Daha uzaklara ve eskilere gitmek istiyorum şimdi: Asya’nın iki nehrinin, tıpkı sıkıştırılan keman telleri gibi birbirlerine yaklaştıkları yerde olup bitenlere. orada da bir şey olup bitmiş, iki dil birbirlerine dokunmuşlar. Biri Sumer’in, diğeri Akkad’ın dili; birinciler şimdiden yazmayı biliyorlar, ötekiler ise sadece konuşuyorlar. Ama yalnızca sözü ve sesi olanlar savaşı kazanmışlar, fatih ve efendi konumundalar: Kral Yaşlı Sargon siyasi iktidarı elinde tutuyor ve Sumer katipleri yavaş yavaş başka türlü yazma alışkanlığını ediniyorlar… Artık anlamın desenini çizmiyorlar, galiplerin kelimelerin sesini çiziyorlar.
Buğday başağı demek isterseniz, “şe” derdiniz ve karşılığında küçük bir başak çizerdiniz. Bu ön-Sümercedir. Şimdi ise bir kuş: ilkel Sümer yazısında bu çok güzel bir şey -birazcık kuyruk, birazcık, minik bir gaga… Ama orada da iş şematikleşir ve dört çivi vuruşu yaparsınız olur biter -hep küneiform çivi darbeleri…. Ve onlara bir tür gaga verirsiniz ve işte onun adı “hu”dur Sümerce’de; demek ki burada elinizde bir buğday başağı, orada ise bir kuş var.
Varsayın ki Sumerli bir katipsiniz ve konuşan Akkadlıları, emirler yağdıran savaşçıları, askerleri işitiyorsunuz. Bir şey yazmanız gerekiyor ama nasıl yapacağınızı bilemiyorsunuz, çünkü Akkadlar yazmıyorlar. Sonuçta anlıyorsunuz ki, “şe-hu” dediklerinde bu Akkadlarda bambaşka bir şey demek, yani “görme” demek. O halde Sumerce’de bu şöyle yazılacak: iki resim, iki piktograf yanyana getirilecek ve karşımızda “fonogram” denen şeyin ilk örneği olacak -resmi çizilemeyecek olanı, “görme”yi anlamlandıracak: şe-hu… İşte insanlık tarihinin en olağanüstü tekillik anı… Ve göreli olarak günümüze yakın bir felsefi ideolojinin saygısızca söylediği gibi bir “düşüş”, bir “alçalış” olmaktan çok burada karşımızda tam aksine aydınlanmanın ilk anlarından biri, öznelliğin inşasının oldukça uzaklara erişmiş ve elde edilemeyeni uçarak yakalamış -yani görmeyi sesle yakalamış-bir an yaşanmıştı.
Daha dosdoğru ve daha dokunulabilir bir tekilliğe doğru gitmek istiyorum şimdi de -Renaud Victor’un bir filminden Félix Guattari’nin yakaladığı bir tekillik: küçük bir yaramaz oğlan… Çocuğun bir su damlasının oluşumuna bakarak, olağanüstü ve açıklanamaz bir keyifle attığı kahkahalar -su damlası gibi biricik bir biçimin karşısında ve belki de her su damlası bir diğerinden farklı olacak… Burada elimizde bir eğri var -bir kıvrım… Bu kıvrım, bu eğri çok basit bir sevinç olabilir. Ama bize bunu söyleten şey kameradan başkası değildir… Bize anlatısal bir yakalama sunan Renaud Victor’un kamerası olmasaydı belki bu kıvrımı ve su damlasındaki bu sevinci bilemeyecektik. Bu sayede biricik ve çok çeşitli, ama aynı zamanda çok temel bir “anlatısal kıvrımla” karşılaşıyoruz -en az o minik Sumer desenleriyle insanlık tarihinin ilk semitik dilini, içinden Babilcenin, Aramcanın, İbranicenin ve Arapçanın doğacağı Akkadçayı yakalayabilen katibinki kadar şaşırtıcı bir kıvrım bu…
Deleuze diyordu ki Nietzsche için -ve Nietzsche’nin diğer düşünürlerden farkı da bundan geliyordu- bir fikir bir olaydır. Fikirler ardışık olaylardan oluşan bir dizidir ve farklı gerilim seviyelerine sahiptir bu diziler. Demek ki, fikirler eşittir olaylar, ardışık olaylar.
Yayınladığı ilk kitabında Spinoza fikirlerin “doğanın anlatıları ya da zihinsel hikayeleri” olduğunu yazmıştı. Spinoza gibi, Mony Elkaim de burada, tartışmalarımız sırasında “hikayeler anlatıyorum, ama hikayelerde de anlatılarak” demişti. Tabii ki önceden zaten konuşulmuş olan “fikirler” olduğu ölçüde… Biz bu dürtücü hikayeler tarafından, “fikirler” tarafından anlatılıyoruz. “Ben hikayelerdenim”, diyordu Mony. Ama kâh anlatan özneyim, kâh anlatılan. Anlatmaktan ve sayıp dökmekten memnun oluyoruz (çünkü anlatan olmak hep daha iyidir). Ve sayılıp dökülen kişi zaten sıraya sokulmuş demektir… Sayıp dökmek ile anlatmak (compter et conter) Fransız, İtalyan, İspanyol ve hatta Alman dillerinde hep birbirine karıştırılmıştır. Rabelais’de “anlatılabilir olan” (racontable), hesabı verilebilir, sayılıp dökülebilir (racomtable, bazen iki “c” ile “raccomptable”) diye yazılır -“Beşinci Kitap”taki “Tınlayan Ada” kompüter gibi saymayı getirir akla. Hep bu oyun vardır -anlatan anlatılıyordur, dolayısıyla hiçe “sayılıyordur”; hiç değilse yeni bir sayma makinesi icat edilene kadar. Paul Virilio böyle bir noktada “trajektif” kelimesini icat ediyor.
Uzun zamandır tartışılan ve Kurmay Albayımız K. tarafından zaten afişe edilmiş olan özne ve nesne var (çünkü o artık “öznenin” olmadığını, düşmanın, dünyadaki bahtsızlığın “öznellik” olduğuna karar vermişti bile) -ve böylece kendi öznesinin hegemonyasıyla yetinebilirdi artık. Özne ile nesne birbirleriyle oyun ilişkisine girmeyi sürdürdüler. Ama güzergah, hiç durmadan birinden ötekine giden yol -yani Virilio’nun “trajektifi” bizi burda en fazla ilgilendiren şey olmalı. Dördüncü bir noktayı daha ortaya atacağım: buna üstten-akış (surjet) diyeceğim geçici olarak. Önce özne vardı, “je”, “Ich” -ve sonra da “süper-Ich” (uber-Ich ki Fransızcaya “sur-moi”, Üst-Ben diye tercüme edildi, oysa ki “sur-je”, “üstüm” olmalı). Freud’da “özne” kelimesi tek bir kez belirir zaten, o da (1936’ya doğru) “ich”in otantik özne olduğunu, o halde nasıl nesne olabileceğini” sorduğu yerdedir -“Der Ich ist das. Wie kann es Object werden?” Bu ikisi arasında oynayıp duran über-Ich de vardır. Ve “surjet” (üstüm) kumaşlarla uğraşan insanların iyi bildiği bir şeydir. Bir parça kumaşı tram üzerine dikmeden önce astarını ters çevirmektir söz konusu olan. Bu ters çevirip kenardan dikme işlemi son yılların en ilgi çekici modellerinden birine o kadar uzak değim -sonradan Ilya Prigogine ile Isabelle Stengers’in yeniden ele aldıkları bu model Arnold ile Avezo’ya ait ve adına “Ekmekçi Transformasyonu” deniyor. Bir ekmekçinin önünde kare şeklinde bir hamur var, onu sündürerek dikdörtgen şekline getiriyor, sonra dikdörtgenin yarısını söküp atıyor ve yeniden kareye dönüyor; ama başlangıçtaki şekil daha şimdiden değişmiş durumdadır. Ve böylece, aynı minval üzerinde bunu tekrarlarsa -gösterilebiliyor ki, “n” defa tekrarladığı zaman, ortaya çıkacak şeklin ne olacağı konusunda bir kestirimde bulunmak imkansızlaşacak. Tezgaha herhangi bir nesneyi, mesela bir fareyi yatırdığınızı düşünün. İşlem “n” defa tekrarlandığında fare darmadağın olmuş durumdadır ve o sefil farenin parçalarının nerede olabileceğini öngöremeyecek bir konuma geliriz. Belli bir anda farenin kuyruğunu gözlerinden birinin yanında bulabilmeniz ihtimali vardır tabii ve hayvanın alıştığımız şeklini yeniden bulmak için herhangi bir yol kalmamıştır.
Öznelliğin fethi için yapılan bu işlemde -ki her gün bunu yaşıyoruz   zaten- hiç dikkat etmeden ve tedbir almadan binlerce kez bu “fırıncı   yoğurması”nı görüyoruz. Martin H. ve dostu, Kurmay Albay K., her ikisi   de yoğurup durdular. Çok ilginçtir, birisi ötekini tasvir ederken;   mesela Heidegger 1935’te dedi ki: Her ikimiz de şansımızı denedik. Ama   bazen bu yoğurmalar harikulade -çok daha zekice- tarzlarda yapılıyor,   Sumer-Akkad katiplerinde olduğu gibi… Öznelliği, gözlerimizin önünde,   asla yakalayamayacağımız bütün bu dönüşümleri geçirirken görüyoruz. Bu   fare hikayesinin sonunda, kuyruk gözün yanında bile olsa, gözde bazen   “Çin Sokrates’i” de denen filozof Lin Tsi’nin şaşırtıcı bir şekilde   söylediği bir şey daha var: göz var, tamam ama daha ilginç olan gözün   içindeki “görme”dir. Farenin tek bir gözü ve kuyruğu kalmış bile olsa,   gözdeki görme yine kalacaktır. İşte bu, öznellikten yana bir şeydir hiç değilse...
Jean-Pierre Faye – Çeviren: Ulus Baker
2 notes · View notes
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media
🌴🌷ÇEŞİTLİ SUAL VE CEVAPLAR🌴🌷
Sual: Gayrimüslim bir kadın, (Benimle evlenirsen Müslüman olacağım) dese, onunla evlenmeyi reddetmek küfür olur mu?
CEVAP
Hayır küfür olmaz. Evlenme zorunluluğu yoktur.
Sual: Gayrimüslim bir kadın, (Benimle içki içersen veya benimle zina edersen Müslüman olacağım) dese, onun Müslüman olmasını sağlamak için bu günahları işlemek caiz olur mu?
CEVAP
Asla caiz olmaz.
Sual: Evlenirken neye dikkat etmeli, ince eleyip sık dokuyunca uygun kimse yok gibi, ne tavsiye edersiniz?
CEVAP
Evlenmek isteyenler, dinimizin bildirdiği tavsiye, emir ve ahlaka önem vermelidir. Dış görünüşe aldanıp da yanlış karar vermekten sakınmalıdır. Çünkü evlilik hayatına başladıktan sonra, geri dönmek zordur ve kötü huylu kimsenin, bundan sonra düzeltilmesi de kolay değildir.
Aradığımız vasıfların önemli olanları karşı tarafta var ise, karar vermek için yeterli sayılabilir. Gereğinden fazla ince eleyip sık dokuyan, kendine bir türlü eş beğenemeyen, kolay kolay evlenemez.
Bulunması gereken vasıflar yoksa, (Onunla evlenmek istiyorum) diye ısrar eden gençlerin, bu yolda şuursuzca hareketlerle ana babalarını üzmeleri çok yanlıştır. Ana babalar da, aranan gerekli vasıflar var ise, maddi menfaatler gibi basit sebepler yüzünden gençlerin evlenmesine mani olmamalıdır.
Dört dörtlük bir talip bulmak elbette çok zor, hatta imkansızdır. Kusursuz eş arayan eşsiz kalır.
Sual: Bir gençle konuşuyoruz. Dini bilmiyor, namaz kılmıyor, fakat ben onu düzeltirim. Çünkü evlenince hepsini yaparım diyor. Genç salih biri değil diye babamın bu işe kesinlikle rızası yok. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?
CEVAP
Flört döneminde, gençler açık vermemeye çalışır. Nazik, uysal görünür. Evlendikten sonra, gerçek kimliği ortaya çıkar. (Dini bilmiyor, namaz kılmıyor, fakat ben onu düzeltirim) diyorsunuz. Kimin kimi düzelteceği sonra yani evlenince belli olur. Önce dinini öğrensin! Namaz kılmaya da başlasın. (Evlenince hepsini yaparım) demesine itibar edilmez.
Babanızın dediği gibi, şu anda onunla evlenmek uygun değildir. Dinimizde böyle kimseye fâsık denir. Fâsık, dinsiz demek değildir. Açıktan günah işleyen kimse demektir. Fâsıkla evlenmek bile uygun değilken, dinsiz ile evlenmek asla caiz olmaz.
Anne ve babalar, kızlarını fâsıkların, kötü kimselerin bulunduğu yere göndermemeliler. Onlar orada, uygunsuz, hatta dinsiz insanlar ile tanışabilirler. Böyle yapıp, başlarına felaket gelince, (Şimdi suç bizde mi?) diyen anne babalara, elbette suça sebep sizsiniz diyoruz.
İslam dinine göre müslüman olmadan evlenilmez. (Evlenince müslüman olurum) veya (Evlenince namaz kılarım) gibi sözlere itibar edilmez.
Sual: Çirkin ve fakir biri ile evlenmek uygun mudur?
CEVAP
Evlenilecek kimsenin sadece dindar olması kâfidir. Zengin ve güzel olursa daha iyidir. Fakat dindar olmazsa zenginlik, güzellik işe yaramaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kadın, malı, güzelliği, asâleti ve dindarlığı için nikah edilir. Sen dindar olanı seç ki, maddi ve manevi nimete kavuşasın!) [Buhari]
(Kadını güzelliği için alma, güzelliği onu helake sürükleyebilir. Sırf malı için de alma, malı onu zarara sokabilir. Dindar olanla evlen!) [İbni Mace]
Salih kimse ile evlenirken fakirlikten korkmamalı. Çünkü Allahü teâlâ, (Eğer fakir iseler, Allah onları, [evlenmeleri sayesinde] fazlı ile zengin yapar) buyuruyor. (Nur 32)
Sual: Evli birini seviyorum. Buluşmuyoruz, sadece kalben seviyorum. Yine de çok günah işliyor muyum?
CEVAP
Sevgi, insanın elinde olmayan bir duygudur. İffeti [namusu] korumak ve günah olan işlerden kaçmak şartı ile birine karşı sevgi duymak günah olmaz. Hatta iffetini koruyarak sevgisini gizlemek çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen şehittir.) [Hakim, Hatib]
(Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek sabredeni Allahü teâlâ, affedip Cennete koyar.) [İ.Asakir]
Demek ki, dinimizde iffeti muhafaza etmek ve sevgisi sebebiyle günah işlememeye sabretmek, çok sevaptır. Çünkü genel olarak sevgi insanı sağır ve kör ettiği için, insanın kendisini günah işlemekten alıkoyması zordur. Zor olan işleri başarmanın sevabı da büyük olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetimin hayırlıları, aşk belasına maruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir.) [Deylemi]
Sual: Teyze çocuklarının evlenmesi mekruh mudur?
CEVAP
Hayır evlenebilirler dinimizde sakıncası yoktur. Amca çocukları da öyledir.
SUAL: Zina etmiş biri ile zina etmemiş birinin evlenmeleri caiz midir?
Kur’an-ı Kerim’de “Zina eden erkek, zina eden veya Allah’a ortak koşan bir kadınla evlenir. Zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya Allah’a ortak koşan bir erkek evlenir. Bu, müminlere
haram kılınmıştır.” [Nur, 24/3] buyrulmuştur.
İslam âlimleri bu ayette geçen “evlenir” kelimesinin anlamlandırılmasındaki
ihtilafa dayalı olarak konu ile ilgili iki farklı görüş
ortaya koymuşlardır. Azınlıkta kalan bazı âlimler ayeti herhangi
bir yoruma tâbi tutmaksızın lafzî karşılığını esas alarak
zina edenlerin ancak kendileri gibi zina etmiş kimselerle evlenebilecekleri bildirilmiştir.AHİRET HAYATINI ANLATAN AYETI KERİMELER
Ahiret hayatı,öldükten sonra insanların ebedi olarak kalacakları ve Dünyada işledikler amellerden dolayı hesaba çekilecekleri bir hayattır.Ahirete ve ahiret hayatına inanmak ve kabul etmek imanın şartlarından birisidir.Ahirete inanmayan veya onun varlığını inkar eden dinden çıkar,kafir olur.Ahirete iman ve Ahiret hayatı ile ilgili bir çok Ayet vardır.Bu Ayetler Mealen şöyledir:
2:4 - Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler.
2:8 - İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık." derler.
2:62 - Şüphe yok ki, iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiîler, bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerse elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.
2:86 - Bunlar ahireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine bir yerden yardım da gelmez.
2:94 - De ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet) başkalarının değil de yalnızca sizin ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz, ölmeyi cana minnet biliniz.
2:102 - Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak sizi denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.
2:114 - Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.
2:126 - Ve o vakit İbrahim "Ey Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvalarla rızıklandır" diye yalvardı. Allah buyurdu ki: "küfredeni dahi rızıklandırır da hayattan biraz nasip aldırırım, sonra da onu ateş azabına uğratırım ki, orası ne yaman bir duraktır!"
2:130 - İbrahim'in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.
2:177 - Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitabave bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır.
2:200 - Nihayet hac ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman, önceleri babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. İnsanlardan kimisi: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!" der. Onun için ahirette hiçbir kısmet yoktur.
2:201 - Yine onlardan: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!" diyenler vardır.
2:217 - Ey Muhammed! Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, insanları, Mescid-i Haram'dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir. Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.
2:220 - Dünya ve ahiret hakkında (düşünürsünüz.) Sana bir de yetimlerden soruyorlar. De ki: Onlar hakkında yapacağınız bir ıslah, işlerine karışmamaktan daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla ıslah ediciyi bilir, birbirinden ayırd eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz ki Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
2:228 - Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa gizlemezler. Kocaları da, barışmak istedikleri takdirde o süre içersinde onları geri almaya daha layıktırlar. O kadınların, üzerlerindeki meşru hak gibi, kendilerinin de hakları vardır. Yalnız erkekler için, onların üzerinde bir derece vardır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
2:232 - Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, aralarında meşru bir şekilde rızalaştıkları takdirde, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp, engellemeyin. İşte bu, içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere verilen bir öğüttür. Bu, sizin hakkınızda daha hayırlı ve daha nezihtir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.
2:264 - Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak, gönül kırmakla boşa gidermeyin. O adam gibi ki, insanlara gösteriş için malını dağıtır da ne Allah'a inanır, ne ahiret gününe. Artık onun hâli, bir kayanın hâline benzer ki, üzerinde biraz toprak varmış, derken şiddetli bir sağnak inmiş de onu yalçın bir kaya halinde bırakıvermiş. Öyle kimseler, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola iletmez.
3:22 - İşte bunlar öyle kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
3:45 - Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir; dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda Allah'a çok yakınlardandır.
3:56 - "İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, ahirette de şiddetli bir şekilde azab edeceğim, onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır".
3:77 - Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.
3:85 - Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.
3:114 - Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardandır.
3:145 - Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız.
3:148 - Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel davrananları sever.
3:152 - Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber'in verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan geri çevirdi ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.
3:176 - Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
4:38 - Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman etmedikleri halde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcarlar. Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır!
4:39 - Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın verdiği rızıktan gösterişsiz harcasalardı kendilerine ne zarar gelirdi? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.
4:59 - Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.
4:74 - O halde geçici dünya hayatını, ebedî ahiret hayatı karşılığında satacak olanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, her iki durumda da biz ona yarın pek büyük bir mükafat vereceğiz.
4:77 - Kendilerine, "Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin" denilenleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir kısmı insanlardan, Allah'tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın? Ne olurdu bize azıcık bir müddet daha tanımış olsaydın da biraz daha yaşasaydık?" derler. Onlara de ki: "Dünya zevki ne de olsa azdır, ahiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez."
4:134 - Kim dünya nimetini isterse, bilsin ki dünya ve ahiret nimeti Allah katındadır. Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi görendir.
4:136 - Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a, ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.
4:162 - Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekatı veren, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz.
5:5 - Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Ve müminlerden iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu bir şekilde mehirlerini ödediğiniz takdirde, size helâldir. Her kim imanı inkâr ederse, ameli boşa gitmiş olur ve o, ahirette zarara uğrayanlardandır.
5:41 - Ey peygamber, ağızlarıyla "inandık" deyip, kalbleriyle inanmamış olanlardan ve yahudilerden küfürde yarış edenler seni üzmesin. Onlar yalana kulak verirler, sana gelmeyen diğer bir topluluğa kulak verirler, kelimeleri yerlerinden değiştirirler, "eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının" derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azab vardır.
5:69 - Muhakkak ki inananlar, yahudiler, sabiiler ve hıristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse, onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
6:32 - Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?
6:92 - Bu Kitap (Kur'ân), kendinden önceki kitapları tasdik eden, şehirler anası (Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ahiret gününe iman edenler bu Kitab'a da iman ederler ve onlar namazlarına da devamlıdırlar.
6:113 - Bir de ahirete iman etmeyenlerin kalbleri, o yaldızlı söze kansın, ondan hoşlansın ve işledikleri suçları işlemeye devam etsinler diye böyle yaparlar.
6:150 - De ki: "Haydi, Allah bunu yasak etti diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin.". Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimi yalanlayanların ve ahirete inanmayanların keyiflerine uyma. Çünkü onlar Rablerine başkasını denk tutuyorlar.
7:45 - Onlar, Allah'ın yolundan men ederler ve onu eğriltmek isterler, ahireti de inkâr ederlerdi".
7:147 - Â yetlerimizi ve ahiretteki karşılaşmayı inkâr edenlerin amelleri hepten boşa gitmiştir. Çekecekleri ceza kendi yaptıklarından başkası mı olacaktır?
7:156 - "Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de ahirette. Biz gerçekten de tevbe edip senin hidayetine döndük." Buyurdu ki, azabım var, onu dilediğime isabet ettiririm, rahmetim de vardır , o ise her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır. Onu da özellikle korunanlara, zekatını verenlere ve âyetlerimize inananlara mahsus kılacağım.
7:169 - Derken kitabı (Tevrat'ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, şu alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
8:67 - Hiçbir peygamberin, yeryüzünde ağır basmadıkça (kesin zafere ulaşıp üstün gelmedikçe) esirleri olması layık değildir. Siz dünya malını istersiniz, oysa Allah ahireti kazanmanızı murad eder. Allah azizdir, hakimdir.
9:18 - Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'dan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.
9:19 - Siz hacılara su dağıtma ve Mescid-i Haram'ı imar etme işiyle Allah'a ve ahiret gününe iman edip, Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı işi bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında eşit olamazlar. Allah zalimler topluluğuna hidayet ihsan etmez.
9:29 - Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş yapın.
9:38 - Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda cihada çıkın." denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının zevki ahiretin yanında ancak pek az birşeydir.
9:44 - Allah'a ve ahiret gününe inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi görev bildiklerinden (zaten geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah o muttakilerin kimler olduğunu bilir.
9:45 - Senden izin isteyenler, olsa olsa Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar olabilir. Onların kalbleri hep işkillidir. Bundan dolayı şüphe içinde bocalayıp dururlar.
9:69 - (Ey münafıklar!) siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce batağa dalanlar gibi batağa daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır.
9:74 - Onlar, kötü bir şey söylemedik, diyerek Allah'a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm'a girdikten sonra yine kâfirlik ettiler. Ve o başaramadıkları cinayeti tasarladılar. Halbuki intikam almaları için Allah'ın, Resulü ile onları lütfundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Yok yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek bir kimse de bulunmaz.
9:99 - Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.
10:64 - Onlara dünya hayatında da, ahiret hayatında da müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en büyük kurtuluştur.
11:16 - Fakat onlar öyle kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşuna gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları da batıldır.
11:19 - Onlar ki, Allah yolundan döndürmeye çalışırlar ve o yolu eğri büğrü yapmak isterler. Üstelik onlar, evet onlar ahirete de inanmazlar.
11:22 - Kesinlikle bunlar ahirette de en ziyade hüsrana uğrayacak olanlardır.
11:103 - Ahiret azabından korkanlar için bunda muhakkak ki, bir ibret vardır. O, öyle bir gündür ki, bütün insanlar onun için toplanacaktır ve o, öyle bir gündür ki, mutlaka görülecektir.
12:37 - Yusuf dedi ki: "Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tabirini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim."
12:57 - İman edip takva yolunu tutanlar için elbette ahiret mükafatı daha hayırlıdır.
12:101 - "Ey Rabbim! Sen bana dünya mülkünden nasip verdin ve bana rüyaların tabirinden bir ilim öğrettin. Ey gökleri ve yeri yoktan var eden Rabbim! Benim velim sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni salih kulların arasına kat!"
13:26 - Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de, daraltır da. Onlar ise dünya hayatı ile ferahlanmaktalar. Oysa düna hayatı ahiret hayatının yanında bir yol azığından ibarettir.
13:34 - Onlara dünya hayatında bir azap vardır. Ahiret azabı ise elbette daha çetindir. Onları Allah'dan koruyacak da yoktur.
14:3 - Onlar, o kimselerdir ki dünya hayatını ahirete tercih ederler, (insanları) Allah'ın yolundan çevirirler ve onun eğrilmesini isterler. İşte bunlar, çok büyük bir sapıklık içindedirler.
14:27 - Allah, iman edenleri, dünya hayatında da, ahirette de sağlam bir söz üzerinde tutar; zalimleri de saptırır ve Allah, dilediğini yapar.
16:22 - İlâhınız bir tek ilâhtır. Bununla beraber ahirete inanmayanların kalbleri inkârcı, kendileri de böbürlenen kimselerdir.
16:30 - Kötülüklerden sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince: "Hayır indirdi" derler. Bu dünyada güzel amel işleyenlere güzel bir mükafat var. Elbette ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Allah'tan korkanların yurdu ne güzeldir!
16:41 - Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, biz dünyada mutlaka onları güzel bir yere yerleştiririz. Halbuki bilirlerse ahiretin mükafatı elbette daha büyüktür.
16:60 - Ahirete iman etmeyenler için kötü sıfatlar var. En yüce sıfatlar ise, Allah'ındır. O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
16:107 - Bu (azab) şundan dolayıdır ki, onlar, dünya hayatını sevmiş ve onu ahirete tercih etmişlerdir. Allah da kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
16:109 - Hiç şüphesiz onlar, ahirette perişan olup hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
16:122 - Ve biz ona (İbrahim'e) iyilik verdik. Şüphesiz ki o, ahirette de salihlerdendir.
17:10 - Ahirete inanmayanlara da can yakıcı bir azab hazırlamışızdır.
17:19 - Kim de ahireti isterse ve mümin olarak kendine yaraşır bir çaba ile onun için çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
17:21 - Bak! Onların bir kısmını diğerine nasıl üstün kıldık! Elbette ahiret, hem dereceler bakımından daha büyüktür, hem de üstünlük bakımından daha büyüktür.
17:45 - Sen Kur'ân'ı okuduğun zaman biz, seninle ahirete inanmayanların arasına görünmez bir perde çekeriz.
17:72 - Her kim bu dünyada (manen) kör ise ahirette de kördür. Ve gidişçe daha şaşkındır.
17:104 - Arkasından İsrailoğullarına şöyle dedik: "Firavun"un sizi çıkarmak istediği arazide siz oturun! Sonra ahiret vaadi (kıyamet) geldiği vakit, hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz."
20:127 - İşte haddi aşanları, Rabbinin âyetlerine inanmayanları biz böyle cezalandırırız. Ve muhakkak ki ahiret azabı (dünya azabından) daha şiddetli ve daha devamlıdır.
22:11 - İnsanlardan kimi de Allah'a bir yar kenarındaymış gibi ibadet eder, eğer kendisine bir iyilik gelirse ona gönlü yatışır ve eğer başına bir bela gelirse yüzüstü dönüverir. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.
22:15 - Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse hemen yukarıya bir ip uzatsın, sonra (kendini intihar edip) boğsun da baksın bu hilesi kendisini öfkelendiren şeyi giderecek mi?
23:10 - İşte asıl onlar varislerdir.
23:33 - Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kodaman güruh dedi ki: "Bu dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer."
23:74 - Fakat ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan çıkmaktadırlar.
24:2 - Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.
24:14 - Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, size mutlaka büyük bir azab isabet ederdi.
24:19 - İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azab vardır. (Her şeyi) Allah bilir; siz bilmezsiniz.
24:23 - Namuslu, kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Onlar için çok büyük bir azab vardır.
27:3 - Ki o (müminler) namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve ahirete de kesin olarak iman ederler.
1 note · View note
belkidebirharfimben · 4 years
Text
Mealin hatmi olur mu?
İnanın fazlasına sahip olmak gerekmez. Şekerle karabiberi birbirinden ayırmaya yetecek kadar bir zeka kâfidir. Herhangi bir mealle tefsiri karşılaştırsanız tefsirlerin nitelik/içerik olarak çok daha üst düzey metinler olduğunu farkedebilirsiniz. Neden? Çünkü bir müfessir ayetleri sadece ‘çevirmeye’ çalışmaz. Ya? Ders aldığı tecrübeyle ‘izah etmeye’ çalışır. Yani metinden ziyade marifetini sizinle paylaşır. Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi merhum Hak Dini Kur'an Dili'nde bu nüansı şöyle ortaya koyar:
"Kur’an’dan bahsetmek isteyenler onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Mamafih, öyle kimseler görüyoruz ki, Kur’an’ı harekesiz olarak şöyle dursun, harekesiyle bile dürüst okuyamadığı halde onun ahkâm ve maânisinden içtihada kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki: Kur’an’ı anlamıyor ve tefsirlere 'müfessirlerin te’vîlleri karışmıştır' diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercemeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiş olacağını iddiâ ediyor. Düşünmüyor ki: Okuduğu tercemeye, âlim müfessirlerin te’vîli değilse, cahil mütercimin re’yi ve te’vîli, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki: 'Kur’ân tercemesi' demekle ifâ etmiyor da 'Türkçe Kur’ân!' demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur'an mı var be hey şaşkın!"
Hadi, farz-ı muhal, ilmin 'i'sini bilmeyecek kadar eşeklikte şeddeli olduğumuzu farzedelim. Yahu bu eserlerin sırf kalınlığına bakmak bile gözlerimizi açar. Bir yanda kütüphaneler dolusu tefsirler vardır. Diğer yanda birkaç yüz sayfalık mealler. Gözünün tarttığı kadar aklı olanlar bile şu bariz farkı seçebilirler. Hangisinin daha derin bir emeğin ürünü olduğunu tartabilirler.
Üstelik meallerin (mealin manası da 'kısa anlam'dır) tarihi yüz sene öncesine ancak gider. Hatırlayalım: Meallerin ortaya çıkışıyla ‘Türkçe ibadet’ veya ‘Türkçe ezan’ menfur teşebbüslerinin zamanları da birbirine çok yakındır. Mürşidim bu sadedde gözlerimizi açacak şu sözleri söyler:
"Bundan on iki sene evvel işittim ki: En dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'an'a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: 'Kur'an tercüme edilsin tâ ne mal olduğu bilinsin.' Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri kat'î ispat etmiş ki: Kur'an'ın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mu'cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı."
Yani demem o ki: Daha şu suyun kaynadığı yerde bir sıkıntı vardır. Niyeti sislidir. Amacı perdelidir. Üstelik geleneksizdir. Tarih boyunca bu ümmet Kur'an'ı anlama yöntemi olarak mealleri değil tefsirleri seçmiştir. Hatta Kur'an’ın vahyolduğu dil anadilleri olan Arap kardeşlerimiz dahi bu yolu tercih etmiştir.
Meselenin sergüzeşti böyle iken şimdilerde iş iyice acayip yerlere gidiyor. İnternette rastladım. 'Meal hatmi' diye birşey çıkmış. Yani Kur'an cüzlerini paylaşıp hatim yapar gibi mealleri bölüşüp hatim yapıyorlar. Üstelik herkes istediği kişinin mealinden takip ediyor. Nüsha birliği falan da aranmıyor.
Hayret! Mealinin Kur'an sayılamayacağını bilmiyor mu arkadaşlar? Yahut da sormuyorlar mı: Metinleri daha nitelikli olmasına rağmen niçin tefsir okurları gayretlerini böyle anlamlandırmıyorlar? Niçin bir tefsir bitirdiklerinde 'Hatim yaptık' demiyorlar? Endişemin kaynağını anladınız sanırım. Mesele meal okumak falan değil. Mesele okuyanların kendini Kur'an hatmetmiş gibi hissetmeye başlaması. Evet, tehlike, Prof. Dr. İshak Özgel Hoca’nın bir seminerinde altını çizdiği gibidir: İş Kur’an’ın yerine mealini geçirmeye doğru gitmektedir.
Yani bu arkadaşların zihinleri meallerin insanî yanını görmüyor gibi. Sıkıntı burada. Tehlikenin özü bu. Yani mesela: Herbiri başka mealden hatim yapan bu arkadaşlar mealcilerin bazı/birçok ayeti farklı anlamlandırdıklarını bilmiyorlar mı? O halde bu sözde hatmin farklı nüshalar/manalar üzerine yapıldığını, dolayısıyla okuduklarının ‘daha insan sözü olarak bile’ bir bütün oluşturmadığını idrak edemiyorlar mı? Mevzuun bu yanını da hiç düşünmezler mi?
Pek de havalılar! Onlara kalsa hamiyetsizler asıl sizsiniz. Çünkü araya başkalarını koyan sizsiniz. İyi de kardeşim. En azından aramızdaki şu eşitliği farketmen lazım: Biz de Kur'an'ı anlatan ‘tefsir’ dediğimiz ikinci bir metni okuyoruz, siz de ‘meal’ dediğimiz ikinci bir metni okuyorsunuz. Bizimkisi ciltler dolusu sizinkisi bir cilt. Ama nihayetinde bunların ikisi de Kur’an’ın kendisi değil. Arada insanlar var. Sen nasıl benden aşkın birşey başarmış oluyorsun? Benim ciltler dolusu okumakla aşamadığım perdeyi sen nasıl tek ciltte aşıyorsun?
Üstelik bir de tefsir okurlarını 'okuduklarını Kur'an yerine koymakla' itham edersiniz. Bu yolda elinize geçen hiçbir fırsatı kaçırmazsınız. Peki de birader, endişenize inandık diyelim, şimdi beşer sözleriyle hatme siz başlamışsınız. Acaba kim okuduğunu Kur'an yerine koymuş oluyor? Hem şu takıyyeyi de bırakın artık yahu: Siz mealleri Kur'an'la doğrudan(!) muhatap olmak için değil daha kolaycı olduğunuz için okuyorsunuz. Tembel nefsiniz gözü tefsir okumayı kesmiyor. Bu gerçeği kendisine itiraf etmekten çekindiği için de eşeği boyayıp at diye satıyor.
Yeter be kardeşim. Cidden kifayet etti. Usandık. Bu ümmete kolaycılığınızı ‘gayretkeşlik’ olarak satmayı bırakın artık. Tembelliğinizi süsleyip hamiyet yapmayın. Kur’an’a gönül vermiş insana en evvel dürüstlük gerek. Önce kendine karşı dürüstlük. İtiraf. İzzet. Yola ‘kendisine yalan söyleyerek’ başlayanın nihayetinde Kur’an’da bulacağı ‘sapkınlığını arttırmasından’ başka ne olur ki? Ki Furkan’da da kısa bir mealiyle buyrulur: “Biz, Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz, zalimlerinse ancak ziyanını artırır.”
0 notes
sema-vi-blog · 7 years
Text
2⃣. 🌿ÖMER bin el-Hattab (Radıyallahu Anh) Fil olayından 13 yıl SONRA miladî 584 yılında Mekke’de doğdu. 🌿Babası HATTAB, annesi EBÛ CEHİL’İN KIZ KARDEŞİ HANSEME binti Hişam’dır. 🌿Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendir. Baba tarafından nesebi Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Ka’b bin Lüey’de birleşir. 🌿Ömer (Radıyallahu Anh) de, Ebu Bekir gibi Rasûlü Ekrem’ in KAYIN BABASI ve İKİNCİ halifesidir. 🌿➖Cesareti, ➖kahramanlığı, ➖ adaleti ve ➖ dirayetiyle dünyaya nam salmıştır. 🌿Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından hak ile batılı birbirinden ayırt eden manasına gelen ‘FÂRUK’ lakabı ile lakaplandırıldı. 🌿 Ömer (Radıyallahu Anh) in hak dini seçmesiyle Müslümanların sayısı 40’ı buldu ve o gün Müslümanlar dışarı çıkarak İslâmiyetlerini ilan ettiler. İbni Mes’ud (Radıyallahu Anh): “ÖMER MÜSLÜMAN OLDUĞUNDAN BERİ HEP İZZETLİ OLMUŞUZDUR.” demektedir. 🌿Müslümanlığını ilk açığa vuran kişi de, ‘Emîr’ ul-Mü’minîn’ diye vasıflanan ilk halife de Ömer (Radıyallahu Anh) dir. 🌿 Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o Müslüman olmadan önce: “Allah’ım! Ebu Cehil ve Ömer bin el-Hattab’dan sana en sevgili olanı ile İslâm’ı aziz kıl!” diye dua etmiştir. 🌿Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha hayatta iken birçok kereler onun cennetliklerden olduğu müjdesini vermiştir. 🌿 Kendisi Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) a Ebu Bekir’den sonra insanların en sevgilisi idi. 🌿“Allah, hakkı Ömer (Radıyallahu Anh) in dilinde ve kalbinde kılmıştır.” buyurarak onun Allah katındaki değerine işaret etmiştir. 🌿Her ne zaman bir hâdise olmuş ve halk onun hakkında ihtilaf etmişse Allahu Teâlâ o hâdisede Ömer’in beyan ettiği görüşe uygun ayet indirmiştir. Bunlardan bazılarını zikredelim: 🍂🍂🍂1. Ömer (Radıyallahu Anh): “Ya Rasûlallah! Makam-ı İbrahim’i namazgah edinsek.” demiş, Allah (Azze ve Celle): (…Makam-ı İbrahim’den bir namazgah edinin.) ayetini indirmiştir. 🍂🍂🍂2. Ömer’ul-Fâruk (Radıyallahu Anh): ‘‘Ya Rasûlallah! Emretsen de eşlerin perde gerisinde bulunsalar. Çünkü onlarla iyi kişiler de konuşabilir, kötüler de.’’ demiş, akabinde (…(Nebi’nin) eşlerinden bir şey istediğinizde perde gerisinden isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır…) ayeti nazil olmuştur. 🍂🍂🍂3. Bedir savaşında Müslümanlar 70 kafiri esir almışlardı. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onlar hakkında yapılacak işleme dair sahâbesiyle istişare yaptı. Ömer (Radıyallahu Anh) öldürülmeleri, diğer sahâbîler fidye karşılığı serbest bırakılmaları görüşünü ileri sürdüler. Neticede serbest bırakıldılar. Bunun üzerine: (Yeryüzünde ağır basıncaya kadar hiçbir Nebi’ye esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti istiyor... Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.) ayetleri nazil oldu. 🍂🍂🍂4. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ın zevcelerinin ikisinden kaynaklanan bir kıskançlık sebebiyle bazı tatsızlıklar olmuş ve bu olaylar sebebiyle Tahrîm sûresinin ilk ayetleri inmişti. Ömer (Radıyallahu Anh) onlara bu mesele için kızıp: “Eğer Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sizi boşarsa yerinize Rabbinin sizden daha hayırlılarını vermesi ümit edilir.” demiş, akabinde: (Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dul ve bâkire eşler verebilir.) ayetleri nazil oldu. 🍂🍂🍂5. Münafıkların lideri Abdullah bin Ubeyy bin Selûl vefat ettiğinde, değerli bir sahâbî olan oğlu Abdullah (Radıyallahu Anh) babasının kefeni olmak üzere Rasûlullah’ın gömleğini istedi ve babasına cenaze namazı kılmasını talep etti. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gömleğini verdi, namaz için davrandığında ise Ömer (Radıyallahu Anh) buna razı olmayarak: “Allah seni münafıklara namaz kılmaktan nehyettiği halde ona namaz mı kılacaksın?” dedi. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Allah beni bu hususta muhayyer bıraktı. Ben istiğfarımı 70 seferin üzerine çıkaracağım.” dedi ve namaz kıldı. Aziz ve Celil olan Allah da: (Onlardan ölen hiçbir kimseye namaz kılma ve onun kabri başında da durma! Onlar Allah ve Rasûlü’nü inkar ettiler ve fasık olarak öldüler) ayetini indirdi. Bunun gibi ayetleri İbni Hacer 15, Suyutî 21’e çıkarmaktadır. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ömer (Radıyallahu Anh)i çeşitli cihetlerden övmüş ve faziletini bildirmiştir: 📚1. Bir defasında “Ben uyurken süt içtim. O kadar içtim ki, şimdi bile onun kanıklığının tırnaklarımdan sızdığını duyuyorum. İçtikten sonra artığımı Ömer’e verdim.” demiş, sahâbîlerin: “Bunu neye yordun ya Rasûlallah?” sorusuna: “İlme yordum.” buyurarak, Ömer (Radıyallahu Anh) in ilmî seviyesine işaret etmiştir. 📚2. Gene Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir defasında: “İsrailoğullarının içinde öyle kimseler vardı ki, Nebiler derecesinde olmadıkları halde kendilerine ilham olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa şüphesiz ki o Ömer’dir.” buyurmuştur. 📚3. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başka bir rüyasını şöyle anlatmıştır: “Bana rüyamda birtakım insanlar arz olundu. Üzerlerinde gömlekler vardı. Gömlekler kiminin memesine, kiminin ise bundan daha az yerine ulaşıyordu. Ömer’in üzerinde ise (eteklerini) yerde sürüdüğü bir gömlek vardı.” Sahâbîlerin: “Bunu nasıl tevil ettin?” sorusuna cevaben: “Din ile tevil ettim.” buyurmuştur. 📚4. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Eğer benden sonra Nebi olsaydı, o muhakkak Ömer olurdu.” buyurarak onun faziletini, ilmini ve dirayetini izhar etmiştir. 📚5. Gene ona hitaben: “Ey Ömer! Nefsim elinde olana (Allah’a) yemin ederim ki, sen bir yolda giderken şeytan seninle asla karşılaşmaz, o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelip gider.” buyurarak insan ve cin şeytanlarının ondan kaçtığını bildirmiştir. 🌿Ömer (Radıyallahu Anh), mal varlığının yarısını Allah için tasadduktan çekinmeyecek kadar cömert bir insandı. 🌿Oğlu Abdullah (Radıyallahu Anhuma) onun için şöyle demektedir: “Rasûlullah hariç, Ömer derecesinde güzel huylu hiçbir kimseyi katiyyen görmedim. Rasûlullah’ın vefatından Ömer’in hayatının son bulmasına kadar Ömer (Radıyallahu Anh) insanların en ciddisi ve en cömerdiydi.’’ 🌿Ömer (Radıyallahu Anh) e Hayber ganimetlerinden çok değerli bir arazi düşmüştü. O, bu araziyi Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile istişare etti ve orayı; ❗mülkiyetinin satılamayacağını, ❗ hediye edilemeyeceğini ve ❗ miras olarak paylaşılamayacağını belirterek ürününün ➖ fakirlere, ➖yakın akrabalara, ➖ kölelere, ➖Allah yolunda cihat edenlere, ➖yolda kalmışlara ve ➖ yolculara tahsis edilmesi üzere vakfetti. 🌿Ömer (Radıyallahu Anh), “Kıyamet günü bütün nesepler ve sebepler kopmuş olacaktır. Sadece benim nesebim ve sebebim kesilmez.” hadisi sebebiyle Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile nesepçe bağ kurmak için Ali bin Ebi Talib (Radıyallahu Anh) in kızı Ümmü Külsüm ile nikahlanmıştır. 🌿Sahâbîler Ömer (Radıyallahu Anh) den çok çekinirler, bir o kadar da severler ve saygı gösterirlerdi: Ali (Radıyallahu Anh): “Rasûlullah ve Ebu Bekir’den sonra insanların en hayırlısı Ömer’dir.” demektedir. 🌿Gene Ali (Radıyallahu Anh), Ömer vefat ettiğinde onun için gıyaben: “Yaptığın işlerin benzeriyle Allah’a kavuşmak istediğim senden daha sevgili birini arkanda bırakmadın. Allah’a yemin ederim ki, ben Allah’ın muhakkak seni iki dostunla beraber bulunduracağını kuvvetle zannediyorum…” demiştir.🌿Kendisinden 537 hadis rivayet edilen Ömer (Radıyallahu Anh) in hilafeti 10 yıl 6 ay 15 gün sürdü. Onun zamanında Şam, Ürdün, Irak, Batı Trablus, Ermenistan, Kudüs ve Mısır İslâm topraklarına dahil edildi ve insanların lehine İslâm hükümleri benzeri vâki olmayacak şekilde kararlaştı. Bunlara paralel olarak ganimet ve servet de çoğaldı. 🌿Ömer (Radıyallahu Anh) hicrî 23. yılın Zilhicce ayının 26. günü sabah namazında iken Mugîre bin Şu’be (Radıyallahu Anh) nin İranlı Mecûsî kölesi tarafından hançerlendi. 🌿Bu köle safları yara yara kaçarken on üç kişiyi daha hançerledi ve bunlardan yedisi öldü. 🌿Kafir köle yakalanınca intihar ederek kendini öldürdü. 🌿Ömer (Radıyallahu Anh) namazı Abdurrahman bin Avf’a kıldırttı, namazın bitiminde evine taşındı. 🌿Yaraları tedaviye başlanınca önce nebiz, sonra süt içirildi, her ikisi de yaralı olan karnından dışarı çıktı. 🌿Bu esnada oğlu Abdullah’a borçlarını hesaplattırdı. Bir devlet başkanı olan Ömer (Radıyallahu Anh) in borçlarının toplamı 80.000 kadardı(!) Borçlarının ödenmesini vasiyet etti. 🌿Aişe (Radıyallahu Anha) validemize haber gönderterek iki arkadaşının yanına gömülmek için izin istedi. Aişe validemiz ise: “Ben burayı kendim için düşünüyordum ama bugün Ömer’i kendi nefsime tercih ediyorum.” diyerek izin verdi. 🌿Kendisinden sonraki halifeyi tayin etmesi istenince bundan imtina etti ve halife tayini için 6 kişilik bir heyet tayin etti. Onlar Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa’d bin Ebi Vakkas ve Abdurrahman bin Avf (Radıyallahu Anhum) idi. Gıyabında yeni halifeye nasihat etti ve kuvvetli rivayete göre 63 yaşında vefat etti. Allah ondan razı olsun ve bizi kendisine komşu kılsın.
0 notes
dogumgunumesajlari · 7 years
Text
Durum Sözleri Anlamlı Kısa
Durum Sözleri
Durum Sözleri Anlamlı Kısa, Whatsapp Durum Sözleri, Durum Sözleri Kısa Anlamlı öz.
WHATSAPP DURUM SÖZLERİ
Adım Dilinde Kalbin Benimle Ama Birlikte Olmayacağız..
Aferin Kirpik Gözüme Girdin..
Ağlama Be Sevgili Islatıyorsun Beni..
Ağır Yola Kolay insanlarla çıkma ki Yolda Kalırsın..
Ağlayabilseydiniz Anlayabilirdiniz..
Ağzı iyi Laf Yapıyorsa icraat Fıs Olur..
Aldığımız Nefesi Bile Veriyoruz Hiçbir şey Bizim Değildir..
Alem Bana Hasta Ben Sana..
Alem Kaşar Olmuş Tost Yapan Yok..
Alışmak Zaman Alıyor Zaman ise Her şeyi..
Alıştım Karıştım Ben Sana..
Allah Bizi Birbirimizin Durumlarını Okuyalım Diye Yaratmış..
Allah Onu Karşına çıkardıysa Mutlaka Bir Sebebi Olmalı..
Adiliğine Boncuk Takta Nazar Etmesinler.. www.agir-sozler.blogspot.com
Akıllı Adamlar Sonunun Karanlık Olacağını iyi Bilirler..
8 Yaşındaki çocuk Korkuyorum Diye Yazmış Sünnet Olacak Galiba..
Adaletin Bu mu Dünya..
Adam Diyebilmek Adam Diye Bilmek ikisi de Birbirinden çok Ayrı şey..
Adam Olabilmek Cinsiyet Meselesi Değil şahsiyet Meselesidir..
Adam Değilsen Düşman Bile Olmam Sana..
                Adam üşenmeden Telefon icat Etmiş Ben Kalkıp şarja Takmaya Bile üşeniyorum..
Adam Yerine Koyduğum insanları Koyduğum Yerde Bulabilene Aşk Olsun..
Akıllı Olmak Bir şey Deil önemli Olan O Akılı Yerinde Kullanabilmek..
Akıllı Telefonmuş Kullanan Aptal Olunca Telefon Bile işe Yaramıyor..
Durum Mesajları Kısa Durum Mesajları Anlamlı Güzel Durum Mesajları Ağır Durum Mesajları Sevgiliye Durum Mesajları..
Aldatmak Hata Değildir Kimse Yanlışlıkla Soyunup Sevişmez..
Allah Var Dert Yok..
Allah ızdırabını çektirmediği şeyin Nimetini Vermez..
Allah’ım Sen Bana Doğru Yolu Göster O Mal Beni Bulamaz..
En Kötü Olanı Sen Ona Bakarsın O Başkasına..
Hiç Görmedim Benimle ölüme Geleni..
Anam Candır Gerisi Heyecan..
Anlatacak O Kadar çok şey Var ki Ama Sıkmak istemiyorum..
Anlatsam Roman Olur Sussam içine Dert..
Asgari üçret Gibiyim Kimse Benimle Geçinemiyor..
Çirkin Olduğum Yetmiyor Gibi Birde şanssızım..
Çirkin öldü de Güzel ölmedi mi..
Çok güzel Diye Sevmedik Ama çok Güzel Sevdik..
Caddeli Değiliz ki Arabamız Olsun..
Cahilin Aynadan Görmediğini Alim Tuğladan Görür..
Aşk Havuzuna Salaklar Düşer..
Aşağıda Olanlar Düşmekten Korkmaz..
Aşk Bir Körebeydi Hepimiz Kördük Ebemizi Gördük..
Arkamdan Konuşanlar Devam Edin.. www.agir-sozler.blogspot.com
Arkandan Havlayan Köpekler Varsa Bil ki Doğru Yoldasın..
Armut Diyip Geçmeyin Onun ilk Hecesi çoğu Kişide Yoktur..
Artık Bir Durakta Daha Duracak Gücüm Yok..
Dünya Sofrasında Yenilen En Büyük Kazıktır Aşk..
Aşk Namaz Kılmaya Benzer Niyet Edersin Sağına Soluna Bakmazsın..
Aşk Ne Kadar Büyükse O Kadar imkansızdır..
Aşk Tesadüfleri Kader Ayrılıkları Sever..
Aşk Dediğin Yürek ister Senlik Bir Durum Yok Yani..
Ayağına Batan Dikenler Aradığın Gülün Habercisidir..
Aynı şeylere Gülemediğim insanlarla Mutlu Olmam Mümkün Değil..
Ayrılık Dayanılır Gibi Değil Değil mi..
Az Düşünmek Değil çok Düşünmek Deli Eder..
Baba çınar Ağacına Benzer Meyve Vermez Ama Gölgesi Yeter..
Bakıyorum da En Namuslu Sözler En Adi insanların Dilinde..
Bakma Başka Yerlere Ben Gözlerinin Baktığı Yerdeyim..
Bakmaya Bile Kıyamıyorsan Aşıksın Demektir..
Seni Unuttura Bilecek Bir Aşk Tadacak mıyım Acaba..
Bana Senin Olduğun şehir Lazım..
Bana şiir Yazıp Atanlara Bende şarkı Söylicem..
Basit Olaylar Büyük Sözleri Hak Etmez..
Başını Dik Tut Prenses Tacın Düşmesin..
Başkalarının Kusurunu Kapatmakta Gece Gibi Ol..
Bazen Büyük Bir Hasarla iğleşir insan..
Bazen Kişiler Değil Anılar özlenir..
Kısa Durum Sözleri Durum Sözleri Anlamlı En Güzel Durum Sözleri Whatsapp Durum Sözleri Kaliteli Durum Sözleri Duyulmamış Durum Sözleri..
Beğenilen Tek Hastalıktır Okuma Hastalığı..
Beklemek Değil Ama Boşuna Beklemek Kötüdür..
Beklemeyi Bilmeyene Durak Olunmaz..
Beklenen Günler Gelecekse Gelecek Acılarda çekilecek..
Belki de En Büyük Hatayı Umursayarak Yapıyoruz..
Belki Bir Gün Aynı Yerde Gülümsersin Gözlerime..
Ben Ağlayayım Sen Yeter ki Gül..
Ben Hiç Para Biriktirmedim insan Biriktirdim..
Ben iki Günlük Sevgi istemem Varsa Yüreğin Gel ömür Boyu Sev..
Ben O Yare Sevmesini öğretemedim..
Lan Ben ölüyorum Lan Sen Kiminle Gülüyorsun..
Ben Senin Mutluluğunu istiyorum Dedi Aldı Gitti..
Ben Susuyorum Artık Sen istediğini Anla..
Artık Sende Herkes Gibisin..
Bende Duran Zaman Sende Nasıl Geçiyor..
Bende Sevgili Bende Seviyorsan da Sövüyorsan da..
Beni Unutarak Değil Severek Bağışla..
Benim En Kötü Hikayemi En çok Güvendiklerim Yazdı..
Benim Tek Belam Sensin Allah Benim Belamı Versin..
Beraber Pes Atmak Varken Pek Etmek Niye..
Besmelesiz Başladım Diye mi Doyamıyorum Seni Sevmeye..
Bildiğim En iyi şey Zamanla öğrenecek Olmamdır..
Bilgisayarımda Hiç Dinlemediğim şarkı Gibisin Silmeye de Kıyamıyorum..
Bilirsin Ben Bela Okuyamam Allah Selanı Versin..
İçimi Bir Bilsen Dersin ki Bu Yaşıyor Olamaz..
Bilseydim Bana Ait Olmayan Seslenişini Hiç Sahiplenir miydim..
Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem..
Kalp Seviyorsa Gençtir Ben Senelerdir 18 Yaşındayım..
Bir Yanım Hep Yarım..
Bir çok insan Mutlu Olduğunu Bilmediği için Mutsuzdur..
Bir şeye ihtiyacın Olursa Söyle Demiştin Sana ihtiyacım Var..
Bozuk Para Hep Bozuk Ses çıkarır..
Bu Alemde Herkese isyan Sana Aşk Var..
Bu Gece Gökyüzüne Bak Gözlerin Bulutlansın..
Bu Kaçık Sana Aşık..
Bu Moral Denen şey Kesin çin Malı..
Bu Vatan için Kanımızı şerbet Diye içeriz..
Bunlar da Geçecek şüpesiz..
Büyüdük ve Kirlendi Dünya..
Çıkmıyoruz Ama Konuşuyoruz işte ilişkinin En Güzel Dönemleridir..
Çiçek Versem Kanar Mısın..
Yaktığın Can Kadar Senin Canında Yanacak..
Canımın Acısı Kalemime Can Veriyor..
Cesareti Olmayanın Bahanesi çok Olur..
Cevabımın şiddetinden Susuyorum..
Ciddi ilişki Nasıl Oluyor Lan Espiri Flan Yapmıyormusunuz Hiç..
Çabuk Olmak Fakat Acele Etmemek Lazım..
Çapın Kadar Konuşta Kütleni Hesaplayayım..
Çok Sevdim çok Kaybettim..
Çünkü Aşkı Halen Kalpte Arıyoruz..
Saç Uçlarıma Kadar Kırıldım..
Defalarca Aşık Olup Seni Düşündüm..
Dua ile Beraber Olan Hiç Kimse Helak Olmamıştır..
Burada Duralım Güzel Esiyor..
Durum Murum Yok..
Dünya Onların Olsun Ahiret Bizim Olsun..
Dünyada Herşeyim Ahirette Cennetimsin..
Dünyanın Bütün Sabahları çekip Gitse Keşke Seninle..
Eğer Bir Fare Bir Kediye Gülüyorsa Yakınlarda Bir Delik Var Demektir..
Eğer Birini ikna Edemiyorsan Kafasını Karıştır..
Eğitimde Ter Dökmeyen Savaşta Kan Döker..
Eksik Olmayın Dedik Fazla Olmaya Başladınız..
Nasıl Olsa Bir Gün Anlayacaksın Anladığında Ağlayacaksın..
Denize Kıyısı Olmayan insanları Sevemedim Arkadaş..
Derdi Veren çözümü Unutur mu Hiç..
Doğduğun Gibi çıplak Gideceksin..
Doğruluk Sonsuzluğun Güneşidir..
Esnek insanlar Asla Kırılmazlar..
Eşimle Tek Ortak Yanımız Aynı Gün Evlenmiş Olmamız..
0 notes
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media
BISMILLAHIRAHMANIRAHIM
NİSA SURESİ TEFSİRİ 29-30-31-32-33
 
29- Ey müminler, birbirinizin mallarını gayrı meşru yollar kullanarak değil, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.
30- Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.
31- Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz.
32- Aranızda derece farkı doğuran ilahi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar. İstediklerinizi Allah'ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir.
33- Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir.
Bu ayetler demeti hem eğitim ve hem de kanun koyma zincirinin bir halkasını oluşturur. Zaten İslâm sisteminde eğitim ve kanun koyma işlemleri birbirinden ayrılmaz, ya içiçedirler, ya da birbirlerini bütünlerler. Sebebine gelince; kanun koyma işlemi, pratik hayatı düzenleme amacı güttüğü gibi eğitme amacını da içerir. Bunun yanısıra yasama hükümlerine eşlik eden direktifler bu yasaların amaca uygun biçimde yürürlüğe konmalarını, bu yasaların ciddiliklerini gözeten ve yarar sağlamalarını ön plânda tutan bir bilinç ile uygulanmalarını ve hüküm olma amaçları yanında vicdanları eğitme amacını da göz önünde tutarlar. Ayrıca yasama hükümleri ile bu hükümlere eşlik eden direktiflerin ortak amacı kalbi Allah'a bağlamak, kalbi yasaları ve direktifleri bünyesinde bütünleştiren bu İlâhi sistemin kaynağının bilincine vardırmaktır. Hem pratik hayatın ve hem de insan vicdanının ihtiyaçları ile bağdaşan bu bütünlük, insan hayatını düzenleyen bu ilâhi sistemin karakteristik özelliğidir.
Bu ayetler de müminlere "Birbirlerinin mallarını gayri meşru yollarla yemelerinin" yasaklandığını, mal dolaşımına ilişkin helal kazanç yolunun ticaret yolu olduğunun açıklandığını görüyoruz. Bunun yanısıra "Gayri meşrû biçimde mal yeme" insanın kendi kendini öldürmesi, intihar etmesi, mahvolması, helâk olması benzetmeleri ile ifade ediliyor. Ayrıca böyleleri ahiret azabı ile ve Cehenneme atılmakla tehdit ediliyor. Bir yandan da bağışlama, günahları silme, insan zaaflarına ve kusurlarına hoşgörü ile karşılık verme vaad eden kolaylık müjdeleri ile karşılaşıyoruz.
Yine bu ayetlerde yüce Allah'ın kimi kullarına bağışladığı nimetlere göz dikilmemesini, bunun yerine bir şey isteneceği sırada bağışlama ve lütfetme yetkisini tekelinde bulunduran yüce Allah'a yönelmeyi telkin eden eğitim amaçlı bir uyarı ile karşılaşıyoruz. Bu uyarının hemen arkasından gerek erkeklerin ve gerekse kadınların kazançları oranında hak ve pay sahibi olacaklarını ilkeleştiren hüküm geliyor.
Gerek bu uyarı ve gerekse bu hüküm, ikisi birlikte, "yüce Allah'ın herşeyi bildiği" olgusuna bağlanıyor. Tıpkı bunun gibi akraba olmayan kimselere mirastan pay verilmesini öngören "velâ sözleşmeleri"ne ilişkin tasarruflar ve bu sözleşmeleri yerine getirme emri de "yüce Allah'ın herşeyin şahidi olduğu" olgusuna dayandırılıyor.
Bu mesajların hepsi insanın mahiyetini psikolojik yapısının özelliklerini, bu yapının çok sayıdaki giriş ve sızma yollarını herkesten iyi bilen yüce Allah'tan geliyor ve yasal hükümlerin eşliğinde vicdanları olumlu yönde etkilemeyi amaçlayan eğitici direktifler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Şimdi de okuduğumuz bu ayetleri sıra ile incelemeye çalışalım:
"Ey müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak değil, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir."
"Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır."
İlk ayet müminlere yönelik bir sesleniş ile söze girerek onları birbirlerinin mallarını gayri meşru yöntemler kullanarak yemekten sakındırıyor. Tekrarlıyoruz:
"Ey müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak yemeyiniz."
Bu cümle; o günkü İslâm toplumunu cahiliye hayatından artakalan tortulardan temizlemeyi, "Ey müminler" çağrısı ile söze girerek müslümanların vicdanlarını coşturmayı,yüce Allah'ın kendilerine seslenirken, onları birbirlerinin mallarını gayri meşru yöntemlerle yemekten sakındırırken kullandığı "mümin"lik sıfatlarının gereklerini canlandırmayı amaç edindiği mesajını veriyor.
"Gayri meşrû yöntemlerle mal yemek" ifadesi insanlar arasında görülen ve yüce Allah'ın izin vermediği ya da açıkça yasakladığı bütün gayri meşrû mal dolaşımı biçimlerini içerir. Aldatma, rüşvet, kumar, zorunlu tüketim mallarını pahalandırmak amacı ile bekletme gibi kazanç yolları bu deyimin kapsamına girdikleri gibi başta faizcilik olmak üzere bütün yasaklanmış alış-veriş türleri de bu kategoriye girer. Bu ayetin, faizin yasaklanışından önce mi, yoksa sonra mı indiğini kesin olarak bilemiyoruz. Eğer faizin yasaklanmasından önce indi ise, bu ayet, yasaklamaya yönelik bir ön hazırlık niteliği taşır. Çünkü faiz, gayri meşrû biçimde mal yemenin en somut, en aşırı yöntemidir. Yok eğer faizin yasaklanmasından sonra indi ise o zaman da getirdiği yasaklama, diğer haram mal yeme yöntemleri yanında faizciliği de içerir.
Ayette satıcı ile alıcı arasında karşılıklı anlaşma yolu ile gerçekleşen ticaret işlemleri, bu yasaklama hükmünün dışında tutuluyor, istisna ediliyor. Okuyoruz:
"Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz konusu ise o başka"
Bu cümlede istisna edilen "ticaret" bir "gayri meşru mal yeme türü" değildir. Arap dilinde bu tür istisnalara "kopuk", "ayrıldığı bütünle ilişkisiz" anlamına gelmek üzere "İstisnâ-ı Munkatı" denir. Buna göre bu istisna cümlesini şöyle açıklayabiliriz: "Yalnız eğer seçtiğiniz mal kazanma yöntemi, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret işlemi ise,bu işlem, bir önceki cümlenin kapsamına girmez."
Fakat "ticaret" deyimini içeren istisna cümlesinin böyle bir yerde gelişi, ticaret ile haram mal yeme yöntemleri olarak nitelenen diğer işlemler arasında bir tür benzerlik olduğu izlenimini verir. Öncelikle Bakara suresinde okuduğumuz faizi yasaklayan ayeti bu istisna cümlesi ile birlikte değerlendirince bu yanıltıcı benzerliği daha iyi kavrarız. Bilindiği gibi o ayette faiz yasağına karşı çıkanlar "Alış-veriş de faiz gibidir" diyorlardı ve Allah onlara şöyle karşılık veriyordu; "Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır" Faizciler "Ticaret, mal artışı sağlıyor, kazanç getiriyor, bundan dolayı o da faiz gibidir, o halde ticareti helal sayıp faizi yasaklamak anlamsızdır" diyerek lânetli ekonomik düzenlerini savunurken aslında demagoji yapıyorlar.
Sebebine gelince her şeyden önce ticarî işlemler ile faize dayalı işlemler arasında nitelik bakımından dağlar kadar fark vardır. Bunun yanısıra ticaretin üretici ile tüketici arasında yaptığı hizmetler ile faizciliğin gerek ticaretin kendisi ve gerekse tüm halk yığınlarının başına yağdırdığı belalar arasında nasıl benzerlik görülebilir?
Ticaret üretici ile tüketici arasında köprü oluşturan bir aracılık hizmetidir. Ticaret üretilen malları tüketim yerlerine ulaştırıp pazara sunar, böylece bu malları güzelleştirir ve bulunup satın alınmalarını kolaylaştırır. Buna göre ticaret her iki tarafa, yani hem üreticiye hem de tüketiciye yönelik bir hizmettir ve bu iki yönlü hizmet karşılığında yarar sağlama işlemidir. Bu yarar sağlama, maharete ve çalışmaya dayandığı gibi aynı zamanda hem kâra hem de zarara açıktır.
Faiz ise bunun tam tersi bir işlev görür. O bir yandan üretim girdilerine eklenerek sanayinin sırtına yük olurken bir yandan da malların üretim, maliyetlerine bindirdiği ilâve fonlar nedeniyle ticaret sektörünün ve tüketicinin sırtına da yük olur. Bunun yanısıra kapitalist ekonominin en katıksız ve denetimsiz aşamasında açıkça görüldüğü gibi faiz, hem sanayii hem de sanayii dışı üretimi, ne sanayinin ve ne de sanayii dışı üretimin yararını umursamayan, birinci derecedeki amacı kâr marjını olabildiği oranda yüksek tutarak sanayi sektörüne yatırılan kredilerin faizlerini ödemek olan sömürü aracıdır. Bu arada zarurî ihtiyaç mallarını pazarda yeterince bulamayan halk yığınları lüks tüketim mallarının akınına uğramış, üretim faaliyetleri; içgüdüleri gıdıklayan ve insanın yapısını dejenere eden en pespaye projelere kaymış, faizci kapitalizmin umurunda bile değildir. Bütün bunların ötesinde faizci sistemde sermaye sürekli kârdadır; ticaret gibi zarar sarsıntılarını paylaşmaya katılmaz, ayrıca ticaretin gerektirdiği insan emeğinin, insan çabasının faiz kazancında hemen hemen hiç rolü yoktur. Faizci düzenin boynunda taşıdığı kara yaftanın suç listesi, bu saydıklarımızdan çok daha kabarıktır. Bu suç listesi onun hakkında idam hükmünün verilmesini gerektirecek kadar ağır cinayetler içerir. Nïtekim İslâm'ın onun hakkında verdiği hüküm budur.
Diyebiliriz ki insanlar faiz ile ticaret arasında böylesine yanıltıcı bir benzerlik kurdukları için gayrı meşrû yöntemler ile mal yemeyi yasaklayan hükmün hemen arkasından "Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz konusu ise o başka" şeklindeki açıklamaya, dil bilginlerinin deyimi ile "kopuk (munkatı)" türü bir istisna cümlesine yer verilmiştir. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir."
Bu yorum, insanların mallarını gayrı meşrû yöntemler kullanarak yemenin toplum hayatında ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçları ifade ediyor. O yüzden bu tür mal yeme yöntemi aslında bir öldürme, bir cinayet eylemidir. Yüce Allah müminleri, böylesine yıkıcı bir yola sapmaktan sakındırmakla onları rahmetinin şemsiyesi altına almak istiyor.
Bu gerçekten böyledir. Eğer bir toplumda faizcilik, aldatma, kumar, karaborsacılık, yolsuzluk, hilekârlık, dolandırıcılık ve hırsızlık gibi yöntemler ile birbirinin malını yeme alışkanlığı yaygınlaşır ve ırz, namus, güven, vicdan, ahlâk ve din gibi asla ticaret konusu yapılmaması gereken değerler satışa çıkarılırsa -ki gerek eski ve gerekse şimdiki cahiliye toplumlarının pazarlarında ve pazarlıklarında bu değerlerin tozu dumana karışmaktadır- bu tür kirli mal kazanma yöntemlerini bünyesinde yaygınlaştıran toplum kendi kendini öldürmeye, yok oluş uçurumuna yuvarlanmaya mahkûmdur!
Yüce Allah, müminlere rahmeti ile yaklaşarak onları sosyal hayatı mahveden ve vicdanları aşağılatan bu bilinçsiz intihar girişiminden uzak tutmak istiyor. İşte yüce Allah'ın insanların yüklerini hafifletme iradesinin, insan olmaktan kaynaklanan zayıflıklarını telâfi etmesinin, Allah'ın çağrısına sırt dönerek şehevi ihtiraslarının tutsağı olmuş kimselerin propagandalarına kananların belini büken insan yetersizliğine önlem getirmesinin bir anlamı da budur.
Arkasından Ahiret azabını içeren bir tehdit geliyor. Birbirlerinin mallarını gayrı meşrû yöntemlerle yiyen zalimlere saldırganlara yönelik tehdit. Bu zalimler, dünya hayatlarını mahvetmekten kendi kendilerine kıymaktan sakındırıldıktan sonra Ahiret azabı ile tehdit ediliyorlar. Gayrı meşrû yöntemler ile mal yiyenler de yedirenler de bu tehdidin ortak hedefleridir. Çünkü toplumda, ortak sorumluluk ilkesi geçerlidir. Eğer bir toplum, meydanı zalimlere ve açgözlü saldırganlara bırakır da bu kimselerin gayrı meşrû yöntemlerle mal yeme alışkanlıklarını yaygınlaştırmalarına göz yumarsa yüce Allah'ın hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin tehditleri bu toplumlar hakkında gerçekleşir. Okuyalım:
"Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır."
İşte böylece İslâm sistemi, koyduğu kanunlar ve verdiği direktifler ile ilgili olarak insan vicdanını hem dünyada hem de ahirette müeyyide kanatları altına alıyor ve böylece insan vicdanına, bu direktiflere uymayı sağlama ve bu yasaları uygulatma konusunda uyanık bir bekçi rolü yüklüyor; toplumun bütün bireylerini de birbirlerini gözetlemekle, denetlemekle görevlendiriyor. Çünkü toplumun bütün fertleri ortak biçimde sorumludur, dünyada gerçekleşecek olan ölüm ve mahvolma hepsinin ortak akıbeti olacağı gibi ahirette de, gayrı meşrû kazanç yöntemlerinin çevrelerinde alıp yürümesine göz yummalarından ve toplumlarının bozulmasını umursamamalarından ötürü hesaba çekileceklerdir.
"Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır."
Çünkü Allah'ın bu cezayı vermesine hiç kimse engel olamaz ve hiçbir şey onu önleyemez, gerekçeleri varolduktan sonra onun gerçekleşmesi kaçınılmaz olur.
Bir sonraki ayette yüce Allah, müminlere "büyük günahlar"dan sakınmaları karşılığında rahmetini ve bağışlayıcılığını vaadediyor. Amaç, yüce Allah tarafından iyi bilinen zayıflıklarını göz önüne alarak onlara kolaylık göstermek, kalplerini rahatlatmak, büyük günahlardan sakınmalarını sağlayacak cehennem ateşinden kurtulmalarına yardım etmektir. Okuyoruz:
"Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınınsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz."
İçerdiği bütün yükselme, yücelme, temizleme, arınma ve itaat çağrılarına; ihtiva ettiği bütün yükümlülüklere, sınırlamalara, emirlere ve yasaklamalara rağmen . -ki bunların tümünün amacı temiz ve dürüst vicdanlar ile temiz ve sağlıklı bir toplum meydana getirmektir- bu din ne kadar hoşgörülü ve ne kadar kolay yöntemli bir dindir!
Aynı zamanda bu çağrılar ve bu yükümlülükler insanın zayıflığını ve yetersizliğini göz ardı etmiyor, onun gücünün ve yapısının sınırlarını aşmıyor, onun fıtratını, bu fıtratın kapasitesini, içgüdülerini ve nefsinin iniş-çıkışlarını bilmezlikten gelmiyorlar.
Böyle olduğu içindir ki, bu dinde yükümlülük ile insan kapasitesi arasında, özlemler ile kaçınılmazlıklar arasında, içgüdüler ile frenleyici mekanizmalar arasında, emirler ile yasaklar arasında, özendirmeler ile caydırmalar arasında, işlenebilecek günahlara yönelik azap tehdidi ile yüce Allah'ın engin bağışlayıcılığına bağlanan ümidin iyimserliği arasında kararlı bir denge kurulmuştur.
Bu dinin insanlardan beklediği tek şey; yüce Allah'a yönelmek, bu yönelişte gerçekten samimî olmak, olanca güçlerini ortaya koyarak O'na itaat etmek ve hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Bu adımın sonrasında zaaflara hoşgörü ile yaklaşan, yetersizlikleri anlayışla karşılayan, tevbeleri kabul eden, kusurlara göz yuman, günahları bağışlayan, kötülükten dönenlerin yüzüne kapıyı açık tutan, pişmanlıkları cana yakınlık ve lütufla karşılayan ilâhi rahmet mutlaka imdada yetişir.
Sözünü ettiğimiz "olanca gücü ortaya koyma"nın belirtisi yüce Allah tarafından yasaklanan büyük günahlardan uzak durmaktır. Son derece belirgin ve göze batar nitelikte olan bu büyük günahları işleyenler onları bilmeyerek ya da farkında olmayarak işlediklerini ileri süremezler. Bu durum insanın bu alanda istenen çabayı harcamadığını, direnme gücünü yeterince seferber etmediğini gösterir. Böyle bile olsa ihlâslı bir tevbe ile bu günahlardan vazgeçme kararı her zaman için geçerlidir, yüce Allah merhameti ile bize bu tevbeleri kabul edeceğini bildiriyor. Yüce Allah, bu tevbekârları "takvalı kullar" diye andığı aşağıdaki ayetinde şöyle buyuruyor:
"Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda, bile bile ısrar etmezler." (Al-i İmran Suresi, 135)
Bizim burada vurgulamak istediğimiz gerçek, büyük günahlardan sakınılınca yüce Allah'ın kendi insiyatifi ile ve tek taraflı olarak küçük günahları bağışlayacağıdır. Yüce Allah'ın yukardaki ayette dile gelen vaadi ve müminlere yönelik müjdesi budur.
Peki "büyük günahlar" nelerdir? Bu konuda elimizde bulunan hadisler bu günahların birçok türünü saymakta, fakat kesin sayısını belirtmemektedir. Bunun böyle olduğunu, bu konudaki hadislerden herbirinin diğerinde yer alan büyük günahların bazan daha azını ve bazan da daha çoğunu içermesinden anlıyoruz. Anlaşılan, bu hadisler gündelik olaylara bağlı olarak söylendikleri için her hadiste, o andaki özel şartların sayısı ve türü toplumdan topluma, kuşaktan kuşağa değişir; ama bununla birlikte bunların neler olduklarını bilmek müslüman için zor bir iş değildir.
Bu konuda halife Hz. Ömer ile ilgili bir olayı anlatmak istiyoruz. Bilindiği gibi Hz. Ömer günaha karşı son derece duyarlı, sert tutumlu ve günah hususunda hoşgörüsü kıt yaratılışlıdır. Buna rağmen bu olayda İslâm'ın O'nun duyarlılığını nasıl yumuşattığını, toplumsal problemleri çözerken ve insanlara ilişkin meseleleri ele alırken elindeki adalet terazisini nasıl dengeye kavuşturduğunu göreceğiz. Olay şù:
İbn-i Cerir'in Yakub b. İbrahim yolu ile İbn-i Avn'e dayandırarak bildirdiğine göre Hasan-ı Basrî şöyle diyor:
-Hz. Ömer'in halifeliği döneminde Mısırlı birkaç kişi Abdullah b. Amr'e başvurarak dediler ki; "Kur'an'da uygulanması emredilen bazı hükümler görüyoruz ki, bunlar uygulanmıyor. Bu konuyu halife Ömer ile görüşmek istiyoruz.
Bunun üzerine Abdullah b. Amr bu adamları yanına alarak Medine'ye geldi ve Hz. Ömer ile buluştu. Hz. Ömer kendisine "Ne zaman geldin?" diye sordu. Abdullah b. Amr "Falanca günden beri buradayım" dedi. Hz. Ömer "İzinli olarak mı geldin?" diye sordu. Abdullah'ın bu soruya ne cevap verdiğini bilmiyorum. 'Fakat sözlerine devam ederek halifeye şunları söyledi; "Ey müminlerin emiri birkaç Mısırlı bana başvurdu ve Kur'an'da uygulanması emredildiği halde uygulanmayan bazı meseleler olduğunu, bu konuyu seninle görüşmek istediklerini söylediler".
Hz. Ömer Abdullah'a "O adamları topla, yanıma getir" diye emretti. Abdullah da onları toplayıp halifenin huzuruna götürdü. (Ravilerden İbn-i Avn'e göre bu toplantı Behu denen yerde düzenlenmişti.)
Hz. Ömer, bu Mısırlı grubun en sonunda oturan adamına dönerek kendisine "Allah sana zihin açıklığı versin. İslâm hakkı için söyle bakalım, Kur'an'ı baştan sona kadar okudun mu?" diye sordu. Adam "Evet, okudum" dedi. Hz. Ömer "Peki, onu nefsinde, kendi şahsında uyguladın mı?" diye sordu. Adam; "Allah bilir ki hayır" dedi. Eğer "Evet" deseydi, Hz. Ömer onunla tartışmaya girişecekti. Hz. Ömer, adama "Peki, O'nu gözlerine uyguladın mı?, sözlerine uyguladın mı?, davranışlarına uyguladın mı?" diye sordu. Arkasından, aynı soruları sonuncu adama kadar heyetin bütün üyelerine sordu ve sonra şunları söyledi: "Anası evlâtsız kalası Ömer yandı! Sizler, onu (Allah'ın kitabını, Kur'an'ı) insanlara tam olarak uygulatmakla yükümlü mü tutuyorsunuz? Oysa bizim günah işleyeceğimizi Allah, daha işin başında, biliyordu" ve arkasından: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınınsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz" ayetini okudu.
Sonra adamlara dönerek "Sizin gelişinizden Medinelilerin 'haberi oldu mu? (ya da geldiğinizden haberi olan var mı?)" diye sordu. Adamlar "Hayır, olmadı" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer "Eğer Medineliler gelişinizden haberdar olsalardı, sizi vesile ederek bu konuda bir vaaz verirdim" diye sözlerini bağladı" (İbn-i Kesir Tefsiri)'
İşte günaha karşı son derece duyarlı ve sert tabiatlı olarak tanınan Hz. Ömer, kalpleri ve toplumu böyle yönetiyordu. Kur'an onun aşırı duyarlılığını yumuşatmış, kendisine ince bir denge kazandırmıştı. Bu dengenin gereği olarak "Allah daha işin başında bizim günah işleyeceğimizi biliyordu" demişti. Kuşku yok ki biz, O'nun Rabbinin bildiğinden başka türlü olamayız. Önemli olan ve bizden beklenen doğruya yönelmek, gerçeği kabul etmek, yükümlülüklerimizi yerine getirmek konusunda arzu göstermek, girişimde bulunmak, bu hususta olanca gayreti ortaya koymaktır. Bu denge, ciddiyed, kolaylık gösterme ve ölçü ilkelerine dayanan bir tutumdur.
KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
Toplumda malların el değiştirme süreci ile bağlantılı olarak kadın-erkek arasındaki malı ilişkilere, akraba olmayanlara mirastan pay vermeye ilişkin
hükümlere ve bu hükümler ile genel miras sistemi arasındaki ilişkilere ek açıklamalar getiriliyor. Bilindiği gibi bu iki konu hakkındaki ayrıntılı açıklamalar bu sûrenin baş taraflarında yer almıştı. Okuyalım:
Aranızda derece farkı doğuran ilâhi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar. İstediklerinizi Allah'ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir."
"Kadın-erkek herkese ana-babalarının, akrabalarının ve yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz. Hiç şüphesiz Allah herşeyin şahididir."
İnsanlar arasında derece farkı doğuran üstünlüklere karşı özlem duymayı yasaklayan bu hüküm geneldir. Resmi görevi, mevki, yetenekleri, becerileri, malı-mülkü, kısacası şu hayatta farklı oranlarda dağılım gösteren bütün seçkinlik paylarını içerir. Bunun yanısıra ayette belirtilen her türlü dileği Allah'a yöneltme, herşeyi doğrudan doğruya O'ndan isteme emri de geneldir. Evet mümin, insanlar arasındaki farklılıklara göz dikerek yazıklanmalarla kendini mahvedeceğine, bu göz dikme sonucunda içini kemirerek kin, kıskançlık; çekememezlik ve intikam gibi yıkıcı duygulara kapılacağına; içinde kaybetmişlik ve mahsumiyet, aşağılık ve boşluğa düşmüşlük kompleksleri çöreklendireceğine, bütün bu duyguların ve komplekslerin sonucu olarak yüce Allah'ın adaletinden ve her şeyi kulları arasında isabetli biçimde dağıttığından kuşkulanacağına istediklerini yüce Allah'tan istemelidir. Yoksa sözünü ettiğimiz duygular ve kompleksler insanı mahveder, gönül huzurunu ortadan kaldırır endişeye ve mutsuzluğa yol açar, insan enerjisini çirkin kuruntular ve çirkin yönelişler peşinde harcar.
Oysa doğrudan doğruya yüce Allah'ın bağışına başvurmak nimet ve ihsan kaynağına yönelmenin ilk adımıdır. O nimet ve bağış kaynağı ki, engin nimetleri vermekle bitmez, kapılara üşüşecek istekli kalabalık yüzünden sıkıntıya düşmez! Bunun yanısıra bu tutum gönül huzuru meydana getirici, umut uyandırıcı, başarıya ulaştıracak somut gerekçelere olumlu bir biçimde el atmayı sağlayıcı; buna karşılık yapıcı enerjiyi hayıflanma, yazıklanma, kin, aşağılık kompleksi ve bunalım uğrunda kurban etmeyi önleyici bir tutumdur.
Bu geniş çerçeveli yönlendirme bakımından ayetin hükmü, geneldir. Fakat gerek sonraki cümleler ile bağlantısı ve gerekse iniş sebebine ilişkin bazı rivayetler bu genel anlamı sınırlar, onu belirli bir farklılığa, belirli bir üstünlüğe indirger. Sözünü ettiğimiz belirli farklılık, ayetin devamını oluşturan genel ifadeli cümlelerden açıkça anlaşılacağı üzere bu ayetin çözüme bağlamak amacı ile indiği erkek ve kadınların mal paylarına ilişkin farklılıktır.
Bu farklılığın yol açtığı kuşku bulutlarının dağıtılması iki insan cinsi arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, bu ilişkilerin hoşnutluk ve bütünleşme temeline oturtulması, arkasından da bu hoşnutluğun müslüman ailelere ve topluma yayılmasının yanısıra kadın-erkek arasındaki görev ve fonksiyon farklılığının zihinlere yerleştirilmesi son derece önemlidir. Fakat bütün önemine rağmen bu mesele, ayette dile gelen hükmün özel sebepten hareket eden bir genel hüküm olmasına engel teşkil etmez. Bundan dolayı klasik tefsirler bu iki açıklamanın her ikisine de yer verirler.
Nitekim İmam-ı Ahmed'in Sufyan ve Ebu Necih yolu ile Mücahid'e dayandırarak bildirdiğine göre bir keresinde Hz. Ümm-ü Seleme, Peygamberimize; "Ya Resulullah, erkekler savaşıyor, biz savaşa katılmıyoruz. Bir de mirasta bize erkeklerinkinin yarısı kadar pay veriliyor" dedi. Bunun üzerine yüce Allah "Aranızda derece farkı doğuran ilâhi bağışlara özlem beslemeyiniz..." ayetini indirdi.
Yine İbn-i Ebu Hatem'in, İbn-i Cerir'in, İbn-i Merduye'nin ve Hakim'in Sevri ve Ebu Necih yolu ile Mücahid'e dayandırarak bildirdiklerine göre bir defasında Hz. Ümmü Seleme Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) "Ya Resulullah! Biz ne savaşıp şehit düşebiliyoruz ve ne de mirasta erkekler ile eşit pay alabiliyoruz" dedi. Bunun üzerine bu ayet indi. Sonra bir de şu ayet indi:
"Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden, erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam. Buna göre göç edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin kusurlarını örtecek ve kendilerini Allah tarafından verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır." (Al-i İmran Suresi, 195)
Tefsir bilginlerinden Sediy ise bu ayeti açıklarken şöyle diyor; "Bazı erkekler `Mirasta nasıl kadınların payının iki katını alıyorsak iyiliklerimizin sevabının da kadınlarınkinin iki katı olmasını istiyoruz' dediler. Buna karşılık bazı kadınlar da `İstiyoruz ki, şehidlerin sevabı kadar sevap kazanalım. Biz savaşa katılamıyoruz, oysa eğer bize savaşmak farz olsaydı, savaşırdık' dediler. Yüce Allah her iki tarafın sözlerini reddederek `İstediklerinizi benim lütfumdan isteyiniz, ama amacınız dünya malı olmasın' buyurdu."
Tefsir bilginlerinden Katade'nin de bu yolda bir açıklama yaptığı rivayet edilir. Buna karşılık elimizde bu ayetin anlamının genel olduğunu savunan rivayetler de vardır. Nitekim Ali b. Ebu Talha'nın bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas bu ayeti açıklarken "Hiç kimse `Falancanın malı ya da ailesi keşke benim olsa' gibi sözler söyleyerek başkalarının elindeki varlıklara göz dikmemelidir. Allah bunu yasaklıyor. Bunun yerine herkes istediğini yüce Allah'ın lütfundan istemelidir" diyor. Ünlü tefsir bilginleri Hasan, Muhammed b. Sirin, Ata ve Dahhak bu ayet hakkında buna benzer açıklamalar yapıyorlar.
Birinci grubu oluşturan açıklamaların içerdiği sözlerde kadın-erkek ilişkilerine ilişkin cahiliye tortularının izlerini ve bunun yanısıra erkek-kadın arası rekabetin kokusunu buluyoruz. Belki de bu tartışmalara İslâmiyet'in kadınlara tanıdığı yeni özgürlükler ve yeni haklar yol açtı; İslâmiyet, her iki cinsi ile tüm insanlığı onurlandırmak, her cinsten ve her sınıftan teker teker her insanın hakkını güvenceye almak amacı taşıyan genel prensibi uyarınca kadınlara bu özgürlükleri ve hakları tanımıştır.
Ama İslâm, bu tutumu ile kendi eksiksiz sistemini bütün yönleri ile gerçekleştirmeyi amaç edinmiştir. Amaç ne tek taraflı olarak kadınların yararı ve ne de tek taraflı olarak erkeklerin yararıdır. Amaç "İnsan"dır, müslüman toplumdur, genel ve mutlak anlamı ile halktır, kamu yararıdır, hayırdır, dört başı mamur eksiksiz adalettir.
İslâm sistemi kadınlar ile erkekler arasında görev bölümü yaparken ve mali payları dağıtırken fıtratın gereğine uyar. Fıtrat her şeyden önce erkeği erkek, kadını da kadın olarak yaratmış, her birine belirli görevler yüklemek için cinsiyetine has belirli özellikler bağışlamıştır. Bu özel nitelikler, ne fıtratın özel yararı ve ne de bu iki cinsin tek taraflı yararı için verilmiştir. Bu ilahi bağışın amacı; bu iki cinsin farklı olması, bunların farklı özellikler taşıyıp farklı fonksiyonlar gerçekleştirmesi sayesinde varlığını sürdüren, düzen kuran karakteristik fonksiyonlarını bir bütün olarak yerine getiren ve yeryüzü halifeliği ile yüce Allah'a kul olma amacını gerçekleştiren insanın hayatıdır. Özel yeteneklerin ve görevlerin farklılığı, yükümlülüklerin, mali payların ve sosyal konumların farklılığını beraberinde getirir. Bütün bunlarda, "hayat" denen büyük kurumun ve yüce ortaklığın yararı içindir.
Eğer ilk önce İslâm sistemi bir bütün olarak incelendikten sonra tek bir insan bütününün iki parçasını oluşturan kadın-erkek cinsleri arasındaki ilişkileri düzenleyen bir İslâm hükmü ele alınıp değerlendirilirse ne yukardaki tarihi rivayetlerin bize haber verdiği eski tartışmalara gerek görülür ve ne de günümüzün aylak erkeklerinin ve aylak kadınlarının hayatını dolduran, hatta kimi zaman kamuoyunun baskısı ile bu çerçeveyi de aşarak ciddi erkek ve kadınların gündemine de girebilen yeni tartışmaların yeri olur.
Kadınlar ile erkekler arasında sanki amansız bir savaş varmış gibi bir hava estirerek bu iki cins arasındaki karşılıklı konumlardan ve başarılardan söz etmek saçmalıktır. Bunun yanısıra bazı ciddî yazarların "kadın"ı küçük düşürmeye, kişiliğini hırpalamaya ve her türlü uğursuzluğun sembolü gibi göstermeye yönelik girişimleri de -bu girişimler ister İslam adına, isterse bilimsel inceleme ve araştırma adına ortaya konmuş olsun- saçmalık ve boş iş olmaktan ileriye gitmez. Çünkü mesele kesinlikle savaş meselesi değildir; mesele cinsiyet farklılığı, fonksiyon-görev farklılığı, birbirini tamamlama ve bunların ötesinde ilâhi sistemin öngördüğü bir eksiksiz adalet sistemi meselesidir.
Bu konuda cahiliye toplumlarında savaş olabilir. Çünkü bu toplumlarda yasal düzenlemeler ya görünür kısa vadeli yararlar uyarınca veya egemen sınıfların, oligarşik ailelerin ve imtiyazlı fertlerin menfaatleri gözetilerek kendi keyiflerinin ürünü olarak ortaya çıkar. Böyle olunca da ya insan bir bütün olarak algılanmadığı, ya da kadın ve erkeğin hayattaki görevleri doğru olarak belirlenemediği yahut erkek ile aynı işte çalışan kadınlara düşük ücret vererek ekonomik sömürü çarkını döndürmek için veyahut miras bölüşümüze ve malî tasarrufa ilişkin ekonomik çıkarların olumsuz baskısı yüzünden, ya da bu tür bir başka gerekçe ile kadın hakları çiğnenebilir. Nitekim günümüzün cahiliye toplumlarında yapılan budur.
Fakat İslâm sisteminde bunların hiçbirinin yeri yoktur. Orada savaş diye bir şey bulunmaz. Bu sistemde dünyalık çıkarlar üzerinde yarışa girişmek anlamsızdır. Erkeğin kadına yüklenmesi ya da kadının erkeğe saldırması ve bu iki cinsden birinin diğerini alt etmesi ile onun kişiliğini hırpalaması ya da kusurlarını araması bu sistemin özüne aykırıdır. Bunun yanısıra kadın-erkek arasındaki yapı ve yetenek farklılığının yükümlülük ve görev farklılığına yol açmayacağını, bu ayrılığın beraberinde uzmanlık alanlarındaki ve sosyal konumlardaki ayrılığı da beraberinde getirmeyeceğini ileri sürmenin de bu sistemde yeri yoktur. Bütün bunlar bir yandan saçmalık ve öbür yandan da İslâm sistemini yanlış anlamaktır.
Şimdi de cihad ve şehidlik konusu ile kadının bu konudaki rolüne ve sevabına gelelim. Bu konu dünyaya ilişkin görevlerini eksiksiz yerine getirmekle birlikte tüm varlıkları ile ahirete yönelen bazı saadet devri kadınlarının kafalarını kurcalamıştı. Bunun yanısıra miras meselesi ile erkek ve kadının miras payları konusu üzerinde de durmalıyız. Çünkü bu konu hem eski dönemlerde ve hem de günümüzde çok sayıda erkeğin ve kadının aklına takıla gelmiştir.
Yüce Allah, kadına cihad etmeyi, savaşa katılmayı farz kılmadı. Fakat eğer bu konuda kadına ihtiyaç olur da bu ihtiyacı erkekler karşılayamazsa onun savaşa katılmasını yasaklamış ve haram saymış da değildir. Nitekim tek-tük de olsa İslâm tarihi boyunca savaşlara katılan, hem de hemşire ve cephane taşıyıcısı olarak değil, doğrudan doğruya savaşçı olarak cephede yer alan bazı kadınlar görülmüştür. Yalnız bu katılım ihtiyaçlarla ve zorunluluklar ile kayıtlanarak sınırlanmıştır. Normal işleyen bir genel kural değildir. Kısacası yüce Allah cihad etmeyi, yani savaşmayı erkekler gibi kadınlara farz kılmış değildir.
Cihad-savaş kadına farz kılınmadı. Çünkü kadın cihad edecek, savaşacak olan erkekleri doğuruyor. O hem organik hem psikolojik yapısı ile bu erkekleri doğurmaya, onları cihada, savaşa ve hayata hazırlamaya elverişli ve yatkındır. O bu alanda daha güçlü ve daha yararlıdır. Daha güçlüdür, çünkü organizmasının bütün hücreleri gerek anatomik ve gerekse psikolojik bakımdan bu işe yetenekli olarak yaratılmıştır. Kadının bu işe olan yatkınlığı sadece organizmasının dış yapısının özelliğinden kaynaklanmıyor, bunun da ötesinde ana rahminde döllenme olayının gerçekleştiği ve bu yumurtadan erkek mi, yoksa dişi mi üreteceği yüce yaratıcı tarafından belirlendiği andan itibaren oluşan bütün hücrelerinin, fonksiyon farklılığından kaynaklanıyor. Sonra bu gerekçeye dış organik farklılıklar ile psikolojik yatkınlıklar gerekçesi eklenir.
Milletlerin uzun vadeli yararlarını görebilen geniş bir çerçeveden bakınca bu tutumun daha faydalı olduğunu anlarız. Çünkü girişilen savaşlar eğer bir milletin erkeklerini biçer de kadınlarını geride bırakırsa o zaman meydana gelen nüfus boşluğunu telâfi edecek yeni kuşakların üreyeceği kaynaklar elde kalmış olur. Oysa eğer hem erkekler hem kadınlar kırılırsa, hatta kadınlar kırıma uğrar da erkekler geride kalırsa durum böyle olmaz. Çünkü İslâm düzeninde bütün kolaylıklar ile bütün imkanların kullanılması gerektiğinden bir erkek dört kadını doğurgan ve üretken hale getirebilir, böylece bir süre sonra savaşta uğranılan nüfus kaybı telâfi edilebilir. Fakat binlerce erkek bir araya gelse bile bir kadına bir erkeğin sağlayabileceğinden daha büyük bir doğurganlık kapasitesi kazandırıp savaşta uğranılan insan kaybını bu yoldan kapatmaya katkıda bulunamazlar.
Bu faktör, kadının savaşma yükümlülüğünden muaf tutulmuş olmasının ilâhi hikmetlerinin sadece bir tanesidir. Bu hükmün gerek toplumun ahlâkına ve oluşum biçimine ve gerekse her iki cinsin özelliklerinin korunması endişesine ilişkin daha bir çok gerekçesi vardır ki, bunları burada ayrıntıları ile saymak mümkün değildir. Onları ayrı ve bağımsız bir araştırmada ele almak gerekir.
Savaşa katılmanın ve şehid olmanın getireceği sevap konusuna, kazandıracağı mükâfat meselesine gelince yüce Allah bu konuyu bütün erkekleri ve bütün kadınları tatmin edecek bir ilkeye bağlamıştır. Bu ilkeye göre omuzlarına yüklenen görevi titizlikle yerine getiren her insan, görevinin türü ve cinsiyeti ne olursa olsun, yüce Allah katında kesinlikle "ihsan" mertebesine ulaşacaktır.
Miras konusu da böyledir. Bu alanda da "Erkeğe kadının iki katı kadar pay" veren kural yolu ile ilk bakışta erkek kayırıldı, kadına üstün tutuldu gibi görülebilir. Fakat meseleye yakından bakınca bu yüzeysel görüş, yerini kadın ile erkeğin konum ve yükümlülükleri arasında tutarlı bir bütünlüğün olduğu gerçeğine bırakır. Her nimetin bir külfeti olduğu ilkesi, İslâm sisteminin köklü ve değişmez bir kuralıdır.
Bu kuralın ı��ığında erkek ile kadının durumunu gözden geçirelim: Her şeyden önce erkek kadına evlenirken mehir vermek zorundadır. Oysa kadının kocasına böyle bir ödemede bulunması söz konusu değildir. Erkek, karısının ve çocuklarının geçimlerini sağlamakla yükümlüdür. Oysa kadın malı bile olsa böyle bir yükümlülük altında değildir. Erkeğin bu yükümlülükteki asgari payı bu görevini savsakladığı takdirde hapis cezasına çarpılmaktır. Erkek yakın akraba dayanışması çerçevesi içinde aileye yüklenecek adam öldürme ve yaralama diyetlerinin ödenmesine katkıda bulunmak zorundadır. Oysa kadın böyle bir ödeme zorunluğundan muaftır. Erkek yine yakın akrabalar arası dayanışma ilkesinin gereği olarak yakınlık sıralarına göre yoksul, düşkün ve çalışma gücünden yoksun akrabalara mâlî yardımda bulunmakla yükümlüdür. Oysa kadın bu geniş aile dayanışmasının maddi yükümlülüklerinden muaftır. Erkek, ayrı yaşadığı ya da boşadığı karısına kendinden olma çocuğu için emzirme ve bakım ücreti ödemek zorundadır. Erkek bu ücretleri nafaka ile birlikte kadına ödemekle yükümlüdür.
Görüldüğü gibi İslâm sistemi karşılıklı tamamlayıcılık ilkesine bağlı tutarlı bir sistemdir. Bu sistemde sorumlulukların dağılımı, mirasın bölüşümü belirlenmektedir. Aslında erkeğin yükümlülükleri mirastaki payından daha fazla, daha ağırdır. Bu yükümlülük dağılımında erkeğin çalışıp kazanmaya yatkın özelliği ile kadına tam anlamı ile huzurlu ve güvenli bir hayat sağlamasının teminata bağlanması gözetilmiştir. Böylece kadın, değeri hiçbir malla biçilemeyecek, hiçbir sanayi ürünü ve hiç bir kamu yararı amaçlı hizmetle karşılaştırılamayacak derecede değerli olan çocuğunun, bu ortak insanlık hazinesinin bakımı ile meşgul olsun, kendini bu yüce uğraşa adasın istenmiştir.
İşte her işi bir hikmete dayanan ve her şeyi bilen yüce Allah'ın yasallaştırdığı hikmetli İslâm sistemini biraz yakından inceleyince onun içerdiği yaygın dengenin ve duyarlı değerlendirmenin işaretlerini görmekte gecikmeyiz.
Şimdi İslâm'ın, bu ayetle kadına tanımış olduğu "ferdî mülkiyet" hakkı konusunu irdeleyelim. Okuyoruz:
`Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar."
Arap cahiliye döneminde diğer eski cahiliye toplumlarında olduğu gibi kadına bu hakkı ya hiç baştan tanınmaz ya da çok ender durumlarda tanındığı zaman hemen ilk fırsatta bu hakkın çiğnenmesine girişilirdi. Çünkü söz konusu toplumlarda bizzat kadının kendisi miras yolu ile ele geçirilecek bir mal gibi görülüyordu.
Modern cahiliye toplumları da kadının bu hakkını çiğnemeye, savsaklamaya devam ediyorlar. Oysa bu toplumlar kadına başka hiç bir sistemin vermediği hakları verdiklerini, başka hiç bir uygarlığın tanımadığı saygınlığı tanıdıklarını ileri sürerler. Bu toplumların bir kısmı ölenin mirasını en büyük erkek mirasçıya verirler. Bir kısmı da kadının herhangi bir malî anlaşma imzalamadan önce velisinin iznini almasını şart koşarlar. Diğer bir bölümü de kadının kendi öz malında girişmek isteyeceği her tasarrufu kocasının mutlak onaylaması gerektiğini yasalarına geçirmişlerdir. Üstelik bu uygulamalar kadınların haklarını elde etmek için verdikleri bir çok mücadeleler, birçok devrimler sonunda gelen iyileştirmelerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Kadının konumunu tümü ile sarsıntıya uğratan, aile düzenini zedeleyen ve genel ahlâkı yozlaştıran bunca sancılı mücadelelerin kadınlara kazandırabildiği haklar bunlar olmuştur.
Oysa İslâm, kadına bu ferdi mülkiyet hakkını kadının hiçbir isteği, hiçbir başkaldırısı olmadan, kadın derneklerinin ve kadın parlamenterlerin ateşli mücadelelerine hacet bırakmadan kendi insiyatifi ile vermiştir. İslâm kadına verirken önce bir bütün olarak insanı, sonra da tek insanda bütünleşen insanlığın yarısını onurlandırmayı, aile kurumuna dayalı bir sosyal düzen kurmayı ve bu aile yuvasını; sevgi, dayanışma ve bireysel güvenlik garantileri ile donatmayı amaçlayan genel dünya görüşüne uygun bir adım atmıştır.
Bundan dolayı İslâm'da erkek ile kadına ferdi mülkiyet ve kazanç sağlama alanında eşitlik tanınmış olması herşeyden önce bir ilke meselesidir.
Dr. Abdulvahid Vâfi "İnsan Hakları" adlı kitabında kadının gerek İslâm'daki konumunu ve gerekse Batı ülkelerindeki durumunu titiz bir gözlemin süzgecinden geçirdikten sonra şunları söylüyor:
"Öte yandan İslâm kadın ile erkeği kanun önünde eşit tutmuş ve bu eşitliği bütün medenî haklarda -gerek evli ve gerekse bekâr- tüm kadınlar için geçerli saymıştır. İslâm'da evlilik, hristiyan Batı milletlerinin çoğundaki evlilikten farklıdır. Çünkü İslâm'.a göre kadın evlenmekle ne evlilik öncesi soyadını ne hukukî kişiliğini ne sözleşme yapabilme yetkisini ne de mülkiyet hakkını yitirmez. Tersine evlendikten sonra adını ve kızlık soyadını, bütün yurttaşlık haklarını, maddî yükümlülük üstlenebilme ehliyetini evlilik öncesindeki gibi sürdürür. Alış-veriş, ipotek, hibe ve vasiyet gibi her tür sözleşmeyi yapıp yürütebilir. Tek başına mülk edinebilir, başka hiç kimse bu hakkına müdahale edemez.
Kısacası İslâm'a göre kadının eksiksiz bir hukukî kişiliği bağımsız bir mal edinme yetkisi vardır, kocası onun bu haklarına ve bu mal edinme yetkisine karışamaz. Kocası onun malını -bu malın az ya da çok bir bölümünü- elinden alamaz. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer eşinizi bırakıp başka bir kadın ile evlenmek isterseniz önceki eşinize gayet yüklü miktarda mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?" (Nisa Suresi, 20)
"Kadınlara evliyken verdiklerinizden bir şeyi geri almak helâl değildir." (Bakara Suresi, 229)
Görüldüğü gibi bu ayetlerde yüce Allah erkeğe, evlenirken eşine verdiği malların tamamını ya da bir bölümünü geri almamasını emrediyor. Eğer erkek, karısına kendi eli ile verdiği bir malı geri alamıyor ve böyle bir yola başvurması caiz değilse kadının kendi öz malına el koyması haydi haydi, caiz değildir. Yalnız kadın gerek kendi malını gerekse evlenirken kocasından aldığı bir malı serbest rızası ile, gönüllü olarak kocasına verebilir. Bu konuda da yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar gönüllü olarak mehirlerinin bir bölümünü size bağışlarlar ise bunu afiyetle yiyiniz. " (Nisa Suresi, 4)
Bunların yanısıra erkek, karısının izni olmadıkça ya da ona kendi adına sözleşme yapmak üzere vekâlet vermedikçe kadının malına ilişkin hiçbir tasarrufta bulunamaz. Ayrıca kadın, bu yolda kocasına verdiği vekâleti istediği anda geri alıp başkasına vekâlet verebilir.
Gelişmiş, çağdaş demokratik ülkelerde en modern kanunlar çıkarıldıktan sonra bile kadın bu eşitlik düzeyine çıkabilmiş değildir. Meselâ Fransa'da kadın, yakın zamana kadar bir tür köle konumunda idi, hatta halâ bile aynı konumdadır. Çünkü bu ülkede yürürlükte olan medenî kanun onu bir çok yurttaşlık haklarından yoksun tutmuş, erkeğin kullandığı bir çok hakları kadına tanımamıştır. Nitekim Fransız medeni kanununun ikiyüz onyedinci maddesi aynen şöyle der:
`Evli kadın, kocasının katılmadığı bir sözleşme yolu ile malını bağışlayamaz, mülkünü devredemez, ipotek işlemi yapamaz, ne bedelini ödeyerek ve ne de karşılıksız biçimde mülk edinemez. Bu tür işlemlere girişebilmesi için kocasının yazılı iznini alması gerekir. Evlilik sözleşmesi karı ile kocanın mallarının birbirinden ayrı kalacağı esasına dayandırılmış olsa bile bu böyledir.!
Gerçi bu maddede daha sonra bazı değişiklikler yapıldı, yasaklamalarına bazı kısıtlamalar getirildi; ama Fransız kadınının hukukî konumu, günümüze kadar, bu maddenin öngördüğü sınırlamaların etkisinden kurtulamadı.
Batılı kadına empoze edilen kölelik benzeri statünün bir başka belirtisi de şudur: Batılı ülkelerin kanunlarına ve geleneklerine göre kadın, evlenince evlilik öncesi soyadını kaybeder, artık "Falanın kızı filanca" diye anılmaz, bunun yerine "Madam (bayan) filânca" diye anılır. Yani isminin arkasından gelen kızlık soyadı silinerek yerine kocasının soyadı yazılır. Bu soyadı değişikliği aslında basit bir gelenek değildir: Tersine daha bir çok kısıtlamalar ile birlikte evli kadının hukukî kişiliğini yitirerek kocasının hukukî kişiliği içinde eritildiğini sembolize eder.
Ne gariptir ki, çoğu hanımlarımız bu aşağılatıcı uygulamada bile Batılı kadınlara özenerek evlendiklerinde İslâm düzenine uyarak kızlık soyadlarını taşımaya devam edecekleri yerde kocalarının ailesinin soyadını almaya razı oluyorlar. Bu tutum, körü körüne taklitçiliğin akla gelebilecek en aşırı örneğidir. Bundan daha tuhaf olanı şu ki, bu gözü kapalı özentiye kapılan kadınlar, aynı zamanda kadınların haklarının ve kadın-erkek eşitliğinin ateşli savunucularıdır. Oysa bu hanımlar, söz konusu soyadı değişikliğine özenmekle; İslâmiyet'in kendilerine bağışladığı ve erkekler ile denk tutarak onurlarını yükselttiği bir haktan kendilerini tek taraflı olarak yoksun bıraktıklarının farkında değildirler."
Şimdi, sıra yukardaki ayetler demetinin sonuncusuna geldi. Bu âyet, miras sisteminin yürürlüğe girişinden önce uygulanan "velâ sözleş neleri"ne ilişkindir. Aşağıda ayrıntılı biçimde anlatılacağı gibi, miras hükümleri, mirasın sadece akrabalar arasında bölüştürülmesini yasalaştırırken "velâ sözleşmeleri"nin öngördüğü sistem, sözleşme yolu ile akraba olmayanlara da mirastan pay verilmesini geçerli sapıyordu. Önce ayeti okuyalım:
"Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir."
Bu ayetler gurubunda erkeklerin ve kadınların kazançlarından pay alacakları belirtildikten ve daha önceki bir ayette erkeklerin ve kadınların miras payları açıklandıktan sonra bu ayette herkesin, ölünce malına mirasçı olacak akrabaları olduğu, kişiye ana-babasından kalan malın ölünce bu mirasçılar arasında bölüşülmesi gerektiği anlatılıyor. Böyle olunca mallar miras yolu ile kuşaktan kuşağa el değiştirir. Varisler ellerine geçen miraslara kendi kazançlarını eklerler ve sonra bütün birikmiş mallarını ölünce arkalarında kalan akrabalarına miras bırakırlar. Bu İslâm sisteminde malın elden ele dolaşmasını somut uygulamaya yansıtan bir uygulamadır. Böylece mal ne bir kuşağın ne bir ailenin ve ne de bir tek kişinin elinde toplanır. Tersine sürekli bir sahip değiştirme, sürekli bir elden ele geçme, kesintisiz bir yeniden bölüşme süreci yaşanır ve bu sürecin sonucu olarak zaman içinde malların sahipleri de miktarları da değişikliğe uğrar.
Ayetin bundan sonraki bölümünde İslâm hukukunun geçerli saydığı ve kimi zaman akraba olmayan kimselerin mirasçı olmalarına gerekçe olan sözleşmeler, İslâm hukuku deyimi ile "Ukûd-ul muvalât" ele alınıyor. İslâm toplumu bu sözleşmelerin birkaç türünü tanımış ve geçerli saymıştır:
1- Bunlardan birincisi "Azadlı köleyi akraba edinme (velâ-i ıtk)" sözleşmesidir. Bu sözleşme yolu ile azad edilen köleler efendilerinin ailelerinin üyeleri haline gelirler. Buna göre eğer böyle bir sözleşmeli eski köle diyet vermeyi gerektiren bir cinayet işlerse eski efendisi onun adına diyet öder. Yani cinayet işleyen öz akrabası karşısındaki yükümlülüğün aynısını akrabalık sözleşmesi ile ailesine kattığı eski kölesine karşı da taşır. Ayrıca adam öldüğünde kimsesi olmazsa eski kölesi mirasçısı olur.
2- Bir Arabın başka bir ırktan olan biri ile yaptığı akrabalık (muvalât) sözleşmesi. Bu anlaşma hiçbir varisi olmayan bir Arabın başka ırktan birini ailesine katmasını sağlar. Bu durumda Arab olan, sözleşmeli akrabasının işleyeceği cinayetin diyetini ödemekle yükümlüdür. Ayrıca ölünce sözleşmeli akrabası adamın mirasçısı olur.
3- Medine döneminin ilk yıllarında Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) buyruğu üzerine Mekkeli göçmenler (Muhacirler) ile Medine yerlileri arasında yapılan kardeşlik sözleşmesidir. Bu anlaşma uyarınca göçmenler, Medinelilerin ailelerinden biri haline geliyorlar, hatta eğer Medineli müslümanın ailesi müşrik ise yani kendisi ile ailesi arasında inanç ayrılığı var ise, sözleşmeli müslüman kardeşi ona diğer iman etmemiş aile fertlerinden bile daha yakın oluyor ve bu konumu ile ölünce mirasçısı oluyordu.
4- Bu sözleşme türü bir cahiliye geleneği idi. Buna göre; Herhangi bir kimse istediği bir kimseye "Sen benim miras
http://xat.com/ISLAMIN_GUZELLIKLERI
0 notes
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media
AHİRET HAYATINI ANLATAN AYETI KERİMELER
Ahiret hayatı,öldükten sonra insanların ebedi olarak kalacakları ve Dünyada işledikler amellerden dolayı hesaba çekilecekleri bir hayattır.Ahirete ve ahiret hayatına inanmak ve kabul etmek imanın şartlarından birisidir.Ahirete inanmayan veya onun varlığını inkar eden dinden çıkar,kafir olur.Ahirete iman ve Ahiret hayatı ile ilgili bir çok Ayet vardır.Bu Ayetler Mealen şöyledir:
2:4 - Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler.
2:8 - İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık." derler.
2:62 - Şüphe yok ki, iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiîler, bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerse elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.
2:86 - Bunlar ahireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine bir yerden yardım da gelmez.
2:94 - De ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet) başkalarının değil de yalnızca sizin ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz, ölmeyi cana minnet biliniz.
2:102 - Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak sizi denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.
2:114 - Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.
2:126 - Ve o vakit İbrahim "Ey Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvalarla rızıklandır" diye yalvardı. Allah buyurdu ki: "küfredeni dahi rızıklandırır da hayattan biraz nasip aldırırım, sonra da onu ateş azabına uğratırım ki, orası ne yaman bir duraktır!"
2:130 - İbrahim'in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.
2:177 - Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitabave bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır.
2:200 - Nihayet hac ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman, önceleri babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. İnsanlardan kimisi: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!" der. Onun için ahirette hiçbir kısmet yoktur.
2:201 - Yine onlardan: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!" diyenler vardır.
2:217 - Ey Muhammed! Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, insanları, Mescid-i Haram'dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir. Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.
2:220 - Dünya ve ahiret hakkında (düşünürsünüz.) Sana bir de yetimlerden soruyorlar. De ki: Onlar hakkında yapacağınız bir ıslah, işlerine karışmamaktan daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla ıslah ediciyi bilir, birbirinden ayırd eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz ki Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
2:228 - Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa gizlemezler. Kocaları da, barışmak istedikleri takdirde o süre içersinde onları geri almaya daha layıktırlar. O kadınların, üzerlerindeki meşru hak gibi, kendilerinin de hakları vardır. Yalnız erkekler için, onların üzerinde bir derece vardır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
2:232 - Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, aralarında meşru bir şekilde rızalaştıkları takdirde, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp, engellemeyin. İşte bu, içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere verilen bir öğüttür. Bu, sizin hakkınızda daha hayırlı ve daha nezihtir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.
2:264 - Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak, gönül kırmakla boşa gidermeyin. O adam gibi ki, insanlara gösteriş için malını dağıtır da ne Allah'a inanır, ne ahiret gününe. Artık onun hâli, bir kayanın hâline benzer ki, üzerinde biraz toprak varmış, derken şiddetli bir sağnak inmiş de onu yalçın bir kaya halinde bırakıvermiş. Öyle kimseler, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola iletmez.
3:22 - İşte bunlar öyle kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
3:45 - Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir; dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda Allah'a çok yakınlardandır.
3:56 - "İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, ahirette de şiddetli bir şekilde azab edeceğim, onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır".
3:77 - Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.
3:85 - Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.
3:114 - Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardandır.
3:145 - Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız.
3:148 - Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel davrananları sever.
3:152 - Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber'in verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan geri çevirdi ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.
3:176 - Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
4:38 - Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman etmedikleri halde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcarlar. Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır!
4:39 - Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın verdiği rızıktan gösterişsiz harcasalardı kendilerine ne zarar gelirdi? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.
4:59 - Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.
4:74 - O halde geçici dünya hayatını, ebedî ahiret hayatı karşılığında satacak olanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, her iki durumda da biz ona yarın pek büyük bir mükafat vereceğiz.
4:77 - Kendilerine, "Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin" denilenleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir kısmı insanlardan, Allah'tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın? Ne olurdu bize azıcık bir müddet daha tanımış olsaydın da biraz daha yaşasaydık?" derler. Onlara de ki: "Dünya zevki ne de olsa azdır, ahiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez."
4:134 - Kim dünya nimetini isterse, bilsin ki dünya ve ahiret nimeti Allah katındadır. Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi görendir.
4:136 - Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a, ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.
4:162 - Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekatı veren, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz.
5:5 - Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Ve müminlerden iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu bir şekilde mehirlerini ödediğiniz takdirde, size helâldir. Her kim imanı inkâr ederse, ameli boşa gitmiş olur ve o, ahirette zarara uğrayanlardandır.
5:41 - Ey peygamber, ağızlarıyla "inandık" deyip, kalbleriyle inanmamış olanlardan ve yahudilerden küfürde yarış edenler seni üzmesin. Onlar yalana kulak verirler, sana gelmeyen diğer bir topluluğa kulak verirler, kelimeleri yerlerinden değiştirirler, "eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının" derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azab vardır.
5:69 - Muhakkak ki inananlar, yahudiler, sabiiler ve hıristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse, onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
6:32 - Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?
6:92 - Bu Kitap (Kur'ân), kendinden önceki kitapları tasdik eden, şehirler anası (Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ahiret gününe iman edenler bu Kitab'a da iman ederler ve onlar namazlarına da devamlıdırlar.
6:113 - Bir de ahirete iman etmeyenlerin kalbleri, o yaldızlı söze kansın, ondan hoşlansın ve işledikleri suçları işlemeye devam etsinler diye böyle yaparlar.
6:150 - De ki: "Haydi, Allah bunu yasak etti diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin.". Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimi yalanlayanların ve ahirete inanmayanların keyiflerine uyma. Çünkü onlar Rablerine başkasını denk tutuyorlar.
7:45 - Onlar, Allah'ın yolundan men ederler ve onu eğriltmek isterler, ahireti de inkâr ederlerdi".
7:147 - Â yetlerimizi ve ahiretteki karşılaşmayı inkâr edenlerin amelleri hepten boşa gitmiştir. Çekecekleri ceza kendi yaptıklarından başkası mı olacaktır?
7:156 - "Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de ahirette. Biz gerçekten de tevbe edip senin hidayetine döndük." Buyurdu ki, azabım var, onu dilediğime isabet ettiririm, rahmetim de vardır , o ise her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır. Onu da özellikle korunanlara, zekatını verenlere ve âyetlerimize inananlara mahsus kılacağım.
7:169 - Derken kitabı (Tevrat'ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, şu alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
8:67 - Hiçbir peygamberin, yeryüzünde ağır basmadıkça (kesin zafere ulaşıp üstün gelmedikçe) esirleri olması layık değildir. Siz dünya malını istersiniz, oysa Allah ahireti kazanmanızı murad eder. Allah azizdir, hakimdir.
9:18 - Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'dan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.
9:19 - Siz hacılara su dağıtma ve Mescid-i Haram'ı imar etme işiyle Allah'a ve ahiret gününe iman edip, Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı işi bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında eşit olamazlar. Allah zalimler topluluğuna hidayet ihsan etmez.
9:29 - Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş yapın.
9:38 - Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda cihada çıkın." denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının zevki ahiretin yanında ancak pek az birşeydir.
9:44 - Allah'a ve ahiret gününe inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi görev bildiklerinden (zaten geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah o muttakilerin kimler olduğunu bilir.
9:45 - Senden izin isteyenler, olsa olsa Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar olabilir. Onların kalbleri hep işkillidir. Bundan dolayı şüphe içinde bocalayıp dururlar.
9:69 - (Ey münafıklar!) siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce batağa dalanlar gibi batağa daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır.
9:74 - Onlar, kötü bir şey söylemedik, diyerek Allah'a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm'a girdikten sonra yine kâfirlik ettiler. Ve o başaramadıkları cinayeti tasarladılar. Halbuki intikam almaları için Allah'ın, Resulü ile onları lütfundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Yok yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek bir kimse de bulunmaz.
9:99 - Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.
10:64 - Onlara dünya hayatında da, ahiret hayatında da müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en büyük kurtuluştur.
11:16 - Fakat onlar öyle kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşuna gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları da batıldır.
11:19 - Onlar ki, Allah yolundan döndürmeye çalışırlar ve o yolu eğri büğrü yapmak isterler. Üstelik onlar, evet onlar ahirete de inanmazlar.
11:22 - Kesinlikle bunlar ahirette de en ziyade hüsrana uğrayacak olanlardır.
11:103 - Ahiret azabından korkanlar için bunda muhakkak ki, bir ibret vardır. O, öyle bir gündür ki, bütün insanlar onun için toplanacaktır ve o, öyle bir gündür ki, mutlaka görülecektir.
12:37 - Yusuf dedi ki: "Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tabirini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim."
12:57 - İman edip takva yolunu tutanlar için elbette ahiret mükafatı daha hayırlıdır.
12:101 - "Ey Rabbim! Sen bana dünya mülkünden nasip verdin ve bana rüyaların tabirinden bir ilim öğrettin. Ey gökleri ve yeri yoktan var eden Rabbim! Benim velim sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni salih kulların arasına kat!"
13:26 - Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de, daraltır da. Onlar ise dünya hayatı ile ferahlanmaktalar. Oysa düna hayatı ahiret hayatının yanında bir yol azığından ibarettir.
13:34 - Onlara dünya hayatında bir azap vardır. Ahiret azabı ise elbette daha çetindir. Onları Allah'dan koruyacak da yoktur.
14:3 - Onlar, o kimselerdir ki dünya hayatını ahirete tercih ederler, (insanları) Allah'ın yolundan çevirirler ve onun eğrilmesini isterler. İşte bunlar, çok büyük bir sapıklık içindedirler.
14:27 - Allah, iman edenleri, dünya hayatında da, ahirette de sağlam bir söz üzerinde tutar; zalimleri de saptırır ve Allah, dilediğini yapar.
16:22 - İlâhınız bir tek ilâhtır. Bununla beraber ahirete inanmayanların kalbleri inkârcı, kendileri de böbürlenen kimselerdir.
16:30 - Kötülüklerden sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince: "Hayır indirdi" derler. Bu dünyada güzel amel işleyenlere güzel bir mükafat var. Elbette ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Allah'tan korkanların yurdu ne güzeldir!
16:41 - Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, biz dünyada mutlaka onları güzel bir yere yerleştiririz. Halbuki bilirlerse ahiretin mükafatı elbette daha büyüktür.
16:60 - Ahirete iman etmeyenler için kötü sıfatlar var. En yüce sıfatlar ise, Allah'ındır. O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
16:107 - Bu (azab) şundan dolayıdır ki, onlar, dünya hayatını sevmiş ve onu ahirete tercih etmişlerdir. Allah da kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
16:109 - Hiç şüphesiz onlar, ahirette perişan olup hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
16:122 - Ve biz ona (İbrahim'e) iyilik verdik. Şüphesiz ki o, ahirette de salihlerdendir.
17:10 - Ahirete inanmayanlara da can yakıcı bir azab hazırlamışızdır.
17:19 - Kim de ahireti isterse ve mümin olarak kendine yaraşır bir çaba ile onun için çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
17:21 - Bak! Onların bir kısmını diğerine nasıl üstün kıldık! Elbette ahiret, hem dereceler bakımından daha büyüktür, hem de üstünlük bakımından daha büyüktür.
17:45 - Sen Kur'ân'ı okuduğun zaman biz, seninle ahirete inanmayanların arasına görünmez bir perde çekeriz.
17:72 - Her kim bu dünyada (manen) kör ise ahirette de kördür. Ve gidişçe daha şaşkındır.
17:104 - Arkasından İsrailoğullarına şöyle dedik: "Firavun"un sizi çıkarmak istediği arazide siz oturun! Sonra ahiret vaadi (kıyamet) geldiği vakit, hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz."
20:127 - İşte haddi aşanları, Rabbinin âyetlerine inanmayanları biz böyle cezalandırırız. Ve muhakkak ki ahiret azabı (dünya azabından) daha şiddetli ve daha devamlıdır.
22:11 - İnsanlardan kimi de Allah'a bir yar kenarındaymış gibi ibadet eder, eğer kendisine bir iyilik gelirse ona gönlü yatışır ve eğer başına bir bela gelirse yüzüstü dönüverir. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.
22:15 - Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse hemen yukarıya bir ip uzatsın, sonra (kendini intihar edip) boğsun da baksın bu hilesi kendisini öfkelendiren şeyi giderecek mi?
23:10 - İşte asıl onlar varislerdir.
23:33 - Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kodaman güruh dedi ki: "Bu dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer."
23:74 - Fakat ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan çıkmaktadırlar.
24:2 - Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.
24:14 - Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, size mutlaka büyük bir azab isabet ederdi.
24:19 - İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azab vardır. (Her şeyi) Allah bilir; siz bilmezsiniz.
24:23 - Namuslu, kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Onlar için çok büyük bir azab vardır.
27:3 - Ki o (müminler) namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve ahirete de kesin olarak iman ederler.
27:4 - Şüphesiz biz, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik de onlar ilerisini göremezler, kalpleri körelmiştir.
27:5 - İşte bunlar, kendileri için oldukça ağır bir azab bulunan kimselerdir, ahirette en çok ziyana uğrayacaklar da onlardır.
27:66 - Fakat ahiret hakkında bilgiler onlara ardarda gelmektedir. Ama onlar bundan bir şüphe içindedirler. Çünkü onlar bundan yana kördürler.
28:77 - "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez."
28:83 - İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.
29:20 - De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır." Gerçekten Allah her şeye kadirdir.
29:27 - O'na İshak ve Yakub'u bağışladık. Peygamberliği ve kitapları, onun soyundan gelenlere verdik. Onu dünyada mükafatlandırdık. Şüphesiz o, ahirette de salihler (zümresin)dendir.
29:36 - Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik ve Şuayb, "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, ahiret gününe ümit bağlayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın!" dedi.
29:64 - Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.
30:7 - Onlar, sadece bu dünya hayatının dış yüzünü bilirler. Ahiretten ise onlar hep gafildirler.
30:16 - Â yetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalan sayıp da küfredenlere gelince, işte onlar o zaman azab içinde hazır bulundurulurlar.
31:4 - Onlar, namazı kılarlar, zekatı verirler, âhirete de kesin olarak inanırlar.
33:21 - Şanım hakkı için muhakkak ki size Resullulah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve son güne ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için.
33:29 - Yok eğer Allah ve Resulünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun ki,Allah içinizden güzellik edenlere pek büyük bir ecir hazırlamıştır.
33:57 - Şüphesiz ki Allah'a ve Resulü'ne eziyet verenlere Allah hem dünyada, hem ahirette lânet etmiştir. Onlara aşağılayıcı bir azab hazırlamıştır.
34:1 - Hamd, o Allah'ındır ki göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur. Ahirette de hamd O'nundur. O hüküm ve himet sahibidir, herşeyden haberdardır.
34:8 - O, bir yalanı Allah'a iftira mı etti, yoksa kendisinde bir delilik mi var?" Hayır, doğrusu âhirete inanmayanlar, derin bir sapıklıkla azab içindedirler.
34:21 - Halbuki İblis'in onlar üzerinde hiçbir saltanat kudreti yoktu. Fakat biz ahirete imanı olanı belli edecek, ondan şüphe içinde bulunandan ayırt edecektik. Öyle ya Rabb'in her şeyi gözetleyendir.
39:9 - Yoksa o, gece saatlerinde kalkan, secdeye kapanıp, kıyama durarak daima vazifesini yapan, ahireti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse gibi olur mu? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak temiz akıl sahibi olanlar anlar.
39:26 - Allah, onlara dünya hayatında zilleti tattırdı. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!
39:45 - Böyle iken, Allah bir olarak anıldığı zaman ahirete inanmayanların yürekleri burkulur da, O'ndan başkaları anıldığı zaman derhal yüzleri güler.
40:39 - "Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak geçici bir menfaatten ibarettir. Ahiret ise durulacak karar yurdudur."
40:43 - "Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da, ahirette de bir davet hakkı yoktur. Hepimizin dönüşü Allah'adır. Şüphesiz haddi aşanların hepsi cehennemliktir."
41:7 - Onlar, zekatı vermezler, ahireti de inkâr ederler.
0 notes