Tumgik
ibokumus · 4 days
Text
DIŞ BORÇ BELASI
Yıl: 1828–1829
Osmanlı tahtında Sultan 2. Mahmut oturuyor.
Osmanlı-Rus savaşı sürüyor.
Osmanlı ordusunun Tuna garnizonlarında ekmek yok! Çünkü ekmeği yapacak un yok, buğday yok!
Osmanlı, ünlü Yahudi banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild, gerekli buğdayı satın alıp Osmanlı’ya verir.
Osmanlı devleti, aldığı buğdayın ancak yarı parasını ödeyebilir.
Yıl: 1834
Osmanlı tahtında Sultan 2. Mahmut oturmaktadır.
Yunanlar Osmanlı’ya başkaldırmış, savaşmış ve bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
Ayrıca, Osmanlı devletinin Yunanlara tazminat ödemesi karalaştırılmıştır.
Osmanlı’nın tazminat ödeyecek parası yoktur, hazine boştur.
Osmanlı yine banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild’in bir temsilcisi İstanbul’a gelir, sözü edilen parayı öder, Osmanlı’ya borç yazılır.
Yıl: 1853–1856
Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit oturmaktadır.
Kırım Savaşı sürmektedir.
Osmanlı ordusunun silaha ve mühimmata ihtiyacı vardır, ama bunları alacak parası yoktur.
Osmanlı, yine banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild aracı olur, Osmanlı’ya 10 milyon 514 bin 976 kuruş borç verip 40 bin tüfek, 2 bin şişhane, 10 milyon fişek ve 50 milyon kapsül alınır.
Yıl: 1855
Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit oturmaktadır.
Zaten kasasında parası olmayan Osmanlı’nın, Kırım Savaşı sırasında masrafları çok artmıştır.
Çok acele ve çok büyük paraya ihtiyacı vardır.
Osmanlı yine banker Rothschild’a başvurur.
Osmanlı, istediği borç karşılığı Mısır vergisi, İzmir ve Şam gümrüklerinin gelirlerini teminat olarak gösterir, yani ipotek ettirir.
Rothschild bu teminatlarla yetinmez. Çünkü Osmanlı devleti, aldığı buğdaydan kaynaklanan borcun yarısını hâlâ ödememiştir.
İşte bu nedenle Rothschild; İngiltere ve Fransa’nın kefil olması koşuluyla Osmanlı’ya borç vermeyi kabul eder.
Osmanlı devletine 5 milyon Sterlin borç verir.
Yıl: 1891
Osmanlı tahtında Sultan 2. Abdülhamit oturmaktadır.
Hazinede para yoktur.
Bir kez daha banker Rothschild’e başvurulur.
Rothschild; yüzde 4 faizle, ödeme süresi 60 yıl olan, 6 milyon 316 bin 920 Sterlin borç verir.
Yıl: 1894
Osmanlı tahtında Sultan 2. Abdülhamit oturmaktadır.
Hazine tam takırdır.
Borç için yine banker Rorhschild’e başvurulur.
Rorhschild, yüzde 3,5 faizle 8 milyon 212 bin 340 Sterlin borç verir.
Borcun geri ödeme süresi 61 yıldır.
Osmanlı bu borcu yıllık 330 bin Sterlin taksitlerle ödemek üzere borç senetleri imzalar.
Tarih: 1 Kasım 1922
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Osmanlı saltanatına son verdi,
Tarih: 17 Kasım 1922
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçtı.
Tarih: 24 Temmuz 1923
Lozan Antlaşması imzalandı.
Genç Türk devleti, Osmanlı devletinin borçlarını yüklendi.
Bu borçlar arasında banker Rorhschild’den alınmış borçlar da vardı.
Lozan Antlaşması’nın ilgili hükümleri gereğince, banker Rorhschild’den alınmış olan borçlar Rothschild Ailesi’ne ödendi.
Değerli Dostlar,
Kamu maliyesi uzmanı Dr. Mahfi Eğilmez, Osmanlı’nın borçlarını hesapladı. 2013 yılının kurlarına göre, Osmanlı devletinin toplam borcu 500 MİLYAR DOLAR tutuyordu.
Bu borcu, büyük devrimci Atatürk’ün önderliğinde “Yeniden Doğan” Türk milleti ödedi.
Değerli Dostlar,
Bu yazının kısa özeti şudur:
Yıkılıp giden Osmanlı’nın 500 MİLYAR DOLAR borcunu, Osmanlı’nın aşağıladığı Türk halkı ödedi.
Bu gerçeği, Osmanlı'nın bazı palavralarıyla kandırılmak istenen halkımız, özellikle de gençlerimiz hiç akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Bilin istedim.
Tumblr media
0 notes
ibokumus · 15 days
Text
ESKİ AKP'Lİ MİLLİ EĞİTİM BAKANI HÜSEYİN ÇELİK ANLATIYOR....
"Hızlı bir islamcı olarak doktora tezimi Abdülhamid üzerine yapmaya karar verdim. Kahramanlıklarını araştırıp herkese anlatmak için kitap yazacaktım. Ama araştırdıkca şoklara girdim hayal kırıklığına uğradım. Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlunun anlattığı Abdülhamid Osmanlı belgelerinde yoktu. Ne vardı peki?
Avrupai hayat tarzına meraklı ama Avrupadan korkan bir adam, etrafında ki tüm adamları vezirleri Ermeni, Rum veya yahudi.
Yabancı devletler tehdit edince toprak verip sulh sağlayan bir padişah çıktı karşıma. Ali Suavinin Çırağan sarayı baskınından sonra beni ve ailem, bunlar topkapının zindanlarında öldürecekler korkusu ile İngiliz elçisini çağırıp Kraliçe beni korur mu diye söylüyor...
2 gün sonra Elçi Kraliçe seni aileni ve koruyacağını söylüyor ama bir şartı var Ruslara karşı Malta da ve Girit de bulunan Askerlerimiz Savaşırken Sevkiyat zorluğu çekiyor... Kıbrıs'ı vermenizi istiyor diyor, 4 gün sonra Kıbrıs'ı İngilizlere veriyor"
HÜSEYİN ÇELİK
Tumblr media
0 notes
ibokumus · 1 month
Text
Tumblr media
İBN-İ HALDUN /
DEVLET NASIL
ÇÖKERTİLİR?
☆ İbn-i Haldun bir toplumun çöküşünün belirtileri olarak;
toplumda dayanışmanın yok olmasını, üretimin zayıflamasını, fiyat ve vergilerin artmasını,
devlet yönetiminde liyakatin kaybolmasını,
adaletsizliğin ve kayırmacılığın artmasını,
umutların kırılmasını, karamsarlığın hâkim olmasını ve göçün hızlanmasını gösterir…
Ona göre devlet de insan gibi doğar, büyür, gelişir ve gerekli önlemler alınmazsa yıkılır ve yerine yeni bir devlet kurulur.
İbn-i Haldun devletlerin geçirdiği bu aşamaların temel özelliklerini şu şekilde anlatır:
1. Zafer aşamasında, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele geçirildiği fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir. Bu devrede aile ve din bağları güçlüdür.
2. İstibdat aşamasında hükümdarın yönetimde kontrolü tamamen kendi eline aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı, hükümdarın iktidarı tekeline almaya başladığı dönemdir. Burada artık kurum ve kurallarıyla bir devletin oluşmaya başladığı dönemdir.
3. İktidarın iyice pekişmiş olduğu ve ‘‘ferağ’’ adı verilen üçüncü devrede ise artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya başlanılmaktadır. Bu dönem (ferağ), rahatlık ve sükûnet çağıdır. Bir yandan da yönetim tarafından gösterişin, şatafatın, lüks ve debdebenin öğrenildiği dönemdir. Bu aşamada hükümdar lüks ve debdebeyi kendi otoritesini ve kişisel gereksinimlerini karşılamak için kullanır. Hükümdar kendi otoritesini koruyacak paralı askerlere bu aşamada başvurur. Kısacası bu dönem dinlenme ve rahatlık dönemidir.
4. Müsâlemet (huzur, barış) devresinde kanaat ve barış hâkim olup önceki hükümdarların örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi ve devletin yaşatılmaya çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin kurduğu düzene de kanaat edilir. Bu aşama, doyum, tatmin, kendini beğenme ve kibir ile geçmekte­dir. Lüks, rahat yaşama ve kibir artık bir alış­kanlık ve yaşam biçimi olmuş­tur. Hükümdar ve yakın­ları bu durumun sonsuza değin süreceği inancındadırlar.
5. İsraf döneminde ise devlet bir sona doğru ilerlemeye başlar. Devletin çöküş aşaması bu dönemde başlar… Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır.
Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar… Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar. Kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler. Görevler, ehil olmayanlara dağıtılır. Ordu bozulur. Zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz. Bu aşama aynı zamanda din ve dayanışmanın sayesinde baş­langıçta sağlanan yaşamsal güç­lerin, hısımlığın (asabiyet) tah­rip edildiği dönemdir. Konfor ve lük­sün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaafların ve kötü huyların yayıl­masına neden olmaktadır. Dev­let kendi içinde çözülmeye baş­lar. Az sonra da dışardan gelen genç ve sağlıklı bir gru­bun istilası ile devlet yağı bitmiş bir lambanın fitiline benzer şekilde söneeer gider...
İbn-i Haldun’a göre devlet, bu aşamalarında toplumsal ve siyasal koşullarda bir takım değişiklikler yapabilse bile sonucu değiştirmez… Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır.
İslam’ın ne bir çağa, ne bir soya, ne bir ulusa özel ahkâm tahsis etmediğini, ayrıcalık vermediğini, ayrıcalığın sadece ehliyetten kaynaklandığını ifade eder…
İlginç bir nokta daha ;
Arap toplumunun, toplumlar içinde devlet politikasından en uzak bir toplum olduğunu, Arapların ele geçirdiği ülkelerin çabuk yıkıntıya uğradığını yazar…
■ Dr. AHMET BERK
0 notes
ibokumus · 3 months
Text
Bilinçsizlik, marazi bir din anlayışına sebep oldu.
Netice;
namaz kılıp yalan söyleyen,
oruç tutup haram yiyen nesiller türedi...
Ali Şeriati
0 notes
ibokumus · 3 months
Text
İtiraz etmediğimiz her kötülük karşısında
Sorumluyuz.
Ali şeriati
1 note · View note
ibokumus · 4 months
Text
Bingöl merkez başöğretmeni Mehmet Zeki Dündar Alp, Şeyh Said İsyanından aylar önce, isyana hazırlık yapıldığını fark ederek durumu hükümete bildiren zabıtlar tutmuştur. Dündar Alp’in 26 Ekim 1924’te tuttuğu ilk zabıt Kürtçülük zihniyetiyle hareket eden Hacı Mehmed isimli birisinin Mustafa Kemal’in haccı kaldırdığı ve İslamiyet’e darbe vurduğu yönünde propaganda yaptığı yönündeydi. (Kaynak: İM/T12/69-12/160/6)
İçişleri Bakanlığına sunulan bu rapor sonucunda Bingöl Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey inceleme başlattı. Hacı Mehmed suçlamaları reddetti. Kendi lehine şahitler buldu. Kaymakam, Dündar Alp hakkında asılsız ihbarda bulunmaktan soruşturma başlattı. Genç Valisi Dündar Alp’i görevden aldı. (Kaymakam, mahkemede Dündar Alp’in görevden alınma sebeplerini göreve devamsızlık, kitapları fahiş fiyatlara satmak şeklinde belirtecekti.)
Dündar Alp görevden alındıktan sonra Genç eski mebusu Hamdi Bey’in teşvikiyle 5 Ocak 1925’te hem İçişleri Bakanlığı hem de bizzat Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf göndererek yine isyan hazırlıklarından bahsetti. İçişleri Bakanlığı konuyu Genç Valisine yazdı. Vali, Dündar Alp’in tekrar ifadesini aldı ve 13 Ocak 1925’te İçişleri Bakanlığına Dündar Alp’in hezeyanlarından hiç birisini ispat edemediğini, Dündar Alp ve Hamdi Bey’in şahsi meselelerine siyasi şekil vererek asılsız ihbarda bulunduklarını belirterek bu nedenle Bitlis Askeri Mahkemesine sevk edilmelerine izin verilmesini istedi. Aynı gün Dündar Alp, Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek Vali’nin kendisine baskı yaptığından yakındı ve ifadesinin Ankara’da alınmasını istedi. (Kaynak: Eyüp Ertüren, Şark İstiklal Mahkemesi: Şeyh Said İsyanı, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2018, s. 232-233; - Eyüp Ertüren - Abdülhakim Koçin, Şark İstiklal Mahkemesi, Şeyh Said Davası Mahkeme Tutanakları, Ankara 2020, s. 116-117)
Tumblr media
Dündar Alp memleketin başına gelmesi muhtemel bir ihtilalden bahsediyor.
Dündar Alp 15 Ocak 1925 tarihli üçüncü telgrafında vaziyetin günden güne kötüye gittiğini ve kendisinin yerine öğretmenliğe atanan Sıddık isimli şahsın casus olduğundan bahsetti. Bingöl’de bir Kürt cemiyetinin olduğunu ve Vali’nin bu işlere sessiz kaldığını belirten Dündar Alp memleketin başına gelebilecek muhtemel bir ihtilalden söz etmişti. (Kaynak: Ertüren-Koçin, a.g.e, s. 117; İM/T12/12/69-12/158/10)
Dündar Alp, Vali’nin 13 Ocak 1925 tarihli yazısına istinaden gerçek dışı ihbarda bulunmak suçlamasıyla mahkemeye sevk edildi. Dündar Alp bu sırada Bingöl’den kaçıp Lice’de ki eniştesinin yanına sığınmıştı. Gıyabında yapılan mahkeme sonucunda üç ay hapis cezasına çarptırıldı.
Şark İstiklal Mahkemesi tutanaklarını inceleyen Eyüp Ertüren, Dündar Alp’in eniştesi Lice Ziraat Bankası Memuru olan Abdülgani, 11 Nisan’da 5. Kolorduya yazdığı yazıya göre olayın şöyle geliştiğini aktarmıştır:
“Muallim Mehmed, (Dündar Alp) Şeyh Said hakkında bir şey yazmaya cesaret edememiş ancak Şeyh Said’in casuslarından olan Hacı Mehmed hakkında yazı yazmıştır. Yapılan tahkikatlarda ise Kürt casuslarının vermiş olduğu ifadelerle Muallim azledilmiş ve yerine meşhur Bitlisli Hacı Musa Bey’in yeğeni, Kürt casusu Sıdkı Efendi, muallim olarak tayin edilmiştir. Bunun üzerine hayatının tehlikede olduğunu anlayan Muallim, Lice’ye eniştesi Abdülgani Bey’in yanına gelmiş ve oradan Diyarbekir’e bir rapor yazmıştır. İsyanın başlamasından sonra Hacı Mehmed, Şeyh Said ile birlikte Diyarbekir cephesinde bulunduğu sırada Lice’nin Kaya Mahallesi’nden para karşılığında temin edilen bazı kişiler 10 Mart günü saat on bir sıralarında Muallim’in olduğu evi basarak kapının önünde şehit etmişlerdir. Muallim, evin önünde yaklaşık bir saat yağmur altında kalmıştır. Muallim’in şehadetinden sonra Hacı Mehmed, Muallim’in Kadımadrak’taki evini ve hayvanlarını yağma ettirmiştir.” (Kaynak: Ertüren, a.g.t. , s. 235; İM/T12/12/69-12/158/6-7)
Vakit Gazetesi Diyarbakır Muhabiri Naşit Hakkı’nın konuyla ilgili haberi 17 Mayıs 1925 tarihli Vakit Gazetesi’nde “Suret-i Mahsusada Diyarbakır’a Gönderdiğimiz Muharririmizin Mektupları” başlığı altında yayınlanmıştır. Fotoğrafını gördüğünüz haberde Dündar Alp’in telgraflarına da yer veren Naşit Hakkı, Dündar Alp’in katledilişini şu sözlerle anlatmıştır:
“Asiler Lice'ye gelince genç muallimin Kale Mahallesi’ndeki evine gidiyorlar, kendisini aşağı indirip kapısının önünde öldürüyorlar, sokaklarda sürüklüyorlar. Melun şeyhin fetvasıyla dinsiz addedilen vatanperver ve Şeyh'ten bin defa dindar zavallı genç muallimin cesedini günlerce sokaklarda köpeklere yediriyorlar. İşte artık ebediyen hayata veda etmiş bulunan genç muallimin hatırası, hikâyesi.”(Kaynak: Vakit, 17 Mayıs 1925, s. 2.)
Yakup Kadri, 24 Mayıs 1925 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanan ve fotoğrafını görmüş olduğunuz “Meselenin Öbür Safhası” başlıklı yazısında Dündar Alp’in şehit edilmesini ele almış ve isyanla ilgili şu sözleri söylemiştir:
“Bir Şeyh Sait hadisesi deyip de geçiverdiğimiz şu felaketin zavallı Türk milletine kaç milyona, kaç cana mal olduğunu ve henüz ilk adımını atmaya başlayan umran hareketini kaç sene geriye ittiğini derin bir elemle müdrik (idrak etmiş) bulunmaktayız.” (Kaynak: Hakimiyet-i Milliye, 24 Mayıs 1925, s.1)
Bingöl Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey ve Genç Valisi İsmail Hakkı Bey Dündar Alp’in ihbarlarını ciddiye almadıkları için Şeyh Said davasında yargılandılar.
Kaymakam Hüseyin Hilmi Bey idama mahkum edildi ancak daha önce vatana etmiş olduğu hizmetler hafifletici sebep sayılarak ve idam cezası 15 sene kürek cezasına çevrildi.
Genç Valisi görevini suiistimal ettiğinden dolayı bir yıl hapis ve bundan sonra devlet görevinde çalışmama cezasına mahkum edildi.
Dündar Alp’e üç ay hapis cezası veren hakim Ali Rıza Efendi sınır dışı edildi.
(Kaynak: Şark İstiklal Mahkemesi (Kararlar ve Mahkeme Zabıtları) , TBMM Basımevi, Ankara 2016, s.83.)
Türkiye'nin ilk şehit öğretmeni Mehmet Zeki Dündar Alp'i saygı ve minnetle anıyorum.
Şeyh Sait İsyanı'nı hamasetten ve siyasi tartışmalardan uzak, belgerelere dayanarak okumak isteyenler için Şeyh Said İsyanı ve Gerçekler kitabımın sipariş linkleri:
Kitapyurdu: kitapyurdu.com/kitap/seyh-sai…
Trendyol:
trendyol.com/kripto-kitapla…
0 notes
ibokumus · 4 months
Text
Tumblr media
1 note · View note
ibokumus · 4 months
Text
Tumblr media
0 notes
ibokumus · 4 months
Text
0 notes
ibokumus · 4 months
Text
instagram
0 notes
ibokumus · 5 months
Text
Osmanlı Devleti dönemi Anadolu'da, İslam'a ve Türklüğe bakış acısı nasıldı? Şevket Süreyya Aydemir Suyu Arayan Adam kitabında şöyle bir hatırasını anlatıyor:
''Yedek subay olarak geldiğim Anadolu'da bizim bu makineli bölüğünde, İstanbullu bir başcavuştan başka okuma yazma bilen yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktu.
Askerlere sordum:
-Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?
Hepsi birden:
- Elhamdü-l-illah Müslümanız, diye cevap verecekler sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi ''İmamı azam dinindeniz'' dedi. Kimisi ''Hz.Ali dinindeniz'' dedi. Arada islamız diyenler çıktı ama, Peygamberimiz kimdir? diye sorunca onlarda puslayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi ''Peygamberimiz Enver Paşa'dır''' dedi.
- Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü? diye sorunca iş gene çatallaştı. Herkes akla gelen ilk cevabı veriyordu. Dakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu. Peygamberimiz sağdır diyenlere:
- O halde peygamberimiz hangi şehirde oturur? diye sordum. Onu İstanbul'da, Şam'da yahut Mekke'de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu. Peygamber ölmüştür diyenlere de ''ne zaman nerede ölmüştür? denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. Fakat çoğu, tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de, din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların da hiçbiri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar. Sonra ''köyünde camii olanlar ayağa kalksın'' dedim. Gerçi köylerinde camii olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyordu.
- Biz hangi milletteniz, deyince her kafadan bir ses çıktı.
-Biz Türk değil miyiz? deyince de hemen:
- Estağfurullah!... diye cevap verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk'tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki, bu ''Biz Türk değil miyiz'' diye sorunca ''Estağfurullah'' diye cevap verenlerin görüşüne göre, Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama, onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı.
Tumblr media
0 notes
ibokumus · 5 months
Text
0 notes
ibokumus · 5 months
Text
Dindarlık artarken, aklı kullanma ve bilimsel çalışmalar azalıyorsa;
orada ki din Allah'ın dini olamaz.
Ali Şeriati
0 notes
ibokumus · 5 months
Text
 Anasayfa |   Yeni Konu |   Benim Sayfam
ahmet haşim'in anadolu'yu anlatan 1919 tarihli mektubu Ahmet haşim'in, 3 eylül 1919 tarihinde, manisa milletvekili refik şevket beye gönderdiği mektup.
henüz osmanlı devleti yıkılmamışken anadolu'yu gezen ahmet haşim'in gözlemiyle, şeriatçıların anlatmaya doyamadığı o muhteşem osmanlının anadolu halkına nasıl bir yaşamı reva gördüğünü tek bir harf eklemeden paylaşıyorum;
*
sevgili refik,
ihtimal sana fazla yazıyorum. fakat ben bundan memnunum. bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. iletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? geçen mektubumu niğde'den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakiki lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene niğde'den yazıyorum. gördüğüm anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?
öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, "gıda" sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. sanki cehennemi bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi.
fakat boğazlarının karına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir.
refik; ankara'da, almanya imparatorunun anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, anadolu türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu halin sebebi neymiş bilir misin? beslenme eksikliği.
her ne kadar garip görünse de anadolu türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. istisnasız nakil araçları kağnıdır. ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icadından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu alet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. kağnı bir araba değil, fakat, hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe aşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla dara ve keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevkeden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim.
anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hale sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar haline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. anadolu'nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. bütün havalarında o hoş koku solunur. yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir haldedir. eski mısırlılardan ziyade anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. öküz, burada hayatının genelinin zenbereğidir.
evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelade taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. baca nedir, bilir misin? dibi kırık bir testi. kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. nevşehir'den yarım saat beride güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. sakallı celal'in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin.
anadolu, hemen bir uçtan bir uca firengilidir. anadoluların güzelliği de bozulmuştur. bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. fakat, bunlar, nadirlerdendir., refik.
anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. bundan da üzgün değilim. . niğde teftişi son bulmuştur. iaşe heyet-i teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. benim zararım ise pek çoktur. öncelikle sağlığım bozuldu. hayli keçi eti yedim. birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. yakında, belki, üç gün sonra istanbul'a gidiyorum.''
ahmet haşim 3 eylül 1919
kaynak: güzel yazılar-mektuplar-türk dil kurumu yayınları(s.67-72)
0 notes
ibokumus · 5 months
Text
Bu millet, yüzyıllardan beri gericilerin, cahillerin, çıkarcıların, sözlerine inanmak saflığını gösterdiğinden dolayıdır ki, bugün çıplak ayaklarıyla ve çıplak bedenleriyle amansız tokatların altında yeniden aklını başına toplamak zorunda kalmıştır.
Atatürk - 1923
0 notes
ibokumus · 5 months
Text
Ruhi Su - Ankara'nın Taşına Bak
youtube
0 notes
ibokumus · 6 months
Text
ATATÜRK'E İHANET EDEN SİLAH ARKADAŞLARI KİMDİ?
Kesinlikle bunu okuyun.!
Ulu Önder’in Nutuk’ta en çok zorlandığı bölüm. Nutuk’u yazarken de, okurken de en çok zorlandığı bölüm, en yakın silah arkadaşlarıyla yollarının ayrıldığını hissettiği bölümdü… Lozan günleriydi… İsmet Paşa ve Türk Heyeti Lozan'a hareket etmişti. Aynı gün Sultan Vahdettin İngilizler'e sığınmış, Malaya zırhlısıyla Malta'ya doğru yola çıkmıştı. Sultan kaçıyordu.!
Bir gün, O'nu akşam yemeğine davet ettiler. Gazi Paşa, Rauf Bey, Refet Paşa, Fuat Paşa, akşam sofrada bir araya geldiler. Henüz yemek bile daha başlamamıştı ki, Rauf Bey Gazi'ye döndü; “Kemal” dedi.
- Davetimizi kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bir konu var, bugün seninle o konuyu da konuşmak istiyoruz".
Gelişkin hisleri O'nu yanıltmazdı. Bozuntuya vermedi.
“Buyurun, konuşalım!” dedi. Rauf Bey eteğindeki taşları dökmeye başladı:
- "Kemal! Bu Meclis senden korkuyor, o yüzden sana gelemiyor, tüm şikâyetler başbakan olarak bana geliyor.”
Gazi şaşırdı, belli etmemeye çalıştı
”Neyimden korkuyorlarmış?” deyiverdi.
Rauf Bey konuya doğrudan girdi:
- Senin Cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı bile bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!”
Gazi donup kalmıştı.
Soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Rauf Bey ise içini dökmeye devam etti:
- Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik"
- Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre “emaneti sahibine” iade etmenin zamanı geldi". İşte O an Gazi, yemek davetinin bir bahane olduğunu anlamıştı.
- Peki, Rauf Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye konuşan o kişiye sordu. Rauf Bey ise:
- Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok"
- Üstelik madem sordun söyleyeyim: Padişah, bir İslam halifesi, ben de Müslümanım. Dini terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi (dünyalık olmayan) makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil"
- Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, Cumhuriyet değil”. Gazi'nin yüz hatları gerilmişti. Bu sefer de ev sahibi Refet Paşa'ya döndü;
- Peki, ya sen ne düşünüyorsun Refet?” diye sordu. O da
- “Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!…” deyip kestirip attı. Gazi, bu sefer de masadaki üçüncü kişi olan Fuat Paşa'ya
- "Peki, ya senin görüşün Fuat?” diye sordu.
Fuat Paşa Gazi'nin Harbiye'den sınıf, hatta sıra arkadaşıydı. Hukukları daha derindi yani… İşte o Fuat;
- Paşam” dedi, “biliyorsunuz uzun süredir Moskova'dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm" dedi ve o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!…” diyemedi yani.
Masada olmayan dördüncü kişi, Kâzım Karabekir Paşa ise Erzurum'daydı ve telefonun öbür ucunda, bu toplantıdan çıkacak kararı bekliyordu…
Beşinci kişiyse, kendisiydi. Anadolu'ya çıkan ilk 5 komutan işte masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.
“Benden ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Gazi.
-Yarın kürsüye çık, bunları yapmayacağına söz ver!” diye yanıtladı Rauf Bey. Gazi:
- Bana bir kâğıt verin…” dedi. Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar, içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına hırsla şunu yazdı:
- Günü geldiğinde padişahla ilgili kararı en yüce icrai organ olan TBMM verecektir.” bunu yüksek sesle okudu ve sordu:
- Bu sizi ve Meclis'i tatmin eder mi? Bunu yarın çıkıp okursam, sizce Meclis tatmin olur mu?
Onlar da
- “Hah, işte bu olur. Bunu çık yarın kürsüden oku!..” dediler. Rauf Bey, O Meclis'ten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı ve bunu biliyorlardı. Masadaki komutanlar da rahatladılar.
Sofra, buz gibi olmuştu. Ayrılırken, Etlik sırtlarından yeni bir gün ışıyordu
O günden itibaren Gazi yollarını da bu arkadaşlarından ayırmak zorunda olduğunu görmüştü. Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu.
Nutuk'tan Doç. Dr. Orhan Çekiç'in yazdığına göre Meclis'le ve komutanlarla bir tartışmaya girmeden bu krizi atlatmalıydı. Öyle de yaptı.
1921 Anayasası'na göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920'de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidildi. Gazi, bu Meclis'ten kurtuluyor gibiydi. Komutanlar yeniden endişeye düştüler: “Ya, Kemalist bir Meclis gelirse!” Bunun üzerine yeni bir plan kurdular. Mustafa Kemal'i Meclis'e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasası'nı değiştirmeye karar verdiler. Tanıdık geldi mi sevgili Canlar.
Erzurum Milletvekili Necati Bey, Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar. Buna göre:
1. “Bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Milli sınırları içinde olsun!..” dediler. Böylece Selanik dışarıda bırakılmıştı.
2. “Milletvekili adayı, adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!” Mustafa Kemal o cephe senin, bu cephe benim, hayatı boyu koşturmaktan ötürü, değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay bile oturamamıştı ki…
Hedef belliydi. Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından. Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz:
- Doğum yerim Selanik, Misak-ı Milli sınırları dışında kalırken, önceki devlet ise Selanik'i tek kurşun atmadan Yunan'a verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne'de savaşıyordum.”
- Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım eğer, o zaman Bingazi'de, Derne'de, Sina'da, Filistin'de olamazdım. Çanakkale'de, Kafkaslar'da, Sakarya'da olamazdım. Ama ben oralarda olamasaydım, bu efendilerin de doğum yerleri, Allah korusun, Misak-ı Milli sınırları dışında kalırdı”
- Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünüyor peki?
Hayır, elbette millet, onlar gibi düşünmüyordu. Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi ve Mustafa Kemal, Ankara'nın Bâlâ ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis'e girdi.
Cumhuriyeti'de kurdu.
Gazi bu olayı hiç unutmadı..
1 note · View note