Tumgik
istanbulinanc-blog · 5 months
Photo
Tumblr media
Otomobiller hazırlanıyor
“Otomobiller hazırlanıyor”
İştahlı amir, üç otomobil talep etmiştir. Ayrıca eşyaların taşınması için otobüsler de getirilmiştir. Abdülmecid Efendi için hazırlanan eşyalar, memurlar aracılığıyla otobüslere yerleştirilmeye başlanmıştır. Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Abdülmecid Efendi harem bölümüne girmiş ve orada bulunanlarla vedalaşmıştır.
“Binek taşı yanında”
Sabık halife, alafranga saatin beşi sıralarında kürklü paltosunu giydikten sonra oğlu, haremleri ve diğer saray mensuplarıyla birlikte Hazine-i Hassa kapısı tarafına gelmiş ve orada binek taşı yanında kendisini bekleyenlere hitaben aşağıdaki sözleri söylemiştir:
“Meğerse bu güne kadar duada kusur etmemişim, ölünceye kadar da aynı şekilde duadan geri durmayacağım. Böylece Anadolu’ya yazınız. Ben milletimin emrine ittiba ederek gidiyorum.”
Sabık halife, hem oğlu Ömer Faruk Efendi’nin hem de haremlerinin ve kendisinin gidecekleri otomobile bizzat nezaret etmiş ve hepsi bindikten sonra otomobile binmiştir.
“Otomobillere binenler”
Şehvar ve Hayriye
Birbiri ardına dizilen otomobillerin birincisine müşarünileyh ile iki kızı Şehvar ve Hayriye, hanımlar ve küçük Dürrişehvar hanım binmişlerdir. İkinci otomobile mahdumu Ömer Faruk Efendi ile Abdülmecid Efendi’nin ikbali ve dadısı ile diğer otomobillere kâtip Salih Keramet, doktor Salâhaddin, üçüncü kâtip İsmail Beylerle hareme mensup kadınlardan üç kişi binmiştir.
“Otomobiller ihzar edildikten sonra önde kılavuzluk vazifesini gören polis otomobili ve arkada vali Haydar ve Emniyeti Umumiye Müdürü Muhiddin, Beyoğlu Dairei Belediyesi Müdürü İsmail Hâmid, Merkez Kumandan muavini Atıf Beylerin otomobilleri bulunduğu halde saat beş buçukta hareket edilmiştir. Otomobiller hiçbir yerde durmadan Çatalca’ya gitmişlerdir. Sabık halife ve refakatçıları ancak saat sekize doğru Çatalca’ya ulaşmışlardır Private Tour Istanbul.
“Sarayın temhiri”
Sabık halife, mahdumu ve diğer zikredilen zevat harekete geçilmeden önce bazı tedbirler alınmıştır. Öncelikle, daha önce Atıf Bey’in idaresine geçmiş olan maiyet bölüğü görevine iade edilmiştir. Mabeyin dairesi mühürlenmiştir. Mabeyin içinde eski Ağaların bazıları bekçi olarak bırakılmıştır. Kütüphane de tahliye edilmiştir. Henüz harem dairesinde saraylılar bulunduğu için bu daire açık bırakılmıştır. Istablı amire ve onun yanındaki kıymetli bazı eserleri içeren müze de tahliye edilmiştir. Saraya giriş ve çıkışlar yasaklanmıştır.
0 notes
istanbulinanc-blog · 5 months
Photo
Tumblr media
ABDÜLHAMİD II. DEVRİNDE GAZETELER VE SANSÜR
Tabut, Babüssaadeden Ortakapıya kadar, serviler arasından, yavaş yavaş ilerledi. Orta kapıdan vekar ve ihtişam ile çıkarken hazin bir titreme ruha huşu ve tevekkül veren tatlı bir şâdâ, Orta kapının taş duvarlarına, bir zamanlar vezirlere mahbes teşkil eden kapı arasına aksetti, önde dedeğânın fasıladan, hazin nevâları işleniyordu. Şazeli dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir ârap lâhni ile okudukları Kelime-i Tevhid; tekbirler ve naatlar arasında, âhaste bir nakarat gibi yükseliyordu. Ortakapı ile Babı Hümayun lirası Atman zabitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu, iki zarif hanım, arabada, ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın İrini kilisesi ve son devrin askeri müzesi önünde, Mehterhane takımı, cesim kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tebrik ile tabutu selâmlıyordu.
Cenaze Babı Hümayundan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesine kadar caddeye sıra sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınlarla, çocuklarla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut acıklı ve etkileyici dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler, etkileniyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla doluydu. Bir hanım, hıçkırıklarını zaptedemiyor, mendili gözlerinde, başını duvara dayamış, ağlıyordu. Cenazeyi lakaydane seyredenler de vardı. Fakat hassas kalpler, bu hüzünlü merasime, bu etkileyici feryatlara, bu dini ihtişama karşı gözlerinin yaşardığını hissediyordu. Otuz dört sene Hilâfet makamını işgal eden Osmanlı Padişahının son merasimi hürmetle ifa ediliyordu.
Son şehâdı andıran “Allah! Allah!” nida lariyle tabut türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid hürmet ve tekrim ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz dört senelik safhası hüzünlü bir şekilde sona erdi. (Ahmed Refik, Abdülhamid Saniye dair).
ABDÜLHAMİD II. DEVRİNDE GAZETELER VE SANSÜR
İkinci Abdülhamid devrinde hükümetin matbuattan istediği, Hükümdara mutlak “sadakat” ve “ubudiyet” idi; bu sadakat ve ubudiyetin de her vesile ile ve sık sık arz ve beyanı beklenirdi: matbuata ve muhaberata konulmuş olan sansür, Hükümdarın vehmile denk bir hassasiyet gösterirdi, hükümete muhalefet ve tenkid yollu yazılar caniyane bir teşebbüs olarak, sansürün iptal etmesiyle kalmaz, eklenen bir jurnal ile muharririnin sebebi felâketi olurdu; sansür, o zamanın tabiriyle, “zülfü yare dokunan” ya de bir mukaddemeden sonra konulurdu. Cumartesi günleri gazetelerin başında bir “Selâmlık resmi âlisi” serlevhası bulunurdu; bu bende, Padişahın Cuma namazını imamlık merasimi ile kıldığı haber verilirdi. İkinci Abdülhamid, halka sıhhatte olduğunu bildirmek bakımından bu yazılara çok önem verirdi. Her gazetede gayet dikkatlice kaleme alınmış beş altı türlü selâmlık resmi âlisi bende bulunurdu. Örnekler beş altı hafta süren bir devir ile değiştirilerek kullanılırdı Visit Bulgaria.
Günlük gazetelerin önemli benderinden biri de “Tevcihat ve Nişan-ı Hümayun” idi; burada, her gün, sadakat ve ubudiyeti görülen kimselere ihsan olunan rütbeler, memuriyetler ve nişanlar yazılırdı.
İstanbul’da, Abdülhamid’in doğumu ve cülûsu münasebetiyle yapılan donanmalar da büyük şehir gazetelerinde günlerce süren “şebrâyin” benderleriyle anlatılırdı. Gazetelerin şehrâyin muhabirleri, kandillerle donatılan ve “Padişahım çok yaşa”, ya da “Sultan Abdülhamid Hanı Sâni” yazılan veya “Tuğrayı Hümayun” ile süslenen yalı, konak ve evleri sahiplerinin isim ve memuriyetleriyle birer birer yazarlar; sadakat ve ubudiyetlerini gazete sütunlarına geçirdiklerinden ötürü de kendilerinden hakettikleri “rüşveti tahrir’i alırlardı.
Gazetelerde Padişahı medih yollu yazılar yazmada büyük hüner sahibi olarak tanınmış muharrirlerden biri de “Meşâhiri Islâm” sahibi Hamid Vehbi Bey, diğeri de “Serseri Yahudi” mütercimi Selanikli Tevfik Bey idi. Ahmet Rasim de, edebi hatıraları arasında “Ben bu yolda ilerliyordum. Hatta cülûs veya velâdeti hümayundan birkaç gün evvel eve kapanır, o günlerde neşredilmek üzere iki üç tane makale-i mahsusa yazar, hazırlardım. Çünkü gazetesinde en parlak cülûsiye, velâdetiye bulundurmak imtiyaz sahiplerinin birinci meşguliyetleri idi. Makalâtı mütenevvîaya ikişer üçer mecidiyeden fazla veremiydi ve ekseriya desti fakiri muharrirden bedava almak kurnazlıklarını hiçbir dakika gözden düşürmeyen ve düşürmemiş olan bu vatanda bu nevi makaleler için iki, üç, hatta dört-beş lira verirlerdi. Ben bu hâni yağmâ’ı etrafiyie bildiğim için makaleleri der eebeyb ederek Babıâli Caddesi’nde bunların güçlü ihlâlinde durur, kollardım. Biri geçtiği mi, Kalpakçılarbaşı çığırtganları gibi:
Ne âlâ cülûsiyelerim, velâdetiyelorim var!
der, nazan dikkatlerini celbeylerdim. Gün olurdu ki bütün cerâidi münteşire benim makalelerle Hâkima-yı Padişahiye arzı tebrî kât ve tes’idât ederlerdi” (Muharrir, şair, edip).
Gazetelerde basma kalıp manzumeler de yayımlanırdı; bunlar muharrirler tarafından hazırlanan muhtelif türlerdeki yazılar arasına eklenirdi. Bu manzumeler genellikle muharririn halka hitap etme amacı güttüğü, bir takım kandil ve bayramlarda, özellikle de Ramazan aylarında basılırdı.
Son olarak, Hırka-i Saadet ziyaretleri ve cami ziyaretleri üzerine yazılmış makaleler de gazetelerin sıkça rastlanan konularındandı. Bu yazılarda, devlet erkanının ve halkın cami ve dergah ziyaretlerine dair detaylı bilgiler ve övgüler bulunurdu. Tabutun geçişinden, cenaze merasiminden ve kabre definden ayrıntılı bir şekilde bahsedilirken, halkın ve devlet erkanının bu olaylara gösterdiği ilgi ve saygı vurgulanırdı.
0 notes
istanbulinanc-blog · 3 years
Photo
Tumblr media
ABDİAĞA SOKAĞI
Eyyüb kazasının Rami Yenimahallesi sokaklarındandır; Rami kışlası talim meydanı eteğinden geçen Muha
cir sokağından Îsiâmbey caddesi üzerindeki sırta kadar uzanır (B. : Rami). Toprak yoldur, cadde denüecek kadar geniştir. Boşnak Hızır ve Paşababa sokaklariyle birer dört yol ağzı yaparak kesişir: bu iki sokak arasındaki kısmının, kışladan gelindiğine göre sol tarafı bir meydancıktır. îsiâmbey caddesi üzerindeki bayırda biten ucu ise, gayet dik bir patika ile îsiâmbey caddesine kavuşur. Evleri bahçeli, hemen umumiyetle birer katlı ahşap yapılardır, halkı doksan üç bozgununun Rumeli muhacirleridir; gürültüsüz, temiz bir sokaktır.
ABDI BEŞE VE HAŞAN BEŞE KARDEŞLER
On yedinci aısr sonlarına doğru yaşamış, Istanbulıın namlı çiçekçilerinden: çiftçilik ile geçinirlerdi; bundan ötürü ilk defa kendilerinde görülen iki lâleye “Dehkani Hâtayi’’ ve “Dehkanî Kırmızı” isimleri verilmiştir. Bunlardan Haşan Beşe 1692 (H. 1101) de ölmüştür.
ABDI BEY (Müsahİb)
İkinci Mahmudun gözdesi, saray komik ve dalkavuklarından ve zamanının değerli musikişinaslarındandır. Evvelâ Üçüncü Selimin rikâbı hümayun çavuş lanndandı. Musikideki bilgisi ile temayüz etti, fasıl heyetlerine iştirak etti ve akranı arasında Küpeli Çavuş lâkabı ile tanındı, Mahmud tarafından kendisine müsahiblik ünvanı verildi. Huzuru hümayunda müsa hib Hayali Said Efendi ile şakalaşmaları meşhurdur. Bir Kâğıthane gezintisinde bir lâleye “Gülrengi Abdi” adı konmuştu.
0 notes
istanbulinanc-blog · 3 years
Photo
Tumblr media
ABDİ ÇELEBİ CAMİİ
Samatyada Su lumanastırda. kendi adını taşıyan mahallededir. Kapısı Marmara caddesindedir, Müdafaayı Milliye caddesiyle Samatya arkası sokağının köşesinde dolma bir sed üzerindedir. ‘’Yedim içtim Camü” ve ‘’Yenicami” isimlerimle de anılır.
Hadikatütcevamide de Çilingirler Mescidi diye kayıtlıdır. Kapısının üzerindeki arabça “Mescideıı halisan livechillâh” tarih kitabesine göre, ilk yapısı 1533 (H. 940) yılında bitmiştir. Mimar Sinan. Tezkiretülebniyede kendi eserleri arasında gösterir.
Dört fil ayağı üzerine atılmış kemerler üstünde bir kubbeli bir mabed idi. Vakfı kalmadığından tamir edilip bakılamamış, geçen asır sonlarına doğru çökmeğe mahkûm bir harabe haline gelmişti. Fakat ikinci Abdülhamid devrindeki Ermeni Vak’ası üzerine hemen bütün sekenesi ermeni olan bu semtte bir karakol bulundurulması tensib edilmiş, Abdi Çelebi camünin yanına bir itfaiye karakoiıı yapılmıştı ki, bugün bu karakolun yerinde Samatya Maliye Şubesi bulunmaktadır. Serasker Rıza Paşa, bu karakol yapılırken, rivayete göre Hazinei Hassadan bin altın alarak mabedin de ihyasına muvaffak olmuş, harab kubbesinin yerine kiremit örtülü ahşap bir çatı çektirmiş, dış görünüşünü de bozarak bugünkü şeklinde tamir ettirmiştir ki. Mimar Sinan yapısından hemen hiçbir iz kalmamıştır. Abdi Çelebi camiî ampir üslûbunun güzellikten malınım bir eseridir. Meşrutiyet ve onu takip eden İtalya. Balkan ve Birinci Cihan Harpleri içinde mabed yine bakımsız kalmış. Öylesine ki. yanındaki çeşmeden su taşıyan sucular, içine merkeplerini bağlamağa başlamışlardır. Nihayet son defa avlusundaki imamlara meşnıta ev ile beraber Süeda adında zengin ve hayırsever bîr türk kadını tarafından ikinci defa olarak esaslı bir surette tamir ettirilmiştir. Ayrıca müezzinler için de beton bir ev yaptırılmıştır, Mahalleli arasında şöyle bir fıkra naklolunur:
Bayan Süeda ağır hastalanmış, derdinden kurtulursa harab bir camü tamir ettirmeyi nezretmiş, niyeti de Samatyadaki Hatuniye mescidini ihya imiş.. Bu sırada ulemadan bir ihtiyarın Samatya Maliye Şubesine bir işi düşmüş.. Yerini bilmiyormuş, yolda birisine sormuş:
Şu yoldan gidersiniz, karşınıza kocaman bir kilise çıkar.. Onun karşısında harab bir cami vardır.. Maliye Şubesi de omın yanındadır!. cevabım almış..
Mamur bir kilise karşısındaki harab camün manzarası ihtiyarın izzeti nefsini rencide etmiş, tanıdıklarından bulunduğu hayır sahibi zengin kadını, Hatuniye mescidi yerine Abdi Çelebi camünin tamirine ikna etmiş.. Tamir esnasında mabedin içinden elli iki araba moloz ve gübre çıkarılmış.
Tavanının ortasına “Allahü Nurüssema vat..” âyeti kerimesi İsmail Hakkı Beyin nefis bir celi battı ile yazılmıştır, Mihrabda da Re isülhattatin F’âmil Beviıı cini üzerine bir iblisi şerifi, bir Beamelei şerifi ve bir Sadakallâ hülâzimi vardır. Bu son tamir ve tezyininde Mısır çarşısında baharat tüccarı Bav Hacı Hüsnü 1318 tarihini taşıyan hattat Tevfik Beyin bir Besmclei şerif levhasını hediye etmiştir, Mabedi bir de güzel avize süslemektedir ki, Naciye Sultan sarayından alındığı söylenmektedir.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
İslamiyet’te Kadere İnanmak
Kader ve kaza ne demektir?
Sözlükte ölçmek, tahmin etmek ölçüp takdir ederek tayin etmek; güç yetirmek ve kudret anlamlarına gelen kader, dinî bir terim olarak, Allah’ın ebede kadar olacak şeyleri, bunların zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, nasıl ve ne zamanda olacaklarsa onların tamamını ezelde bilip bu bilgi doğrultusunda takdir etmesine denir. Bu durumda kader Allah’ın ilim sıfatını ilgilendirmektedir.
O halde kader, Allah’ın ilmi doğrultusunda, kainatı ve ondaki her şeyi belli bir düzen ve ölçüye göre idare eden ilâhî bir kanundur. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık.” (Kamer 54/49); “Allah her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin artırdığı şeyi ve eksilttiği şeyi bilir. Her şey O’nun katında bir ölçüyledir.” (Ra’d,13/8); “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçü ile indiririz.” (Hicr 15/21); “… O her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân,25/2). “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd 57/22).
Kazâ ise, Cenab-ı Hakk’ın ezelde  irade etmiş olduğu ve takdir buyurduğu şeylerin, zamanı gelince her birisini ezelî  ilim, irade ve takdirine uygun bir biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Bu takdirde kaza, Allah’ın tekvin sıfatını ilgilendiren bir konu olmaktadır. Bu tanım, İmam Mâtüridî ve taraftarlarına göredir. Eş’arîler ise kazayı daha farklı bir şekilde tarif etmişlerdir: Kaza; hüküm mânâsınadır. Allah’ın eşyayı sonradan nasıl olacaksa ezelde öylece irade etmesidir. Kader ise, Allah’ın her şeyi vakti gelince, ezelî  ilmine uygun olarak, irade ettiği şekilde yaratmasıdır.
Tevekkül Nedir?
Sözlükte dayanmak, güvenmek, vekil tutmak anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak; hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir.
Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kişi Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş kişidir. Tevekkül etmek, tembellik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mani de değildir. Tevekkül, çalışıp, çabalamak, çalışıp çabalarken Allah’ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah’a bırakmaktır. Kur’an’da, “Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve Rablerine tevekkül ederler.” buyurulmaktadır (Ankebut 29/58-59).
Ecel nedir? Ömür kısalır ya da uzar mı?
Ecel, kelime olarak mutlak vakit, bir şeyin müddeti veya bir şeyin müddetinin sonu demektir. Dinî bir terim olarak ecel, insan ömrünün sonu anlamına gelmektedir. Ecel hayatın son bulması ve ölümün gerçekleştiği zamandır. Bu anlamı ile her canlı için tek bir ecel vardır. Bu ecel Allâh’ın kaza ve takdiriyle olup, asla değişmez. Belirlenen ecel, vaktinden ne önce gelebilir ne de o vakitten sonraya kalabilir. Bu hususla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır.
“…Her milletin bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.” (Yunus 10/49); “Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münâfikûn 63/11).
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Meleklerin Görevleri
Bu yazımda sizlere aslında kafamızın bir köşesinde duran ve yer yer sorularla zihnimize kıvılcımlarla dikkat çekme oyunu oynayan meleklerin varlığı ve tanımı konusundaki araştırma dürtüsünü bastırmak sizlere bir sunum hazırladım. Vaktimizi harcayıp araştırmaya koyulmadığımız belki de şeytana uyduğumuz içindir bilemiyorum ama her ne olursa olsun öğrenmemek veya bilmemek kendi ayıbımız. Bende bu ayıbımızı örtmek için sizlere böyle bir bilgilendirme yapmak istedim içeriğinde şu iki sorunun cevabını bulacağız. Meleklerin görevleri ve çeşitleri nelerdir? Dört büyük meleğin görevleri nelerdir? Hayırlı bilgiler öğrenmeniz dileğiyle..
Meleklerin görevleri ve çeşitleri nelerdir?
Meleklerin temel görevleri, Allah’a kulluk etmek; O’nun emirlerini yerine getirmektir. Melekler görevleri açısından bir kaç gruba ayrılır. Melekler yüklendikleri görevler itibariyle farklı isimlerle anılmışlardır. Bunlardan dördü, büyük melek olarak bilinmektedir: Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfîl ve Azrail. Bilinen diğer melekler de şunlardır: Münker-Nekir (Ölümden sonra, kabirde sorguyla görevli melekler), Kirâmen Kâtibin/Hafaza (İnsanların amellerini yazmakla görevli melekler), Hamele-i Arş (Arşı taşıyan melekler), Hazin (Cennet ve cehennemde bekçilikle görevli melekler), Zebânî, Mâlik (Cehennemde görevli melekler), Rıdvân (Cennette görevli melekler), Mukarrabûn ve İlliyyûn (Allah’a çok yakın ve onun katında üstün mevkie sahip melekler).
Dört büyük meleğin görevleri nelerdir?
Cebrâîl
Dört büyük melekten birinin ismi olup, peygamberlere vahiy getirmekle görevlidir. Kur’an’da bu meleğin ismi Cibrîl, Rûhu’l-Kudüs, Ruhu’l-Emîn, Ruh ve Resul şeklinde geçmektedir. Bütün peygamberlere vahyi getiren Cebrâil’dir. Kur’an’a göre o, karşı konulmayacak bir güce, üstün ve kesin bilgilere sahip, Allah nezdinde çok itibarı olan ve diğer meleklerin kendisine itaat ettiği şerefli bir elçidir. Yenilmez bir kuvvet ve Allah nezdinde büyük bir makam sahibi olduğu ifâde edilmiştir: “O (Kur’an), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrâil’in) getirdiği sözdür.” (Tekvir, 81/19-20)
Mikail
Dört büyük melekten biri olup, tabiat olaylarını düzenlemekle görevlendirmiştir. Kelime olarak, “Allah’ın küçük ve sevgili kulu” anlamına gelen Mikail Kur’an’ın bir yerinde Cebrail ile birlikte geçmektedir: “Her kim, Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikâîl’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkar edenlerin düşmanıdır.” (Bakara, 2/98)
İsrafil
Allah’ın emri ile kıyamet kopacağı zaman sûra üflemekle görevlendirilen İsrafil, dört büyük melekten biridir. Bir hadiste İsrâfil, sahib-i karn (sûr’un sahibi, borunun sahibi) olarak isimlendirilmiştir (Tirmizî, Kıyamet, 8). İsrafil sûr’u iki defa üfleyecektir. Birinci defa üfürdüğünde göklerde ve yerde bulunan her şey yok olacaktır: “Sûr’a üfürüleceği ve Allah’ın dilediği kimselerden başka, göklerdeki herkesin, yerdeki herkesin korkuya kapılacağı günü hatırla. Hepsi de boyunlarını bükerek O’na gelirler.” (Neml 27/87); “Sûr’a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş (kıyamet kopmuş)tur” (Hakka, 69/13-15). İkinci defa üfürdüğünde, bütün insanlar tekrar dirilecek ve mahşer yerinde toplanmak üzere sevk edileceklerdir: “Sûr’a üfürülür. Bir de bakarsın kabirlerden çıkmış Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.” (Yasin, 36/51).
Azrail
Dört büyük melekten birinin ismi olup, insanların canını olmakla görevlidir. Bu melek Kur’an ve sahih hadislerde, Azrâîl ismiyle değil, melekü’l-mevt (ölüm meleği) şeklinde geçmektedir. “De ki: Sizin için görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde 32/11) Her insanın canını almakla görevli bir ölüm meleği vardır. Azrâîl bu meleklerin başıdır: “Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde kusur etmezler.” (En’am, 6/61, A’raf, 7/37).
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Beylerbeyi Camii
Bu yazımda sizlere beylerbeyinde yer alan camiden bahsedeceğim. Gidip görme fırsatı bulduğum bu güzel camii için araştırmalarımı internet üzerinden yaptım. Günümüzde tarihi yapılar üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın olumlu çalışmalarından nasibini alan bu camiyle miraslarımıza sahip çıkma açısından beni çok mutlu etmiştir. Lafı çok fazla uzatmadan konuya geçiyorum. Beyler Beyi Camii, Boğaziçi`nin Anadolu yakasında, Beylerbeyi İskelesi yanında ve deniz kıyısındadır.
Beylerbeyi Cami ya da diğer bilinen adıyla Hamid-i Evvel Camii İstanbul`un Beylerbeyi semtinde bir camidir. İnşaatına 3 Nisan 1777 tarihinde başlanmış 15 Ağustos 1778 (1192) tarihinde de tamamlanmıştır.
Cami I. Abdülhamit tarafından annesi Rabia Sermi Sultan’ın anısına dönemin Baş Mimarı Mehmed Tahir Ağa’ya yaptırılmış, bina emini ise Şehremini Hafız el – Hac Mustafa efendidir.
Daha önceleri burada yükselen İstavroz Sarayı’nın 18 yy.ın ortalarında yıkılmasından sonra cami, I Ahmed’in İstavroz Sarayı’na taşıdığı Hırka-ı Şerif dairesinin bulunduğu yere inşa edilmiştir.
Cami Barok üslüpta olup taşıyıcı duvarları kesme taştan inşa edilmiştir. Merkezi tek kubbeli mihrab üstü yarım bir kubbe ile vurgulanmış sekizgen tabana oturan bir yapıdır. 55 pencereli ve iç mekânda kalem işleriyle süslü duvarlarda hem Osmanlı hem de Avrupa çinileri göze çarpar.
Yapı 1810 – 1811 yıllarında II.Mahmut’un isteği üzerine son cemaat yeri değiştirilmiş ve minaresi yıkılarak iki yeni minare eklenmiştir. Ayrıca, II. Mahmud muvakkithaneyi ve kıyı tarafındaki çeşmeyi de komplekse dâhil etmiştir.
Caminin 14.60×14.60m boyutlarına sahip ana mekânın tavan örtüsü bir tam ve beş yarım kubbe ile örtülü olup; kubbeli tavan örtüsü sıra dışı bir şekilde iki kasnağa oturtulmuş, üsteki kasnağın çevresini dolanan yirmi pencere ile kubbe aydınlığı sağlanmıştır. Sivri, yuvarlak, “S” ve “C” kıvrımlı dört farklı kemer örneğinin kullanıldığı cami; 1969 yılında ve 13 Mart 1983 yılında vuku bulan yangınlardan sonra iki kez kapsamlı bir şekilde restore edilmiştir.
Beylerbeyi Camisi 13 Mart 1983 tarihinde bitişiğinde bulunan İsmail Paşa yalısında çıkan yangında kubbesinin ahşap bölümü zarar görerek çökmüştür. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarfından hızlı bir şekilde restore edilerek 29 Mayıs 1983 tarihinde tekrar ibadete açılmıştır.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Yahudilik İnancı Hakkında Bir Derleme
Dinler arası diyaloğun konuşuldu dönemlerde yaptığım bir araştırmada Yahudilik ile ilgili bazı veriler buldum. Bunları sizler için derlediğim bu yazıda açıklayacağım. Bu yazımdan yanlış bir şey anlaşılmasın tamamen formatını genel kültür içerikli olarak hazırlamaya gayret ettiğimi söyleyerek sizleri yazımla baş başa bırakıyorum.
Diğer büyük dinler gibi Yahudilik birtakım inançlara dayanır, ancak Yahudi olmak için bu inançlara bağlı olmak gerekmez. Yahudilikte kişinin davranışları, inançları kadar önemlidir. Maimonides, Yahudilik inancını, yaygın olarak kabul edilen ‘imanın on üç ilkesi’ olarak açıklamıştır. On ikinci yüzyılda yaşamış olan ve Müslümanların İbn Maimun olarak tanıdığı ünlü Yahudi filozof Maimonides, Yahudiler arasında Rambam adıyla bilinir.
Maimonides ‘imanın on üç ilkesi’ni Yahudilik inancının asgari koşulları olarak görür:
Tanrı vardır
Tanrı tek ve eşsizdir
Tanrı’nın bedeni yoktur (insan biçiminde düşünülemez, hiçbir şekilde tasvir edilemez)
Tanrı ebedidir
Dua edilecek ve itaat edilecek tek merci Tanrı’dır
Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur
Musa’nın kehanetleri doğrudur ve Musa en büyük peygamberdir
Yazılı ve Sözlü Tevrat (Talmud içinde yer alan kanunlar ve diğer öğretiler) Tanrı tarafından Musa’ya verilmiştir.
Ondan başka Tevrat olmayacak
Tanrı insanların düşüncelerini ve eylemlerini bilir
Tanrı iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıracak
Mesih gelecek
Ölüler (Tanrı) istediği zaman uyanacak
Bu temel ilkeler zaman içinde tek tek tartışıldığı gibi, Yahudiliğin Liberal akımı içinde de pek çoğu tartışılmıştır.
Yahudilik diğer dinlerin aksine soyut evrensel kavramlara odaklı değildir. Yahudiler Tanrı, insan, evren, yaşam ve yaşam sonrası gibi konuları derinine düşünmüşlerse de, bunlarla ilgili yukarıda belirtilen genel kavramlar dışında hiç bir zorunlu, resmi, kesin fikir yoktur. Kişisel yorumlara açık olan bu konular eski zamanlarda olduğu gibi günümüzde de Yahudi din adamları arasında tartışılmaktadır.
Yahudilik ilişkilere odaklanır: Tanrı’yla insanlar arasındaki ilişkiler, Tanrı’yla Yahudiler arsındaki ilişkiler ve insanlar arası ilişkiler. Kutsal metinler evrenin yaratılışından başlayarak bu ilişkilerin gelişimini, Tanrı ile İbrahim (Abraham) arasındaki ilişkilerin başlangıcını, Tanrı ile Yahudi milletinin ilişkilerini ve devamını anlatır. Tevrat ayrıca bu ilişkilerin getirdiği ve değişik Yahudi akımlarının farklı olarak yorumladığı karşılıklı yükümlülükleri açıklar. Ortodokslar (dindarlar) bunların Tanrı’dan gelen kesin ve değişmez kanunlar olduğunu savunur; Konservatif’ler (tutucular) bunların Tanrı’dan gelmiş ancak zamanla değişip, gelişen kurallar olduğuna inanır; Reformist’ler ve Reconstructionist’ler ise bunları, uygulanıp uygulanmama kararı kişiye kalmış, ana hatlar olarak tanımlar.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Sosyolojik Yaklaşımsal Olarak Dinin Yeri
Dini bir söyleşiden sizler için hazırladığım bu yazıda soru cevap şeklinde gelişmiş veya gelişmekte olan toplumlardaki bireyler arasındaki diyalogun öneminden ve toplumlar arası etkileşiminin din bağlamında değerlendirilmesini inceleyeceğiz.
Sosyolojik bir perspektiften baktığımızda Ramazan’ın toplumsal işlevi nedir? Kimlik kurucu, toplumsalı inşa eden, toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren, toplumsal bağları güçlendiren… bir işlevden bahsedebilir miyiz?
Hac ibadeti, Cuma ve Bayram namazları gibi Ramazan’ın da evrensel anlamda hem kimlik kurucu, toplumsalı inşa eden, hem de toplumsal bağları güçlendirdiğinden söz edebiliriz. Ben şahsen çalışmalarımda Ramazan’ı her yıl iradelerimizi eğitmek ve ilişkilerimizi tanzim etmek için kayıt yaptırıp talebe olduğumuz bir aylık ilahî bir mektep, bir okul, yoğunlaştırılmış bir kurs gibi ele alırım. Bu mektebin oldukça yoğun bir programı, müfredatı olduğunu hepimiz biliyoruz. İmsakıyla, iftarıyla, teravihiyle, orucuyla, fitre ve zekatıyla, kadir gecesiyle ve nihayet bayramıyla programın her bir unsurunda sadece iç dünyamızı değil, toplumsal ilişkilerimizi de düzenleyen önemli faktörler vardır. Oruç tutmayanlar dahi karneleri zayıf da olsa bu mektebin öğrencileri olmaktan kendilerini çıkaramazlar.
Son yıllardaki Ramazan etkinliklerini şekilsel bulan ve Ramazan’ın içeriğinin boşaltıldığını ileri süren eleştiriler yapılıyor. Bu eleştirilere katılıyor musunuz?
Bu eleştirilere katılmıyorum ama bu eleştirilerin daha yüksek seviyede devam etmesini istiyorum. Katılmıyorum çünkü mübah dairesinin geniş tutulmasını, Ramazan’ın sevinci ve coşkusunun çocuklarımızı ve gençlerimizi kuşatmasını önemsiyorum. İbaha dairesinde gerçekleştirilen etkinliklerin çok tabii ve insanî olduğunu düşünüyorum. Ruhbaniyeti andıran dindarlığın İslâm’da olmadığını hatırlatmak isterim. Eleştirileri de önemsiyorum zira ibadetleri festivale dönüştürme ihtimallerini zihinde diri tutmak gerekir.
Ramazan ve medya ilişkisine bakacak olursak, dinin her türlü kamusal görünümünü büyük oranda geri plana itmeye çalışan bazı medya organlarının, Ramazan ayında farklı bir tavır sergilemelerini nasıl anlamak lazım?
Bu ister toplumun böylesi büyük değerlerini karşısına almaktan çekinmekten olsun, ister politik formattaki dindarlıkla apolitik halk dindarlığının arasındaki çizgiyi kalınlaştırma arzusundan, yani “Biz halk dindarlığını kabullenebiliyoruz ve saygı duyuyoruz” mesajı verme arzusundan olsun. İsterse saf reyting arzusundan olsun bunu Ramazan’ın rahmeti, hatta bir hadis hocası olarak şeytanların bağlanması ile izah ediyorum. Burada affedilemeyecek şey daha önce de ifade ettiğim gibi Ramazanın barış ve huzur atmosferinde gerilimlerin askıya alınmasına izin vermeyecek şekilde yayın yapmaktır. Ancak son iki yılda bunun aza indirgendiğini müşahade etmek bizi sevindirmektedir.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
İslamiyet’te Komşuluk Üzerine
Bir Hadis-i Şerifte, dört taraftan yüz haneye kadar bulanan evlerin komşu sayılacağı anlatılmıştır. Pekala iyilik babından bunlardan hangisi daha ileridir? Daha muhtaç olanı mı, Yoksa daha yakın olanı mı göz önünde tutulacaktır? Yoksa hepsi de aynı düzeyde mi tutulacaktır? Her şeyi aydınlatan Cihan Peygamberi bu hususa da ışık tutmuştur. Akla gelen bu soruyu cevaplandırmıştır: “Hazreti Aişe (r.a.)’dan Allah’ın Rasülüne dedim ki:
—“Ey Allah’ın Rasülü  iki komşum var; hediyemi bunlardan hangisine vereyim? Şöyle buyurdular:
—Hangisinin kapısı sana daha yakın ise ona ver.”
Demek ki, önce yakın komşuya ikram etmek gerekiyor sonra uzak komşuya. Zaten konu ile ilgili ayet-i kerime de bunu emrediyor. Çünkü ayette önce yakın komşu sonra uzak komşu anlatılmıştır. Dost ve arkadaşlar da böyledir. İnsanoğlunun yakın arkadaşları olduğu gibi, uzak arkadaşları da vardır. Çocukluk arkadaşları, sınıf arkadaşları, asker arkadaşları, yolculukta tanıştığı arkadaşları…
Meslektaşları da olabilir. Meslektaşları içinde yakın arkadaşı olduğu gibi uzak arkadaşı da olabilir. İşte arkadaşları da bu usul uygulanır. Önce yakın arkadaşlara sonra uzak arkadaşlara ikram edilir. Kişi önce yakın arkadaşının yardımına koşar. Sonra da uzak arkadaşının yardımına koşar.
Arkadaşlık, dar ve karanlık günlerde belli olur. Dara düştüğün zaman senden kaçan, yanma uğramayan arkadaşın arkadaşlığı, bil ki sahtedir. Bu gibi arkadaşlar sana emin ol ki, madde ve mide ile bağlıdır. Maddenin koptuğu yerde hemen kopuverir. Menfaatin kesildiği yerde hemen senden uzaklaşır. Çünkü o, seni Allah için sevmemiş, sana Allah için arkadaş olmamıştır. Eğer Allah için arkadaş olsaydı başın derde girdiği zaman imdadına koşardı. Elinden tutup seni sıkıntıdan kurtarırdı. Hasta olduğun zaman ziyaretine gelip hal-hatır sorardı.
Maddi imkânsızlıklar içinde kıvrandığın zaman sana yardım elini uzatırdı. Böyle yapmayan kişiler bil ki, gerçek arkadaş değildirler. Seni Allah için değil, paran için sevmiştirler. Sana manevî rabıta ile değil midesi ile bağlanmıştırlar. Bu tür arkadaşlara aldırma. Zira onlar Allah elçisinin tarif ettiği arkadaşlar değildir.
Bu tür komşularda Resulü Zişan efendimizin tanımladığı komşulardan değildir. Şurası da bir gerçektir ki, Allah katında en iyi dost arkadaşına karşı hayırlı olan dosttur Komşular içinde de en iyi komşu, komşusuna hayn dokunandır.
İmami Tirmizi Abdullah ibni Ömer (r.a.)’dan rivâyet ediyor;
— Allah’ın Resulü (sallellahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah katında arkadaşların en iyisi, arkadaşına karşı en iyi davranandır. Allah katında komşuların en hayırlısı, komşusuna karşı hayırlı olandır.”
Bu şu demektir: Komşusunu memnun eden Allah’ı memnun etmiş olur, Arkadaşının sevgisini kazanan, Allah’ın sevgisine mazhar olur. Komşusunu kızdıran Allah’ı kızdırmış, arkadaşı m kızdıran Allah’ı kızdırmış olur. Onun için buna da dikkat etmek lâzımdır. Arkadaşlığın ve komşuluğun ne demek olduğu nu iyi bilmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Kul, Allah hakkı ile huzuruna gittiği zaman belki Allah’ın affına mazhar olur. Fakat kul hakkı ile hele komşu ve arkadaş hakkı ile gittiği zaman katiyen bağışlanmaz! O arkadaş veya o komşusu ile helalleşmedikçe ilahi mağfirete mazhar olamaz. Ve vaat edilen cennete de giremez.
Nitekim yukarıda söz edilen hadis-i şeriflerin birinde bu keyfiyet apaçık anlatılmıştır. Onun için Alemlerin Rabbi olan Allah’ın huzuruma komşu hakkı ile gitmemek gerekir. Komşu’yu hoşnut etmek, inanmış bir kimsenin vaz geçilmez görevi olmalıdır. İlk Müslümanları bir düşünelim. Onlar, kem dinlerinden olmayan komşularını bile memnun etmeye çalışırlardı. Kaynattıkları çorbadan pişirdikleri yemekten. Onlara da bol bol ikram ederlerdi.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
İslamiyet’te Olması Gereken Baba-Oğul İlişkisi
Kendisine ait olmayan herhangi bir kadınlarla cinsi münasebet kurmanın zina olduğunu, zinanın ise Kur’an da kesinlikle yasak kılındığını ve zinanın pek çirkin bir şey olduğunu, birçok yuva ve ailelerin yıkılmasına, bir o, kadar da ocakların sönmesine vasiyle teşkil ettiğini hülâsa zinanın bütün zararlarını henüz yeni akılbalığ olan oğluna anlatması lâzımdır.
Bugün bu görevi yapan babalara pek ender rastlanmaktadır.  Halbuki babanın başlıca görevlerinden bir tanesi de budur. Birçok gencin zinaya itilmesinin, umumhanelere koşmasının, yabancı kadınlarla ilişki kurmasının sebebi budur.
Zavallılar bilmiyorlar. Hatta yabancı kadın veya kızla ilişki kurmanın dinde yasak olduğunu bilmeyen nice delikanlılara şahit olmuşuzdur. Öyleyse delikanlı camiye gitmezse, okulda ve evde de babasından bu gibi şeylerin İslam’da yasak olduğunu öğrenmezse, nereden öğrenecek?
Çocuklarımızı maalesef kendi ellerimizle bozuyoruz. Ahlaklarının bozulmasına biz sebep oluyoruz. Hep onların maddî hayat ve istikballeri ile ilgileniyoruz. Manevi hayatları ile ilgilenmek bizim için adeta büyük bir külfet haline gelmiştir.
Böyle yapmakla acaba sorumluluktan kurtulacağımızı mı sanıyoruz. Nerde? Allah teâla ve tekkaddes hazretleri bütün bunları bizden soracaktır. O büyük günün büyük hesabını göz önünde tutarak her baba oğluna bu hususta gerekli bilgileri vermelidir. Onu her bakımdan aydınlatmalıdır.
Tabii yukarıda da arz ettiğimiz gibi bu hususları erkek çocuğa anne söyleyemez. Fakat baba söyleyebilir. İzah edip öğretebilir. Bir baba evladına vakti gelince bunları öğretmezse, görevini ihmal etmiş olur. Allah katında sorumlu duruma düşer. Allah katında bunun hesabını verir
Ey babalar şimdi görev sırası sizde işte! Oğullarınızla sıcak ve samimi ilişkiler kurun. Onlara dinini öğretin, Dinde cahil olmasınlar. Din cahilliği başka cahilliğe katiyen benzemez. Dikkat edin. Yavrularınızın ahiret istikbalini kendi ellerinizle yıkmayın! Mesül olursunuz.
Şunu da tekrar edelim ki, bugün milletimiz ne çekiyorsa bu yüzden çekiyor. Çocuklarımız bunalımlara, babalarını o kritik devrelerde yanlarında bulamadıkları, ellerinden tutup kurtarmadıkları için sürükleniyorlar.
Onun için bunalım çağlarında, yavrularımızın ellerinden tutalım; kötü yollara sapmalarını önleyelim. Onları kötü arkadaşlarına karşı uyaralım. Kötü kadınların şerrinden koruyalım. Şeytan ve nefsin tuzağına düşmemesi için azam!  Gayret gösterelim.
Doğru olanı öğretelim ki, eğriden kaçsınlar. Yanlış yolu gösterelim ki, doğru yolu bulsunlar. Haramları da bildirelim ki, Helâlleri sevsinler. Kumarın, zinanın, içkinin ve benzeri menhiyatın kötülüklerini, zararlarını sık sık tekrarlayalım ki, onlardan nefret duysunlar. Aldanıp da o menhiyatı irtikâp etmesinler.
Evet eğer baba-oğul ilişkilerinin düzelmesini, kuvvetlenmesini, sarsılmaz ve kopmaz bağlarla takviye edilmesini istiyorsak ki elbette istiyoruz- çocuklarımızı, ihmal etmeyelim. Onları Allah’a, Rasülüllah’a, Kur’ana bağlamak ve bütün mukaddesata gönül verdirmek, bizim en büyük görevimiz olmalıdır.
Şunu da hatırdan çıkarmayalım ki: ne ekersek onu biçeriz. Allah yardımcımız olsun.  Amin.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Belirli Bir Yaşa Kadar Çocukların İaşe Ve İbatesi
Belirli bir yaşa kadar çocukların iaşe ve ibatesi yani yedirilip giydirilmesi, sıhhî evlerde barındırılması, evladın baba üzerindeki haklardandır.
Cenab-ı Hak, çocuklara bakma, yiyecek, içecek giyecek ve barınacak gibi hayatî ihtiyaçları temin etmek görevini babaların uhdesine tevdi etmiştir. Evlatların yiyecek, içecek, giyecek ve – barınma masraflarım görmekle anne değil, baba yükümlüdür. Bir baba, maddi imkânlarına^ göre bu masrafları ve harcamaları yapar. Malî imkânları yerinde olan baba, israfa kaçmadan, haddi aşmadan güzel harcamalar yapıp çocuklarını memnun eder. Bunun aksine maddi durumu yerinde olmayan fakirler de harcamaları, kendi dar imkânlarına göre yaparlar.
Allah hiç bir zaman kişiyi, kendisinin verdiğinden fazlasını vermekle mükellef kılmaz. Allah onu, ne kadar verdi ise o nisbet te harcamakla yükümlü kılar. Nitekim mezkûr ayette, bu hususlar son derece açık ve seçik olarak beyan edilmiştir. işte babalar, bu ayeti kerimenin ışığı altında kendilerini ayarlarlar. Mezkûr ayetin gereğini tam manasiyla  yerine getirmeye çalışırlar.
Maddi durumları yerinde olan babaları israfa kaçmadan bolca harcarlar. Cimrilik gösterip çoluk çocuklarına sıkıntı ve darlık çektirmezler. Nice paraperest zengin babalar vardır ki,  cebleri  ve kasaları para ile dolu olduğu halde, cimrilikleri yüzünden evladlanna kıyamazlar. Onları sıkıntı içinde kıvrandınrlar. Sefil bir hayat yaşamalarına sebep olurlar. Yavrularını toplum içerisinde pejmürde bir kılık ve kıyafet içinde gezdirirler…
Emsalleri yanında onları küçük düşürüp manen ezdirirler.  Şeref ve itibarlarını sarsarlar. Zavallı çocukların toplumda yerleri olmaz. işte İslâm buna karşıdır.
Kişinin cebindeki parasına karışmaz. Onu zor kullanıp almaz amma, o parayı çoluk çocuğuna imkânı nisbetinde harcamasını emreder. Harcamadığı zamanda buna zorlar. İslam hukukunda bu babta, akıllan hayrette bırakacak, gözleri kamaştıracak kurallar vardır. Bu kısa eserde o kuralların tümünü serd etmeye imkân yoktur. Şunu demek istiyoruz:
Her baba, kendi maddi durumuna göre evlatlarının refah ve saadeti için harcıyacak tır. Bu evlatların baba üzerindeki haklandır. Babalar bu haklan mutlaka ödemelidirler. Bu yükün altından behemhal kalkmalıdırlar.
Bu hakları ödemedikleri ya da ödemekte ihmalkâr davrandıkları takdirde, çocuklar dünyada olduğu gibi ahret te de onlardan davacı olurlar. Babalar da bunun hesabını vermek zorunda kalırlar. Evde bu harcamaları yaparlarken de, kız-erkek ayırımı yapmazlar. Evlatlar arasındaki eşitliğe son derece dikkat ederler.
Bir babanın evladları arasında adaleti gözeltme den haksızlık ederek, aralarında kin ve husumet tohumlarını ekememesi gerekir. İnsanlar yabancılara karşı adaletle emredilirken, kendi öz evlatlarına karşı haksızlık yapabilirler mi hiç? Aralarmda adaletsiz hareket edebilirler mi hiç? Şimdi Buharî’de yer alan bir emr-i peygamberi’yi beraber okuyalım.
Allah’ın Rasulü sallelahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Bahşiş (ve hediyede) çocuklarınızın arasını eşit tutun.” Görüldüğü gibi bu bir peygamber emridir.. Biz, müslüman olarak, peygamber’in bir ümmeti olarak bu emre uymak ve ona göre hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Peygamberimizin bu yüce emrini dinlemeyip de, daha ölmeden evlatlarını birbirine tercih etmek suretiyle yerlerini birinin üzerine tapu yapıp da malı diğerinden kaçıran, asıl varisleri bırakıp malı başka tarafa aşıran babaların bilmem ki yatacak yerleri var mıdır?
Böyle yapanlar apaçık Allah’a asi gelmektedirler. İlahî emirleri bir yana itmektedirler. Rasûlüllah efendimizi dinlememektedirler. Yukarıdaki hadisle de belirttiğimiz gibi, Allah Rasûlün’ün bu babta kesin emri vardır. Şimdi hangi müslüman bu emre muhalefet edebilir. Kim, bu emri dinlemiyorum, diyebilir?
Rasûlüllah efendimizin emrine muhalefet ederlerse, Kur’an-ı Kerim’den elim bir azab ile tehdid edilmişlerdir. Şimdi gelin bu ayeti hep birlikte okuyalım:”Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini (dünyada) bir fitne (ve belâ) çarpmasından, yahut (ahirette) onlara acildi bir azab (gelip) çatmasından çekinsin(ler).”
Peygamber’in emrini dinlemeyenler, ona sırt çevirenler yahut onun emrini benimsemeyenler ve önemseyenler ayette de görüldüğü gibi büyük bir azapla tehdid edilmişlerdir. Evet o emri dinlemeyenler ya dünyada büyük bir fitneye uğrarlar yahut da ahirette azabı elim onları bekler. Ahirete göçtüklerinde o azaba çarptırılırlar. Bundan büyük bir ihtar olur mu? Bundan daha etkili bir uyarıya rastlamak mümkün müdür? Onun için çok dikkatli olmalı, Rasûlüllah’ın emrini kayıtsız şartsız dinlemeli. Bilhassa babaların buna çok önem vermesi gerekmektedir. Çünkü emir onlaradır. Kendilerinden, evlatları arasında eşitliği sağlamaları istenmektedir. Hatta bu, kendilerine emredilmektedir. Evlatları arasında, katiyen adaletsizliğe sapmadan, zulüm yoluna girmeden mutlaka ve behamhal eşitliği sağlamalıdırlar. Haksızlık yapmamalıdırlar.
Birini,  diğerine tercih etmemelidirler. Zira çocuklar kendi şüphelerin den geçmedir.
Babanın isim vermesi,  İsimler ve İslam,  güzel isimler vermek, iaşe ve ibatesi, Mezkür ayeti, çocuklara bahşiş,  Hediye verme, evlatlar arası eşitlik, babaların cimriliği.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Text
Ana Baba’ya İkram Etmek, Onlara Yedirip İçirmek Ve Hizmetlerinde Bulunmak
Ana Baba’ya İkram Etmek, Onlara Yedirip İçirmek Ve Hizmetlerinde Bulunmak
Onlara ikram edip yedirmek, içirmek, maddi ve manevi hizmetlerinde bulunmak hususunda bu iki varlık, herkesten ileri gelir. Nitekim Bakara süresinin bir ayetinde şöyle buyurulmuştur:
Onlar, herhangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar, deki Mal’dan vereceğiniz şeyi (evveliyetle) ana’nın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yol oğlunun (misafirin Hakkı)dır.
Her ne hayr işlerseniz, şübhesiz Allah onu çok iyi bilen (mükâfatını veren) dir. Bu ayeti kerime önce kime iyilik yapacağımızı bize ne,güzel izâh etmiştir! Yetimlerden yoksullardan ve diğer akrabaların hepsinden önce anne-babamızı düşünmemizi, yapılacak iyiliği önce o yapmamızı, diğerlerini ancak onlardan sonra düşünmemizi tavsiye buyurmuşlardır. Saygı, sevgi hususunda da durum aynıdır. Saygıya, sevgiye herkesten önce layık olan onlardır. Bu hususu aydınlatan diğer bir ayet : “Allah’a ibadet edin. Ona hiç bir şeyi eş tutmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinizin malik olduğu kimselere, (memluklerinize) iyilik edin.
Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseleri sevmez.Bu ayeti kerimede Allah, önce kendisine hakkıyla kulluk ettikten, kendisine hiçbir şeyi hiç bir surette ortak koşmadıktan sonra, ilk görevlerimizin anne ve babaya itaat etmemiz olduğunu bildirmiştir. Hatta bunu emretmiştir. Demek oluyor ki iyilik ve ikram, itaat ve hürmet babında, herkesten önce onlar gelmektedir. Şu halde herşeyden önce, herkesten önce onları düşünmemiz gerekmektedir. Zira maddî ve manevi iyiliklerimize en layık olan onlardır.
Akraba, yetimler, yoksullar, yakın ve uzak komşular, yakın ve uzak dost ve arkadaşlar ancak onlardan sonra gelir. Evde çoluk çocuk, anne ve baba fakr-ü zaruret içinde kıvranırken dışarıya sadaka vermek, bağışta bulunmak caiz değildir. Yapılan bağışlar kabul de edilmez. Birçok mû’minler ne yazık ki bundan gafildirler. Şuursuzca hareket etmektedirler.
Allah Akıl, fikir versin, ne diyelim. Kimi insanlar vardır ki, barlarda, pavyonlarda, düğün salonlarında meyhanelerde, sinema ve tiyatrolarda arkadaşlarına, binlerce lira harcayarak onlara yemek yedirirler, içki ısmarlarlar da evlerindeki yaşlı ana-babaları nı çoluk çocuklarını, komşu ve akrabalarını katiyen düşünmezler. Bu, çok yürekler acısı bir manzaradır. Bu tür davranışlar önce aile yuvasını mahveder, sonra ana ile babayı da üzüntü ve kederden çökertir. Hatta sekte-i kalpten öldürür.
Böyle nahoş durumlara dayanamayıp ölen nice insanları biliriz biz. Hain ve serkeş evlatlar nice ana-babayı mahvetmiştir! Nice masum ve masun aile yuvalarının yıkmasına sebep olmuşlardır. Nice çocukların anasız ve babasız kalmasına yol açmışlardır. Nice serveti bir çırpıda eritmişlerdir!.. Evet, evde çoluk çocuk dururken, ana-baba varken, hiç şahsiyetleri ne olursa olsun içki masalarında güzelim bir ömür heder edilir mi? Çoluk çocuğun rızkını heba etmek akıl kârı mıdır? Bu, her şeyden önce Allah’a karşı gelmektir, emirlerini hiçe saymaktır.
Allah’ın emirlerini hiçe saymak çok büyük bir suçtur. Büyük suçun cezası da büyük ve ağır olur. İşte böyle yapanları ahirette elim bir azab beklemektedir. Belki cezaları ahirete de kalmiyacak, dünyada yaşlandıkları zaman ettiklerini bulacaklar, sürüm sürüm sürüneceklerdir. Nefislerine mahkum olan şeytana kendini kaptıran bedbahtlar şunu iyi bilsinler ki, bu hayat böyle sürmez. Bir gün kendileri de elden ayaktan kesilirler. Elleri ayaklan tutmaz, çalışamaz hale gelirler, fakr-ü zarurete düşerler, bir kuruş paraya muhtaç olurlar, başkalarına el açacak duruma düşerler. Zamanında düşünmediklerinin ellerine kalırlar, merhametlerine düşerler. Bir lokma verecekler mi acaba diye durmadan onların ellerine ve avuçlarına bakarlar. Bakarlar amma hiç te iç açıcı, gönül ferahlatıcı bir davranışla karşılaşmazlar. Yaptıklarını bulurlar.
Evlad lan yüzüne karşı: «haydi ulan moruk!» diye bağırır.
Gelin ise : Şu annen ile babandan bıktım, usandım, gebermeleri de olmadı? diye bağırır.. Adeta çığlık atar. Neden mi?
İzah edelim . Çünkü vaktiyle kendisi de annesine ve babasına öyle davranmıştı.. Hanımı, çocukları ve yabancı arkadaşları annesini ve babasını kızdırmıştı. Emirlerini, nasihat ve öğütlerini dinlememişti. Oğlum, yavrum paralan dışarılar da  harcama, biraz iktisat et, derlerken o hiç tınmamıştı. Verilen öğütleri kulak dışı etmişti.. Evinde anası-babası, eşi ve çocukları dururken, dışarıda ne idüğü belli olmayan bir sürü serseri arkadaşlarına kesenin ağzını açmış, bol bol paralar harcamıştı.
Zamanında kendisi babasına : Moruk!  diye hakaret ederken, hanımı da annesine : «haydi oradan pasaklı kadın!» diye bağırmıştı. Annesi ve babasına devamlı hakaretler yağdırıp onlara adeta kötü günler yaşatmış, dünyalarını, hayatlarını zehr etmişti. Onlara saygı, sevgi, ikram ve iltifat şöyle dursun, devamlı olarak sataşmış dil ile hakaret etmiş ve ellerinin tersi ile zavallıları itmişti. Böylece onların dualarını değil, beddualarını, Onların kalblerini değil, kin ve öfkelerini kazanmıştı.
Azmıştı.  Azıtmıştı.  Sapmıştı. Saptırmıştı. İşte  şimdi de ektiklerini biçiyor, yaptıklarını görüyor.. Çünkü bu dünya, etme, bulma! dünyasıdır. “Döversen, döverler, söversen söverler”  dünyasıdır. dan onların ellerine ve avuçlarına bakarlar. Bakarlar amma hiç te iç açıcı, gönül ferahlatıcı bir davranışla karşılaşmazlar. Yaptıklarını bulurlar.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Text
Ana Ve Baba’nın Duası
Ana Ve Baba’nın Duası
Kabul olunan dualardan birisi de, Anne ve babanın evlada yaptığı duadır.
Evladlann bu müstecab duaya mazhar olmaları için, son derece dikkatli, temkinli ve tedbirli olmaları gerekir. Anne ve babayı üzmemek, onları hoşnut etmek için çaba sarfetmeleri gerekir.
Anne ve babalar genellikle kendilerine itaat edildiği baş kaldırılıp isyan edilmediği zamanlar çok mutlu ve huzurlu olurlar. İşte dualarinı almak için, onların o mutlu ve huzurlu zamanlarını yakalamak lâzımdır. Çünkü o zamanlarda yaptıkları dualar, müs-teçab dualardır.
Müslüman anne ve babalar, oğullarının dindar olmasını, dini icablan yerine getirmelerini gönülden arzu ederler. Hele bir de camiye gidip cemaatle namaz kılarlarsa anne ve babanm sevinci bir ö ‘kadar daha artar.
Evde temizliğe riayet eden, derli-toplu olan, İslâmî tesettüre riayet eden mestüre bir hâlde nuranî bir yüzle namaz kılan bir kızını, ve gelinini gören an-.’ neyi düşünebiliyor musunuz, O, ne kadar niütlu olur!.. Ne kadar sevinçli ve neşeli olur! Sevincinden adeta uçacakmış gibi ölür. Evet baba, oğlunun dindarlığından, camiye gidip cemaate karışarak huzur içinde namaz kılmasından memnun olurken; anne de kızının ve gelinin mütia, mestûre ve ibadete düşkün olmasından memnun olur.
îşte az önce arz ettiğim gibi, yavrularının bu halv lerini gönül huzuru ile içleri neşe dolu bir halde seyr ve temaşa eden ebeveyinin o anda yapacakları duanın müsteçap olmasına hiç bir engel yoktur.. Kabul olmaması için hiç bir sebeb yoktur. Mutlaka kabul olur. Yeter ki evladlar anne ve babalarını mutlu edebilsinler. Yeter ki evladlar anne ve babanın mutluluk anlarını yakalayabilsinler. Onların teveccühlerine mazhar olabilsinler. Onların himmet ve şefkatlerini elde edebilsinler. Bu durumda yapacakları dua mutlaka ve behemhâl kabul edilir.
Yine yukarki sahifelerimizde arz etmiştik: anne ve baba’ya yapılma itaat ve iyilikler kişinin ömrünün artmasına ve rızkının çoğalıp bol olmasma sebeb olur, demiştik. Ve bu babta da bir hadis serd etmiştik. Onlara sadece bir iyilik yapmakla, ömür uzar, nzık bollanıp çoğalırsa, ya bir de dualarına mazhar
olmanın semeresi ve faidesi ne olur, bir düşünün!.. Bir babanın oğluna içtenlikle “Oğlum, Allah senden razı oisun!” demesi, bîr annenin de kızma ve gelinine:
“Kızım Allah senden razı olsun!” demesi ne kadar büyük bir duadır, bilirmisiniz!
Bundan daha büyük bir dua olur mu hiç?
Bu nederf çok büyük bir dua olmasm ki, Allah’ın rızası ana ve babanın rızasına bağlıdır. Onlar bu duayı yaptıkları anda, evlatlarından razı olduklarını belirtmek istiyorlar.Evet onlar evlatlarından razı olmuşlar ki M duayı yapıyorlar. Yani şühÜ demek istiyorlar : «Siz bize
itaat etmekle, bizleri son derece şuur ve feraha boğdunuz, gönlümüzü alıp razı ettiniz! Allah da sizleri sizden razı olarak sevindirsin.”
Allah’ın bu hususta razı olması ise, mükâfatların en büyüğüdür!  Şu halde bütün mesele anne ve baba’ya bu duayı yaptırabilmekte!. Bütün mesele onların hoşnutluğunu alabilmekte.Onlar bir hoşnut oldular mı, artık ağızlarından inci tanesi gibi pırıl  dualar dökülecektir. Zakkum ağacını andıran beddualar  değil!.
Çocuklarının hem dünyada hem ahiretle  mutlu olmaları için Allah’a yalvaracaklardır. Allah hiç şüphe yok ki onların bu duasını kabul  edecektir. Çünki halisane yapılan duaları kabul edeceğine dair, Ce-nab-ı Hakkın mü’min kuklalarına kesin vâ’adi vardır. Kur’an-ı Kerimin bir ayetinde şöyle buyurmuştur;
“Rabbiniz buyurdu : Bana dua edin size icabet edip duanızı kabul edeyim.”
Görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak bu ayeti kerimede bizlere halisâne yapılacak olan duaları kabul edeceğine dair kesin bir va’ada bulunmuştur.
Allah hiç bir zaman vadinden hulf etmez yani kullarına verdiği sözden caymaz. Nitekim bizlere ,va’dinden asla hulf etmiyeceğini de bir ayete şöyle açıklamıştır :
“Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen (vukuunda) hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın. Şüphesiz Allah verdiği sözden caymaz.”
Mademki Allah, verdiği sözden çaymıyacaktır, bize bunu bu ayette kesin olarak bildirmiştir, öyleyse halisane yapılan duaları da kabul büyüracak tır.
Çünkü bu hususta da kullarına karşı kesin sözü vardır.
Şu halde anne ve babanın evladlarına  yapacakları duaları, Allah yukardaki ayette görüldüğü gibi kabul buyuracaktır. Yeter ki yaptıkları dua halisâne ve içten olsun. Yeterki yaptıklan duanın kabul edileceğine dair kesin bir ümitleri bulunsun.
Peygamber efendimiz de anne ve babanın duasını, kabul edilen dualar meyanında saymışlardır!” Hatta bu hususta şöyle buyurmuşlar dır :
Üç müstecab dua vardır ki kabul edilmelerine asla şüphe yoktur :
1)        Mazlumun (haksızlığa uğrayan kimsenin) duası (ahi),
2)        Misafirin Duası.
3)        Baha’nın evlada yaptığı dua.”
Bu hadiste görüldüğü gibi, Allah’ın Rasülü sal-lellahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri, babanın evlada yapdığı duayı da makbul dualar meyanında zikretmiştir.
Peki annenin duası?
Babanın evlada karşı yapmış olduğu dua kabul edildikten sonra anneninki haydi haydi kabul edilir.
Çünkü annenin emeği baba’ya nisbetle daha çoktur.  Yukarki sahifelerde de arz etmiştik; annenin zahmeti babaninkinden daha fazladır.  Sonra annenin yüreği babaninkinden daha yumuşaktır. Annede acıma hissi babadan çoktur. Onun için yaptığı dua muhakkak içten ve yürekten olur,  ve bu suretle de anında kabul edilir. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Bize düşen görev, her zaman söylediğimiz gibi onları memnun edip dualarına mazhar olmaktır. Onları incitecek, kalblerini kıracak hareketlerden kaçınmaktır. Onlara karşı güzel muamelede bulunup gönüllerini her zaman ve her vesiyle ile hoş tutmaktır.
Hadiste mazlumun ahi da geçmiştir. Konumuz bu olmamakla beraber bu babta bir iki söz söyliyelim :
Mazlum demek,  zulma uğrayan kimse demektir.  Zalimlerin zulmu varsa, mazlumun da “Ahi” vardır, diyen atalarımız bu sözü boşuna söylememişlerdir.
Zalimleri Allah sevmez. Zulüm sevilmez;  zalim katiyen alkışlanmaz. Çünki kendisine tutulan alkışlar, cesaretini artınr ve yaptığı zulmu çoğaltır. Onu alkışlamamak, zulmundan alıkoymak. Mazlumu elinde kurtarmak.
Çünkü mazlumun ahi ile Allah arasında hiç bir perde yoktur. Böyle buyuruyor, Rasûlüllah efendimiz. Bir ah bastımı hemen kabul edilir. Onun için zalimler, hiç bir devirde paydar olmamışlardır. Hiç bir devirde dünyada mesut olamamışlardır. Tarih bunun örnekler i ile doludur.
Evet.. Anne ve babaya itaat edip onlann dualarını almak lâzımdır; beddualarını değil. Çünkü beddualarını alan bedbahtların iki yakası bir araya gelmez.
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Text
İslam’da Baba Hakki
İslam’da Baba Hakki
Âyeti  kerîmelerin  bir çoğunda bu mevzu (Ana-baba) olarak geçmektedir.
«Ana-baba» yığ  birlikte mutaalaa  ederek, yukarki  sahifelerimizde her ikisinden de uzun uzun bahs  ettik. Sonra anne hakkını müstakil olarak ele aldık ve işledik. Şimdi ise baba bahsini de müstakil olarak ele alıp işlemek istiyoruz..
İslamiyet baba’ya, dâ  çok önem vermiştir. Şurası bir gerçektir ki  baba    aile reisidir. Evdeki lerin  tümünden O mes’uldu  . Mes’ul (sorumlu) olan şahsın gayet tabiidir ki din nazarında çok büyük değeri olmalıdır. İslamiyet ona ağır yükler yüklerken, bir yandan da onun pek değerli olduğunu, hanım  ve cocuklari tarafından saygı görmesi gerektiğini, eli öpülüp, sözünün dinlenmesi  icab ettiğini beyan etmiştir.
Neden mi?  İzah edelim:
Çünkü çoluk çocuğun nafakasını temin etmek için gecesini gündüzüne katan, akşama kadar, tarlada, yahut fabrikada, ya da başka bir şirkette, yahüt  devlet diresinde  çalışan, binbir maşakkatle didinen ve evine yorgun argın dönen babadır. Eşinin, kızının, oğlunun maddî ve ma’nevî  bütün sorumluluklarını üstüne alan yine odur. O’dur aile şerefi, haysiyeti ve namusunu koruyan! O’dur hanımına, kızına ve oğluna toz kondurmayan!..
O’dur hainlerin hiyanetin den,  canilerin cinayetinden, kötü bakışli insanların kem gözlerinden, serkeş ve hayasızların terbiyesiz sözlerinden koruyan! ‘ O’dur hanımının ismetinden, kızının iffetinden mes’ul olan! O’dur oğlunun ahlâkın dan, kızının karakterinden mes’ul olan! Onların her türlü ihtiyaçlarından, belirli bir zamana kadar sorumlu olan!
O’dur : “Onların (annelerin) maruf vechiyle yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olan (babaya) aittir”   Ayetine muhatab olan . Mademki onun böyle büyük bir sorumluluğu vardır.  Mademki ailenin bütün yükü onun sırtındadır.  öyleyse gerek aile nazarında, gerek toplumda ve gerekse milletin her ferdi nazarında onun büyük bir değeri olması gerekir.
Şurası da muhakkaktır ki, büyük sorumluluklar taşıyanlar, büyük değerlere sahip olurlar. Sorumlu bulunduğu şahıslar üzerindeki Hakkı da tabii o nisbetle büyük olur. İşte bu itibarla babaların hakkı hem büyüktür hem ele ödenemiyecek kadar ağırdır.
Bu hak tam manasıyla ödenmez amma, gayret etmek hiç olmazsa manevi mesuliyetten kurtulmak için bir evladın yapacağı hususlar şunlardır; Ona itaat etmek.  Sözünü dinlemek. Dünya malı ve maddi çıkarları için baba hakkını çiğnememek.  Baba’ya baş kaldırmamak.  Hele eşi için onu katiyen incitmemek.
Ashab-ı güzinden Ebuderda (r.a.),ya bir adam gelip şöyle der :
— Ben evlenmek istemiyordum.. Babam ısrar etti ve beni evlendirdi.  Şimdi de eşimi boşamamı istiyor, ne dersiniz?  Büyük Sahabi’nin cevabı :
Ne baban’a asi olmanı, ne de eşini boşamanı tavsiye etmem. Ama dilersen Peygamber aleyhisse-lam’dan işittiğimi sana nakl edeyim.
Onun şöyle buyurduğunu duydum |
“Baba, cennet kapılarının orta (kapısı) dır. Sen ister bu kapıyı muhafaza et, istersen bırak!”
Cennetin orta kapısı bırakılır mı hiç?  “Babalarınıza iyilik yapın ki evlatlarınız da size iyilik yapsınlar.”
Bu hadiste görüldüğü gibi, babalara, evlatları tarafından azami derece saygı gösterilmesi ve onlara ne pahasına olursa olsun (Küfrü, şirki ve masiyeti em- retmedikleri müddetçe) iyilik edilmesi emredilmişti. Bu bir peygamber emridir ki mutlaka yerine getirilmesi gerekir. Şimdi burada önemli bir noktaya belirtmek ve üzerinde durmak yerinde olur.
Bir baba nâhak yere oğluna:”Haydi evladım, eşini boşa!” derse, baba dinlenmez; Kan boşanmaz, Böyle bir teklif karşısında evlad ne yapmalıdır. Onu da izah edelim : Böyle bir teklif karşısında, hem babayı hem de bir çok şekilde rivayetleri vardır. Bütün bu rivayetleri kısa yazılmasına dikkat ettiğimiz bu kitab da serd etmemiz mümkün değildir.
Bütün bu hadisler bize baba hakkının büyüklüğünü ifade ederler.   Evet, babalar, mal-mülk, para-mevki için katiyen feda edilmezler!
Konunun başında da arz ettiğimiz gibi, baba kıymeti bilmiyen, baba hakknın büyüklüğünü idraktan. Aciz olan çok kimseler vardır ki, basit ve geçici dünya menfaati için babalarını kırarlar, gücendirirler. Babalarına kafa tutarlar;  baş kaldırırlar. Çalışmazlar, babalarının ellerine bakarlar. Erginlik çağına geldikleri halde serserice dolaşırlar, gezerler; eğlenirler, Hep babalarının kesesinden.. Evet, hep babalarının cebinden.. Utanma, ar, hicab, haya denilen bir şey kalmamış artık..
İşte bu tip kimseler babalarının duasını değil; bedduasını, alırlar. Şu noktayı bilhassa belirtmek isterim insan baba beddüası almamalı. – Bu konuda ileride geniş bilgiler verilecektir Çünkü babanın bedduası tutar. Ben şahsen  bunu bir çok vesilelerle müşahede ettim.
Baba bedduası neden tuttuğunu, inşallah ilerideki konuların birinde izah edeceğiz. Gerekli Tafsilat orada verilecektir
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Çocukların; Dini, Millî Manevî Ve Ahlaki Bilgiler Veren Neşriyatı Okumaya Teşvik Etmek
Çocuklar doğduğu günden itibaren, henüz konuşmağa başladıkları zaman, onlara faideli aşılar yapmak, bir insanın başta gelen görevlerindendir.
Müslüman bir anne ve baba’nın çocuklarına ilk öğretecekleri şey: “Allahtır. Yani Allah demesini öğreteceklerdir. Ondan sonra kelime-i şehadet öğretirler.
Daha sonra tedrici surette İslâm’ın icablarını, dini bilgileri öğretirler.
— Bu bahis ileride gelecektir.
Okur yazar bir yaşa geldikleri zaman, dinî, manevî ve ahlaki neşriyat yapan kitap, gazete ve mecmuaları okuturlar. Evlerinde böyle  kitab’lar,  gazeteler ve mecmualar bulundurur lar. Okumaya meraklı olan çocuklar, foto-roman yerine bunları okurlar. Bilgi edinirler… Böylece Allah korkusu kalblerine yerleşir.
Peygamber muhabbeti ve Kur’an sevgisi ile kalbleri ve gönülleri dolup taşar. ah laki değerleri idrak etmeye başlar.. Hergün bu değerlerden edinir. Boy attıkça, ahlakın yükselmeğe, vücutça geliştikçe ruhan tekâmül etmeğe, zihnen olgunlaştıkça iman bakımmdan adeta şahikalara çıkmağa başlar.
Burada önemli bir noktaya işaret etmek isterim: Manevî değerleri, ahlaki ve  mukaddesatı öğretmek için çocuğun mümeyyiz hale gelmesi beklenmezi Ona» daha doğduğu günden itibaren bu mukaddes mefhumlar aşılanır.
Düşündünüz mü hiç?
Neden çocuk doğduktan yedi gün sonra kulağına ezan okunuyor? Mutlaka bunu bir sebebi olmalıdır..
Çünkü ezanın anlamı pek büyüktür! Yavrunun ilk defa körpe dimağına yerleştirilmek üzere, kulağına Allah’tan başka hiç bir ilahın bulunmadığı, Muhammed aleyhisselam’ın  da onun kulu ve elçisi olduğu, daha çocuk yedi günlük iken okunup aşılanır.
Neden mi? Çünkü her doğan çocuk, Rasûlüllah’ın da buyurduğu gibi, İslâm fıtratı üzerinde doğar. Mademki İslâm fıtratı üzerinde doğmuştur, öyle ise daha gözünü açar açmaz bu dinin ana prensibi olan ve Allah’ın varlığını, birliğini,  de onun hem kulu hem Resülü olduğunu bildiren şehadet kelimesi kulağına okunup aşılanmalıdır. İşte çocuk daha yedi günlük iken kulağına bu sebeble ezan okuyoruz.
İşte bunun için diyoruz ki: Bu mukaddes kavranılan Öğrenmek için, yavrunun mümeyyiz hale gelmesi beklenmez. Beklenmemelidir de. Sonra şunu da iyi bilmeliyiz ki, İslam’da çocuk terbiyesi bambaşkadır!
Çocuk psikolojisine çok önem verilmiştir. Eğer toplumumuzda bulunan insanlar, yavrularım İslam’ın terbiye sistemleri doğrultusunda yetişirseler, cemiyette fena ruhlu kimse kalmaz!.. Amma ne gezer? Çocuk gınadan doğar doğmaz, bırakırlar onu Televizyonun karşısına.: Yavru da o küçük gözleri ile seyreder oradaki dansları, cazları.  Davulları ve zurnaları.  Açık saçık resimleri.
Çocuğun önüne sererler müstehsen gazete ve mecmuaları. Yavrunun gözü açılır açılmaz seyreder onları. Söyleyin bakalım, böyle bir evde, böyle bir ortamda büyüyen çocuk ne olur?
Bu ortamda gelişen çocuğun ruh yapısı ne olur? Böyle bir zeminde yetişen yavrunun beden ve ruh sağlığından nasıl söz edebilirsiniz? Bunlara hiç dikkat edilmez, kimse bu asıl meselelerle ilgilenmez. Sonra da tabii şikayetler başlar. Yakınmalar birbirini kovalar:
Bugünkü gençlik çok fena!  Gençlik asidir. Söz dinlemez çocuklar!  öğretmenini döven hatta öldüren öğrenciler!. Mukaddimeyi hazırlayan sensin.. Hem iki elinle hazırladın. Şimdi netice’ye isyan eden yine sensin.. Mukaddimeyi hazırladın da şimdi neticeye neden isyan ediyorsun? ?
Mantık kaidesidir. Mukaddimeler doğru olursa neticeler de doğru olur. Şayet mukaddimeler yanlış kurulmuş ise netice de yanlış çıkar Matematikte de durum aynî değil midir?Şu halde bir anne ve baba olarak mukaddimleri doğru kurmalıdırlar ki, varacakları netice doğru Olsun…
Çocukların terbiyesi hususunda de.  Son derece  dikkatli ve uyanık olmalıdırlar. Erkek-kız ayırt etmeksizin, henüz dünyaya gözlerini açtıkları zaman gereken telkinatı  yapmalıdırlar. Haftasında kulaklarına okunacak o ezana bilhassa dikkat etmelidirler. îhmâl etmeden hemen okutmalıdırlar. Müslüman çocuğun kulağına ezanlar, laf olsun diye okutulmuyor. Mutlaka bir sebebi vardır. Bu ezandan alınacak, dersler, alınacak ilhamlar vardır. Bu dersleri ve ilhamları mutlaka almak lâzımdır.
Bu şu demektir: Ey Müslüman anne ve baba! Dikkat ha, bu yavru Müslüman dır! Müslüman anne ve babamdan dünyaya gelmiştir. Onu tıpkı kendin gibi Müslüman olarak yetirtirmelisin!
Şu anda ilk işini yapıyorsun. Bu ilk aşıdır. Bu aşının tutması için, Onu bir takım harici ve dahili tesirlerden korumalısın. Zararlı haşarata karşı gerekli tedbirleri almalısın! Aksi halde o aşı tutmaz. Daha tomurcuk halindeyken zararlı haşarat onu mahv eder.
Yalnız aşı tutması ile de iş bitmiyor: Bu aşı tuttuktan sonra, büyüyüp gelişmesi, yetişip meyve vermesi için de bakımım yapman lâzımdır. Zamanında sulayacaksın! .Zamanında budayacaksın. Sulama ve budama işlerini katiyen ihmal etmiyeceksin!
Gerekli ilaçlamalarını da zamanında yapmalısın. Vakti geçtikten sonra hiç bir faidesi olmaz. Belki de zararı olur. Evet mevsimi geçtikten, zamanı aştıktan sonra yapacağın ilaçlama hiç bir işe yaramaz.
Ana ve baba bu ezandan gerekli dersi aldıktan ve gerekli aşıyı yaptıktan sonra, onların asıl görevleri başlar. Bu görevleri tekrar etmeye lüzum yok.
Yukarıda arz etmiştik. Çocuklarım yıkıcı ve ahlaka zarar verici yayınlara karşı korumaları, onların istikballerini müsbet bir şekilde hazırlamaları, topluma ve vatana onları imalı, ahlaklı bir unsur olarak yetiştirmeleri bu görevlerinin başında gelir.
Böyle yaparlarsa anne ve babalık vezifesini yapmış olurlar. Yoksa ana ve baba demek yavrulan sokağa salıvermek demek değildir. Gerçek anne ve baba olmak çok zordur. Fakat sonuç bakımından çok güzel ve memnuniyet vericidir. Onları yetiştirmekte çekilen zahmetlerin meyveleri bir bir toplanırken, bir anne ve babanın duyacağı haz cidden büyüktür!
Ne mutlu o annelere! Ne mutlu o babalara! Allah bu babtada yardımcımız olsun! Amin..
0 notes
istanbulinanc-blog · 8 years
Text
Anne Ve Baba'nın Evlatlar Üzerindeki Etkisi... Cemiyetin Çocuklar Üzerindeki Etkisi...
Anne Ve Baba'nın Evlatlar Üzerindeki Etkisi... Cemiyetin Çocuklar Üzerindeki Etkisi...
Şimdi burada başka bir konu işleyeceğiz. Amma bu konu kitabımızın mevzuları ile pek yakından ilgilidir. Bu bakımdan bu konuları işlemeden geçemeyeceğim.
Şimdi soralım :  Çocuklar üzerinde, cemiyet mi, yoksa ana ve baba mı daha etkilidir? Yani çocuklar üzerinde hangisinin daha fazla etkisi vardır? Hangisinin faaliyetleri ile çocuklar daha çabuk etkilenirler?
Şimdi burada bu sorulan cevaplandırdıktan sonra, evlatlar üzerinde ana-babanın etkisini fazlalaştıracak bazı çareler göstereceğiz. Bu çarelere uyulduğu takdirde ana-baba, o cemiyete hayırlı bir evlat yetiştirmiş ve millete yararlı bir unsur kazandırmış olacaktır..
Tanınmış sosyologlara göre, çocuklar r üzerinde cemiyetin etkisi yüzde seksendir. Anne ve babanın etkisi ise sadece yüzde yirmidir.
Yüzde seksenin karşısında yüzde yirmi ne yapabilir? Tabii ki tutunamaz, eriyip gider. Çocuklar üzerinde olumlu hiç bir tesir icra edemez. Demek ki masum çocukları yozlaşmış eden, ahlakı çöküntüye maruz bırakan tefessüh etmiş cemiyetlerdir.
Bir cemiyet düşünün ki: İçin de su gibi içki içilir… Sabah akşam kumar oynanır. Her yanını alabildiğine zina, fuhuş, hayâsızlık sarar. Tefecilik alıp başını yürür… Rüşvet, irtikap ve ihtikâr had safhaya ulaşır. Fertleri arasında hüsümet ,  fitne ve fesat yayılır.  Kadınlar  açılıp saçılır. Birbirlerine ne mahrem olan erkek ve kadınların, yekdiğerleri ile ilişkileri sanki normal imiş gibi artar.
Kadınlar, yabancı erkeklerle dolaşmak, konuşmak, eğlenmekte hiç bir sakınca duymazlar. Buna karşılık, erkekler, yabancı kadınlarla yemek yerler, gezerler ve tozarlar.  Millî değerler arkaya itilir.  Buna karşılık her günü biraz daha yabancı gelenekler ithal edilir. O toplumda milli örfler ve töreler hiçe sayılır. Yabancı adetlere ise o toplumun fertleri dört elle sarılır.
Mazisi ile bütün alakasını ve bağlarını koparır. Şanlı tarihinden, bir zamanlar dünyanın dört bir yanını etkiliyen kültüründen, yine dış mihrakların tesiri ile kopartılıp atılır. Kendi milletinin töre ve inançları yerine, yabancı fikir ve ideolojiler zihinlere zerk edilir, cemiyetin fertleri ona göre şartlandırılır.
Ahlakî mefhumlar, mukaddes değerler zaman aşımına uğratılmak istenir.
Allah duygusu beyinlerden”, gönüllerden silmek gaye edilir.  Peygamberden hiç ama hiç bahs edilmez. Kur’andan söz etmek gericilik sayılır. Hele kurân ayetlerini okumak veya dinlemek sert ve hor bakışlara yol açar.
Şer bütün şiddeti ile etrafa terör saçar. Anarşi hükümran olur . Adam kaçırma, soygunculuk, insan dolandırma olayları artık umurî adiyeden sayılır..
Hırsızlık, yalancılık toplumda geçerli hale gelir. Genç kızlar iğfal edilir kimsenin kılı kıpırdamaz. Delikanlılar aldatılır, fuhuş, kumar ve içkiye sevk hatta teşvik edilir, kimse aldırmaz. Namus, iffet ve ismet mefhumları rafa kaldırılır.
Kadınlar birer meta halinde İstismar edilir, reklam vasıtası yapılır..
Rezalet ve hayasızlık  diz  boyuna çıkar. Ar ve hicap perdesi yırtılır. Büyüğe saygı küçüğe sevgi kalmaz. Herkes giderek saygınlığını yitirir. Eski değerlerini gün Begüm bitirir. Böylesine yozlaşmış olmuş bir cemiyetten, söyleyin insanlığa ne hayır gelir? İşte biz, böylesine tefessüh etmiş bir cemiyete kokuşmuş nazarı ile bakana.
Böylesine tefessüh etmiş bir cemiyette, gözünü dünyaya açan yavrunun hali ne olur? O yavru nasıl yetişir artık siz düşünün! Yüzde seksen etkisi ile bir ahtapot gibi kollarını arasına alıp sımsıkı sıktığı,  kıskıvrak bağladığı yavrunun hali nice olur, dikkatle bir kafa yorun!..
Çıktığı sokakta aradığını bulamayan, gittiği okulda istediği gibi serbestçe okuyamıyan, heran Ölüm tehlikesi ile burun buruna olan, binbir güçlükle kazandığı üniversitede dilediği gibi yüksek öğrenimini wjm yapamıyan, çalıştığı fabrika veya herhangi bir iş yerinde namaz kılmağa zaman ve zemin bulamayan, seyrettiği televizyon’da, dinlediği radyomda sevdiği bir programdan mahrum yetişen, sokakta her adım başı hayâsız çocuklarla kakışıp itişen çocuklar ne yapsın?
Bu çocuklar ibetteki ruhen ve bedenen çökmeğe mahkümdürler.  İster istemez kötüye, fenaya sürüklenip gidecekler.. Daha genç yaşta ümitleri heba olup sönecek. Böylesine tefessüh etmiş bir cemiyette yetişen gençlerin ruh ve beden yapılan elbetteki  zayıf olur. Bozuk cemiyet her zaman onu etkisi altında tutmaktadır. Az önce arz ettiğimiz gibi yüzde sekseni aşan tesiri ile adeta onu zayıflatmakta; ailesinden aldığı yarım yamalak terbiyesini sıfıra indirmede, babadan Öğrendiklerini, dededen gördüklerini, anneden duyduklarını nineden dinlediklerini biranda silip süpürmektedir.
Evet büyüklerinden dinleyip öğrendiklerini bir hamlede yalana çıkarmakta, yaşlı dede ve ninelerden dinlediklerini de bir atılımda beyninden söküp çıkarmaktadır.   zavallı yavruyu istediği gibi, istediği yöne yönelmektedir. İstediği ah istediği  yere çevirmekte, mayer yalizmin zaihiren cazip fakat aslında yalana ve aldatıcı  vaadi an ile onu oyalamaktadır. Böylece zaten yüzde yirmi gibi cüzi bir etkiye sahib olan ana-babanın evde sarf ettiği bütün çalışmalar ve gayretler boşa gitmektedir.
Ailesi ile cemiyet arasında çelişki gören, hatta ailesinin fertleri arasında bile tezat bulunduğunu fark eden yavrular ne yapacaklarım bilememekte, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu kestirememektedirler. Böylece aile ile toplum arasında şaşırıp kalmaktadırlar. Ne oluyorsa o yavrulara oluyor. Ne geliyorsa onların başlarına geliyor. Ne çekiyorlarsa onlar çekiyorlar.
Çünkü dışarıda ki insanlar başka.. Evdekiler başka… Hepsinin düşünce tarzları, dünya görüşleri ayrı ve taban tabana zıt… Ruh ve kafa yapılan da başka. Böylesine ayrı düşünce ve davranışlar karşısında kalan çocuklar, ister istemez toplumun yüzde seksen tesirine kapılıyorlar.
Toplumun o yakıcı ve kavurucu ceryanına kapılan, gayr-i ahlakî sellerin suyuna kapılıp giden ve nerede duracağı belli olmayan genç, evdeki anasını dinler mi hiç? Evdeki babasının sözüne kulak asar mı hiç? Bu genç, tabii ki sokakta öğrendiği o ahlak dışı davranışlarını, o edeb dışı çirkin söz ve küfürlerini evdede kullanacakdır.
Uğrunda saçını süpürge eden, yemeyip yediren, giymeyip giydiren, uyumayıp uyutan annesine. “Lan!” diye hitab edecektir. O elden ayaktan kesilen yaşlı babasma da.  “Haydi lan, moruk oradan!” diye bağıracaktır. Hem de hiç çekinmeden, korkmadan ve hatta en ufak bir utanç duymadan…
Evet böylesine bozulup dejenere olmuş o evlat o muhterem pederine:
“Haydi oradan yobaz! Gerici! örümcekli, paslı kafalı!”  diye haykıracaktır! Çünkü içinde gezip tozduğu toplum ona bunu vermiştir, bunu öğretmiştir. Sokaktaki gençlerden, okul arkadaşlarından bunu duymuş ve bunu öğrenmiştir. Uygulamasını da kendilerini çok seven ve üzerlerine titreyen ebeveynine karşı yapmaktadır. Bu vaziyet karşısında, evlad lan üzerinde ancak yüzde yirmi gibi cüzi bir tesire sahip olan ana ve babanın kolu kanadı kırılmaktadır. Ağzi kapanmakta, dili de konuşamamaktadır.   Sinmektedir. Daha doğrusu kaba ve terbiyesiz evlatları tarafından o masum anne ve baba sindirilmektedir.
Onlar : “Oğlum, Yavrum, Yapma evladım! Etme ;ocuğum.  Ciğer parem!” gibi müşfik ve son derece münis  ifadelerle hitab ettikçe, o ipe sapa gelmez evlat daha da şımarmakta ve daha da azmaktadır.
Bazı istisnalar vardır: Meselâ tanınmış o sosyalog’ların bu fikrini bozan, sıfıra indiren gayet cesur, azimli ve gayretli ana-baba’ya da rastlıyoruz. Amma sayıları parmakla gösterilecek kadar azdır.
Bu millet isterse böyle azimli, cesur anne ve babanın sayısınıı çoğaltabilir. Yüzde yirmi bir etkiye sahip olan ana ve babanın bu etkisini yüzde yüze çıkartabilir. Kahraman bir milletin evlatları olan ana-baba bir anda kahraman olabilir.
Evlatları üzerindeki etkilerini ve yetkilerini artırabilirler. Yeter ki biraz gayret etsinler.. Biraz sabır ve metanet göstersinler. Biraz titiz dikkatli davransınlar. Biraz temkinli ve tedbirli olsunlar. islamın onlara emrettiği ilgiyi biraz olsun göstersinler. Yeter ki biraz uyanık ve bilgili olsunlar. Yeter ki çocuk terbiye etmek, güzel yetiştirmek alanında kendilerini biraz yetiştirmiş olsunlar.
Yapamıyacakları bir şey olmaz. Kendilerinden kopmaya yüz tutan ciğer parelerini yine kendilerine  gösterecekleri gayret ve çabaları ile  bağlayabilirler. Kendilerinden nefret eden çocuklarına yine kendilerini sevdirebilirler. Sözlerini onlara geçirtebilirler. Verecekleri öğütleri de onlara rahatlıkla dinletebilirler.
Nasıl mı?
Nasıl olduğunu inşallah gelecek sahifelerimizde gayet mufassal bir şekilde izah edeceğiz. Şurası bir gerçektir ki, her şeyin çaresi, her hastalığın ilacı bulunduğu gibi, bu hastalığın da çaresi ve ilacı bulunmaktadır. Biz bu çareleri bir bir anlatıp sizleri mümkün mertebe aydınlatmaya çalışacağız inşallah..
Bu çareleri okuduktan sonra eğer evlatlarınız üzerine uygularsanız muhakkak başaracaksınız. Kendiniz okuyup öğrendikten sonra, kardeşlerinize. arkadaşlarınıza, konşu ve akrabalarınız hatta bütün din kardeşlerinize fırsat buldukça öğretmeniz başlıca vazifeniz olmalıdır. Çünkü dava hepimizin davasıdır. Hizmet etme görevi sadece bizim değildir.  Siz de ve bütün din kardeşlerim de aynı görevle yükümlüdür.
Sizlere ilerki sahifelerde göstereceğim çareler, emr-i bil-maruf ve nehyi anil munker (iyiyi emredip kötüden nehy etmek) müessesesine girer ki, bununla mükellef olmayan, tek bir mümin yoktur. Her şeyde olduğu gibi, Allah bu hususta da bizlerle beraber olsun ve yardım ile imdadımıza yetişsin.
Amin.
0 notes