Tumgik
ruhumkatran · 3 days
Text
ben parçalı bulutlu bir kadınım ve her an bir apartmanın beşinci katından atlayabilirim.bu sağanak bir acı bilirsin.
3K notes · View notes
ruhumkatran · 3 days
Text
sen saçlarına yıldızlar takılan kadın değilsin. ve eğer marifetse parlamak, unutma bir yangının kollarından geldin.
938 notes · View notes
ruhumkatran · 3 days
Text
karmakarışık bir sarmaşığım hep kendime dolandım.
2K notes · View notes
ruhumkatran · 11 days
Text
Askıya aldığım konular tek tek beni asıyor, bu gece.
105 notes · View notes
ruhumkatran · 8 months
Text
Söz veriyorum, birgün odamın duvarlarını boya kullanmadan kırmızıya boyayacağım.
5 notes · View notes
ruhumkatran · 1 year
Text
Eskinin Günlügü
Yaşama sevincimi bir kademe artırmayı başardığımda odamı toparlamaya karar veriyorum, bu akşama kadar sürüyor, akşama aynı renksizlik, ruhsuzluk, aynı ton ağırlığında sıkıntılar. Kuruyan ellerin, zaman geçmesinden değil de üşümekten, roman kahramanlarına özenmen, kahraman olamayışın. Yorganının senden daha yorgun olması, çileden çıkaran çileler. Kendini bildiğinde, ezberlediğin o gülüşün hâlâ aynı yerde ve aynı şekilde olması. Roman kahramanlarının hayatta hiç karşına çıkmaması ve çıkmayacak olması… Bağlılığı değil de bağımlılığı anlatan yumaklar ve bağımlılığın aslında bir kopuş olduğunu iliklerine kadar hissetmen. Yanlış yere koyduğun noktalar ve noktalaman gereken yerde unuttuğun virgüller. Bilimle açıklayamayacağın şeyler var, ilimle bilemeyeceğin şeyler olduğu gibi… Herkesin bir şey biliyor olması seni uzaklaştırıyor her şeyden, sıcaklık deyince bir parça kan geliyor aklına, sonra ağzında hissediyorsun o paslı tadı, iğreniyorsun sıcaklıktan. Soğuk deyince bir parça kar düşüyor avuçlarına, soğuk temiz, güzel ama hayatsız, donmak bir şeyin aynı kalması anlamında senin lügatinde.
İnsan en çokta çok acayip şeyler söyleyeceğini zannettiğinde yanılıyor. En basit cümleleri kurmaktan başka bir şey yapamıyor çünkü…
Yıpranmış yılların ardından, pürüzlü bir hikâyenin, hatasız kahramanlarıydık. Karanlıkta kavuşmanın ağırlığıyla birlikte güzel, mum, çiçek kokusunu andırıyordu saatler. Sanki seninle olduğum o zamanlar, güzel bir kutunun içinde, dünyanın en güzel hediyesi gibi bahşedilmişti bana, hak etmiştim, hak ettiğimi düşünüyordum, bunca kötü geçen zamanlara karşın. Dünyanın en güzel romanının içindeki yine en güzel pasaj gibiydik. Yanındaki en huzurlu misafirdim çünkü kalbini görüyordum, açık ve ortadaydı. Tam ortasındaydım. Şimdi öylesine her şeyin ucundayım ki, bir adım atsam yokluğa sürükleneceğim, bir adım atsam, kuyulardan belirsizliğe uzanacağım. O ânlar kendimi dünyada, varlığımı yeryüzünde unuturdum, burada değildim, buraya ait olamazdım, varlığımın senin bazı zamanlarına değmesi bile benim bu dünyada denk gelebileceğim tek mucizeydi.
Dünyadaki kendimden kaçmaya çalışırken, acele telaşlarımın içine karıştığın hâlde, geçip gidememiştim, oysa geç kalmıştım, çoktan gitmeliydim, gitmeli ve unutmalı, unutacak zamanı bile bulamamalıydım. İnsanlardan kaçıp, sana sığınıyordum, senden kaçıp, kitaplara. Okuduğum kitaplarda seni bulma telaşıyla daha hızlı okuyordum. Dünyadaki herhangi bir şey bana haksızlık yaptığında, ıslak ve mutsuz dizlerine sığınıyordum, avuçlarından bir yuva istiyordum. Zaman geçiyordu, birbirimizi koruyamıyorduk kendimizden. En çok korunması gereken hayallerimiz çubuk kraker gibi dağıldı, aç kalmış sistemin boğazında. İçimdeki sana yine de anlatamadım kendimi, bu benim eksikliğimdi. Önce kendi masumiyetimi kurtarmam gerekiyordu, artık kendi masumiyetinden bile şüphe duyan birisini masallarla kandıramazdın. Ben bunları düşünmeye çalışırken, sen kırmızı iplerimi en acıyan yerlerinden kesip, bir gece yastığımın altına bırakıp, kayboldun ya da bendim kayıp olan, beni kaybetmiştin belki. Üstelik aranılan yerlerde olamayacaktım artık, bulunamayacaktım, kendimi bana bile teslim edemeden yok oluyordum. Hikâyenin uzun anlatılması, upuzun günlerin geçtiğine işaret değildir, hatta hiçbir gün bile yaşanmamış olabilir. Fidanlarım şimdi sessizce hangi yabancı bahçelerde büyümeye çalışacaklardı?
Bir şiirin ardından sürüklenip, gittim. İçimdeki inanç kalbimi sıyırdı, bir sezgiye saplanıp, kaldım. Artık daha yaralıydım ve daha inançsız. Her şey sürekli değişiyordu ama sanki hiç değişmiyormuş gibi bir kanıksama vardı, sanki hep böyleydi, her zaman aynı şeyleri düşünüp, uyuya kalırken, sanki aynı rüyalar karşılıyordu beni. Belli bir yerden sonra onlarla da anlaşmayı başarmıştım. Ayaklarıma dolanan kedilere anlatıyordum derdimi, sanki bir tek ve hep onlar anlıyordu. Zamanla yokluğunun verdiği huzursuzluğu iç huzurumla yatıştırdım, o kadar inandım ki olmadığına, bir rüya gibi gelip, geçtin, geçerken biraz kalbimi hırpalamayı da ihmal etmedin. Hayatımın en güzel günlerini çaldın huzur defterimden, sanki o yapraklar kopunca, geriye pek bir şey de kalmadı. Sevdiğim şarkıları melodisinin olmayışı gibi bir eksiklik. Yarımımdan fazlasıydı varlığın, şimdi yarımımdan azı kaldı bana.
Bir kış akşamı öldüğümde, kalbinde bulunsun, şefkatle öptüğün her yanımı merhametsizce gözlerimle ıslattım, senin mırıldandığın içi boş ezgiler, benim melodisi olmayan dizelerimle birleşti, en azından onlar kavuşmuştu. Hayalin korktuğum akşamlarda duvarlarda gövde gösterisi yapıyordu, yine de bir gövde olmuyordu bizden. Ya yalnızlığımız büyüktü bizim ya da varlığımız küçük geldi bu hikâyeye. Sokaklarda dolaşırken ıslatan yağmur da yetmiyor artık ruhumu dinginleştirmeye, umut etmek istiyorum, umutlu günleri çok geride bırakmışken… Dünyanın darlığı, sokakların çokluğu boğazımı sıkıyor, konuştuğum her şey yapışıyor gırtlağıma, üşümek için biraz gökyüzü lazım, kurtulmak için biraz yağmur içmek lazım. Satırlarımın sana ulaşmaz biliyorum, ulaşsa da okuyarak bile anlaşılamayacak şeyler var ama seni yine de her satır arasına sakladım. Kelimelerin çokluğu, senin yokluğun anlamına da gelmiyor buralarda. İnsan bazen içinin sesini de tırnak içinde saklamalı. Hiç yerinde olmayan bir özlem bu, hiç zamanı gelmeyen bir ayrılık, kara haber ulağı gibi geçti bu mevsim, hüsran ve mahcup. Şişeye ruhumu sattığım geceler, karanlık bir sabır gibi dikiliyor karşımda, hiç sabah olmuyor. Onca hüzne rağmen bazı geceler nasıl ağır geçiyor. Karanlığın içinde ağlamaktan kırmızıya dönüyor gözlerim. Aklıma geldiğin kadar, kalbime dokunabilseydin şimdi kaybolmazdı bu hikâye. Hafızam keşke bunca sadakatli olmasaydı, ihanetlere karşı. Hatırlamak intiharı çağrıştırıyor. Her hatırladığımda ölürken hatıralar, bir kere bile ölümü tatmamış gibi acemiyim. Oda dolusu kaçmak birikmiş aynamda, sitemlerimden duvarlarımda yer kalmamış güzel bir söz yazacak. Hangi duygudan medet umacağımı bilmeden dolanıp, duruyorum akşama kadar. Her şeye karşı tepkisiz, herkese dağıtacak birazcık gülümsemem var, o da yüzümde donuk. Sana yazdığım şiir imgesini aramaya çıktı, belki de biraz yaşasak daha rahat ölecektik ama vakit yok. Hep yokuş yukarı tırmandık, iyilik bile iyiliğiyle kalmadı.
Hava sıfır derece ve beni yalnızca bu katılaşmış soğuk üşütmüyor. Karaciğerimi bıraktığım yerde bulamadım. İnsan beynini yaktığı günleri, kafayı kırdığı anları bile özlüyorsa, yaşanacak pek de güzel gün kalmamış demektir. Umutsuzluk beynini ele geçirmiş, tavan yapmıştır.
Konuşamıyorum, ağzımda büyüyor kelimeler, büyük laf etme demişti büyüklerim, büyük lokma da yiyemiyorum. Boğazımdaki düğüm kalbime dayandı, zorluyor. Çıkarıp, atmak istediğim cümleler var çenemde, çenemi ağrıtıyor, söyleyemedikçe. Anlatabilmek için bazı şeylere, daha ne kadar virgül kullanmam gerekiyor ve hangi imla kurallarıyla izah edebilirim bunları? Kitabı var mı bunun? Bence yok, derinlerde olup, biten şeylerin kitabı yok. Minnettar olduğum acılar var, büyüttüğüm, boyumu aşan, dilime yer eden. Viski bardağıyla içtiğim şarap kokan genzimle, âşık olmaya içmişim, yemin gibi. Hayalini en çok karlara yakıştırdığım için, hiçbir parçan kalmadı. Erimeler peşinde sürükleniyorum. Gittiğim yollar da eriyor. Yazıp, kurtulmak istediğim cümlelerin acısını hissediyorum içimde, acının kalıcı olması için elimden geleni yapıyorum.
Bileklerini unut, ellerini yok say, en önemlisi de gözlerini yokmuş gibi yapman gerekiyor. Bileklerini unuttuğunda acıyı da unutacaksın. Yalnızca ince, ipince bir metalin varlığı olacak zihninde, o da kaybolacak, üstelik gözlerin o metalin yansımasında körleşmeyecek. Azaların seni terk etmeye başlamadan sen onları bırak. Bir silgi al beynini silmeye başla, soldan sağa, hayatına ait tüm genellemeleri terk et. Ölmek bu kadar da zor bir şey değil.
Yerkürede başka gezegen hayalleri kuruyoruz. Ölümüne susamış kervanlara katıldık. Tüm susamışlığımla, içimden seslendiklerimi duyman gerekirdi, anlatamadıklarının kölesi olmuş, acemi şairler gibiydim yanındayken. Anlaman lazımdı, dudaklarımdan süzülen dumanda suretini çizdim.
11 notes · View notes
ruhumkatran · 1 year
Text
KAFAMDAKİ ÇİÇEKLER
Dudaklarımı ve tırnaklarımı yediğim her şey için biraz et borçlusunuz bana, yürek eti, eğer varsa tabi… 
Küçücük şeylerin travma yaratması, o şeylerin küçüklüğünden ya da daha büyük bir şey yaşayamadığından değildir, o şeylerin çok büyük bir his kaybına uğrattığıyla alakalıdır yani hisler her zaman daha fazla yer kaplar hayatımızda, elle tutulur, gözle görünenlere oranla…
Acının bir kısmını yaşadığımda yetmedi bana, en son seviyesine kadar acıtmak için elimden geleni yaptım, sonu olacağını bildiğim için, başlangıcı düşünmedim, nerede olduğunu ve nasıl ilerlediğini, gittikçe yükselen bir acıyla sana bağlanıyordum, kanımın akmasına kadar gidecekti bu, umursamadım, içimdeki kan kırmızı bir intihar düzenliyordu her gün, sessizce akıp, bitmesini anlıyordum, bitince sonumu düşünemeyecek kadar uyuşuyordum, bindiğim bir taksinin beni tanımadığım eski bir apartmanın kapısında bırakmasını diliyordum, senin artık olmadığını düşünerek daha da saçma şeyler yapıyordum, hangi kokuya bulaşırsam bulaşayım, duyduğum sendin, geçmiyordun ama sürekli gidiyordun, benim artık tek derdim, sonuna kadar acıya bulaşmak, dibine vurmak acının ve yüreğimden sonra her yerimin bu acıyı tatması…
Mesela midem ağrıdığında, geçmesi için daha büyük bir acı istedim, demli çay eşlik etti buna, aynı anda üç sızıyı birden yaşayabilirdim, belki de tek yeteneğim buydu, bana miras bıraktığın şarkılar kadar fazlaydı, sızılar, her bir yanımdaydı, kokunun değdiği yerler ağrıyordu belki de artık, geçsin istemiyordum… Edebiyatın masallığına seni uygun göremiyordu cümlelerim, masallar yalan gibiydi artık, ben acıdan yanaydım, ama ebedi bir sızı çıkardı senin bıraktıklarından…
Nefes darlığım var, yer darlığım var, daraldıklarımı birbirleriyle karıştırıyorum hatta sıkılınmayacak insanlardan bile sıkılıyorum, her şey birbirine karıştı, bu benim suçum değildi, bugün kendimi iyi bir insan gibi hissetmiyorum, buna rağmen her şeye aynı derecede ayırmadan hiç, darılıyorum. En çok sokaklardaki ışıklar kırıyor beni, bin parçaya bölünüyorum, bin şekilli avizelerin altındaki gibi, bin bir şekle giriyorum, yüzümü bir türlü birleştiremiyorum, daha da kırılıyorum. Gözlerim ilk defa birbiriyle göz göze geliyor uzaktan, aynı anda birbirlerine bakabilmenin şokunu atlatamıyorlar. Şehrin sokaklarına sesleniyorum, duvar gibi yüzüme bakıyorlar bir süre, sonra dayanamayıp, gidiyorlar, kimisi de kendini uçurumdan aşağıya atıyor, seviniyorum buna, şehrin boş olmasına seviniyorum çünkü rahat rahat kırılabilirim artık, o rahatlıkça dağılan parçalarımı toparlayabilirim, belki eskiden olduğu gibi bütün olabilirim tekrar, hayalden başka ekmek yok bana buralarda…
Şehri boşaltın, çünkü kırılıyorum…
Küçücük evlerde büyüdüm, ahşaba merakım doğduğum evden. Çocukluğumu hatırlatacak en ufak ayrıntılara bile hayranım. Büyüyen binalarda birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz, hemen hepimizin yükseklik korkusu var ama yükseklerde gözümüz, mesafeler yakın ama iletişimimiz kopuk, havayla birlikte bir selam gönderemiyoruz, kuş ayağına bağlanılan mektuplar masallarda kaldı, bu yüzden anlaşamıyoruz bence, suyun altında sigara içmek isterdim, içerledim, gözümü sudan değil de dumandan açamamayı isterdim, göz yaşartan kimyasallarımız var artık, çok mu şey istiyorum?…
Benim yüreğim fesleğenlerini döktü
Siz onlardan yemek yapıyorsunuz…
Kaç gecedir kalbimi bahçedeki ipe asıyorum, yaşadıklarıma ancak gülerek katlanabiliyorum bir de yazarak hatta daha çok yazarak…
Çoğu zaman hangi kitaba başlayacağımın düşüncesi içinde ama hiç düşünemediğim bir kitaba başlıyorum, çekiyor beni, beni kitaplardan başka bir şey çekemez zaten. Bir elimde sigara, dumanda boğularak ölmek isterdim, bacaklarımın arasında bira şişesi, elimde tutamam zaten, muhtemelen dizlerimin arasına sıkıştırırım, tabi öldüğümde o dizlerim gevşeyecek ve o şişe dökülecek, kokuşmayacağım ama bira kokacağım… Üzerimde kirli bir beyaz elbise, beyazlar hep kirlenir bazen doksan derece bile yetmez temizlemeye, kaynatıp, canını yakmak gerekir beyazların, o zaman da yumuşar… 
Kafamda çiçekler açtı.
Bazı şeyler düşüncemdeki figürden ileriye gidemedi, belki de bu yüzden hiç unutmuyorum, bir ruha bürünebilseydi, o ruh canımı yakacak ve unutulacaktı. Üstelik ona hitap ettiğim gibi kimseye seslenememişken…
Birilerinin birilerini merak etmesini nasıl yadırgıyorum, eski çağlarda kalmış bir huy gibi geliyor bu, birini merak etmek, tam da ona sahip olduğunu düşünmektir ki bu merak aslında korkmaktır, kaybedeceğinden korkmak… Korkmasa merak etmez.
Özellikle de bazı şeylere müdahale edecek gücü bulamıyorum kendimde, 
Herkes bir şekilde birilerine kötülük yapıyor, bazen hatta iyilik yaparak bile. Yalnız kendine kötülük yapabilenler yalnız ölme bahtiyarlığını yaşayabiliyorlar, çoğunluk yanındakilere ölürken, yalnız kalmamak için katlanıyor, oysa en çokta onlar öldürüyor…
Mesela benim hiç teraslı evim olmadı, hep giriş kat balkonlu evlerim oldu, balkonun amaçsızlığını düşünüp durdum giriş katlarda…
Tırnaklarım kırılmıştı, ojemin yarısı sıyrılmıştı, sanki çıplak kalmıştım ellerinde, ellerinin bu kadar güzel olmasından nefret ediyordum ve yaralardan da, sakınamamaktan da, güçsüzlerin ezilmesinden de, ben hiçbir zaman güçlü olamayacağımı biliyorum, ezildikçe… Güzel şeyler ortaya dökülür zannettim kanayınca, dökülen resim kötüydü, çirkindi, eskimişti, insanın içinde de eskiyen bir şeyler muhakkak vardı, ama özlemleri taptazeydi, özlememek için hep uyumayı tercih ederdim, bazen insanın özlediği şeyler öyle bir batıyor ki, iz bırakıyor. Rujumun bir kenarı sıyrılmıştı, dudağımın derisiyle birlikte, çeneme bulaşan sıvı, ama izin vermedi kulaklarımın uğultusu, öyle büyüktü ki, tüm kafamın içine yayıldı, dinleyemedim başka sesleri, sağır gibi bir şey oldum, midemde bir fenalık var, kalbimde kırıklık…
Kendimi gördüğüm insanlar da oldu, ama şimdi yoklar, biraz ölüler, biraz rüya, çok hatırlanmak üzere, az konuşulan. Kendimi sustuğum insanlar da oldu, onların yerine cevaplarını kendimin koyduğu ve hiç cevap bulamadıklarım da oldu, sırf bu yüzden gittim peşlerinden, sonra kaçtım korkunç cevaplarından. Bir zamanlar özgürlüğümü kısıtlayan tek şey, kollarıma bağlanan serum kablolarıydı, hayata bağlanmak ölüme yaklaşmak gibiydi ve başka bir şey daha var; hayata bağladığına inandığın insanlar da seni ölüme yaklaştırıyor. Şimdi keşke bu ikisinden birisine bağlı olsaydım, hiçbir şeye bağlı değilim, bunun ihtiyacı da beni sakince öldürüyor…
Kimsenin kötü olmasının nedeni değilim ama iyi bir, kötü neden olmam için zorluyorlar…
Yanlış yere konulmuş sorular var hayatımda
Dosdoğru sorulması gereken
Ama cevaplayamıyorum
Yüreğim zaman makinası
İçimde saatli bir bomba var
4 notes · View notes
ruhumkatran · 1 year
Text
Tanrım neden sansürledin hayatımı?
8 notes · View notes
ruhumkatran · 1 year
Text
Yirmi Beş*
Hapla intihar ederken musluk suyu içmeyen adam kadar sevseydim bu hayatı keşke :(
7 notes · View notes
ruhumkatran · 1 year
Text
pek âlâ hayatın üveyiydim içinde soluklanacak bir köşem bile yoktu
75 notes · View notes
ruhumkatran · 2 years
Text
Denemeler/
Küçücük ayaklarımla söndürdüğüm sigara izmaritleri, koskoca yangınları önleyecek zannederdim. Her felaketi önler, her iyiliğin altından çıkardım. Kahramanlık oyununu hangi kitaptan arakladım bilmiyorum. Yokuş aşağı indikçe, dünyayla birlikte küçülüp, yok olacağımı sanırdım, yok olmayı nasıl öğrenmiştim? En vahimi de bina tepeleriydi, bizim binanın bir tepesine çıkabilsem, atlaya, hoplaya, zıplaya o binadan diğerine, o apartmandan daha da uzağa ve istediğim her yere gidebilirdim. Semt değiştirmek de neydi ki? Ben şehir, kıta, hatta ülke değiştirebilirdim bu şekilde. Özel güçlerim olduğu saçmalığı nasıl da yer etmiş zavallı zayıf içime. Kendimi o koca evlerin tepesinden hiçbir yerime bir şey olmadan atlayabileceğime inanır, kendimi o kadar cesur ve büyük zannederdim. Hoş düşer, kalkar, ağlar, zıplar, kanardı her yerim ama yine de bir şey olmazdı burkulmanın dışında. Yaş aldıkça küçülüyormuş insan ve çocukluk dedikleri şey belki de en büyük hissettiğin, en cesur olduğun zamanlarmış, büyüdükçe cesareti de kırılıyormuş insanın. Saflık mıydı buna inanmak yoksa bilmişlik miydi bilmiyorum, ama hâlâ aklımda o zamanlar var, öyle berrak, o kadar şeffaf ki, sildiğim her şeyin altından çıkabilecek kadar da derin ve sağlam hatta kaçınılmaz. Bir şeylerin değişeceğine üstelik kendiliğinden hem inanç hem de inanmamak var, yerine göre birini çıkarıp, diğerini karartıyorum, bugün kendime inanıp, yarın inanmıyorum. Diğer gün hiç aklıma gelmiyor. Sonra siliyorum, yeniden yazdığımı zannedip, eskinin kopyasının üzerinden geçiyorum.
Sıkıntıdan, üzüntüden, olur olmaz hatta hiç olmayacak şeylerden sıktığım dişlerim de hiç birbirine denk gelmemişti, sıkamamıştım yani dişlerimi. Ne zaman tam batacağım diye düşünsem kıyıya vurup, duruyordum, bir şey olmuyordu bir türlü. Kendimle konuşup, tartışacak hâlim de yoktu, sonuçta kazanan hiç ben olmuyordum. Merak ve heyecanın hayatım için nasıl da anlamsız olduğunu ve koşar adımlarla uzaklaştıklarını çok önceleri idrak ettim, onların yerini alan kaygı yerli yerindeydi, o olmasa muhakkak daha çok hayal kırıklığım olacaktı. Böylesi iyiydi kaygılı, kasvetli.
Zamanın bir yerinde yelkovanıma küsmüştüm, üstelik akrep peşimdeydi, gece ipini koparıp kaçmıştı, arsız tren sesleri bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkmıyordu, beynimde depolanıyordu diğer tüm seslerle birlikte, her şeyden kaçabilirdim belki ama bu seslerden kurtuluşum yoktu. Oyuk bir mağara gibiydi kalbimin içi, öylesine zamanla doğal olmayan yollardan oyulmuş, herhangi bir şekle de benzeyememişti. Bundan sonra da benzeyeceğe benzemiyordu. Bu acının şarkısı olmayacak, sızının dili de susacaktı.
Büyük öyküler de tamamlayamadı bizi, şimdi yepyeni küçük cümleler var hatta bazen o kadar umursamazlar ki, anlam bulmaya bin şahit ister. Şimdi onların içine sıkıştırılan ömürler, her boyutun daha da küçüğü, elle tutulur olduğu hâlde tutulamayan, uzak, yalın ve farazi. Her şey gibi zamanın da fazlası zarardı, uzanırsa başka bir şeye dolanırdı ucu her şeyin, bunu artık görmüş ve anlamıştık. Şimdi israfsız şekilde kullanıyoruz bize kaldığını zannettiğimiz o küçük zamanları. Bu arada karambole gelmiş değerli zamanlar da vardı tabi, artık diğerlerinden ayırtı edilemeyen. Dengesizlik buna rağmen rutin had safhadaydı. Beynimize sahip çıkmaya kalksak, içimizden bir şeyler dökülüp, duruyordu. Gümbürtüye giden şeyler vardı, mesela kalabalıktaki kalbim. Her şey düzelse, geçse bile içimde herhangi bir şeye arzu duyup, devam edebilme isteğim kalacağını sanmıyordum artık, üstelik bunu çağın bir hastalığı olarak da görmüyorum bir yerden sonra, içime işlemiş, içinden çıkamadığım hatta belki de onunla doğmuş, hep benimleymiş de bir şey olmasını bekliyormuş dışarı çıkmak için geliyordu.
Yazacağı şiirdeki en güzel imgeyi; geceleyin rüyasından kopyalayıp, yazmıştı zihnine. Fakat uyanır uyanmaz siliniyordu hafızasından. Bu kadar çok hatırlarken, bunca kolay silinmesi nasıl olabilirdi? Belli ki bir yerlerde bir kaçak vardı ya da görünmeyen bir şey o imgeleri çalıp, kaçıyordu, bir yerde birikiyordu belki o imgeler, onların da mezarı olabilirdi bu durumda. Ama bu hiç önemli değildi, imgeleri birileri haksız yere çalıyordu, ele geçiriyordu, önemli olan buydu. Kimin ne zaman çaldığı, hiç hatırlanamadığı için de bulunamıyordu. Aşılamayan, planlı, kısır döngü şeklinde bir soygundu bu. Gerçek şiir hiçbir zaman gerektiği gibi yazılamıyordu. Kederinden geçilmiyordu, eğer kederi somut bir şey olsa dünyada onu sığdıracak yer bulamazdı.
İntihar düşüncesindeki alışkanlık; intihar etmekten bile daha fazla çöküntüye uğratır. İntihar ettikten sonra arkasından herkes onun dünyadaki tüm dertlerinin, kederinin ve sıkıntılarının aslında hallolabileceğini söyleyip, bunu boşuna yaptığı izlenimi uyandırmaya çalışırlar. Bunlar hep bomboş lakırdılardır. Çünkü tüm bunları düzeltmek için, o yaşarken hiçbir eyleme dönüştürülemez hatta mümkünse hep kaçılır, katlanılamazdır. Ellerinde olan veya olmayan şeyler de dâhil, kimse bunları görmek istemez. Tüm maddi ve manevi sıkıntılardan daha değersiz olan onun hayatı intihar eyleminden sonra birden bire çok değerli olur, hatta birkaç zaman en değerlisi olur dünyanın. Sonra diğer her şey gibi yine unutulur. Bu yüzyılda zamanın en değerli şeyi gündelik yaşama bağlılıktır bunun için de çok güzel bir cümleleri vardır ki çoğuna göre haklıdırlar “hayat devam ediyordur” ve biz olsak ve olmasak da hep devam edecektir. Başkalarının devam eden hayatı bizlerin çukurunu dolduracaktır.
Kalbini yokladığında yerinde bulamadı, ya da yokladığını zannettiği eli artık ıssız ve hissizdi. Başka yok olmasını istediği şeylerin yerine son anda neyi koyacağını şaşırmıştı, herkes bir daha geri gelmeyecek düzenlerin kölesi oluyorlardı durmadan, oysa o sadece tek bir şeyi bekliyordu, usanmadan, gelmeyeceğini bilerek, sağlıklı ve istekli ölüm şekli gibi, olmayanın yerini seyrediyordu. Kalbi olmadan gözleri bir işe yarar mıydı bunu çözmeye uğraşıyordu. Kendi kendisiyle konuşmak için ikinci bir ağıza gerek duymuyordu, içindeki seslerden ibaret yaşamını düşündü, yalnızca kendisinin inandığı bir dünyayı hayal edip, durdu, iyimser değil de kendine ve yerine göre çekimser ve biraz da kötümser hissettiği zamanı. Kâbuslarına inanmayıp da ne yapacaktı? Hepsi zamanı geldiğinde gerçeğe dönüşüyordu. Kötü his süzgeci gerekiyordu kalbimize, kötü his yaklaştığında hisseden kalbimiz tüm bedenimizi kilitlemeliydi, böylece kötü hisler dokunamadan uzaklaşırdı, bize bir şey yapamazdı. Çok ayrıntıcı ya da çok mu olmaz bir şey diliyordum? Hoş herkes komik olmak yerine sıkıcı olmak ve tekdüze olmayı tercih ederken, bu da soru muydu?
Uçurumdan yuvarlanmaya alışık olanlar, iyi bir şey olduğu zaman bunu zamansız ve gereksiz olarak tanımlarlar hatta rahatsız olurlar, hiçbir şeyin artık yolunda gitmediği hissine kapılırlar. Belki de en önemlisi bu alışkanlıktan kurtulmaktı, eskiden kurtulmak daha doğrusu değişmek bir şekilde iyi ya da kötü değil o ruhsuz alışkanlıktan vazgeçebilecek kadar değişebilmek; değişebilenler şanslıydı, diğerleri zaten yok olmaya mahkûmdu.
Yanağının gerisinde açılan delikten kanındaki demir kokusunu duydu. Koku alabildiği için şanslı olduğunu düşündüğü zamanlardı, belki de beyniyle başka bir organı hatta tüm organları yer değiştirmişti, gözleri hariç. Onlar her şeyi olması gerektiği gibi görüyordu, onlarla beyninin savaşmaya hiç niyeti yoktu, aksini yansıtacak hâli yoktu çünkü ispatlayacak kanıtları da yoktu, bazen kendini uçarken görüyordu mesela, ama uçmuyor aslında kaçıyordu. Sevmekten, sevilmemekten kaçmak zorunda olduğunu biliyordu, en azından bir köpeğe dönüşene kadar. Dünyada artık ancak böyle oluyordu koşulsuz, şartsız ve çıkarsız sevilmek.
7 notes · View notes
ruhumkatran · 2 years
Text
Bir yeri hiç kırılmayanların, sanırım kalpleri çok fazla kırıldığından kırılamıyor. Kemiklerim o kadar güçlüymüş ki, taş olsa çatlayacağı yerlerde bile kemiklerim eğilip, büküldü ama hiç kırılmadı, bedenimin bana tek kıyağı buydu belki de ama burkulduğunda, içim gidiyordu ve inanılmaz ağrılar ekleniyordu yağmurlu gecelerde, gezen romatizmalarıma. Hatta bir keresinde bileğim ters döndü, daha evvel de olmuştu, yine dedim, kemiklerim çok sağlam benim, kırılmaz biliyorum. Kalp kırılmasından biliyorum çünkü bileğin kırılmayacağını. Daha bir yaşımda bile yokken, kundaklanıp, sandalyeye bırakıldığımda (yatağım ya da beşiğim henüz yokmuş, sandalye ile idare ediyormuşum) bizimkiler uyuduktan sonra gecenin bir körü nasıl olduysa sandalyeden kayıp, burnumun üzerine yere düşmüşüm. Tabi ben feryat figan, burnumun kenarındaki morluktan başka bir şey olmamış, dümdüz duruyor, oysa esnek olmasına rağmen, başka küçük bir burun olsaydı, muhtemelen kıkırdakları kırılırdı, hem de zevkle, yamulurdu ama hiçbir şey olmamış. Hayatın zatıma lâyık gördüğü büyük kazalardan kolayca yırtıp, genellikle küçüklerine kafa yoruyordum. Herkesin korktuğu şeylerle benim korktuklarım arasında fark vardı, mesela onlar büyük kazalardan korkarlardı, ben küçüklerden, küçüğün belirsizliği büyüktü çünkü ya da atlatılabileceğinden emin olamıyordum ama büyüğü ya atlatırdım ya da atlatamazdım. Hastanelerin acıyı morluklarla değil de sadece kırıklarla ölçmesi ne büyük talihsizlik bizler için.
Kırılmamayı öğrenmek belki de küçük yaşlardan başlıyor, öyle ya en yakınların bile sen düştün diye bir de onlar kızarken, bir de kırılsa bir yerin kim bilir ne yaparlardı… Küçükken sürekli bahçede düşüp, dizlerimi yara yapardım, yediğim azar boyumu geçer, bir de canım yanarken, onlar için ağlardım. Çoraplarım yapışırken yaralı tenime, bir de onlar çıkarılırken ağlardım, öyle ya o kadar çok ağlanacak şey vardı ki bir de bir yerimi kırıp, onunla uğraşamazdım, hem kimseyi de uğraştıramazdım. Morluklardan büyük kavgalar vardı bizim hayatımızda, o zaman onların panikle kızdıklarını anlamaz hep suç işlemiş olduğumu düşünerek kızdıklarını zannederdim. Ama hâlâ anlayabilmiş değilim, bu yaşa gelsem bile, zaten ağlayan bir çocuğa niye bağırılır ki? Zaten ağlıyor, sussun diye bağırıyorsan, imkânı yok susmaz, daha çok ağlasın diye bağırıyorsan, o zaman doğru yoldasın ama buna da hiç ihtimal vermiyorum. Biz belki de büyürken neyi ne zaman yapacağımızı şaşırdık, karıştırdık, durmamız gereken yerde koştuk, bu yüzden kanadı dizlerimiz, koşmamız gereken yerde de durduk, bu yüzden kırıldı kalbimiz.
İçimde sürekli bir yerler kırılırken, dışıma hiçbir şey olmaması belki de şansımdı, hep ayakta kalmak zorunda olanlara bağışlanan bir tür prim, yıkılacak yeri olmayanlara sağlanan imkânsızlıktan doğan imkân. Ufak tefek sıyrık ve çatlaklarla kurtulmak şu hayattan belki gerçekten şahsıma uygun görülen ödül, gerçekten kırılmanın verdiği rahatlıkla hiçbir şey yapmama lüksüm olmadığından kırılamıyorum. İçimle dışım bölünmüştür belki de yanlışlıkla, zaman beni ortadan ikiye ayırmaya çalışırken, içten dışa bölünmüşümdür.
7 notes · View notes
ruhumkatran · 2 years
Text
Her şeyin bunca abartı olduğu zamanlarda kendimi gizleyerek yok etmeye çalışıyorum belki de, bana hiç benzemeyen bir mavi bu. Meğer boynumdaki ameliyat izi değil, mürekkep lekesiymiş, zamanında dökülmüş, yediklerimden, içtiklerimden. Meğer gözlerimin kenarlarındaki de yaş değil, mavi bir gölgeymiş. Mesela seni görünce benim acilen âşık olmam gerekiyormuş gibi geliyor, içime bir zorunluluk yerleşip, gitmiyor. Aşkı özlediğimden belki ya da sadece aşkı çağrıştıran o ışığı sende gördüğümden bilmiyorum ama sonra olamayacağımı bilince bir ağlamak geliyor içimden, elindeki balonu habersizce bir rüzgârın peşinden uçup, giden bir çocuk gibi. Aşkın ıstırap olmayacak olması sahiciliğini kaybettiriyor bana, hislerin sahtesi dökülüyor ortaya yaldızı dökülen değerli şeyler gibi. Oysa benim bu şekilde özleyebildiğim o kadar az şey var ki; bunlara annemin keki de dâhil.
Eğer bir suysam gideyim ben artık kurumadan, durulmadan, yolumu, yerimi, kuyumu bulayım istiyorum, o deyimi gerçekleştirmek istiyorum. Bu yüzdendir ki, olmayacak şeyler değil de basit düşler kuruyorum, herkes tarafından kurulabilen ve özel bir yeteneğe, bir hayal gücüne ihtiyaç duymadan. Doya doya yaşadığım yine kendim; pencereden atıyorum kendimi sokağa, sonra ben yerdeki taşı daha boylamadan, ayağımdaki terliklerle hızla merdivenlerden inip yakalıyorum kendimi. Kendi ettiğimi kendim bulmak istiyorum, bir kere de kendi kendime kötü gelmek istiyorum, kendimi bu sefer ben hasta etmek istiyorum sonra yine ben iyileştirmek istiyorum, kendimi parçalayıp, sonra birleştirmek istiyorum, şimdiye kadar kaybettiğim parçalarımla birlikte, bu defa gerçekten yepyeni bir şey olayım istiyorum.
Her şeyin bir kurmacadan ibaret olduğunu anlamaya başladığımda kendimden de kuşkulandım. Hayallerimi kontrol ettim, kusuruma da bakın isterseniz sizlerden değilim. Gidecek bir yerin olduktan sonra bir de gitmek için bir neden lazım. Hiç olmamış birinin yokluğu, hiç gidilmemiş bir yolun ezberi, sanki hep varmış da bitmiş gibi bir şeylerin eksikliği. Psikolojisi düzgün, dört dörtlük insanları sevemiyorum, kusura bakmayın ama ben kusur seviyorum çünkü ben de kusurluyum, özenle yaratılmadım, övgülerle karşılaşmadım, hatalarla dolu bir müsveddeye öylesine karalanmışım, karalanmayı da seviyorum, karayı da. Anlaşılır olmayı kabullenmiyorum, anlaşılmak duygularını hiç karşılığı olmadan elden çıkarmaktır. Anlamak için en az benim kadar kaybetmiş olmalısınız. Hayatı kusmuk gibi yaşarken, yazma cesareti delilikten ileri geliyordu. Biliyorum, ardını, arkasını, önünü, sonunu yine kimse temizlemeyecek.
10 notes · View notes
ruhumkatran · 2 years
Text
Beğenmediğim şu hayat bir gün bana da kapıyı gösterip, kovsun diye bekliyorum. Savaşmayı sürekli savunan insanların gerekçelerini, doğasını kazıdım ki içime, savaşmayayım diye, öyle olmayayım, böyle durayım, tam tersini yapayım diye. Savaşamazsa çünkü insan içiyle savaşır ömür boyu ve bir başkasındansa kendini daha kolay öldürür, işte belki de tam da bu yüzden böyle yaptım, içimle arama kimse girmesin istedim. Başkalarından bunalıp, boğulmaktansa kendi ellerimle kendimi boğmayı istedim, bu fırsatı kimsenin ellerine bırakamazdım.
Sanki bir tek ben mi hayal kırıklığına uğramıştım? Gözyaşlarım yükseldikçe susmalarımı büyüttüğüm, sahiciliğimi bir kenara terk edip, zaman neyse daha hızlı geçecekse ona yönelmenin menfi zararına rağmen, yine de en az kendimi düşündüğüm için, beynimde kuşkulardan örülmüş bir bomba, her gece o bomba ile aynı yastığı paylaşıyorum. Umduğum şeylerin yine de olmamasını umuyorum. Yaşamın içinde içime sinmeyen şeyler var, elime aldığımda ellerimi yakan şiirler var. Kimseye açıklayamadığım kelimeler var. İyimserlik saflık içerir. Çiçeklerin açmadığı, ağaçların olmadığı, toprağın öldürdüğü betonların üzerinde iyimserlik çivi gibi batar gözlerime. Rüzgâr artık okşayan değil, savuran, hırpalayan, ağaçların, çiçeklerin intikamını almaya gönüllü, biz de anlamakta gönülsüzüz. Kanıyor işte kelimeler, kanıksayamadığım bu. Düşünemiyorsun, öyleyse çürümüşsün.
Sanıyorsun ki buğulu camların arkası sonsuz boşluk, bulutların kapladığı gökyüzünde hiç güneş yok, zannediyorsun ki şu kara günlerin ardından iyi ve yenileri gelmeyecek. Yerin altını umuyorum, belki daha güzeldir. İnancım hayal kırıklığına uğramadan önce, daha afili cümleler kurabilirdim belki de, tıpkı eskiden olduğu gibi. O balonların bir daha uçamayacağındaki boşluğu tarif edemiyorum tıpkı o kuşların da bir daha uçamayacağını bildiğimdeki sessizlik gibi bazı hikâyeler, var ama hükümsüz, yargısız, öylesine duruyor.
Kıta değiştirilince masada unutulan kitap gibi şaşkınım, neyi yazabilmekten ziyade, neyi yazamadığını bilmek gibi bu daha önemli. Bazen sadece bir koku yetişir imdadına, seni bu zamandan koparıp, ta çocukluğuna götürür, o huzura, o tanıdık kucağa. Küçücük burnum var ve hep onun dediği oluyor, bu hiç değişmedi. Gelecekte olacak şeyler belliyse eğer, istemek, tutturmak, inat etmek neden? Umut boşuna çaba mı bundan bile şüpheliyim artık. Akışına bırakmak her şeyi tek şifa, tek teselli gibi, hoş bu kelimeleri de çok sevmiyorum ama diğer herkese benzemenin, dikkat çekmemenin ve araya kaynamanın şartı belki de bu.
İçimde tuhaf, anlaşılmaz bir üşüme var. Tüm bunları düşünmek bir tek benim aklıma gelmiş gibi bir yalnızlık, anlatsan anlaşılmayacak, söylesen mecalin eksik. Hiç özlemedim ben, özlemenin yükünü kuşlara, çiçeklere, sahile bıraktım. Özleyebilenlerin çabasına da hayranım. Benimle gülenleri unuttum da ağlayanları unutamıyorum halbuki çoğu için tam tersiydi. Güçlü duyguların delilikten geçtiğini anlamam çok zaman almadı. Durdun, saklandın, kaçtın, gittin, bekledin peki şimdi bulunduğun şu zamandaki kendinden memnun musun? Aklım uçuk bir pembede, öylece salınıyor, kalbim o iyot kokusunda parçalanıyor.
Özlemin, umudun yerini alan boşluk, bir daha asla eskisi gibi olamayacağını bilmenin rahatsızlığı, inancın zedelenmesi ve buna alışmış olduğun hâlde eskisinden daha fazla dokunmasındaki neden o boşluğun hiçbir zaman tamamlanmayacağı. İnsan kendi travmasına sahip çıkmalı. Tanıyordum bu dengesizliği ama sorumlusunu ayıramıyordum. Bazen var mıyım yok muyum farkına bile varamıyorum, bilincimin bana kötü bir şaka yaptığını biliyorum, ağrılarım olmasa varlığımı unutacağım. Ama yine de ağrının da hayırlısı, katlanılabilir olması, aniden çıkmaması ve dayanılır olması temennim. Dünyanın girişinde sanki; “gamsız girilmez” yazıyordu…
7 notes · View notes
ruhumkatran · 2 years
Text
Sarıldığım herkes boşluktu. Hakikat bundan böyle sadece yavanlıktan ibaret ki bu da kimsenin hoşuna gitmiyor, onun için bizi yarı yolda bırakana kadar, hayallere ihtiyaç duyuyoruz. Ölünce dünya da bize tatsız, soğuk ve yavan görünecek, tıpkı şimdi ölümün yabancılaştığı gibi. Yanlış yerlerimden katlanmış, kenarlarından zamanından önce kıvrılmış, kayıp bir harita gibiyim. Hâlâ inanıyorsunuz, cennet de soldu, bilmiyorsunuz. Yarınların da canı cehenneme gitti. Hayal kırıklıklarım şimdi bir çöp ev oldu, atmaya kıyamadıklarımla, saklamayla baş edemediklerimle. Hâlâ burada direnmek, yaşamı taklit etmekten başka bir şey değil. Dünya sadece şairlere kalmalıydı, sığ bir sudan çıkar gibi ayrıldım kendimden. Uzunca bir zaman geçtikten sonra yine kendimi yaktığım yerdeyim. Bu sefer küllerimden doğmayacağım, külleri savurup, o boşluğu da tamamlayacağım. Kendimi sessizce gömdüğüm yerde unutacağım.
Ölünce acıyı, acımayı, sızıyı bilmiyorsun. Hiç yaşamamış gibi oluyorsun. Öldüğünde senin yerine başkaları kanıyor aynı yerden, yok olan sensin ama artık sen değil, onlar azalıyor. Sen buradaki miadını doldurmuş, gününü tamamlamış, cezanı çekmiş oluyorsun. Unutuluyorsun, en çok da üzerine toprak atarlarken, su serperlerken unutuluyorsun. Hatırlanmak da bir cezaydı zaten, tamamlanıyorsun.
8 notes · View notes
ruhumkatran · 2 years
Text
Hünerli ve Hüzünlü
İçimin parkı yıkıldı
Çocuklar sustu
Manzara karmakarıştı, kafam gibi
Bahçede terkedilmiş sandalyelere masal anlatıyordum
Kimsesizliğin burukluğunu yaşıyorlardı yazlık masalar
Kahvaltılar hem hünerli hem hüzünlüydü
Bazı sokakların ilhamına düşüyordum
Düşünüyordum üşüdüğümü
Üstüm başım hüzün içinde
Yalnız yağmurda çıkan salyangozların evi gibi
İçim dertli, topsuz
Oynayamıyor çocuklar
Tatlı acılar da var
Yağmurun ilk damlaları gibi
İğne gibi batıyor
Saçlarımın kesik uçlarını hatırlıyorum
Bazı hatırlamaların, hatıralarla ilgisi yok
Yüzüme vuran güzel şeyler de var
Hatırı sayılır
Ansızın gelen rüzgâr
Saçlarımı kimseye bırakmıyor
Yüreğime, yüreksizliğime dokunuyor yağmur
Çok yenilmiş bir kalp buluyorum
Eski uykumun başucunda
Yepyeni bir uyuşukluk kaplıyor içimi
Daha evvelden anımsadığım
Yabancı gelmeyen, yalan masallara inanıyorum
Ellerimin titrediği son masal bu
Sen olmasan üçüncü şiire geçemezdim
Gözkapaklarımı taşımakta zorlanıyorum
Hangi yükün telâfisi olabilirdi bu
Geceleyin eve kaçışlarımı hatırlıyorum
Sonra evden gitmelerimi
Üzerime kendimden başka bir şey almayışlarımı
Bıkkın vedalarımı
Kimseye feda edemediğim düşlerimi
Bir atlas bohçada topladıklarımı
Çekmecemin benden fazla dert yükü olduğunu
Suskunluklarımı gözlerime yüklediğimden
Anlamının ağırlığı
Anlayamamaktan geçiyor biraz da
Gözkapaklarımın ağırlığı bir kaldırım taşı etmiyor
Bir tek kaldırımlar gitmiyor evine
Yemek kokuları anneleri hatırlatıyor
Ne kadar annesiz kaldı sokaklar
Bir annesi olsaydı sokakların
Sarıp, eve götürürdü
Küçük bir çocuk yola aniden atladığında
Bir anne kızması
Ne güzel bir güvendi
Sonrası korkunun yer açtığı delikler
Tutunamayışlar, ürpertiler
Kendimi kaldırımlara attığım
Ayakta duramayışımın yorgunluğu
Akşamdan kalmalarım birikiyor gözkapaklarımda
Biraz daha beklesem bir akşam daha geçecek
Evlerin tütmeyen bacalarından keder tütüyor
Bazı şarkıları anımsatıyor, bazı şeyler
Aynı anlamlara gelemeseler de
Beklenilen şeyler var
Adımın bin bir türlüsünü görüyorum
Anlamı bozulmuş
Anlamsızlığı bir sızı olmuş
Çocukluğumun mektuplarını okuyorum
Dilimde eski şarkılar
Aynı masalların yazılmadığı bir tereddüt geçiyor içimden
Zaman endişe saçıyor
Kendimi öldürebildiğim kadar öldürüyorum.
5 notes · View notes
ruhumkatran · 2 years
Text
Yazdıklarımı gözden geçirmeye kalktığımda, her satırda yatan birkaç ölü duyguya denk geliyorum, gündüz gözü kâbus görmek gibi bir şey, geceden daha çok, sayfalarca kâbus. Sanki bileğim, kesilmiş, kemiklerim kırılmış, ruhum kopmuş gibi ama hiçbir şey hissetmiyorum. İntiharıma biriktiriyorum tüm mutlu resimleri. Gözlerim çıplak baktığı için sokakları, ıslanmışlar. Yanlış değildi adımlarım, doğrusu bir yere varamadığımdı. Buradaki yanlış bu zamana kadar ölememiş olmamdı. Aynı şeyleri tekrardan yazınca, her defasında başka bir hikâyeye doğru gideceğine inanan katıksız itikatlıydım, saf suyun bir gün yolunu değiştireceğine olan inancı gibi. Nasıl anlatacağımı biliyorum ama nasıl kurtulacağımı bilemediğim kâbuslardayım. Boş şişelere anlam yükleyip, denize atabilecek kadar büyüdüm. Aynaya koşuyorum, kâbus değil de bu defa rüya görmek umuduyla, korkudan bakamıyorum. Hani bıraksam kendimi, içimden aşağıya, hiçbir yere varamam, koştuklarımla kalıyorum, arada düştüklerimle anılıyorum. Günün belli saatlerinde görünmeyip, unutulmuş, hiç rağbet görmemiş bir romanın en sıkıcı ve silik karakteri oluyorum geceleri. Sarhoş oldukça çekilmiyorum, kendimi taşıyamıyorum. Hayatta taşıdığım kadar acının yükünü, kilomun bilmem kaç katına çarpıp, bölmem gerekiyordu parçalarına, bilmiyorum. Aynaya baktığında; gözlerindeki doluluktan ayna taşar, duvarlara çarpma sesini duyarsın, yüzün kırılırken, içinden de bir şeyler tamir olmayacak şekilde parçalara ayrılır. Beynindeki öfke ve isyanla birlikte, hiç de durumuna uymayan bir tezatla, yanağında kurumayı unutmuş, alzaymır hastası bir gözyaşı vardır.
5 notes · View notes