Tumgik
#Değişim Sosyolojisi
lolonolo-com · 3 months
Text
Değişim Sosyolojisi 2023-2024 Final Soruları
Değişim Sosyolojisi 2023-2024 Final Soruları 1. Saint-Simon, toplumsal değişmeyi izleyerek, modern toplumu aşağıdaki kavramlardan hangisiyle adlandırmaktadır? A) Ahlak toplumu B) Bilim toplumu C) Sanayi toplumu D) Burjuva toplumu E) Sosyalist toplum Cevap : C) Sanayi toplumu 2. Max Weber’e göre değişik alanlarda gerçekleşen akılcılaşmaların birbirini destekler bir mahiyet kazanmasını sağlayan…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
hertaraf2023 · 1 year
Link
Prof. Dr. Ejder Okumuş dinin toplumsal rolü ve din-toplum ilişkileri üzerine çalışmalar yapan hocalarımızdan bir tanesi. Şu anda ASBÜ İslami İlimler Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdüren Ejder Okumuş, bu çerçevede İslam düşünürlerinin sosyal teorisi, Kur'an'da toplumsal konular, İslam ve toplumsal değişim gibi birçok konuyu eserlerinde ele alarak bu alana zengin katkılar sundu.
0 notes
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Bu gemi nereye gidiyor arkadaş?
Birkaç yıl önce memlekette şahit olduğum bir diyaloğu başlarken ansam belki bir parça meselenin açılmasına yardımcı olacak. Deneyelim: Efendim, bir dost ziyaretindeyiz, iki akraba konuşuyorlar. Ben dinleyiciyim. Konuşanlar neredeyse emsaller. Çocukluğundan beri İstanbul'da yaşayanı diyor ki: "Hayvanları falan satmışsınız?" Diğeri cevap veriyor: "He, başedemedik, sattık." Devam ediyor diğeri: "Nasıl başedemediniz?" Öteki kızgınlıklıkla söyleniyor: "Hanım uğraşmak istemiyor. Ben de yetişemiyorum. Sattık mecburen." İstanbullu gerilimi sezdi. Sever böyle şeyleri. Üzerine gidiyor: "Ne demek uğraşmayı sevmiyor yahu? Öyle rahatlık var mı? Sözünü geçiremiyor musun?" Bu sefer köyde yaşayan dökülüyor: "Şehirli kızlar böyle. Sıkıya gelemiyorlar. Köyde yaşadığına şükrediyoruz." İstanbullu: "Bulamadın mı köyden bir kız?" En nihayet bizimki isyanı patlatıyor: "Köyde kız mı kaldı ki gardaş? Hepsini siz alıyorsunuz. Onlar da şehirde yaşaması kolay diye hemen varıyorlar." Efendim, bu diyaloğun arkaplanına dair bir-iki şey de ben deyivereyim ki, mesele iyice vuzuha kavuşsun. Sivas'tan İstanbul'a göçenler, eğer delikanlının aklı İstanbul'da çelinmemişse, gelinlerinin memleketten almaya özen gösterirler. Neden? Hem kültürel anlamda aileye daha iyi uyum sağlayacağını düşünürler hem de kırsalda büyüyen kızlar çalışkandırlar, hamarattırlar, evhanımı olmaya yatkındırlar. Bu yüzden anneler oğlanın aklı bulanmadan memleketle irtibatı kurup sağda-solda ideal eş adaylarını yoklarlar. Bu durum kız tarafı için de sevindirici olabilir. Zira bazı ebeveynler de kızlarının şehirde yaşamasının rahat edeceği anlamına geldiğini düşünürler. En azından köydeki/kırsaldaki zahmetli işler oralarda yoktur. Diğer yandan bu durum bir tür 'sınıf atlama'dır da. Prestijlidir. Velhasıl İstanbul'a gelin gitmek muteberdir. Allah mutlu-mesud etsin, hepsi iyidir-hoştur da, memlekette doğup büyüyen erkeklere ne olacağını kimse düşünmez. Köydeki kızların şehirlere birer-ikişer gelin gitmesi köyde yaşayan delikanlıyı şehirden kız almaya mecbur eder. Alabilirse tabii. Köy hayatı zor olduğundan şehirli kızların çoğu zaten başta vetoyu basar. Ya şehre taşınılacaktır yahut da bu iş olmayacaktır. Ha, hep böyledir demeyelim, hasbelkader ikna olanlar da vardır. Fakat onlarda da yukarıdaki durum geçerli olur. Kız böylesi işlere alışık olmadığından ve o yaştan sonra adabte olmak da hiç kolay olmadığından veyahut da bu durum çevresi tarafından bir 'düşüş' olarak değerlendirildiğinden, elini işlere katiyyen değdirmez. Bu durumda erkek de yavaş yavaş tavsamaya başlar. Genelde de bu aile ilerleyen yıllarda tası-tarağı bırakıp şehre taşınır. Böyle yazdığımda gülünecek belki ama Türkiye'de tarım-hayvancılık konusunda başlayan gerilemenin sebeplerinden birisi de budur. Köylü sınıfı giderek erimektedir. Bu sadece toplumsal bir sınıfın değil bir (ç)alışkanlık sınıfının da yokoluşudur. Ben lise bitene kadar memlekette yaşamama rağmen iddia ederim: Beni köyde bir sene işe koşun bir dahaki seneyi görmem. Bohçamı alır kaçarım. Halbuki hepten de bu işlerden habersiz değilimdir. Bir de şehirde doğup büyüyenlerin halini düşünün. Evden okula yürürken dahi ceptelefonu elinden düşmeyen hanımkıza ineğin memeleri nasıl tutturulacaktır? Süt sağılırken aynı anda yazışılmaz ki. Peki ben bunu nereye bağlayacağım? Becerebilirsem son zamanlarda üzerine çokça konuştuğumuz İstanbul Sözleşmesi vs. bağlamına çekeceğim. Evet. Öncelikle iktidarda geçen 17 yılın ardından şunu artık kabul etmek gerektiğini düşünüyorum: AK Parti toplumu dönüştürmekte etkisiz kalmıştır. Çünkü zaten böyle bir misyon da gütmemektedir. İmam-Hatipleri çoğaltmak ve okullardaki müfredata bir-iki küçük dokunuş yapmak dışında mevcut hükümetin geniş çaplı bir bilinçlenme/şuurlanma hamlesi yaptığını düşünmüyorum. Ha, süreç boyunca başına gelen işlerden dolayı rahat rahat bunu oturup çalışabildiğini de düşünmüyorum, fakat sonuçlar da ortada. Sokaklardan durumu okuyabiliyoruz. Dönüştüremiyoruz, aksine, dönüşüyoruz. Birçok sebebe bağlanabilir bu durum ama bunlardan en önemlisi, kanaatimce, iktidarın 'ihya etmek' istediği belirgin bir 'itikad'ın olmayışıdır. "Ne sünniyim ne şiiyim!" tarzı libe-müslim söylemler bir ölçüde siyaseten anlaşılır olsa da sahada bu belirsizliğin inşa edeceği hiçbir gerçeklik yoktur. Gerçekler belirsizlikler üzerine inşa edilmezler. İdeolojik anlamda çerçevelerden yoksun kalış, amaçlanan suya-sabuna dokunmamaksa, muteber olabilir. Fakat suya-sabuna dokunup 'dindar bir nesil' yetiştirecekseniz, bunu, 'neye inanılıp neye inanılmayacağını' alabildiğine flû bırakarak çözemezsiniz. Dindar bir nesil yetiştirmenin öncesi elbette ve mecburen bir itikad hamlesidir ve itikad da belirsizlik kaldırmaz. Konuya dair okumaları olanlar bilirler: İmanından bahsederken bir mü'minin 'inşaallah' demesi bile caiz değildir. "İnşaallah müslümanım!" denilmez. "Elhamdülillah müslümanım!" denilir. Bunu demekle de "Topluma itikad dayatalım!" zoruna girmiyoruz. Fakat birşeyler de tebliğ edebiliyor olabilmemiz lazım. Eğer AK Parti İstanbul seçimlerinde yaşadığı düşüşü hayra yormuyorsa, ki yorulacak birşey olduğunu sanmıyorum, bunu sadece ekonomik nedenlere bağlamamalıdır. Nihayetinde her yeni nesille birlikte Türkiye'nin sosyolojisi değişiyor ve bu değişim pek müsbet tarafa doğru görünmüyor. İstanbul'da şöyle bir sokakları dolaşınca bunu tayin/tesbit edebilmek mümkün. Oy verme yaşını aşağıya çekmenin de, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'akıldan ziyade hislerini dinlemeye yatkın' gençleri sandığa daha çok taşıdığı ortada. Onların iradeleri sandığa geldiğinde de işlerin akışı değişebiliyor. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan veya bir başka komedyenin hakikat lansesi Tayyib Erdoğan'dan daha etkili olabiliyor. Üstelik 15 Temmuz'dan sonra iş daha da saçma bir hal aldı. Yargılamalarda yaşanan faciaları bir kenara ayırıyorum, dönüşü de yok onların, 15 Temmuz'dan sonra AK Parti'nin tam olarak hangi ideolojinin arkasında durduğunu tesbit edebilen var mı? İzmir'deki adayı neredeyse meyhaneye gidip "Maşaallah!" çekecek, başka bir yerdeki adayı başka bir halde, kimsenin söylediği diğerini tutmuyor, bin başlı bir dev gibi. Hatta, işin en "Yok artık. Bu kadar da olmaz. Buraya da varmaz!" dediğimiz kısmı, yani Mustafa Kemal hakkında hasbelkader bir eleştiri dile getiren olursa, onu da içeriye alıyorlar artık bu iktidarda. Tamam, hepimiz aynı gemideyiz de, gemi nereye gidiyor arkadaş? Oy kullanmaya başladığından beri AK Parti'den başka bir yere oy vermemiş birisi olarak söylüyorum: Geminin tam olarak nereye gittiğini söyleyebilen var mı? Şimdi dindarların, bin maşaallah, hep bir ağız İstanbul Sözleşmesi'ne verdiği tepkinin arkasında da bu var. Bakınız, 44'e-54 fark attı Ekrem İmamoğlu. Ankara düştü. Büyükşehirler düştü. Hakkınızda hüsnüzan eden insanların sormak hakkıdır: Bu gemi nereye gidiyor? Evet. Bir kitapta okumuştum da çok hoşuma gitmişti. Yazar şöyle birşey diyordu: Bu ülkede okullar CHP seçmeni yetiştirir. Sonra onlardan gözü açılan olursa başka partilere verir. Şu an okullar hâlâ bu vaziyette. Çünkü cesurca bir meydan okuma yok. Bir karşına alma yok. MEB'in Kemalist endoktrinasyonundan geçmiş gençlerin hasbelkader Erdoğan'ın kaşına-gözüne âşık olup fikir değiştirmesini umuyoruz. Olmuyor böyle birşey. Hatta, işte tepki verilen şeylerden birisi, hükümetin kanatları altında yürüyen çalışmaların da diğer sosyolojiyi besleyen tarafları var: "Batı'da yapıyorlar biz de yapalım!" Yapıyorsun da, sonuçları ne oluyor, buna dair hiç okuma yapıyor musun? Yapanlara kulak veriyor musun? Yusuf Kaplan'ın dikkat çektiği şey de bu biraz. Hâkim söylemin gölgesine sığınan böylesi çalışmaların bildiğimiz dalı kesmekten farkı yok. Ötekinin ocağına odun atmalar bunlar. İnşaallah geç olmadan uyanırız. Tevfik ise Allah'tandır. Köyler iyiden iyiye boşaldı. Bari sandıklar boşalmasın.
1 note · View note
yorumcalar · 3 years
Photo
Tumblr media
KORONA SOSYOLOJİSİ
Topluma, dolayısıyla insanlara faydalı olmak faziletli örnek bir davranıştır. Kendini toplumdan ayrıştırmış, beşeri ilişkilerini kesmiş biri, inancımıza göre ideal bir yaşam sürmemektedir. 
Sanıyorum, hiçbir inanç bu çeşit bir yaşam biçimini tasvip etmemektedir. Zira; fıtratımız da buna uygun değildir.
Maalesef içinde bulunduğumuz koşullar itibariyle, her birimiz ayrı ayrı bu sorunla karşı karşıyayız. Korona nedeniyle bir yanda sağlık, diğer yanda toplumsal hayatımızla karşılıklı bir tercih arasında sıkışıp kaldık. Sadece bireysel irademize yönelik tercih durumu, söz konusu değil, tabi. Zaman zaman yasaklar, kurallar, zorunluluklar vs içinde bulunduğumuz açmazın daha da genişlemesine vesile oluyor.
Yeni dünyanın hazin kurgusu tüm hızıyla hafriyatını almaya devam ediyor. Korona ile başlayan süreç üzerine eklenen insanlığı dönüştürme iddiasından zerre kadar taviz vermiyor. Her şey yolunda ilerlerken, gidişatı bir gereklilik olarak gören ülkeler ve halkları da talimatlara hazır şekilde harfiyen uyuyor.  
İnsan sosyal bir varlıktır.
Karıncalar ve arılar gibi topyekun sosyal bir zekaya sahip olmasak da bu gidişatın hayatın normal akışına pek de uygun olmadığını görüyoruz. Birlikte karar verme konusunda, yeterince isabetli sonuçlar alamasak da birbirimize muhtacız. Çok zorda kalırsak zaruret halinde, yalnız da hayatta kalma ve kalan hayatımızı idame etme becerisine sahibiz.
Korona öncesi, sosyolojik açıdan güçlü bir pozisyon alamamış olmamız, salgına karşı da genel bir aksiyon geliştirememize neden olmuştur. Yani sosyal hayatı yeterince sosyalleşerek yaşamadığımızın bir delili bu. Bugünlerde ise daha yalnız, daha bireysele yönelik bir motivasyon içerisinde olduğumuzu görüyoruz. Akrabalık, komşuluk ve diğer sosyal örgülerimizle olan ilişkilerimiz neredeyse bitmiş durumda.
Dahası çekirdek aile içerisinde sıkışık, neredeyse her birey kendi odasında, kendi dünyasını inşa etme çabasında. Gerek dünya sistemi, gerekse kamu otoritesi bu yönde gelişen süreci analize ihtiyaç duymadan desteklemeye devam ediyor. Tersine hiçbir gayretin olmadığını müşahede ediyoruz.
Durumdan vazife çıkarma alışkanlığımız en büyük zaafımız ve başa gelen bu musibetlerin de suyu yönünde hareket etmemize neden oluyor. Bunlar mevcut dünya paradigmasının bize dayattıkları doğru olduğuna inandırdığı ve uygulattığı davranışlardır. Günümüz medya, siyaset ve finans bileşiğinde sürüklenen birey ve toplum, bilincinde kendi doğrusunu üretme konusunda çamura saplanmış ve bundan çıkabilme aklını ortaya koyamamaktadır. Bu alışkanlıkların oluşturulma sürecindeyse edilgen bekleyişin kurbanı olmuştur.
Korona ile hızlanan bireyselleşen hayatlarımız, toplumsal yaşam alanlarının tümünü değiştirecek görünüyor. Meslekler, ticari faaliyetler, eğitim sistemleri, medya ve kişisel bakıma kadar değişime uğruyor hatta dönüşüyor. Bireyin izole bir yaşam sürme zarureti, tercihe dönüşüyor. Daha az emek karşılığında daha kolay bir yaşam konsepti iyice oturuyor.
İnsanın kılığı, kıyafeti, edebi, görgüsü, prestiji vs karşısındaki kişi ya da topluma olan saygısından ileri gelen davranışların olgunlaşmış halleriydi. Temsil, giyim, kuşam, kişisel bakım, tesettür vs bunun için vardı. Mesleki tercihlerin birçoğu bu doğrultuda gerçekleşiyordu. Topluma, insana ve insanlığa hayra vesile olma nedenlerimiz gereğiydi. Tabi ki mesleki tercihlerimiz ve sosyal faaliyet alanlarımız bitmiş değil. Korona sosyolojisiyle birlikte minimize hal almış, bir adım ötesindeyse hedeflenen siber yaşam formuna geçişle birlikte yok olma tehdidini hissettirmektedir.
Bu şartlar göz önünde bulundurulmalıdır. Makro ve mikro düzeyde sosyal planlamalar yapılmalıdır. Bilinçli ve vicdanlı sosyologlara ve toplum bilimcilere hiç olmadığımız kadar ihtiyacımız var. Siyasetin ve siyasetçinin bugüne kadar alıkoyduğu, sosyoloji ve toplum bilimcilerin sahasını ise artık sosyal bilimcilerimize terk etmeleri mecburi hale gelmiştir. Bu zorunluluk en az sağlık hizmetleri mesabesindedir.
Korona süreci ve sonraki dönemi maddi ve manevi kazanımlarımız yönünde en az kayıpla geçirebilmek için radikal kararlar almak ve toplumu yeniden inşa etmek durumundayız.
Selam ile
Sadık USLU
0 notes
siyahbeyazmelodi · 7 years
Note
Sinema ve sosyoloji nedir içeriği nasıldır bir bilginiz var mı acaba seçmeli derslerimde bulunuyor beni aydınlatabilir misiniz
Sosyoloji toplumun genel olarak tüm işlevlerini araştıran bir toplumbilimidir. Sinema ve sosyoloji dersinde de büyük ihtimalle sinemanın toplumdaki kökenini, gelişimini, işlevini ele alacağınız, genellikle düşündüren bir ders olacaktır sizin için eğer seçerseniz. Sinema tarihte adım adım ne şekilde ilerlemiş, bu ilerleyişler topluma nasıl yansımış, ne gibi etkilerde bulunmuş, toplumda nasıl bir değişime sebep açmış, bu değişim hangi olumlu-olumsuz sonuçları ortaya çıkarmış vs. gibi birçok açıdan ele alınabilecek konular var. Sinema ve sosyoloji dersini almadım fakat ... ve sosyoloji/sosyolojisi gibi derslerin işleyişleri aynı olduğundan fikir yürüttüm. Sosyoloji toplumu doğru şekilde anlamaya, anladıkça bir şeylerin oturmasına, doğru düşünmeye sevk etti. Biraz düşünmeye meyilliyseniz size de yarar sağlayacaktır.Umarım yardımcı olmuşumdur :)
1 note · View note
kitapindiroku · 6 years
Text
Musiki İnkılabı'nın Sosyolojisi & Klasik Türk Müziği Geleneğinde Süreklilik ve Değişim Kitabı pdf indir pdf indir
Musiki İnkılabı’nın Sosyolojisi & Klasik Türk Müziği Geleneğinde Süreklilik ve Değişim Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp Cumhuriyet kurulduğunda geleneksel sanatlar arasında toplumun geniş kesimlerinin canlı bir şekilde sürdürmeye devam ettiği belki de tek sanat müzikti. Gerek Batılılaşma karşısındaki direnci gerekse Osmanlı-Şark kimliğiyle özdeşleştirilmiş olması klasik Türk müziğini yeni Türk Devletinin doğrudan hedefi haline getirdi. Ne var ki, resmi kurumlarda dışlanan, devlet destekli basın kampanyaları aracılığıyla her fırsatta aşağılanan 1926’da eğitimi, 1934-36’da ise radyolarda icra edilmesi yasaklanan klasik Türk Müziği, tüm bu baskılara karşı varlığını sürdürdü, hatta toplumsal tabanını daha da genişletti. Bu çalışma klasik Türk müziği geleneğinin, ayakta kalmayı nasıl başardığının, Batıcı politikalar karşısında ne tip uyum ve direnç örüntüleri sergilediğini ve bunların sonucunda nasıl bir dönüşüm geçirdiğini incelemektedir.
Musiki İnkılabı'nın Sosyolojisi & Klasik Türk Müziği Geleneğinde Süreklilik ve Değişim Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
herkesicinmimarlik · 7 years
Text
Görünmez | Buluşma#1
“Kolektif”  Konuşmacılar:  Begüm Özden Fırat, Senem Doyduk
5. yıl etkinliklerimiz kapsamında 7 Şubat 2017 Salı günü “Kolektif” başlığı çerçevesinde gerçekleşen Buluşma #1, Begüm Özden Fırat ve Senem Doyduk’un konuşmaları ve sonrasında soru-cevap-tartışma ile ilerleyen iki bölümden oluştu.
Sosyolog Begüm Özden Fırat'ın kolektif kavramına geniş açıdan bakan, farklı örneklerle beslenen sunuşunun ardından Mimar Senem Doyduk da üyesi olduğu Mimar Meclisi’nin bu kavrama bakışını yaptıkları çalışmalar üzerinden anlattı.
Tumblr media
Begüm Özden Fırat, 16. yy’da İngiltere’de kullanılmaya başlanan kolektif kavramının zaman içerisinde geçirdiği anlam dönüşümlerine ve kavramın günümüzde işaret ettiği örgütlenme biçimlerinin 1970′lerden sonra zihinlerde yer etmeye başladığına değinerek söze başladı. Özgürlükçü düşünce ve eylem arayışlarındaki kolektiflerin dayanışma, ortaklaşma, elbirliği, demokrasi, yataylık, katılım, eşitlik, otonomi, cevap verilebilirlik, temsiliyet karşıtlığı gibi ilkeler etrafında bir araya gelebildiklerini aktaran Fırat, sanat alanında ortaya çıkan birçok kolektifin yanı sıra neoliberal sistemin (son dönemde daha da doğrudan) araçsallaştırdığı mimarlık ve şehir bölge planlama alanlarında da bu tip yeni yaşantı formu arayışların arttığını belirtti.
Fırat konuşmasının devamında mevcut pratiğin etik, üretim biçimi ve yapılan işlerin sonuçları açılarından toplumsal alanda yarattığı gerilimi onarmaya ve uzman bilgisini dışarıya doğru açarak yeni toplumsal durumlar yaratmaya çalışan bu arayışlarda kullanılan katılım, dayanışma gibi kavramların içinin pek doldurulmadığını da belirtti. Kolektif grupların bileşenleri ve çalışma alanlarındaki bireyler arasında gerek mesleki gerek tecrübe iktidarını yok saymanın iktidar olgusunun kendisini mistifiye ettiğine, böylece iktidar olmama halinin bir arzu nesnesine dönüştüğüne, bu olguyu yok saymadan onun neye dönüşeceğine karar verilmesi gerektiğine değinen konuşma, Fırat’ın kendi saha deneyimlerinden örneklerle sona erdi.
Tumblr media
Senem Doyduk, konuşmasını üyesi olduğu Mimar Meclisi’nin kolektif kavramına bakışını aktaran ve Mimar Meclisi üyelerinin birlikte hazırladığı metin üzerinden gerçekleştirdi. Öncelikle Küçük Armutlu Mahallesi’nde gerçekleştirdikleri çalışmalara değinen Doyduk, kurulduğu günden bu yana yıkımlar yaşayan mahallenin kentsel dönüşüm yasası neticesinde uğrayacağı değişime karşı mimarlar olarak ne önerebilecekleri sorusuyla yola çıktıklarını söyledi. Küçük Armutlu için açılan yarışma sürecini aktardıktan sonra Mimar Meclisi’nin genişleyen halkalardan oluşan ve sadece merkez çekirdeğin kararlarıyla hareket etmeyen yapısından bahseden Doyduk, yaptıkları işlerde değişmeyen anlayışın halk için mimarlık yapmak olduğunu belirtti. İstanbul ve Anadolu’da yoksul mahallelerde çalışan Mimar Meclisi’nin kolektifliği sayısal bir durum olarak görmeyişini, bir arada olup karşılıklı öğrenilen, işin yapılmasının değil işin neden yapıldığının anlatılmasının önemini vurgulayan konuşma bunun bir yardımseverlik olmadığına ve benlerin silinmediği bir biz inşasının gerekliliğine de değindi.
Tumblr media
Soru-cevap bölümünde mimarın pratiğinin kolektif işlerdeki yeri, öznesizlik durumunun mümkün olup olmadığı, kolektif ve halk tanımlarının kapsamı, iktidar olgusunu dönüştürme yöntemlerinin neler olabileceği konuları üstüne tartışmalar gerçekleşti.
Buluşmanın ses kaydını aşağıdaki bağlantılardan dinleyebilirsiniz. Serinin bir sonraki buluşmasını 7 Mart 2017 Salı günü “gönüllülük” kavramı üzerine gerçekleştirmeyi planlıyoruz.
*Begüm Özden Fırat, (Doç. Dr.-Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü). Kent ve kültür sosyolojisi, görsel kültür çalışmaları ve toplumsal hareketler alanlarında çalışmaktadır. Commitment and Complicity in Cultural Theory and Practice (Palgrave/Macmillan, 2009) ve Cultural Activism: Practices, Dilemmas, Possibilities (Rodopi, 2011) ve Küresel Ayaklanmalar Çağında Direniş ve Estetik (İletişim, 2016) kitaplarının editörlerindendir.
*Senem Doyduk, Sakarya Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nde çalışmakta. Restorasyon uzmanı. Mimar Meclisi üyesi. Önemsediği işleri: Tarsus Makam-ı Danyal Müze Cami Restorasyon Projesi, Girne Akhiropitos Manastırı Renovasyonu Projesi, Küçük Armutlu Yerinde ve Yerlisiyle İyileştirme Mimari Proje Yarışması
Ses kaydı 1. bölüm
Ses kaydı 2. bölüm
1 note · View note
kontra292 · 4 years
Text
EN BÜYÜK KORKUM
  Korku, insanoğlunun merkezi duygularından biridir ve psikolojide en temel insani duygulardan biri olarak kabul edilmiştir. İnsanoğlunun tarih sahnesinde var olduğu tüm süre boyunca korku duygusu da var olmuştur ve insanlığın günümüze dek uzanan serüvenine yol veren çok önemli bir etken olmuştur. Hatta korkunun içgüdüsel olması hasebiyle insanın koruma mekanizmalarını aktive eden bir duygu olduğunu düşünürsek insanlığın belki var olma sebebi değil ama hayatta kalma sebebi diyebiliriz. Genetik kodlarımıza yazılı olan bu içgüdüsel duygu evrensel olmakla birlikte odak noktası değişkenlik gösterebilir. Bazı kültürel yapılarda cin, peri gibi kavramlar korkuya sebep olabilirken bazılarında ise bir mana ifade etmeyebilir. Hayatımızda bu kadar önemli bir yere sahip olan bu duyguyu tarihi, sosyolojik, psikolojik, hukuki vb. birçok açıdan ele alabiliriz. Bu yazımda ise korkuyu daha çok toplumumuzun kadın psikolojisi ve sosyolojisi üzerinden ele alacağım.
  Üzülerek belirtmeliyim ki kadın ve erkeğin eşit şartlara sahip olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Daha üzücü olan ise kadın erkek eşitliğine inanmayan insanların bir hayli fazla olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Takdir edersiniz ki ikisi farklı konular ve değişim inançla başlar. Bu durumun değişmesi için önce inançların değişmesi lazım kafalardaki zihniyetlerin değişmesi lazım. Kadın ve erkeğin fizyolojik olarak birbirine denk olmaması  bir gerçek lakin sahip olunan haklar bazında düşünürsek ikisinin de eşit olması lazım hatta  bazı konularda kadına daha fazla hak verilmesi lazım gerekir ki buna da adalet denir. İş dünyasında kadınlara doğum öncesinde ve sonrasında verilen gebelik izni veyahut mesai saatleri içinde yine çalışılmış gibi sayılan kadına verilen emzirme izni buna örnek olarak gösterilebilir. Türkiye’de hukuk sistemi açısından baktığımızda kadın ve erkek arasında bariz bir eşitsizlik vardır diyemeyiz. Kanunlarımızın kadın haklarını yeterince gözettiği kanısındayım lakin bunların uygulamasında birtakım aksaklıklar vardır. Burada da basın ve medya çok önemli bir rol oynamakta ve özellikle toplum vicdanını ciddi manada yaralayan olaylarda bunu kamuya duyarak gereğinin yapılması hususunda hayati bir görev ifa etmektedir.
  Bunlarla beraber asıl değişmesi gerektiğinde inandığım, kadınların toplumumuz içerisindeki asil korkusu diyebileceğim husus ise zihinlerdeki kadın algısıdır. Kadın denilince ikinci sınıf insan algısı oluşabilmekte ve erkek egemen bir toplumda erkeklerin izin verdiği ölçüde kendine yer edinebilen bir insanmış algısı oluşmaktadır. Kısacası kadın bu toplumda istediği konuma gelebilmek için karşı cinslerinden iki kat daha fazla mücadele etmek zorunda, daha doğrusu daha fazla mücadele etmek mecburiyetinde bırakılmaktadır. Bu yüzden birçok kadın hayallerinin daha yakınına bile yaklaşamadan sönüp gitmekte ve belki de toplum nice kadın değerden istifade etmekten yoksun bırakılmakta. Aslında bir nevi toplum kendi ayağına sıkmakta ve kendi gelişimi ve insiyatifi için gerekli olan değerleri hiçe saymakta. Bu asla kabul edebileceğimiz bir olgu değildir ve mücadelemizin yegane hedefi de zihinlerdeki bu ikinci sınıf, zayıf, aşırı duygusal kadın imajını yıkmak olmalıdır; toplumumuzdaki kadınların bir işi beceremez algısını yıkmak ve kadınlardaki toplumsal yaşamda tutunabilme korkusunu yok etmektir.
Esra Etli
11624062
0 notes
sizekitap · 5 years
Text
Bauman ve Postmodernite
0
Bauman ve Postmodernite Ahmet Ayhan Koyuncu Çizgi Kitabevi Yayınları
Modernitenin önemli bir eleştirmeni olan Zygmunt Bauman (1925-2017), kimine göre postmodernitenin sosyoloğu kimine göre modernlikten kopmamış bir düşünürdür. Sosyolog Bauman’ı postmodern olarak nitelemek literatürdeki pek çok eserde görülmektedir. Ancak bize göre Bauman’ı bir postmodern düşünür olarak tanımlamak indirgemeci bir yaklaşımdır. Bu anlamda kendisi de postmodernite kavramının yanlış bir kullanım olduğunu, doğrusunun “akışkan modernite” olması gerektiğini ifade etmektedir. Bu tanımlama/durum, Bauman’ın fikri dünyasında meydana gelen değişim ve dönüşümlerin bir sonucudur. Bauman, yazınsal süreçlerde yaşadığı ya da izlediği modernleşme serüveninde akışkan sosyolojik bir seyir izlemiştir. Fikri muhayyilede akışkan sosyoloji gibi akışkan bir Bauman ile de karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Bu yönelim abartılı bir yaklaşım olmakla birlikte meselenin özünü yansıtıyor gibidir. Çünkü tecrübelerinin onun sosyolojik düşüncesinin temaları ve terkibi üzerinde etkisi olmadığını tahayyül etmek neredeyse imkânsızdır. Bauman, bu bağlamda 90 yıla yaklaşan uzun ömrüne pek çok eser sığdırmış ve Holocaust, modernite, postmodernite, kapitalizm, küreselleşme, özgürlük, yoksulluk, sosyal teori, kimlik, etik, akışkanlık ve belirsizlik gibi pek çok sosyoloji ile ilgilenmiştir. Bu çalışma, sosyolog Bauman’ın bu dolayımda yer alan postmodernite yaklaşımına dair giriş mahiyetinde bir kavramlar sosyolojisi olarak okunabilir.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://sizekitap.com/sosyoloji/bauman-ve-postmodernite/
0 notes
lolonolo-com · 5 months
Text
Değişim Sosyolojisi 2023-2024 Vize Soruları
Değişim Sosyolojisi 2023-2024 Vize Soruları 1. Adam Smith’e göre toplumsal ilerlemenin ikinci safhasında aşağıdaki aşamalardan hangisi yer almaktadır? A) Hayvancılık B) Tarım C) Ticaret D) Avcılık E) Dinlerin Doğuşu Cevap : A) Hayvancılık 2. 19. yüzyılda Evrim Teorisini sosyal alana uygulayan düşünür aşağıdakilerden hangisidir? A) Immaunel Kant B) Auguste Comte C) Herbert Spencer D) Charles…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
guncelpdfindir-blog · 6 years
Text
Sosyoloji-Sosyal Bilimlere Alternatif Bir Yaklaşım
Sosyoloji-Sosyal Bilimlere Alternatif Bir Yaklaşım Sosyoloji Nedir?, Sosyoloji ve Davranış, Sosyolojide Temel Kavramlar, Sosyolojinin Metodu, Türkiye’de Sosyolojik Düşünce, Batıda Bilim ve Medeniyet, medeniyetlerarası Çatışma Teorileri ve Tarihin Sonu Üzerine Sosyoloji-Tarih Münasebeti, Toplu, Kültür ve Medeniyet, Değişim Sosyolojisi, Modernleşme, İslam Toplumu ve Değişim, Ekoloji ve Sosyal Hayat, Şehir Sosyolojisi, Siyaset Sosyolojisi, Sosyal Devlet Anlayışının Tahlili, Yönetim Sosyolojisi, Gençlik Sosyolojisi, Eğitim Sosyolojisi, Endüstri Devrimi ve Endüstri Sosyolojisi, Aile Sosyolojisi, Ahlakın Sosyal Yönü
Sosyoloji-Sosyal Bilimlere Alternatif Bir Yaklaşım
0 notes
belkidebirharfimben · 2 years
Text
Kadir Mısıroğlu neden “Keşke Yunan galip gelseydi!” dedi?
Kadir Mısıroğlu merhumun çokça suistimal edilen bir cümlesi var: "Keşke Yunan galip gelseydi!" İfadeyle böyle 'bağlamından kopuk' muhatap olmadığınızda, yani konuşmasının önünü-sonunu da dinlediğinizde, ne demek istediğini gayet net anlıyorsunuz. Fakat kemalist-ulusalcı taife 'hakikati ortaya çıkarmaya' değil 'linç etmeye' malzeme aradığı için işin o kısmıyla ilgilenmiyor. "Nihayet cerbeze yapacak bir sermaye elime geçti!" diye yamyam tamtamına başlıyor. Onları geçelim. Enerjimizi israf etmeyelim. Biz hâlâ şifası mümkün olanlara bakalım. Evet. Merhum Mısıroğlu manaca demek istiyor ki orada: Tek Parti döneminde bu ülkenin müslüman kimliğinde öyle tahribatlar yapıldı. Öyle zararlar verildi. Öyle yaralar açıldı ki... Yunan galip gelse bu kadarını yapamazdı. Hem bir işgal gücü olarak yapmaya cesaret edemezdi. Hem de zaten müslüman halkın cihad ateşi mağlubiyetle sönmeyeceği için yine hürriyetini ellerinden kurtarırdı. Böylesine gafil avlanmazdı. İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken bu mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor. Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor: "Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler. Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor. İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar." Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.
1 note · View note
ebookindiroku-blog · 6 years
Text
Çalışma Sosyolojisi Ebook
Çalışma Sosyolojisi Elinizdeki eserde Serkan Güzel, geniş bir literatür çerçevesinde Türkiye’de yaşanan endsütrileşme sürecinde tekno-ekonomik alan ile toplumsal ve kültürel alanların birbirinden ayrı ele alınamayacağını özgün bir model geliştirerek ortaya koymaktadır. Tekno-ekonomik gelişmelerin her geçen gün etkisini daha fazla hissettirdiği toplumun sosyolojik olarak araştırılmasında ve anlaşılmasında bu tür eserlerin kaydadeğer bir yeri vardır. Güzel araştırmasını öncelikle sosyolojide “kuramsal kayma” diyebileceğimiz bir sorunsal çerçevesine yerleştirmektedir. Bu anlamda, kuramsal ilgisini “yapı”, “düzen”, ve “sistem” gibi “büyük kurgular” temelinde ortaya koyan naturalistik yaklaşımlar yerini bireyin etkileşim ve ilişkilerinin önem kazandığı hümanistik yaklaşımlara bırakmakta, böylece “gündelik yaşam” gerçekliği sosyolojide giderek artan araştırmaların konusunu oluşturmaktadır. Kuramsal alanda ortaya çıkan bu değişme aynı zamanda toplumun tekno-ekonomik ve buna bağlı olarak kültürel alanlarında meydana gelen gelişmelerle ilgilidir. Güzel’in ortaya koyduğu gibi, endüstriyel gelişmenin ilk aşamasında “iş yaşamı” daha çok “geçim sorunu” ile sınırlıyken, zamanla sosyal, kültürel, psikolojik boyutları da kapsayan bir değişim geçirmiştir. “İş yaşamı” ile “iş-dışı yaşam” alanlarının birbirinden ayrıştırılması hem son derece güçtür, hem de gündelik yaşam gerçekliğinin birbiriyle ilişkisi olan farklı alanlarının bütünlüğünün anlaşılmasını zorlaştırır. En önemlisi, işçilerin bilinç ve pratiklerinde bu bu iki alan içiçe geçmiş olarak bulunur. Daha özel olarak fabrika işçisinin makinelerle çalışma biçimi, onun iş-dışı yaşamında da yansıma bulur ve onu daha “dakik”, “planlı”, “hesaplayıcı” ve “üretken” hale getirir. Bu eserde Serkan Güzel, işçi bireylerin modernleşmesinde etkili olan sosyal ve demografik değişkenleri iş yaşamı ve iş-dışı yaşam bağlamında “Huğlu Av Tüfekleri Kooperatifi” araştırmasıyla ele almakta ve zanaatkârlıktan fabrika işçiliğine geçiş sürecini anlamamıza yardımcı olacak sosyolojik bir model sunmaktadır. Türkiye’de endüstriyel gelişmeye koşut olarak zanaatkâr atölyesinin fabrikaya dönüşmesinin diğer toplumsal ve kültürel olgularla da yakından ilişkili olduğu dikkate alındığında bu model bilgi birikimimize önemli bir katkı sağlamaktadır.
Himmet HÜLÜR
Çalışma Sosyolojisi Ebook
0 notes
Text
Sistematik Din Sosyolojisi
Sistematik Din Sosyolojisi Günümüzde din modern dünyanın eksen konuları olarak görülen kent ve sanayi olgularından daha az önemli değildir. Ulusal-küresel pek çok toplumsal uzlaşma ve çatışma din çevresinde meydana gelmektedir. Dinin bu önemine bağlı olarak da Din Sosyolojisi tüm dünyada karşımızda bir yükselen disiplin olarak durmaktadır. Ne yazık ki ülkemizde yerini yeterince bulamadığı gibi genel Din Sosyolojisi konularını işleyen eser sayısı da fevkalade sınırlıdır. Diyebiliriz ki bu eser, öncelikle söz konusu ihtiyaçtan doğmuştur.
Elinizdeki kitap, din-toplum bağlantısını çözümlemeye çalışan ve hemen herkese hitabeden bir din sosyolojisi eseridir. Belki Sosyoloji ve İlahiyat alanlarını daha yakından ilgilendirmektedir. Esasen esere, “Sosyoloji açısından bir dini okuma kılavuzu” diyebileceğimiz gibi “Din açısından sosyolojik bir okuma” da diyebiliriz.
18 temel konunun ele alındığı eser üç ana bölümden oluşmaktadır. “Bir Kurum Olarak Din ve Tanımı” adını taşıyan birinci bölümde Din Sosyolojisi hakkında bir bilgi verdikten sonra, “Dinin, tanımı, işlevleri, tarihsel gelişimi, sınıflandırılması, ” gibi dine özel sorunlar ele alınmaktadır. “Dinin toplumla ilişkisi” adlı ikinci bölümde ise, genel olarak toplumun din üzerindeki etkisinin yanında kurumsal, grupsal, örgütsel yapılar ve değişim bağlamında ilişkiler gösterilmeye çalışılmaktadır. “Din Sosyolojisinin güncel sorunları” adını taşıyan son bölüm ise “Din ve dünya ilişkisi, günümüzde dini gelişmeler, modern dünyada din, Din Sosyolojisi bağlamında İslam ve Toplumumuzda Din” ana başlıklarını taşımaktadır.
Sade bir dil ve sistematik bir yöntemle ele alınan ve bir boşluğu dolduracağına kani olduğumuz eserin herkes için yararlı olacağı inancındayız.
Sistematik Din Sosyolojisi
0 notes
antigonizalha-blog · 7 years
Text
ZİYA GÖKALP
• Gökalp’in hayatındaki bazı önemli tarihler:
– d. 25 Mart 1876
– öl. 25 Ekim 1924
– 1910-1911: Selanik’te İttihat ve Terakki okulunda sosyoloji dersleri.
– 1914: Darülfünunda Sosyolojiyi müfredata dahil etme.
– 1915: İçtimaiyyat Daru’l-Mesaisi (Sosyoloji Araştırma Enstitüsü)
– 1917: İçtimaiyyat Mecmuası (toplam 6 sayı).
– 1919: Malta’ya sürgün edilmesi.
– 1921: Telif ve Tercüme Encümeni başkanlığına atandı.
– 1923: Diyarbakır milletvekili olarak meclise girdi.
KISA HAYAT HİKAYESİ
Ziya Gökalp, Diyarbakır’da doğdu. Dedesi Mustafa Sıtkı bir müftünün oğluydu ve Van ve Nusaybin’de devlet memuru olarak görev yaptı. Gökalp’in babası Tevfik Efendi ise, Diyarbakır’da vilayette görev almış, arşiv ve matbaa müdürü olarak çal��şmıştı. Daha sonra vilayetin resmi gazetesinin yayımcılığına getirilmiş ve bir Diyarbakır Salnamesi yayınlamıştır. Babasının Gökalp üzerindeki önemli bir etkisi, Gökalp’in hem Batı değerlerini, hem de yerli/doğulu değerleri birlikte kavramasına vesile olmasıdır. İlk mektepten sonra Askeri Rüşdiye’ye devam etmiştir. Diyarbakır Gazetesi’nde başyazarlık yapmıştır. Mülkiye İdadisi’nde okumuş. Bu yıllardan itibaren, Padişaha yönelik eleştirilerde bulunduğu biliniyor. [Abdullah Cevdet, aracılığıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni tanımıştır.] Felsefi problemlerinden ötürü, intihar girişiminde bulunduğu, bu girişimden kalma bir kurşun çekirdeğini kafatasında ölünceye kadar taşıdığı ve kimi zaman bu kurşunun fiziksel olarak Gökalp üzerinde etkilerde bulunduğu biliniyor. Daha sonra, İstanbul’da Baytar Mektebi’nde parasız-yatılı olarak okudu. Bu arada, Ayasofya Camii’nde bildiri dağıtırken yakalanmış, 1900’de tutuklanmış ve daha sonra da Diyarbakır’a sürülmüştür. Vilayette katiplik görevinde bulunmuş.  1908’den sonra Diyarbakır’da İttihat ve Terakki şubesini kurmuştu. Bu dönemde Peyam gazetesini çıkarmıştı. 31 Mart olayları sırasında gazete kapatılmıştı. İT şubelerinden istenilen raporlar esnasında, Gökalp’in gönderdiği rapor dikkat çekmiş, Diyarbakır’daki posta merkezini işgal etmiş olması da göz önünde bulundurularak, Merkez Yönetim Kurulu’na üye seçilmiştir. Selanik’e gelen Gökalp, burada yoğun bir siyasal çalışma atmosferine dahil olmuştur. Burada çeşitli kültürel etkinlikler düzenlemiş, kütüphane kurmuş, konferanslar vermiş, İttihat ve Terakki Okulu’nda ilk kez Sosyoloji [İçtimaiyyat] derslerini vermiştir (1910-11). Bunların yanında Genç Kalemler ve Yeni Felsefe Mecmuası gibi dergilerde yazılar yayınlar. Başlangıçta yazılarını müstear isimlerle yazmış, Ziya Gökalp ismini 1910 sonrasında kullanmaya başlamıştır. İstanbul’a geldikten sonra, Darulfünun’u yeniden düzenlemeye uğraşmış, burada Sosyoloji ilk kez üniversite müfredatına, bağımsız bir kürsü olarak (1914) dahil edilmiştir. Daha sonra, 1915’te İçtimaiyyat Daru’l-Mesaisi adı altında ilk sosyoloji enstitüsünü kurdu. 1917’den 1924’e kadar yayın hayatına devam eden ilk sosyoloji dergisi İçtimaiyyat dergisini yayınladı. Gökalp, 1919 yılında, İngilizlerin İstanbul’u işgal etmeleri sonrasında esir edilerek Malta’ya sürülmüştür. 1921’de Türkiye’ye dönebildi. Bir süre Ankara’da kaldıktan sonra Diyarbakır’a döndü. Burada Küçük Mecmua’yı çıkardı. Ankara’da “Telif ve Tercüme Encümeni”ne başkan olarak atanması sonrasında derginin yayın faaliyetleri durdu. Sonraki dönemde Türk Töresi ve Türkçülüğün Esasları’nı yayınladı. 1923 yılında Diyarbakır milletvekili olarak seçildi. Bu arada Türk Medeniyeti Tarihi üzerinde çalışmaktaydı. Doğru Yol adlı broşürüyle Halk Partisi’nin ilkelerini desteklemekteydi.  25 Ekim 1924 yılında vefat etti.
– «Ziya Gökalp, yirminci yüzyılda Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli sistematik düşünürdür. Çok sayıda etnik oluşumu içinde barındıran Osmanlı İmparatorluğu’ndan (1299-1922) bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne (1920/1923) geçiş sürecine egemen olmuş derin bir bunalım ve değişim döneminde yaşayıp yazmıştır. Siyasi karışıklıklar, ekonomik iflas, dünya savaşı ve yeni kültürel değerler edinmeye yönelik umutsuz arayışların oluşturduğu koşullarda, Türkiye’nin ulusal canlanışını ve kimliğini sağlamayı amaçlayan bir çalışmayla, Türk, İslam ve Batı değerleriyle kavramlarının bir bireşimini yaratmayı denemiştir.» (Taha Parla)
– «‘Merkez’e tekabül eden Ziya Gökalp sosyolojisi, en öz bir ifadeyle, ulus bilincini, modern ulusal kültürü kurma yolunda kolektif temsil yoluyla ulusal idealizmi canlandırmaya yönelik bir sosyoloji anlayışı olarak tanımlanabilir.» (Aynur İlyasoğlu)
–  « Gökalp, Durkheim’in sadık bir takipçisi olarak bilinmesine karşın, entelektüel hayatının ilk dönemlerinde Henri Bergson, Alfred Fouillee, Ludwig Buechner’in düşünceleri etkisinde kalmıştı.»
– «Durkheim sosyolojisi, esas itibariyle bir “üstyapılar sosyolojisi”dir. Bu sosyolojinin çerçevesi içinde odak noktası olarak sınıflar arası savaşın yerini solidarite (tesanüd-dayanışma) almaktadır. Burada pozitivist gelenekten aktarılarak varlığını sürdüren “toplumsal ahenk” fikri, daha somut dayanışma ve dayanışmayı mümkün kılan koşulların incelenmesi biçimini almaktadır. Ziya Gökalp, sosyolojinin görevinin toplumsal gruplar arasındaki hiyerarşiyi anlamak ve bu doğal olmayan “çatışma durumu”nu bir “barış durumu”na dönüştürmek olduğu inancındadır.» (Aynur İlyasoğlu)
• Gökalp, daha önce de belirtildiği üzere, Durkheim sosyolojisinin bu temel özelliklerini almakla birlikte, Türkiye koşullarına uyarlayabilme başarısını göstermiştir. Durkheim’de karşımıza çıkan düzen ve ahlak kavramları, Gökalp’te ulus ve terakki ile karşılanmıştı. Durkheim’daki kolektif bilinç kavramı, Gökalp’te millet şuuru haline gelmiştir. Gökalp için, ideal «kolektif bilincin ulusçuluk kavramı ekseninde yoğunlaşmasıdır.»
• Z. Gökalp’in Durkheimci çerçeve içinde benimsediği korporatist model, onun terimleriyle “içtimai mefkurecilik” yeni toplumsal idealizm olmaktadır.  
• Z. Gökalp’in korporatist düşüncesi Türkiye’de etkin olmuş resmi ideolojilerin ve kamu felsefelerinin [ittihatçılık (1908-1918), Kemalizm (1923-1950/), çağdaş Kemalizmler] zeminindeki paradigmatik dünya görüşünü oluşturmuştur.  
• T. Parla’nın ifadesiyle, Gökalp’in sistemi, Avrupa korporatizmi ile ulusal siyasi zihniyetin belirli öğelerinin kaynaşmasından oluşan, zamanın hakim fikirlerinin bir kodifikasyonu olarak değerlendirilebilir. Gökalp’in sosyal ve siyasi fikirlerinden oluşan zihinsel çerçeve, Türkiye’de uzun bir süre etkinliğini korumuş olan ana siyasi söylemin ve pratiğin etrafında şekillendiği ana eksenleri belirlemiş olmaktadır.
• Ziya Gökalp’in kaygısı, ülkenin pratik problemlerine kuramsal çözümler üretebilmekti. O nedenle, tüm bilimsel ve felsefi araçları bu yönde kullanır. Bu durum da, aynı zamanda, onun düşüncelerinin kapsamını ve sistemliliğini artırır.
• «Gökalp’in toplumsal ve siyasal öğretileri sadece analitik nitelikte değildi; toplum, siyaset ve ahlak felsefesine dayanan güçlü normatif öğeleri de barındıran bir kuram oluşturuyordu.» (Taha Parla)
• Gökalp, pratik gerçekleri incelemek, fakat yalnızca bunlarla sınırlı kalmayıp kuramsal bir çerçeve içerisinde değerlendirmeyi düşünmüştü. Bir tür idealizmle pozitivizmi birleştirmeyi denemekteydi. Kuramının çerçevesini meşhur sözü “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Garp medeniyetindenim” aslında son derece net bir şekilde ifade etmektedir.
*** Pozitivizm bilimin yalnızca doğrudan deney yoluyla bilinebilen, gözlemlenebilir büyüklüklerle ilgilenmesi gerektiğini ileri süren bir yaklaşımdır. ***
• “Gökalp’in toplum modelinde Türkçülük kültürel normu, İslam da ahlaksal normu” oluşturmaktaydı. Kullandığı batılılaşma/çağdaşlaşma kavramları ise, Avrupa kapitalizminin bilimsel, teknolojik ve sınai başarılarıyla eş anlamlıydı ve ulusal canlanma programının temelini oluşturmaktaydı.
• Marksizm ve Liberalizme karşıt olarak ortaya çıkan korporatist kapitalizmin bir alt türü olarak dayanışmacı korporatist düşünceleri ise, Gökalp’in bir tür idealist-pozitivist toplum modelinin karşılığıydı. Gökalp, bu modele, “içtimai mefkurecilik” adını vermişti.
• Gökalp, “Türk olarak kalıp batılılaşmanın ya da başka bir deyişle, batılılaşırken Türk olarak kalmanın da mümkün olduğu” şeklinde özetleyebileceğimiz tezinin temel iki kavramı olan ‘kültür’ ve ‘medeniyet’i şöyle tarif ediyor: – «Bir kavmin vicdanında yaşayan ‘kıymet hükümlerinin mecmuuna o kavmin ‘hars-culture’ı denilir. Terbiye, bu harsı, o kavmin fertlerinde ‘ruhi melekeler’ haline getirmektir. Bir kavmin zihninde yaşayan ‘şe’niyet hükümleri’nin mecmuuna o kavmin ‘fenniyat-technologie’ı denilir. Talim, bu bilgileri o kavmin ruhi itiyatları haline getirmektir.” (Ziya Gökalp, Milli Terbiye, s. 1).
«Gökalp’in gözlemlerine göre, Tanzimat döneminde, halk arasında yaygın bulunan Türk kültürüyle, saraya egemen olan Osmanlı (Arap-Fars) uygarlığı arasındaki çatışmaya yeni gerilimler eklenmiştir: Seçkinler arasında Arap-Fars uygarlığına (ulema) karşı, Avrupa-Fransız uygarlığının (Batılılaşma yanlısı bürokratlar) çıkarılmasıyla oluşan gerilim; ve halkla seçkinler arasında, Türk kültürünün bunların her ikisine de karşı durmasıyla oluşan gerilim.»Gökalp, Osmanlıların Türkleri ‘etrak-ı bî-idrak’62 şeklinde tanımladıklarını ve aşağıladıklarını vurgulamak suretiyle, Cumhuriyetin ilk yıllarında geliştirilmeye çalışanlara, seküler temelli Türk ulusçuluğunun meşrulaştırılmasında kullanmaları için oldukça işlevsel bir malzeme vermiştir.
• Gökalp, hars ve medeniyet ayrımına denk gelecek şekilde, iki tür toplumsal grup ve bunlara denk düşen yargı zümresi olduğundan bahseder: Ahlakî zorunluluklar, hukukî kurallar, estetik görüşler, “idealler” vs. özneldir, dolayısıyla her bir kültürel grup için özgündür. Bilimsel doğrular, ekonomi, mühendislik, matematiksel kavramlar ve benzerleri nesneldir, mutlaktır ve uygarlık gruplarına aittir.
• Gökalp’e göre, ulusal kültür toplumsal dayanışmaya dayanan bir toplum temeli sağlayabilmelidir. Kültür, birlik ve dayanışmayı güçlendirirken; uygarlık, eğer bu duygu düzeyiyle bilişsel düzey karıştırılacak olursa, solidariteyi tehlikeye düşürebilir. Kültür, bir toplumdaki halkla seçkinler arasında bağlayıcı bir öğe iken; uygarlık, paylaşılmadığı takdirde, bölücü ve yozlaştırıcı bir öğe oluşturur.
• Gökalp, Türkçülüğün Esasları [1923]’nda, kültür ve uygarlık, milliyetçilik ve enternasyonalizm arasındaki ilişkiler konusunda eski görüşlerinin bazılarını yinelemiştir. Ancak, milliyetçilik mefkuresinin gerçekleşmesini ve 1923’te Cumhuriyetin kurulması sonrasında kaleme alınmış olan bu yapıtında, enternasyonalizm ve uygarlık karşısında kültür ve milliyetçiliğe daha önce tanımış olduğu ağırlıklı vurguyu artırmadığı, tersine hafiflettiği gözlenmektedir.
• 1923 tarihli, Türkçülüğün Esasları’nda yer alan “Hars ve Tehzib” başlıklı makalesinde Gökalp, kültür ve uygarlık arasındaki mesafeyi daha da kısaltmaya çalışmaktadır.  
• Ona göre, hars halk kültürüdür, demokratiktir, gelenekler, alışkanlıklar, adetler sözlü ve yazılı edebiyat, dil, müzik, din ve ahlak değerleri ile halkın estetik ve ekonomik ürünlerinden oluşur.
• Buna karşılık tehzib, yüksek kültüre denk düşmektedir. Aristokratiktir, yüksek tahsil görmüş aydınlara özgüdür. Ancak, halk kültürü de yüksek kültür de aynı ulusal kültürden kaynaklandıkları için, söz konusu olan farklılık niteliksel bir farklılık değildir; gelişmişlik derecesidir. Hal böyle olunca, yüksek kültüre sahip olan aydınlar, kozmopolit değil, halka ait ulusal seçkinler olarak kalırlar.
*Korporatizm, rekabetçi bireyci liberal kapitalizme Marksizm’in yönelttiği üretim anarşisi ve sınıfsal sömürü eleştirisindeki isabet payını görüp, kapitalizmin sınıf çatışması riskini gidermeye yönelik korporatist kapitalist bir kuram geliştirmiştir... Türkiye’deki egemen korporatist düşüncenin ilk ve hala en yetkin sistematik düşünürü ise Ziya Gökalp’tir.  Türkiye’deki egemen korporatist düşüncenin ilk ve hala en yetkin sistematik düşünürü ise Ziya Gökalp’tir. Türkiye’deki aşırı ve ılımlı sağ akımlar, partiler, silahlı kuvvetler, klasik Kemalistler, “Kemalist sol” ve “sosyal demokratlar” (SHP ve DSP), hatta belli ölçüde bazı sol gruplar, ayrıntılardaki farklılıkların ötesinde, son tahlilde sahip oldukları temel düşünsel kategoriler bakımından, bu korporatist şemsiyenin altındadırlar ya da korporatist düşünceden nasiplerini değişen derecelerde almışlardır.»53  
Ziya Gökalp’in bu denli yaygın etkisi, onun, aslında Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran düşünce üzerindeki, başka bir deyişle, Türkiye’nin kurucu düşüncesinin en önemli üretici kişisi olması anlamına gelmektedir. Mustafa Kemal’in “hissiyatımın babası Namık Kemal, Fikriyatımın babası Ziya Gökalp” demesi de bu gerçeğe işaret ediyor gibidir.
Doğru Yol adlı broşürüyle Halk Partisi’nin ilkelerini desteklemekteydi.
http://dergipark.gov.tr/iusosyoloji/issue/537
0 notes
kitapindiroku · 7 years
Text
İslam Kültürü ve Toplumsal Ekonomik Değişim Kitabı pdf indir pdf indir
İslam Kültürü ve Toplumsal Ekonomik Değişim İslâm Dünyasıyla ilgili eserleri ve araştırmalarıyla tanınan Jean-Paul Charney, bu alanda toplum bilimsel yöntemi uygulayan batılı yazarların başında gelmesi ve daha sonraları batıda yapılan İslâm araştırmalarına etkisi bakımından önemli bir konuma sahiptir. Bu eserde kullanılan bazı somut veriler günümüzde geçerliliğini yitirmiş de olsa, hem etnografik ve tarihsel yaklaşımın yerine toplum bilimsel ve bütüncül yaklaşımları uygulaması, hem de doğu bilimciliğin dil bilimsel yaklaşımı yöntemi yerine İslâm toplumlarının ekonomik ve toplumsal şartlarını araştırma eğilimi göstermesi yönünden dikkat çekicidir. Charney’de, Edward Said’in “Oryantalizm” inde ciddî eleştirilere tâbi tutulan Avrupa-merkezcilik, batının “başkası”nı kendi değerlerine göre şekillendirme çabasının derin izlerini görmek mümkünse de, Muhammed Arkoun gibi bazı çağdaş Müslüman düşünürlerin savunduğu gibi kültürel-tarihsel antropolojinin İslâm dünyasının düşünsel ve toplumsal sorunlarını anlamada birer yöntem olarak kullanılmasının başlangıcını görmekteyiz.
İslam Kültürü ve Toplumsal Ekonomik Değişim Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes