Tumgik
#kendi kendimi yediğim şeyleri anlatıyordum
kalopcia · 5 months
Text
bulutu da özledim
2 notes · View notes
arainbowofazaleas · 7 years
Text
Klasik Bir “Salak Kız” Hikayesi
Canım yanıyor. Aslında tam da yanmak denemez ama, işte boğazım böyle bir düğümlenir gibi oluyor, içim fena oluyor, kalbimde bir boşluk halidir alıp götürüyor içimi.Tanıdık değil bana, bunları hissetmek çok, çok uzak bir ihtimaldi benim için. Sanırım babamın vefaati ile çözüldü içimdeki… düğüm denilir herhalde, hissetmeye başladım. Canım yandığında hissettim, kızdığımda hissettim, mutluysam hissettim. En önemlisi birine karşı bir şeyler hissetmeye başladım. Doğrusu bu en baş belası olanı, hepsi tamam ama keşke bunu pas geçseydim. Çünkü yalan yok, canımın yandığını en çok bu yüzden hissediyorum. Ben birine beni en zayıf noktamdan vurma gücünü verdim.Birinin yanında bu derece mutlu, keyifli, rahat ve hatta huzurlu olduğumu hatırlamıyorum onun dışında. Birine bu derece güvendiğimi de hatırlamıyorum; ki kendisi defalarca bana -kucağına kaldırmak gibi minik bir şeyde bile- “bu kadar güvenme bana, bende insanım” diyerek beni uyarmış, ki son olanlara bakılırsa aslında beni çok bariz kendisine karşı uyarmış olsa da.Yalan yok yediğim otu da boku da gittim kendisine anlattım. Çünkü onun geçmişinde güvensizlik olduğunu bildiğimden bana karşı güvensizlik duymasını istemedim. İstemediği şeyleri yapmamaya dikkat ettim -ki buna en yakın arkadaşımla geçirdiğim zamanlar da dahildi çünkü ev arkadaşlarının davranışlarına pek güvenmiyordu-.Beraber olduğumuza inanamıyordum, çünkü çok mutluydum ama gelen ayrılığı da bu derece gözden kaçırmış olmam cidden şok etti.Her şeyi beklerdim ama bir mesajla benden ayrılacağını da düşünmemiştim. Kendimi ona nasıl kaptırmışsam artık bariz şeyleri bile görememişim.Küçük, şakasına atılmış bir tripten çoook daha önceden kafasında kurmuş olduğu belli olan konuşmayı ortaya çıkartabilmem büyük başarı ya da o konuşmayı planladığını fark etmemiş olmam büyük başarı.“Ters bir şey söylersin diye söylemeye korkuyorum az biraz” derken ayrılma konuşmasını yemiş olmam da korkumun ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. “Seni düşünmeye kafamı o kadar çok yormama rağmen özleyemiyorum nedense.” bak bunu anlayabilirim, yani özleyememeni. Çünkü seni hiç birilerini özlediğinden bahsederken duymadım ama ya beni düşünmek için kendini zorlaman? Zorla mı ilgilendin benimle? ”Sevmem gerekiyor ama ileriye gidemiyorum. Benim için değerlisin, arkadaşken öyleydi, hala öyle ama diyorum ya daha ileriye dersek gidemiyorum” yani beni sevemiyorsun. “Bir şeyler eksik değil mi sence de?” neden ne olduğunu bulmaya çalışmıyoruz peki? “Arkadaşlığını seviyordum, seninle bir şeyler paylaşmayı seviyordum ama arkadaş olduğum kızla kurduğum sohbeti sevgili olduğum kızda bulamıyorum.” ne değişti peki? Çünkü ben aynı benim. Aynı ben. Her şeyi gelip yine ilk sana öten. En kotu ve en iyi şeylerini senle paylaşmayı seven. Tek fark sen bu sefer oyun oynamaya çok kaptırdın, ben izlemeyi seviyorum diye ses çıkartmadım ama bana daha az ilgi göstermenden hoşlanmadım, bunu sana söylemeliydim, söylemedim. “Günlerdir nasıl yapacağımı nasıl söyleyeceğimi düşünüyordum.” ha planlamıştın benden ayrılmayı ama benim ‘beni özlemiyormuşsun gibi’ diye şaka yapmamı bekledin. Kendim kaşındım desene… “Seni silip atacak değilim, asla düşmanım olamazsın” hadi canım! Seni görmek bana nasıl hissettirecek peki? Çünkü belli ki olabilecek en büyük sazanlıkla ben sana kaptırıp gitmişim. “Kültür sanattan, sinemadan konuşmaz olduk. Genel olarak konuşmaz olduk.” El insaf. Daha bir iki gün önce senin sanatı sevdiğin kendi tabirinle “sanatın ve gençliğin merkezi” olarak gördüğün Eskişehir’de büyüdüğün için sana “Notre Dame’ın Kamburu Kütahya’ya geliyormuş” dedim tam “gitsek mi?” diyecekken bana “O ne ya?” demedin mi? Ve tekrar ediyorum, ben yine olan biten her şeyi gelip sana anlatıyordum. Genel olarak konuşmaz olduk biraz abartı bence. Ama kabul ben insanlarla sohbet başlatmaya çekinirim, ne konuşacağımı bilemem. Bu nedenle de daha tanıştığımızda sana bunu söylediğimde hem garipseyip, hem de sen bana “o işi bana bırak ben hallederim” dediğinde rahatlamıştım. Bunu sana hatırlatınca da “bunun da farkında değilmişim; demek ki bende bitince devamlılık gelmemiş, haklısın konuları ben buluyordum” demen. Bencil. Gerçekten bencilsin. Defalarca kendimi aşıp sen oyun oynarken benimle ilgilen diye sohbet başlattım, oynamadığın zamanlarda da yaptım ama ilgini toplayamadım. Bencil. Dışarı çıkalım desem “para kaybı”, film izleyelim desem “ne izleyeceğiz ki?”, sinema desem istemiyordun hatta kaç kere dışarı çağırdım ve reddettin. Sonuç yine oyun oynadın. Bunları söyledim “bu da benim hatam olsun” dedin ve sadece koca ilişkide tek hatan buymuş gibi davrandın. Peki niye sohbeti düzeltmeye çalışmadın? Bu bir ayrılık nedeni miydi cidden senin için? Yazık. “Belki ben başka türlü sevebilirim diyerek sevemediğim için oldu” hah şöyle, kazığı sokarak son hamleni de yaptığın için çok teşekkürler. Gerçekten.  “Özür dilerim, her şey için. Affedebileceğin bir hareket yapmıyorum çünkü” bu da demek oluyor ki “geri dönmeyeceğiz, tekrar birlikte olmayacağız, bir umut besleme.” Bunun için de teşekkürler. Mesajlar yerine iletiliyor merak etme. Sadece kabullenmesi zor. “Eyvallah denir herhalde buna, daha fazla aklıma bir şey gelmiyor” anladım anladım, sus diyorsun.
Ve ben bunların hepsinin ne kadar ruhsuz, düşüncesiz, can yakıcı, kalp kırıcı olduğunu bilsem de, düzeltmeyi düşünmemene -e doğal olarak zira direkt bitirmek için bahane üretmişsin, düzeltme girişimi doğal olarak yersiz-, gram aklına gelmediğimi ve beni hiç sevmediğini bilsem de seni aklımdan çıkaramıyorum ya, yazıklar olsun bana!
3 notes · View notes
yalnizbiadam · 4 years
Text
Dolu Dolu Geçen Bomboş Bir Yıl Daha
Şimdi oturma odasından geliyorum. Annem, bir iş için lazım olan 15 küsür yıllık bir kağıt parçasını bulmak için bizlere ait olan, zamanında evde sağda solda görüp önemli olabilir diye sakladığı kağıtlarla dolu zulayı ortaya çıkarmış. İçinde neler neler... Okul karneleri, diplomalar, katılım belgeleri, faturalar, garanti belgeleri vs. Oturdum yanına, bir yandan benlik bir şey var mı diye elden geçirilmiş kağıtlara bakıyorum bir yandan da annemin “bak bu senin diploman, bu neydi ya, bu lazım olur mu” cümleleri eşliğinde bana uzattığı kağıtları alıp inceliyorum. Derken annem üzerinde benim adımın yazılı olduğu bir zarf uzatıyor. Alıyorum elime ve dalıp gidiyorum... 2014 yılında, üniversitenin ilk senesinin bitimine doğru kısa saçlı kıza yazmış olduğum bir mektup. Yazdığım ilk mektup olma özelliğini taşıyan, arkalı önlü dolu dolu 2 sayfa yazı. Aslında teknik olarak yazdığım 2. mektuptu bu. Ama el yazım çok çirkin olduğu için ilkini bilgisayardan yazmıştım. Komik evet, ama bana akılcı bir çözüm gibi gelmişti o an. Halbuki aslında yapmak istediğim o eskilerin ihtiyaçlarını bir nebze olsun gideren; halini, vaktini, kendini, düşüncelerini aktaran, karşındakini soran ve ona önem verdiğini gösteren bu yöntemi denemekti. O yüzden başlangıçta biraz kolaya kaçıp bilgisayardan yazarak çuvallamıştım. Önce elle yazmaya başlamış, sürekli imla ve yazım hatası yapıp, tükenmez kalemle yazdığım için geri silemediğimden tekrar tekrar temiz a4 kağıda yeniden yazmaya başlayınca dayanamamış bilgisayardan yazıp bitirmiştim. Az biraz hatırlıyordum bu ikinci mektubu da. İlkinin aksine, tamamını elle yazmış yollamıştım. Mektubu yolladıktan sonra adreste kimse olmadığı için ulaşamamış, PTT’de 1 hafta bekledikten sonra bana geri dönmüştü. Mektubu elime aldım, sonra kayboldum hafızamdaki tarihler arasında. Bu mektup hiç okunmuş muydu acaba, ben yine de mektup geri döndükten sonra içindekilerinin fotoğraflarını çekip yollamış mıydım? Bir huyum vardır, telefonumda biriyle olan mesajlaşmalarıma ait hiçbir şeyi silmem. Bunu bildiğimden dolayı hemen mektubu yazdığım tarihlerdeki konuşmalara baktım ve hayır, fotoğraf çekip yollamamışım. Yani bu mektup hiç okunmamış. Bu siteye bir şeyler yazmaya ilk başladığımda amacım aslında düşündüğüm şeyleri, fikirlerimi; yani aklımda tuttuğum, sürekli oralarda bir yerlerde yer tutan şeyleri yazıya aktarıp somutlaştırmaktı. Yük hafiflemesi gibi. Kendi kafamda yazıp çizdiğim ve her zaman kendimin haklı olduğu sonucuna bağladığım envai çeşit konudaki düşünce kaoslarını eğer bir düzene oturtup buraya yazabilirsem, o zaman haklılık konusunda sadece kendimi avutmadığımı ve gerçekten sağlam ifadelere sahip olduğumu kanıtlayabilirdim. O yüzden bazen hikayelerle kendimi anlatıyordum, bazen örneklerle... Bir zaman sonra işin içine daha çok duygularımı katmaya başladım ve bir şeyleri yazarak kanıtlamaktan ziyade kendimi rahatlatma aracına dönüştürdüm bu yazma işini. İyi geliyordu. Ne kadar anlaşılmadığımı, sinirimi, nefretimi, hayal kırıklıklarımı, hareketsizliğimden kaçan fırsatlarımı, bazen de kabullenemediğim kıskançlıklarımı buradan haykırarak sanki birileri tarafından sonunda anlaşılıyormuşum, artık sinirli değilmişim, kimseden nefret etmiyormuşum, hiç hayal kırıklığım kalmamış, fırsatları tamamen değerlendirmiş ve kıskanç olduğum şeyleri de sonunda elde etmişim gibi yaşamıma devam edebiliyordum. ”Yazmasam deli olacaktım.” demiş ya Sait Faik, aynen o şekilde bir terapi misali gidip geliyordum buraya. Kendimi bilen bir ben vardım ve bilinmemi yazıya dökerek varlığımı ispat ediyordum. Düşünüyordum, vardım ama sadece ben biliyordum. Yazınca var olduğuma dair elime bir kanıt geçiyordu. Belki biri de okuyacak, buna şahit olacaktı. Hatta, olur ya, gerçekten beni anlayacaktı. Ama o gün hiç gelmeyecek olsa bile bu kadarı bana yaşamamı devam ettirecek kadar yetiyordu. Çünkü yazdıklarıma sonradan ben bakıp okuyabiliyor, ve kendi kendimi hem ispatlıyor hem de anlayabiliyordum. Ne ilginç, yazmak belki de gerçekten şizofreninin kabul görmüş haliydi. Sonra zaman öyle bir geçti gitti ki, hayat beni öyle bir tutup bir yerlere sürükledi ki artık hiçbir şeye mecalim kalmamaya başladı. Son 3 senedir tek tük yazabiliyorum. Ve yazmamın artık neredeyse tek nedeni tarihe bir not düşme arzum. Bu klavye tuşlarına bastığım zaman diliminde ne hissediyorum, hayatın neresindeyim, neler yaşıyorum veya yaşamıyorum... Önceki senelere ait yazdıklarımı okuyunca kendimi bir değerlendirme süzgeçinden geçiriyorum. O zamanlar neyi dert ettiğimi düşünüyor ve şuanki dertlerimle kıyaslayarak nasıl bir ruh halindeyim anlamaya çalışıyorum. Geçmişteki dertlerim aslında o haleti ruhiye içerisindeki bunalmamdan ötürü o zamanlar abartı bir şekilde hissettiğim küçür meseleler mi, yoksa gerçekten zorlu zamanlara ait buhranlar mı? Bunları atlatabilmiş miyim, yoksa hala devam ediyorlar mı? Hayatımdaki ilerlemeler, gerilemeler neler? Gerçi ilerlemeleri anlamak yazdıklarımı okuyarak biraz zor. Çünkü genelde beni eksi yönde etkileyen durumlar hakkında yazıyorum. Nedeni de hep kötünün akılda yer tutuyor olması ve benim hala yazarak bir nebze olsun bunlar hakkında rahatlayabilmem. O yüzden burası hep karamsar yazılarla dolup taşıyor. Yine de zamanla değişkenlik gösterebilen bu karamsarlıkları kıyaslıyarak tekrar tekrar bahsedilmeyen hususları bir nebze olsun aştığımı anlayabiliyorum. Mektup konusuna geri dönecek olursak. Bu son 4 paragrafta bu siteye yazma motivasyonlarımdan bahsetmemin nedeni bu mektubun da aslında kendimi anlama ve tarihe not düşme konusunda eşsiz bir yerinin olması. Buraya yazmanın aksine, bu mektup tam anlamıyla birinin okunması için yazıldı. Ve içinde o zamana ait olan düşüncelerimi, çok şaşırtıcı bir biçimce, bayağı açık bir şekilde içeriyor. Demin tekrar okuduktan sonra, şuanki kafa yapımla, gerçekten sevindim bu mektubun başka biri tarafından okunmamış olmasına. Ne kadar açık bir şekilde düşündüğüm şeyleri ifade etmişim öyle. Verdiğim örnekler, bahsettiğim konular, fikirlerim ve bu fikirlere dair açıklamalarım... Belki artık kısa saçlı kızla o zamanki kadar, hatta artık neredeyse hiç, karşılıklı muhabbetim kalmadığından ötürü bunları düşünüyorum şuan ama, bir insanla çok samimi olsan da bu kadar açık bir şekilde fikirlerini anlatır mı insan? Karşındakinin bu konulara ilgisi var mı yok mu düşünmeden, onun seninle aynı değerleri paylaşıp paylaşmadığını bilmeden sana söylense etkileneceğini düşündüğün cümleler kurarak kendini biriyle böylesine paylaşmak... YANLIŞ! Hep böyleydim işte! Hep yanlış yaşadım.
Hiç mi çekinmedim, dolu dolu, kendimi insanlara açarken tepki almaktan? Karşıt düşüncelere maruz kalmaktan? Umursanmamaktan? Ters tepilmekten?
Neden bu kadar paylaşıp durdum, neden hiç yerimi bilemedim ben ya? Neden hep, her şey benimle alakalıymış gibi yaşadım durdum? Sonra herkese, her şeye bahane buldum. Benim değil, hepsi onların suçuydu. Ben hep doğruydum, kimse anlamıyordu. Yesinler...
Bir türlü anlayamdım bunu. Belki de hiç aklıma gelmedi. Kimse umursamıyor. Kimse seni umursamıyor. Mesele sen değilsin bak, kaçırma burayı. Kimse kimseyi umursamıyor! Bu hayatta tek gerçek onlar. Her şey onlarla alakalı. Her şey herkesin kendisiyle alakalı. Dışarda insanlarla beraberken senin neyi ne yaptığının onlar nezdinde hiçbir önemi yok. Bırak kendini anlatmayı, bırak bir şeyleri ispat etmeyi, bırak güçlü fikirlere sahip olmayı. O an bir şeyleri değiştirmeyecekse, ucu sana dokunmayacaksa, konuşmaya başladığında altından kalkabileceğinden emin değilsen söylenilenlerin, sus!
Umursama!
Çünkü hiçbir önemi yok. Söylenecek ve bitecek. Söyleyecekler ve söylemiş olacaklar. Söyleyecekler ve mutlu olacaklar.
Sen yeterki umursama.
Böyle işte. Böyleyim artık. Hiçbir şeye heyecanım kalmadı. Bir şeyleri denemeyi de bıraktım. Hiçbir şey umrumda değil. Hayatımın en boktan zamanlarını geçiriyorum. Her şeyi saldım gitti. Ne de olsa farkeden hiçbir şey olmuyor.
Gerçekten de o kendi fikirlerinin arkasında duran, sürekli her konuşmayı bir müzakereymişcesine yaşayıp kendi fikrini aşılamaya çalışan, kendini ifade edemeyince içten içe sinirlenen adamla hiçbir şey demeyip susan adam aynı etkiye sahip; kocaman bir hiçliğe.
Eskiden kurduğum hayallere bak: Bir sevdiğim olacaktı, beni hep çekici bulsun diye iyi bir fiziğe sahip olmak için hergün çalışacaktım, spor yapacaktım, yediğime içtiğime dikkat edecektim. Fiziksel çekim en önemlisiydi çünkü. Sonra ona hep anlatacaktım, neyi neden istediğimi, neyin nasıl olması gerektiğini, bizim nasıl hep birbirimizin en iyi hallerinde olabileceğimizi. Çünkü benim bildiğim bir şeyler vardı, ilişkilere dair güçlü fikirlerim, en doğrusunu bildiklerim... Buydu işte, 25 yıllık yaşamımın tek gayesi, bir ruh eşi ve onu daimi mutlu ederek onun mutluluğuyla mutlu olmak.
Peki şimdi?
Dalıyorum bazen hayallere, bulsam o kişiyi bile ne olacaktı? Ne diyecektim ona, ne anlatacaktım, ne konuşacaktım? O kadar boş konuşuyorum ki, hep ben konuşup, hep boş mu konuşacaktım? Benim anlatmaya değer neyim vardı ki? Gerçekten, hayalini kuruyorum, bir cafedeyiz ve konuşuyoruz. Sana ne anlatıyorum? Ne hakkında konuşuyoruz ki? Hiçbir şey. Boş, bomboş.
İşte zorla farkına vardığım şeyler bunlar. Sıkıcı biriyim ben ve bu zamana kadar hep girişim içinde bulunmamaktan ötürü bu sıkıcılığımı kırıp atamadım. Her daim işleri dramalaştırıyorum ve kendime bir maduriyet çıkararak melankoli içerisinde kendi kendime yaşıyorum.
En azından artık farkındayım bunların.
Ve denemeyi bıraktım.
Bir önceki seneye oranla 10 küsür kilo aldım. Ve buna dair hiçbir şey yapmıyorum.
Haftasonunun gelmesini iple çekiyorum. Gelince de her haftasonu tamamen beynimi uyuşturmak için zamanımı öldürebilecek herhangi bir şeye balıklama atlıyorum.
Evden dışarı adım atmamak için her şeyi yapıyorum.
Hiçbir şeye mecalim yok.
En kötüsü de bunları düzeltmek için artık hiçbir şey yapmıyorum.
Çünkü, yapsam nolcak ki? Bir zamanlar da sürekli her şeyi daha iyi yapmak için uğraşıyordum. Ha öyle yaşamışım ha böyle, yine farkeden hiçbir şey olmadı.
Sonuç yine aynı...
.
.
.
Bu umursamazlık algımı bir kenara bırakacak olursak eğer küçük bir güncelleme yapıp hayatımla ilgili olan bitenle alakalı buraya bir not düşeyim.
İşler iyi gidiyor. Geçen sene yazdıklarımdan bir 3, 4 ay sonra tamamen Allah’ın takdiri bir şekilde yeni bir firmaya geçtim. Zaten iyi olan kazancımı ikiye katladım. Artık neredeyse aileme borçlar için verdiğim miktar kadar bir mebla bana kalıyor. Mayıstan bu yana da olabildiğince para biriktiriyorum. Ve 8 aylık biriktirdiklerimin hepsini, tam bir ay sonra, güzel devletimizin gençelerine bir kazığı olan bedelli askerliğe verip yine 0 elde var 0 yaşamaya devam edicem.
Ne komik ya, ne yaparsam yapayım elimde hiçbir şey kalmıyor. Hazirandan beri hesaplıyorum aralık ayında elime şu kadar kalır ve bedelli ücretini ödeyebilirim diye. Ona göre de yaşıyorum o zamandan beri. O kadar başa baş gidiyor ki her şey, derde derman veriyor çok şükür Allah ama yine elime hiçbir şey kalmıyor.
Gel de umursayarak yaşa bu koşullar altında. 8 aydır ekonomik anlamda bir hedef uğruna hayatımı şekillendirerek yaşadım. Ondan önceki 10 ay boyunca bana hiçbir şeyin kalmadığı, aile borçlarını ödediğim ve sırf hem bu yükü taşıyabileyim hem de kendi hayatıma bir şeyler katabileyim diye uğraştığım kendimi geliştirme ve daha iyi bir işe girme hedefiyle hayatımı şekillendirerek yaşadım. Ondan da önceki 1 sene boyunca kendi işimi kurmak, aileme yardım etmek hedefiyle gece gündüz çalışarak yaşadım.
Hep başka bir şeyler uğruna, bir hedef doğrultusunda yaşıyorum 3 senedir. Merak ediyorum da, ne zaman sadece kendim istediğim için ve geleceği hesaplamadan yaşayabileceğim acaba.
Hah, bak bu arada gördün mü, şimdi ortaya çıktı 3 senedir buraya daha aktif yazmamamın nedeni.
Antik Yunanlılar deniz ticaretiyle uğraştıkalrından zenginlerdi ve bu refah durumu onlara düşünmeye yetecek kadar zaman kazandırdı. Düşündüler, ve batı felsefesinin temelini attılar.
Aynı mantıktan yola çıkarsak, ne ara kendimi düşünmeye fırsat bulacağım, mental anlamda geliştireceğim ve sağlıklı bir şekilde yaşayacağım ki?
Gerçi, bunların hepsini yapsam bile ne değişecek ki?
Biraz mücadele etme iradesi göstersek, olmayanları olduran somut dertlere deva verdiği gibi bu soyutlara da yol gösterir mi ki?
Benimki de soru :)
0 notes