Tumgik
Text
"Martin Martinsen" adını okuyorum telefon kataloğunda. "Mary", "Mary", "Mary", ne zaman Mary adı bu kadar yaygınlaştı? "Mary" and "Mathea Martinsen" yazıyor. Neredeyse ağlayacak gibi oluyorum, çünkü işte orada duruyor adım, öyleyse niye hiç kimse telefon etmiyor bana? Hiç kimse bana telefon etmedi. Üstelik de adım iki kere yazılmış, ama şimdi ötekinin yanında yazan adresin benimki olmadığını görüyorum. Nasıl olur da başka birinin daha adı Mathea Martinsen olur, Mathea Martinsen benim. Ya da belki o ötekisidir aslında. Herhâlde o olmalı. Yine de kendimi bütünün bir parçası hissediyorum, Schopenhauer'in söylediği biçimde. En aşağıdaki yıldız tuşuna biraz kafa yorduktan sonra kendi numarama basmayı başarıyorum. Şansıma meşgul çalıyorum. Ben çok meşgul bir insanım, sıkışık zaman mı, o benim işte.
Hızlandıkça Azalıyorum - Kjersti Skomsvold
Tumblr media
5 notes · View notes
Text
Saldırıma başlamadan önce o kızın ilk ve tam düşüncesini öğrenmem gerek. Erkeklerin çoğu bir genç kızın tadını, bir kadeh şampanyaymış gibi, bir tek köpürme anında alırlar yalnızca; ah evet; bu gerçekten güzel bir şeydir ve kuşkusuz, bir çok genç kızla en çok yapılabilecek şey budur. Ama burada daha fazlası var. Eğer kişi açıklığa ve saydamlığa dayanamayacak kadar zayıfsa o zaman kapalılık uygulanır ve kız buna açıkça dayanabilir. Aşkta kendini teslimiyet ne denli fazlaysa, aşk o ölçüde ilginç hale gelir. Bu anlık zevk, fiziksel anlamda değilse de en azından tinsel anlamda, bir tecavüz olayıdır ve tecavüzde yalnızca hayali bir zevk vardır; çalınmış bir öpücük gibi, içinde özü olmayan bir şeydir. Hayır; bir kızın özgürlüğünü kazanması için tek bir şeyi, kendini teslim etmeyi gerçekleştirecek duruma getirdiğiniz, tüm mutluluğunun buna bağlı olduğunu hissettiği, boyun eğmek için neredeyse yalvardığı ama yine de özgür olduğu bu anda ilk kez zevk vardır ama bu daima tinsel bir etkiye bağlıdır. 
Baştan Çıkarıcının Günlüğü-Sören Kierkegaard
2 notes · View notes
Text
Arka masalardan birine geçtim, "Bir gün beni öyle görebilir misin acaba?" diye mesaj attım eski kız arkadaşıma. Yarım saat kadar bekleyip "Acımasız bir yaklaşım içindesin," diye bir mesaj daha attım. "Yetmez ama arkadaşlık," yazdım sonra. Bir bira daha söyledim, "Sokarım artık sevmiyorum," yazdım, "Özür dilerim," yazdım hemen ardından. "Arkadaşlık da yeter," yazdım. Baktım olacak gibi değil, "Ben her şeyi vermeye hazırım Çisem, peki sen, her şeyi almaya hazır mısın?" yazdım. Birayı fondip yaptım. "Kaldırımda yürürken kafana damlayan klima suyu olsam cevap yazardın," yazdım. Son olarak da, "Birini hiçliğe mahkûm edersen elbette o senin her şeyin olmak isteyecektir," yazdım. Bu sonuncuya artık cevap gelir diye bekliyordum, herhangi bir şey yazması yeterliydi, bir sembol bile olabilirdi, bir küfür bile olabilirdi, sorun değil, yeter ki cevap gelsin. Benimle iPhone arasında bir mücadeleye dönüşmüştü artık mesele. İçimde pes etmeyen tatlı bir duygu vardı, birazdan o telefonun dit dit edeceğini söylüyordu ve sahiden dit dit sesi geldi. Hemen bakmadım ekrana, bir bira daha söyledim, o mesajın tadını çıkarmak istiyordum, sıkı bir yudum aldım biradan ve okudum, şöyle bir şeydi: "Sevdiklerinizle mesajlaşmak artık çok daha ucuz. SMS kampanyamızdan yararlanmak istiyorsanız EVET yazıp 2222'ye gönderin, 5 liraya haftada 5000 SMS fırsatını kaçırmayın. Sevdiklerinizle doyasıya mesajlaşın."
Deliduman-Emrah Serbes
1 note · View note
Text
Babam, mağarasında dinlendiği onca yıldan sonra bugün, kendini sıfırdan, yeniden yapmıştı. Saçlarında jöle bile vardı, yakasına iliştirebileceği Samsunspor rozetine kadar düşünmüştü, nerden bulduysa. Sabırsızdı. Eğilip önümüzdeki sehpada duran, muhtemelen de yalnızca insanların bir şeyler beklediği yerlerde okunan moda ve cemiyet dergilerini tek tek alıyor, kabaca bir kurcalayıp yeniden yerine koyuyordu. Arada takımının omuzlarını, paçalarını, dizlerini silkeliyor, kendine sığamıyordu. Babama heyecan, sabırsızlık, mutluluk ve şaşkınlık içeren bir karışık iğne yapmışlar, diye gülümsedim içimden. Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık kumun aşağı akışı belki. 
Olduğu Kadar Güzeldik-Mahir Ünsal Eriş
1 note · View note
Text
Sabahattin Ali'nin 1944'te kızı Filiz'e yazdığı mektup. Filiz o sıralar yedi yaşında, okumayı yeni sökmüş olsa gerek. Normalde S.Ali'nin el yazısı pek okunaklı değil, ama kızı okumakta zorlanmasın adeta tane tane yazmış harfleri belli ki. Ne duyarlılık!
Tumblr media
"Filiz, Ben çıktım, iyiyim, bana mektup yaz. Yüz bin kere yanağını ısırırım." Baban S.Ali       
Canım Aliye, Ruhum Filiz-Sabahattin Ali
5 notes · View notes
Text
Adeta azarlar gibi, yine kesti sözümü: "Sayın Davman, iyi edebiyatçıların değeri er geç bilinir, bunun böyle olacağını da her iyi edebiyatçı bilir..." Şaşkınlığımın yüzüme vurmasına engel olamadım sanırım. Devam etti: "Bakın, size kendi fikrimi söyleyeyim: Asıl vahim ve acı olanı, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur..." "Nasıl?" "Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür... Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır... Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır... Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde kimse sizi duymaz... Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır... Okuduğunuz onca kitabı, hayatınızı yatırdığınız o zorlu ve hassas meşgaleyi mezara götüreceğinizden korkmaya başlarsınız... Ve siz de bilirsiniz ki yalnız ölmek zordur, arkanızda mutlaka birkaç müttefik, birkaç şahit bırakmak istersiniz..."
Bazuka-Murat Uyurkulak
0 notes
Text
Ey insan! Bu kitabı sana ithaf ediyorum. Başının üstünden büyük bir rüzgâr geçiyor. Yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kuvvetli kaynağı uranium'da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparıp çıkardığın korkunç tahrip âletinin patlayışından yükselecek alevi bekletiyor. Ey bahtsız! Tarihinin hiç bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. Laboratuarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını deştiğin her şey arasında yalnız ruhun yok. Onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muazzam dünya harbinin kan ve gözyaşı çağlayanlarında en büyük dersi arayan gözlerine bir körlük perdesi indirdi. Bırak bu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah'ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde her biri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan mânevîlere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metodlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma: Arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş, Gör ne var maverada ibrethîz.
Yalnızız-Peyami Safa
0 notes
Text
Samim, Proust'un, bir yüzü tiryakiliğe kadar giden bir alışkanlık, öteki yüzü nefrete kadar giden bir bıkkınlık halinde, iki cepheli bir realite önünde olduğumuz kanaatine vardığını anlıyordu. Öyle ki, adeta hiç bir gerçekliği olmayan ve bütün rolü, alışkanlığımızın esaretine karşı duyduğumuz utancı kendi kendimizden saklamamıza yaramaktan ibaret kalan bıkkınlık, alışkanlığın kısa bir zaman içinde bize arkasını dönüşüdür. Böyle bir düşünce, hiç değilse, aşkda usanmanın yerini daima alışkanlığa terketmeğe mahkum ve onun emrinde bir his galatı olduğu fikrinden başka bir şey ifade etmez. Oysa ki, her canlı varlığın kendi kendine müsavi kalmaya mahkum tarafiyle değişmeyi özleyen tarafı arasındaki mücadelenin ruhtaki belirtilerinden başka bir şey olmayan itiyat-usanç zıtlığı (ki bir cemiyet içinde gelenek-inkılâp kutuplaşmasıdır) birbiri üzerinde karşılıklı tesirlere sahip ve yerine göre, itiyadın veya usancın zaferiyle veya bazan da aralarındaki uzlaşmalarla sona eren bir karşılaşmadır. Albertine vakasında itiyadın usanca galebesi, Proust'un terkedilen taraf olmasındadır. Böylece, mülkiyet gururumuzu irademizin dışında kalan bir darbe ile elimizden alan sevgili, bizde o mâlik olduğumuz ve mâlik olduğumuz için kadrini bilmediğimiz nimetlerin hasretini uyandırmak yoluyle bizi kaybettiğimiz itiyatlara bağlamıştır. Yoksa -yani Proust terkedilen taraf olmasaydı- tam aksine, usancın itiyada zaferini görecekti, çünkü o zaman mülkiyet gururunun boş kalan yerini, bizzat elde ettiği bir hürriyet gururuyla doldurabilecekti.
Yalnızız-Peyami Safa
0 notes
Text
Bazen tuhaf saatlerde annemi arıyorum. Telefonun ahizesini: "Ercan, kuzum," diye kaldırıyor. "Yav anne nerden biliyorsun ki benim aradığımı? Belki başkasıdır, ayıp olur," diyorum. Annem; "Olur mu öyle şey oğlum. Nasıl anlamam? Senin kokun da geliyor telefonun ucundan. Ercan'ımın kokusu..." Ne biçim insanlar bu anneler? Çok tuhaflar. Hiç kimseye benzemiyorlar. Ama, birbirlerini tanıdıklarına eminim. Kendi aralarında konuşup anlaştıkları, bizim bilemediğimiz ortak bir dilleri var muhakkak. Belki de gizlice buluşup, haberleşiyorlardır birbiriyle kim bilir?
Peri Gazozu-Ercan Kesal
2 notes · View notes
Text
Anlaşılan 'hürrriyet', Selânik'ten Dersaadet'e, müzik kulağı pek olmayan evde kalmış biz kız kurusuna koca bulmak için sipariş edildikten sonra, Galata Gümrüğü'nden fors ve rüşvetle geçen âhenksiz bir piyano gibi gelmişti. Britanya'da yaşlı bir fahişeden doğma o 'bakire', yani romantik centilmenlerin elde etmek için kendisine nâzikçe kur yaptıkları ve aslında İngiltere'nin gerçek ve meşrû kraliçesi olan 'hürriyet', Dersaadet'e geldiğinde, gayr-i müslim diye nefretle ona bakıp onunla cimâ etmeyenler hâriç, tekâmül bakımından ayılardan hallice abazan güruhları tarafından çarşıda ve pazarlarda, sokaklarda, taciz ve tecavüze uğramış, Abanoz Sokak'ın yolcusu olmuştu. İngiltere'deki parlamentoda el üstünde tutulan ve Tanrı'nın değil halkın çocuklarını doğurduğu için Meryem kadar mukaddes olan bu bâkire, Dersaadet'te bir kârhaneden fazla bir şey olmayan mecliste yine halk tarafından bafilenip dâima piçler doğurmakta, bu da yetmiyormuş gibi durmadan kendi piçlerinden de gebe kalmaktaydı. Şerefsiz! Yezit! Yılan! Allahû Teâla devletimize, vatanımıza, milletimize zeval vermesin! Âmin!
Yedinci Gün-İhsan Oktay Anar 
1 note · View note
Text
<<İnsan niçin 100 yaşına kadar yaşasın? Yaşamamalı. Şöyle oldu. Hayatı Allah dağıtıyordu. Her hayvana elli yıl verdi, yeterdi bu. İnsan en son geldi, Allah'ın ona verecek ancak 25 yılı kalmıştı.>> <<Çeyrek yüzyıl mı?>> diye sordu Akhmadzhan. <<Tamam. İnsan yakınmaya başladı: <<Yetmez bu>> diye, Allah, <<Çok bile,>> dedi. İnsan gitti; atla karşılaştı. <<Bak,>> dedi insan, <<bana yeteri kadar ömür verilmedi. Seninkinin bir kısmını bana ver.>> <<Pekâlâ, işte yirmi beş yıl al,>> İnsan yoluna devam etti. Köpekle karşılaştı. <<Dinle köpek, bana hayatından bir parça ver!>> <<Elbette veririm, al yirmi beş yıl!>> İnsan yoluna devam etti. Maymunla karşılaştı. Ondan da yirmi beş yıl aldı. Allah'a döndü. Ve Allah <<İstediğin olsun,>> dedi, <<kendi işini kendin hallettin. İlk yirmi beş yılını insan gibi geçireceksin. İkinci yirmi beş yılda at gibi çalışacaksın. Üçüncü yirmi beş yılda bir köpek gibi havlıyacaksın. Ve son yirmi beş yılda herkes sana maymunmuşun gibi gülecek.>>
Kanser Koğuşu-Aleksandr Soljenitsin
3 notes · View notes
Text
"Hatice Abla?" Es es es. "Sen miydin? Uyuyordum." "Evet, özür dilerim..." Es es es. "Hayrola, bir şey mi oldu?" Sesi azıcık telaşlıydı şimdi.  "Hayır, hayır," dedim. "Ben bugün hayatımı kurtardığın için teşekkür etmek istemiştim sana." "Git uyu haydi, saat gece yarısını geçmiş." "Bir de, bir şey daha var... Ben seni seviyorum." "Ben de seni seviyorum. Haydi bakalım yatağına artık." Tanrım, nasıl hayal kırıklığına uğramıştım anlatamam. Galiba daha ziyade, haydi gel beni kaçır o zaman gibi bir şeyler demesini bekliyordum. Mantıksız tabii, şimdi daha açık görebiliyorum bunu. "Özür dilerim rahatsız ettiğim için. İyi geceler." "Hayır," diye beklemediğim bir yanıt geldi karşıdan. "Bunu yapmamalısın." Herhalde kafayı çekip çekip gece yarısı kendisini aramamdan söz ediyordu. Yine de sormaktan alamadım kendimi: "Neyi?" "Sevdiğin kişiye asla iyi geceler dilememelisin. Uykunun aranıza gireceğini düşündürürsün." Ahhh kalbim! İki elimle gömdüm almacı yerine. Benim kadar hastaydı o da.
Cehennem Çiçeği-Alper Canıgüz
1 note · View note
Text
Yeniden Petrograd'a dönmek gerekirse, Napolyon Celâl'in (Celâl Sılay) de Sait Faik'le, 1939 yılında ilk orada tanıştığını belirtmeliyiz. Celâl, daha ilk günden Sait'in 'lan' sözünü ağzından hiç eksik etmediğini görmüştür. Aynı zamanla onun bu sözü daha çok sevdiklerine söylediğini de anlar. O yılların Sait'ini isterseniz bize bir kez de Celâl Sılay anlatsın: "Gece yarıları portakal soyardık. Yarısına kadar ısırırdık. Suları damlardı. Sonra o bir şarkı tuttururdu. Makamına uyardım. Ben bir şarkı tuttururdum, makamına uyardı: Dındır dındırı dındır dın Dındır dındır dın. O bekârdı, ben bekârdım. Akşamları severdi, akşamları severdim. Beyoğlu'nda gezerdi, Beyoğlu'nda gezerdim. Yanında boş bir adam arardı. Yanımda boş bir adam arardım. Konuşmak istemezdi, konuşmak istemezdim. Büyük lâflardan hoşlanmazdı, büyük lâflardan hoşlanmazdım. Küfredilecek bir herif arardı, küfredilecek heriftim."
Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu-Salâh Birsel
1 note · View note
Text
Orada bir dakika durdu, düşündü. Toplum içindeki görevi, yolda durup düşünen insanlara bakmak olan bir kişi tarafından seyredildi. Sen bekçi olmalıydın, arkadaşım. Yürüyerek düşünmeğe karar verdi. Anlaşılmayan bir nedenle bir binanın üçüncü katına bakan adamın yanında durdu; onunla birlikte aynı yere baktı bir süre. Sonra ikisi de başka bir gönüllü bekçinin sorgulu bakışları yüzünden, orada fazla kalamadılar, vedalaşmadan ayrılarak kendi yollarına devam ettiler. Demek ki yolda durmak mümkün olmuyordu; böyle bir hürriyet yoktu. Sadece sürüklenme, kalabalığın akışına kapılma hürriyeti vardı. Durmazsam düşünemem.
Tehlikeli Oyunlar-Oğuz Atay
0 notes
Text
Ama altmış yıl önce 24 Ağustos 1911 cuma gün Adana'da seyyar posta memuru Hüseyin Avni Bey'in evinde böyle gösterişli bir durum yoktu. Belki heyecan daha büyüktü; çünkü Hüseyin Bey'le karısı Rabia Hanım sevinçlerini gizlemeye çalışıyorlardı ayrıca. Durumları elverişli de olsa, böyle parlak bir tören yapmaya hiç yanaşmazlardı; çünkü on üç yıllık evlilik hayatlarında doğan erkek çocuklar yaşamıyordu.  Daha önce altı çocuğunu kaybeden Hüseyin Avni artık batıl itikatlardan medet umuyordu: Çocuk için hiçbir hazırlık yapılmamıştı doğumdan önce. Bu yüzden Mustafa İnan, komşuların hediyeleriyle kundaklandı, giydirildi. Loğusa yatağı da süslenmedi geleneklere uygun hiçbir sevinç gösterisi yapılmadı yani. Ne olursa olsun bu erkek çocuk yaşamalıydı. Ve belki yaşamasının sevinci gizlenirse ölüm, durumu haber alıp gelmezdi. Ölümü kandırmak için bazı bazı oyunlar düzenlendi: Mustafa'nın kulağına, okula gidinceye kadar küpe taktılar, asker elbiselerinden bozma ve boynuna kadar düğmeli soluk ceketler giydirdiler. Rabia Hanım da loğusa yatağına sadece bir battaniye örttü, hem de siyah bir battaniye. Doğrusu geçim durumları da pek parlak değildi: kimse onların erkek çocukları öldüren kaderi kandırmak için böyle davrandıklarını ileri süremezdi.
Bir Bilim Adamının Romanı-Oğuz Atay
0 notes
Text
"Gerçekten, 100 yaşında hissediyor musunuz kendinizi?" "Tabii ki hayır. Dikkat et, dünyadan söz ederken olumsuz ifadelere varıyoruz: 'Yalan dünya' diyoruz mesela. 'Dünyevi' kelimesi, menfi bir mana taşıyor. Fakat, 'hayat' sözcüğü öyle değil. 'Hayati ehemmiyet'ten bahsediyoruz. 'Hayat dolu' diyoruz. Dünyaya bağlanmadan, hayatı tutunmayı öğrenmemiz gerekiyor."
Ruhi Mücerret-Murat Menteş 
1 note · View note
Text
Ben onlara iyi kötü bir düğün yapabilirdim. Böylesini yapamazdım tabii, ama bir gelinlik giysin isterdim. Dul kadınlar gibi evlendi. Yirmi yıldır unutamıyorum. Yirmi yıldır bu da içime ayrı dert. Tek çöp istemedi. Yanaklarımdan öptü o zaman da: Anne, beni okuttunuz, bitti. Bundan sonra ben başımın çaresine bakacağım. Düğüne gelince anacığım, unut düğünü. Düğün içimizde olsun, dışımızda değil.
Bir Düğün Gecesi-Adâlet Ağaoğlu
3 notes · View notes