Tumgik
#Çekip gittim geri dönüp bakmadım
yeniyeniseyler · 6 years
Text
Velet feat. Yener Çevik - Gülümse (Video Klip)
Velet feat. Yener Çevik – Gülümse (Video Klip)
Velet ve Yener Çevik‘in Rodii Keelos ve Haşim Berk Acerçelik yapımcılığında çıkardıkları “Gülümse” isimli single çalışmasının video klibi yayınlandı. Sözleri Talip Gören (Velet) ve Yener Çevik’e ait olan şarkının klibini Director Biggz yönetti. Velet feat. Yener Çevik – Gülümse – Şarkı Sözleri YENER ÇEVİK “Güvercin değil ama taklacı, Ben Hacivat Karagöz o kuklacı, Ay iki kere doğdu güneş batmadı,…
View On WordPress
0 notes
uzunnesra · 4 years
Text
Tumblr media
KİRALIK AİLE
Karmakarışık bir ruh halindeyim şu an. Ne ara bu noktaya kadar geldim bilmiyorum. Ya da ne ara kaybettim her insan gibi ben de masumiyetimi! Bir yanım buruk, diğer yanım sevinç. Mona Lisa tablosundaki ifadeye benzer bir duygu hâkim her hücremde. Tıpkı doğum yapan bir annenin yorgunluğu ve mutluluğu aynı anda yaşaması gibi…
Nereden başlayıp ne anlatacağımı bilemesem de, başından almak en makbulü sanırım. O zaman infazım hakkıyla olur belki. Benim hikâyem on sekiz yaşıma geldiğimde aileme rest çekip evi terk etmemle başladı. Bir şeyleri bahane ederek kaçtım. Doğup büyüdüğüm mahallemden, ilk dayağı birlikte yediğimiz omuz omuza sokak kavgaları ettiğimiz arkadaşlarımdan ve ilk aşkımdan. Şimdi durup düşününce asıl nedeni neydi, hâlâ idrak edemiyorum. Unuttum! Belki de ziyadesiyle önemsiz veya şımarıklıktı. Bu yüzden de geçen yılların darası, zihnimin duvarlarına toz bulutu olup sinerek çok da mühim olmayan mevzuları setretmişti. Ve ilk olarak da karakterimin kolonunu oluşturan yegâne olayın anılarından başlamıştı bunu yapmaya.
Kanımın, vücudumda en deli aktığı yaşlara dair hatırladığım şey içimdeki öfkeydi. Daha iyi bir aileye, yaşama ve geleceğe sahip olmadığım gibi hiçbir vakit olamayacak olmanın hırsı mevcuttu. O kadar yoğundu ki; sadece etrafımı değil kendime de kılıç çekerek ruhumda kesikler bıraktığımı anlamadım. Herkese, her şeye kızgın ve kırgındım. Gerekirse dünyayı ele geçirebilecek gücümün ve inancımın olduğunu bildiğimden pek mümkündü hayallerim gözlerimde. Ama bana engel olan burasıydı. Ailem, mahallem, arkadaşlarım, aşkım… İrinli cerahat akan yaralı bir organ gibi görüyordum. Kangren olmuş ve son derece işlevsizdi. Bu yüzden kesip kurtulmalıydım.
Gittim. Alıp başımı gittim. Üstelik arkama dahi bakmadım. Bir kere dönüp şöyle bir bakarsam yapmak istediğim her şey yarım kalacak tek adım dahi atmadan çakılacaktım yerime. Bir sabah, hazırladığım küçük bavulumla ayrıldım evden. Günlerce sürdü seyahatim. Kâh yürüdüm, kâh konakladım, kâh bir otobüsün yüzü solmuş lacivert kadife koltuklarında başım cama yaslı sabahladım. Gözlerim yollarda, zihnim hayallerimde yolun götürdüğü yere gittim. Bazen bir köşeye çekilip kalabalığı seyrederek insanların suretlerine baktım. Kimisi yorgundu, kimisi üzgün, kimisi de öfkeli. Şayet iletişimde mahir bir insan olabilseydim aralarına karışıp dertleşerek kendiminkine benzer bir hikâye aramak, bulduğumda ise günah çıkartırcasına paylaşmak isterdim. Ancak ben sadece kaçmayı becerebilen bir korkaktım. Bunu kabul edip kendime itiraf ettiğim anda süngüm düştü. O an anladım hırslandığım, yapacağım dediğim hiçbir şeyi yapamayacağımı. Ama kuyruğu dik tutma arzusuyla direndim. Derviş misali günübirlik yaşadım. Bugün buldum, bugün harcadım. “Yarına Allah Kerim” dedim. Gün geldi duvar ördüm inşaatlarda, bir benzerini kalbime ördüğümü fark etmeden…
Güneş gören tenim, iş tutan parmaklarımla beraber nasırlaştı yüreğim. Yalnızlığımın büyük mimarları; gururum, öfkem ve kibrim olduğunu unutarak çalıştığım işten de utandım zamanla. Bir sabah, yine yapabildiğim tek eylemi yaptım. Bavulum elimde çıktım yola. Başka diyarlara gittim. Zira daha iyi olacağını umut ettim. Umut; insanın hayallerden yaptığı oltasına taktığı azıktı. Tek sermayemi cömert bir şekilde kullandım. Gençliğime, sağlıma güvendim. Aradan geçen yılların sonunda, bir tiyatro binasında elimde süpürge ile etrafı süpürürken buldum kendimi.
On sekizimde kurduğum hayallerimin hiçbirini yapamamış olsam da mutluydum garip bir şekilde. Temizliği bitirip oyuncuların provalarını izledim gizlice. Kiminde güldüm, kiminde ağladım. Bugün genç delikanlıyı canlandıran oyuncu, yarın çocuk oyununda hayalleri olan bir bulutu oynuyordu. Hayat da keşke bu kadar ergonomik olsaydı diye geçirdim hep içimden. Bir gün fakir genç, öbür gün burjuva sınıfından bir kalantor olarak alırdım hayattan hıncımı.  Yaşam denilen dinamo nakit para gibiydi aslında. Bir kere harcamaya başladığında dağılıyordu parçaların öteye beriye. Doğru hamleyi yapmazsan kârından çok zararın oluyordu. Tiyatro binasından başka gidecek ve kalacak yerim yoktu. Orada yatıyor aynı zamanda bekçilik de yapıyordum. Gün geçtikçe daha çok benimsedim burayı. Geceleri yalnız kalınca oyuncuların odasına gidiyor kostümleri giyip, gizli saklı izlediğim oyunlardan öğrendiğim replikleri söyleyerek kendi kendimi eğlendiriyordum. İstediğim hayatın sefasını süreceğim derken çalınmış rolleri yaşıyordum resmen. Bir gece fakir bir genç, bir gece zengin iş adamı, bir gece de minik bulut. En çok da fakir genci ve bulutu oynarken bocalamıyordum. Zira insan özünde olanı en doğal yaparmış. O halde içimdeki çocuk da neyse ki hâlâ sağdı şükürler olsun. Masumiyetini yitirmişti muhtemelen, ama beslenmeye muhtaç da olsa bir yerlerde saklandığını hissetmek mutluluk veriyordu bana. Bir gece üzerimde, bulutun mavili beyaz tulumuyla uyumuştum sahne üzerinde. Sabahında yanıma gelen yönetmenin sesiyle irkildim.
“Burada ne arıyorsun?” Dedi yarı şaşkın, yarı kızgın bir şekilde. Kim olduğumu bildiğinden böyle kızıp söylendiğini anladım. Bir mahcubiyet kapladı her yanımı. Savunmaya geçeceğim sırada kolundaki saate bakıp devam etti. “Geç kalıyoruz. Her şey de aksi gitti. Sana bir görev versem yapar mısın? Sonunda para kazanacaksın.”
Sorduğu soruyu idrak edip düşünemeden başımı oynattım “evet” diyerek. Ucunda para olması ilk etapta ilgimi çekmedi. Zira patronum bana kızmamış ve işten kovmamıştı. Bu yüzden isteyeceği şey, şu an bulunduğum durumdan daha fazla rahatsız etmez diye düşündüm.
“Hazırlan” dedi yönetmen. “Doğru düzgün giyin. Sonra kapının önünde bekleyen mavi arabaya bin ve şoförün götüreceği adrese git.”
Verdiğim yanıt “peki” oldu. Vakit kaybetmeden soyunma odasına gidip üzerimi değiştirdim. Adımlarımı hızlandırıp binadan çıktım. Yönetmenin bahsettiği araba kaldırımın kenarında dörtlüleri yakmı�� bekliyordu. Arka kapıyı açıp selam vererek bindim. Yerime oturdum sessizce. Şoför haricinde benimle birlikte dört kişiydik. Diğer üç arkadaş tiyatrodan figürandı. Her ne kadar tanıyor olsam da fazla muhabbetim olduğum söylenemezdi. En başından da dediğim gibi iletişim konusunda kabiliyetsizim. Gerçi neyde var ki yeteneğim? Sessiz geçen birkaç dakikanın ardından ön koltukta oturan, hafifçe arkasını dönüp seslendi.
“Sen de mi bizimle geliyorsun?”
Bana dediğini anlamadım ilk, ama yanımdakilerle birlikte toplamda üç çift göz üzerimde gezinince “bana mı sordun?” dedim göğsüme dokunup kendimi göstererek. Sonra anlamsız geldi sorum. “E-evet” diyerek kekeledim elimde olmadan. “Yönetmen Bey bu arabayla gitmemi söyledi.”
“Anlıyorum.” Dedi yine arkasını dönüp bana bakarak. “Daha önce yaptın mı hiç bu işi?”
“Hangi işi?”
Güldü kendi kendine.
“Nereye gittiğimiz hakkında bilgin yok galiba?”
Başımı iki yana oynattım.
“Hayır yok.”
Yanımdaki söze girdi bu sefer.
“Yaşlı bir çiftin evlilik yıl dönümünü kutlamaya gidiyoruz.”
“Nasıl yani?” Dedim.
“Önceden böyle işler yapmıyordu bizim yönetmen ama ikidir iyi para alınca artık geri çevirmiyor. Bu bizim üçüncü işimiz olacak.”
Dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Öyle ki bunu her halimle belli ettim. İş neydi, ne diye birilerinin evlilik yıl dönümüne gidiyorduk ve bundan bize neydi?
“Anlamamış gibi bakıyorsun arkadaş.”
“Anlamadım çünkü.” Diye tersledim diğer cam kenarında oturan havalı görüntüye sahip olanını.
“Olay çok basit! Şimdi kutlamasına gideceğimiz yetmişli yaşlarında bir çift. Kimseleri yok. Bizimkilere para vermiş ve dört kişi misafir ağırlayabileceklerini söylemiş. Böyle küçük işlere büyük oyuncular gitmez. Bizim gibi figüranlar gider. Bugün Pazar. Kimseyi bulamayınca yönetmen seni gönderdi demek ki.” Gururum kırıldı bir parça. Ne yani figüran kadar da hatırım yok muydu? Mağrur bir şekilde başımı kaldırıp gardımı alacakken ne hissettiğimi anlamış olacak ki ekledi hemen. “Yanlış anlama sakın, rol yapmak amacıyla dedim. Biz alışığız ya ondan mütevellit.”
Uzatmaya niyetim yoktu. Tadım kaçmıştı zaten iyice. Hem birebir bu kadar fazla diyalog kuruyor olmak hem de tanımadığım, üstelik de ihtiyarların evlerine gidecek olmam başla başına bir faciaydı. Yaşlılar huysuz olur, evleri tuhaf kokardı. Ölümü ve hiçliği hatırlatırdı. Ah, nasıl bir şeye bulaşmıştım ben? Düşünceden başımın ağrıdığını hissedip parmaklarımı şakaklarıma bastırdım.
“Kimsesi yok mu bun insanların? Biz ne yapabiliriz ki yalnızlıklarına?” Sorum buz gibi bir hava oluşturdu küçük arabanın derin sessizliğinde.
“Olsaydı ne işimiz vardı ki orada? Ömürlerinin son demlerinde belli ki akıllarındaki hikâyeye inanmak istemişler. Biz de onları inandıracağız. Sanki akrabalarıymış gibi yapıp hatır sorarak yıl dönümlerini kutlayıp, bagajdaki hediye paketlerini vereceğiz. Yani anlayacağın bugün o ihtiyar çiftin kiraladığı aile olacağız. Önceleri sadece Japonya’da varmış kiralık aile olayı. Fakat bizim ülkemizde de vefa; semt adı olarak kalmaya başlayınca oyunculuk ajansları da bu işe el atmaya karar vermiş.”
Resmen çatmıştık. Ziyadesiyle bu durumdan rahatsız olsam da yorum yapmadım. Benim sorunum buydu işte. Unutmak! Birkaç dakika öncesine kadar kovulma korkusu yaşadığımı, mahcubiyetimi unutmuş bir de oturmuş ahkâm keserek kendi kendime veryansın ediyordum. Ben kesinlikle iflah olmaz bir nankördüm. Kim bilir belki de sonum bir gün böyle olacaktı. Paramla aile kiralayıp doğum günlerimi kutlamak için sahte mutluluklarla yüreğimdeki boşluğu doldurmaya çalışacaktım.  
Başımı arabanın camına yasladım. Bu ziyaret ve yolculuk belli ki benim iç dünyamı hesaba çekişim olacaktı. Garip bir hüzün çöreklendi yüreğimin en başına. Oradan tortuları sarmaladı her damarımı. Gençliğimi düşündüm, bavulum elimde oradan oraya savruluşumu. Ardımda bıraktığım ailemi, mahallemi, arkadaşlarımı, sevgilimi hatırladım. Ne yapıyor ne ediyorlardı kim bilir? Dostlarım kendilerine yeni dost edinmiş, sevgilim çoktan yuvasını kurmuş hatta neredeyse boyu kadar da çocuğu olmuştu kim bilir?
Peki ailem!
Evladın yerine ne konulurdu? Başka çocuk sahibi olamayacak kadar çoktu zaten vakti zamanında yaşları. Yokluğuma, bir yerden sonra alışıp hayatlarını sürmüşlerdi kesin. Ya da benim evden gidişimin sebebini birbirlerinin üzerine atarak büyük bir kavga edip sonra da ayrılmışlardı. Veya neyse neydi.
Arabanın fren darbesiyle irkildim. Gelmiştik nihayetinde. Kapımı açıp çıktım dışarıya. Daha evvel şehrin hiç gelmediğim semtlerinin birindeydik. Ben bir apartman dairesi diye tahmin ederken huzurevinin önünde durmuştuk. Birden üzüldüm hiç tanımadığım çifte. Bagajdan hediyeleri alıp arkadaşlarımın yönlendirmesiyle girdik içeri. Huzurevinin müdürü karşıladı kapıda. Hâlbuki para karşılığında gelmiştik ama yine de teşekkür edip minnetlerini iletti. Dinlenme salonunda hazırlıklarını yaptıklarını ve bizi beklediklerini söylediğinde heyecanlanarak yürüdüm. Yaşlarına karşılık ayakta karşıladı sevimli ihtiyarlar bizi. Her biriyle tokalaşıp selamlaşarak ilerledim. Garip bir şekilde dördüncü kişiden sonra uyum sağladım bulunduğum ortama. Bugünün sahibi olan, salonun başındaki ikili koltukta yan yana oturan çiftin kıyısına vardım.
Önümdeki üç arkadaşımdan rol çalarak selam verdim, akrabalarının bir ferdiymiş gibi. “Merhaba amcacım nasılsınız?” Ardından kadıncağıza yaklaşıp elini öptüm. “Siz nasılsınız yengecim, ben küçük eltinizin oğluyum. Hani şu haylaz olan!” Diyerek gülmeye zorladım kendimi. Başımı kaldırıp yılların imzasını bıraktığı kıvrımlı yüzlere baktım. Sahip oldukları; kırışmış ve beneklere bulanmış tenleri hiç tanıdık değilse de parlak gözleri, asırlar da geçse hiç unutamayacağım limanın feneri gibi yanıp sönüyordu. Ben yolunu kaybetmiş bir yelkenliydim, onlar ise kim ve nereye ait olduğumu hatırlatmak için varlardı. Ruhumdaki sessiz yardım çığlıklarını duyarak sakinleştirmeye çalışıyordu. Zaman durdu, insanlar durdu sadece bizim hareketlerimiz soluk alışlarımız ve ifadelerimiz canlı gibiydi. Hızlı akan bir film şeridini oldukça ağıra almışsın da saniyeler dakikalara yayılarak gidiyordu. Beş, on, on beş… Ne kadar süre birbirimize baktık hatırlamıyorum. İlk önce kim olayın ne olduğunu anladı onu da bilmiyorum. Soyut bir resmin içindeki anlamsız bir nokta gibi hissettim kendimi.
İhtiyarın, “oğlum” diye seslenen titrek sesiyle eş zamanlı süzüldü gözümden yaşlar. Yıllarca söylenememiş, iki dudak arasına hapsolmuş bu kelime öyle özgür ve pervasızca savruldu ki duvarlara. Adına tezat huzursuz oldu sanki buranın sakinleri. Utanarak etrafıma bakınıp önüme döndüğümde; o kısacık saniyeler içinde bizi izleyenlerin bakışlarında birçok duyguyu gördüm sanki. Belli ki hikâyemiz çokça dolanmıştı buralarda. Benim vurdumduymazlığım, vefasızlığım, kendini bilmez şımarıklığım dilden dile gezmişti. Hiçbir lakırdı için şikâyet etme hakkım yoktu. Belki de ben kuruntu yapıyordum, çok da fena anlatmamışlardı kim bilir! Hem hangi anne baba evladını fena biri olarak tanıtırdı ki eşe dosta? Kesin bende olmayan bir hasleti var gibi anlatıp kendilerini avutmuşlardı.
Artık yolun sonuna gelmiştim ve her şeyi bir kenara bırakma vaktiydi. Babamın ve annemin “sensin” diyerek bana dokunmalarıyla kendime geldim. Huzurevinin müdürüne bakıp “hayal görmüyoruz,” derken sehpada duran çerçeveyi eline alıp gösterdi. “Karşımızdaki genç adam, bu fotoğraftaki delikanlı değil mi? Bunamadık biz, doğru anladık!”
Gözlerim fotoğrafı buldu. Evi terk ettiğim yaştaydım soluk görüntüde. Öfkeli bakışlarım oraya da sinmişti. Hıçkırıklarıma engel olamadım sonunda. Onca yıl biriktirdiğim suskunluğum, gözyaşlarımla yuvarlanıp aktı gitti. Sel olup dolup taşarken içinde boğulmamak için zor tuttum kendimi. Ruhumdaki gelgitleri tetikleyip tahribatı büyük tsunamilere yol açarak dağlıyordu benliğimi. Hangisine yanmalıydı insan? Elinin tersiyle ittiklerine mi, daha büyüğünü hedeflerken ayağının altında ezdiği güzelliklere mi?
Madde hırsı vakti zamanında o kadar boyamıştı ki gözümü; yıllar içinde kendi anne babamı yok bilip, başka anne babaların özel gününe parayla gidecek hale getirmişti. Hayat öyle bir aynaydı ki gün geliyor çok farklı bir şekilde yansıtıyordu gerçeği insana. Olan bitene artık dayanamayıp neden sonra konuşabildim. “Benim.” Dedim. “Benim. Hayırsız oğlunuzum.” Ardından sıkıca sarıldım. “Evlilik yıl dönümünüz kutlu olsun.”
  Esra Uzun
0 notes