Tumgik
#21.yüzyıl için 21 ders
thesoundofdrugs · 28 days
Text
Yaşam nedir yahu? Bilen varsa söylesin ben bilmiyorum - 24/09/2008
"Hayat bu muymuş! İyi, sonra bakarız.." Nietzsche
Bir insan doğar, büyür, evlenir, biraz debelenir ve ölür.. bitti, the end, son. hepsi bu mudur yani bu kadarcık mı am.na koduğum hayatı? Descartes; "düşünüyorum öyleyse varım" derken, Şaban'ın "düşün düşün boktur işin" hipotezinden bihaberdi elbette.
Yaşam ve tanrı'yı bir bütün olarak ele almak gerekir. Bunlar birbirinden ayrı şeyler değildir aksine 'aynı' şeylerdir. Ve sana gerçeği söylemeliyim dostum; yeryüzünde tanrı arayışında ki hiçbir filozof, tanrı'ya yaklaşamamıştır bile!.. Buna karşılık ise yaşamla akan herkes, içinden geldiği için dans eden, şarkı söyleyen, resim yapan vs. herkes tanrı'nın tam içindedir. Çünkü onlar yaşamın içindedir. Daha iyi ifade etmek gerekir ise onlar yaşamın kendisidir.
Tanrı'nın ne olduğunu bilmiyorum ama ne olmadığını kesinlikle biliyorum!..
Felsefe tanrı'yı arar durur, sürekli arar durur ama bulamaz. Bulması mümkün değildir zaten. Çünkü tanrı, varoluş, yaşam veya adına her ne halt demek istiyorsanız; olduğunuz şeydir. Yani halihazırda olduğun şeyi aramak, bir köpeğin kendi kuyruğunu kovalamasına benzer. Yaşam, aranmak için değil, yaşanmak içindir!.. Yaşamın ne olduğunu bilmek gerekmiyor; bilinemeyecek bir şey olduğunu bilmek yeterli.. Ve olduğun şeyi bilemezsin zaten!..
Kalp şekli nereden gelir bilir misiniz? Kıçından.. evet evet doğru okudun, tam kıçından gelir. Hani o aşkınızı, en saf sevginizi temsil etmesi için çizdiğiniz kalp şekli, göt kökenlidir. Ne ironi ama.. Hayat seni seviyorum.. Eros'u duymuşsunuzdur. Prezervatif markası.. Yunan mitolojisinin aşk, seks, şehvet tanrısıdır. Duymasanız bile çizgi filmlerde bu karakterin birilerinin poposuna ok fırlatma sureti ile aşk yaratmasını izlemişsinizdir. Ok hep popoya atılır. Ve ok'un kalbin içinden geçtiği çizimler bu mitolojik anlatımlardan esinlenilmiştir. Yani kısaca kalp şekli eşittir popo. İnanmassan yanındaki kızı domalt, bak bakalım ne şekli çıkacak. Erkeklerde de oluşur ama kadınlarda çok daha estetiktir. Hatlar belirgin ve dolgun, tam kalp yani. Neyse ben ne anlatacaktım nereye girdim.. Aslında dikkatli okuyucular için konunun tam merkezindeyiz.
Oscar Wilde der ki; "İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar, yalnızca vardırlar.." Ben şahsen varolduğumdan eminim ama yaşıyor musun dersen; bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Çünkü varolmak ve yaşamak çok çok farklı şeyler. Descartes, düşünce ile varolmayı bağdaştırdı ama varolmak yeterli mi acep? Kapağını s.ktiğimin tenceresi de VAR, ama yaşamıyor!..
Yaşamın amacı; amacı olan bir yaşam" mıdır hacı? gibi düşünceler de gereklidir elbette. Ama düşünmek yaşamayı sağlamıyor. Evet belki zihinsel çıkarımlarla varlığını idrak edebilirsin ama bu yaşadığın anlamına gelmiyor.
Bir çocuk bizim gibi düşünmez. Çocuk, "yaşam nedir" gibi salakça bir soru sormaz. Çünkü o yaşamakla meşguldür zaten. Yalnızca çocuklar gerçek anlamda yaşar, gerisi playback yapar. Yaşamın ne olduğunu yalnızca benim gibi aptallar sorar. Eğer yaşamın ne olduğunu soruyorsan yaşamıyorsun demektir!.. Ve yaşamıyorsan aptalsın demektir..
Shakespear; "Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu.." demiştir. Lakin günümüzde bunun ne demek olduğu kimin s.kinde!.. 21.yüzyıl versiyonu geçerlidir artık, o da şu; "Domalmak ya da domalmamak, işte bütün mesele bu.. "
heyhat!..
3 notes · View notes
Text
Dünya giderek daha da karmaşıklaşıyor ve insanlar ne olup bittiği hakkında ne ka­dar cahil olduklarını algılayamıyorlar. Bunun sonucunda meteoroloji ya da biyoloji hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeyen biri, kalkıp iklim değişikliği ve genetiğiyle oynanmış ekinler hakkında siyasi önerilerde bulunabiliyor; haritada Irak ya da Ukrayna'nın yerini gösteremeyecek insanlar, bu ülkelerde ne yapılması gerektiği konusunda son derece kesin görüşlere sahip olabiliyorlar. İnsanlar cehaletlerinin ayırdına pek sık varmazlar çünkü kendilerini, benzer düşünen arkadaşlar ve düşündüklerini olumlayan haberlerden oluşan bir yankı odasına kapatırlar ve odada inançları durmadan desteklenirken nere­deyse hiç sorgulanmaz.
— Yuval Noah Harari - 21.Yüzyıl için 21 Ders
14 notes · View notes
3r7an · 2 years
Text
Tumblr media
"Kulağımızın dibinde,
vızıldayıp uykumuzu kaçıran,
sinekleri avlamak,
bildiğimiz bir şeydi.
"Fakat zihnimizi meşgul eden,
Bir düşünceden ötürü,
uyuyamadığımızda,
Çoğumuz bu düşünceyi,
Nasıl avlayacağını bilmiyordu...🔆
Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders,
15 notes · View notes
leilagurban · 9 months
Text
Ama kim demiş hayat basit bir şeydir diye?Başa çıkacağız işte.
(21. Yüzyıl için 21 Ders - Yuval Noah Harari)
1 note · View note
butti23 · 6 years
Photo
Tumblr media
Ve duygularımı benden daha iyi anlayabilecek hiçbir harici sistem yok ..
8 notes · View notes
ecce-homo-ecce-homo · 3 years
Text
Dindarlara Tanrı gerçekten var mı diye sorulduğunda genel olarak kâinatın anlaşılamayan gizemlerinden ve insan algısının sınırlarından söz açarlar. "Bilim Büyük Patlama'yı açıklamıyor." diye haykırırlar, "O halde bu, Tanrı'nın kerameti olmalı." Fakat dindarlar çaktırmadan bir kartı diğerleriyle değiştirerek kandıran sihirbazlar gibi kozmik gizemin yerine çarçabuk dünyevi kanun koyucuyu geçirir. Kâinatın bilinmezlerine "Tanrı" adını verdikten sonra bunu bir şekilde bikini giymeyi ve boşanmayı kınamak için kullanırlar. "Büyük Patlama'yı anlamıyoruz o yüzden de insan içine çıkarken başımızı örtmeli ve eşcinsel evliliklerine izin vermemeliyiz." Bu iki şey arasında herhangi bir mantıksal bağ olmamasının ötesinde esasen çelişkili bir beyan söz konusu. Kâinatın gizemleri ne ölçüde anlaşılamazsa bunlardan sorumlu olan şeyin kadınların nasıl giyineceği ya da insanların cinsel hayatını o kadar umursamaması icap eder.
0 notes
planetofthe-dead · 5 years
Text
“Artık bilgiyi aramıyoruz; Google’lıyoruz. Ve cevaplar için Google’a gitgide daha çok bel bağladığımızdan kendi kendimize bilgi edinme yetimiz azalıyor. Hakikat şimdiden Google aramalarında en üstte çıkan sonuçlarla belirleniyor.”
Yuval Noah Harari
28 notes · View notes
sin-u-san · 2 years
Text
Tumblr media
IŞİD süriye ve   ırakın büyük bir kısmını işgal ettiğinde ,binlerce insanı öldürdü, arkeolojik kalıntıları tahrip etti ve önceki rejimlerle batı kültürünü taşıyan sembolleri yok etti.ama yerel bankalara girip üzeri Amerikan başkanlarının resimleri ve Amerika'nın siyasi ve dini ideallerini öven ingilizce sloganlarla  dolu destelerce Amerikan dolarını bulunca , Amerikan emperyalizmi ni temsil eden bu sembolü ateşe vermedi .çünkü Amerikan dolarına dünyadaki tüm siyasi ve dini görüşler hürmet ediyor.
Yuval noah Hariri,21 yüzyıl için 21 ders
53 notes · View notes
kanayan-kafesler · 2 years
Text
Tumblr media
Bugünlerde “Güzeli Kurtarmak” isimli hacim olarak ince ama derinliği olan kitabını lezzetli bir tercüme ile azar azar okuyorum.
Han’ın kitabını Mustafa Tatcı hocamdan yıllardır şerhlerini dinlediğim Yunus Emre ve Niyazi Mısri’nin zihnimde biriken nutukları ile birlikte okuduğumu fark ettim. Böylesi çağdaş düşünürleri tanıdıkça bizim irfani geleneğimizi dünya dillerine açmanın önemine bir kez daha ikna oluyorum. Öyle sanıyorum ki çağdaş filozoflar büyük bir emek çektikten sonra bizim irfani geleneğimizin ancak kıyılarına varabilecekler ve 21. Asır bu irfanın küresel kültüre daha çok mal olduğu, daha çok anlaşıldığı bir zaman dilimi olacak. Üzülerek söylüyorum ama bu kaynağa bir kez ulaştıklarında da bizim yakın tarihimizin mahalle kavgalarından, kendi tarihi ve geleneği ile hür bir ilişki kurmasına engel olan komplekslerinden ve hepsinden önemlisi taassuptan uzak oldukları için bu pınardan daha çok istifade edecekler.
Aşağıda kitaptan yaptığım alıntıları Mısri ve Yunus babamızdan gönlüme gelenlerle birlikte paylaşacağım.
Han “Güzel saklıdır, gizleme güzellik için aslidir, güzel doğası gereği örtüsü açılamayandır. Tanrısal olan elbisedir. Örtme güzellik için aslidir. Bundan dolayı güzel elbisesini veya örtüsünü çıkaramaz. Örtüsünün açılamaması güzelin özündendir.” diyor kitabın örtünün estetiği bölümünde.
Bir 17 yüzyıl arifi olan ve yaşadığı zamanda da bugünkünden çok da farklı olmayan ama dönemin şartları gereği fiziksel olarak sürülen (bugün de kültürel bir sürgüne maruz kalırdı diye düşünmeden edemiyorum.) ileri yaşında Limni adasında ayağında bukağı ile 14 yıl geçiren Niyazi Mısri hazretlerinden bir beyit;
“hakikat dilberi rana gibidir anın zerrin libasıdır şeriat.” Evet hakikat hoş ve güzel bir dilber gibidir. Kokusunu kabiliyetinize göre sezersiniz, ama örtülüdür. Şeriat örtüsü, ki bunu dönemin hakim kültürel vasatı, hakim zihinsel algıları olarak da anlayabiliriz ise onun altından örtüsüdür. Lakin güzele gitmenin bir adabı vardır. Devamında “sakın soyma anı namahrem içre, yüzün suyu hayasıdır şeriat” diye ekler Mısri babamız. Yine başka bir nutkunda ise:
“lafzı u suret cism ile anlamak isterler bizi,
biz ne elfazız (lafızlar, şekiller) ne suret (görüntüler) cümle mana olmuşuz…
her kesafet kim izafet gösterir ayinede,
ol kuduret tozunu silip mücella olmuşuz”
der, aynada surete bürünen her yoğunluğu, görüntüyü, varlık tozunu silerek parlak cilalanmış bir hakikate ulaşmışız. Byung Chul Han Sokrates’ten alıntı ile elbisenin altındaki deriyi soymaktan bahseder. “İnsan aşktan konuşuyorsa derisi yüzülmüş hakkında bir konuşma olmalıdır, tüylü deri hakkında değil” Bizim Nesimi’den Hallac’dan bildiğimiz üzere hakikati elbisesiz sunmanın bedelidir derinin yüzülmesi. Han derinin yüzülmesini “yaralanmanın estetiği” ile ele alıyor. “derisi yüzülmüşün sergilenmesi, vücudun bir yerinin açılmasının ötesine gider. Acı yaralanma anlamına gelir.”
Günümüzün pozitif toplumu yaralanmanın bu negatifliğini her zaman azaltır. Bu sevgi için de geçerlidir. Yaralanmaya götürecek her türlü bağlılıktan sakınır. Onun bağlılıkları “like-beğeni” seviyesindedir. Bu ise aslında görme ya da kavrayış sunmaz. Çünkü görmek için yaralanmak gerekir. Görmek incinmektir. Kişi kendisini yaralanmaya maruz bırakmadan başkasını göremez. Yaralanma görmenin hakikat anıdır. Aynının cehenneminde hakikat yoktur.
To like kaygısız arzuların, amaçsız ilgilerin, tutarsız tatların alanıdır. Herhangi bir sertlikten, sarsıntıdan yoksundur. Dolayısıyla sarsıntının, yaralanmanın negatifliğinden yoksundur. Yani tecrübeden. Gerçek tecrübe yaralanmayı, sarsılmayı gerektirir. Yaralanma olmadan ne şiir ne de sanat vardır. Acı ve yaralanmanın olmadığı yerde alışıldık, adet olan, konforlu ve rahat olan devam eder. Hep baktığımız ama göremediğimiz şeye bakar dururuz.
Han, Barthes’in fotoğraf teorisinden alıntıyla studium ve punctum ayrımı yapar. Studium –to like’a taliptir. Fotoğrafın kodlandığı kültürel vasatı keyifle takip eder studium. Bu bir tecrübe sunmaz. Oluşturduğu haz ya da acı bana ait değildir. İçime geçmez. Hiçbir coşkunluğu, tutkuyu, aşkı tutuşturmaz. Yarım bir arzuyu yarım bir dileği başlatır. Kararsız, yüzeysel ve sorumsuz.
Punctum ise fotoğrafın ikinci bir unsuru olarak izleyiciyi yaralar, incitir, sarsar. Bu bir komşu ziyareti değildir. Ok gibi insanı ansızın bulur ve yaralar. Şok etmez, sessizliği sever. Çığlık atmaz. Sırrı tutar. Tüm sessizliğine rağmen kendisini bir kanayan bir yara olarak açığa vurur. Tüm anlamlar, amaçlar, kanaatler, değerlendirmeler, yargılar, mizansenler, pozlar, jestler, kodlamalar, enformasyonlar kaybolduğunda punçtum kendisini sessiz olarak açığa çıkarır.
Sinematografik resimlerin (buna like bekleyen resimler de dahil) punctumu yoktur. Bizi gözlerimizi açık tutmaya zorlar. Düşünceye değil iştahlı bir tüketime zorlar. Gözlerimi kapatmama, gözlerimi kapatınca sessizliğin müzikalliğinde görselliğin zihnimde devamına imkan vermez. Bu aslında kendi kendine kapanmış özgürleşemeyen bir iletişimdir. Gözleri kapatmak resmi sessizlikte konuşturmak demektir. Kafka’dan alıntıyla “şeyleri aklımızdan çıkarmak için fotoğraflarız, hikayelerim bir çeşit göz kapamadır.” İçinde punctumu olmayan görsellik muhayyileye imkan vermez.
Dijital resmin studiuma sabrı, punctuma ise hassasiyeti yoktur. O affectumun peşindedir. Bağırtır, eğlendirir. Sözü olmayan bir eğlenceyi ve dolayımsız hazzı tetikler. Gelir geçer, bir yel esmiş gibi, denizin üzerindeki dalgalar misali. Kıyıya vurup yiten bitimsiz dalgalar.
Tam da burada Yunusça bizi içeri çağırır:
“Suretten gel sıfata, onda mana bulasın,
Hayallerde kalmagıl, erden mahrum kalasın.”
Denizin üzerindeki dalgalar gibi sürekli akıp giden suretlerden niteliğe, çokluktan onun içindeki tekliğe.
Yaralanmanın estetiği vardır. Bilmek yaralanmak demektir. Tecrübe derimizdeki yara izleri.
Yunus babamız yine bir nutkunda;
“eşkere kıldım bugün pinhanımı, can virüben buldum ol cananımı” der. İçte gizli olanı açığa çıkarmanın yegane yolu ölümcül bir yara ile yaralanmaktır. Canana, güzeller güzeli dilbere ancak can vererek varılır.
2 notes · View notes
bbusratprk · 3 years
Text
Tumblr media
Merhaba sevgili kitap dostları. . Selahattin Demirtaş ; hepimizin tanıdığı, bazımızın nefret ettiği, bazımızın çok sevdiği, birçoğumuzun da kendisine karşı beslediği duygu ne olursa olsun, yeni bir eserini merakla beklediği bir insan.
İdeoloji olarak Selahattin Demirtaş'ın tam karşısında duran insanların bile; "O çok zeki, çok birikimli ve kültürlü bir insan. Keşke yanlış yerde durmasaydı da onu bambaşka bir safta iken destekleme imkanım olsaydı. . " gibi cümleleri sarfettiğine bolca şahit oldum.
Selahattin Demirtaş'tan nefret eden insanlara herhangi bir sözüm yok. Zaten kimi sevip kimden nefret edeceğinize karar verecek halim veya hattim de yok.
Ama eğer aranızda yazarın kalemi ile tanışmak isteyip de sırf ideolojisinden dolayı, siyasi duruşundan dolayı, etnik kökeninden dolayı, ya da herhangi ayrıştırıcı başka düşünceden dolayı bunu kendine yakıştırmayan insanlar varsa, size birkaç biyografik isim söyleyebilirim.
Zülfü Livaneli , Aziz Nesin , Nazım Hikmet Ran , Mehmet Akif Ersoy , Ahmet Mithat , Ziya Gökalp , Ahmed Arif . .
Bu isimlerin çok değerli olduğunu biliyorum. Birçoğunuz (hatta belki de hepiniz) "Nasıl olur da bu değerli kalemleri, bu değerli insanları Selahattin Demirtaş gibi biriyle kıyaslamamızı beklersin?" diyeceksiniz.
Ama bu insanların hepsi zamanında terörist yaftası yiyip, hayatlarının bir kısmını ya da hepsini; hapishanelerde-sürgünlerde, yurt özlemi ile-aile özlemi ile tüketen, 'tüketilen' insanlar.
Sonra yakın tarihte bir Ahmet Kaya'mız var; ülkücülerin bile artık yüksek sesle dinlediği.
Ve şöyle demişti falen reis; "fikirleri beni ilgilendirmez, adam müziğin hakkını veriyor." Emin olun bu kitabı okuduktan sonra siz de eğer adil ve adaletli biri iseniz "Bu adam kaleminin hakkını veriyor!" diyeceksiniz.
Aslında daha söylenecek çok şey var. Ama zaten epey uzun olacak bu incelemeyi, gereksiz tekrarlar ile daha uzun bir hale getirmek istemiyorum.
İncelemeye başlamadan söyleyeyim; yorumum spoiler içerir.
Yazarın ilk roman denemesi olan bu kitap; kitap içinde bir kitap. Aslında benim de takıldığım tek nokta, "farklı olsaydı daha güzel olurdu" diyebileceğim yer burası.
İlk kitap Kudret ile Serap etrafındaki olayları esas alıyor. Kudret'in Serap'a karşı beslediği platonik aşk (ki aslında karşılıklı), Serap evlenmesin diye arkadaşları ile verdiği çeşitli mücadeleler falan. .
Sonra ilk okuldan tanıdığı Güzel Hatice varken öğretmeninin sürekli bakmalarını buyurduğu Netice giriyor hayatlarına.
Öğretmenleri bir konuda görüş bildirirken sürekli "Haticeye değil neticeye bakın" diyor. Sınıfta da Hatice ve Netice diye iki kız arkadaşları olunca, Hatice güzel Netice çirkin olunca, bizim Kürt çocuklar buna bir anlam veremiyor hâliyle. E yabancısı değiliz bu durumların. Öğretmenimi anlayamadım diye ben de az dayak yemedim Kudret ile arkadaşları gibi. .
Netice büyümüş, güzelleşmiş (aslında hep güzelmiş), yazar olmuş ve elinde gerçek bir hikâye ile çıka gelmiş. Yazdığı bu kitabı Kudret'e hediye etmesi ve Kudret'in kitabı okumaya başlaması ile müthiş bir serüven başlıyor.
Yazarın fikirlerini ifade ediş şekline bakmak isteyenler alıntılara göz atabilir. İçeriğine daha fazla değinmeye gerek duymuyorum ama bahsettiğim gibi benim için yarım kalan yer Kudret ve Leylan (Serap) hikâyesinin havada asılı kalmasıdır. Kudret kitabı okudu, kitap bitti, asıl kitap da bitti. Bunun yerine yazar dokunaklı hikâye sonucunda Kudret'e dönüp onun duygularını ve düşüncelerini aktarabilir, onun üzerinden biraz daha edebiyat ve felsefe yapabilirdi diye düşünüyorum. Bu çok mu önemli bir detay? Bence değil ama olsaydı daha güzel olurdu.
Yazarın Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens , Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi , 21. Yüzyıl İçin 21 Ders , Cesur Yeni Dünya kitaplarından çokça etkilendiği açıkça belli oluyor. Leylan'ı okuyan veya okumak isteyen herkesin bu kitapları da kesinlikle okuması gerektiğini düşünüyorum. Kitap böylece vermek istediği mesajı daha kesin, daha güzel bir şekilde vermiş olacaktır.
Kitapla kalın, hoşça kalın... 🌸
37 notes · View notes
dramatik-buluntular · 2 years
Text
Dünya giderek daha da karmaşıklaşıyor ve insanlar ne olup bittiği hakkında ne ka­dar cahil olduklarını algılayamıyorlar. Bunun sonucunda meteoroloji ya da biyoloji hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeyen biri, kalkıp iklim değişikliği ve genetiğiyle oynanmış ekinler hakkında siyasi önerilerde bulunabiliyor; haritada Irak ya da Ukrayna'nın yerini gösteremeyecek insanlar, bu ülkelerde ne yapılması gerektiği konusunda son derece kesin görüşlere sahip olabiliyorlar. İnsanlar cehaletlerinin ayırdına pek sık varmazlar çünkü kendilerini, benzer düşünen arkadaşlar ve düşündüklerini olumlayan haberlerden oluşan bir yankı odasına kapatırlar ve odada inançları durmadan desteklenirken nere­deyse hiç sorgulanmaz.
— Yuval Noah Harari - 21.Yüzyıl için 21 Ders
7 notes · View notes
lloriana · 3 years
Text
'kötü kader diye bir şey yoktur 21.yüzyıl vardır ve bu yüzyıl yavrucuğum, bir kelebeği bile intihar ettirebilir' sahiden geçmişte yaşadıklarımız en kötüsü müydü? Yoksa daha kötüleri de bekliyor muydu bizi? Muhtemelen bekliyor değil mi? Belki korkuyoruz ya da belki bu bizi daha da cesaretlendiriyor. Başımıza ne geleceğimizden emin olamadığımız dünyada gerçekten kafayı bir şeylere takmak doğru muydu? Acı çekeriz, çünkü acı hissedilmeyi bekler. Tıpkı bizler gibidir acılar da aslında. Bizler görülmeyi, onlar ise hissedilmeyi arzuluyor. Evet yoruldun acı çekmekten farkındayım ama burada hiçbir şey hissedemediği için defalarca kez intihara kalkışmış, acı çekmeye bile muhtaç insanlar var. Güç ne zaman gelir bilemiyorum. Hislerini kaybedip benliğini bulunca mı yoksa duyguların beynini ele geçirince mi? İnan zorluklarla dolu hayat. Mücadele etmen lazım. Mücadele etmen lazım ki kazandığında gururla ayakta dur. Sen çok güçlüsün. Geçmişin üstesinden geldin. O kötü anılar hep ders verdi sana. Sakın pişman olma, dedim ya her anı ders verir bize diye. Hataların olmasaydı sen burada olamayacaktın. Şimdiki sen olamayacaktın. Şimdi arkana dön ve seni sen yapan eski sene teşekkür et. Muhtaçsın hatalarına. Haydi durma. Hatanı dansa kaldır. O zarif boynunu halatların içine geçirmeden önce aklına hep sonsuza kadar yanında olacağına dair insanlara verdiğin sözünü getir. Unutma, sen de birinin yaşama nedenisin. Ve insanlar, acımasızdırlar yapıları gereği. Sen aldırış etme onlara. Ve birileri için göz yaşlarını döktüğünde 21.yüzyılda birini bu kadar sevmenin başarı olduğunu hatırlat. Seni sen yapan şeylerden, sana ait şeylerden utanma sakın. Sanırım bitirmem gerekiyor artık bu yazıyı. Ama veda etmiyorum. Yine geleceğim,söz.
3 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
21 Mayıs 1864: Çerkeslerin kara günü - AYŞE HÜR
27 Temmuz 1864'te Kafkasya Genel Valisi Mihail, "1567 yılında Çar VI. İvan'ın başlatmış olduğu Kafkas-Rus savaşlarının bittiğini" belirten belgeyi imzaladı ama sürgünler devam etti.
Tumblr media
Arabistanlı Lawrence Çerkes ve Arap savaşçılarla birlikte Ürdün de (1916).
Osmanlı kaynakları, 13. yüzyıldan beri Kafkasya halklarından Adigelere, 17. yüzyıldan itibaren de Abhazlar, Ubıhlar, Dağıstanlılar, Çeçenler, İnguşlar ve diğer Müslaman Kafkasyalılara ‘Çerkes’ der. Bugün ise Çerkes deyince sadece Adigeler anlaşılıyor. Kabardey, Abzekh, Bjedug, Şapsığ, Besleney, Hatukhoay, Cemguy gibi boylardan oluşan Adigelerin M.Ö. 6. yüzyıldan bu yana, Azak Denizi’ni Karadeniz’e bağlayan Kırım Boğazı’ndan Gürcistan’a kadar uzanan ve Kafkasya diye anılan bölgenin kıyı şeridinde yaşadıkları kabul edilir.
4. yüzyıldan sonra Hıristiyanlıkla tanışan Adigelerin bir bölümü, 8. yüzyılda Bizans’tan kaçan yaklaşık 20 bin Yahudinin Kafkasya’ya yerleşmesi ve Türk kökenli Musevi Hazar Kırallığı ile kurulan ilişkiler sonucu Museviliği seçmişti. Çerkesler ve Abazaların İslamiyet’le tanışması 18. yüzyıl gibi geç bir tarihte oldu. Çerkesler Hanefi mezhebine girerken, Dağıstan ve Çeçen-İnguş bölgesinde ise daha önceki yüzyıllardan itibaren Şafiilik yayılmaya başlamıştı.
Taman Yarımadası’ndan Soçi'ye kadar uzanan Çerkesya, 1479'dan 1810 Rus istilasına kadar görünüşte Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuz alanındaydı ama aslında her zaman hür olmayı başarmıştı. Yine de 1787-1792, 1806-1812 ve 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı’dan yana olan Çerkeslerin kaderi, sonuncu savaşı (da) Rusların kazanması üzerine radikal biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması’yla Çerkesya Rusya’ya bırakılmıştı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont Paskeviç’e, ‘dağlılar’ dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğunu söylemişti: Bunlardan ilki ‘Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak’, ikincisi ‘itaat etmeyenleri yok etmek’ti.
1837-1839 arasında Kuban nehri ve kolları boyunca kale ve karakollar inşa edildikten sonra Batı Adigelerinin dış dünya ile irtibatı kesildi. Bu nedenle 1839 kıtlığında bölge halkları büyük zarar gördü. 1840’larda baltalı Rus askerleri dağlıların bütün bahçe ve bağlarını yok etti.
Çerkesler, 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında topraklarını kaptırmamak için Osmanlılardan ve İngilizlerden yardım almaya çalışınca Rusya’nın tepkisi iyice sertleşti. 1857 yılının kışında Adagum Rus birliği Natukhay avullarını yakıp yıktı, dağlıların mallarını ve hayvanlarını yağmaladı. Köyler harabeye çevrildi, binlerce ‘dağlı’ esir edildi.
Şeyh Şamil’in esir düşüşü 6 Eylül 1859’da Doğu Kafkasya’da (Dağıstan-Çeçen-İnguş bölgesinde) efsanevi siyasi ve dini lider Şeyh Şamil’in esir alınmasından sonra Rusya bütün dikkatini Adige, Abaza ve Ubıhlara çevirdi.(Moskova civarındaki Kaluga’ya sürülen Şeyh Şamil, Rusların izniyle 1870’te hacca giderken İstanbul’a uğrayacak, bir yıl sonra Arabistan’da vefat edecekti.)
İlk adım General Melikov’un 1860’da İstanbul’a gönderilmesiydi. Abdülmecid’le yapılan anlaşma sonucunda Müslüman Kafkasyalıların küçük grup ve partiler halinde Osmanlı topraklarına göç etmelerine ilişkin mutabakat belgesi imzalandı. Bu anlaşma, ileriki yıllarda, Çerkeslerin ülkelerinden Rusya’nın zorlamasıyla değil gönüllü olarak ayrıldıkları yönündeki Rus tezine dayanak yapılacaktı. (Kemal Karpat’a göre bu anlaşma sadece 40-50 bin kişiyi kapsıyordu. Halbuki çeşitli kaynaklara gore 1858’den 1866’ya kadar 500 bin ila 2 milyon arasında mülteci Osmanlı topraklarına sığınacaktı. Bunların üçte biri Kırım Hanlığından, üçte ikisi Kafkasya’dandı.)
1861’de ikinci adım atıldı. Çar II. Aleksander Çerkesya’ya geldi ve Çerkeslere iki seçenek sundu: Ya silahlarını bırakarak Kuban Nehri’nin sol kıyısındaki bataklık Don bölgesine yerleşeceklerdi ya da Osmanlı topraklarına sürgün edileceklerdi. Onlardan boşalan yerlere de Ruslar ve Kazaklar iskân edileceklerdi. Çar’ın Çerkes toplumsal sisteminde önemli yeri olan serfliği de kaldırmayı planladığını bilen Çerkeslerin buna cevabı bağımsız bir devlet kurduklarını ilan etmek oldu.
‘Çerkes Meselesi hallolmuştur!”
1862-1864 arasındaki kanlı Rus-Çerkes savaşlarından sonra Rus ordularının Mzımta nehri civarında nihai zaferi kazandığı 21 Mayıs 1864 günü bu kanlı süreci sembolize eden tarih olarak Çerkeslerin yüreğine ve beynine nakşedildi. 27 Temmuz 1864’te de Kafkasya Genel Valisi Mihail, ‘1567 yılında Çar VI. İvan’ın başlatmış olduğu Kafkas-Rus savaşlarının bittiğini’ belirten belgeyi imzaladı ama sürgünler iki yıl daha devam edecekti… Üstelik bu süreçte Rusların en büyük yardımcısı bazı Adige, Şapsığ, Abhaz komutanlar, toplum liderleri olacaktı… Üstelik Çerkeslerin yanında olan Kazaklar, Polonyalılar ve Ruslar da vardı…
Malvarlıklarının yükte ağır kısmını, asıl olarak da sürülerini yanlarında götürememeleri için, ‘dağlılar’ın kara yoluyla göçü yasaklanmıştı. Dolayısıyla sürgünler Karadeniz kıyılarına yöneldiler. Aç ve çıplak yığınlar başta Taman, Tuapse, Anapa, Novorossiysk, Tsemez, Soçi, Adler, Sohum, Poti, Batum, limanları olmak üzere sayısız liman, iskele ve koyda kendilerini yeni yurtlarına götürecek tekneleri, gemileri bekliyorlardı. Bu bekleyiş bazen günler, bazen aylar bazen ise bir yıl sürecekti. Bu yüzden daha ilk aylardan itibaren kadınlar, çocuklar ve güçsüz olanlar, açlık, hastalık ve soğuktan kitlesel halde ölmeye başladılar. Rejimin Kafkasya politikalarına hak veren Adolf Berje adlı Çarlık bürokratı bile şöyle yazacaktı: “17 bin dağlının toplandığı Novorossiysk koyunda gördüklerimi unutmayacağım. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, ateist olsun onların durumlarını görenler mutlaka çöker ve perişan olurdu. Ruslar, Çerkeslere hayvanlara bile yapılmayacak şeyler yaptılar. Şu gördüğüm olayları kâğıda gözyaşım damlamadan nasıl yazacağım? Kışın soğuğunda, kar, yağmur altında, evsiz, yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanları tifo ve çiçek hastalığı da durumlarını iyice kötüleştiriyordu. Anasız kalmış bebekler ağlaşıyor, aç bebekler ölmüş annelerinin göğüslerinden anne sütü arıyorlardı. Genç bir Çerkes kadını paçavralar içinde, açık havada, ıslak toprağın üzerinde iki yavrusu ile birlikte uzanmış, biri ölüm öncesi çırpınışlarla yaşamla mücadele veriyor, diğeri ise soğuktan kaskatı kesilmiş annenin göğsünden açlığını gidermeye çalıyor. Binlerce insan göz önünde ölüp tükeniyordu ve böyle manzaralara sık sık rastlanıyordu (…) Dinsel bağnazlık, Rusya’ya karşı nefret ve Osmanlı Cennetiyle ilgili vaatler milleti bu duruma getirmişti…”
Bir başka kaynaktan sürgünlerin zorlu yolculuğunu izleyelim: “Osmanlı gemicilerinin gözü doymuyordu. 50-60 kişilik yelkenlilere üç yüzden fazla sürgün Kafkasyalıyı balık istifi dolduruyorlardı. Biraz su ve azıktan başka yanlarına hiçbir şey alma özgürlükleri yoktu. 5-6 gün denizde kalındığında suları ve azıkları biten, salgın hastalıkların zayıflattığı sürgünlerin birçoğu yolda ölüyordu. 6 yüz kişiyle yola çıkan bir gemiden denizi aşıp sağ olarak karaya çıkabilenler yalnızca 370 kişiydi, Nusred Bahri gemisine Tsemez’den 470 kişi bindirildi. Fırtınaya yakalanıp kayalara vuran bu gemiden yalnızca 50 kişi kurtulabildi.” Benzer hikâyelerin Rus gemiciler için de anlatıldığını tahmin edebiliriz.
Osmanlı durumdan memnun mu? Gelelim madalyonun öteki yüzüne. Osmanlı İmparatorluğu, dinsel, politik ve askeri nedenlerle mülteci akınından memnun görünse de devletin en azından mali olanakları bu göçü kaldıracak durumda değildi. Daha 1860 göçlerinde İstanbul'da işler çığrından çıkmıştı. Bu yüzden daha sonraki yıllarda mültecilerin İstanbul’a sokulmaması, Anadolu’da tutulması kararlaştırılmıştı. Trabzon’daki Rusya Konsolosu Moşnin şöyle yazıyordu: “Sürgün başladığından beri Trabzon ve çevresine getirilen göçmen sayısı 247.000 kişiye varmıştır. Bunlardan 19.000’i yaşamını yitirmişti. Şu anda kamplarda 63.290 kişi kalmıştır. Burada günlük ortalama ölüm sayısı 180-250 kişidir. Tifo vahim boyutlardadır”.
19 Eylül 1864 tarihli Allgemeine Zeitung’da Konstantinopel (İstanbul) muhabirinin şu anlatıları yer alıyordu: “Samsun’da bildirildiğine göre (…) ölüm oranı sadece göçmenler arasında değil yerliler arasında da duyulmamış ölçülere vardı. 50 bin kadar ölü gömüldü. 60 bin göçmen açık havada veya şehrin sokaklarında yatıp kalkıyor.” Benzer raporların İmparatorluğun Karadeniz kıyısındaki Giresun, Fatsa, Ayancık, İnebolu, Akçaabat veya Varna, Burgaz Köstence limanlarından, hatta Kıbrıs’taki Larnaka limanından da geldiğini söyleyelim.
Yine bu raporlara göre sürgünler hayatta kalmaları için evlatlarını köle olarak satıyorlardı. Bu amaçla, Trabzon ve Samsun’da geçici köle pazarları kurulmuştu. Tahmini rakamlara göre sadece 1863- 1867 arasında 150 binden fazla Çerkes köle alınıp satılmıştı.
Tampon halk Çerkeslerin dili de gelenekleri de Türklere benzemediği için entegrasyonları (daha doğrusu asimilasyonları) zor oldu. Çerkeslerin çoğu Bulgaristan, Sırbistan, Makedonya ve Kuzey Yunanistan’a yerleştirildiler. Amaç hem Rusya’ya karşı tampon olmaları hem de yerel liberal hareketlere karşı silahlı güç olarak kullanılmalarıydı. Nitekim Çerkes çeteleri 1867 ve 1868’de Bulgar çetelerine karşı savaştı. Bu göçmenler açısından da uygun bir amaçtı çünkü onlar da Rusya tarafından desteklenen bu ayrılıkçı hareketlere karşı savaşarak adeta Rusya’ya karşı savaşlarını devam ettirmiş oluyorlardı. Ancak 1872'de İstanbul'daki Rusya Konsolosu İgnatyev'e verilen bir dilekçedeki şu satırlar, Çerkes mültecilerin kısıldıkları kapana dair önemli ipuçları içeriyordu: “8 yıldır beylerimiz eziyetler çektirerek bizi akıl almaz bir esaret altında tutuyorlar (…) Yapılan hataların ağırlığını itiraf ederek, 8.500 aile adına aşağıda imzası bulunan bizler (…) Çar II. Aleksandr'ın yüksek himayesinden yararlanmak için vatanımıza geri dönmemize izin verilmesini rica ediyoruz. Bunun için her türlü fedakârlığa hazırız.” Çarın bu dilekçeye cevabı kısa ve net oldu: “Geri dönüş söz konusu bile edilemez.”
Anadolu’da Çerkes gettoları Halkın ‘93 Harbi’ dediği 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında merkez, Çerkesleri Balkanlar’dan çekmek zorunda kaldı. 1877’de Kars’ın Rusların eline geçmesi üzerine buradaki Çerkesler de şehri terk etmek zorunda kaldı. 1878’de Çukurova bölgesinde 48 köy Kafkasya ve Bulgaristan’dan getirilen Çerkeslerce iskan edilmişti.
Çerkesler, görece homojen gruplar olarak yerleştirildikleri Batı Anadolu ve Orta Anadolu’da fazla sorun yaşamadılar ama Sivas’ta ve Adana’da Avşarlar gibi Türkmen aşiretlerinin yaz-kış göçleri sırasında maddi zararlara uğradılar. Ayrıca Akdeniz’in sıcak iklimi de Çerkesleri çok zorladı. Batı Karadeniz bölgesinde Gürcülerle, Çerkesler ve Abazalar arasında çatışmalar yaşandı Karadeniz bölgesinde Gürcü ve Çerkes kılığına giren Müslümanların eşkıyalık faaliyetleri ile Ermenilerin siyasi amaçlı çetecilik faaliyetlerinin faturası da ağırdı. Daha sonra Çerkeslerin bir bölümü (Şapsığlar, Kabardaylar, Abhazlar, Bjeduğlar) Suriye, Filistin ve Ürdün’e kaydırıldı. Bu yeni göçler, genel olarak Çerkeslerin ekonomik, sosyal durumunu kötüleştirdi.
Devletin vurucu gücü Çerkesler egemen etnik grup olan Türklerle iyi geçiniyordu ama diğer gruplarla ilişkileri ya Türklerin çizdiği şekilde ilerliyordu ya da güçler dengesine göre şekilleniyordu. Örneğin 1880’lerde Rumların yoğun bulunduğu Ordu-Samsun hattında Gürcülerle birlikte Rumlara karşı konulandırıldılar. Buralarda hatta Erzurum, Sivas gibi bölgelerde Gürcü kıyafetiyle eylem yapan Abazalar vardı. Maraş bölgesindeki kadim Ermeni yerleşimi Zeytun, merkezi devletin yönlendirdiği Çerkes gruplarca sarmalanmaya çalışıldı. Yine önemli bir Ermeni nüfusu barındıran Doğu Anadolu’da, Kürtlerle birlikte Ermenileri taciz ettiler. Ürdün ve Lübnan’da, merkeze boyun eğmeyen Dürziler ve Bedeviler gibi grupları ezmek için Çerkesler kullanıldı. Bu görevleri öyle iyi yerine getirdiler ki, ileriki yıllarda Ürdün’de yönetici sınıflara dahil olmayı başardılar. Bunlar olurken, bir yandan Çerkesler yerli halk tarafından asimile edilmeye karşı koymaya çalışıyordu, hem de kendi alt gruplarını (örneğin Adigeler Ubıhları) asimile ediyordu. Çerkeslerin izole yaşantıları onların sosyal ve kültürel açıdan muhafazakar olmalarına neden oldu. Aslında pek çok Çerkes, sivil ve askeri bürokraside önemli görevler aldı ama entelektüel gelişim bununla uyumlu olmadı. Çünkü içinde hareket ettikleri siyasal ortam II. Abdülhamit’in baskıcı yönetimi idi. Çerkes elitlerinin alfabe geliştirme, edebiyat eserleri veya gazete yayımlama girişimleri Abdülhamit’in sansür yönetimine takılıyordu. Durum Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 1908’den itibaren değişmeye başladı. Çünkü İttihatçıların Balkanlar’dan Altaylara uzanan Turan ülküsü, Rusya’ya karşı Kafkas halklarına, bu bağlamda Çerkes mültecilere önemli roller yüklemeye müsaitti. Yine de 1908’de kurulan Çerkes Teavün Cemiyeti’nin nizamnamesinden anlaşıldığı üzere bu yıllarda hala Çerkesler için anavatana dönmek çok güçlü bir hedefti. Buna rağmen Çerkesler, Osmanlı Devleti’nin pis işlerinde görev almaya da devam ettiler. 1915’te Çerkes çeteleri ve Çerkes askeri elitleri önemli görevler üstlendiler. Örneğin İTC’nin yeraltı örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın ünlü tetikçisi Yakup Cemil Çerkes’ti. Kuşçubaşı Eşref Teşkilat-ı Mahsusa’nın liderlerindendi. 1915 Haziranında Ermeni Milletvekili Avukat Krikor Zohrap’ın başını taşla ezerek öldüren Binbaşı Çerkes Ahmet’ti. Bu durum, bir çeşit rehine psikolojinin ürünü mü yoksa, Çerkeslerin İttihatçıların Türkçülük fikriyatına duydukları sempatinin bir ürünü mü diye sorarsanız her ikisi de olabilir derim. Bunlara (yine ayrı bir yazı konusu olan) Harem’deki Çerkes kızlarının bir çeşit akrabalık hissi uyandırmış olmasını, merkezin ‘hamiyetperverlik' söylemi ile Çerkesleri manevi kıskaca almış olmasını da ekleyebiliriz. Ama asıl neden 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bölgeye hâkim olan milliyetçi gerilim, çatışma ve savaş atmosferiydi. Böylesi bir ortamda, egemen grupların (bizim olayımızda Osmanlı, Rus ve İngiliz hükümetlerinin), azınlıkta olan etnik gruplar arasındaki gerilimleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri çok kolaydı. Hele de bu gruplar Çerkesler gibi otoktan (yerli) halklardan değillerse, yani kendi siyasi projelerini gerçekleştirecekleri bir coğrafyadan yoksunlarsa…. Bu açıdan bakılınca, önümüzdeki yıl ‘Çerkes Soykırımı’nın 150. Yılı’ dolayısıyla Rusya Federasyonu, iki yıl sonra da ‘Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılı’ dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti epey sıkıntılı günler yaşayacak. Umalım ki iki devlet de bu gerilimleri eski tip inkar politikaları ile değil, çağdaş normlara uygun yüzleşme ve onarıcı adalet politikalarla geride bırakmayı seçerler…
Özet Kaynakça: John F. Baddaley, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil, Çeviren: Sedat Özden, Kayıhan Yayınları, 1996; Arsen Avagyan, Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin Devlet-İktidar Sisteminde Çerkesler,Çeviren: Ludmila Denisenko, Yayına Hazırlayan: Yasemin Gedik, Belge Yayınları, 2004; Çerkeslerin Sürgünü, 21 Mayıs 1864, Tebliğler, Belgeler, Makaleler, Kafder Yayınları, 2001; Nihat Berzeg, Çerkes Sürgünü: Gerçek, Tarihi ve Politik Nedenleri, Takav Matbaacılık, 1996; Cahit Aslan, “Bir Soykırımın Adı 1864 Büyük Çerkes Sürgünü”, avrasya.etu.edu.tr/wp-content/uploads/2013/05/birsoykiriminadi.pdf; ayrıca Nart ve Jineps dergilerinin ilgili sayıları.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/21-mayis-1864-cerkeslerin-kara-gunu-1134019/
1 note · View note
bedrierdem · 4 years
Text
Ben bu tespite şapkamı çıkarttım.!
Beyin Yıkama Makinasından Çıkmak
Güvenilir bilgiye ulaşmak istiyorsanız karşılığını ödeyin. Habere bedava erişiyorsanız elde edilen ürün siz olabilirsiniz. Düşünün ki meçhul bir milyarder size şöyle bir teklifle geldi: "Sana ayda 100 TL vereceğim ve karşılığında günde bir saat beynini yıkamama, kafana istediğim siyasi ve ticari önyargıyı yerleştirmeme izin vereceksin." Böyle bir teklifi kabul edermiydiniz? Aklı başında olup da böyle bir şeyi kabul eden pek çıkmaz. O vakit, meçhul milyarder azıcık farklı bir teklifle gelir: "Her gün bir saat boyunca beynini yıkamama izin verirsen, senden bir hizmet karşılığında hiçbir şey talep etmeyeceğim." Ve teklifi birden milyonlarca insana cazip gelir. Sizde onlardan olmayın.
İkinci temel kural şu: Bilhassa önemsediğiniz bir mesele varsa, konuyla ilgili bilimsel külliyatı okumaya çalışın. Bilimsel külliyat derken kastettiğim hakemli dergilerde yayımlanmış makaleler, tanınmış akademik yayınevleri tarafından basılmış kitaplar ve saygın kuruluşlarda görev yapan profesörlerin yazıları. Bilimin sınırları olduğu ortada ve bilim geçmişte pek çok hataya imza attı. Ama bilim camiası yine de yüzyıllardır en güvenilir bilgi kaynağımız.
21 Yüzyıl İçin
21 Ders
S.225-226
Y. Noah HARARİ
16 notes · View notes
ecce-homo-ecce-homo · 3 years
Text
İsrail ve İran gibi ülkelerde haham ve ayetullahların hükümetin ekonomi politikası hakkında doğrudan söz sahibi olduğu ve hatta ABD ve Brezilya gibi çok daha laik ülkelerde bile dini liderlerin vergiden çevre yasalarına kadar pek çok konuda kamuoyunu etkilediği bir gerçek. Fakat daha yakından baktığımızda geleneksel dinlerin çağdaş bilimsel kuramların gölgesinde kaldığını görebiliriz. Ayetullah Ali Hamaney'in İran ekonomisiyle ilgili mühim bir karar vermesi gerektiğinde cevabı Kur'an'da bulması mümkün değil çünkü 7.yüzyılda yaşayan Arapların ��ağdaş sanayi ekonomileri ve küresel finans piyasasının dertleri ve imkânları hakkında bir fikirleri yoktu. Bu yüzden Hamaney ve yaverlerinin çözüm üretmek için Karl Marx'a, Milton Friedman'a Friedrich Hayek'e ve çağdaş ekonomi bilimine başvurmaları icap ediyor. Hamaney faiz oranlarını arttırmaya, vergileri düşürmeye, devlet tekellerini özelleştirmeye ya da uluslararası gümrük anlaşması imzalamaya karar verdikten sonra dini bilgi ve otoritesini uygun görülen bilimsel cevabı şu veya bu Kur'an ayetinin kisvesi altında kamuya Allah'ın emriymiş gibi sunmak için kullanabilir.
0 notes
planetofthe-dead · 5 years
Text
“Referandum ve seçimler her zaman insanların duygularıyla ilişkilidir, mantıklarıyla değil. Demokrasi mantıklı tercihler yapmaya ilişkin bir mesele olsaydı, herkese eşit oy hakkı tanımanın hiçbir mantıklı gerekçesi olmazdı. Bazı insanların diğerlerinden, bilhassa da belli ekonomik ve siyasi sorular söz konusuysa daha mantıklı oldukları yönünde bolca delil var. Brexit referandumunun ardından ünlü biyolog Richard Dawkins, İngiliz halkının kendisi de dahil, büyük bir kısmından böyle bir referadumda oy kullanmasını istemenin yanlış olduğunu çünkü gerekli ekonomi ve siyaset bilimi altyapısına sahip olmadıklarını ifade etmişti. Einstein’ın cebir hesaplamalarının doğruluğuna halk oylamasıyla karar vermekten ya da pilotun hangi piste ineceğini yolcuların oyuna bırakmaktan farksız bir şey.”
21. Yüzyıl İçin 21 Ders
29 notes · View notes