Tumgik
#Mustafa kemali düşünüyorum
diyariedebiyat · 1 year
Text
ATATÜRK HAFTASI (10-16 KASIM)
ATATÜRK HAFTASI (10-16 KASIM) 10 Kasım Atatürk’ü Anma Töreni Programı’na ulaşmak için çıkan bağlantıya tıklayın. 10 Kasım için şiirler sayfanın devamındadır. Atatürk Haftası, 10 Kasım için şiirler 10 KASIM TÜRKÜSÜ Atatürk! Anıtkabir devrimlerini söyler,Bozkır ovalarına, Erciyes’ e Ağrı’ya,Ulusun egemen olduğunuÖzgür olduğunuHaykıracağım haykıracağım işte,Senin sustuğunca! Yolunda yürüyeceğim…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
belkidebirharfimben · 3 years
Text
Yabancımız cennetimizdir
“Onların işleri aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler.” Şûra sûresi, 38.
Okumayı seviyorum. Bir saniye. Düzeltmeliyim: Okumaya muhtacım. Özellikle başkam olanları. Bana bir başkalık katanları. Zenginleştirenleri. “Her okuduğum böyledir!” diyemiyorum ama elimden gelse öyle yapardım arkadaşım. Ne de olsa başkamız olana danışılır ancak. Farklımızdır bize sigaya çekilme imkânı veren. Aynıların meclisinde fikre saykal vurulmaz. Öyle deme lütfen. En kötüsü bile bir sinek vızıltısı oluyor. Kimseyi duymak istemediğim o sağır odaya bir ses katıyor. Başımın Nemrutluğunu alıyor yani. Firavunluğumu kırıyor bir nevi. Çünkü onlar başka. Ve düşünmediğim şeyler söylüyorlar. Duvarlarımın kibrinden kurtarıyorlar. Kendilerine verilen rızıktan avucuma infak ediyorlar. Öyle ya. İstişare de açlığım değil mi?
Anlıyorum: Bu dünyadaki tek ses benimki değil. Tuttuğum parça bütünün kendisi değil. Okudukça danışıyorum. Katılmam da şart değil. Hakvermemek bile birşeyler öğretiyor. Karşı çıkmak cevabı geliştiriyor. Durduğum yeri bozmadan hizama bakıyorum. Halim tıpkı Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da dediğine benziyor: “Okumak bana uygun tek dış etkiydi.” Böylece etkileniyorum. Hem etkiliyorum da.
Çünkü insan böyledir. İçindeki ışığın rengini derisi gizleyemez: “Eğer nur-u iman içine girse üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mü’min şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani ‘Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım...’ gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.”
Düşümde bile duymadığım şeyler. Aklıma kalsam aramayacağım şeyler. Kalb-i beşerime hutûr etmemiş şeyler. Her insan diğerinin cenneti gibi arkadaşım. Evet. Böyle düşünüyorum. Yabancımız dağarcığımıza bağışladıklarıyla da cennetimizdir. Hem nasıl ki cennet dünyadan ötesidir. Okumak da ötekine öyle bir yolculuktur.
Okudukça uyanıyorum: Âlem kafamın içinden ibaret değil. Sesler var daha kulaklarıma değmemiş. Sözler var benden dile gelmemiş. Öyle gözler var ki tahayyülümün ötesini seyretmiş. Nasıl? Ama? Fakat? Subhanallah! Biricikliğimden edildikçe galaksiler kazanıyorum. İşte, kibrimin karnına yumruk, Nemrutluğumun beynine sinek, başımda gümbürdeyen tokmak. Firavunluğumun üzerine kapanan deniz. Ey deniz, beni boğdukça cesedime necat veren deniz, Firavun olarak öldürüp ibret olarak yaşatan deniz. Yere batıyor kafamdaki Karun hazinesi. Okudukça Rabbime ‘Rabbü’l-âlemin’ olarak daha geniş iman ediyorum. Uzayı gezsem bu kadar farklılık görmem belki de. Evet, doğru anladın arkadaşım, Rabbü’l-âlemini tefekkürün bir yolu da bence okumaktır. Çünkü okumak başka âlemlere yol bulmaktır.
Okumak dengedir. Başkalarıyla dengelenmektir. Eneyi nahnüye çevirmenin kapılarından birisidir. İşte bu yüzden ‘Rabbim’den ‘Rabbü’l-âlemin’e doğru lazım bir seyr u sülûk okumaktır. Başkalarını okudukça, yani öteni bildikçe, onlarda yansıyan Allah’ın marifetine yaklaşmış olursun. Başka isimlerin gölgesi altına da girersin. Çünkü sen aynalıkta yalnız değilsin. Bu bahçede papatyadan başka binler çiçek var.
‘Okur’ dediğin ister istemez bir empati canavarıdır. Her okuduğumuz da bir yönüyle büründüğümüzdür. Evet. Kitaplar sayısınca insanlar tanıdık. Tanıdıklarımızın bazılarını okuduklarımız kadar bilmedik. Okumak farklı bir biliş. Bir içe giriş. Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar’da dediği şekilde belki: “Belki de bu yüzden teselli ediyordu bizi edebiyat, başka hayatları hiç değilse hayalimizde, dolaylı yaşayabildiğimiz için...”
“Bana öyle geliyor ki edebiyat başka hayatlara meraklanarak başlıyor. Eskilerin tecessüs dediği kötü meraktan değil, başka bir kadere dertlenmekten söz ediyorum, tıpkı dünyaya, doğaya meraklanmak gibi. Tekil olmak öyle bir yalnızlıktır ki, başka insanlara, onların hayatlarını biraz olsun düşleyerek yaklaşabiliriz ancak. Bunu yapamazsak birlikte olmak kalabalık bir yalnızlıktır sadece. Varoluşsal bir meraklanıştır başka hayatları düşlemek. İnsanı yalnızlıktan korur, biraz içini ısıtır.”
Hepsi seni yetiştirir. Katılmadıkların itirazlarınla katıldıkların öğrendiklerinle. Hepsi âleminde bir boşluğu doldurur. Âlem sayısını çoğaltır âlemindeki. Güneş sayısını çoğaltır aynandaki. Çiçek sayısını arttırır bahçendeki. Başka başka insanlar olursun. Hikmetsiz hiçbir şeyin vücuda gelmediği âlemde hangi metin boşuna yazılmış olabilir? İblis bile hikmetinin peşinde koşuyor. Bazen okuduğum kitapların Allah tarafından gönderilmiş mektuplar olabileceğini düşünürüm. Tıpkı kainat kitabının parçaları gibi. Hayatım gibi. Yaşamak gibi. Ancak elbette dersin kemali niyet ile nazarın kemalinde.
Kainatta tesadüf yok. Yalnız sırrını kuşatamadığımız hikmetler var. Bu kuşatamamışlığa ‘tesadüf’ diyoruz. O kitap, neden şimdi, neden bugünde elime geçti? Bu yüzü neden şimdi gördüm? Bu sözü neden şimdi işittim? Mustafa Kutlu’nun bir öyküsünden esinlenerek yazdığın (karakterlerinden birisi de ‘mendil satan kör bir kız’ olan) hikayeden iki gün sonra nasıl oldu da hakikaten mendil satan kör bir kıza rastladın? Hem de hergün yürüdüğün üstgeçitte? Nasıl içinin tuhaf olduğunu hatırlıyor musun? Tesadüfü inkâr etmeden Allah’a layıkınca inanmak mümkün değil.
Demem o ki arkadaşım: Ne kadar tesadüf inkâr edersen Hakîm olan Rabbine o kadar yaklaşırsın. Öylesine sandıklarını “Niye böyle?” diye görmeye başlarsın. Zaten üzerine alınman için gönderilmiş olan ayetleri, inşaallah, sahiden üzerine alınarak incelemeye yönelirsin. İşte belki buna kitaplardan başlayabilirsin. Ne dersin? Yahu “Ey örtüsüne bürünen!” diye buyurduğunda Kur’an üzerine de alın biraz. Senin de saklanmaya çalıştığın endişelerin yok mu? “İkra!” denildiğinde zorlandığın şeyler. “Ben okuma bilmem!” dediğin şeyler. Dikkat olan mehirlerini ver onların. Belki okuduklarından öğrendiklerinle onların da üstlerindeki örtüyü kaldırırsın?
1 note · View note
fullpeacellama-blog · 6 years
Text
29 Ekimde bir şiir okumuştum. Mustafa Kemali Düşünüyorum. bilenler bilir zaten. Türkçe öğretmenim Mustafa Kemali Düşünüyorum dediğim anda ağlamaya başlamıştı. En çok sana ihtiyacımız var atam diyip. O günden beri daha da bir farklı bakıyorum ulusal bayramlara.
1 note · View note
Text
24. Bölüme Dair...
-Azize’nin vatanperverliği inandırıcı gelmiyor, üzerinde sırıtıyor demiştim ama bu bölüm bayrağı öperken öyle içtendi ki tüylerim diken diken oldu. Azize’nin vatanperverliğini daha inandırıcı yapan bir detay da bu sefer işleri tehlikeye atmaması ve daha dikkatli davranmasıydı. Ayrıca Stavro’ya yaptığı çıkış da muhteşemdi. Cevdet’in karşısında da kendini çok iyi savundu. Bu bölüm muhteşemdin Azize, ne olur değişme böyle kal. İlk defa gözlerimi ayırmadan sahnelerini izledim. 
-Cevdet’in düşmekte olan kutuları fark edip düzeltmesi, bunu gören Azize’nin de şaşırıp bakması da çok başarılı bir ayrıntıydı.
-Cevdet Hilal’le Leon’u anlayacak diye düşünmüştük ama o çok daha güzel bir şeyi anlamış bence. Leon’un vicdanını! Arkadaşları infaz edilirken Leon’un gözyaşlarını gören Cevdet bunu unutmamış ve Leon’u çok iyi tanımış. Bu nedenle onunla konuşurken onun karakterini çok iyi bildiği için acayip başarılı bir psikolojik baskı uyguladı. “Senin gibi vicdanlı askerleri sağ koymazlar, sen yol yakınken bu üniformayı bırak” dedi. Leon ise Cevdet’in tahmin ettiğinden de derbeder bir haldeydi, bunlar daha da vicdanına işledi ve dediklerini daha farklı yorumladı.
-Hilal’in bu bölüm giydiği morlar, eflatunlar, beyazlar... Aman aman... Darısı o lanet eşarbın başına olsun diyelim mi? Senaryonun gidişatıyla, karakterlerin yaşadıklarıyla kıyafetler de değişiyor. Bu bölüm silahların gönderilmesinden dolayı aileye bir bayram havası hakimdi. Hasibe Ana’nın baş örtüsü, Azize’nin yeşil-mavi elbisesi, Yıldız’a giydirilen Hilal’in yeşil gömleği, silahları gönderdikleri sahnede anne ve kızlarının eşarplarının lacivert-koyu mor-eflatun olarak sıralanması gibi gibi... Böyle düşününce önümüzdeki bölümlerde Hilal’in Leon’a kalbini açmasıyla birlikte eşarp ve manto renkleri de değişir diye düşünüyorum ve umut ediyorum.
-Leon ve Ali Kemal’in meyhane sahnesi... “Kimseye Etmem Şikayet” çalmaya başladığında ve Leon eşlik ettiğinde kalpten gideceğim sandım. İyi ki devam etmedi, vallahi bölüm sonunu getiremeyebilirdim! Leon Ali Kemal’e “Bu şarkıyı bilir misin?” diye sorduğunda Ali Kemal “Senin gibi elin Teğmen’i bilecek de ben mi bilmeyeceğim peh!” der gibi baktı, bir küçümsedi ama sonra Leon bir anda şarkının hikayesini anlatmaya başlayınca Ali Kemal orada bir kalakaldı. Leon’un orada belirttiği düşünceler, o hikaye, çektiği acı, çaresizlik, vicdan azabı o kadar naifti ki, Leon o kadar ince ruhlu, kibar ve güzel bir adamdı ki orada Ali Kemal her zamankinden daha odun, daha sert köşeli, daha düz mantıklı bir adam olarak kaldı. Ama Ali Kemal zaten böyle ve en yakınlarına bile çok darda kalmadığında, duygu patlaması yaşamadığında hislerini belli etmeyen bir adam. Şimdilik Leon’un gerçek kişiliğini görmesi bile yeterli. Giderken kadehe şarap koymasını ise “Sen de haklısın be” olarak yorumladım ben.
-Yakup’un ölüme giderken bile bir hamleyle Cevdet’in gizli kimliğini koruması ve Tevfik’e “Oyunu ben kurdum” demesi müthiş bir zeka ürünüydü -hem Yakup için hem de senaristler için. Böylece Tevfik’in de Charles’la çalıştığını öğrenmiş oldular.
-Azize-Cevdet sahnesi muazzam mıydı ne! Sarıldılar ya birbirlerine, Azize ben seni sevmekten hiç vazgeçmedim dedi ya resmen ben rahatladım yahu! Ayrıca “Bebek Tevfik”in ayaklarına girmemelerine nasıl sevindim... Bu bebek Cevdet’e bir umut oldu, sevdiği kadının hala onu sevdiğini öğrendi ve şimdi eskisinden de daha güçlü. 
-Azize’nin yalancıktan vatan haininden boşanıp gerçek vatan hainiyle evlenmesi... Azize bu gerçekle nasıl baş edecek? Baş etti diyelim Tevfik’in çocuklarıyla aynı evde kalmasına nasıl göz yumacak? Durum fena!  Abbas Jr’a zeval gelmese bari. 
-Yıldız’ın Leon’a müsibet demesi... Aman sevdiğim adam demesin de ne derse desin! Leon anca Yıldız’ın gözünde müsibet olabilir zaten. Ayrıca Yıldız Hilal’i ne kadar Leon’a karşı doldurursa doldursun Hilal Leon’un Yıldız’ı neden o hale düşürmek zorunda kaldığını, ablasının dediği gibi biri olmadığını ve kendisini ne kadar sevdiğini biliyor. Bunlara kulak asmaz. Nitekim Yıldız bunları der demez Hilal anlaması gereken yeri anlayıp geri kalanını bırakarak Leon’la buluşmak için mektup yazdı. Yıldız bir zahmet Hilal’e laf sokacağına kırsın dizini otursun “Ya ben bunların birbirini sevdiğini bile bile kendimi Leon’a yamamaya çalıştım püh bana” desin. Bak o zaman gözümde yükselebilir. 
-İçimizdeki düşmanların gösterilmesi... Kuvvacılarla padişah yanlılarının ayrımının yapılması, Tevfik’in herkesin kanına girememesi çok iyiydi. O dönemdeki Milli Mücadele’ye isyanları göstermesi, halkın iç yapısını yansıtması açısından önemliydi. Mustafa Kemal’in mücadelesine bir kesim tarafından “Kemali İsyanı” deniyordu, böyle gören ve geçiştiren bir taraf da vardı. Bu gerici düşüncelerin ortaya çıkması için de tek bir kişinin gazı vermesi yetti. O tek bir kişinin de “Kuvvacılar dinsizdir, Kuvvacıların katli vaciptir” demesi yetti! Bazı zihniyetler neden hiç değişmiyor?
-Ayrıca... İmam Efendi <3
53 notes · View notes
orkunistanbullu · 7 years
Photo
Tumblr media
NAZIM HİKMET HAYRANI ÇAKMA KEMALİSTERE İTHAFEN.. NASIL OLUYORDA KOMÜNİSTLER BİR DİNİ ŞEYH OLAN ŞEYH BEDRETTİN'İ GÖKLERE ÇIKARABİLİYOR ! NAZIM'IN KUBİLAY'I KATLEDENLERİ ÖVDÜĞÜNDEN Bİ HABER ÇAKMA KEMALİSTLERİM BENİM.. AMA SİZ KUBİLAY'I KATLEDENLERİ BİLE BİR AVUÇ AFYON ÇEKMİŞ ŞERİATÇI ZANNEDİYORSUNUZ !! DURUN DURUN, ONU DA BİR BAŞKA YAZIMIZDA AÇIKLAYACAĞIZ. DİNCİ İRTİCA İLE KOMÜNİST İRTİCA KOLKOLA ! NASIL İYİ Mİ ! SİZ HELE ÖNCE ŞU NAZIM HİKMET'İ İYİCE BİR ÖĞRENİN. KUBİLAY'IN BAŞINI KESENLERE ÖVGÜLER YAĞDIRAN NAZIM HİKMET'İ !!! SONRA VATAN KURTARMAYA KALKIŞIN ! ÖNCE AT İZİ İT İZİNDEN AYRILACAK, SONRA SU YOLUNU BULACAK 1 ________________________________________ Nâzım Hikmet'in Sahte Destanı “Şeyh Bedrettin” adı duyulunca akla “Simav’ne Kadısı Şeyh Bedrettin” (veya Şeyh Bedrettin Simavi) (1363–1420) gelir. Bununla birlikte Nazım Hikmet Ran’ın kafasındaki “müstear Şeyh Bedrettin “ vardır ki “destanı” ile ünlüdür. 23 Aralık 1930’da Menemen‘de isyan çıkar. Liderleri, kendini Nakşibendî tarikatından bir şeyh olarak tanıtan Giritli Mehdi Derviş Memet’tir. İsyandan sonra hızla mahkeme kurulur. Mahkeme sonunda idamdan dönen mahkûmlardan. — Nalıncı Hasan — Çoban Ramazan — Giritli Küçük Hasan — Selahattin oğlu Naşit — Yakup oğlu Ali — Hasan oğlu Ali Koç, Nazım Hikmet’in yattığı koğuşa konur. Nazım’ın kaleminden müstear isimle Şeyh Bedrettin Destanı Bursa Cezaevinde patlar(!). Nazım Hikmet, Menemen isyancılarından aldığı ilham(!) ve bilgilerle “Memleketten İnsan Manzaraları” adlı kitabında bir Menemen isyancısından takma isimle bahseder. “Şevki” takma adıyla andığı şahsı kitapta şöyle anlatır: “Şevki Bey Birinci Büyük Millet Meclisinde de bundan yıllarca evvel yine böyle dev gövdesi ile yükselir ve sağ kolunu yine böyle fırlatıp öne doğru her nutkunun sonunda –fakat böyle Kur’an’dan ayet değil- şu beyti okurdu: “Nam-ı insaniyete, iman ü vicdan namına, Hakkı hürriyet yolunda fışkıran kan namına…” Grupların dışında muhalifti. Cesurdu Topal Osman’ı bile şaşırtacak kadar.(…) Halep’de çoluk çocuk aç kaldılar. Ve Şevki Bey, (…) Ve koltuğunda Protestan bir Kur’an’la döndü. Memlekete Halep’ten. Nazım’ın bahsettiği “Şevki Bey” yani birinci meclis mebuslarından Abdülkâdir Kemali, Menemen isyanından önce sakal bırakmış, isyana destek olmuş Menemen’e gelmiş ve isyanın patlamasından altı gün önce firar etmiş, Halep’e gitmiştir. Nâzım Hikmet Ran, sahte Bedrettin destanında mürtecileri ve onların örgütleyicilerinden birini överek göklere çıkarırken, isyanda katledilenlere, mesela bir Kubilay’ a ait tek satır söylemiş midir? A.Nedim ÇAKMAK Yesevi Dergisi, Ocak 2007 ____________________________________________ MÜRTECİ NAZIM HİKMET (1) Menemen İsyanı Şeyh Bedrettin İsyanı'nın İkinci versiyonu mudur?... Çoğu insan Nazım Hikmet Ran’ı “inanmış bir komünist” olarak tanır. Fakat komünistliğinin yanı sıra bir de “ezeli muhalif” yanı vardır ki dudakları uçurtacak yapıdadır… A.Nedim Çakmak’ın Yesevi Dergisinde de uzun uzun anlatılan Hüsnüyadis olayı ve Nazım Hikmet’in Sahte Destanı yazısından ilham alarak olayı araştırdık. 23 Aralık 1930’da Menemen’de bir kalkışma hareketi olur. Liderleri Nakşibendî tarikatından Giritli Sahte Şeyh Derviş Memettir. Burada özel bir not belirtelim: Çeşitli tarih ve yorum kitaplarında yazıldığı gibi Menemen olayındaki tahrikçinin adı Mehmet değil, Memet tır. Aşağı yukarı internet de dahil bütün kaynaklarda “Memet” ismi bir sembol olarak yer alır. Bunun önemini daha sonra belirteceğiz. Menemen ayaklanmasında idamdan kurtulan Mustafa oğlu Nalıncı Hasan, Mustafa oğlu Ramazan, Harputlu Ömer oğlu Mehmet, Hüseyin oğlu Mehmet Ali 24’er yıl, Selahattin oğlu Naşit, Yakub oğlu Ali ve Muhattin oğlu Ali Koç, Necip oğlu Mevlüt, Pirgir oğlu Osman, Ali oğlu Hasan (İdam verilmiş ancak yaş küçüldüğünden ceza indirilmiştir.) ise 15’er yıl hapis cezalarıyla Bursa Cezaevinde yatmaktadırlar. Nazım Hikmet, 1933 başlarında Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin kendinin ikinci reislik döneminde tutuklanır ve Bursa Cezaevi’ne atılır. Burada tanıştığı bu esrarkeş mürtecilerden “Cumhuriyet rejimine” muhalefet ettiklerini öğrenir ve onlara hayran olur. Çünkü başlarındaki Giritli Mehdi Derviş Memet, canı pahasına savaşmıştır ona göre... Nazım Hikmet Ran (Borzeçki veya Verzanski), Şeyh Bedrettin Destanı’nda cezaevi penceresinden hayali bir yolculuğa çıkar, bunu rüyasında görmektedir. Bedrettin’in halifesi Börklüce Mustafa’nın maceralarını izlemektedir. Sabah rüyasını koğuştakilere anlattığın da Ahmet adli bir mahkum “Bunu yaz işte” der, ‘Bir Bedrettin Destanı isteriz..” (N. Hikmet, Benerci Kendini Neden Öldürdü, Şiirler 2, Yapı Kredi Yayınları, İst., 2006, s. 259) Daha önce isimleri saydığımız hapishane arkadaşlarının isteği üzerine “destan”ını yazar. Destanın 14. Babında: “Serez’in esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkanının karşısında Bedrettin’im ağaca asılıdır” (age, s. 258) Demektedir Nazım. Derviş Memet’in isyanı başlattığı ve yeşil bayrak açıp herkesi onun altından (hatta bir Yahudi esnafı da) geçmeye zorladığı yer Menemen çarşısıdır. Bu konuda Kubilay Olayı hakkında belgesel yapan Can Dündar’ın yaşayan tanıklarla yaptığı söyleşide Sami Özyılmaz şunları söyler: “Onların asılacağı gün, nöbet yine bendeydi. Korkudan otomobilin dışına çıkmıyordum. Hep seyrettik, üzüldük. Hükümet’in altında Birincieller’in evi var, önce onu astılar: Manisalı Hocazade Ahmet Efendi...Astıktan sonra önüne ismini asıyorlar. Ondan sonra geldik akasyaların altında birini astılar. Sonra Ali Efendi’yi tütün satılan barakanın yanında astılar. Adamlara mecburen cigara satan Molla Osman’ı astılar. O çok bağırdı asılırken ‘Kurtarın’ diye, askerler vaziyet aldı. Ondan sonra sırayla asıldı, asıldı, ta çarşının içine kadar hepsini gördüm. Kamyonlarla atıp mezara götürdüler öğlene kadar...’ (Can Dündar, Milliyet Gazetesi, 29 Aralık 2005) “Çarşıda her lonca kesmişti kendi pirinden ümidi, tarumar idi” der Nazım. (age, s. 229) Bu konuda da yine Can Dündar’ın yaşayan tanıklarından Mustafa Şengönül şöyle demektedir: “Ben Menemen’de marangoz çırağıydım. Dükkânı açmaya gittim. Karşımda uncu Mehmet Efendi vardı. Belediye Meclis üyesiydi. Bana “Dükkanı açma, eve git. Çarşıda bir karışıklık var” dedi. “İzmir’den 70 bin kişi harekete geçti. Burayı işgal edeceklermiş” diye duyduk.” (Can Dündar, age) Esnafta da bir korku olduğu kesindir. Aynı şahıs olayın sonunu şöyle aktarır: “Sonra ahaliye mecburi alkış yaptırdılar. Millet ‘70 bin kişi geliyor korkusundan yaptı. Hepimiz korktuk. Meğer adamlar sarhoşken böyle demişler, hepsi yalanmış.” Nazım Hikmet bize kendi gerçeklerini sunmaya devam eder: “Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpare ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musa’nın dinindenmiş, şimdi Börklüce’nin yiğitlerinden..” (N. Hikmet, age, s.236) Nazım Hikmet’in burada bahsettiği “Musa’nın dini”nden olan kişi Menemen olayındaki İngiliz ajanı Giritli Hayim oğlu Josef’tir. Aynı “destan”ın başında üst katlarında asılacak prangalılar olarak bahsettiği üç kişi… Menemen’deki çatışmalarda ilk ölenlerden Şamdan Memet, Sütçü Memet ve Mehdi Derviş Memet’tir. Burada bir parantez açıp bir unsuru açıklayalım. Börklüce Mustafa ismi Şeyh Bedrettin İsyanı’nda yer almış gerçek bir kişinin ismidir ancak. Aynı zamanda 1925 ile 1934 arası birlikte çalıştığı ve TKP davalarında birlikte yargılandığı Sarı Mustafa’nın lakabıdır, nitekim “destan”ın bir bölümünde Sarı Mustafa’yı şöyle anar: “Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler. Yahudi esnafları, On bin mülhit yoldaşı Börklüce Mustafa’nın” Mülhit, tanrı tanımayan, ateist demektir. Şeyh Bedrettin İsyan’ı ise bir çeşit şeriat maskeli ayaklanmadır. 0 halde komünist San Mustafa (lakabı Börklüce) dışında biri mülhit olarak anılır mı? ... Ayrıca San Mustafa bir dönem TKP’nin Adana’da örgütlenmesiyle görevlidir. Şair (?) burada bir çeşit cinas da yapmaktadır. Giritli dönmeler, Yunanlı ve Yahudilerle birlikte ayaklanma başlatan Derviş Memet’e tarihsel bir ayaklanma önderinin yiğitlerinden olduğu payesi sunulmaktadır. “Oğlum Memet, Varna’dan sesleniyorum sana… :” Bu dizeler Nazım’ın en ünlü dizeleridir ve üvey oğlu Memet (edebiyatçı Mehmet Fuat Bengü) için yazılmış en ünlü dizelerindendir. Ama üvey oğlunun adı Mehmet olmasına rağmen Derviş Memet’e olan hayranlığı nedeniyle ona “Memet” diye seslenmektedir. Nazım Hikmet, muhaliflik mantığıyla desteklediği bu mürteci harekete o kadar hayran olmuştur ki yazdığı “destan”ında kendini diğer komünist arkadaşlarına karşı savunmak zorunda hisseder: “Şimdi ben bu satırları yazarken, “Vay kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay Markiste bakın.” gibi laflar edecek olan bazı “sol” geçinen delikanlıları düşünüyorum.” (N. Hikmet, age, s. 247) Mürteci bir harekete adadığı “destan”ın sol hareket içinde onay almayacağını bildiğinden aynı dipnotta Marx’a kadar “Paris Komünü Duygusallığı” kurmaya çalışır Nazım… (Not: Bu dipnotta, o dönemde, yani hapisteyken TKP yönetimine gelen Hüsamettin Özdoğu ve diğer Komintern yanlısı arkadaşlarını kasteder.) AYAKLANMAYA SONSUZ DESTEK Sarı Mustafa (yani destandaki Börklüce Mustafa)’nın ve arkadaşlarının Adana’da yaptığı örgütlenmeler sırasında tanıştığı ilginç bir kişilik daha vardır: Abdülkâdir Kemali (Öğütçü). Abdülkâdir Kemali Bey ilginç bir şahsiyettir. Elazığ’dan gelen bir ailenin oğlu olarak, 1889’da Osmaniye’nin Yarpuz’un da doğmuş, Manastır askeri Lisesi’ne gidip bırakmış, İstanbul’da hukuk eğitimi alırken 1908’de Meşrutiyet ilan edilince İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce öğrenciler arasında teşkilatlanma görevlisi ilan edilmiş, Talat Paşa’nın gözüne girmiş, İlk Meclis-i Mebusan’da Kastamonu milletvekili olmuş, Bolu’dan Heyet-i Temsiliye’ye seçilmiş, 25 Kasım 1920’de Pozantı İstiklal Mahkemesi’nde Başkanlık yapmış biri... Ancak en büyük özelliği 24 Aralık 1930 tarihinde önce Halep’e sonra Beyrut’a kaçmasıdır... Ünlü yazar Orhan Kemal (Mehmet Raşit Öğütçü)’nün babası olarak tanınan ezeli muhalif Abdülkâdir Kemali, birinci TBMM’de yine Kastamonu milletvekili olarak görev yapar ve bir ara Atatürk cephedeyken Adalet Bakanı olur ve Atatürk’ün üç gün sonra dönmesi üzerine görevinden alınarak Cumhuriyet’in üç günlük bakanı olarak tarihteki ilginç yerini alır. Ardından Serbest Fırka’nın kurulmasından sonra, genel merkezi Adana’da olan Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurar. Mecliste olduğu dönemlerde 2. Grup nitelendirilen muhaliflerden olduğu ve cumhuriyet aleyhine yayın yapan Tokses gazetesini çıkardığı için hedef haline gelir... Ama belirttik ya, asil ilginç özelliği 24 Aralık 1930’da Halep’e kaçmasıdır... Neden?... Davut Akova, Yesevi Dergisi, 18 Ocak 2007 ______________________________________________________ Mürteci Nâzım Hikmet (2) Şimdi Can Dündar’ın Menemen Belgeseli’nde yayınlanmayan röportajlarına geri dönelim: “Bunlar gelmeden Menemen’de gericilik yoktu. Ama parti meselesi vardı. Serbest Fırka kazanmıştı. Onun intikamı mı, bilmem. Bildiğim şu ki Menemen’in bu işte hiçbir suçu yok. Zaten içlerinde Menemenli de yok.”(Can Dündar, age) Bu sözleri belgeselde söyleyen Sami Özyılmaz… Serbest Fırka Olayı her zaman için Atatürk’ün “danışıklı dövüşü” olarak sunulmuştur. Aslında burada yıpratılmak istenen Atatürk’ün bizatihi kendisidir. Ortada bir danışıklı dövüş yoktur. Mecliste bazı muhalif grupların varlığı baştan beri biliniyordu.Bu muhalifler arasında tek kişilik “grup” niteliğini taşıyanlar bile vardı. Nitekim Topal Osman Ağa’nın cinayeti de ardında büyük bir örgütlenme olan “tek kişilik grup” olarak sunulmaya çalışan bir milletvekilinden kaynaklanan bir olaydı ve hazin bir sonuca ulaşmak zorunda kaldı.Bu “tek kişilik gruplar”dan biri de Abdülkadir Kemali (Öğütçü) Bey’di. Serbest Fırka ise zaten varolan “muhafazakâr” (eskiyi savunan) insanların serbest bırakılmalarında olabilecek olayları gösterdi. Cumhuriyet ilan edileli 17 yıl geçmeden sadece halkın dini duygularını kullanarak hiçbir gelişme planı ve projesi sunmadan din üzerinden politika yapmak isteyen kısır insanların partisi haline gelen Serbest Fırka bir bakımdan Cumhuriyetin “sübapı” olmuştu. Fazla hava bu parti sayesinde tahliye edilebildi. Serbest Fırka’nın etkin olduğu yer olan İzmir’de Menemen’e Adana’dan taraftar yollayan bir “ezeli muhalif” vardı: Abdülkadir Kemali… Çünkü Mustafa Kemal’e düşmandı. Onu meclisten tasfiye eden ve Talat Paşa’ya olan yakınlığıyla bilinen Abdülkadir Kemali Öğütçü, Menemen İsyanı’nın patlak vermesinden tam bir gün sonra Halep’e kaçar. NEDEN?... Oysa Adana’da çıkardığı Tokgöz Gazetesi 30 Aralık 1924’te altı yıl önce zaten kapatılmıştı ve basın yoluyla bir suç işlediği iddia edilemezdi. Kurmuş olduğu Ahali Cumhuriyet Fırkası ise 21 Aralık 1930’da (Menemen Olaylarından 3 gün önce ) Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmıştı. Yoksa Hasan Pulur’un 11 Mart 2006 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yazdığı gibi miydi kaçış nedeni: “Serbest Fırka kapatılıp muhalefet susturulunca, sıranın kendisine geleceğini anlayarak ailesiyle yurtdışına kaçar, sekiz buçuk yıllık sürgün hayatı başlar. Bu, Beyrut, Şam, Halep ve Kudüs’te ve her günü yurt hasretiyle geçen bir süredir. Orhan Kemal ‘Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi’ adlı romanlarında hem bu yılları, hem babasını anlatır. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yurtdışındaki muhaliflerin dönmelerine sıcak bakması üzerine Abdülkadir Kemali Bey Türkiye’ye döner ve Adalet Bakanlığı’ndan görev ister. Bergama hâkimliğine atanır, sonra da istifa edip Adana’ya gider, avukatlığa başlar. 1949’da Ankara’da vefat eder.” Belki de böyledir. Ancak Orhan Kemal, hatıralarında şöyle bir şey diyor: “Beyrut’ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan teb’ası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu, on altın lira sermayeyle, Burç Meydanına çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık.” Fransız Mandası altında bulunan Beyrut’ta lokanta açıp oraya seyrek uğrayan bir adam diğer boş zamanlarda neler yapmaktadır?... Dileyen Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Meral Demirel’in “Tam Bir Muhalif “ isimli doktora çalışmasından onun hatıralarını okuya bilir… GELELİM NÂZIM HİKMET’E Şeyh Sait Ayaklanmasında da Diyarbakır cezaevine yollanan Abdülkadir Kemali Bey’le 1940’ta Orhan Kemal ile aynı koğuşu paylaştığı zaman tanışır Nâzım. Orhan Kemal ona babasını anlatır. Daha önce Menemen ayaklanmasındaki mürtecilerle aynı koğuşta kaldığı sırada “Şeyh Bedrettin Destanı”nı onlardan ilham alarak yazan Nâzım, bu kişiden etkilenir… “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabında “Şevki Bey” adı altında onu anlatır: “Beni yanlış anlamayın oğlum,/ evhamlı ve meyus değilim./ Hakikatleri ben / Bir Müslüman / Yani tam / Bir adam / Halinde uyanık rüya gibi görünüyor / Ve hudutsuz bir kalbin ancak dayanacağı sabır ile / Geleceğin hesapsız maceralarını seyrediyorum.” (…) “Şevki bey Birinci Büyük Millet Meclisi’nde de - bundan yıllarca evvel- yine böyle dev gölgesiyle yükselir ve sağ kolunu yine böyle fırlatıp öne doğru her nutkun sonunda –fakat böyle Kuran’dan ayet değil- şu beyti okurdu: “Namı insaniyete, iman-ü vicdan namına, / hakkı hürriyet yolunda fışkıran kan namına…” Grupların dışında muhalifti. Cesurdu Topal Osman’ı şaşırtacak kadar. / Onu ikinci mebus çıkarmadılar. / dövüştü. / İstiklâl mahkemesine düştü / Çıktı hapisten. Halep’e kaçtı kavgaya dışarıdan devam etmek için.” (…) Ve Şevki Bey: Anlaşılmamış bir kahramanın ölüsü yüreğinde Ve hâlâ bu ölüden korkarlar, diye bir teselli, Ve koltuğunda Protestan bir Kuran’la döndü memlekete Halep’ten.” (vurgular bana ait-DA) (N.Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, YKY, İst, 206, s.339-340) Biraz daha Nazım Hikmet’ten Şevki Bey karakterinin projesini izlemekte fayda var çünkü Şevki bey karakteri ile anlatılan “Tam Bir Muhalif” Abdülkâdir Kemali Bey’in düşüncelerinin ne olduğunu o zaman anlayabiliriz. Böylece Nazım Hikmet’in neden Abdülkâdir Bey’e önem verdiği ortaya çıkar. Nâzım aynı kitabının 342. sayfasında şunu söyler: “Hem şunu bil ki, oğlum, Hiç ve hiçbir meslek Hiç ve hiçbir mezhep Ve onun salikleri İlahi esasatın dışında yaklaşmaz bize ve dost olamaz. Sema ve zemini idare eden kuvvet Saadetini isteseydi insanların Derhal bahtiyar kılardı onları. İstemiyor demek. Nasıl? Yobaz düşüncesi değil mi? Fakat, oğlum, Bu cerhonulmaz bir hakikattır.” (Vurgular benim- DN) (N.Hikmet, age, s.342) Abdülkâdir Kemali Bey, o dönemde hem Cumhuriyet karşıtıdır hem de meşruti bir saltanatın yanlısıdır. Tabii, bu meşruti saltanat düzeni içinde hayran olduğu kişilerin iktidarda olmasını ister. Talat-Enver-Cemal üçlüsünün öğrenciler içindeki sıkı bir militanıdır ve Talat Paşa’ya hayranlığı o derecededir ki üçüncü çocuğu olan kızına Talat adını koyar. İstanbul’da İttihat ve Terakki adına dernek basar, cam çerçeve indirir ve Karagöz Dergisi çizeri Ahmet Rıfkı’yı bir güzel dövüp kafasını kırmış olmakla da övünür… Yani tam bir fedaidir… Bu fedai, Birinci Meclis’in açılışının ilk haftası kürsüsünden de şöyle haykırmıştır: “…hatta Padişah Efendimiz Hazretlerini kurtardıktan sonra da biz karar vermedikçe bu Meclis’i feshedecek hiçbir kuvvet yoktur. Bu böyle bilinmeli!” Pekiyi, Nâzım Hikmet neden “bir Müslüman yani tam bir adam” olarak tanımladığı hilafet ve saltanat yanlısı Abdülkâdir Bey’i yüceltir. Üstelik onun görüşlerinin ”yobaz düşüncesi” olduğunu kendi de söylediği halde… ABDÜLKÂDİR KEMALİ’NİN İŞLERİ Serbest Fırka’nın okuma yazma bilmeyen halkın dini duygularıyla oynayarak siyaset yapmasının tehlikelerini gören Mustafa Kemal Paşa yönetimi, parti’yi kapatma kararı alır ve “üçüncü grup” lideri Abdülkâdir Kemali’nin Adana’da kurduğu Ahali Cumhuriyet Fırkasını da kapatır ama Abdülkâdir Kemali Bey’in yaptığı iş sadece muhaliflik değil eski günlerindeki gibi fedailiktir. Menemen Olayı’ndan önce sakal bırakır, İzmir, Aydın ve Manisa yörelerini gezer. Sakal bırakmak birkaç günlük iş olmasa gerektir. Yani önceden planlanmış bir hareket içindedir. Serbest Fırka’nın din duygularıyla halkı tahrik etmesi, meşruti bir saltanat taraftarı olan Kemali’nin işine gelir. Kendi propagandasını yapar. Ancak, daha sonra Yunanistan’a 8 Eylül 1922’de kaçıp Hıristiyan olacak ve Hüsnüyadis ismini alacak olan Manisa Mutasarrıfı (valisi) Hüseyin Hüsnü’nün kardeş çocukları olan ve Nâzım Hikmet’in “destan”ında “üç prangalı” olarak andığı derviş Memet, Şamdan Memet ve Sütçü Memet ile görüşür. Daha sonra Menemen İsyanı başlar… Olayın asıl planlayıcıları Yunan ajanı Hüsnüyadis, İngiliz ajanı ve İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından Danıştay üyesi Sait Molla ve Suriye asıllı Dürzî Şeyh’i Sükuti’dir. Abdülkâdir Kemali ve arkadaşlarına muhalifliğinin getirdiği şevk ile bu harekete destek çıkar ve bir militan olarak Manisa’da çalışır. Burada Nâzım’ın “Protestan Kur’an ile döndü Halep’ten” demesi manidardır çünkü bu dizelere göre Nazım Hikmet bu ilişkiyi bilmektedir (ya da en azından Orhan Kemal aktarmıştır). Bunun nedeni ,avukat olan Kemali’nin bulunduğu Adana’ya yirmi dakika mesafede olan Protestan Misyonerliği yaptığı bilinen Tarsus Amerikan Koleji’yle ilişkileri olabilir mi?... Orhan Kemal’in kendisinin de söylediği gibi babası Beyrut’ta Fransız mandası altındaki bir yerde iş yapmasına rağmen işyerine pek fazla uğramaz… Manisa çalışmalarından sonra Adana’ya geldikten sonra bakanlar kurulu kararı ile partisi kapatılır. Ancak, partisinin 21 Aralık 1930’da kapatılmasından üç gün sonra ve Menemen Ayaklanması’ndan bir gün sonra Suriye’ye kaçar… Bu da onun Manisa’dan gelen provokatörlerin bir olay çıkaracağını bildiği ve soruşturma sonunda işin ucunun kendine dayanacağını bildiğini gösterir. LİSTE YAPALIM Nâzım Hikmet’le başladığımız bu anlatıma bir liste ile devam edelim: 1. Abdülkadir Kemali, Talat Paşa hayranı bir meşrutiyetçi militandır. 2. Aynı şahıs, düşünceleri için bir parti kurar. 3.Aynı şahıs, Nâzım’ın deyişleriyle “yobaz” bir Müslümandır. 4.Aynı şahıs, Adana’da sakal bırakıp çalışmalara girişir. 5. Aynı şahıs, Menemen olayı patlak verince yurt dışına kaçar. 6.Nazım Hikmet, Bursa cezaevinde Menemen isyancılarıyla tanışır. 7.Onlar için bir destan yazar. 8.Destanında rüyasına neden olan beyaz gömlek koğuş arkadaşı Tornacı Şevki’nindir. 9. Memleketimden İnsan Manzaralarında anlattığı Şevki Bey’dir. 10.Kavgaya (?) dışardan devam eden Şevki Beyi över. 11. Protestan bir Kur’an yazdığını belirtir. Bu konuda Nâzım tek değildir. Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, Behçet Çelik ve Mustafa Arslantunalı ile yaptığı röportajda şöyle demektedir: “Geniş düşünceli, her düşünceyi en azından dinleyebilen bir insan dedem. Sosyalizm, komünizm, faşizm hakkında söyleyecek sözleri olan biri. Çok geniş bir kültürü var. Yurtdışında yaşadığı yıllar boyunca yanında taşıdığı Kur’an-ı Kerim’in yanına açıklama yazıyor. Bu gün bu işi çok iyi bilen insanlar, bu açıklamaların çok önemli olduğunu söylüyorlar.” (Vurgular benim-DA) (Virgül Dergisi, sayı: 97-98, Temmuz- Ağustos 2006) Yani, kendince İslam için yorum getiren, Tarsus Amerikan Koleji’nden Protestan destek alan, manda altındaki Suriye’ye oradan Fransız bölgesi olan Lübnan’a giden ve iş yerine bile uğramadan gezen bir mürteciyi (ki Cumhuriyet ve saltanat ile Hilafetin kalkması ileri bir adım ise meşruti bir saltanat savunmak mürteciliktir) Nâzım Hikmet övmekte ve savunmaktadır… Şeyh Bedrettin Destanı’nda Menemen Olaylarındaki mürtecileri destan haline getirmektedir. Kaldı ki tarihteki gerçek Şeyh Bedrettin, Beyazıt’ın oğullarından Musa Çelebi’yi desteklemiş ve onun yenilmesi üzerine gözden düşmüş bir kazaskerdir. Yani bir bürokrattır. Çelebi Mehmet ona bin akçe yıllık bağlamasına rağmen iktidardan düşmüş olmasını hazmedemeyen bir politikacıdır. Bunun neresi ilericilik?... Eğer Nâzım Hikmet, Şeyh Bedrettin’in “özel mülkiyete karşı çıkışını” sosyalizm adına kendine yakın görüyorsa, İslam Tarihinde daha önce aynı söylemlerle ortaya çıkan grupları da anması gerekmez miydi?... Buradan anlıyoruz ki Nâzım Hikmet, Şeyh Bedrettin Destanı’nda gerçek Şeyh Bedrettin’i değil, hapishane arkadaşları olan esrarkeş mürtecileri övmektedir. Bunun devamını bir başka mürteci ve yabancı ajanı olan Abdülkâdir Kemali’ye destek çıkmasıyla getirmektedir. ESRARENGİZ SORULAR Kavgaya dışarıdan devam etmek için diyerek övdüğü Abdülkâdir Kemali’nin kavgası neydi? Abdülkâdir Kemali, bir komünist miydi? Eğer komünist ise Menemen ayaklanmacıları mürtecilere neden destek çıkmıştı? Abdülkâdir Kemali bir şeriatçı mıydı? Eğer öyleyse neden Nâzım Hikmet ona destek çıkıyordu? Nâzım, Şeyh Bedrettin Destanı’nda neden mürtecilere destek veriyordu? Şiirine tarihi bir şahsiyet olarak, Abdülaziz oğlu İsrail ile Helen asıllı bir Hıristiyan iken Müslüman olup Melek ismini alan kadının çocuğu olan ve bugün Yunanistan’da bulunan Simavne’de doğan Şeyh Bedrettin’i seçmesi rastlantı mıdır? Bütün bunların ışığında diyebiliriz ki Nâzım Hikmet, ağırlıklı olarak mürtecileri desteklemiş ve onları destanlaştırmış. Davut Akova, Yesevi Dergisi, 18 Şubat 2007 Özür ve düzeltme Bir önceki yazımızda Nâzım’ın yerini alan “Hüsmettin Özdoğu ve Komintem yanlısı arkadaşlar” deyimini kullanmıştık. Oysa Hüsamettin Özdoğu ve parti arkadaşları Nâzım’ın hapiste olduğu dönemde tutuklanmıştır ve TKP’ye, bu başşız kaldığı dönemde derhal Stalin’in emriyle “mini Stalin” Hasan Ali Ediz yollanmıştır. Nâzım, bu adamı kastetmektedir. Mini Stalin Hasan Ali Ediz, daha sonra Milli İstihbarat Teşkilatı’na kendiliğinden başvurarak “vallaha billaha bir daha komünist faaliyette bulunmayacağım.” diye dilekçe verip, Vedat Nedim (Tör) ve benzerleri gibi komünistliğe veda edecektir… Hüsamettin Özdoğu ailesinden özür dilerim.” -ALINTI- ÖNCE DOĞRU BİLGİ... TARİHİNİ BİLMEYEN TOPLUMLAR YOK OLMAYA MECBURDURLAR. ŞİMDİ NEDEN YOK OLDUĞUMUZU ANLIYOR MUSUNUZ !!! DOĞRU BİLGİYE SAHİP OLMANIZ DÜŞMANI MAHVEDER !! Nazım Hikmet 1902 doğumludur. 1914 te Galatasaray Lisesi ilk bölümünü bitirmiş,1918 yılında da heybeli ada deniz mektebinden mezun olmuştur. O tahsil hayatına devam ederken yaşıtları okulu bırakıp Çanakkale Savaşına katılıyor ve şehit düşüyordu. Sözde vatansever şairin durumunu sizin taktirinize bırakıyoruz.Tabii ki herkesin aklında bir vatan vardır ama o uğruna kan dökülen vatanı değil kendi hayal dünyasında inşa ettiği vatanı sevmiş,şiirlerini o vatana yazmıştır.Vatanını seven insan gece yarılarında karısını bırakıp Sovyet Rusyaya koşmazdı. Milli mücadele yıllarında ''çürük raporu ''olduğu için Bolu lisesinde Öğretmenlik yapmış ardından Moskovaya gitmiş 1922-24 yıllarında Moskovada kalmıştır. Oysa Türkiye Cumhuriyetinin yetişmiş insanlara en çok ihtiyacı olduğu yıllardı. NAZIM HİKMET VE ATATÜRK ! ÇAKMA KEMALİSTLERE İTHAFEN ! Türk Kurtuluş Savaşı'nda 15'lik delikanlılarımızdan 70'lik yaşlılarımıza dek Türk ulusu cephede savaşırken, mühimmatlar ıslanmasın diye bebeğinin ölmesine aldırmadan üstündeki battaniyeyi çeken soylu Türk kadınları kendi canlarını da hiçe sayarken NAZIM HİKMET komünist devrimi kutlamaya Sovyet Rusyaya koşmuştur. Ankara'da Atatürk'e genç bir şair olarak takdim edilip Atatürk tarafından kendisinden bir şiir rica edildiğinde reddedip arkasından "NE YANİ SARHOŞ MEZESİ Mİ OLACAKTIM?" diyen bir kişidir Nazım Hikmet Ran. Stalin için "BENİ O YARATTI." ifadesini kullanmış, Stalin'in öldüğü akşam Budapeşte radyosundan şiirler, ağıtlar söylemiştir. Stalin'e bu övgüleri düzen Nazım Hikmet'in çok ünlü Çanakkale Destanı şiiri ve özellikle de; Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı." dizeleri bilinir de sonrasında "Biz Bolşevik değiliz ve olmayacağız." diyen Atatürk'e yazdığı bu şiir de acep ne kadar bilinir : Trabzon'dan bir motor açılıyor Sahilde kalabalık! Motoru taşlıyorlar Son perdeye başlıyorlar! BURJUVA KEMAL'in omzuna binmişler KEMAL, kumandanın kordonuna Kumandan kahyanın cebine inmiş Kahya, adamların donuna! Uluyorlar! Hav... Hav... Hak... Tüü... ATATÜRK’ÜN NAZIMIN ŞİİRİNİ DİNLEDİĞİNDE SÖYLEDİKLERİ... Nazım’ın oldukça basit piyesleri, yoldaşı Ertuğrul MUHSİN’ in sayesinde Şehir Tiyatrolarında gösterime girince bu durum Nazım’a hem para hem de şöhret kazandırmıştı. Üstelik Nazım’ın şöhreti Atatürk’e kadar ulaşmıştı. Atatürk’te Nazım adına yapılan bu geniş reklam ve propagandaya pek iltifat etmediği için: "Şunun şiirlerini bir de kendi ağzından plağa alın, getirin bakayım" talimatını verdi. Nazım’ın Hazer ve Salkımsöğüt adlı şiirleri kendi sesinden plağa kaydedilip ATATÜRK’ e getirilmiş, ATATÜRK bu şiirleri dinledikten sonra aynen: "BU ŞİİRLERDE TÜRK MİLLETİNİN HAYATINA KASTEDEN BİR BOMBA VAR" demişti. Atatürk ona ilk notu vermiş, şiirlerinin muhteviyatındaki korkunç maksadı anlamış olmasına rağmen, Atatürk’e yakın olmaya çalışanlar, Atatürkçülüğü kimseye bırakmayanlar, ATATÜRK’ ün bu beyanından sonra bile Nazım balonunu şişirmeye devam etmişlerdir.. NAZIM ATATÜRK’E DE SÖVÜYORDU... Nazım’ın 28 Kanunsani başlıklı şiiri dikkatle okunduğu zaman her hareket ve her hadisede Atatürkçülük’ten bahseden, bizdeki komunistlerin aslında Atatürk’ün adını bir maske, hatta bir cankurtaran simidi gibi kullandıkları daha iyi anlaşılır.. Nazım’ın ilk ve açık komunist propaganda yapan şiirine birlikte gözatalım............ Trabzon’dan bir motor açılıyor Sahilde kalabalık Motoru taşlıyorlar Son perdeye başlıyorlar BURJUVA KEMAL’ in omuzuna binmiş KEMAL KUMANDANIN kordonuna. Nazım Hikmet görüldüğü gibi komunist Mustafa Suphi, Etem Nejat ve arkadaşlarının Trabzon açıklarında motorlu kayıkta öldürülüşlerinden dolayı, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetine karşı büyük bir kin içinde. Bulgaristandaki Türklere karşı ayrıca Bulgar yönetimini destekliyordu Moskovadan.Kendisi Türkleri sevmezdi.Atatürke hakaret ettiği şiirleri var. Nazım Hikmet'in dedesi ve annesinin, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında; İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi olduğunu kaç kişi bilir bu ülkede...
1 note · View note
Photo
Tumblr media
Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı
    Darülfünün İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sırkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki:        «O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında Stilaryum - Karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryum Sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr köylü Türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâli müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.»        Stilaryumdaki âdi Türk köylüsüsün vaız ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin sırkâtibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı uzun merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi. Simavne Kadısı oğlu Bedreddinin en büyük müridine, Börklüce Mustafaya «âdi» demesi, her iki manasında da, beni güldürdü. Sonra birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Şerefeddin Efendiyi düşündüm. Risalesinde Bedreddinin gayesinden bahsederken, «Erzak, mevâşi ve arâzi gibi şeylerin umumî mali müşterek addedilmesini tavsiye eden Börklücenin kadınları bundan istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş olduğu bir takiyye ve tesettürdür. Zira vahdeti mevcûda kail olan şeyhinin Mustafaya bunu istisna ettirecek bir dersi hususiyet vermediği muhakkaktır,» diyen bu tarihi kelâm müderrisini asırların üstüne remil atıp insanların zamirini keşfetmekte yedi tulâ sahibi buldum. Ve Marksla Engelsten iki cümle geldi aklıma: «Burjuva için karısı alelâde bir istihsal âletidir. Burjuvazi, istihsal âletlerinin içtimaileştirileceğini duyunca tabiatiyle bundan içtimaileştirilmenin kadınlara da teşmil edileceği neticesini çıkarıyor.»        Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için düşündüğünü, Darülfünün İlâhiyat Fakültesi müderrisi de Bedreddinin kurunu vüstaî köylü sosyalizmi için neden düşünmesin? İlâhiyat bakımından kadın mal değil midir?        Risaleyi kapadım. Gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu. Başucumdaki çiviye asılı şimendifer marka saata baktım. İkiye geliyor. Bir cıgara. Bir cıgara daha. Koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen havasında dolaşan sesleri dinliyorum. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor. Kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sık, daha keskin öttürüyorlardı. Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi karanlık bir gece batan bir gemide sanırım.        Üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkıyaların zincir sesleri geliyordu. Evrakları temyizde. Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar.        Gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız vakit kaç defa onların pencerelerine baktım. Üç insan. İkisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki pencerede. İlk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek başına oturanmış. En çok cıgara içen de o.        Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar.        Seslerini hiç işitmedim. Bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardır. Ve hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri birdenbire bir sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç beyaz uzun gömlek sallanmıştır.        Bir aspirin olsa. Avuçlarımın içi yanıyor. Kafamda Bedreddin ve Börklüce Mustafa. Kendimi biraz daha zorlıyabilsem, başım böyle gözlerimi bulandıracak kadar ağrımasa, çok uzak yılların kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, kırbaç sesleri, kadın ve çocuk çığlıkları içinde iki ışıklı ümit sözü gibi Bedreddinle Mustafanın yüzlerini görebileceğim.        Gözüme, demin kapatıp çimentoya bıraktığım risale  ilişti. Yarısı güneşten solmuş vişne çürüğü bir kapağı var. Kapakta, üstünlü esreli sülüs bir yazıyla risalenin adı bir tuğra gibi yazılı. Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık kenarları çıkıyor. Bu İlâhiyat Fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddinimi kurtarmak lâzım, diye düşünüyorum. Aklımda İbni Arabşahtan, Âşıkpaşazâdeden, Neşriden, İdrisi Bitlisiden, Dukastan ve hattâ Şerefeddin Efendiden okuya okuya ezberlediğim satırlar var:        «Şeyh Bedreddinin tevellüdü 770 etrafında olmak lâzım geleceğini kuvvetle tahmin etmek mümkündür.»        «Tahsilini Mısırda ikmâl etmiş olan Şeyh Bedreddin senelerce burada kalmış ve hiç şüphesiz bu muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmuş idi.»        «Mısırdan Edirneye avdetinde ebeveynini burada berhayat bulmuş idi.»        «Kendisinin buraya vürudu peder ve validesini ziyaret maksadile olabileceği gibi bu şehirde tasaltun etmiş olan Musa Çelebinin daveti vakıasile olmak ihtimali de vardır.»        «Çelebi Sultan Mehmet kardeşlerine galebe ile vaziyete hâkim olunca Şeyh Bedreddini İznikte ikamete memur eylemiş idi.»    «Şeyh burada itmam etmiş olduğu Teshil mukaddemesinde "...Kalbimin içindeki ateş tutuşuyor. Ve günden güne artıyor, o surette ki kalbim demir de olsa selâbetine rağmen eriyecek..." demektedir.»    «Şeyhi İznike serdiklerinde kethüdası Börklüce Mustafa Aydın eline vardı. Andan göçtü Karaburuna vardı.»    «Diyordu ki: "Ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle tasarruf edebilirsin." Köylü avam halkı bu nevi sözlerle kendi tarafına celp ve cezb ettikten sonra hırıstiyanlar ile dostluk tesisine çalıştı. Çelebi Sultan Mehmedin Sarohan valisi Sisman bu sahte rahibe karşı hareket ettiyse de Stilaryumun dar geçitlerinden ileriye geçmeğe muvaffak olamadı.»    «Simavne kadısı oğlu işitti kim Börklücenin hali terakki etti, o dahi İznikten kaçtı. İsfendiyara vardı. İsfendiyardan bir gemiye binip Eflak eline geçti. Andan gelip Ağaçdenizine girdi.    «Bu esnada müşarünileyhin halifesi Mustafanın Aydın elinde avazeyi huruç ve fesat ve ilhadı Sultan Mehemmed'in kulağına vâsıl oldu. Derhal Rumiyei suğra ve Amesye Padişahı olan Şehzade Sultan Muradın ismine hükmü hümayün sadır oldu ki Anadolu askerlerini cem ile mülhid Mustafanın def'ine kıyam eyliye. Ve mükemmel asker ve teçhizat ile Aydın elinde anın başına ine...»    «Mustafa, on bine yakın müfsit ve mülhid müritlerinden olan asker ile şehzadeye mükabeleye kıyam eylediler.»    «Mübalega cenk olundu.»    «Bir çok kan döküldükten  sonra tevfiki ilâhi ile o leşkeri ilhad mağlub oldu.»    «Sağ kalanlar Ayasluğa getirildiler. Börklüceye tatbik olunan en müthiş işkenceler bile onu fikri sabitinden çeviremedi. Mustafa bir deve üzerinde çarmıha gerildi. Kolları yekdiğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi. Kendisine sadık kalan mahremanı Mustafanın gözü önünde katledildi. Bunlar "Dede Sultan iriş" nidalarile mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler.»    «Ahir Börklüceyi paraladılar ve on vilâyeti teftiş ettiler, gideceklerin giderdiler bey kullarına timar verdiler. Bayezid Paşa yine Manisaya geldi Torlak Kemali anda buldu. Anı dahi anda astı.»    «Bu esnada Ağaçdenizindeki Bedreddinin hali terakkide idi. Her taraftan birçok halk yanına toplandılar. Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine remak kalmış idi. Bundan dolayı Sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti.      «Ve Bayezid Paşanın teklifiyle bazı kimseler Kadı Bedreddinin silki mütabaatına ve müritliğine dahil oldular. Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip bağladılar...    «Sirozda Sultan Mehemmede getirdiler. Acemden henüz gelmiş bir danişmend var idi. Mevlâna Hayder derlerdi. Sultan Mehemmed yanında olurdu. Mevlâna Hayder etti "şeran bunun katli helâl amma mali haramdır."    «Andan Simavne Kadısı oğlunu pazara iletip bir dükkân önünde berdar ettiler. Bir nice günden sonra cünüb müritlerinden birkaçı gelip anı andan aldılar. Şimdi dahi ol diyarda müritleri vardır.»    Başım çatlıyacak gibi. Saate baktım. Durmuş. Yukardakilerin zincir şakırtıları biraz yavaşladı. Yalnız birisi dolaşıyor. Herhalde o tek başına soldaki pencerede oturandır.    İçimde bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var. Bana öyle geliyor ki, şimdi yolparacılar koğuşundan yine o yayla türküsünü söylemeğe başlasalar başımın ağrısı bir anda diniverecektir.    Bir cıgara daha yaktım. Eğildim. Çimentonun üstünden Mehemmed Şerefeddin Efendinin risalesini aldım. Dışarda rüzgâr çıktı. Penceremizin altındaki deniz, zincir ve düdük seslerini kapatarak homurdanıyor. Penceremizin altı kayalık olacak. Kaç defa oraya, denizle duvarımızın birleştiği yere bakmak istedik. Fakat imkânı yok. Pencerenin demir çubukları çok dar. İnsan başını dışarı çıkaramıyor. Ve biz burada denizi ancak ufuk halinde görebiliyoruz.    Benim yatağımın yanında tornacı Şefiğin yatağı vardı. Şefik bir şeyler mırıldanarak uykusunda döndü. Karısının gönderdiği gelinlik yorganı kaydı. Örttüm.    İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisinin altmış beşinci  sayfasını açtım yine.. Cenevizlilerin sırkâtibinden bir iki satır ancak okumuştum ki başımın ağrıları içinde kulağıma bir ses geldi. Bu ses:    - Gürültü etmeksizin denizin dalgalarını aşarak senin yanında bulunuyorum, diyordu.    Döndüm. Denizin üstündeki pencerenin arkasında birisi var. Konuşan o:    «- Cenevizlilerin sırkâtibi Dukasın yazdıklarını unuttun mu? Sakız adasında Turlut tesmiye olunan manastırda ikamet eden Giritli bir keşişten bahsettiğini hatırlamıyor musun? Ben, yani Börklüce Mustafanın "dervişlerinden biri" bu Giritli keşişe de böyle baş açık, ayaklarım çıplak ve yekpare bir libasa bürünmüş olarak denizin dalgalarını aşıp gelmez miydim?»    Pencerenin demirleri dışında hiçbir yere tutunmasına imkân olmadan böyle boylu boyunca durup bu sözleri söyleyene baktım. Gerçekten de dediği gibiydi. Yekpare libası aktı.    Şimdi, yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken İlâhiyat Fakültesi müderrisini düşünüyorum. Şerefeddin Efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum. Fakat eğer sağsa ve bu yazdıklarımı okursa benim için: «Gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan olduğunu iddia eder, hem de Giritli keşiş gibi, üstüne üstlük aradan asırlar geçmiş iken, Börklücenin denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem vurur.»    Tarihi kelâm üstadının bu sözleri söyledikten sonra atacağı ilâhi kahkakayı da duyar gibi oluyorum.    Fakat zarar yok. Hazret kahkahasını atadursun. Ben maceramı anlatayım.    Başımın ağrısı birdenbire dindi. Yataktan çıktım. Penceredekine doğru yürüdüm. Elimden tuttu. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla uyuyan koğuşu bıraktık. Birdenbire kendimi o bir türlü göremediğimiz, denizle duvarımızın birleştiği yerde, kayaların üstünde buldum. Börklücenin müridiyle yan yana karanlık denizin dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca geriye, sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni Yezidülkirişçi, yahut sadece Çelebi Sultan Mehmet devrine gittik.    Ve işte size anlatmak istediğim macera bu yolculuktur. Bu yolculukta gördüğüm ses, renk, hareket, şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu  - eski bir itiyat yüzünden --  bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve arasıra kafiyelerle tesbit etmeğe çalışacağım. Şöyle ki: 1. Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi, duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler, gümüş ibriklerde şarap, bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi. Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi. Çelebi hünkâr idi amma Âl Osman ülkesinde esen bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi. Köylünün göz nuru zeamet alın teri timar idi. Kırık testiler susuz su başarında bıyık buran sipahiler var idi. Yolcu, yollarda topraksız insanın                    ve insansız toprağın feryadını duyar idi. Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar                                          köpüklü atlar kişner iken çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi                                                                tarumar idi. Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,                                                      ahüzar idi.
2. Bu göl İznik gölüdür. Durgundur. Karanlıktır. Derindir. Bir kuyu suyu gibi                içindedir dağların. Bizim burada göller dumanlıdırlar. Balıklarının eti yavan olur, sazlıklarından ısıtma gelir, ve göl insanı                sakalına ak düşmeden ölür. Bu göl İznik gölüdür. Yanında İznik kasabası. İznik kasabasında kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü. Çocuklar açtır. Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi. Ve delikanlılar türkü söylemez. Bu kasaba İznik kasabası. Bu ev esnaf mahallesinde bir ev. Bu evde bir ihtiyar vardır Bedreddin adında. Boyu küçük        sakalı büyük                  sakalı ak. Çekik çocuk gözleri kurnaz ve sarı parmakları saz gibi. Bedreddin ak bir koyun postu üstüne oturmuş. Hattı talik ile yazıyor                       «Teshil»i. Karşısında diz çökmüşler ve karşıdan bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona. Bakıyor: Başı tıraşlı kalın kaşlı ince uzun boylu Börklüce Mustafa. Bakıyor: kartal gagalı Torlak Kemâl.. Bakmaktan bıkıp usanmayıp bakmağa doymıyarak İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar.. 3. Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır. Ve gölde ipi kopmuş                             boş bir balıkçı kayığı                             bir kuş ölüsü gibi                                     suyun üstünde yüzüyor. Gidiyor suyun götürdüğü yere, gidiyor parçalanmak için karşı dağlara. İznik gölünde akşam oldu. Dağ başlarının kalın sesli sipahileri güneşin boynunu vurup                                kanını göle akıttılar. Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır, bir sazan balığı yüzünden                       kaleye zincirlenen balıkçının kadını. İznik gölünde akşam oldu. Bedreddin eğildi suya                         avuçlayıp doğruldu. Ve sular parmaklarından dökülüp tekrar göle dönerken                             dedi kendi kendine: «- O âteş ki kalbimin içindedir       tutuşmuştur       günden güne artıyor.       Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna       eriyecek yüreğim...
      Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!       Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.       Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip       biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını       iptâl edeceğiz...» • Ertesi gün gölde kayık parçalanır                       kalede bir baş kesilir                                                kıyıda bir kadın ağlar ve yazarken Simavneli «Teshil»ini Torlak Kemâlle Mustafa öptüler   şeyhlerinin elini. Al atların kolanını sıktılar. Ve İznik kapısından dizlerinde çırılçıplak bir kılıç heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar... Kitaplarının adı:                         «Varidat»dı. 4.        Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş Aydın elinde Karaburunda. Bedreddinin kelâmını söylemiş köylünün huzurunda. Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup piri pâk olsun diye,     on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti, ağalar topyekün kılıçtan geçirilip verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.» Duyduk ki... Bu işler duyulur da durmak olur mu? Bir sabah erken, Haymana ovasında bir garip kuş öterken, sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik. «Varalım,        dedik. Görelim,        dedik. Yapışıp       sapanın              sapına şol kardeş toprağını biz de bir yol                                    sürelim, dedik.» Düştük dağlara dağlara, aştık dağları dağları... Dostlar, ben yolculuk etmem bir başıma. Bir ikindi vakti can yoldaşıma                          dedim ki: geldik.                          Dedim ki: bak başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe bir adım geride ağlayan toprak. Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir, kütükler zor taşıyor kehribar salkımları. Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör: ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır ve körpe kuzu eti gibi aktır                                   yumuşaktır etleri. Dedim ki bak, burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi                                                            bereketli. Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak.. 5.        Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.        İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da Börklüce müritlerinden.        Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.        İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu:        - Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.        - Dostuz, dedik.        Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.        Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi ki:        - Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.        Müjde büyüktü. Rehberim:        - Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.        Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık.        Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.        Bedreddin.        - Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.        Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.        Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik. 6. Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar                                    ve bir yelkenli vardı. Bir gece bir denizde bir yelkenli                                        yapyalnızdı yıldızlarla. Yıldızlar sayısızdı. Yelkenler sönüktü. Su karanlıktı                  ve göz alabildiğine dümdüzdü. Sarı Anastasla Adalı Bekir                                           hamladaydılar. Koç Salihle ben               pruvada. Ve Bedreddin                  parmakları sakalına gömülü                  dinliyordu küreklerin şıpırtısını. Ben:   - Ya! Bedreddin! dedim,          uyuklıyan yelkenlerin tepesinde                   yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.        Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.        Ve denizin içinden                           gürültüler duymuyoruz.        Sade bir dilsiz, karanlık su,        sade onun uykusu. Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar                                                         güldü,                                                      dedi:   - Sen bakma havanın durgunluğuna        derya dediğin uyur uyur uyanır. Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar                                               ve bir yelkenli vardı. Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi                                             gidiyordu Deliormana                                                             Ağaçdenizine...
7. Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz. «Malûm niçin geldik,                                 malûm derdi derunumuz» diye        her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz. Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş. Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp                                reaya zinciri bırakıp gelmiş. Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil                    kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş... Bir kızılca kıyamet! Karışmış birbirine                  at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,                  gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri. Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır, ne böyle  bir uğultu duymuşluğu var                              Deliorman deli olalı beri.... 8.        Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi.        İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.        İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki:        - Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı gönderir.        Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki:        - Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu.        Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki:        - Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?        - Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..        Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.        Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık.   9. Sıcaktı. Sıcak. Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı                                            sıcak. Sıcaktı. Bulutlar doluydular, bulutlar boşanacak                         boşanacaktı. O, kımıldanmadan baktı,     kayalardan                 iki gözü iki kartal gibi indi ovaya. Orda en yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en    seven, en büyük, en güzel kadın:                                    TOPRAK                nerdeyse doğuracak                                         doğuracaktı. Sıcaktı. Baktı Karaburun dağlarından O baktı bu toprağın sonundaki ufka                         çatarak kaşlarını : Kırlarda çocuk başlarını Kanlı gelincikler gibi koparıp çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp. Bu gelen           Şehzade Murattı. Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın                                                                          ismine Aydın eline varıp Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine. Sıcaktı. Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı, baktı köylü Mustafa. Baktı korkmadan                     kızmadan                                gülmeden. Baktı dimdik                  dosdoğru. Baktı O. En yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en    seven, en büyük, en güzel kadın :                                    TOPRAK                nerdeyse doğuracak                                         doğuracaktı. Baktı. Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar. Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu                     fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla. Oysaki onlar bu toprağı,                 bu kayalardan bakanlar, onu, üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı,          sütleri baldan koyu davarları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar. Sıcaktı. Baktı. Bedreddin yiğitleri baktılar ufka... • En yumuşak, en sert, en tutumlu, en cömert, en    seven, en büyük, en güzel kadın :                                    TOPRAK                nerdeyse doğuracak                                         doğuracaktı. Sıcaktı. Bulutlar doluydular. Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere. Birden-           - bire kayalardan dökülür                    gökten yağar                                    yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son eser gibi Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına                                                                        çıktılar. Dikişsiz ak libaslı                            baş açık                 yalnayak ve yalın kılıçtılar. Mübalâğa cenk olundu. Aydının Türk köylüleri,         Sakızlı Rum gemiciler,                              Yahudi esnafları, on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın düşman ormanına on bin balta gibi daldı. Bayrakları al, yeşil,    kalkanları kakma, tolgası tunç                                            saflar pâre pâre edildi ama, boşanan yağmur içinde gün inerken akşama on binler iki bin kaldı. Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yârin yanağından gayrı her şeyde                                         her yerde                                                       hep beraber!                                          diyebilmek                                            için on binler verdi sekiz binini.. Yenildiler. Yenenler, yenilenlerin                 dikişsiz, ak gömleğinde sildiler                                   kılıçlarının kanını. Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak Edirne sarayında damızlanmış atların                                             eşildi nallarıyla. Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların                            zarurî neticesi bu!                                                      deme, bilirim! O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. Ama bu yürek          o, bu dilden anlamaz pek. O, «hey gidi kambur felek, hey gidi kahbe devran hey,»                                             der. Ve teker teker, bir an içinde, omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,                              yüzleri kan içinde geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*
(*) Şimdi ben bu satırları yazarken, «Vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın...» gibi laflar edecek olan bazı "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum. Tıpkı yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi.        Ve şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.        Bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi ?        Paris Komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihî, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri «bir ıstırap şarkısı» gibi geçmemişler midir? Ve Komuna öldü, yaşasın komuna! diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu?        Marksist, bir «makina - adam», bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihî, sosyal, konkre bir insandır. 10. Karanlıkta durdular. Sözü O aldı, dedi: «- Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular. Yine kimin dostlar                yine kimin boynun vurdular?» Yağmur            yağıyordu boyuna. Sözü onlar alıp            dediler ona: «- Daha pazar             kurulmadı                              kurulacak. Esen rüzgâr         durulmadı                        durulacak. Boynu daha            vurulmadı                            vurulacak.» Karanlık ıslanırken perde perde belirdim onların olduğu yerde sözü ben aldım, dedim : «- Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?                               Göster geçeyim! Kalesi var mı? Söyle yıkayım. Baç alırlar mı?                 De ki vermeyim!» Sözü O aldı, dedi: «-Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.                                       Girip çıkılmaz. Kalesi vardır,           kolay yıkılmaz. Var git al atlı yiğit                          var git işine!..» Dedim: «- Girip çıkarım!» Dedim: «--Yakıp yıkarım!» Dedi: «-Yağış kesildi                       gün ağarıyor.                  Cellât Ali,                                   Mustafayı                                               çağırıyor!                Var git al atlı yiğit                                          var git işine!..» Dedim: «- Dostlar                    bırakın beni                    bırakın beni.                    Dostlar                    göreyim onu                    göreyim onu!                    Sanmayınız                    dayanamam.                    Sanmayınız                    yandığımı                    el âleme belli etmeden yanamam!                    Dostlar                    "Olmaz!" demeyin,                    "Olmaz!" demeyin boşuna.                    Sapından kopacak armut değil bu                                             armut değil bu,                    yaralı olsa da düşmez dalından;                    bu yürek                    bu yürek benzemez serçe kuşuna                    serçe kuşuna!                    Dostlar                    biliyorum!                    Dostlar                    biliyorum nerde, ne haldedir O!                    Biliyorum                    gitti gelmez bir daha!                    Biliyorum                    bir deve hörgücünde                    kanıyan bir çarmıha                    çırılçıplak bedeni                    mıhlıdır kollarından.                    Dostlar                    bırakın beni,                    bırakın beni.                    Dostlar                    bir varayım göreyim                    göreyim                    Bedreddin kullarından                    Börklüce Mustafayı                    Mustafayı.» • Boynu vurulacak iki bin adam, Mustafa ve çarmıhı cellât, kütük ve satır her şey hazır               her şey tamam. Kızıl sırma işlemeli bir haşa altın üzengiler kır bir at. Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk Amasya padişahı şehzade sultan Murat. Ve yanında onun bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa! Satırı çaldı cellât. Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi, yeşil bir daldan düşen elmalar gibi                    birbiri ardına düştü başlar. Ve her baş düşerken yere çarmıhından Mustafa baktı son defa. Ve her yere düşen başın kılı depremedi: -İriş        Dede Sultanım iriş!                                dedi bir, başka bir söz demedi.. 11.        Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti.        Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu.        Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk.        Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:        - Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil.        Bir kayık bulduk.        Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir.        Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:        - Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi. 12.        Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.        Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki: Ben tanırım bu nal seslerini. Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar karanlık yolun üstünden dörtnala geçip hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler. Ben tanırım bu nal seslerini. Onlar         bir sabah çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir. Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla. Hava öyle güzeldir, yürek öyle umutlu, göz çocuklaşmış ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda... Ben tanırım bu nal seslerini. Onlar         bir gece çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar. Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır ve terkilerinde                 en değerlimizin                            arkadan bağlanmış kolları vardır. Ben tanırım bu nal seslerini onları Deliorman da tanır..        Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi. 13. Rumeli, Serez ve bir eski terkibi izafi:                      HUZÛRU HÜMAYUN. Ortada yere saplı bir kılıç gibi dimdik                                          bizim ihtiyar. Karşıda hünkâr. Bakıştılar. Hünkâr istedi ki: bu müşahhas küfrü yere sermeden önce, son sözü ipe vermeden önce, biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner âdâb ü erkâniyle halledilsin iş. Hazır bilmeclis Mevlâna Hayder derler mülkü acemden henüz gelmiş                  bir ulu danişmend kişi kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip, «Malı haramdır amma bunun                                            kanı helâldır» deyip                                            halletti işi... Dönüldü Bedreddine. Denildi: «Sen de konuş.» Denildi: «Ver hesabını ilhadının.» Bedreddin baktı kemerlerden dışarı. Dışarda güneş var. Yeşermiş avluda bir ağacın dalları ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar. Bedreddin gülümsedi. Aydınlandı içi gözlerinin,                                   dedi: - Mademki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid. Gayrı uzatman sözü. Mademki fetva bize aid verin ki basak bağrına mührümüzü.. 14. Yağmur çiseliyor, korkarak yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi. Yağmur çiseliyor, beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi. Yağmur çiseliyor, Serezin esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkânının karşısında Bedreddinim bir ağaca asılı. Yağmur çiseliyor. Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir. Ve yağmurda ıslanan yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin                                        çırılçıplak etidir. Yağmur çiseliyor. Serez çarşısı dilsiz, Serez çarşısı kör. Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. Yağmur çiseliyor.   TORNACI ŞEFİĞİN GÖMLEĞİ        Yağmur çiseliyordu. Dışarda, demir parmaklıkların arkasındaki deniz ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu. Bugün bile gayet iyi hatırlıyorum. İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu duymuştum. Dönüp baktım. Tornacı Şefik. İçleri ışıl ışıl, kapkara gözlerini yüzüme dikmiş:        - Bu gece uyumadın galiba, diyor.        Artık yukardan eşkıyaların zincir sesleri  gelmiyordu. Ortalık ağarınca onlar uykuya varmış olmalılar. Gün ışığında nöbetçilerin düdük sesleri de manalarını kaybediyor. Boyaları siliniyor ve ancak karanlıkta belli olan sert çizgileri yumuşuyor.        Koğuşun kapısı dışardan açıldı. İçerde çocuklar teker teker uyanıyorlar.        Şefik soruyor:        - Ne oldun, bir tuhaf halin var senin?        Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum:        - Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm. Nah şu pencerenin arkasına geldi. Yekpare ak bir gömleği vardı. Elimden tuttu. Bütün bir yolculuğu yan yana, daha doğrusu onun rehberliğiyle yaptım..        Tornacı Şefik gülüyor. Bana pencereyi göstererek:        - Sen, diyor, yolculuğu Mustafanın müridiyle değil, benim gömleğimle yapmışsın. Bak, dün gece asmıştım. Hâlâ pencerede..        Ben de gülüyorum. Simavne Kadısı oğlu Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden tornacı Şefiğin gömleğini demirlerin üstünden alıyorum. Şefik gömleğini sırtına geçiriyor. Bütün koğuş arkadaşları «yolculuğumu» öğrendiler. Ahmed:        - Bunu yaz işte, diyor. Bir «Bedreddin destanı» isteriz. Hem sana ben de bir hikâye anlatayım onu da kitabın sonuna koyarsın...        Ahmedin anlattığı hikâyeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum. AHMEDİN HİKÂYESİ        Balkan harbinden önceydi. Dokuz yaşındaydım. Dedemle, Rumelinde, bir köylüye misafir olduk. Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı. Bol kırmızı biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumelinin kuru, çok bilenmiş bir bıçak gibi keskin kışlarından biri.        Köyün adını hatırlıyamıyorum. Yalnız, yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı.        Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne gâvurdular. Belki kızılbaştılar. Ama, tam da kızılbaş değil.        Köye girişimiz hâlâ aklımdadır. Güneş battı batacak. Yol don tutmuş. Yolda cam parçaları gibi pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar.        Köyün karanlığa karışmıya başlıyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karşıladı. İri, alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek. Havlıyordu.        Arabacımız dizginleri kastı. Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor.        Ben, «Ne oluyoruz?» diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım. Arabacının kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına indi. Tam bu sırada kalın bir ses duydum:        - Hey. Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı sandın?        Dedem arabadan indi. Köpeğin kalın sesli sahibine «merhaba» dedi. Konuştular. Sonra köpeğin bakır sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti.        Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok konuşmalar vardır. Bunlardan çoğunun mânasını büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş, kimisine kızmışımdır. Fakat çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca müessir olmamıştır.        Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı. Ötekisi kalın, hırçın ve inanmış bir sesle konuşuyordu.        Onun kalın sesi diyordu ki:        - Hünkârın iradesi ve İranlı Molla Haydarın fetvasıyla Serezde, çarşıda, yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü iki yana ağır ağır sallanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at. Bedreddinin asıldığı ağacın altına geldiler. Soldaki pabuçlarını çıkardı. Ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeğe başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı. Kan çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu. Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddinin ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti. Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi. En gençleri oydu. Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi. Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü. Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastılar. Atlılar gidince delikanlı, ölüyü kara ağacın altından çıkardı. Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.        Dedem soruyor:        - Bunun böyle olduğuna emin misin?        - Elbette. Bunu bana anamın babası anlattı. Ona da dedesi söylemiş. Onun dedesine de dedesi. Bu böyle gider...        Odada bizden başka sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar. Arasıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir parçası, omuzlarından bir tanesi kırmızılaşıyor.        Bakır sakallının sesini duyuyorum:        - O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine.        Dedem gülüyor:        - Sizin bu itikadınız, diyor, hırıstiyanların itikadına benziyor. Onlar da, İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hattâ müslümanların içinde bile İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte gözükeceğine inananlar vardır.        Dedemin bu sözlerine, O, birden karşılık vermiyor. Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta, doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı dairenin içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu var. Kavga eder gibi konuşuyor:        - İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte.. Biz Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.        Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum. SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI'NA ZEYL MİLLÎ GURUR        «SİMAVNE KADISI OĞLU BEDREDDİN DESTANI» risalemin dördüncü formasının makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum.        Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlıyan risaleme bir kelime bile ilâve edemiyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.        Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.        Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «Destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye'yi gördüm.        Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.        Evimin penceresiyle Süleymaniye'nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye'yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.        Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur.        Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.        İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye'mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki «Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı» isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim. ***        Mevzuu bahis risalemin sonunda «AHMED'İN HİKÂYESİ» diye bir fasıl vardır. Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla yapmış olduğum bir konuşmadır.        Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum:        «Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben:        - Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.        Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, «millî gurur» terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demisti ki:        - Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin'i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci numarasında ne yazmıştı?        Eğer Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?» demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat «Sosyal-Demokrat»ın 35'inci numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı. Ve hiçbirimiz 35'inci numarada neler yazılmış olduğunu hatırlıyamadık. Ahmed bu şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. - Zaten o en derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder - ve aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu:        «... Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. Çar cellâtlarının, asılzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin Radişçev'i, Dekabristleri, 70 senelerinin inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim göğsümüzü kabartır...        «... Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz. Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi. Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin nümunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.        «Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefet ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan'ın, Lehistan'ın, İran'ın, Çin'in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi. Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan ve Ukranya'yı ezmek, İran'da ve Çin'deki demokratik hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof'lar, Bogrinski'ler, Purişkeviç'ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan'ın, Ukranya'nın v.s.'nin ezilmesine Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık mahlûkudur.»*        Lenin'den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle:        - Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin'i, Börklüce Mustafa'yı, Torlak Kemâl'i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10'u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.»        «Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin'in materyalizmiyle Spinoza'nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım. Şöyle ki:        Bana Ahmed:        - Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti.        Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed'in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir.        Ahmed'e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,        Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!        Dünü bugüne        bugünü yarına bağlayın! diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.  (*) Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83'de (Rusların millî gururu) isimli makaleyle - ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci numarasında çıkmıştır - Ahmed'in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed'in tercümesini aynen aldım.
Nazım Hikmet RAN
1 note · View note
napcazasor-blog · 7 years
Photo
Tumblr media
New Post has been published on http://napcaz.xyz/sair-umit-yasar-oguzcan-biyografisi/
ŞAİR ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN BİYOGRAFİSİ
Ümit Yaşar Oğuzcan Biyografisi
Hayatı;
Ümit Yaşar Oğuzcan 1926 yılında Mersin’e bağlı Tarsus İlçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğreniminden sonra lise eğitimi için Eskişehir’e geldi. Ve Eskişehir Ticaret Lisesi’ni bitirdi. Daha sonra İş Bankası’nda iş girerek Adana, Ankara ve İstanbul gibi çeşitli şehirlerde çalıştı. Kurumda Halkla İlişkiler Müdür Yardımıcılığına kadar yükseldi. 1977 yılında da emekliye ayrılmaya karar verdi.
Şair Oğuzcan, gençlik dönemlerinden itibaren şiirle uğraşmaya başlamış ve şiirler yazmaya başlamıştır. İlk şiirlerini çeşitli dergiler gönderen Oğuzcan’ın şiirleri yayınlanmaya başlayınca dönemin en popüler şairlerinden bir oldu. İlk şiirleri Sakarya ve Eskişehir’in Kocatepe gazetelerinde çıkmıştır.Yedigün şairleri arasında şiire başlayan Oğuzcan; 1975’e geldiğinde 33 şiir kitabı; 4 düzyazı kitabı, 13 antololiji ve biyografik eser olmak üzere toplamda 50 kitap yazmıştır.
Şiirlerinde işlediği konulara bakarsak Oğuzcan şiire ilk zamanlarla milli ve manevi duyguları anlamak ve bu konu üzerinde şiir yazmaya başlamıştır. Oğuzcan zaman geçtikte şiirlerinden his ve düşünceyi azaltmış , şiire gerektiğinden fazla avami bir hava; açık önlü bir tarz getirmiştir. İlk şiirlerinde Yahya Kemal ve Faruk Nafız Çamlıbel etkisi görünürken daha sonraki yıllarda ise ölüm konusunu işlemeye başlayınca Orhan Veli etkisi görünür şiirlerinde.
Şair Oğuzcan, çok sık ve fazlaca şiir yazmasının dezavantajları olmuş, aynı konuda sürekli aynı şekilde şiirlerin olması, onu tekrara düşürmüştür.
Halk şiirinin önemli unsurlarından olan deyim ve değişlerini sıklıkla kullanıyor; bazen bir ozan olup karşımıza çıkıyordu. Aşık Veysel’e olan saygı ve hayranlığını her zaman her yerde söylüyordu.
Şair Oğuzcan yazım şekilleri konusunda belli bir kalıbı yoktu. Şiirlerinde nazım birimi olarak bazen beyiti, bazen dörtlük, bazen de serbest yazım biçimini kullanmıştır.
1967- 1969 yılları arasında yurtdışı gezisi yapan şair; bu süreçte yazdığı gezi anılarını ‘Avrupa Görmüş Adam’ yazı dizisiyle Cumhuriyet Gazetesinde yayınlamıştır.
Ayrıca da intihar ederek kaybettiği oğlu Vedat üzerine ağıt türünde şiirler yazmıştır.
Yazar 4 Kasım 1984’te İstanbul’da vefat etmiştir.
Başlıca Eserlerinden Bazıları;
Mustafa Kemali Düşünüyorum
İnsanoğlu(1947)
Ötesi Yok(1963)
Hüzün Şarkıları(1963)
Bir Gün Anlarsın(1965)
Göbek Davası(1968)
Ben Seni Sevdim mi(1968)
Yalan Bitti(1975)
En Eski Yalnızlığımdın Sen Benim(1978)
Dikiz Aynası(yergi şiirleri, 1982)
  Kaynaklar:
http://www.antoloji.com/umit-yasar-oguzcan/hayati/
http://www.yenimakale.com/umit-yasar-oguzcan-uzerine-bir-inceleme.html#ixzz3herWqLVB
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Cmit_Ya%C5%9Far_O%C4%9Fuzcan
0 notes
resimlisiirler-blog · 8 years
Text
Mustafa Kemal'i Düşünüyorum
http://www.resimlisiirler.net/mustafa-kemali-dusunuyorum.html
Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından yazılmış  " Mustafa Kemal'i Düşünüyorum " adlı şiiri sizler için ekledik. Ümit Yaşar Oğuzcan kalemi çok sağlam bir yazardır. O da bu şiirinde Mustafa Kemal Atatürk'ü çok  güzel anlatmış.Sizler için şiirin seslendirilmiş videosunu da ekledik. Şiiri okumanızı dinlemenizi
0 notes