Tumgik
#ağırçekimdeçoklugörev
avcionur · 5 years
Text
GELECEĞE POZİSYON ALMAYI GEREKTİREN SEBEPLER VE YAPILABİLECEKLER
İLK SÖZ
Eski anlatıların çöküp yerine yenisinin gelmediği bir çağda nasıl yaşanır?
Bilgiye erişimin, yazılı kaynak azlığı, okuryazar oranının ve dönemin egemen güçlerinin sansürü sebebi ile çok zor olduğu yıllarda, geleceği tahmin edemeseniz bile eski anlatılar genelde yolunuzu çizmenize yardımcı oluyordu. 1019 yılında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir birey olsaydınız, 1069 yılında etrafınızın nasıl şekilleneceği konusunda bir öngörünüz olabilirdi. Bir liman şehrinde yaşayan bir gemi ustasının oğlu büyük olasılıkla babası ile aynı yoldan rahatlıkla gidebilirdi. Oysa günümüzde, bilgiye erişim inanılmaz derecede kolay, okuryazar oranı çok yüksek, birden fazla dil bilmek sıradan bir özellik ve egemen güçler gerçeği saklamak için sansür yerine akıl almaz derecede kolay bir yol seçiyorlar, “bilgi kirliliği”. Bugün öğrendiğiniz yeni bir bilginin doğruluğunu analiz edemeden eskime tehlikesi var. Bu sebeple eski anlatılar sizi ancak geriye götürecektir.
2069 yılında dünyanın neye benzeyeceğini bilmiyoruz, yarın çıkacak bir yazılım veya makine öğretisi ile binlerce işsizin doğması en küçük sorunumuz olacak. Sanayi devrimi sonrası sadece tarım makinalarının üretimde kullanılmaya başlamasıyla dünyanın hemen her yerinde büyük işsizlik ve bunun sonucunda göç dalgaları oluştu. Bugün gelişmiş ülkelerde dördüncü sanayi devrimi yaşanıyor; otomasyon, kalitenin arttığı sıfır hatalı imalat, sanayide ve üretimde esneklik, farklı paydaşların değer zincirine katılımı, zincirler arasında iş birliği, müşteriye yakınlık, büyük veriye dayalı yüksek değer oluşturma ve robotik temelli gelişim öncelikli olmak üzere sürekli bir güncelleme var. Bu sebeple, hayal kurmayan, üretmeyen, sorgulamayan, iletişim ve işbirliği yeteneği zayıf bir toplum yaratan liberal eğitim sistemi, kitlesel ve bireysel ölçekte ömrünü tamamlamıştır. Bu sistem; insanlara gemi yaptırmanın yolunu onlara marangozluk öğretip görev vermek olduğuna inanıyor, ama gelecekte ruhsal ve sosyoekonomik olarak ayakta kalacak bireyler; engin denizlerin özlemi, aşkı ile yaşayanlar olacaktır.
21. yüzyıl bütün öngörülerin aksine şekillenebilir, bu sebeple çıkış yolunu bulmak ve bir an önce harekete geçmek gelecekte aklı fikri ve vicdanı hür bireyler için çok zaruridir. Fakat egemen güçlerin, eğitim sistemini günlük çıkarlarından bağımsız yapılandırma ihtimali nerede ise imkansızdır. Tarihi kaleme alanlarda bu egemen gücün gölgesinde kalarak tarihin temiz sayfalarını kirleteceğinden, bireysel olarak neler yapabiliriz noktasına yoğunlaşmak, gelecek sağlıklı nesiller için hayati önem taşımaktadır. Mevcut sistemde, çocuklarımız Türkçe dersleri alıyorlar ama okuduğunu anlamıyorlar. Resim, müzik, beden eğitimi dersleri alıyorlar, ama okuldaki bu dersleri alan öğrencilerden başarı basamakları tırmanan kitleler oluşmadı. Yabancı dil dersi alıyorlar ama sonuç “anlıyorum ama konuşamıyorum” oluyor. Birçok sıfat sahibi insan yetiştirdik ama doğaya ve hayvanlara saygılı insan olma erdemine erişmiş bireyler yetiştiremedik. Bu sebeple yenilenmemiz ve kendimizi baştan yaratmamız gerekiyor.
Kendimizi nasıl yenileyeceğiz ve nereden başlayacağız?
Tarih sayfaları başarıları ve buluşları büyük puntolarla yazılmış bilim insanları, devlet adamları, sanatçılar ile dolu. Bu insanların ortak özelliğiyse, tarihin en eski öğretisi olan “kendini bil” ve onların yaşam şekli olan “ağır çekimde çoklu görev” anlayışıdır. Ülkesinin kurtuluş savaşı yıllarında başkomutan sıfatı ile geometri kitabı yazan, başka dillerde eğitim kitapları okuyan devlet adamı. İkinci dünya savaşı sırasında tarihi daha farklı açılardan görebilmek için birden fazla hoca ile çalışan ve aynı zamanda yarış atları, uçaklar ile ilgilenen kraliçe. Başka bakış açıları görmek için felsefe ile yoğun ilgilenen matematikçi. Türlerin kökenini araştırırken müzik aleti çalan bilim insanı. Fiziksel engelli olduğu gerçeğinden kaçmayıp kendini botanik ve resim sanatına adamış sanat insanı gibi örnekler elbette artırılabilir.
İşimizi günün şartları gereği seçmiş olabiliriz ama yetenekli olduğumuz alanları, hobilerimizi belirlememiz, yani kendimizi bilmemiz gerekli. Bir iş ile ilgilenirken bir çıkmaza düştüğümüzde veya onu yapmak istemediğimizde, kendimizi mevcut ruh halinden kurtarıp yenileyebilmemiz için, sosyal medyada vakit geçirmek yerine ağır çekimde yaptığımız diğer görevlerimize dönebiliriz, kim bilir belki de ana işinizi yapamamanız hayatınızın en büyük fırsatıdır. Hayatımızda ki noktaları geleceğe bakarak değil, geçmişe bakarak birleştirebiliriz diyen Steve Jobs’un, sırf sevdiği için aldığı kaligrafi derslerinin sizlere bu satırları yazmama sebep olduğu bilinci, beni her yeni güne umutla uyandırıyor. O gün orada olmasaydım onu göremeyecektim veya bu fikir aklıma gelmeyecekti gibi bir kısmı tesadüfi noktalar bugünümüzü oluşturuyor. Bu nedenle farklı görevler bize, çağın önünden gitmeyi, bakış açımızı değiştirmeyi ve tıkandığımızda önümüzü açmayı sağlayacaktır.  
Onur AVCI
Mart 2019 Ankara
GELECEĞE POZİSYON ALMAYI GEREKTİREN SEBEPLER VE YAPILABİLECEKLER
Çağımızın en ürpertici sorunu nedir?
Bin yıl önce, 1019’da insanların gelecek hakkında bilmediği bir sürü şey vardı. Bununla beraber toplumun temel özelliklerinin aynı kalacağına inanıyorlardı ve bu konuda pek de haksız sayılmazlardı. 1019’da Gazneliler döneminde yaşıyor olsa idik, Gazneli Mahmut’un toplamda düzenlediği 17 Hindistan seferinden birine denk geleceğimizden bazı sonuçları öngörebilir, milyonlarca insanın savaş ve salgın hastalıktan ölebileceğini ve Hindistan’ın sonunda boyun eğeceğini tahmin edebilirdik. Ancak 1059’da bile çoğu insanın ya da topluluğun çiftçilik, dokumacılık bölgeye göre balıkçılık ile uğraşacağı, hükümdarların ordusu ve devlet düzeni için insana ihtiyaç duyacağı, erkek egemen bir toplum olunacağı kesindi. Bundan kaynaklı; 1019 yılında fakir olan Gazneli halkı, çocuklarına, günün şartlarında tarım yapmayı, at nalı çakmayı ve bakımını, dokuma yapmayı öğretirken, varlıklı Gazneli halkı erkek çocuklarına Daru’l Ulum Medresesi’nde Biruni’nin astronomi ve matematik çalışmalarını, güzel yazı yazmayı, Farsça edebi eserler okumayı, güzel konuşmayı, ata binmeyi, hükmetmeyi, yönetmeyi öğretiyorlardı. Kız çocuklarına ise mütevazı, yumuşak başlı ev hanımı olmayı ve ev yaşamının gerekliliklerini öğretiyorlardı. Çünkü bu becerilere 1059’da da ihtiyaç duyulacağı aşikârdı.
Oysa günümüzde dünyanın herhangi bir yerinin 2069 da neye benzeyeceğine dair bir fikrimiz yok. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını karşılamak için ne yapacak bilmiyoruz, ordular ne tip silahlarla donatılacak, siyaset dünyaya ve topluma nasıl şekil verecek bilmiyoruz. Yarın sabah atom bombasından daha etkili bir bombayı çılgının birinin atıp atmayacağını bilemiyoruz. Genetik, biyomühendislik ve beyinle bilgisayar arayüzlerinin arasında kurulacak doğrudan bağlantılar ile insan bedeninde kelimenin tam anlamı ile bir devrim gerçekleşebilir, muhtemelen insan ömrü daha uzun olacak diyebiliriz. Bu sebeple eğitim alan kitlenin bugün öğrendikleri 2069’da hiçbir işe yaramayabilir. Günümüzde hemen hemen tüm eğitim kurumları bilgi yüklemeye odaklanıyor. Eskiden bunun bir anlamı vardı diyebiliriz çünkü bilgi azdı ve ağır ağır sızan bilginin önü dönemin egemenleri tarafında sansürle kesiliyordu, bu sebeple bilgi yüklemesi hayati önem taşıyordu. Örneğin; 1800’lü yıllarda Osmanlı İmparatorluğunun bir taşra kasabasında yaşıyor olsa idiniz dünyanın geneli hakkında çok fazla bilgi edinmeniz nerede ise imkansızdı. Radyo, gazete, halk kütüphaneleri gibi halkın bilgi alacağı kaynaklar yoktu. Okuma yazma bilseniz bile kaynağa ulaşmanın imkansız olduğu yıllarda, ulaştığınız kaynaklar ya dini yazıtlar ya da imparatorluk sansürü ile yazılmış birkaç şey idi. Örneğin 1 Kasım 1831 de ilk resmi Türkçe gazete Takvim-i Vekai yeni çıkmış ama ülke sırlarının sızdırılmaması için gerekli tedbirler alınmıştı. Aynı durum, Meksika, Rusya, Hindistan, Çin taşrasında da geçerliydi. Ama çağdaş okullar devreye girdiğinde kartlar yeniden dağıtılmış ve muazzam bir gelişme hızı ile her çocuğa okuma yazma öğretme ve temel bilimleri aktarmak birincil görev olmuştu.
Oysa 21. Yüzyılda inanılmaz miktarda bilgiye maruz kalıyoruz ve sansür uygulamak isteyenler bile bunu yapmak yerine bilgi kirliliği yaratıp dikkatimizi dağıtmaya çalışıyorlar. Utanç verici olsa da (bilemediğimiz, öngöremediğimiz politik bir amaç gütse bile) Wikipedia ülkemizde siyasi otorite tarafından sansürlü ama çeşitli programlar ile bu sansürü aşabiliyoruz. Şu an Türkiye’nin bir taşra kasabasında yaşıyor olsa idiniz elinizde bir akıllı telefonunuz varsa okuyup dinleyebileceğiniz ücretsiz kaynağı taramaya ömrünüz yetmezdi. Düşünsenize, TED konferansları, EdX dersleri başta olmak üzere dünyanın en elit üniversiteleri birkaç tuş ötenizde. Bu şartlarda hiçbir hükümet hoşuna gitmeyen tüm bilgilerin üzerini örtme beklentisine giremez. Bunun yerine bilgi kirliliği yaratarak, halkı birbiri ile çelişen haberlere boğmak inanılmaz ve korkutucu derecede kolay. Dünyanın hemen her yerindeki insanlar, küresel ısınma, Türkiye’deki terör olayları, Suriye iç savaşı gibi olaylardan bir tık uzakta ama o kadar çok çelişkili haber var ki neye inanacağını bilmek gerçekten zor. Bunun yanında bir tık ötede başka şeyler olduğunu da bildiğimizden tek bir şeye odaklanmak nerede ise imkansız oluyor, kaçıyor aradan mutlaka bir şeyler. Veya politika, bilim konularına dalmak karmaşık geldiğinde eski sevgilimizi sosyal medyada kontrol etmek, kedi videosu izlemek, fenomen hayatlarını takip etmek veya porno izlemek daha cazip geliyor. Hemen hemen tüm gençlik, kahvecilerde önünde kitaplar, teknolojik aletler, renkli renki kalemler ile telefonda zaman geçiriyorlar. Bu satırları yazdığım sırada sağımda oturan yeni nesil gencin macbook bilgisayarı açık ekranda grafikler var ama kendisi Instagramda, solumda oturan ise renkli kalemlerini sıraya dizmiş tıpkı karşısındaki gibi kitaplar açık ama ellerinde telefon muhtemelen attıkları anlık hikayeye kaç kişi bakmış onu kontrol ediyorlar.
Böyle bir dünyada öğretmenlerin öğrencilerine vermeleri gereken en son şey daha fazla bilgi. Zaten gereğinden fazlasına maruz kalıyorlar. Bunun yerine insanların bilgiyi anlamlandırabilme, neyin önemli neyin önemsiz olduğunu ayırt edebilme, her şeyden önce pek çok bilgi parçasını dünyaya ilişkin geniş bir resme dönüştürebilme yeteneğine gereksinimleri var hemde çok acil. Aslında bu batılı liberal eğitim sisteminin temel hedefi idi ama şimdiye kadar batıda bile tam anlamı ile oturmadı. Ülkemizde ise derme çatma, yapboza dönmüş eğitim sisteminde oturması imkansızdan da imkansızı desek çok söylemiş olmayız. Kendini geliştirmenin ve araştırmanın farkındalığına varmamış öğretmenlerimiz, geçim kaygısı ile birlikte otorite korkusu ile karşı karşıya kalınca, çocukları düşündürmek yerine, çocukları kendi kendine “düşünmeye” teşvik etmekle yetindi. Öğretmenler, öğrencilere bolca veri ve bir miktar özgürlük sağlayarak kendi kendilerine dünyaya dair bir resim çizerler, eğer bu nesil tüm verileri sentezleyip tutarlı ve anlamlı bir dünya görüşü yaratmayı başaramaz ise diğer nesilde deneriz daha çok zamanımız var diye düşündüler. Artık zaman kalmadı, alacağımız kararlar hayatın geleceğini kısa sürede şekillendirecek ve biz kararları mevcut dünya görüşümüz doğrultusunda alacağız. Bu nesil evrene dair kapsamlı bir muhakeme yeteneğinden mahrum kalırsa, yaşamın geleceğini tesadüfler veya kendi egolarını tatmin etmekle uğraşan kibirli kabadayı politikacıların günlük çıkarları belirler.
İşte bu çağımızın en ürpertici sorunudur.
Çağımızın sorunlarına mevcut eğitim sistemi neden çözüm olamaz?
Hemen hemen bütün dünyada liberal eğitim sistemi gereği, öğrencilere yoğun bilgi aktarılmaya devam ediliyor. Ek olarak ise daha fazla bilgi iyidir mantığı ile diferansiyel denklem çözme, kodlama dilleri, laboratuvar ortamında testler, çince konuşmak gibi bir dizi önceden belirlenmiş yetenek veriliyor ve ülkemizde bu alanda olan yarış ibretlik duruma varmış durumda. Fakat 2069 da dünya iş piyasasında neler olacağını bilemiyoruz, insanların hangi hususi becerilere ihtiyaç duyacağını bilmiyoruz. Çince için en verimli çağlarını harcayıp, 2069’a gelindiğinde yapay zekâ uygulaması ile yeni Google Translate arayüzü sayesinde sadece “Ni hao” demeyi bilseniz bile kusursuz bir şekilde Çince konuşmaktan öte, Mandarin, Kantoca ya da Hakka dillerinde sohbet edebileceğimizi keşfedebileceğimizden, en verimli yıllarımızı bu yolla tüketmek çok akıllıca olmasa gerek. Kodlama dilleri, yeni uygulamalar, bir günde zengin olma hikayeleri ile aklı karışan nesil 2069’da yapay zekanın kendilerinden daha iyi program yazdığı gerçeği ile karşılaştığında iş işten geçmiş olacak.
Bu şartlarda ne öğreteceğiz?
Cevaplaması hemen hemen kolay bir soru; Çoğu pedagoji uzmanı okulların şu dört şeyi öğretmeye başlaması gerektiğini savunuyor. Eleştirel Düşünce. İletişim. İşbirliği. Yaratıcılık. Kısaca teknik becerileri ikinci plana bırakıp, genel amaçlı yaşam becerilerine ağırlık veren bir sistem öneriliyor. Bu örnek ülkemizin kuruluş yıllarında Köy Enstitüleri adlı eğitim programında temel alınmış ama ülkenin o günkü şartları, benimsenememiş demokrasinin yarattığı kendini bulamamış toplumun önyargıları ve bundan kaynaklı oluşan tepkileri, mitlerin yarattığı bilgi kirliliği, siyasi iktidarın ve muhalefetin ortak hataları sonucunda program işleyemez duruma gelmiştir. Bugün gelişmiş eğitim ve refah düzeyine sahip İskandinav ülkeleri -eksikleri olsa da- bu sistemin benzerini kullanmaktadır. Temel hedef iş içinde eğitim, eleştiri, iletişim, yaratıcılık ve işbirliğidir. Bunlardan da önemlisi ise; değişimle başa çıkma, yeni şeyler öğrenebilme, alışılmışın dışında ki durumlarda akli dengeyi koruyabilme becerileri olacaktır. Yeni dünya düzeninde, ayakta durabilmek için sadece yeni fikirler ve ürünler icat etmek yeterli gelmeyecek; önce kendinizi tekrar tekrar yeniden inşa etmeniz gerekecek. Bu şartlarda; teknolojiyi istenilen düzeyde kullanamayan şimdiki neslin gelecekte nasıl kaybolacağını, yok olacağını görmemek zor olay. Ülkenin en önde gelen politik ve iş dünyası simaları yeni dünya düzenine hazırlık yapmak yerine, başka ülkelerin lider olduğu alanlarda; örneğin otomobil, akıllı telefon, savaş araçları üretmeye kafa yorarsa. Bu kişilerin yetiştirdiği nesillerde elbette tarla alıp satmak, inşaat yapmak, cafe açıp işletmek, otomobil alıp satmak gibi çoğaltılacak ölümlü iş hamleleri yapacaktır.
Diğer yandan değişim hızı arttıkça sadece ekonomik dengeler değil, “insan olmak” kavramıda mutasyona uğrayabilir. 4,54 milyar yıl yaşındaki dünyamızı kavramak için geçmişten referans almaya devam edeceğiz ama artık değişim çok hızlı. Binlerce yıl önce yaşamış ve o günün şartlarında toplumu düzenlemek için kurallar yaratmış kişilere, mitlere dayanarak yaşamı idame ettirmek, gelecekte birey olarak yok olmanın ilk adımıdır. Toplumlar da bireylerden oluştuğuna göre, toplumumuzun ayakta ve yaşanılabilir medeni standartlarda gelecekte var olması için?; toplumumuzu geleceğe birey birey hazırlamalıyız.
1848’de Komünist Manifesto dünyaya “Katı olan her şey buharlaşır” diye Marx ve Engels’in sesinden haykırırken, akıllarında ağırlıklı olarak ekonomik ve toplumsal yapı vardı. O yıllarda özellikle Avrupa ve Amerika’da insanlar çiftliklerindeki işlerden olup, fabrikalarda çalışmak için şehirlere taşınıyordu ve o yıllarda cinsiyetlerini değiştirebilmeleri ya da altıncı hislerini geliştirebilmeleri uzak bir ihtimaldi. Olurda bir tekstil fabrikasında iş bulurlarsa, çalışma hayatlarının tamamını bu işte geçirebilirlerdi. Belirtmek isterim ki ülkemizde bu süreç 1948 yıllarında başlamış sayılabilir. Örneğin; ilk traktörün Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde sergilenmesinin sonuçlarının, 21 milyon nüfusu olan ülkede 2 milyon göçe neden olacağını kimse öngöremedi veya öngörenlerin sesi çıkmadan bastırıldı, bu nüfus çarpık kentleşmenin başlamasına sebep verip kentleri köyleştirdi desek yanılmış sayılmayız. Sonuç olarak yüz yıl kadar dünyayı geriden takip ettiğimiz varsayılırsa günümüz şartları daha kolay algılanabilir, ülke olarak yürünmüş yollarda yürümekten vazgeçmeliyiz.
2048’e gelindiğinde fiziksel ve bilişsel yapılar da buharlaşacak ya da veri parçacıkları bulutlarına karışacak. O yıllarda tüm dünyada, insanların siber aleme göç etmekle, akışkan cinsel kimliklerle ve bilgisayar implantlarıyla sağlanan yeni duygusal deneyimlerle başa çıkması gerekebilir. Diyelim ki üç boyutlu bir sanal gerçeklilik oyunu için son moda kıyafetler tasarlamak gibi bir iş buldular; on sene içinde bu iş kolunun hem de bu alanda sanatsal yaratıcılık gerektiren tüm mesleklerin, yapay zekâ tarafından ele geçirilmeyeceği ne malum? Yani yirmi beş yaşında bir çöpçatan sitesine kendinizle ilgili; “Yirmi beş yaşında İstanbul’da yaşayan moda sektöründe çalışan, heteroseksüel bir kadın” yazıyorsunuz. Otuz beş yaşına geldiğinizde ise tanımınız; “Cinsiyeti belirsiz, yaş değişimi geçirgen, iletişim ve etkileşim faaliyetlerini çoğunlukla YeniKozmos sanal aleminde sürdüren ve hayatının amacı hiçbir modacının ulaşmadığı doruklara ulaşmak olan biri,” olarak değiştiriyor. Kırk beşinize geldiğinizde flört de, kendini tanımlamakta modası geçmiş şeylerden biri olacaktır. Bir algoritmanın size en uygun eşi bulması ya da yaratmasını bekliyorsunuz. Hayatın anlamını moda tasarımında bulmaya gelince, algoritma sizi öyle geride bırakmış ki, önceki dönemlerde yakaladığınız büyük başarılara bakınca kıvanç değil utanç duyuyorsunuz ve kırk beş yaşında, önünüzde hayal edemeyeceğiniz daha nice radikal değişimler var.
Tabi bu bir senaryo, bunu olduğu gibi algılamayın. Kimsenin tahmin edemeyeceği ancak öngörüde bulunacağı bir zaman dilimindeyiz. Biri size 21. yüzyılın ortasında dünyanın nasıl olacağını tasvir eder ve bu size bilim kurgu gibi gelirse, büyük olasılık ile bu  yanlış bir tasvirdir. Ama biri size 21. Yüzyılın ortasında dünyanın nasıl olacağını tasvir eder ve bu size bilim kurgu gibi gelmez ise bu kesinlikle yanlış bir tasvirdir. Ayrıntılarından emin olamayız ama değişimin kendisi kesin olan tek şeydir.
Çok eski dönemlerden beri hayat birbirini tamamlayan iki evreye ayrılıyordu; öğrenme evresini takiben çalışma evresi geliyordu. Hayatınızın ilk döneminde bilgi biriktiriyor, beceriler geliştiriliyor, dünya görüşü ve sabit bir kimlik inşa ediyordunuz. 15 yaşında gününüzün çoğunu (okul yerine) ailenizin kayısı bahçesinde geçirseydiniz de yaptığınız en önemli şey öğrenmekti; kayısı nasıl toplanır, ne zaman aşı yapılır, budanır? Büyük şehirlerden gelen açgözlü kayısı tüccarları ile nasıl pazarlık yapıldığını, toprak ve su sebebi ile diğer çiftçiler ile çıkan anlaşmazlıkların nasıl çözülmesi gerektiğini öğreniyordunuz. Hayatınızı ikinci evresinde ise; dünyada yolunuzu bulmak, geçiminizi sağlamak ve topluma katkı sağlamak için edindiğiniz becerilere güveniyordunuz. Tabi elli yaşında bile kayısı, tüccarlar ve anlaşmazlıklar ile ilgili yeni şeyler öğreniyordunuz ama bunlar yalnızca iyice şekillenmiş becerilerinize atılan ufak çentikler idi.
21. yüzyılın ortasına gelindiğinde, ivme kazanan değişim ve buna ek olarak ortalama yaşam süresinin uzaması sonucu, bu geleneksel yöntem hükmünü yitirecek. Yaşamın elle tutulur bir tarafı kısmen kalmayacak ve farklı evrelerde gitgide daha az bir süreklilik gözlemlenecek. Bunların sonucunda; “ Ben kimim” gibi basit, kısa ama çok derin bir soru her zamankinden daha ivedi ve karmaşık bir soruya dönüşecek. Bu durumun yoğun gerginlikler içermesi muhtemel, çünkü değişim her zaman gerginlikler yaratır ve çoğu insan belirli bir yaştan sonra değişimden hazzetmez. On beş yaşında iken tüm hayatınız değişimden ibarettir. Bedeniniz büyür, zihniniz gelişir, ilişkileriniz derinleşir. Her şey akış halinde, her şey yenidir. Kendinizi keşfetmekle meşgulsünüzdür, çoğu genç durumu tedirginlikle karşılasada aynı zamanda heyecan duyar. Önünüzde yeni ufuklar açılır ve fethedebileceğiniz koca bir dünya vardır. Elli yaşına geldiğinizde değişmek istemezsiniz ve çoğu insan dünyayı fethetmekten umudu kesilmiştir. Yaşadık gitti kafasına girersiniz, sabit koşulları tercih edersiniz. Becerilerinize, kariyerinize, kimliğinize ve dünya görüşünüze bir sürü yatırım yapmış olduğunuz için yeni baştan başlamak istemezsiniz. Bir şeyi kurmak için ne kadar çaba sarfettiyseniz, ondan vazgeçmek ve yeni bir şeye yer açmak da o kadar güçtür. Halen yeni deneyimlerden ve minik ayarlardan keyif alsanız da ellilerindeki çoğu insan kimliklerinin ve kişiliklerinin derin yapısını elden geçirmeye hazır ve nazır değildir. Bunu nörolojik nedenleride vardır. Beynin şekillenmesi genç bireylerde orta yaşlılara göre daha müsaittir. Ama 21. yüzyılda istikrar sağlama şansı az, sabit bir kimliğe, işe ya da dünya görüşüne sarılmaya çalışırsanız dünya yanınızdan vın diye geçerken bakakalma riskiniz yüksek. Ortalama yaşam süresinin uzama olasılığını göze alırsak, uzun yıllar boyunca budala bir fosil gibi kalabilirsiniz. Sırf ekonomik açıdan değil, en önemlisi toplumsal açıdan işlevinizi koruyabilmek için durmadan öğrenme ve kendinizi baştan inşa etme yeteneğine ihtiyacınız var, hele ki elli gibi genç bir yaşta.
İnsanlık, bireysel olarak da, bir bütün olarak da; süper zekalı makineler, biyomühendislik ürünü bedenler, duygularınızı son derece isabetli bir şekilde yönlendiren algoritmalar, insanların sebep olduğu ani iklim felaketleri, çok kısa sürede kendini yenileyen iş dünyası ve ihtiyaçları gibi daha önce kimsenin karşılaşmadığı şeylerle başa çıkmak zorunda kalacak. Daha önce karşılaşılmamış bir durum ile yüzleşince yapılacak en doğru şey nedir? İnanılmaz miktarda bilgi yağmuruna tutuluyorsanız ve bunları sindirip analiz etmenin hiçbir yolu yok ise nasıl davranmalısınız? Yoğun belirsizlik halinin bir arıza değilde bir özellik olduğu bir dünyada nasıl yaşanır? Böyle bir dünyada hayatta kalıp başarı sağlamak için zihninizin son derece esnek, duygusal dengenizi son derece ihtiyatlı kullanmaya ihtiyacınız var. Durmadan hakim olduğunuz şeyleri geride bırakmak ve bilinmezliği benimsemek durumunda kalacaksınız. Ne yazık ki çocuklara bilinmezi kucaklamayı ve akli dengelerini korumayı öğretmek, bir matematik denklemini ya da 1. Dünya Savaşı’nın nedenlerini öğretmekten çok daha zor. İnsan dirençli olmayı bir kitap okuyup ya da bir ders dinleyerek öğrenemez. Genellikle öğretmenlerin kendileri de 21. Yüzyılın gerektirdiği zihinsel esneklikten yoksun çünkü onlarda eski sistemin ürünü.
Sanayi Devrimi bize seri üretim bandı kavramı üzerine kurulu bir eğitim kuramı miras bıraktı. Sabah, adı eviniz olan beton kutudan çıkıp. Adı servis olan metal bir kutuya binip. Gün ağarmadan şehrin orta yerinde veya dışında, adı okul olan beton bir kutuya girip. Zil çalınca birbiri ile yaşıt olan 20-30 çocukla beraber, birbirinin aynısı masa sandalyeye sahip adı sınıf olan bir kutuya giriyorsunuz. Her saat bir yetişkin gelip konuşmaya başlıyor, hepsi bunun için devletten maaş alıyor. Biri dünyanın şekli hakkında konuşuyor, öbürü insanlığın geçmişinden bahsediyor, bir diğeri insan bedenini açıklıyor, kimi sayıları anlatıyor, kimi kelimeleri. Günün bitiş zili çalınca, sırası ile sınıf kutusundan okul kutusuna, servis kutusundan, ev kutusuna transfer oluyorsunuz. Bu modelin sonuçları ise iç karartıcı; İntel şirketinin 2016 yılında yaptığı bir araştırma sonucuda; Ülkemizde, çocukların yarısı hayal kurmuyor, yetişkinlerin yalnızca %14 hayal kuruyor. Hayal kuran çocukların ne hayal kurdukları ise daha trajik. Bu hayal, telefon, ev, araba sahibi olmak, müteahhit olmak, toplumda sıfatı olan bir iş sahibi olmaktan ileriye gitmiyor. Hayal kurmayan bir gençlikten iyi gelecek, dolayısıyla kalkınmayı, bireysel, toplumsal ve teknolojik olarak gelişmeyi beklemek mümkün değil. 2015 yılında Dünya bankası ve MEB iş birliği ile yapılan son PISA sınav sonuçlarına göre; 72 ülkede 15 yaşındaki 540 bin öğrenci arasında yapılan testte nüfusunun yarısı otuz yaşın altında G20 ülkesi olan Türkiye; anadilinde okuduğunu anlamada 50. sırada yer alırken matematikte 49, fende ise 52. olmuştu. Öte yandan dünya genelinde öğretmenlerin derecelendirildiği PIAAC raporlarına bakıldığında ise Türkiye 31 ülke arasında sonuncu oldu. Bu modeli alaya almak kolay ve eski başarılarına rağmen artık iflas ettiğine nerede ise herkes katılıyor. Ama henüz bir alternatif geliştiremedik. Yani, sedece Bostan’da üst sınıf mahallelerde değil, Türkiye taşrasında da uygulanabilecek bir seçenek yok. Yani ilk defa dünya bir konuda sıfır çizgisinde. Bütün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ilk defa bir “yarışta” hemen hemen eşit ve bunun farkında değiller.
İşte bu sebeple Türkiye, Meksika, Hindistan ya da Arnavutluğun bir yerinde ömrünü doldurmuş bir okula kısılıp kalmış 15 yaşındaki bir genç ile İngiltere, Almanya ya da ABD de yeni yapılmış son teknoloji ile donatılmış bir okuldaki aynı yaşta bir gence verilecek en iyi tavsiye; yetişkinlere fazla bel bağlama olur. Çoğu iyi niyetli olabilir ama yeni dünyayı anlamıyorlar işte.  Eskiden dünya yavaş değiştiğinden, yetişkinler dünyayı iyi biliyordu ve onları örnek almak nisbeten sağlam bir yoldu. Ama 21. Yüzyıl farklı olacak, değişimin artan hızı yüzünden yetişkinlerin söylediği şeylerin eskimeyecek bir bilgi mi, yoksa modası geçmiş bir önyargı mı olduğu belli olmayacak. Peki, onun yerine neye bel bağlanabilir? Teknolojiye mi? Bu daha riskli bir kumar. Teknolojinin pek çok faydası görülebilir ama hayatınızda çok yer kaplar ise, onun gündemine esir düşebilirsiniz. İnsanlar binlerce yıl önce tarımı keşfetmiş ama bu teknoloji sadece bir avuç seçkini zenginleştirirken insanların çoğunu tutsak etmiş. Çoğu insan kendini sabah akşam ot yolarken, kavurcu güneşin altında Çukurovada pamuk toplarken bulmuş. Aynı şey sizinde başınıza gelebilir. Teknoloji kötü bir şey değil, hayattan beklentiniz belli ise, teknolojinin o şeyi elde etmenize faydası dokunur. Ama hayattan ne beklediğinizi bilmiyorsanız, teknolojinin amaçlarınızı şekillendirmesi ve hayatınızın kontrolünü ele geçirmesi çok kolaydır. Özellikle de teknoloji insanları daha iyi anladıkça, o size hizmet edeceğine siz ona hizmet eder hale gelirsiniz hızla. Suratları akıllı telefonlarına yapışmış şekilde sokaklarda dolaşan zombileri gördünüz mü? Sizce onlar mı teknolojiyi kontrol ediyor, yoksa teknoloji mi onları?
Algoritmalar, biyoteknoloji ve makine öğretisi geliştikçe insanların en derin duygu ve arzularını yönlendirmek kolaylaşacak ve sadece yüreğini sesini dinlemek her zamankinden daha tehlikeli bir hal alacak. Coco-Cola, Amazon, Google ya da hükümet yüreğinizin iplerini elinde tutmayı beyninizdeki butonlara basmayı bilirse, kendi benliğinizle onların pazarlama uzmanlarını birbirinden ayır edebilir misiniz? Böyle bir tehlikenin altından kalkmak için, insanoğlu kendi işletim sistemine tam anlamı ile vakıf olmak zorunda. Ne olduğunuz ve hayattan beklentinizi bilmek için yeryüzünün en eski öğretisine kulak vermek gerekiyor; “Kendini bil.” Ama bu tavsiye 21. yüzyılda daha önce hiç olmadığı kadar ivedi çünkü Sokrates’in zamanına kıyasla çok ciddi bir rakip var. Coco-Cola, Amazon, Google ve hükümet sizi ele geçirmek için yarışıyor. Akıllı telefonunuzu, bilgisayarınızı, banka hesabınızı değil, sizi ve organik işletim sisteminizi ele geçirme yarışındalar. Zaten teknolojik bütün aletlerin “hacklendiği” bir çağda yaşadığımızı biliyorsunuz ama bu gerçeğin sadece küçük bir kısmı. Aslında insanların “hacklendiği” bir çağda yaşıyoruz. Algoritmalar şu anda sizi izliyor. Nereye gittiğinizi, ne aldığınızı, kiminle buluştuğunuzu izliyorlar. Yakında attığınız her adımı, aldığınız her nefesi, kalbinizin her atışını takip edecekler. Büyük ve makine öğrenmesi sayesinde sizi gitgide daha iyi tanımayı umuyorlar. Ve bu algoritmalar sizi sizden daha iyi bilir hale gelince sizi kontrol edip yönlendirebilecek ve bu konuda yapabileceğiniz çok bir şey olmayacak.  Sonuçta basit bir deneysel mesele bu: algoritmalar içinizde neler döndüğünü sizden daha iyi bilirse otorite onlara geçer. İşte tarihsel süreçte sıraladığım bu çıkarımlar nedeni ile çağımızın sorunlarına mevcut eğitim sistemi çözüm olmaz.
Bu şartlar altında çağımızın sorunlarına çözüm önerileri nelerdir?
Tabii siz,  tüm bu otoriteyi algoritmalara devredip, kararları sizin ve tüm dünyanın yerine onların almasında hiçbir sakınca görmeyebilirsiniz. Öyle ise rahatlayın, hiçbir şey yapmayın,  olayları akışına bırakın ve bu satırları okuduğunuzdan kaynaklı kaybettiğiniz zamana üzülün. Ama kendi varoluşunuzun ve hayatın geleceğinin kontrolünü bir nebze de olsa elinizde tutmak istiyorsanız algoritmalardan ve hükümetten daha hızlı koşmalı,  kendinizi onlardan önce tanımalısınız. Hızlı koşmak için yanınıza fazla yük almayın. Tüm yanılsamalarınızı geride bırakın. Fazla ağırlık yapıyorlar. Benliğin sınırlı tanımında kaçmak, 21. yüzyılda hayatta kalabilmek için zaruri bir yetenek haline gelebilir. İnsanlar bir kutunun içine hapsolmaktan korkuyorlar ama zaten kendi beyinleri içinde hapsolduklarının farkına varamıyorlar. Bu nedenle eleştirel düşünce, iletişim, işbirliği, yaratıcılık temelli bir eğitim sisteminin yarattığı özgür bireyleri beklemeye zamanınız yok, böyle bir sistem zaruri ama bireysel olarak derhal yapılabilecek şeyler var. O halde harekete geçin, bireysel sınırlarınızı yıkın, yapamazsınız diyenlere cevap vermeye bile zamanınız yok.
İleri derecede yaratıcı insanlar arasında yaygın olan, aynı zamanda bizler gibi sıradan insanlar tarafından da rahatlıkla uygulanabilecek bir modeli örnek alabilirsiniz. Birçok bilim insanının yaşantısında izleri olan bu yapıya, ekonomist Tim Harford’un seslendiği gibi seslenebiliriz; “ağır çekimde çoklu görev”. Bu yaşam şeklini kısaca şöyle özetleyebiliriz; hiç acelemiz olmadan, ilgi alanlarımıza göre çeşitlendirilirmiş birden fazla yapılacak, takip edilecek, geliştirilecek yaşantımızla büyüyen veya yok olan projeler. Bu size mantık dışı gelebilir, hem zamanımız yok acele etmeliyiz hem de ağır çekimde çoklu görev nerden çıktı diyebilirsiniz. Aynı anda yürütülmesi gereken birden çok projeye sahip olmak bize ne kazandıracak. Tek bir yere kanalize olmak daha mantıklı değil mi? Aynı anda yürütülmesi gereken birden çok projeye sahip olmak ve ruhsal duruma veya duruma göre, konular arasında oradan oraya geçiş yapabilmek size mantıksız geliyorsa sebebi, çaresizlikten dolayı çoklu göreve geçmeye alışkanlığınızdır. Acelemiz vardır ve her şeyi bir kerede yapmak istiyoruzdur. Çoklu görevi yavaşlatmak istiyorsak bunun parlak bir şekilde işe yaradığını görebiliriz.
1959 yılında, Bernice Eiduson isimli bir psikolog 40 öncü bilim insanının kişilik ve çalışma alışkanlıkları üzerine uzun bir araştırma projesi başlattı, araştırma Eiduson öldükten sonra bile devam etti. Ve çağımıza ışık tutan sonuçlarından sadece bir tanesi ise, şu sorulara cevap veriyor. “Bazı bilim insanları hayatları boyunca önemli çalışmalar üretmeye nasıl devam ediyorlar?” “Kişilikleriyle mi, becerileriyle mi?” “Günlük rutinleriyle mi?” “Kalıtsal mı?”
Ortaya çıkan bir model çok açık ve birçoğumuz için şaşırtıcı. En iyi bilim insanları çalıştıkları konuyu değiştirip durdular. Yayınlanan ilk yüz makaleleri boyunca ortalama olarak kırk üç kez konu değiştirdiler. Görünen o ki yaratıcılığın sırlarından en önemlilerinden biride ağır çekimde çoklu görevdi. Bu konuda yapılan birçok araştırma var, günümüzde başarılı ve geleceğe yön veren insaların hayatını incelersek farklı bir sonuç alamayacağımız aşikar. Kitlelerin tanımadığı insanlar arasında araştırmalar yapılsa idi eğer bireysel yaşamlarında başarılı, neşeli, enerjik ve pozitif, kendi yaşantısına hakim olan ve bir önceki kendinden daha iyi olmayı başarı sayan insanların ortak özelliklerinin, ağır çekimde çoklu görev olduğunu gözlemleyebilirdik. Peki neden? Neden dünya bu kadar hızlı dönüşürken, meslek tanımları, yaşamsal tanımlar her geçen yıl farklı bir hal alırken, neden ağır çekim çoklu görevi öneriyoruz. Bunu basit ama derinlemesine üç başlıkta toplayabiliriz.
Bir, çağın önünden gitmek yani yaratıcılık, genelde bir fikri orijinal bağlamından aldığınızda gelir ve onu başka yere taşırsınız. Vaktinizi bir tepeden diğerine tırmanarak geçirirseniz farklı açılardan bakmak kolaylaşır. 1895 yılında Wilhelm Konrad Röntgen bir elektirik deneyinde röntgeni icat etti, bir yıl sonra 1896 yılında Henri Becquerel yeni keşfedilen röntgen ışınları üzerinde çalışırken radyoaktiviteyi keşfetti, sanırım radyoaktivite keşfedilmese idi günümüzde nelerin eksik kalacağı hayal gücümüzle sınırlı. Beklenmedik şeyleri nasıl belirleyeceğimizi, matematikçi ve meteorolog Ed Lorez 1960 yılında Kaos teoremini (kelebek etkisi)  bilgisayarında ki bozuk bir çıkıştan ilham alarak netleştirdi, eksikliği birçok bilim dalını derinden etkiledi desek yanılıyor olmayız.
İki, bir şeyi iyi yapmayı öğrenmek, genelde başka şey yapmanızı sağlayabilir. Liberal eğitim sistemi beyninizi tek türlü eğitiyor ama beyninizi çapraz eğitmek mümkün. Yakın zamanda rastgele seçilmiş 18 tıp öğrencisi Philadelphia Sanat Müzesinde bir kursa kaydedildi ve orada görsel sanat çalışmalarını eleştirmeyi ve incelemeyi öğrendiler. Kurs bitiminde bu öğrenciler, kursa katılmayan diğer tıp öğrencileri ile karşılaştırıldılar. Sanat kursu olan öğrencileri bariz bir şekilde göz hastalıklarını, fotoğrafları inceleyerek teşhis etmek gibi görevleri gerçekleştirmede büyük ölçüde daha iyi hale geldiler, daha iyi göz doktoru oldular. Örneğin; Dr. Michael Crichton, 14 yaşında New York Times’da gezi notlarını yazma imkanı buldu. 1969 da Harward Medical Scholl dan tıp doktoru ünvanı ile mezun olduğunda dört kitabı yayınlanmıştı bile, ilk önemli bilimkurgu romanı olan The Andromeda Strain çok satanlar listesinde idi.  “Jurassic Park” ve “E.R’nın (Acil Servis) ”yaratıcısı. 1995 yılında, dünyanın ticari olarak en başırılı kitabını kaleme almış olarak çoklu uğraşının başarısının tadını çıkardı. Ayrıca dünyanın ticari olarak en başarılı TV dizisinin sahibi ve dünyanın ticari olarak en başarılı filminin de sahibiydi. 1996’da o hepsini bir daha yaptı. Kendi deyimi ile kurguyu hayata geçirmişti.
Üç, tıkandığımız zaman bize destek olabilir. Bu bir anda olmaz, bulmaca çözerken oluşan hissi anımsayalım ve cevabı bulamıyorsunuz ve bunun nedeni çoğunlukla yanlış cevabın kafanıza takılıp kalmış olmasıdır. Bunu çözmek için gidin ve başka bir şeyle uğraşın, yani konu değiştirin. Yanlış cevabı unuttuğunuzda doğru cevabın aklınıza gelmesi için gerekli alan oluşacaktır. Fakat burada daha yavaş zaman ölçeğinde takılıp kalmak en büyük düşmanınız olacaktır.
Yatırım için reddediliyorsunuz, hücre kültürleriniz büyümüyor, roketleriniz çarpışıp duruyor, yazdığınız kodlar hata veriyor,  bir büyücü okuluyla ilgili kitabınızı kimse yayınlamıyor, belki de üzerinde çalıştığınız problemin çözümünü bulamıyorsunuz. Bu şekilde takılı kalmak; durgunluk, stres hatta depresyon demek, fakat üzerinde çalışılacak başka heyecanlı bir projeniz varsa takılıp kalmak, yalnızca başka bir şey yapma fırsatıdır. Hepimiz takılabiliriz, Albert Einstein özgün ve mucizevi bir on yıldan sonra en büyük başarısı olan genel görelilik teorisinin parçalarını bir araya getiriyordu, ama tıkandı, yorulmuştu ve bu sebeple daha kolay problemlerden biri olan Lazer ışınının teorik temelini oluşturan Eşdeğer radyasyon salınımı konusuna döndü. Bunula uğraşırken, tazelendi, bakış açısına yeni bilgiler ekledi ve genel görelilik teorisine tekrar göz atarken, yıllarca kendisinin bile inanmayacağı sarsıcı fikri gördü;  evren sabit değildi, genişliyordu.
Bu ağır çekimde çoklu görev işi sizi elbette Einstein veya bir başkasına dönüştürmeyecek. Fakat bu yaratıcı hayatlarımızı düzenlemenin güçlü bir yolu. Yolunda giden bir projede iyi durumda ise devam edin ama tıkandığınızda bir çıkış yolu için kendinize şans tanıyın. Bu bağlamda, bir problemimiz olabilir, tamamen bunlatıcı bir hal alan projeleri nasıl durduracağız, fikirleri zihnimizde nasıl tutacağız? Bunun basit ve pratik bir çözümü geçtiğimiz on yıl boyunca sınırları bulanıklaştıran, kültürleri kaynaştıran, herkesin müziği ile dans eden, ödüller kazanan, bu sırada üç kitap kaleme alan Amerikalı koreograf Twyla Tharp’tan geliyor: Ve diyor ki “Her şey olmalısınız, neden dışlayalım, bütün her şey olmalısınız.” Tharp’ın bu farklı projelerinin bunlatıcı hale gelmemesi için kullandığı yöntem, oldukça basit. Her projeye büyük bir karton kutu veriyor ya da dijital eşdeğeri, projenin adını kutuya yazıyor. Bir ilham kaynağı sağlayan herhangi bir şeyi, DVD, kitap, dergi sayfaları gibi fiziksel olan her şeyi içerisine atıyor. Sonra şöyle yazıyor; “Bu kutu, hiçbir zaman unutulmaktan endişe etmeyeceğim anlamına geliyor. Yaratıcı insanların en büyük korkularından biri, parlak bir fikri bir yere yazmadığı veya güvendiği bir yere koymadığı için kaybetme korkusudur. Ben bundan endişe duymuyorum, çünkü nerede bulacağımı biliyorum. Hepsi kutuda.”
Zamanın ve teknolojinin çok hızlı akmasından dolayı acelemiz varmış gibi görünebilir ama aslında hiç aceleniz olmadığı için sizi ağır çekimde çoklu görevi uygulamaya davet ediyorum. Yavaş yaşamayı sarsıcı bir boyuta taşıyan bilim insanı Charles Robert Darwin sadece bıraktığı eserler ile değil yaşamı ile de günümüze ışık tutuyor. Onsekiz yaşında okulu bırakıp “Beagle” gemisine yerleşik doğa bilimci olarak kaydolduğunda iki alana ilgi duyuyordu, zooloji ve jeoloji. Beş yıl sürecek olan gemi seyahatinde zooloji ve jeoloji alanları arasında muhteşem bir sinerji yaratacak olan mercan kayalıklarını araştırmaya başladı. Bu, onun sadece yavaş sinerji hakkında düşünmesini sağlamamış, su altı yaşamının başka boyutlarını gözlemleme şansı bulmuş ve uzun deniz yaşamı nedeni ile insanın iç yapısı hakkında da onu düşünmeye itmişti. Bu nedenle döndüğünde yeni ilgi alanları eklemişti psikoloji ve botanik; Darwin, yaşamının tamamı boyunca bu farklı alanlar arasında gidip gelsede hiçbirini tamamen terk etmedi. 1837’de  “yer solucanları”,  “türlerin dönüşümü” adını verdiği iki ilginç projeyi iki küçük deftere notlar alırken,  zihnini dinlendirmek için farklı bir alandan çalışmaya Ekonomist Thomas Malthus’un Nüfus Teorisi’ni okuyarak başlıyor, teorinin aklında yarattığı sorular ile birdenbire türlerin nasıl ortaya çıkabileceğini ve yavaşça gelişebileceğini doğal seleksiyon süreci aracılığı ile fark ediyor. Evrim kuramının her bir önemli evresini not alırken, hayatında bambaşka bir proje ile yüzleşiyor, oğlu William doğuyor. Doğal bir tecrübe olarak değerlendirdiği bu süreci gözlemleyen Darwin yeni bir defter ile notlar alarak insan bebeğinin gelişim sürecini gözlemliyor. Evrim kuramı üzerinde çalışmaya devam ederken, tüm bunları türlere göre sınıflandırmada eksik olduğunu düşündüğünden olsa gerek bu konuda çalışmaya başlıyor. Sonunda, kaya midyeleri üzerinde dünyanın öncü uzmanı haline gelmek için sekiz yılını harcıyor. Hiçbir zaman bitirmediği, yaşamı boyunca üzerinde çalışmaya devam ettiği kitap “Doğal Seçilim”, Darwin’in temel öğeleri düzenledikten 20 yıl sonra yayınlanan “Türlerin Kökeni”, büyük tartışmalara yol açan  “İnsan Türeyişi”. Oğlu William’ı salonda önünde emeklerken görebildiğinde ilham alarak yazdığı, yayınlandığında oğlu William’ın 37 yaşında olduğu insan bebeğin gelişimi hakındaki bir kitap. Darwin tüm bu süreç boyunca bilardo odasında saksılardaki yer solucanları üzerinde çalışıyordu, bundan hiç vazgeçmedi diyebiliriz. Tepkilerini görmek için üstlerine ışık tutuyor, kaçıp kaçmayacaklarını görmek için sıcak maşa tutuyor, koku hislerinin olup olmadığını anlamak için tütün çiğniyordu ve üflüyor,  yer solucanlarına klarnete benzeyen fagot bile çalıyordu. Bu büyük adamı; “İnsan Türeyişi” kitabının alacağı tepki konusunda, stresliyken, endişeliyken ve yorgunken hayal edebilirsiniz. Siz veya ben sosyal medyaya girip, bir iki resim, tweet atıp veya bir Netflix dizisi açarak bulunduğumuz ortamdan bir anlığına kaçarken, Darwin yer solucanlarını inceleyerek rahatlamak için bilardo odasına giderdi. Tam da bu yüzden son büyük çalışmalarından birinin şu olması çok normal: üzerinde 44 yıl çalıştığı “Solucanların Eylemleri Yoluyla Sebzelerde Küf Oluşumu”.
Artık 19. yüzyılda yaşamıyoruz, herhangi birimiz oturupta 44 yıl boyunca yaratıcı veya bilimsel projeler yapacağını sanmıyorum. Fakat bu büyük ağır çekimde çoklu görev insanların yaşamında öğreneceğimiz bir şeyimiz var. Modern dünya bize birkaç seçenek sunuyor gibi görünüyor, eğer bundan faydalanmayacaksak, her şeyi görmezden gelerek bir “keşiş” gibi tek bir şeye odaklanarak yaşamalıyız. Bence bu, çok büyük yanlış bir ikilem. Doğal yaratıcılığımızı serbest bırakarak ağır çekimde çoklu görevin işe yaramasını sağlayabiliriz. Sadece yavaşlamamız gerek. Yani, telefonunuzu, sosyal medyanızı bir kenara bırakın, bir proje listesini yapın işe koyulun birkaç kutu alın ve başlayın.
Tumblr media
                   (Darwin’in yaşamının zaman çizelgesine temsili aktarımı)
Kaynaklar ve son söz: 1- Yuval Noah Harari 21. Yüzyıl için 21. Ders 2- Wikipedia ve TED Konuşmaları.
Bu çalışmayı oluştururken, bazen bütün bir cümleyi ya da paragrafı, bazen de fikri, Yuval Noah Harari’nin 21. Yüzyıl için 21. Ders kitabından aldım. Hangi bölümler olduğunu belirtmek çok fazla görsel karmaşaya sebep olacağından, belirtmemeyi tercih ettim. Yazıda geçen tüm tarihler ve sayısal veriler için Wikipedia’yı tercih ederken TED konuşmalarından aldığım bilgileri Wikipedia’dan kontrol edip ekledim. Düşüncelerim ile harmanlayıp, tarihi örnekler ile güçlendirdiğim bu satırların tamamını tek başıma ürettiğimi iddia etmiyorum. Ben, hayatımda uzun yıllardır farketmeden -beni mutlu ettiği için- kullanmış olduğum bir yaşam şeklinin insanların bana “hayalperest” demesine sebep oluğunu da biliyorum. Bireylerin varoluştan gelen hayalperestlik özelliğinin farkına varamadıkları bir yüzyılda, “sistemin” insanların yaratıcı varlıklar olduğuna kendilerini inandırmamaları için bu özelliğimizi bilerek ya da şartlar gereği köreltmeye çalıştığını gördüm ve kendi farkındalıklarım ile bu özelliğimin peşinden gittim. Sistemin bize bunu dayatmasıyla geleceğin bireyler üzerindeki belirsizliğini farklı kaynaklardan bir araya getirerek bir çözüm modeli sunmaya çalıştım.
Otuz sekiz yıllık bir oğul, on beş yıllık bir öğretmen, iki yıllık bir kedi babası, birçok gönül kırıklığı, güzel dostları ve küçük bir aile sahibi olan biri olarak; bu satırları kendiside gerçekten iyi bir öğretmen olan ama yazdığım bu satırlar dahil hiçbir “teşvik edici” sözünü duymadığım çok sevdiğim babam Nusret AVCI’ya ve var olmamda katkı sunan tüm dostlarıma adıyorum.
Mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanmıyorum ama neşemizi asla kaybetmeyelim.
Onur AVCI Şubat 2019 Ankara
2 notes · View notes