Tumgik
#papatya demeti
resimlerin-dili · 2 years
Photo
Tumblr media
200 notes · View notes
dramatik-buluntular · 9 months
Text
"İNSANLAR, KÖPEKLER VE DUVARLAR"
Babamın zorlu ameliyatından haftalar sonra kafamın içinde yaşam ve ölüm kavramları cirit atmaya başlamıştı. Bu iki kavram dönüp dolaşıp karşıma dikiliyorlar, dikkatle gözümün içine bakıyorlar ve suçlu muamelesi yapıyorlardı bana. Sonra bir sessizlik giriyor araya ve zihnimin içinde mahkemeler kuruluyor, kararlar veriliyor, verilen kararlar kırlardan yeni gelmiş bir papatya demeti tarafından tebliğ ediliyor. Kendimi The Angelopoulos sinemasının içinde buluyorum bir an; sonsuzluğa uzanan, yer yer siyah beyaz, yer yer gri, gizemli ve sisli yolculuklar…
Son zamanlarda tekrar tekrar soruyordum kendime, bu uçsuz bucaksız bozkırı kim koydu buraya diye. Buraya derken içimdeki tenha bir yeri kastediyorum. Okuduğum bütün kitaplarda, dalgın dalgın dolaştığım sokaklarda, başka insanların bana hissettirdiklerinde, kayboluşlarımda, yıllarca bu sorunun yanıtını aradım. Hep başka yerlere baktım, başkalarının yüzlerine… Uzak düşlere… Yakın gerçeklere... En sonunda o karmaşık imgelerle dolu bozkırı oraya koyanın kendim olduğunu anladım. Kendim. "Kendim" tehlikelerin en büyüğü… Son kez kim olduğumu haykırdım saygıdeğer boşluğa, ismim bağırıldı bir duvarın içinden; yaşamak için anlam peşinde koşturup duran çözümsüz bir serüvenciymişim ben.
Öyle dalmıştım ki bu serüvene, bütün bu düşselliğe zil sesinin de eşlik ettiğini son anda fark ettim. Akşam saatleriydi. Akşamın en güzel saatleri… Bileğim ağrıyordu, çok sert vurmuştum sanırım, üstelik defalarca, parmaklarımda yer yer kızarıklar, kanamalar ve deformasyonlar vardı. Polis arabasının hareketli mavi ışığının pencereye vuruşunu görebiliyordum. Dışarıda bir vukuat mı var diye düşündüm bir an için ama çalınan benim kapımdı. Polislerle aram iyi değildir. Onların, yani o mesleğin bu dünya için gereksiz olduğunu –sorunun asıl kaynağının onların varlığı düşüncesinde yattığını- düşünüyorum. Çünkü önce onlar oluşturulmuştur, sonra suç kavramı topluma yerleşmiştir. Kapıyı açmadan önce o küçük mercekten mavi soluk noktaya bakar gibi baktım; ellerinde telsiz, sivil giyimli sabırsız iki bey. Bu toplum polisleri nedense hep iki kişi giderlerdi suçluların kapılarına. O halde, ben de bir suçlu oluyorum burada ya da şüpheli? Kapıyı açtım ve karşımda ikisi de benden uzun ve kalıplı; biri göbekli, uzun ama seyrek saçlı ve saçlarını arkadan bağlamış, arkadaki açıklığı ustaca kapattığı belli, diğeri ise top sakallı, gözlüklü ve kısa gür saçlı ama rüküş giyinmiş, kendini açık eden bir sivil polis.
“Sarp Akın, siz misiniz?” dedi uzun seyrek saçlı olan. “Evet, benim” dedim. “Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor” “Neden?” “Hakkınızda bir şikâyet var, beyefendi”
Şikâyetin içeriğini biliyordum tabi, neden diye sormam lafın gelişiydi. Olayın ardından kısa bir süre geçmişti, önünde sonunda kapıma dayanacaklardı. Bir anlık sessizlikten sonra üstümü değiştirmem gerektiğini söyledim memurlara. Altımda evin içinde giyilen türden bir şort, üstümde ise siyah atlet vardı. İzin verdiler, sağ olsunlar. Ellerime kelepçe takmadılar, bu da olumlu bir davranıştı onlar adına. Ama ne kadar kibar olurlarsa olsunlar hiçbir şekilde hoşlanmayacaktım onlardan. Bu önyargı değil, genel olarak sistemin işleyişindeki piyonların, halkın değil sistemin çıkarları için kullanılabilirliğinin bilgisidir.
Sitenin en alt katındaki meraklı komşusu Necip ile göz göze geldik polis arabasına binerken. “Hayrola komşu, bir durum mu var, yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” dedi, yok anlamında başımı yukarı kaldırdım. Mahallenin çocukları, ölümden kaçabilmiş köpekleri ve kedileri de toplanmıştı. Arabaya binmeden önce hepsine kısa cümlelerle gülümsedim. Daha sonra o gülümseme bütün bedenimde gezinmeye başladı.
Bu tür anların negatifliğinin beynimi kemirmesini düşsel ekrandan silmek için hep bir planım olurdu. Bu mavi ışıklı arabanın arka koltuğunda yaklaşık on dakikalık bir yolculuk yapacağım. Bunun için henüz kullanılmamış bir düşünce paketini heba etmeye gerek yoktu. Giderken sadece dışarıyı izledim; mahallenin, her gün yanından geçtiğim halde dikkat etmediğim noktalarını gördüm. Şu büyük trafonun yanındaki iki ağacın çağla ağacı olduğunu (badem de derler), yan yana sıralanmış akasya ve iğde ağaçlarının senkronik dizilişini... Az ileride dükkânının önüne attığı küçük taburenin üstünde oturan şişko Büfeci Samet’in bıyıklı olduğunu önlerinden geçerken ilk defa fark ettim. Kırmızı yanan trafik ışığında durduk, zihnim de durdu ve hiç beklemiyorken negatifliğin saldırısı başlayıverdi. Ekran karıştı, kontrol altında tutamıyordum artık cümle parçacıklarını.
“Sokakların, caddelerin, kafelerin ve pazar yerlerinin dolu olduğuna bakıp ‘hani ekonomik kriz nerede?’ diyen zavallılar, herkes hayat standartlarını düşürdü, zombi gibi dipte dolaşıyor ve bir şekilde uzatmaları oynuyor. Herkeste birden fazla (en az üç) kredi kartı var ve her biri yakında ayrı ayrı devlet merasimiyle patlayacak. O zaman yürekler de patlayacak, gönüller de, hatta hayaller de… Hiper enflasyona doğru gidiyoruz, belki de o girdabın içindeyiz. Bu durum yasal hırsızların, bankaların umurunda bile değil, onlar bütün krizlerden avantajlı çıkmayı bilir. Yaşanan trajedilerin, toplumsal çürümenin, kokuşmuş siyasetin, ahlaksızlığın, utanmazlığın kuşatmasında boğulmuş bir ülkede yaşamak... İşte bizim gerçekliğimiz bu. Sahtelikle iç içe girmiş müjdeler ve yalanlar, fışkıran petroller, Gabar’lar ve bitmek tükenmek bilmeyen gaz rüyaları… Bütün bu aldanışlar körlük sözleşmesi imzalamış büyük çoğunluğun en sevdiği oyuncağı olmuştur her zaman. Bu çürümeden herkes payını alacak. Özellikle kendini ezene sonsuz sadakati ve itaatiyle ülkeyi uçurumun kenarına getiren sayın ezilmişler sınıfı. Bu iğrençliğin yükselmesinin en büyük nedeni onlar.”
“Ne diyorsunuz beyefendi, ne saçmalıyorsunuz?” dedi başının arka bölümündeki açıklığı uzun saçlarıyla kapatan polis. “Kokunun farkında değil misiniz?” dedim işaret parmağıma bütün bedenimle yüklenerek. “Ne korkusu, beyefendi?” “Korku değil memur bey, koku, lağım kokusu, ama evet aynı zamanda korku da eşlik ediyor o kokuya.” “Konuşacak bir şeyiniz varsa sorgunuzda konuşursunuz, bence siz bu işten nasıl kurtulacağınızı düşünün, böyle boş sözlerle enerjinizi harcamayın.”
Yüksek sesle düşünüyordum ve bu yaşıma kadar biriktirdiğim öfke olur olmaz zamanlarda ortaya saçılıyordu. Böyle durumlarda zaman ve mekânın önemi yoktu. Bir anda ağzımdan dışarı fışkırıverdi bu kusmuklar; arabanın koltukları, yanımdaki polisin yüzü, arabayı kullanan öbür polisin kafasının arka kısmı sözcük kusmukları içinde kaldı. Açıklığı gerçek kapatma böyle olur. Aslında biliyoruz, bu dünyada herkes kusmuk içindedir; insanlar, otomobiller, şehir içi minibüsleri, alışveriş merkezleri, AVM’ler, yollar, iş hanları, kamu binaları, gösterişli müdür odaları, partilerin genel merkezleri, bekleme salonları, hastaneler, vergi daireleri, bankalar, en çok da bankalar… Duygusuz bankalar… Gökyüzünü ve yeryüzünü karartan bunca kusmuğa karşı insanların neden başkaldırmadığını anlamıyorum, asıl güç onlarda olmasına rağmen işçilerin neden greve gitmediklerini anlayamıyorum. Orta tabakada kümelenmiş romantik emekçilerin neden burjuvazi taklidi yaparak yaşadıklarını anlamıyorum. Wilhelm Reich’in şu sözü geldi aklıma: ’’Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.”
Polis karakoluna gelmiştik. Aklımın kıyılarını döven düşünce parçacıklarını usulca, incitmeden bir kenara itip arabadan indim. İfademi almak için bir memur hazır bekliyordu. Göz göze geldik, yüzü oldukça esmer ve ıssızlıktan yapılmıştı. İfademi alan polis memuru hakkımdaki iddiaları hızlı bir şekilde anlattı ve şikâyetçi olan Halil Toynak adlı şahsın dilekçesinden bahsetti. Durup dururken tenha bir yerde onu dövmüşüm. Bu koca bir yalan, çünkü onun hayalini dövdüm, hem de fena halde. Şiddete karşıyım, şiddeti asla bir araç olarak görmem, çünkü ben aydın bir kişiyim. Düzenli bir kitap okuyucusu ve aynı zamanda, tiyatro ve sinemaya da düzenli olarak vakit ayıran biriyim. Bir de düzenli ve onurlu yenilgilerim var, her şeye karşı olduğum için. Kim birine karşı şiddet kullanıyorsa o sevgisizlik çölünde kaybolmuş zavallının tekidir. Ne olup bittiğini kısaca anlatmamı istedi, otuz beş yaşlarındaki yüzü ıssızlıktan oluşan esmer memur.
***
“Kötülük, ancak tam hızla giderken dengede kalabiliyordu, bisiklette olduğu gibi.” demiş Jan Paul Sartre, Akıl Çağı adlı kitabında. Konumuzla ne alakası var, o öyle demiş bu böyle demiş, bana ne kardeşim, konuya dönelim diyebilirsiniz, ancak dememelisiniz. O üstatlar boş konuşmazlar. Olayın olduğu gün evdeydim ve elimde Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ kitabı vardı. Yirmi beş yıl sonra tekrar okumaya karar vermiş, ruhsal yapımın bozulması pahasına on günde bitirmeyi başarmıştım. O tuğla kalınlığındaki kitabı yıllar önce ilk okuyuşumda ne yalan söyleyeyim fazla bir şey anlamamıştım. Bu kez kitabın içine tamamen girmiş ve orada kendime en yakın bulduğum karakter olan Razumihin ile dostluk kurmuştum. Kitabı düzenli olarak okumam ve sonuna kadar hem keyif alıp hem huzursuz bir ruhla ilerlemem onun sayesinde olmuştu. Razumihin’e buradan şükranlarımı sunuyorum.”
"Öğle saatleriydi, bitirdiğim kitabı rafta ait olduğu yere (bitirilmiş kitaplar mezarlığı) özenle yerleştirdim. Sonra markete alışveriş yapmaya çıktım evden. Yürüyüş yapma bahanesiyle yolu uzatarak başka sokaklara, oradan başka ara sokaklara girdim. Neredeyse boş olan büyükçe bir parkın yanından geçiyordum. Kırk beş yaşlarında, şapkalı, orta boylu daha önceden konuşmuş olmasam da siması yabancı gelmeyen bir adam (şu adını söylediğiniz Halil Toynak), pembe plastik bir selenin içinde getirdiği çiğ tavuk etlerini, detone sesiyle mırıldanarak sokak köpeklerine yediriyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. İnsanların çoğunun sokak hayvanlarına acımasız davrandığı, bu dünya sanki sadece insanlara ait ve diğer canlıların yaşam hakkı yokmuş gibi, o canım varlıklara sürekli şiddet uyguladığı bir zamanda bu arkadaşın şefkatle onları beslemesi beni duygulandırmıştı. Yanına gittim ve gülümseyerek selam verdim.
“Ne iyi ediyorsunuz, köpekleri seviyorsunuz sanırım, ben de çok severim, bizim o taraflarda da çok var, mahallenin güvenlik görevlileri gibi hiç ayrılmazlar oradan.” “Yaaa, sevmez miyim, ne güzel hayvanlar,” dedi zoraki bir tebessümle ve yüzüme bakmayarak.
Yüzüme bakmamasından ve kısa kesmesinden sohbeti seven biri olmadığını düşündüm. İyi günler dileyip yoluma devam ettim. İnsanlarla iletişimim çok iyi sayılmaz, bunun nedeni çevremde fazla insan olmasını istemiyor olmamdır. Yarım asırlık yaşamımda bende yer etmiş en belirgin düşüncelerden biridir bu. Çünkü insan düşmüştür. Defalarca tanık oldum insan kavramının düşüşüne. Gösterişli apartman altlarını ele geçirmiş şu üç harfli marketlerden birine girdim. Listemde ilk sırada peynir vardı. Yoğurt, ayran, yumurta, domates, biber ve salatalık şeklinde devam ediyordu liste. Hepsinin aynı anda ve kısa aralıklarla bitmesinin nedeni, hepsinden de azar azar alıyor olmamdı. Çünkü ülkenin itaatkâr ezilenleri “en büyük ekonomist bizim ekonomist!” diye tezahürat yapıyorlardı çeyrek yüzyıldır. “Hem eziliriz hem vazgeçmeyiz reisimizden, soğan ekmek yeriz, yine de vazgeçmeyiz!” düşüncesi bütün felsefe kitaplarını altüst etmiştir… En son diş macunu almak için o bölüme doğru yöneldim. Karşı apartmanın orta yaşlı balkon güzeli Pakize ile karşılaştım orada. Selamlaştık. Yüzünde bir tuhaflık vardı. Yüzü gözü ve burnu ufalmıştı, aslında tam olarak öyle değildi, dudakları balon gibi şiş olduğu için yüzünün diğer organları küçük görünüyordu.
“Nasıl olmuş, Sarp bey?” dedi dudaklarına yaptırdığı dolguyu göstererek. Gülümsemek isteyip de gülümseyemeyerek. Belki de gülümsedi içten içe, ben göremiyordum. Ben içten gülümsemeleri göremeyen biriydim. “Bu ne hal kız Pakize, eşek arısı mı soktu dudaklarını, davul gibi olmuş” dedim şaşkınlık içinde. “Ne eşek arısı, ne davulu ayol, sen ne anlarsın güzellikten, görme özürlüsün sen, zaten neyi gördün ki bugüne kadar, karın bile gitti senin bu kabalığın yüzünden,” diyerek kızgınlıkla ayrıldı yanımdan. Ah Pakize, ah seni kronik dul…
***
“Nereden nereye getirdi mevzuyu Pakize. Görüyorsunuz değil mi, memur bey.” “Sarp bey, bütün bunların konumuzla ne alakası var, lütfen asıl konuya dönün, siz bu adamı tehdit edip dövdünüz mü, dövmediniz mi?” diyerek araya girdi ifade alma uzmanı ıssız esmer memur. “Olmaz olur mu, çok alakası var efendim konumuzla. Ayrıca geleceğim o kısma. Az kaldı.” dedim.
Market alışverişimi bitirmiş, elimde iki poşetle eve dönüyordum geldiğim güzergâhtan. Toynak’ın, köpekleri beslediği parka doğru yaklaşıyordum, köpekler oradaydı, karınları doymuş, mutlu ve huzurla yatıyorlardı çimenlerin üzerinde. Biraz daha yaklaşınca köpeklerin hiç hareket etmediklerini fark ettim. Ağızlarının etrafında beyaz köpükler vardı. Dokununca fark ettim, dört köpek, dört can ölmüştü. Az önce ölmüşlerdi. Bir ruhu çirkin tarafından zehirlenerek öldürülmüşlerdi. İnsanın düşüşüne bir kez daha tanık olmuştum. Yanlarına oturup ağladım. Bir yandan da belediyeden bir yetkiliyi arayıp durumu anlattım. Onlar gelene kadar bekledim o sevimli canların başlarında. Bu sokaklar kötülük akan derelere dönüşmüştü gözümde. Düşüncelerime öfke doluşmuştu ve bu öfkeyi kontrol altına alamıyordum. Belediyeden gelen görevliler dört canın cesedini römorka yükleyip götürdüler, uzak ve ıssız bir yerde yakmak için.
Sinirden ve sıcaktan bunaltı gelmişti. Çevreme baktım, evleri tek tek gözden geçirdim, düşündüm ki bir katil kurbanların cesetleri kaldırılırken mutlaka bir yerden izliyordur. İki blok ötede bir apartmanın ikinci kat balkonunda Toynak’ın çirkin ruhunu gördüm. Konuşmayı sevmeyen çirkin ruhunda geveze akrepler dolaşıyordu. Gördüm. Düşüncelerime yapışan düzensiz öfkeyi yıkadım ve yürüyüp yoluma gittim. Gittim ama sonra geri döndüm. Tekrar gidip tekrar döndüm. Pusuya yattım gölgelik bir yerde, çirkin ruhundaki kötülüğün kokusu hâlâ taptazeydi, hissedebiliyordum. Kırk beş dakika bekledim. Toynak dışarı çıktı ve stadyum tarafına doğru yürümeye başladı, gayet sakin ve birkaç saat önce dört canlıyı o öldürmemiş gibi rahattı. Onun gölgesi oldum, beni fark etmesi mümkün değildi. Kör bir bölgede yakaladım onu ve arkadan boyun kısmından tutarak köhne bir duvarın dibine sürükledim. “N’oluyozzzz lan!” diye hırıltılı bir çığlık attı. Kimse duymadı çığlığını, çığlık gökyüzünde kaybolup gitti. Aynı keskinlikte ona “Kes lan sesini, pis katil!” diyerek karşılık verdim. Sırtını duvara yapıştırdım, bir elim gömleğinin yakasında, diğer elim de havada asılı haldeydi.
“’Bir gün hayvanlarla konuşabilsek bize tek bir şey soracaklardır: Neden?’ diye yazmış bir kitabında Anthony D. Williams adında araştırmacı bir yazar,” dedim yüzümü iyice yüzüne yapıştırdığım Toynak’a. Tabii o zaman adının Toynak olduğunu bilmiyordum. Titriyordu ve sesler ağzından çamurumsu ve hırıltı olarak dökülüyordu. “O da kim abi, sen kimsin, ne istiyorsun?” dedi şaşırmış ve korkmuş olarak.
“Açlıklarından yararlanarak zehirlediğin o köpekleri, beslediğini düşündüğüm için yanına gelip selam vermiştim, seni takdir etmiştim, o an yüzüme bakmış olsaydın şimdi kim olduğumu bilirdin alçak herif!”
Evet, şiddet yanlısı değilim, hiç olmadım. Olmayacağım. “Şu duvarı görüyor musun, pislik herif?” dedim, “o duvar senden daha anlamlı.” Yukarıda asılı ve vurmaya hazır olan yumruğumu duvara defalarca vurdum, ona vurduğumu hayal ederek. Defalarca vurdum. Defalarca vurdum gözünün içine bakarak. “Neden lan, neden, neden öldürdün o canları?” diyerek her kelimede yumruğum duvara bir balyoz gibi çarpıp geri dönüyordu. Öyle ki ben duvara vurduğum halde Toynak kendisine vurulmuş gibi acı çekip ağlıyordu.
“Abi o köpekler mahallede herkesi rahatsız ediyorlardı. Çocuklar için tehlike onlar.” dedi ağzından aşağıya kelimelerle birlikte salya ve irin akıtarak. “Asıl tehlike sensin, senin gibi alçaklardır.”
Ellerim ve beyaz tişörtüm kan içinde kalmıştı. Bıraktım adamı, ellerim boşta kaldı, gömleğinin düğmeleri kopmuştu. Düşünsel acılar içinde yığılıverdi yere. Evet, memur bey, çok dövdüm onun hayalini, ruhunu paramparça ettim. Zaaflarım var bu tür konularda, nerede bir alçaklık görsem bir şey beni oraya götürüyor. Beni oraya götüren şey vicdan veya merhamet değil; tek gerçek tanrı olan sevgiye ve büyük insanlığa olan inancımdır.
“Neden yetkilileri aramak yerine, böyle bir yola başvurdunuz, herkes kendi işini kendi görmeye kalkarsa kaos oluşmaz mı?” dedi anlattıklarımı can kulağıyla dinleyen memur. “Sonsuz bir kaosun içinde yaşıyoruz zaten, öyle değil mi? Haksızlığa, adaletsizliğe ve kötülüğe karşı tavır almayan bir insan onurlu ve erdemli bir insan değildir. Dünyaya hasbelkader atılmış olmanın zavallılığı ile ömrünü tamamlar. Nefes alıp gider.” “Neyse, söylediğiniz her şeyi yazdım ifadenize, şu Pakize hanım dâhil. Anlattığınıza ve hastane raporundan da anlaşıldığına göre Halil Toynak’a fiziksel bir müdahaleniz yok ama duvara vurduğunuz her yumruk o yumrukları kendi yemiş gibi psikolojik olarak onu yerle bir etmiş. Gerçekte dayak yemekten beter olmuş. Dosyanın akıbeti hakkındaki gelişmeler size bildirilecektir, sonra tekrar çağrılmak üzere şimdilik gidebilirsiniz.”
***
Suç ve Ceza’nın bitiminde yaşanan bu şeyler oldukça ironik. İnsan her şeye birkaç kelime uzakta… Birkaç kırılış… Birkaç hileli adam... Ve pişkince gülümseyen illüzyonlar çağı hep peşindedir. Bu çağa ve bütün çağlara Sartre’ın bir sözü var: “Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu ama aynı zamanda onun tam tersi.” Eve döndüğümde hava kararmış ve gece yeni sunumlar için sahnesini hazırlamıştı. Görünmeyen bir Shakespeare figürü şöyle sesleniyordu hafızanın soğuk odasından buz çölüne:
insan kendi kıyametini kendi yazmıştır bütün çağlarda ve inandığını söylediği tanrısına yüklemiştir bütün suçu tarihin en zengin menüsüdür: savaş, salgın, ölüm ve kıtlık sofradan hiç eksik olmamıştır mahşerin bu dört tatlısı
yaşama sevinci de öyle; yenilginin tarihi kadar eskidir avuç içi kadar yer kaplar, kırılgan ve savunmasız ama duygular treninde yolculuklara çıkan hislerin lideridir o ışıkların söndürüldüğü sayfalarda smokiniyle ortaya çıkıp yeniden başlatır hafızanın soğuk odasındaki yankıyı
Metin Akdeniz
(Buz Çölü)
6 notes · View notes
protonobilissimos · 2 years
Text
- papatyaları çok severdim, bunu çok iyi bilirdi. ne zaman bir çiçekçinin yanından geçsek içeriye doğru bakardı. içeriye girip bir papatya demeti alır içine bir yazı iliştirirdim. gülümserdi. neden sevdiğimi hiç sormadı. hiç anlatmadım. papatyaları çok sevdim. ama nedenini ben de unuttum...
17 notes · View notes
alanyaonlinemanav · 1 month
Link
0 notes
yoncaciceksanati · 3 years
Photo
Tumblr media
#🍀 #buket #💐 #demet #🌸 #beyaz #🎈 #papatya #🌹 #demeti #cipso #güzelliği #🍃 #papatya #anlar #çiçek #sanatı #💫 #çiçekçi #çiçekçilik #şanlıurfa #urfa #🇹🇷 #urfaçiçekçi #şanlıurfaçiçekçi #📲 @yoncaciceksanati #👍🏻 (YoNca Çiçekçilik) https://www.instagram.com/p/CS6T8Tbq6KF/?utm_medium=tumblr
0 notes
fthlc · 2 years
Text
17:09
Yanımdaydın gün kendini tazelediğinde, içinde baharlarla... Gözlerin umudun yeşerdiği en güzel çayırlar olacaktı. Adın yüreğimin kenar süsü. Ellerin papatya demeti... Avuç içlerinden öpecektim kaynağından doyumsuz bir aşkla. Sözler kelimeye ihtiyaç duymayacaktı artık, en güzel şiir olacaktı nefesin ve durmak bilmeyen kalp atışların... Öperken dudaklarım titreyecekti ürkek bakışlarından. Sarılmak... Sana sarılmak huzurun yeni karşılığı olacaktı, cennetin sonsuzluğunu tattığım... Kokun yeni yaşam sebebim sıcaklığın atmosferim... Karanlığın içinde güzel umuttun yüreğime ışık tutan. Kapatma avuçlarınla yüreğini, ellerin küçüktür senin sığdıramazsın ki güneşi...
-- Fatih Alıç - Devrik Cümleler(Giz)
46 notes · View notes
aynurant · 4 years
Text
Tumblr media
Yalnızlığın,
İpek bir elbise gibi yakıştığı kadınlar vardır bilir misin?
Bakışlarının değdiği her yeri delip geçen
İçinde kurduğun cümleler daha
Dudağına inmeden onları okuyabilen kadınlar
Dudaklarının kenarında hüzünlü bir gülüş
Saçlarında yitirilen onlarca bahar kırıkları
Ve ellerinde hala bir sevdanın kokusu
Nasıl mağrur yürürler bilir misin?
Nasıl?
Masum bir yürek kaburgalarının altında
Ve nasıl güzel hasretlikler taşırlar
Bir yanı hep annedir o kadınların
Bir yanı papatya demeti
Onlarca ölümün o eşsiz güzelliği içinde
Nasıl güzel bakar gözleri bilir misin?
Nasıl çocuktur o kadınlar
Saçlarında tel tel bir dokunuşun özlemi
Bebeğim desen başını dizlerine koyacak bir küçük kız çocuğu
Ne güzel kadınlar vardır
Küstürülmüş.
Yalnızlığın ipek bir elbise gibi yakıştığı.!
_~_~_~_~_~_~_~_~_~_~_~_~_~_~_Rahime Acar
5 notes · View notes
hodkam · 4 years
Text
Bu seferki yazımda onu ilk defa gördüğüm anımı paylaşacağım sizlere sevgili dostlarım..
Instagram üzerinden tanışmıştık. Uzuuun bir süredir konuşuyorduk ve hoşlantılarımızı bir zaman sonra itiraf ettik birbirimize. Sevmeye henüz başlamıştım onu. İnsan görmeden sever mi demeyin; sever. Öyle de bir sever ki tahmin edemezsiniz. Velhasılkelam, birimizin hasretiyle yanıp tutuşuyorduk. Görüşmeliydik bir an önce. Tamam neresi olsun? Özel bir yer olmalı. Unutamayacağımız ve anlamı derin bir yer olmalı.
Gülhane Parkında buluşmayı kararlaştırdık. Nazım da orda bir ceviz ağacının altında beklememiş miydi Pirayesini. Ben de benim Pirayemi canlı kanlı ilk defa görmek için bir cumartesi yazında Gülhane Parkına gitmek üzere İstanbul'un bir ucundan yola koyulacaktım.
Sabahın köründe uyandım. Hemen duşumu alıp saçlarımı yaptım. Kıyafetlerimi geceden ütüleyip hazır etmiştim. Onları da giyinip, sırf onunla buluşmak için aldığım o çok güzel kokan Parfümümü boşalttım üstüme. Yanıma bir de küçük çanta aldım içine attım parfümü. Ne olur ne olmaz diye.
Tavşantepe istasyonundan bindim metroya. Allahım nasıl da heyecanlıyım. Sağ dizim sürekli zıplıyor oturduğu yerde. Kontrol edemiyorum onu.
Ayrılık çeşmesine gelince inip bir çiçekçiye gittim. Papatya almak istiyordum ama kasımpatı vardı ve bir kasımpatı demeti yaptırdım. Çiçeğimi kucağıma alıp benim çiçeğime vermek üzere yola koyuldum.
Marmaraya bindim elimde çiçeklerle. Herkes beni izliyordu. Genç/yaşlı ayırt etmeden bütün kadınların gözü bende ve çiçeğimdeydi. Bakışlarından anlıyordum çiçeğin sahibini kıskandıklarını.
Ve Gülhane Parkına geldim. Hayatımda ikinci defa gelişimdi oraya. O kuş sesleri, o ağaçlar, o temiz hava.. Romantizmi iliklerime kadar hissediyordum.
Onu aradım. Sevgilim, neredesin? Ben geldim. Oo çok çabuk gelmişsin bitanem ben hala trafikte kaldım. Otobüsteyim hala.
Gittim bir banka oturdum ve tam 1.5 saat gelmesini bekledim. 10 dakikada bir de yanımda getirdiğim parfümü sıkıyordum üstüme, derken telefonum çaldı. Aşkım ben geldim sen nerdesin
Gelmişti. Gönlümün sultanıyla aynı parktaki havayı soluyorduk. Evet onu görecektim. Hemen dedim ki: aşkım ben tepede bir yerdeyim, sen istanbullusun bilirsin burayı, ben bilmiyorum senin kadar. Bana dedi ki yola doğru gel. Geldim yola sevgilim. Üstümde eflatun bir gömlek var aşkım gözümde de güneş gözlüğü dedim ve bana dedi ki; gördüm seni.
Arkadaşlar bu "gördüm seni" cümlesinin benim üzerimdeki etkisini bilemezsiz. Yavrusunu doğurup kucağına alan bir anne gibi, evladını gurbete okumaya gönderip arkasından gururla bakan bir baba gibi, dünyadaki bütün seni seviyorumların toplamı gibi bir etki uyandırdı üzerimde.
Gerçekten mi? Nerdesin aşkım ben neden göremiyorum seni? Evet evet ben de gördüm seni.
Üzerinde beyaz puantiyeleri olan siyah bi bluz giymişti. Kuğu gibi bakıyordu bana ordan şaşkın şakın. Telefonu kapattım ve ona koştum. O da bana koştu ve bütün dünyayı bir kenara bırakarak sarıldık. Kaç dakika sarıldığımızı hatırlamıyorum bile. Nabzım öyle kuvvetli atıyordu ki elini göğsüme koydu. Kalbin kuş gibi atıyor diyip gözleri yaşardı. Onun o cennet kokulu saçlarından öptüm ve onun kadar güzel olmayan fakat dünyanın en güzel çiçeğini takdim ettim ona.
2 notes · View notes
bedrierdem · 4 years
Text
Yalnızlığın,
İpek bir elbise gibi yakıştığı kadınlar vardır bilir misin?
Bakışlarının değdiği her yeri delip geçen.
İçinde kurduğun cümleler daha,
Dudağına inmeden onları okuyabilen kadınlar.
Dudaklarının kenarında hüzünlü bir gülüş,
Saçlarında yitirilen onlarca bahar kırıkları,
Ve ellerinde hala bir sevdanın kokusu.
Nasıl mağrur yürürler bilir misin.?
Nasıl.?
Masum bir yürek kaburgalarının altında,
Ve nasıl güzel hasretlikler taşırlar.
Bir yanı hep annedir o kadınların,
Bir yanı papatya demeti.
Onlarca ölümün o eşsiz güzelliği içinde,
Nasıl güzel bakar gözleri bilir misin,?
Nasıl çocuktur o kadınlar.
Saçlarında tel tel bir dokunuşun özlemi,
Bebeğim desen başını dizlerine koyacak bir küçük kız çocuğu.
Ne güzel kadınlar vardır,
Küstürülmüş.
Yalnızlığın ipek bir elbise gibi yakıştığı.!
Rahime ACAR
Tumblr media
19 notes · View notes
Text
Yokuş aşağı yol. Uzun, tümsekli. Delici bakışlar etrafımda bedenimi süzen. Gece yarısı sahil yolu, boş kalabalık arkamda, itici kelimeler, pis ruhlara ev sahipliği yapan kirli kansız bedenler. Bakışlarım yerde göz teması yok. Elimden bırakmadığım papatya demeti ile yürüyorum uzun yolda. Birden savruluyor bedenim ağaçların dibine, şaşkın bakışlarım. Kirli bedenler. Vücuduma dokunan eller. Gayet normalmiş gibi bakan halk. Acımasız dokunuşlar, ağlayamıyorum. Özür dilerim abla sözünü tutamadım. Haykırış ve çığlık.
7 notes · View notes
resimlerin-dili · 7 years
Photo
Tumblr media
58 notes · View notes
Photo
Tumblr media
sana bir papatya demeti vereyim hepsine sor seviyor muyum sevmiyorum diye sevmiyor diyenleri bana yolla onlara seni nasıl sevdiğimi anlatayım...
9 notes · View notes
Text
"Sayılara kalırsa tel örgüler zindanın saçları değildir"
ne zaman eksiltselerdi beni gökyüzü tamamlıyordu sayıların kalbi yok onlar ışığın ölümüne kaza süsü verdiler
yenilgi satıcıları hayret ediyor; mektuplarım hiç yer kaplamıyordu evren gözümün içine bakıyor ustaca ve boş sayfaların başında nöbet bekleyen silgi incecik bir çizgi bile görse saldıracaktı
üzerime serpiştirilen yaralı bir ağaç ülkesini kumarda kaybetmiş bir bulut veya koparılmış bir papatya demeti etrafımda dolaşıp dururlar bütün gün üzgünlüğüme kesinleşmiş bilgi sürerler ah, siz! adres taşıyıcıları anlama sahip çıkmak nasıl da göz kamaştırıcı ve nektar kadar değerli, ah bütün gün hem de!
sayılar karşıdan karşıya geçerken herkes; diğerleridir ve bir sürü at toplarsan hepsi birden çöl gazetesi
hiç manzaramız olmamıştır sayılara kalırsa hatta heykelcikler ayetlerden yapılmıştır tesadüfen oluşmamıştır eğilim. sayılara kalırsa tel örgüler zindanın saçları değildir
yardımcı rüzgârlar biliyor: aşırılık güzelliğin düşmanıdır burada karanlıklar karar verici iptal edilmiştir bilge siparişleri bir başınasın dünya ağrısıyla elindeki tek bilgi; reddetme yeteneği
hiç değilse bir lekeyi temizler merakın gücü bir mutsuzu dönüp baktırır gülümseyen yüz hiç değilse liderliğe oynar çiçek parçacıkları ana binaya kalırsa bütün bunlar olağan şüpheli
sayılar kağıttandır, ıslanıp yırtılabilirler ama metal olan her şeyi satın alırlar Ortadoğu dahil sayılar genellikle kaza kurşunu bile sayılmazlar onlar cinayeti bir yürüyüşçünün üstüne atarlar
sonra sanat geldi ve ten yağmuru ve açlık grevine yatan iki kelime ah o kilolu evlerin içindeki duygu ıssızlığı vicdan haritasındaki kıpırtısız uyku öyleyse sanat evlere kurulan pusudur şimdi toplanıp koca ağızlarıyla içsesin ölümüne de kaza süsü verecekler
Metin Akdeniz
(26 Mayıs 2017)
11 notes · View notes
vienas · 2 years
Text
Papatya demeti istiyom
0 notes
ciceklihediye · 3 years
Text
Anneler günü hediye seti kupa bardak çiçek buketi papatya kolye küpe makrome anahtarlık
Anneler günü hediye seti kupa bardak çiçek buketi papatya kolye küpe makrome anahtarlık
Anneler günü için hazırlanmış olan hediye seti onu özel hissettirmeli. Anneler günü hediye seti içeriği: 1 adet çiçek demeti 1 adet papatya kolye küpe seti 1 adet makrome anahtarlık 1 adet canım annem kupa bardak.
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yoncaciceksanati · 3 years
Photo
Tumblr media
#🍀 #buket #💐 #demet #🌸 #kırmızı #🎈 #beyaz #papatya #🌹 #demeti #cipso #güzelliği #🍃 #özel #anlar #çiçek #sanatı #💫 #çiçekçi #çiçekçilik #şanlıurfa #urfa #🇹🇷 #urfaçiçekçi #şanlıurfaçiçekçi #📲 @yoncaciceksanati #👍🏻 (YoNca Çiçekçilik) https://www.instagram.com/p/CSCQaEYhZ25/?utm_medium=tumblr
0 notes