Tumgik
#yedi yüz elli altı
Text
Tumblr media
Menekşe sokaktaki bir genelevde tanıştık Bryce ile. O günden beri bazenleri entelektüel bir fahişe gözümde bazenleri ise kaderin beni benden alırken geriye bıraktığı kutsal bir hediye. Kağıttan gemiler yapıp yüzdürüyorum köprücük kemiklerinde. Dudaklarında her zamanki gibi siyaha çalan bir gülümseme ve gözlerinde kahvenin en açık tonunun dünyanın en güzel gözleri olabilmek için verdiği mücadele. Çok kadın tanıyorum örneğin onlarcası var Galata'ya açılan pencerenin altında sabahlara kadar düzüştüğüm. Kanayan yaralarına kan dursun diye bedenimi basıp mikrop kaptığında diz kapaklarındaki yaraların nazım ruhuna neşet okutan. Kadınlar tanıyorum, gidenlerin ardında kalan kallavi boşlukta kaybolmuş. Ve kadınlar tanıyorum, naftalin kokan duygularını unutmaya yüz tutmuş. Ama Bryce farklı; Tam altmış yedi kere "nasılsın" yüz seksen üç kere " iyi geceler" ve otuz sekiz kere "iyi ki varsın" dedi bana. Kırk iki bira, on üç tane 35'lik rakı içtik onunla. Dokuz şehir gezdik yanyaya. Altı kere kaçak bir şekilde trene bindik, sekiz kez otostop çektik. Elli iki film izledik, en sevdiğimiz şarkıyı döngüye alıp saatlerce seviştik. Kirpiklerini saydım tam otuz beş kere. Eğilip öptüm diz kapaklarından yüz yetmiş sekiz kere. Dudaklarını hissettim Bryce'nin sayamayacağım kadar çok kez ama hâlâ doyamadım öpmeye bu yüzden onu öpmenin hayalini kurarak uyuyorum her gece.
Okumanın, yazmaktan ve yaşamanın düşünmekten daha iyi olduğunu birçok kez deneyimledim. Okumak için bataklık olmuş, tenindeki parmak izlerini ve yaşamak için diz kapaklarındaki yaraların hislerinin adının Bryce olduğunu öğrendiğim o kadına gittim. Gülerek düzüştüğüm kadınları unuttum ama Bryce'nin en sevdiği şiiri belleğimden silemedim. Çok ten değdi tenime çünkü ruhumu Bryce'e teslim ettim. Şimdi nerede ve kiminlesin bilmiyorum ama kirpik sayın hâlâ aklımda çünkü evrenin penceresi gözlerine bakınca görünürdü tüm galaksiler.
1 note · View note
yalnzardc · 7 months
Text
EL-MÜSTENCİD BİLLAH EBU'L-MUZAFFER B. MUKTEFİ (H. 555-566)
Beş yüz yirmi sekiz senesinde doğdu.
Beş yüz kırk yedi senesinde babası onun veliahtlığı için hutbe okuttu.
EL-MÜSTAZİ' BIEMRİLLAH HASAN B. MÜSTENCİD BİLLAH (H. 566-575)
El-Müstazi Biemrillah; Hasan Ebu Muhammed b. Müstencid Billah'tur.
Beş yüz otuz senesinde doğdu.
Babasının vefat ettiği gün ona biat edildi.
Beş yüz yetmiş beş senesinin Sevval ayının başında halife Mübtedi vefat etti, Oglu Ahmed'e biat edildi.
EN-NASIR LİDİNİLLAH AHMED B. MÜSTAZİ BİEMRİLLAH (H. 575-622)
en-Nasır Lidinillah; Ahmed Ebu'l-Abbas b. Müstazi Biemrillah'tir.
Beş yüz elli üç senesinin Recep ayında dünyaya geldi.
Nasır'a babasının vefatında, beş yüz yetmiş beş senesinin Zulkade ayının başında biat edildi.
Altı yüz yirmi iki senesinin Ramazan ayında öldü.
EZ-ZAHİR BİEMRİLLAH EBU NASR B. NASIR LİDİNİLLAH(H. 622-623)
ez-Zahir Biemrillah; Ebu Nasr Muhammed b. Nasır Lidinillah'tır.
Beş yüz yetmiş bir senesinde doğdu.
Babasının vefatında elli iki yaşında halife oldu.
ez-Zahir halkına karşı çok iyilik yaptı; vergileri kaldırdı, haksızlıkları ortadan kaldırdı, ihtiyaç sahiplerine mal, para dağıttı.
altı yüz yirmi üç senesinin Recep ayında vefat etti.
Hilafeti dokuz ay ve birkaç gündü.
Altı yüz kırk senesinde Cemadiyelahire ayında vefat etti.
EL-MUSTA'SIM BİLLAH EBU AHMED B. EL-MUSTANSIR BILLAH (H. 640-659)
el-Musta'sım Billah; Ebu Ahmed Abdullah b. Mustansir Billah'tır. Irak halifelerinin sonuncusudur.
Altı yüz dokuz senesinde dünyaya gelmiştir.
Veziri abbasilerin yıkılıp yerine Ali sülalesinden birinin gelmesini istiyordu bu yüzden Moğollar ile anlaşma yapıyordu.
Sonra vezir Moğollara mektup yazıp ülkeyi almaları için onları teşvik etti.
Hülagu, halife ve Bağdat ehlini öldürdükten ve Irak'ta vekillerini bıraktıktan sonra çekip gitti. İbnu'l-Alkami, alevi bir halife (vekil) bırakmaları için uğraştıysa da onu dinlemediler ve önemsemediler. Onların yanında sıradan bir köle gibi şekilden başka bir şey olmadı.
Sonra altı yüz elli yedi senesine halifesiz girildi.
Hilafetin kesilme süresi üç buçuk seneydi.
4 notes · View notes
peistudiesturkish · 1 year
Text
Turkish Numbers
Sayı: number
Rakam: numeral
0-10
0 – sıfır
1 – bir
2 – iki
3 – üç
4 – dört
5 – beş
6 – altı
7 – yedi
8 – sekiz
9 – dokuz
10 – on
11 – 100
11 – on bir
12 – on iki
13 – on üç
14 – on dört
15 – on beş
16 – on altı
17 – on yedi
18 – on sekiz
19 – on dokuz
20 – yirmi
21 – yirmi bir
22 – yirmi iki
23 – yirmi üç
24 – yirmi dört
25 – yirmi beş
26 – yirmi altı
27 – yirmi yedi
28 – yirmi sekiz
29 – yirmi dokuz
30 – otuz
31 – otuz bir
32 – otuz iki
33 – otuz üç
34 – otuz dört
35 – otuz beş
36 – otuz altı
37 – otuz yedi
38 -otuz sekiz
39 – otuz dokuz
40 – kırk
41 – kırk bir
42 – kırk iki
43 – kırk üç
50 – elli
60 – altmış
70 – yetmiş
80 – seksen
90 – doksan
100 – yüz
100 – 1.000
100 – yüz
102 – yüz iki
155 – yüz elli beş
200 – iki yüz
202 – iki yüz iki
255 – iki yüz elli beş
300 – üç yüz
400 – dört yüz
500 – beş yüz
600 – altı yüz
700 – yedi yüz
800 – sekiz yüz
900 – dokuz yüz
1000 – bin
1.000 – 1.000.000
1000 – bin
1006 – bin altı
1046 – bin kırk altı
1846 – bin sekiz yüz kırk altı
2000 – iki bin
2846 – iki bin sekiz yüz
3000 – üç bin
4000 – dört bin
5000 – beş bin
6000 – altı bin
7000 – yedi bin
8000 – sekiz bin
9000 – dokuz bin
10.000 – on bin
100.000 – yüz bin
1.000.000 – bir milyon
Billion - milyar
Trillion - trilyon
6 notes · View notes
tanriningolgesi · 1 year
Text
EFSUN
Günahın bedeli en ağır günaha ödetilir. Günah var olmanın cezasını cehennemde yanarak değil, cehennem olup kendini yakarak öder.
Karayırtık Mahallesi’nin en Erdemli Sitesi’ndeyiz. Evde toplamda kırk altı duvar, bir zemin, sekiz dişi var. Bir insan, iki kedi, sekiz deli. Üçünü göz, beşini Efsun görür. Kediler bile Efsun’un faça atılmış zihninin yarığından, başka bir diyardan gelen varlıkları göremez. Yalnızca duyarlar. Kedilerin kulaklarına aynadaki yansımanın sesi bile dolar.
Zemin bilir, bu evde çok ayak bezdi. Her biri anlatmak isterdi zeminin bir ağzı olduğunu, dişlerini geçirdiğini. Ama hiçbir insan, ağzının dışında başka bir parçasının konuşabildiğine inanmazdı.  Bu eve giren zavallılar akıl suyunun içildiğini bile hissetmezdi. Çünkü gözle görülür hiçbir şey yoktu.  Oysa Efsun görülmeyeni görür, kediler duyulmayanı duyar, cinler girilmez yerlere girerdi. Bu ev, insanın kendi içinde hesaplaşamadığı her şeyi bilirdi.
Efsun geceleri, taze gömülmüşlerin mezarlarını kazıp duyularını emer; görülmeyeni görmek için gömülenin gözlerini yerdi. Bembeyaz, kırmızı geçişli, renkli boncuklar. Sararmış, benli, çatlak damarlı, görmekten kör olmuş gözler. Tüyü bitmiş diller. Kulaktan gireni yutmak için ısırılmış. Yutulamamış olanı çatlaklarının arasında saklamış bir yığın dil. Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Arapça, her dilde dönmüş ama hiçbir dilde  “bizler ve sizler” demeyi bırakmayanlar, şimdi hepsi dilsizler.
Ağzından çıkanı duymayanlar mezara girmeden yense. Yaşarken, o an konuşurken yenmiş olsa. Kedilerin şapırdatma sesini bir haklılık bastırırdı. Herkes haklıydı. Ağzı haklıydı, kulakları haklıydı, burnu haklıydı. Haklı kulakların sonu bir kedi bağırsağından geçer. Duymayan kulak işlevine geri döner. Ve yaşayanlar artık en az ölüler kadar işlevsizler. Onlar da bir gün gömülecekler. Kediler, hepsinin kulaklarını kulaklarına ekleyecekler.
Kendi pimini çekenler, bacaklarını bir sağ bir sol hareket ettirip ölüme kuryelik yapanlar, uzuvlarını bir bir kaybederler. Cinler kendine gelmeyenlerin uzuvlarını tek tek yer! Böylelikle zihinlerde dolaşıp putları kül ederler!
Efsun imanlıdır. Kireç tutmuş günahların porçözle çözülür olduğuna inanır. Yalandan çatlamış dilleri, duyan sağır kulakları, derisi günahtan tutulmuşları porçöze batırırdı. Günah kimyasal reaksiyonla insandan ayrılır, günahlarla duvarları kireçler, bitkilerini insan etiyle gübrelerdi. Porçöz bu evdeki her şeye sindi, onlarla yaşamayı öğrendi. Porçöz Efsun’a alıştı, Efsun porçöze. Porçöz artık Efsun’un gözlerinde!
Efsun her doğum gününde ağlar, kırk altı duvara kırk altı gün boyunca kendini asar, kurumaya bırakırdı. Bilirdi. Günah işlemek için gelmemişti, günahın kendisiydi. Günahın dünyaya gelmesine izin veren Tanrı, bunun günahını kendine yazsındı.
Günah işlendiğinin 9150. günü gözlerini gördüklerine yumdu. 25. yaş günün boynu koridorun sol duvarında incelip koptu. Babası kızını, günahını; günahının kedileriyle gömdü. Efsun topraktan ödünç aldığı tüm duyuları geri verdi. Efsun öldü. Bulunması kırk altı gün sürdü. Kediler ve cinler açlıktan öldü. Cinlerin cesedini kimse görmedi ama bir başka kedi duydu.
Duasız, Efsun iki kedi, yediği yüz yetmiş sekiz dil, üç yüz elli altı göz, üç yüz elli altı kulakla boşalttığı mezarlardan birine gömüldü.  Kimse ağlamadı. Sadece evi su bastı. Mezarlık yokuştaydı.  Kendini akıtan musluk mezara varamadan dağıldı.
Solucanlar Efsun’u yedi, Efsun’u yiyen solucanlar biliyordu: Efsun da bir solucandı, içine kıvrıldı, kıvrıldı, kıvrıldı. Boyut atladı. Küçük bir yumurtaydı, çatladı.
Kuş solucanı yedi. Kuş biliyordu: “Efsun da bir kuştu, sağanağa tutuldu. Havadayken boğuldu.”
Kuş kanında taşıdığı idrakla bir kedi tarafından yendi. Kedinin kulakları evdeki ölü cinlerin sesini duydu, kapıyı kırk altı gün boyunca tırmaladı. Kırk altı günün sonunda kapı konuştu:
“Efsun da kapıydı, duvarı yıkıldı.”
Kedi duvarın sesini duydu. Duvarda boynunun kırılma sesi takılıp kalmış, boynu zaman dilimi tanımamış. Duvar şahitti. Kırık olan her yanı bu evde kaldı. Efsun artık bir duvardı, kızıla boyandı.
Her insan dünyanın intihar hapının bir parçasıydı. Efsun biliyordu, zehir zehirdi. Kötü yoktu. İyi hiç. İnsan insandı. İnsan insan. Sadece insan, insandı.
Görebildiğinde insan insanlığını, kendi yarattığı iyiler ve kötülerle yargılandığında anlayacak, İsa’nın gözlerinin neden kanadığını.
Aklıyla kendini piramidin en üstüne koyanlar, aklından kaçacaklar. Boşluk da bir yere varır. Acıtmaz düşmek çakılana kadar.
İnsanın aklıyla örülen her duvar yıkılacak! İntihar insan etmeyecek! Ölmeyecek Efsun’dan sonra hiç kimse. Çünkü yaşamadı ondan öncekiler de.
O ev birilerinin yuvası olacak. Efsun’un kırıkları çatırdayacak. Duvardan ses geldiğine ailenin en küçük çocuğu yemin edecek. Babaannesi cin diyecek, cin, bir nas bir kulhuvallah. Allah çocuğu Efsun’un kırıklarından koruyacak ama Efsun’u efsunluğundan kimse kimse kimse.
5 notes · View notes
baybaykus · 2 years
Text
AKIL BEDENİ TERKETMİŞ
Dolar,
On dört doksan bir,
Euro,
On beş seksen bir!
Küçük bir azınlık,
Ülkenin,
Bal kaymağını,
Yerken,
Büyük çoğunluk,
Eve ekmek götüremiyorsa,
Kimse,
Adaletten,
Şükretmekten,
Bahsetmesin!
Yirmi senedir,
Ülkenin ürettiği,
Tek şey!
Devletin,
Milletin,
Arazilerine çöken,
Arabalarda pudra şekeri çeken,
Dar paçalı,
Şebekler,
Oraya buraya ,
Atıp tutan,
Ukalalar len!
Maaşını ödediğimiz,
Adam bile,
Bize,
Dangalak diyor,
Bunların ağızları,
Tuvaletten beter!
Ülkeyi,
Soyup soğana çevir,
Allah de!
Öldür katlet,
Kader de!
Tecavüz et,
Rızası var de!
Yolsuzluk yap,
Caiz de!
Bok sizde,
Temiz be!
Karl Marx!
Patlıcan,
İki bin yirmi bir nisanda,
Altı lira,
İki bin yirmi iki nisanın da,
Kırk üç lira,
Açlık kapıda!
Aya gidiyoruz,
Dediklerinden beri,
Ay sonunu,
Getiremiyoruz,
Be usta!
Otuz liraya,
Sigara mı olur?
Diyorduk,
Oldu mahşallah!
Yakında,
Elli lira da olacak,
İnşaallah!
Gözü bağlı,
Adalet hanım denilen,
Kız,
Kılıcını,
Ve terazisini,
Kaybetmiş!
Bulan,
Veya gören,
Var sa,
Haber versin!
Ali Erbaş,
Bayramda yine,
Kılıç ile,
Mimbere çıkmış,
Yoksa,
Adalet hanımın,
Kılıcını mı çalmış?
Kırmızı ışıkta,
Geçene,
Dört yüz yirmi yedi lira ,
Ceza verip,
Sınırdan,
Kaçak geçene,
Maaş veren,
Tek ülkeyiz ya!,
Ne adalet ama!
Don lastiği,
Satan,
Vezir oluyor,
Kantincilik yapanda,
Padişah oluyor,
Hey yavrum hey!
Akıl bedeni terk etmiş,
Yetkililerde,
Edepsizliği eline almış,
Be kardeş!
Hey millet!
Ayçiçek yağı,
Şehvet uyandırıyormuş,
Hoca bunu,
Camide vaaz da söylemiş,
İyi mi?
Bu ülke,
Askerde,
Kantine bakanı,
Ekonomist yaparsa,
Bizim mahallenin bakkalı da,
Pirince taş katmakla,
Profesör olur ya!
Batırdığı gemiye,
Tekrar kaptan olsun diye,
Aynı kişiye,
Destek verenlere,
Batan geminin,
Malları denir,
Durum budur!
Gazeteci,
İsmail Saymaz,
Diyor ki,
Aptalları kandırma partisi,
Oyu fakirden alıyor,
Kıyağı,
Zengine yapıyor,
Doğru söze ne denir?
Haydi hayırlı işler!
Yuvasız kuş
İsmail Kızılay/Altınoluk
08.05.2022
2 notes · View notes
jjetnetcomtrr · 3 months
Text
Tumblr media
Daha yedi yaşlarında babamın çiftliğinde Traktörle çift sürüyordum,
Traktör, makine ve ekipmanlarına merakım daha o yaşlarda başlamıştı.
Öğretmen Okuluyla birlikte Çınarlı Meslek Lisesinin Radyo-Elektronik bölümünün gece eğitimini bitirdim.
Öğretmen okulunda öğrenciyken müdürümüz Tevfik Elmas'ın teşvikiyle, tarihte ilk defa Radyo-Elektronik kolunu kurdum.
19 yaşımda bir dağ köyüne tayin olduğumda, bilgilerimi hayata geçirmeye can atıyordum.
O yıllarda Grundig marka transistörlü radyolar dokuz yüz, öğretmen maaşı da dört yüz elli liraydı. Yani bir transistorlu radyo iki öğretmen maaşına, bu günkü değeriyle altı bin liraya satılıyor, milletimiz düpedüz soyuluyordu.
İzmir Çankaya Caddesinde elektronik hurdacıları vardı. Atılmış radyo kondansatörleri radyonun kalbidir, gerisi kolay,,
Hurdacıdan aldığım parçalarla bir radyo otuz liraya mal oluyordu.
Öğretmenlik yaptığım dağ köyünün elinden marangozluk da gelen muhtarı İrfan, muhtarlık binasında bana yer verip bir de çalışma masası yaptı.
İşe koyulup radyo elemanlarını monte ettim. En sona hoparlörü kalınca, muhtara; -“Tut şu kablonun ucunu, hoparlörün dibine değdir” dedim.
Değdirdiği gibi oyun havaları patladı, Ankara radyosu çalıyordu !
Muhtar radyoyu kapıp sevinçle dışarı fırladı; -“Öğretmenimiz radyoyu icat ettiii !” diye bağırarak köy meydanındaki kahveye koştu. Köylü merakla kahveye doluştu. -“Üleen dokuz yüz gaymelik iş bu muymuş” diyorlardı.
Onlar; -“Öğretmenimiz radyo icat etti “ dedikçe, Ben -“değil başkası icat etti , ben imal ettim” diye uyarsam da, onlar inatla, -“Sen icat ettin” diyorlardı.
Önce muhtara, sonra da köylülerime radyo yapmaya başladım.
Muhtar radyolara kutu yapıyor, hoparlör çıkışının deliklerini açıyordu.
Kutunun yan tarafındaki kondansatör düğmesinden arama yapılıyor, skala olmasa da istasyonlar pekala bulunuyordu.
Kimseden para da almıyordum ama onlar da çeşit ikramla memnuniyetleri gösteriyordu,
Radyoya kavuşmaktan herkes çok mutluydu.
Bir gün, bizim Uzun Memet radyosunu ağaca asmış tarlada çalışırken, devriyeye çıkan jandarma başçavuşu görüp yakalamasın mı, - Nedir ülen bu? - Radyo başefendi. - Böyle radyo mu olur ülen? -Öğretmenimiz icat etti. - Neee, kaçak radyo yapmış, tut onbaşı, zabıt tut !
Zaptı tutmuşlar. O yıllarda öğretmenlerin milletvekili gibi dokunulmazlığı vardı. Jandarma ya da polis karakoluna çağıramazlar, Milli Eğitim Müdürü ifade alır, gerektiğinde savcılığa sevk ederdi.
Milli Eğitim Müdürümüz Ahmet bey, öğretmenimiz bana bir uğrasın diyecek kadar kibardı, yanına varınca beni alıp kaymakama çıkardı ve; -“O muhteşem mucit bu ! “ dedi ve kaymakam da suçumu yüzüme tebliğ etti.
Radyoların yıllık vergisi vardı ve vergi kaçakçılığı nedeniyle radyo başına para cezası kesiliyordu.
İzinsiz radyo imal etmek de casusluk gibi bir şeydi, yani sonu hapis cezası.
Savcılığa sevk etmemek için, önce takdir edip, sonra bir sürgün cezası ile işi kapatarak, Ödemiş, Bozdağlar'daki Kızılkeçili köyüne sürgün ettiler,
Soruşturma kapanmış ama yurdumun geri kalmışlığının yaraları kapanmamıştı.
Bahar aylarında Bozdağlar'a geldim, İsviçre gibi bir yer, Bozdağlar'ın tepesinde son köy Karakeçili, buradan öteye sürülecek yer yok,
Köyü gezerken, içinde alabalıkların oynaştığı dere boyunda terk edilmiş üç su değirmeni gördüm. Elektriklisi çıkınca, bunların pabucu dama atılmış, Birinin suyu var, kapağı kapatınca tribünden çıkan su insana çarpsa parçalar,
Yazık boşa akıyor, O yıllarda hiç bir köyde elektrik yok, Hafta sonunu dar ettim,
İzmir Sanayi Bölgesinde Manisa'lı Ahmet Tütüncüoğlunu buldum, Derdimi anlatınca yardımcı olup, jeneratör için gerekli parçaları bulmamı sağladı, alternatör , voltaj aralığı sağlayan kolektör ve kondüktör, jeneratörün miline monte edilecek kayış ve tribün kanatlarını kaynak yapacağım değirmen çarkı.
Ahmet bey, o iyi yürekli insan, hepsini köyüme kadar kendi cipi ile getirdi.
Bir kaç günde montajı tamamladımKöy kahvesine, okuluma, camiye ve köy meydanına kılavuz aydınlatma için kablolar çektim.
Açılış için akşam karanlığını seçtim. Köylü merakla toplanmış bakarken, suyun kapağını açınca, ortalık gündüz gibi aydınlık oldu.
Suyun gücü neredeyse on beş köyü aydınlatacak elektriği üretebilirdi. Köylü sevinçten çığlık atıyordu. -“Sakın öğretmenimiz icat etti diye kimseler söylemeyin, başıma iş açarsınız” diye hepsine tembih ettim.
O gece devreyi hiç kapatmadım, nasıl olsa bedavaydı, Sabaha kadar efeler zeybek oynadı, kimi duayla, kimileri rakı içerek karanlıktan kurtuluşu kutladı.
İki gün sonra basıldık. Tüm ilçe jandarması köyü basmıştı. - Emir aldık, sökün bunları yoksa fena olur, Söktük.
Kasabaya indim ve -“Sizin mevzuatınıza da, palavra eğitiminize” diyerek istifamı verdim Oradan denizlere açıldım.
Önce telsiz ve güverte vardiya zabitliği, ardından süper tanker süvariliği.
Yıllar sonra memlekete döndüğümde gördüm ki, değişen bir şey yoktu, sığırlar yine aynı yerde otluyorlardı,,
(Öğretmen Nedim ÇAKMAK) 
0 notes
elazigsurmanset · 10 months
Text
Emekliye yapılan zam zulüm niteliğinde..
Tumblr media
MAĞDUR OLMAYAN EMEKLİ OLDUKTAN SONRA GELİP ÇALIŞMAZ Emeklilere yapılan zamları yetersiz bulan Fethi bulut  “Yapılan zammı yetersiz buluyorum. Tek kelimeyle yetersiz. Sizin en az bir asgari ücret fiyatı varsa yani emeklinin de bir asgari ücret maaşı alması lazım. Bizler emekliler olarak gerçekten mağduruz. İşin gerçeği bu. Mağdur olmasa gelip burada bu çay ocağını çalıştırmazdı. Bu yaştan sonra gelip çalışmaz yani. Yani onun için ben emeklilere yeterli bulmuyorum şahsen. Anlatılmayacak şekilde düşük. Emeklilerin birçoğu da yani bu konuda sıkıntılıdır. Sıkıntı da çekiyorlar söyleyeceğim bu. VERGİLER HARÇLARA YAPILA ZAMLAR BELİMİZİ BÜKTÜ Emekli fethi Bulut konuşmasına şöyle devam etti ; “Vergilere gelince zaten vergi bizim belimizi kırıyor. Yani hiç şey olmayacak vergiler var. Biz çok sıkıntılıyız. Biz vergilere gelen zammı daha şey buluyoruz yani. Yetersiz bu şey fazla buluyoruz yani açıkçası. Alım gücümüz yok denecek kadar düşük. Her şey ateş pahası bu durumda ne alım gücü olacak şimdi. Yedi bin beş yüz lira alan bir adam ne aldım gücü olabilir? Ben sana soruyorum. Şimdi bir ay iş yapmazsan ne yapabilirsin? Yedi bin beş yüz lira alıyorum. Şu anda ben Elâzığ depreminden bu yana çadırdayım. Bak bir ev dahi yapamıyorum Evi yapmak için tarlamı satılığa çıkarmışım. Şu anda tarlayı satamıyorum. ”dedi. EMEKLİ ABDULSAMET GÜVEN: Elektronik bölümü mezunu Abdulsamet Güven; “tek isteğimiz eşit bir zamdı. Devlet emeklilerini üzdü” diyerek şöyle konuştu; “Ben yaklaşık altı yıldır emekliyim. Otuz sekiz yıla yakın devlette memur olarak görev yaptım elli yaşından sonra gidip üniversiteyi okuyup ön lisans mezunuyum. Elektronik bölümünü bitirdim. Daha önce asgari ücretlinin yaklaşık iki buçuk üç katı kadar maaş alırken şu an asgari ücretli benden fazla maaş alıyor Ondan sonra maaş yetersiz. Çalışanlara yüzde seksen altıya kadar zam verilirken, emekliye yüzde yirmi beş zam verilmesi kabul edildi. Beni üzdü yani. Tüm emekleri üzdü. Eşit bir zam istiyorduk. Biz de en azından yüzde otuz beş kırk civarında değil de yüzde seksen altı civarında bir zam almış olsaydık belki biraz rahatlardık. KENDİME GÖRE İŞ BULURSAM ÇALIŞIRIM “Şu an maaşımla zor geçiniyorum. Ama iş bulsam bu yaştan sonra çalışırım. Yani iş bulsam çalışırım. Daha rahat yaşamak için istediğim canımın çektiği bazı şeyleri alabilmek için maaşım yetersiz. Bunlardan feragat ediyorum. O piyasadaki vergiler de çok aşırı yüksek. Daha önce bu kadar yüksek vergiler falan çıkmamıştı. Ekstra vergiler, KDV olsun Şimdi gelen bu zamlar ulaşıma ondan sonra gıdaya KDV olarak tabii vatandaşa emeklilere yansıyacak. Onları Şimdi gelen bu zamlar ulaşıma ondan sonra gıdaya KDV olarak tabii vatandaşa emeklilere yansıyacak. Onları Biraz maaşım yani fazla yüksek değil de asgari ücretten düşük olduğu için benim çocuklar da hepsi çalışıyor. Fazla da bir nüfus olmadığı için ev kirası da vermediğinden dolayı zor geçiniyorum. Biraz maaşım yani fazla yüksek değil de asgari ücretten düşük olduğu için benim çocuklar da hepsi çalışıyor. Fazla da bir nüfus olmadığı için ev kirası da vermediğinden dolayı zor geç ama mümkün değil. Yani emekli maaşıyla para biriktirdiği bir araba alamıyorum. Yani ben de isterim. Rahat tatil yapayım. Ondan sonra bazı insanlar gibi gideyim ondan sonra dolaşayım. Onu yapamıyorum. EMEKLİ TALAT DİLEK; Bugünkü Türkiye gündeminde olan bu vergilere yapılan zamları ben beğenmiyorum. Şöyle ki çok yüksek. Can yakıyor. Onun için memnun değiliz ikinci soruma geçiyorum o zaman. Her şeye zam geldi. Telefon, un, simit, kira, kredi faizleri. Piyasaya gelen zamlar zaten onlar bugün geçim sıkıntısı çekenleri daha çok zora sokuyor şu an ben emekliyim. Yedi bin beş yüz TL emekli maaşı alıyorum. Emekli olduğum halde burada gelip gene çalışıyorum. Çünkü maaşım bana yetmiyor. Geçinemiyorum Zamlar da bunun artık üstüne tuzu biberi oldu. Şu an geçim sıkıntısı çekiyoruz. 63 YAŞINDA EMEKLİYİM HİÇBİR UMUDUM YOK Çok düşük. İstediğimize ulaşamıyoruz. Yani etini, balığını, tavuğunu, sebzesini rahat bir şekilde yiyemiyoruz. Çünkü maaşımız yeterli değil. Maaş yetmiyor bize. Ev kiraları çok yüksek. Bir hafta önce oturduğum mahallede bir eve yeni bir eve taşınmak istedim. Beni tanıdıkları halde yedi bin TL kira istediler. Şu an bulunduğumuz binada benden yedi bin TL kira istiyorlar. Ev kirası. Onun için Allah hepimizin yardımcısı olsun hayat çok zor. Geçinmek çok zor. Ben altmış üç yaşındayım. Bu saatten sonra benim artık hiçbir umudum yok. Allah gençlere yardım etsin görmüş geçirmiş bir insan olarak da sonuçta Türkiye ilk defa böyle bir şey yaşamıyor. Hani önceki yıllara nazaran bunu ilk defa yaşıyoruz. Geçmiş yıllarda da biz tabii biz devalüasyon gördük, zam gördük, depresyonda yüksek enflasyon gördük ben yüzde yetmişle Ziraat Bankası'ndan hayvancılık kredisi aldım. Besi yaptım, para kazandım. Şimdi sıfır faizle veriyorlar, kimse para kazanamıyor. Yani bunun beterini görmedik. En kötüsü bu. Yani dibi gördük diyebilir miyiz? Evet, dibi gördük şu an dibi gördük. On beş yıllık emekli Mehmet Nuri ÖZ ise yapılan zamlar hakkında şunları söyledi; Emeklilere yapılan zammı bir zulüm olarak görüyorum. Canları istediği şekilde yorum yapıyorlar. İstediğimiz zaman düzenliyorlar. Bugün bir asgari ücretli, nasılsa onların cebine çıkmıyor, vergi alacaklar diye Hemen içse de iyi şekilde uygulayalım. YAPILAN ZAM EMEKLİYE ZULÜM NİTELİĞİNDE Senede yüzde elli, yüzde altmış yüzde yüz yapsınlar ama gerçek manada bu emekli de bu vatandaşı bu vatandaş vergi ödemiş ya şekilde çile çekmiş ama bugün onları bir dilencilik haline düşürüp de altmış beş yetmiş yaşında sonra tekrar gelip çalışmaya benim gönlüm razı olup değildir. Ben emekli olarak emekli maaşı alsam da almasam da benim iş yerim vardı sıkıntım yok. Ama gerçek manadaki yalnız emek, emeklilikle geçirenlerin gerçekten şu anda yani onlara yapılan bir zulüm olarak kabul ediyorum evet. BİZ SADECE TEMEL İHTİYAÇ ZAMLARINI KONUŞUYORUZ Sadece ekmek, temel ihtiyaçları konuşurken devletin yaptığı zamları niye konuşmuyorsunuz? Bu konuda önce yapılan vergi zammı. Ne yaptın burada? Yapılan zamlı. Yapılan benzin zammı, mazot zammı, gübre zammı, zam, zam, zam, zam. Sadece bu her gün taşımacılık yapan ve emek karşılığında yapılan işleri eğer zam gelmişse bu da zam değildir. Ben bana göre zam değil. Gerçek zamların durabilmesi için önce mazot, elektrik tamam mı? Doğal gaz, gübre, bunların zammı durdurulması lazım. Bugün bunları, bu zamlar durmadan Bir ekmeği tutturamazsın. DENETİMSİZLİK SORUMSUZLUK ALDI BAŞINI GİDİYOR Sözlerine şu şekilde devam eden Mehmet Nuri ÖZ ; Çiftçi neyle o üretimi yapıyor? Mazotla. Neyle taşıyor getiriyor? Mazotla. Kim? İnsan emeğiyle çalışan bu insan Bugün bir ayın üç yüz lira, iki yüz elli lira, yüz kırk ağaç çalışan bugün yedi yüz lira işe gitmiyor. Şu anda bir işletme sektöründe bin beş yüz lira Antep'e adam gibi çalışıyor. Bin beş yüz lira ve kendisi daha üç yüz lira. Bir emekle çok görülüyor. Bu işkence değil de nedir? Bu nazikçe bir işkencedir. Bu benim şahsi düşüncemdir. Bugün dünyada uluslararası böyle baksınlar. Gıdada yüzde kaçtır vergi? Temel gıda maddelerde yüzde kaçtır. Dün gıdada yüzde birken bugün yüzde on. Yani malya gelen yetkili kemik kafasına göre ayarlama yapıyor. Artık daha bunun ismi zam falan değil. Bunun ismi sadece fiyat ayarlaması yani bugün bu yapılan ayarlamalar insanların direkt neresine? Mutfağına. Nereye? Cebine. Nereye? Çarşıya. Gidecek arabasının yakıtına yansıyor. Bu da bu vatandaşın yarı simidine, ekmeğine altmış beş liraya sattığımız bir ben marketçilik yapıyordum. Altmış beş liraya satılmış Bir peynir şu anda sekiz yüz elli lira. Sekiz yüz elli lira. Altmış beş lira. Daha iki sene. Yani onun için bunlar bunları piyasa denetimsizlik kavruluyor. Zam bekliyorduk ama bu kadar değil. Ben bunu çok çok daha aşırısıyla bekliyordum da bekleyeceğim de. Neden ben burada? Aynı bu çay ocağında demiştim. Bir ekmek on lira, on beş lira olacağını. Bazı arkadaşlarımız şu anda burada oturanlar da vardır. Ya olur mu diye üç lira. Doların şu an yirmi yedi değil. Otuzu bulacağını demişim. Yani bugün yirmi altı. Otuz demişim. Ne yapıyorsun? Ve o dolar veya Euro otuzu geçeceğini demiştim. Arkadaşlar benimle dalga geçtiler. Şükür her gelen kendi kafasına göre bir, biri yazı, biri bozuyor, biri yazı, biri bozuk”. İfadelerini kullandı. Read the full article
0 notes
gulsum64gb · 2 years
Text
Sektörde saat Amacıyla En Güvenilir Firmalar
Dünyanın her yerinden koparılıp burada toplanmış son derece pahalı saatler var. Bilgilerini, kalitelerini ve özelliklerini okuyun. Bu saatler dünyanın en pahalı saatleri.
İlk bahsedilecek olanın adı; Joaillene 101 Manchette. Bağlantılara yerleştirilmiş sistematik olmayan bir dizi cilalı mücevherdir. Yüce Kalibre 101'i gizler. Bu kol saatinin kasasında ve çevresinde 576 pırlanta bulunur. 18 ayar beyaz altın ve oniksli versiyonlarda 400 pırlanta ve 11 oniks kabin okonu var. Bu saat kesinlikle çok etkileyici görünüyor ve o kadar nadir ki bir fiyatı bile bulunamadı.
Vacheron Costantin'in Tour de I'lle modeli de kayda değer bir saat. 2005 yılında yapıldı ve şimdiye kadar yapılmış en karmaşık çift yüzlü saat. Yedi adet sınırlı sayıda üretilmiştir ve 834 parçadan oluşmaktadır. Bu saat, 18 ayar gümüş altın kadrana ve pembe altın tokalı elle dikilmiş timsah derisi kayışa sahiptir. Bu kol saati aynı zamanda 16 noktayı içeren norolojik ve astronomik göstergeler içerir ve bunlar; dakika tekrarlayıcı, gün batımı saati, sonsuz takvim, ikinci saat dilimi ve turbilyon cihazı.
Big Bang Chronograph, Hublot tarafından yapıldı ve benzersiz bir elit saat olarak geliştirildi. Görünmez bir ayar içerir ve malzemeye bakmak için neredeyse görünür. Elmaslar her yerdedir ve her açıdan ışıl ışıldır. Bu tek saatin maliyeti bir milyon dolar.
Classical Billionaire Tourbillion, 850 pırlanta ve iskelet kadranı, iskelet akrep ve yelkovanı içeren paha biçilmez bir saattir. Elle kurmalı ve 90 saatlik güç rezervine sahip ve Caliver CO-372 özelliğine sahip. Sadece on parça yapıldı, bu da onu zengin bir anlaşma haline getirdi.
Tarihin bir parçasını yanınızda taşımanıza izin verecek gerçekten harika bir saat arayanlar için bundan başkasına bakmayın. Adı Titanik. Bu saat İsviçreli bir kuyumcu tarafından Titanik gemisinin gövdesinden yapılmıştır. Saatteki metal, gemi inşa çeliğinin bir karışımıdır ve kasayı yapmak için kullanılır. Siyah kadranlar, Titanik'in fırınlarında yakılan geri kazanılan kömürün seramikle kaynaştırılmasıyla yapıldı.
Bahsedilecek son saat Breguet tarafından üretilen Breguet Double Tourbillion olarak adlandırılıyor. Bu saatin yüzünde güneş sisteminin bir görüntüsü elle oyulmuştur. Mavi çelik ve Breguet ibreler ile %95 saf platin kasadır. Kollar yay içermez ve elle sarılır.
Bunun gibi saatler arasından seçim yapabileceğiniz için seçim süreciniz zor olabilir. Her saat birbirinden çok farklı şeyler içeriyor ve her biri nefes kesici. Bu saatleri tasarlamak ve elde yapmak için harcanan özen ve zaman, bir tane satın almanın maliyetine neredeyse değer.
Uygun fiyatlı kaliteli İsviçre saati olarak faturalandırılan Lucien Piccard saatleri, dünyada en çok aranan saatler arasındadır. Kraliyet, devlet adamları ve ünlüler tarafından giyilirler. Şirket 1923'te kuruldu ve kalite ve mükemmelliğe olan bağlılığını sürdürmeye devam ediyor. Bu seçkin saatler gururla giyilebilir ve o kadar iyi yapılırlar ki genellikle çocuklara ve torunlara geçerler. Şirket başlangıçta hem erkekler hem de kadınlar için yenilikçi tasarımlara sahip 14 ayar ve 18 ayar altın saatleri ile tanındı. Geniş bir koleksiyon yelpazesi sunarlar, bu nedenle tarzınıza ve cüzdanınıza uygun bir Lucien Piccard saati bulmak çok kolaydır.
Lucien Piccard saatlerinin 14 ayar altın Jubilee Koleksiyonu'ndaki her saat 14K sarı veya beyaz altından yapılmıştır. Detaylar çok zarif. Bu koleksiyondaki kadınlar için Allure, 14K sarı altından yapılmıştır ve saatleri işaretleyen ve bileziği kaplayan ışıltılı elmaslara sahiptir. Sedef kadranı içerir ve zarif ve zengin görünümlüdür. Bütün bu güzellik ve yaklaşık üç yüz elli dolara satın alınabilir. Bu koleksiyondaki erkek saatlerine bir örnek, 14K altın çerçeveli erkeksi siyah kayışlı paslanmaz çelik saattir. Siyah bir kadran ve kare elmas saat imleri içerir. İsviçre kuvars mekanizmasına sahiptir ve suya dayanıklıdır. burayı kontrol et Fiyatı yaklaşık altı yüz elli dolar.
Fiyatı yaklaşık yüz elli dolar olan Lucien Piccard kadın saati 26023D model numarasına sahiptir. Bu saat, İsviçre kuvars hareketine sahip iki tonlu altın kaplamadır ve kadranda on bir elmas işaretleyici içerir. Yaklaşık aynı fiyata bir erkek Lucien Piccard saati model numarası 27022RUB4'tür. Bu saat paslanmaz çelikten yapılmıştır, çizilmeye karşı dayanıklıdır, beyaz sedef kadranlı koyu kızılcık deri kayışı vardır ve dört yakut saat imleri içerir. Çok erkeksi ve zengin görünümlü.
Lucien Piccard saatler 14K Jubilee Koleksiyonu'na ek okumaya devam et olarak başka koleksiyonlar da sunuyor. Lexington Koleksiyonu, yuvarlak kadranlara sahip bir kronograf saat grubudur; Prestige Koleksiyonu çok gösterişli ve bu koleksiyon öncelikle yuvarlak kadranlı paslanmaz çelik saatlerden oluşsa da, bazılarında serme pırlantalı deri kayışlar da bulunuyor.
Bunlar, mevcut olan çok çeşitli Lucien Piccard saatlerine sadece birkaç örnektir. Bu ünlü üreticinin bir parçası ile herhangi bir kıyafeti giydirebilirsiniz. Bu saatlerle ilgili güzel olan şey, birçoğunun bir takım elbise ile eşleştirildiğinde, bir kot pantolonla giyildiğinde olduğu kadar iyi görünmesidir. Aralarından seçim yapabileceğiniz geniş bir koleksiyon ile ihtiyaçlarınıza en uygun saati bulmakta zorlanmayacaksınız.
1 note · View note
bitimsiz · 3 years
Text
Seni yeni güne bağlayan sebepler.
Bazen.
Geçmişin.
48 notes · View notes
yantekerlek · 3 years
Text
birinin tavırlarından hoşlanırsam yamacında dolanırım, gördüğümde mutlaka temas kurarım. okula yeni bir hoca hanımefendi geldi. adını bilmiyorum dnfkfk. ama aramızda müthiş bir çekim oluştu. birbirimizi gördüğümüz yerde yapıştırıyoruz selamı sabahı, hal hatır sormayı. asansörde karşılaştık bütün dış etkilerden uzağız. yine selam sabah. hanımefendi direkt duygularını açtı. duyguyu çatır çatır ifade etmek en sevdiğim. hayırlı duygular bana ifade edilirse egocuğum, ruhum, keyfim, neşem bin beş yüz altı yüz seksen bin yedi yüz elli zaten. insanın sizi görünce içi açılıyor dedi. eridim eriyen kısımlarım giriş katta kaldı. bezle almışlar görevliler. değişik bir enerjiniz var dedi. karşılıklı ya valla klişe değil dedim. al gülüm ver gülüm. ver gülüm al gülüm. sonra indi asansörden. e ben size kakaolu süt almaz mıyım? iki elmamdan birini 3 poğaçamdan birini size vermez miyim?
birinin tarzı, tipi, gülüşü, duruşu hoşunuza gidiyorsa söyleyin Allah rızası için. iki içimiz açılsın eriyelim sağa sola dökülelim ya. yüzüne karşı övmekten yıkamak yağlamaktan bahsetmiyorum. abartmayalım. ama söyleyelim sevdiğimiz sevindiğimiz şeyleri. ya da siz bilirsiniz.
16 notes · View notes
nesrin-c · 4 years
Text
Tumblr media
Gülistan`ın Son Dansı
Ben annemin karnından bebek olarak değil, kadın olarak doğmuşum; iki kilo yedi yüz elli gram ağırlığında, kırk sekiz santimetre boyunda bir kadın! Ne annem, ne babam, ne ninem, ne de dedem isim koymak istememişler bana. Ebeme demişler, “bacım sen koyuver bir isim” diye. Kucağına almış beni ebem, öpüp koklamış, “gül kokulu bebeğim” demiş, “gül bahçesi gibi olsun ömrün, senin ismin Gülistan olsun” demiş.
Annem sevişmek istemiş babamla yalnızca, babam da öyle. Sizin anlayacağınız, döl israfıyım! Döl israfı her kız çocuğu, dünyaya kadın olarak gelir; bebekliğini bir iki gün, çocukluğunu ise en fazla üç beş gün yaşayıverir. Pek hoş geldiğim söylenemez dünyaya, ama gelmiş bulunmuşum…
Ben doğmaya yakın evlenmiş annemle babam. Ne güzel sevişiyorlarmış oysa, akıllarına evliliği ben sokmuşum! Annem demiş ailesine, “hazır değilim evliliğe de, anneliğe de.” Babam da demiş ailesine,” bu ne lan şimdi, evlenmesek de, çocuk doğduğunda onu direkt yuvaya mı versek?” “Çevre kınar” demişler bizimkilere, “konu komşu ne der?” demişler. Doğrusu beni koruyup kollamak konusunda çok samimiymişler! Bir çükle bir vajina, doğduğum gün benim minicik kalbimin şirinliğini görmemişler.
Ay ne terbiyesizim değil mi, neler saçmalıyorum annemle babamla ilgili! Baktım sevileceğim yok, bağra basılacağım, kucakta güleceğim, uyuyacağım yok, bağışlayıverdim daha bebekken annemi de babamı da. Kendimin annesi babası olmaya karar verdim beş yaşında, kendimin ablası ve kardeşi. Evcilik oynardım tek başıma. Bütün aile bireyleri bendim; anne, baba, abla, kardeş, hatta dayı, hala ve kuzen. Kalabalık bir aile yarattım kendi içimde. Oyunlarda düşlediğim ev tek odadan ibaretti. Küçücük bir odada beni çok seven koskocaman bir aile; anne kokusuydum, baba gülüşü, kardeş sıcaklığı ve daha nicesi…
Renkleri öğrenmeye başladım kendi kendime. Herkesin “yeşil” dediğine, ben “mint yeşili” diyordum, herkesin “mavi” dediğine, “o mavi değil, buz mavisi tamam mı!” İlkokulda öğretmenim çağırdı beni yanına bir gün, “Gülistan” dedi bluzunu göstererek, “bluzum ne renk?” “Mercan kırmızısı” dedim, “ama Venedik kırmızısı bir bluz da yakışır size.” “Mercan kırmızısını nereden biliyorsun Gülistan?” diye sordu, “Venedik kırmızısını ilk senden duydum.” “En sevdiğim renklerden biri de İran kırmızısı” dedim gülümseyerek. “On yaşındasın Gülistan” dedi, “benim bilmediğim renkleri biliyorsun!” “Ben renkler içinde kayboldum öğretmenim” dedim, “renklerden başka kaybolacak bir yerim yok, renkler benim arkadaşım, canım ciğerim ve sığınağım.” “Ruhun rengarenk Gülistan” dedi, “karbon siyahı” dedim, “benim ruhum karbon siyahı, ama o siyahlığın içinde mandalina sarısı bile var, kimse görmüyor bunu” dedim. “Renklerinden öperim seni çocuk” dedi öğretmenim, beni usulca yanaklarımdan öpüverdi…
Renklere tutundum ben ömrüm boyunca, tınılara, danslara. Kızılderili müzikleri dinledim ve Kızılderili burçlarına inandım! Ben 25 Ocak doğumluyum. Burcum kova değil, su samuru! Bir Kızılderili burcudur su samuru, en belirgin özelliklerinden biri de uzak ülkelere gitmeye eğilimli olmadır. Ben zaten kendim uzak bir ülkeyim kendi içimde. Keşfedilmeyi bekleyen doğal güzelliklerim ve yeraltı zenginliklerim var; şefkat gibi, özgürlük gibi, aşk gibi. Şefkatten öte doğal güzellik mi var ayol, aşktan öte yeraltı zenginliği mi var? Aşk niye yeraltımda saklı bilir misiniz? Eli yüzü kömür karası bir madenci sabrında ve emeğinde bulunacağı için. Aşk paklamaz hiç kimseyi. Kirletir aşk, dağıtır, bölüp parçalar. Dağılan parçalarınızı yeniden bir araya getirdiğinizde, bütün parçaların renkleri daha inceliklidir artık ve siz o incelikli renkleri duyumsarsınız kendinizde. Sizin yeşil bildiğiniz parçanız fıstık yeşilidir mesela, pembe bildiğiniz parçanız fuşya rengi, mor bildiğiniz parçanız liladır. Aşk, bedeninizin ve ruhunuzun ayrıntısıdır, aşk ayrıntılarda saklıdır! Bunu bilmek size ne kazandırır bilir misiniz? Hiçbir şeyi dümdüz görmezsiniz, dümdüz duymaz, duyumsamaz, yorumlamazsınız. Ruhunuzun ve ömrünüzün renkleri daha ayrı, daha nettir. Aşıkken yüzleşirsiniz kendinizle, kendinizle yüzleştikçe bütünleşirsiniz iç aleminizle. Aşkın da bir matematiği vardır ve dört işleme dayanır; kirletme, dağıtma, netleştirme ve bütünleştirme. Döl israfı bir kadının aşk tarifi böyledir işte…
Aşçılık yaptım yıllarca. Beş yıldızlı otellerde ya da lüks restoranlarda değil elbette; esnaf lokantalarında en çok. Tabldot menülerdeki pirinç pilavının soğukluğunda geçti yıllarım. Yalnızca aşçısı değildim esnaf lokantalarının; garsonu, bulaşıkçısı, komisi ve valesi. Valelik de yaptım; bana bakınca çükü donundan fırlayan ustaları karşıladım kapıda, karnını doyurduktan sonra tuvalette mastürbasyon yapan şoförleri uğurladım, yemek üzerine çay içerlerken birbirlerine belden aşağı fıkralar anlatan ameleleri acı bir gülüşle seyredip, onları kasasında taşıyan kamyonetleri de yıkadım. Erinmedim hiç. Erinmedim ama üzüldüm, çok üzüldüm emekçilerin emeğin değerinden bu kadar uzak düşmelerine, can kıymetini bilmemelerine, birbirlerini ötekileştirmelerine ve en başta kendilerine duymaları gereken saygıyı yitirmelerine. Güzel insanlar da tanıdım, ama bir avuçtuk biz, ah, çok yalnızdık…
“Sen neler atlattın Gülistan, sen çok güçlüsün” diyor eş dost. Hep bu dayatılıyor biz kadınlara, güçlü olmak. Güçlü değilim oysa ben. Gözyaşım uluorta süzülür, kırılganlığım apaçık, incitilmişliğim ayan beyandır. Güçlü olmaktan kasıt kaskatı durmaksa, ben bunu beceremedim! Yol ortasında yürüyen bir salyangozu, ezilmesin diye canım benim, avuçlarıma alıp su kenarına bıraktım bir gün ve o salyangozun benim gözlerimin ta içine bakarak kana kana su içtiğini gördüğümde kana kana ağladım. Güçlü olmak buysa, evet, güçlüyüm ben. Bu bir güç belirtisi değilse, dünyanın en zayıf kadını olayım, razıyım. Döl israfı olmamın yanı sıra, bütün salyangozların, börtü böceğin ve tabiatın annesiyim. Anaçlık doğurmak değil, sevecenliktir, içine içine bastırmaktır can bildiğini. Annelikle kutsanır ya kadınlar, ben kendimi kadınlığımla kutsadım. Bir rüzgâr gülü gibi düşünüyorum kendimi, üzerime esen rüzgârların ne yönden geldiğini biliyorum ve “hoş geldiniz” diyorum melteme de, kasırgaya da. “Benim gelişim hoş olmasa da dünyaya, hoş geldiniz kırk yamalı ömrüme sevgili rüzgârlar; beni sevseniz de, incitseniz de ben kadınlığımla var olacağım” diyorum…
Dans etmek istiyorum; yaşıma başıma bakmıyorum dans ederken. Ne zaman incitilsem, ne zaman umutlansam, ne zaman hıçkırarak ağlasam ve mutlu olsam dans ettim hep. Sesimi bilmeyenler dans edişimi gördüler, sözcüklerimi duymayanlar figürlerimi seyrettiler, ruhumu anlamayanlar, ben Roman havası oynarken de, flamenko yaparken de beni alkışladılar.
Son dansıma başlamadan önce ebeme seslenmek istiyorum. Canım ebem, sana ulaşmak, sana sarılmak için ne çok mücadele ettim. Çok uzak bir şehirde, tam da emekli olacağın gün buldum seni çalıştığın hastanede. Yirmi altı yaşındaydım. Seni gösterdiler bana. “İsmimi sen koymuşsun, hem de gözlerin dolmuş bana seslenirken” dedim. “İsmin ne kızım?” diye sordun. “Gülistan” dedim. Dalıp gittin öyle. Sesin titredi konuşurken. Bir bebeğe, bir kelebeğe, bir rüzgâr gülüne bakar gibi baktın bana sıcacık. “Hep ben sarıldım bebeklere gül kokulu bebeğim, rica etsem sarılır mısın bana?” dedin. ”Bunun için buradayım bir tanem” dedim. Sımsıkı sarıldım sana. Ben ağladım, sen ağladın, emekliliğini kutlamak için yanı başında olan doktorlar, hemşireler, ebeler, hastabakıcılar ağladı. “Çocuğum sarılmadı bana böyle” dedin, hatırlıyor musun? “Annem sarılmadı bana böyle” dedim. Sana sarılırken ilk kez gül bahçesi olduğumu duyumsadım, ilk kez böylesine kendim, böylesine Gülistan`dım…
Güzel ebem benim, umarım seni incitmediği gibi beni de incitmez toprak. Seksen yaşındayım ve yanına geleceğim yakında.
Ruhun havalansın da ruhumu sarıversin cancağızım; eşlik eder misin bana bu dünyadaki son dansımda…
Ergür Altan
98 notes · View notes
dem-bu-demdir · 4 years
Photo
Tumblr media
7-Divân-ı Hikmet -
“Kul Hûvallâh, sübhânallâh”ı vird eylesem Bir ve Var’ım cemâlini görür müyüm? Baştan ayağa hasretinde feryâd eylesem, Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm?
Elli birde çöller gezip otlar yedim; Dağlara çıkıp, tâat kılıp gözümü oydum; Cemâlini göremedim, cândan doydum; Bir ve Var’ım, Cemâlini görür müyüm? Elli iki yaşta geçtim ev-barktan, Ev-barkım ne demek, belki Cândan; Baştan geçtim, Cândan geçtim, hem imândan, Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm? Elli üçte vahdet şarâbından nasîb eyledi, Yoldan azan günâhkâr idim, yola saldı; “Allah” dedim, “Lebbeyk!” diyerek elimi aldı, Bir ve Var’ım, Cemâlini görür müyüm?
Elli dörtte bedenlerimi ağlar eyledim, Mârifetin meydânında gezindim, İsmâil gibi azîz cânımı kurbân eyledim, Bir ve Var’ım, Cemâlini görür müyüm? Elli beşte cemâl için dilenci oldum, Kavruldum, yandım, gül gibi tâ ki yok oldum, Allah’a hamdolsun cemâl arayıp edâ oldum, Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm? Elli altı yaşa ulaştı dertli başım, Tevbe eyledim, akar mı ki gözden yaşım; Erenlerden nasîb almadan taş gönülüm, Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm?
Elli yedi yaşta ömrüm yel gibi geçti, Ey dostlar, amelsizim, başım kurudu, Allah’a hamd olsun, pîr-i kâmil elimi tuttu, Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm? Elli sekiz yaşa girdim, ben habersiz, Kahhâr Melik’im nefsimi eyle zir ü zeber, Himmet versen, kötü nefsime vursam teber, Bir ve Var’ım, Cemâlini görür müyüm? Elli dokuz yaşa ulaştım, feryâd ve fîgân, Cân verirken cânânımı akla, getirmedim. Ne yüz ile sana söyleyeyim, eyle âzâd, Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm?
Gözümü yumup tâ açınca erişti altmış, Bel bağlayıp ben eylemedim bir iyi iş; Gece gündüz gamsız yürüdüm ben, yaz ve kış; Bir ve Var’ım, Cemâlini görür müyüm? Altmış birde pişmânım günâhımdan Ey dostlar, çok korkuyorum İlâh’ımdan; Cândan geçip kurtuluş dileyim Allah’ımdan Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm? Altmış iki yaşta Allah ışık saldı, Baştan ayağa gafletlerim yok eyledi, Cânım, gönlüm, aklım, şuûrum “Allah!” dedi Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm?
Altmış üçte çağrı geldi; “Kul yere gir!, Hem cânınım, cânânınım, cânını ver, Hû kılıcını ele alıp nefsini kır…” Bir ve Var’ım, Cemâlini görür müyüm? Kul Hoca Ahmed, nefsi teptim, nefsi teptim, Ondan sonra cânânımı arayıp buldum; Ölmeden önce cân vermenin derdini çektim, Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm?
Hoca Ahmed Yesevi hz…
154 notes · View notes
yalnzardc · 7 months
Text
EL-MUKTEDİ BİLLAH EBU'L-KASIM B. MUHAMMED (H. 467-487)
el-Muktedi Billah, Ebu'l-Kasım Abdullah b. Muhammed b. Kaim Billah'tır.
Babası, Kaim'in döneminde vefat etti.
Dedesinin vefatında el-Muktedi'ye biat edildi. O zaman yaşı on dokuz idi.
Dört yüz seksen yedi senesinde vefat etti.
EL-MUSTAZHİR BİLLAH EBU'L-ABBAS B. MUKTEDİ BİLLAH (H. 487-512)
el-Mustazhir Billah, Ebu'l-Abbâs Ahmed b. Muktedi Billah'tır.
Dört yüz yetmiş senesinde doğmuştur.
Kendisine babasının vefatından sonra, on altı yaşında biat edildi.
Beş yüz on iki senesinde halife Mustazhir Billah, Rebiulevvel ayının yirmi üçüne denk gelen Çarşamba gününde vefat etti.
Hilafet dönemi yirmi beş yıl sürdü.
EL-MÜSTERŞİD BİLLAH EBU MANSUR B. MUSTAZHİR BİLLAH (H. 512-529)
el-Müsterşid billah, Ebu Mansur el-Fadl b. Mustazhir Billah'tır.
Dört yüz seksen beş senesinin Rebiülevvel ayında dünyaya geldi.
Babasının vefatından sonra, beş yüz on iki senesinde ona biat edildi.
Hilafetin işlerini en güzel şekilde rayına koydu. Hilafet makamını diriltti. Şeriatın temellerini sağlamlaştırdı ve örtüsünü süsledi, savaşlara bizzat katılıp sevk ve idare etti.
Son seferinde ordusu Hemezan yakınlarında bozguna uğradı ve kendisi esir alınıp Azerbeycan'a götürüldü.
yedi Bâtinî kişi Halifeye çadırında saldırdılar. Onu ve beraberindeki bir grubu da öldürdüler. öldürülmesi beş yüz yirmi dokuz senesinin Zulkade ayındaydı.
ER-RAŞİD BİLLAH EBU CAFER B. MÜSTERŞİD (H. 529-530)
er-Raşid Billah; Ebu Cafer Mansur b. Müsterşid'dir.
Beş yüz iki senesinde doğdu.
Beş yüz yirmi dokuz senesinde babası öldürülünce Raşid'e biat edildi
Beşyüz otuz senesinin zulkade ayında Azline, oranın kadısı Ebu Tahir el-Kerhi hüküm verdi. Yerine amcası Muhammed b. Mustazhir'e biat ettiler.
Beşyüz otuz iki senesinin Ramazan ayında Raşid, Isfahan toprağında şiddetli bir şekilde hasta oldu Acemlerden, etrafında dolaşan, hizmetine bakan bir grup yanına girdi ve onu bıçaklarla öldürdüler.
EL-MUKTEFİ BİLLAH EBU ABDILLAH B. MÜSTAZHİR BİLLAH (H. 530-555)
el-Muktefi Liemrillah; Ebu Abdillah Muhammed b. Müstazhir Billah'tir.
Dört yüz seksen dokuz senesinin Rebiülevvel ayında dünyaya geldi.
Amcasının oğlu azledildikten sonra kırk yaşındayken ona biat edildi.
Beş yüz otuz bir senesinde, Sultan Mesud halifenin her şeyine el koydu. Ona ancak özel toprağını bıraktı.
Beş yüz elli beş senesinde vefat etti.
4 notes · View notes
filapi · 3 years
Text
“Yüzümü ve günahları yıkama” Üç gece önce rüyamda Eminönü’den Kadıköy’e geçmek üzere dokuz on beş vapuruna bindim. Tam altı saat vapur kalkmayınca ben de sıkılıp uyandım. Uyandığımda saat yedi otuz beş idi ve düşümde yarım kalan şeyler olduğunu düşünerek kalkıp Eminönü’e gittim, dokuz on beş vapuruna jeton aldım ve yanaşan vapurun, yolcu çıkışına göre sağ alt açığına oturup beklemeye başladım. Elimde, Lautréamont: Maldoror’un Şarkıları (Isıdore ducasse)’ in kitap’ı var, sabahları kırk beş dakikamı vererek yeniden okumaya başladığım. Vapur, tam dokuz on beş de kalktı. Bunun üzerine ‘düş Kırıklığı’nın, düşsel mi yoksa nesnel gerçekliğe ait kavram mı olduğunu düşünüyordum. Üç gece önce görmüş olduğum rüyadan (Murat 124 fabrikasında çalışan kızın yerel politik ayaklanma sırasında düşürdüğü makyaj çantasını aramasına rağmen bir türlü bulamamasıyla ilgiliydi rüya) fırlamışçasına, vapurun demirlere uzatılan ayakları yararak oturduğum bölgeye yaklaşan kız gördüm. Güneş gözlüğü takan her kızın güzel olabileceği olasılığını güçlendiren kıvrak vücuda sahipti. Vapurun hızından aldığı şevkle yanıma oturup ayaklarını öndeki demirlerin en altta olanına uzattı. Bunun üzerine başımı okuduğum kitaptan kaldırıp (o anda, Melusine mitiyle Possession filmi arasındaki bağlantıyı yakalamaya çalışıyordum)
kızın ayaklarına baktım. Sonra ani rüzgârla, elimde tuttuğum kitap sayfalarından biri açıldı. Sayfa, için de daha önce not alıp kitap’ arasına bıraktığım yazı Bonaventure adasının yakınlarındaki Percé Rock kayalığı üzerine Breton’un kurduğu analojilerle doluydu.
Yeniden kızın ayaklarına baktım. Eğik gelen güneş, ayak üzerindeki damarları gölgelendirmiş ve pembe ojeye rağmen, onları asil western kayalığına dönüştürmüştü. Kitabı kapatıp kıza doğru döndüm:
– Eğer ayaklarınız, ‘Percé Rock’ kayalığının orta doğuya düşmüş yalın gölgesiyse, sürdüğüm yol doğru demektir.
Kız, bakış yönünü değiştirmeden ve benimle yüz yüze gelmekten kaçınarak sakızını çiğnemeye devam etti. Ben de üstelemeyerek kitabın sonlarına doğru sayfa açıp, az önce kurmuş olduğum cümleyi birkaç kez aklımdan geçirerek kendi kendime tahrik oldum. Kafam kızdaydı, bu yüzden kitabı takip edemiyordum. Bir süre sonra kız, çiğnediği sakızı eline aldı ve “Yüzümü ve günahları yıkama” diyerek denize fırlattı. Acımasızca denize karşı sırıtıyor ve durmadan tekrar ediyordu sihirli sözcüklerini. Tekrar dikkatini çekmek için duyabileceği ses tonuyla aldığım not kâğıdından pasaj okumaya başladım: Baudelaire Balkon şiiri Sartre ağzıyla değil de kendi dilime uygun söyledim… “İsterdim dev kadın yanında yaşamayı, esrik kedi gibi sultan ayağında.”
— Benimle gerçekten yatmak istiyor musun?
Kitap’ın, arasına sağ işaret parmağımı koyarak kapadım ve ayaklarımı vapurun korkuluk demiri üzerine, kızın ayaklarıyla aynı hizaya getirdim.
— Sağır olmayıp konuştuğunuza göre hayır, istemiyorum. Ama bunu neden sorduğunu merak ediyorum. — Çünkü sabahın daha ilk çeyreğinde, kartvizit gibi dolaştırdığına emin olduğum kitabın otuz dört üncü sayfasını okuyorsun on dakikadan beri. — Beni takip ettiğini düşünmemiştim. — Seni değil, kitabı takip ediyordum. — Lautréamont’u sever misin? — Tanımam. — Peki, Kitap’ı nereden öğrendin? — Babamdan. — Başka ne öğretti baban sana? — Topuklu ayakkabılarımı çıkarmadan, havuz kenarında ki amonyak mazgallarına sokmadan nasıl yürüyebileceğimi öğretti. — O halde babanın ölmüş olmasını dilerim. — Elli sekiz kiloyum. İlk kez on beş yaşında, yerel basketbol takımının oyun kurucusu tarafından tecavüze uğradım. Babam ben on beş yaşındayken, kendisinden çalınan arabayı takip ederken trafik kazasında öldü ve erkek kardeşim yok. Sıradan üniversite bitirdim. Godard’ın adını hiç duymadım, Tarkovski’den nefret ederim ve Guernica’yı gözüm açık üç dakikada, gözüm kapalı dört dakikada yorumlayabilirim. — Tam istediğim gibi. — Biliyor musun, geçen hafta kürtaj oldum. İlk kürtajımdı ve bebek altı aylıktı. Ortalık kan gölüne döndü. Zemini satranç taşlarını andıran hastane odasındaydım. Kürtajı bayıltmadan yaptılar, çünkü bayılırsam ölebilirmişim. Hayatımda böylesine büyük acıyı ilk kez hissettim. Daha operasyonun ilk dakikasında bebeğin sağ kolu E2’ye fırladı. Sonra kafası F4’e, sol bacağı ise R6’ya düştü. Cinsiyetini göremeden bayılmışım. — Satranç bilmediğin anlaşılıyor. Çünkü tahtada R6 adında koordinat noktası yoktur. — Her şeyi ciddiye alan arkadaşımı hatırlatıyorsun bana. — Breton, Kara Mizah Antolojisi kitabında şöyle der: ‘Cinsellik, ciddiye alındığında basit kitaba dönüşür.’ — Aynı zamanda her şeyi cinsellikle açıklayan arkadaşımı da hatırlatıyorsun. — Bu arkadaşın baban olabilir mi? Eğer öyleyse, keşke ölmeden önce satranç oynamayı da öğretseymiş sana. — Babam uzun süre Cezayir’de yaşadı, yani annemden ayrılınca. Ayrılma nedeni, Murat 124 fabrikası düşünde gördüğün o makyöz kızın, babamla olan ilişkisiydi ve annem, bu büyük skandalın üzerine ciddi sinir krizi geçirerek, babamın Türkiye’deki lolipop fabrikalarından birinin yönetimini üstlendi. Kadın öylesine bunalım içindeydi ki, babamın ayakkabılarını giyip toplantılara katılıyor, onun pahalı elbiselerinin içinde düzdürüyordu kendini fabrika işçilerine. — Bu hikâye bana Tatlin ve Kinsey raporlarını hatırlattı. — İşin Tatlin kısmı şu oldu; sonunda, annemin üretken bedeni sayesinde fabrika, kol işçiliğinden bant sistemine geçti. Yani şekerler, içi oyuk olarak değil, dışları çıkıntılı olarak üretilmeye başladı. Kinsey kısmı da şu oldu; annem, ambalajlamada çalışan forklift sürücüsü tarafından hamile kalınca, fabrika genel greve gitti. Babamın fabrika bahçesindeki heykeli, kendilerine cıvata dedikleri grup tarafından parçalandı. Bir gecede ev havuzumuza dört ton çimento döküldü ve tüm bunlar olup biterken ben,
Wild At Heart’ filminin ezberlediğim repliklerini, yatak odamın tavanına yapıştırdığım Samanyolu takımyıldızına bakarak tıpkı dua gibi tekrar ediyordum. — Bu vapurda ne işin olduğunu merak ediyorum. — Bir adamı bekliyorum ama onun yerine sfinkter öyküler yazmış, ağzı kulaklarında kitap okuyan, sabah ereksiyonunu saklamak için güneşi arkasına almaktan kaçınan epistemofilik başkasıyla karşılaştım. — Sanırım o ben oluyorum. — Tebrikler, buzdolabı kazandınız!
Vapur iskeleye yanaşmak üzereydi. Bir kadını, sabahın ilk saatlerinde kendi beklentisine terk edemeyecek kadar yufka yürekliydim…
— Albinolar için özel olarak inşa edilmiş yer biliyorum. Yılın dört mevsimi karanlıktır. Kahvaltı için oraya gidiyorum ve belleğimde bir kişilik boş yer daha var. — Bellek kesenin idrar kesenden daha geniş olduğuna eminim. Seninle geliyorum.
Kız, ayaklarını demir parmaklıktan indirerek vapur çıkışına doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Ben de yarım kalan dokuz on beş rüyasını tamamlamak üzere, uzun zamandır aynı sayfaya bastığım parmağımı kitap’ tan ayırarak kızı takibe koyuldum… Kitap düştü elimden!.. Banyoya gidip duş alıp, lavabo ayna da yüzüme baktım. Kitap’ı yerden alıp; parmağı en son bastığım sayfa da sigara yakıp düşlere daldım… Tan Tolga Demirci:
2 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 3 years
Text
Halit Ziya Uşaklıgil / 55 senelik evlilik hayatımda, dört çocuğumu kaybetmek felâketini tattım
Tumblr media
Aşkı Memnu, Mai ve Siyah romanlarının usta kalemi Halit Ziya Uşaklıgil, ölümünden kısa süre önce gazeteci Metin Toker tarafından ziyaret edildi. Toker, bu görüşmedeki izlenimlerini anlattığı yazısında, Uşaklıgil hakkında önemli ipuçlarını kaleme almıştı.
Yağmurlu günlerde Yeşilköy, hiç de ismine uygun bir renk göstermiyor; gök kurşunî, istasyon kurşunî, binalar kurşunî... Fakat çamur yok, çamursuz yollarda yürümeğe alışmayanlar için bu büyük bir zevk.Arkadaşım Foto Namık'la beraber Türk romancılığının en büyük üstadı Halit Ziya Uşaklıgil'i yoklamağa, şahsımızın ve gazetemizin hürmetleri ile, sıhhat temennilerini teyit etmeğe gidiyoruz.Uşaklıgil Köşkü, istasyondan iki, üç yüz metre mesafede, açık gri renkte, yüksekçe bir bina. Bahçe kapısının üzerindeki ufak çıngırak, âdetleri pek de küçümsenmeyecek olan ziyaretçileri senelerin ardından geliyor zehabını veren bir sesle evin güler yüzlü hanımlarına bildiriyor.Bizi bahçede karşılayan, gen�� bir hizmetçi kız oldu. Beyefendiyi görmeğe geldiğimizi öğrenince, ufak bir merdivenle çıkılan sokak kapısından girmemizi söyledi. Biz daha merdivenlerin yarısındayken kapı açıldı, üstadın kızı Bayan Behin kendisine has nezaketi ile yağmurdan sırsıklam olan bizleri ılık bir hole aldı. Biz, şapka ve paltolarımızı çıkartırken, hizmetçi kız, beyefendiye haber vermek üzere yukarı kata çıkıyordu.
O zaman gök başka, mevsim başka, dallar başkaydı
On günden beri rahatsız ve halsiz olmasına rağmen üstat, bizi kabul etmek nezaketini gösterdi. Halit Ziya Uşaklıgil'in çalışma ve oturma odası kurşunî ışıkların bütün yaprakları dökülmüş dallar arasından süzülerek girdiği ufak ve sade bir yerdir. Ben buraya evvelki sonbaharda da gelmiş, üstadla ilk defa konuşmak fırsatını bulmuştum. O zaman gök başka, mevsim başka, dallar başkaydı; o zaman, şimdi köşede tatlı çıtırtılarla yanan soba yoktu; fakat odada aynı tatlı hava ve köşesinde oturan aynı nuranî çehreli büyük muharrir vardı. Hele, köşesi hiç değişmemişti. Orada iki küçük divan karşılıklı duruyor, sol taraftakinde kendisi oturuyordu. Yanındaki geniş pencere ve camlı balkon kapısından giren ışık, başında siyah takkesi bulunan, şakakları ile bıyıkları bembeyaz, gözleri dalgın, yanakları hafif traşlı, son derece munis bir yüzü aydınlatıyordu. Üstadın önünde, üzerinde bir gelincik sigarası paketi, kibrit, küllük, basit bir ağızlık, bir iki kâğıt ve kitap, bir lâmba, bardak ve meyva tuzu şişesi bulunan siyah, ufak bir masa vardı. Gene divanın geniş arkalığında Les blancs et les bleus (Beyazlar ve Maviler) adlı bir kitap, bir La Petite İllustration isimli Fransız dergisi ve bir iki eser duruyordu. Halit Ziya Uşaklıgil, uykudan yeni kalkmıştı; üzerinde siyah kuşaklı, kırmızı bir robdöşambr, ayaklarında aba terlikler vardı.Yol gösteren kızı Bayan Behin'in arkasından içeri girince, kendisini rahatsız ettiğimizden dolayı özürler diledik, çalışmakla geçirilen yılların üzerinde silinmez izler bıraktığı irice, yumuşak ellerini öptük. Bize karşısındaki divanı gösterdi, dışarı çıkmağa hazırlanan kızına iki kahve yapmasını söyledi. Hatırını sormak için İstanbul'dan gelmiş olmamıza rağmen, bizden evvel davranarak meşhur nezaketi ile o, bizim hatırımızı sordu, sıhhatte olduğumuzu öğrenince adeta kendisi iyiymiş gibi memnun oldu.- Bana gelince, dedi, ben biraz rahatsızım. Çok şükür ki ne ağrım, ne sızım, ne de ıstırabım var. Lâkin halsizim, çalışamıyorum, ne yersem midemi rahatsız ediyor. Şimdi bile, bir mide ağrısı ile uyandım; siz yabancı değilsiniz, müsaade ederseniz meyva tuzumu alayım.
Senelerce en büyük zevkim yazı yazmak olmuştur
Hazırlanmasına yardım ettiğimiz ilâcı içtikten sonra devam etti:"Hekimler, daha doğrusu ziyaretime gelen dostlar, bana yorulmamamı, çok çalışmamamı tavsiye ediyorlar. Zaten çalışamıyorum ki. Şu arkamdaki kitapları görüyorsunuz ya, on günden beri orada sürünüyorlar, bir türlü okumak fırsatını bulamıyorum. Halbuki senelerce benim en büyük zevkim yazı yazmak olmuştur. Ya bahçem..."Gözlerinde beliren derin bir hüzünle, sardunya saksılarının göründüğü balkona baktı; nazarları gayriihtiyarî bahçeye kadar indi:- Ya bahçem... On aydan beri odamdan çıkamadım. Yıllardır göz bebeğim gibi baktığım sevgili bahçem bir mezbeleye döndü. Seneler insanın sırtına yüklendikçe, birçok işler için artık ne vakit, ne de takat bulunabiliyor. Yetmiş altı yaşındayım, bu büyük bir yaştır. Elli beş senelik evlilik hayatımda, dört çocuğumu kaybetmek felâketini tattım. En sonuncusu, bana en pahalıya mal olan oldu (*). Lâfın bu acıklı mecrasını değiştirmek isteği ile biraz havaiyattan, gündelik hâdiselerden bahsettim. El attığım her mevzuda derin vukuunu, hâdiseleri yakından takip ettiğini gösteren bir alâka ile ispat etti. Bilhassa ecnebi memleketlerde kalan evlâtlarından, gelininden, torunlarından candan bir sevgi ve rikkatle bahsetti. Birçok yerleri gezmiş olduğu halde, İspanya'ya gidemediğini esefle söyledi. Fransa'daki kömürsüzlüğü, General De Gaulle'ün son nutkunu, Akdeniz yolunun açılmasını bahis mevzuu etti. Biz konuşurken resimler alan Foto Namık'la fotoğrafçılıktan, yeni keşiflerden bahsetti. Bir yandan sigara içiyor, bir yandan öksürüyordu. Hiç söndürmediği sigarasına baktığımı görünce, başını salladı:       - Bunu bırakamadım; ne yaptımsa fayda vermedi. Ne mutlu size ki, kullanmıyorsunuz, dedi.Halit Ziya ile konuşmak, zevklerin en büyüğü idi. Lâkin halsizlikten ve çabuk yorulmaktan bahseden üstadın sohbetinden daha fazla istifadeye yeltenmek nezaketsizlik olurdu. Arkadaşımla birbirimize bakıştık ve sıhhat ve saadetler dilerek Türk romanına en kıymetli numuneleri veren büyük muharririmizden müsaade istedik. Elini tekrar öperken, o, müşterek tanıdıklarımıza selâm ve muhabbetlerini yolluyor, tekrar gelmemizi söylüyordu.
(*) Üstat Halid Ziya Uşaklıgil'in büyük oğlu Halil Vedat, yedi sekiz sene evvel Tiran'da sefaretimiz başkâtibi iken pek hazin şartlar içinde vefat etmişti. (Metin Toker / Cumhuriyet gazetesi / 20 Ocak 1945)
3 notes · View notes
suskuncan1 · 4 years
Text
Tercüme: Salahattin Gülbol, Hasan Zubaroğlu
 
 
HZ. ALİ’NİN YAHUDİ ALİMLERE CEVABI VE ASHAB’UL KEHF HİKAYESİ
 
  Ömer bin Hattab halife olduğunda birkaç yahudi alimi yanına gelerek “ Sen Muhammed’in dostu ve ondan sonra emir sahibisin dediler. Biz sana çeşitli konular hakkında sorular sormak istiyoruz. Eğer bu sorulara cevap verebilirsen. İslam dininin hak din ve Muhammed’in gerçek peygamber olduğuna inanacağız. Eğer cevap veremezsen İslam dininin batıl ve Muhammed’in yalancı olduğunu anlarız. ”
 
  Ömer “ istediğinizi sorun” dedi.
 
Bunun üzerine yahudi alimleri sorularını sormağa başladılar. “ Bize göklerin kilidini ve anahtarlarının ne olduğunu söyle. İçindekiyle birlikte yüzen mezar nedir? İnsanlardan ve cinlerden olmamasına rağmen kavmini uyaran kimdir? Yeryüzünde yürüyüp de ana rahminden doğmamış olan beş şey nedir? Keklik ve horoz öterken ne der? Kurbağa vırıklarken ne der? At kişnerken ne der? Eşek anırırken ne der? Toygar kuşu öterken ne der? ”
 
Ömer başını yere eğdi ve “Ömer’e bilmediği sorular sorulunca bilmiyorum demesinde bir ayıp yoktur. Çünkü bu soruları bilmiyorum ” dedi.
 
Yahudiler ayağa kalkarak “ Muhammed’in peygamber olmadığına ve İslam’ın batıl olduğuna tanıklık ettik” dediler. Bunun üzerine Selman el-Farisi ayağa kalkarak biraz beklemelerini söyledi ve Hz. Ali’nin yanına giderek “ Ey Ali İslam’ın yardımına yetiş ” dedi. Hz. Ali “ Ne oldu ki? ” diye sordu. Selman olanları anlattı. Ömer Hz. Ali’nin geldiğini görünce ayağa kalktı ve “ Ey Ali sen her sorunu çözersin ” dedi.
 
Hz. Ali yahudilere dönerek. “ Bana istediğinizi sorun ” dedi. “ Peygamber (SAA) bana ilimden bin kapı öğretti ve her kapıdan bana bin kapı açıldı. Sorularınıza cevap vereceğim. Yalnız bir şartım var size tevratınızda yazdığı gibi cevap verirsem dinimize girecek misiniz? ”
Yahudiler “ Evet ” dediler.
“ O zaman sorularınız sorun. ”
“ Bize göklerin kilidini ve anahtarlarının ne olduğunu söyle ”
“ Göklerin kilidi Allah’a ortak koşmaktır. Çünkü kul müşrik ise  hiçbir ameli kabul edilmez. Bunun anahtarı ise Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etmektir. ”
“ Peki içindekiyle birlikte yüzen mezar nedir? ”
“ Yunus bin Metta’yı yutan balıktır ki onunla yedi denizde dolaştı. ”
“ İnsanlardan ve cinlerden olmadığı halde kavmini uyaran kimdir? ”
“ O Davut oğlu Süleyman’nın karıcasıdır. Kavmine dedi ki: Ey karıncalar yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları bilmeden üzerinize basmasınlar. ”
“ Yeryüzünde yürüyüp de ana rahminden doğmamış olan beş şey nedir? ”
“ Bunlar Adem, Havva, Salih’in devesi, İbrahim’in koyunu ve Musa’nın asasıdır. ”
“ Keklik öterken ne der? ”
“ Rahman tahtına oturdu der ”
“ Horoz öterken ne der? ”
“ Allah’ı zikredin ey gafiller der ”
“ At kişnerken ne der? ”
“ Allah’ım mü’minler kafirlerin üzerine yürüdüğü zaman onlara yardımcı ol der ”
“ Kurbağa vırıklarken ne der? ”
“ Yüce rabbim denizlerin içinde tesbih edilendir der. ”
“ Eşek anırırken ne der? ”
“ Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun der ”
“ Toygar Kuşu öterken ne der? ”
“ Allah’ım Muhammed’e ve Ehli Beytine kin güdenlere lanet et der ”
Yahudiler üç kişiydiler. İkisi dediler ki: Tanıklık ederiz ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de onun Peygamberidir. Üçüncüsü ise “ Ey Ali arkadaşlarımın kalbine iman ve tasdik girdi. Ancak benim sormak istediğim bir sorum daha var. ” dedi. “ İstediğin sor  ” dedi Hz. Ali.
Yahudi “ Bana öldükten 309 yıl sonra Allah’ın dirilttiği topluluktan haber ver. ”dedi. Hz.Ali “ Bunlar Ashab-ı Kehf’tir. Peygamberimize inen Kur’an’da bunların hikayeleri mevcuttur. İstersen sana hikayelerini okurum  ” dedi.
Yahudi  “ Kitabınızı okuduk ” dedi. “ Eğer gerçekten alimsen bana Ashab-ı Kehf’in isimlerini, bulundukları şehrin ismini, kehfin içinde bulunduğu dağın ismini, kehf isminin nerden geldiğini açıkla. Bana onların hikayelerini baştan sona kadar anlat! ”
Hz. Ali “ Resulullah bana onların hikayesini anlattı ” dedi. “ Cahiliye döneminde Efsus denilen bir Rum şehri vardı. İslamiyet geldikten sonra adı Tartus oldu. Onlara hükmeden iyi bir kral vardı. Kralları öldükten sonra Fars krallarından Dıkyanus askerleriyle Efsusu işgal etti. Efsus’u krallığına merkez yaptı ve içinde büyük bir saray inşa etti. ”
Yahudi “ Eğer gerçekten alimsen bana o sarayı tarif et. ”dedi.
Hz. Ali “ Ey yahudi kardeşim; uzunluğu ve genişliği bir fersah olan mermerden bir saray inşa ettirdi. Sarayda dört bin altın kaplamalı sütun ve bin kadar altından kandil vardı. Kandillerin içinde uzun kat kat sıralanmış gümüş taneleri vardı. Sarayın doğusuna ve batısına  yüz seksen asker koymuştu. Güneş doğduğu zaman buradan doğuyor, battığı zaman yine buradan batıyordu. Sarayda altından ve çeşitli mücevherlerden yapılmış uzunluğu seksen genişliği kırk zira’ (karış) olan bir taht vardı. Tahtın sağında ve solunda seksen tane altından koltuk vardı. Sağında kumandanları solunda hükmü altında bulunan kralları oturturdu. Tahtına oturur ve tacını başına giyerdi.”
Yahudi “ Eğer gerçekten alimsen tacın neyden yapılmış olduğunu söyle. ”dedi.
Hz. Ali “ taç denizden çıkarılmı değerli incilerden yapılmış olup dokuz köşesi her köşesinde yıldızlar gibi parlayan değerli taşlar vardı. Kral kendine kumandan çocuklarından elli kişi edindi. Onları yanından hiç ayırmadı. Bilgin evlatlarından altı kişiyi kendisine vezir yaptı. Hiçbir işini onlara danşımadan yapmadı. Üçü sağında üçü solunda otururdu.  ”
Yahudi “ eğer gerçekten alimsen bana bu altı kişinin isimlerini söyle. ”dedi.
Hz. Ali “ Sağındakiler Temliha, Mekselmina, Mehselmina idi. Solundakiler ise Fmertalyus, Keştus ve Sadinyus idi. Kral her konuda onlara danışırdı. Hergün avluda oturup yanına insanlar toplanınca içeri üç kişi geçerdi. Birincisinde içinde misk dolu altından bir kap bulunurdu. İkincisinde  içinde gülsuyu bulunan gümüşten bir kap vardı. Üçüncüsündeyse bir kuş vardı. Kuşa emir verdiğinde kuş uçar ve gülsuyuna dalardı. İkinci emri verdiğinde kuş gülsuyundan çıkar ve miske dalardı. Üçüncü emri verdiğindeyse kuş uçar kralın üstüne gelir ve kanatlarındaki gülsuyu ve miski kralın üzerine silkelerdi. Kral hükmünde otuz yıl boyunca hiçbir ağrısı olmadı. Hiç hastalık geçirmedi. Kendisinde bunu görünce, haddini aştı, azgınlık gösterdi, Allah’ı reddederek tanrılık iddasında bulundu ve sapıklığa düştü. Kavminin büyüklerini çağırarak onlardan kendisine tapınmalarını söyledi. Kabul edenlerin her istediğini yaptı. Kabul etmeyenleri ise öldürttü. Tüm kavmi onu tanrı kabul etti. Uzunca bir zaman ona ibadet ettiler.
Bir gün tacı başında tahtta otururken kumandanlarından biri Fars askerlerinin isyan ettiğini ve kendisini öldürtmek için harekete geçtiklerini söyledi. Kral bunu duyunca o kadar sinirlendi ki tacı yere düştü. Sağında duran üç vezirin en akıllısı olan Temliha olanları gördü ve kendi kendine eğer Dıkyanus dediği gibi ilah olsaydı, niye üzülsün, niye uyusun ve niye diğer insanlar gibi hacet gidersin diye düşündü. Halbuki bunlar bir tanrının sıfatı olamaz. Altı vezir hergün birisinin yanında toplanıyorlardı. O akşam sıra Temlihadaydı. Onda toplandılar, yediler, içtiler. Ama Temliha hiçbir şey yemedi ve içmedi.
Arkadaşları meraklanıp “ Hayırdır Temliha neden bir şey yemedin? ” diye sordular. Temliha “ Kardeşlerim içime öyle bir ateş düştü ki beni yemeden içmeden alıkoydu. ” dedi. Arkadaşları “ o ne Temliha ? ” diye sordular.
Temliha “ Düşüncelerim gökyüzüne daldı. Bir yere asmadan ve altına direk koymadan semayı havada kim tuttu? Kim ayı ve güneşi belli bir düzeyde yarattı? Kim yıldızlarla geceyi süsledi? Sonra düşüncelerim yeryüzüne daldı. Sonsuz uzay boşluğunda bu dünyayı kim yarattı? İçinde bulunduğu sistemi kim düzenledi? Kim kendi atmosferi içinde onu hapsetti? Kim büyük büyük dağlarla onu dengede tuttu? Daha sonra düşüncelerimi kendi nefsimde derinleştirdim. Kim beni annemin karnından bebek halinde çıkmamı sağladı? Kim bana rızkından verdi de onun nimetiyle yaşadım? Bütün bunları yapan kral Dıkyanus olabilir mi? ” dedi.
Arkadaşları dediler ki “Senin kalbine düşen bizim de kalbimize düşmüştür. Sen bize yol göster.” Temliha “ Ey kardeşlerim kendime ve size bu zalim kraldan gökyüzünü ve yeryüzünü yaratana kaçmaktan başka bir yol göremiyorum.” diye cevapladı.
Atlarına binip şehirden üç mil kadar uzaklaştıktan sonra Temliha onlara “ kardeşlerim şu an dünya malı elimizden gitti.ve bizim de onunla işimiz bitti. Atlarınızdan inin ve yürüyün. Belki Allah bu vesileyle yolumuzu açık kılar ve bu durumdan bize bir çıkış yolu sağlar. ” dedi. Atlarından inip yedi fersah kadar yürüdüler. Yürümeye alışık olmadıkları için ayakları kanamaya başladı. Yolda bir çobanla karşılaştılar. Ona sende su veya yoğurt bulunur mu diye sordular. “ Dilediğiniz bende mevcuttur ” dedi çoban. “ Ancak ben sizde kralların simasını görüyorum ve sanırım bir şeyden kaçmaktasınız. Bana hikayenizi anlatın. ” Dediler ki: “Biz öyle bir dine girdik ki yalan söylemek bize helal değildir. Doğru söylemek bizi kurtaracak mı?”  Dedi ki: “ Evet ”. Ona başlarından geçeni anlattılar. Çoban biraz düşündükten sonra “kalbinizdeki şüphe benim içime de düşmüştür. Beni koyunları sahiplerine götürünceye kadar bekleyin. Sonra size döneceğim. ” dedi. Dönmesini beklediler. Geldiğinde yanında köpeği de vardı.”
Yahudi ayağa kalkarak “ Ey Ali eğer gerçekten alimsen bana köpeğin hangi renkte olduğunu ve ismini söyle. ” dedi.
Hz. Ali “ Ey yahudi kardeşim köpeğin üzerinde siyah benekler vardı. Adı da Kıtmir’di. ”
“Köpeği gördükleri zaman köpeğin kendilerini ele vermelerinden çekindiler. Taşlarla onu kovmağa çalıştılar. Köpek ayakları üzerine oturdu, başını önüne eğdi. Fasih ve anlaşılır bir dille  dedi ki: “Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederken neden beni kovuyorsunuz. Bırakın sizi düşmanlarınızdan koruyarak Allah’a yaklaşayım.” Köpeği bıraktılar. Çoban onları bir dağa çıkardı ve birlikte bir mağaraya gizlendiler.”
Yahudi “ Ey Ali bu dağın ve mağaranın adı nedir? ” diye  sordu.
Hz. Ali dedi ki: “ Ey yahudi kardeşim dağın adı Naacilus, mağaranın adı ise Vasid idi. Mağaranın avlusunda yemiş dolu ağaçları, ve fışkırıp akan kaynak suyu vardı. Su ve yemek ihtiyaçlarını giderdiler. Karanlık batığındaysa mağaraya girip uyudular. Köpekse kapıda kaldı. Allah ölüm meleğine ruhlarını almasını emretti ve  uyurken sık sık sağ ve sola çevirmesi için kişi başına iki melek görevlendirdi.
Kral Dıkyanus bayramından geri döndüğünde vezirlerini sordu. Durumu öğrenince seksen bin askeriyle birlikte izlerini sürmeğe başladı. Dağa vardılar ve mağarayı buldular. Kral mağaraya yaklaştı ve onların yerde uyuduklarını gördü. Yanındakilere “İsteseydim onları cezalandırabilirdim fakat kendi nefislerine verdikleri cezanın yanında hafif kalır. Bana mimarları çağırın.” der. Mimarları getirtir. Ve mağaranı ağzını çamur ve taşlarla kapattırır. Daha sonra yanındakilere şöyle dedi. “Onlara deyin ki eğer söyledikleri gerçekse gökteki tanrısı onları buradan çıkartsın. ”
Mağaradakiler üçyüz dokuz yıl sonra Allah’ın onlara ruh üflemesiyle güneş doğarken uyandılar. Birbirlerine “Bu akşam yüce Allah’ı ibadette dalgınlığa düştük. Haydi kaynağa gidelim.” Bir baktılar ki kaynak suyu artık akmıyor ve ağaçlar kurumuş. Birbirlerine bu çok garip kaynak nasıl bir gecede kurur ve ağaçlar nasıl kurur. Allah onlara açlık hissini verdi. “Kim bize şehirden yemek getirecek” dediler. Telmiha onlara dedi ki “ Kardeşlerim size benden başka kimse yemek getirmeyecek, yalnız çoban kardeşim bana elbiselerini ver ben de sana elbiselerimi vereyim.”  Telmiha çobanın elbisesini giydi ve şehre indi. Fakat geçtiği yerleri bir türlü çıkaramıyordu. Şehrin giriş kapısına varıncaya kadar yürüdü. Kapıya baktığında üzerinde  Le ilahe illallah İsa ruhullah (Allah’tan başka ilah yoktur ve isa onun ruhudur.) diye yazıldığını gördü. Telmiha hayretler içinde kaldı. Gözlerini ovmaya başladı. Kendisini uykuda gibi hissetti. Kendine gelinceye kadar uzun süre bekledi ve şehre girdi. İncili okuyan çeşitli gruplarla karşılaştı. Hiç tanımadığı insanlarla karşılaştı. Daha sonra pazara kadar ulaştı. Orda bir fırıncıyla karşılaştı. “Bu şehrin adı nedir? ” diye sordu fırıncıya. Fırıncı “Efsus”dedi. “ Peki kralınızın adı nedir? ” diye sordu Temliha. Fırıncı “Abdurrahman” dedi. “ Eğer dediklerin doğruysa benim durumum çok şaşırtıcıdır. Bana bu dirhemlerle yemek ver” dedi Temliha elindeki eski paraları fırıncıya uzattı. Dirhemler ağır ve büyüktü. Fırıncı dirhemleri görünce çok şaşırdı.”
Yahudi “ Ey Ali eğer gerçekten alimsen bana her bir dirhemin ağırlığını söyle. ”
Hz. Ali “ Ey yahudi kardeşim her bir dirhemin ağırlığı on çeyrek(10,25) dirhem kadardı. ( Burada dirhem ölçü birimi olarak kullanılmıştır. Her bir dirhem 3.12 gr. dır.  Ç.N.)”
Hz. Ali kaldığı yerden anlatmağa devam etti. “ Fırıncı ona sen hazine bulmuşsun ya bir kısmını bana verirsin ya da seni krala şikayet ederim.” Temliha “ Ben hazine bulmadım. Bunlar üç dirheme sattığım hurmaların karşılığıdır. Üç gün önce buradan gittiğimde bu şehrin insanları Kral Dıkyanus’a tapıyorlardı.” dedi. Öfkelenen fırıncı “Bir hazine bulduğun halde bir kısmını bana vermeyi kabul etmiyorsun. Bu da yetmiyormuş gibi üç yüz yıl önce ölen kendini tanrı sanan birini zikrederek benimle dalga geçiyorsun.”dedi. Fazla gürültü olunca etraflarında insanlar toplanmağa başladı. Fırıncı daha sonra Temliha’yı krallarının yanına götürdü. Çevresindekiler de onunla birlikte gittiler. Akıllı ve adil bir kralları vardı. Kral durumu sorunca “Bu şahıs bir hazine buldu”dediler. Kral Telmiha’ya dedi ki: “Telaşlanma, çünkü peygamberimiz İsa ( A.S.) bulunan hazinelerden sadece beşte birini almamızı emretti. Bana bulduğun hazinenin beşte birini ver ve selametle git.”  Temliha “ Ben hazine falan bulmadım. Ayrıca ben bu şehirde yaşıyorum.”dedi. Kral “Sen bu şehirde mi yaşıyorsun?”  diye sordu. Telmiha “Evet”dedi. Kral “Bu şehirde kimi tanıyorsun? ”diye sordu. Telmiha ona yaklaşık bin kişinin adını saydı. Fakat kral ve yanındakiler bu şahıslardan kimseyi tanımadılar. Kral “Bu şahısları tanımıyorum, ayrıca bu şahısların bizim zamanımızda olduğunu da sanmıyorum. Peki senin bu şehirde bir evin var mı?” dedi. Temliha “Evet, istersen benimle birini gönder evimi göstereyim” dedi. Kral birkaç kişiyi onunla birlikte yolladı.
Temliha onları şehrin en yüksek evine götürdü. “Bu benim evimdir” dedi. Sonra kapıyı çaldı. Kapıyı ihtiyarlıktan göz kapaklarını zoraki açabilen yaşlı bir adam açtı. “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. Kralın elçisi ona “Bu şahıs evin kendisine ait olduğunu iddia ediyor ”dedi. İhtiyar adam öfkelendi ve Telmiha’ya yönelerek “Senin adın ne ?” diye sordu. Telmiha “Telmiha bin Falsin”dedi. İhtiyar adam bir daha söylemesini istedi. O da bir daha tekrarladı. İhtiyar adam Temliha’nın ayaklarına kapandı, ellerini öpmeğe başladı ve “Kabe’nin rabbi üzerine yemin ederim ki bu adam benim dedem. O kral Dıkyanus’tan kaçan ve yeri ve göğü yaratan Allah’a sığınan şahıslardan biriydi.”dedi. Hz. İsa bize onlardan bahsetti ve “Onlar yeniden dirilecek”dedi. Durumu haber alan kral hemen yanlarına geldi. Temliha’ya arkadaşlarının durumunu sordu. Temliha onların mağarada olduklarını söyledi. Şehri iki hükümdar yönetiyordu. Biri müslüman diğer hiristiyandı.  Kral ve Temliha atlarına bindiler yanlarındakiler de onlara katıldı. Mağaraya yaklaştıkları zaman Temliha onlara “Ey insanlar,  arkadaşlarım at adımlarını, hayvan seslerini ve silah çınlamalarını duyup Dıkyanus’un  onları öldürmeğe geldiğini sanarak korkabilirler. Bu yüzden biraz bekleyin içeri girip onlara durumu anlatayım.” dedi. Temliha içeri dostlarının yanına girdi. Arkadaşları onu görünce seni Dıkyanus’tan koruyan yüce Allah’a şükürler olsun dediler. Temliha “Bırakın Dıkyanus’u ne kadar uyuduğumuzu biliyor musunuz?” dedi. “Bir veya iki gün”dediler. Telmiha “Tam üç yüz dokuz yıl uyudunuz. Dıkyanus öldü ve üzerinden birkaç yüzyıl geçti.” dedi. “Halk yüce Allah’a iman etti. Şu an sizin için geldiler.” Ona dediler ki, “Sen bizi tüm insanlara fitne yapmak mı istiyorsun? ” “Peki ne yapmak istiyorsunuz ”diye sordu Temliha. “Ellerimizi açıp Allah’a dua edelim  ” dediler. “ Allahım bize bizim nefislerimizde gösterdiğin mucizelerin hakkı için ruhlarımızı bizi kimse görmeden al” diye dua ettiler. Allah ölüm meleğine ruhlarını alması için emir verdi ve mağaranın kapısını kapattı. Daha sonra iki kral yedi gün boyunca dağın etrafında dolaşmalarına rağmen mağaraya giren ne bir kapı ne bir çıkıntı buldular. Böylece Allah’ın kudretini gördüler. Müslüman kral “Benim dinim üzerine öldüler ve ben buraya bir mescit yaptıracağım” dedi. Hirisitiyan kral “Onlar benim dinim üzerine öldüler ve ben buraya bir kilise yaptıracağım”dedi. Bu yüzden iki kral arasında savaş başladı. Müslüman hiristiyanı yenince mağara kapısına mescit inşa etti. ”
“ Bu ehli Kehfin hikayesidir. Allah için söyle bu söylediklerim tevratınıza uygun mu oldu? ” Yahudi. “ Ne bir eksik ne bir fazla söyledin. Beni yahudi olarak çağırma şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve elçisidir ve sen de bu ümmetin en alimisin.”
 
Kaynakça:
 
Ebu İshak Ahmet bin Muhammed es-Salebi (Ö.427)  “Arâis et-Tiycân” S.232-239
El-Hilli “Keşf’ül Yakin S.431-446
Ed-Deylemi “İrşad’ül Kulûb” C.2, S.236-245
El-Emini “el-Gadir” C.6, S.148-155
El-Hatip Şeyh Muhammed Ridâ el-Hakîmi “Selüni kable en Tefkudûni”  C.1, S.95-103 H.1416 Mektebet’üs Sadr Tahran Bas.
es-Seyyid Murtada Hüseyni "Fedail'ül Hamse min es-Sıhah es-Sitte" C.2, S.290-300
Merkez el-Mustafa “Selman’ül Farisi” S.272-274
El-Meclisi “Bihâr’ül Envâr” C.14, S.411-419 Özet.
Er-Râvendi “Kısas el-Enbiya” S.255-261 Özet.
Nimetullah el-Cezairi “Kısas el-Enbiya” S.495-502 Özet.
2 notes · View notes