Tumgik
selingurel · 6 years
Text
yeni bir toronto mümkün...
Toronto Film Festivali, bilinçli olarak küçüldüğü ve ödül sezonu avcılığının yanı sıra kendine yeni hedefler belirlediği 42. yılını geride bıraktı. 
Tumblr media
Oscar umutlusu filmleri izleyiciyle ilk kez buluşturma şerefini Venedik’e kaptıran Toronto Film Festivali’nin birkaç bölüme veda edip, daha az sayıda filmle daha çok seyirci çekeceği bir yıla hazırlandığı aylar öncesinden duyurulmuştu. Cannes, Berlin, Venedik ve Telluride’dan ödünç alınan filmlerin, programının önemli bir kısmını oluşturduğu festival, dünya prömiyeri yapan küçük ölçekli film sayısını azaltınca özellikle film alıcılarının işini zorlaştırdı. Ama basın mensupları ve Toronto halkı için, yılın en iyi filmlerini aynı çatı altında izlemek hala çok cazip.
Platform bölümü yılın gözdesi Festivalin geçen yıllarda başlattığı; yaratıcı, öncü ve güçlü filmlerin yarıştığı Platform bölümü, özellikle bu sene varlığını hissettirdi. Bunda film sayısının azalmasının etkisi olduğu kadar, geçen yıl Telluride’daki prömiyerinin ardından ilk kez Platform bölümünde izleyiciyle buluşan “Ay Işığı / Moonlight”ın En İyi Film Oscar’ı kazanmasının da payı var. Önceki yıllarda Special Presentations / Özel Gösterimler bölümünün gösterişli stüdyo filmleri Oscar sezonu için önem arz ederken, Akademi’nin son yıllardaki sıra dışı tercihleri, tam da Platform gibi sade ve ayrıcalıklı bir bölümün yarışma filmlerini dikkate değer hale getirdi. Ancak festivalin artistik direktörü Cameron Bailey, Platform bölümünün ödül avcısı olmak istemediğini her fırsatta dile getiriyor. Hedef, ödül sezonuna değil “ötesine bakmak” ve seyircinin yeni yönetmenler keşfetmesine olanak tanımak. 
Tumblr media
Platform ödülünü, Venedik’te de yarışan Warwick Thornton’ın Avustralya westerni “Sweet Country” aldı. Filmin en ilginç özelliği, Avustralya yerlisi ana karakterini ağır ağır bir western kahramanına dönüştürme becerisi. Üst düzey sinematografisini öveceksek, Thornton’ın filminin görüntü yönetmenliğini de üstlendiğini ekleyelim. Platform bölümünde, Venedik’ten büyük bir zaferle ayrılan “Velayet / Jusqu’à la garde”, TV’nin en iyi politik komedilerinden “Veep”in yaratıcısı Armando Iannucci’nin yeni filmi “The Death of Stalin” ve geçtiğimiz yıllarda “The Selfish Giant”la Toronto’da büyük beğeni toplayan Clio Barnard’ın ikinci kurmaca filmi “Dark River” da öne çıkan filmler arasındaydı. Bunlar arasında özellikle “The Death of Stalin” ilk gösterimi sonrasında çok beğenilince, basın mensupları arasında kulaktan kulağa yayılarak festivalin mutlaka izlenmesi gerekenleri arasına eklendi, gösterimleri öncesi uzun kuyruklar oluşturdu.
Tumblr media
Festivalde LGBTQ rüzgarı Toronto’da bu yıl eşcinsel, bilhassa lezbiyen aşkları ana ya da yan hikaye olarak kullanan filmler hem anaakım hem de bağımsız sahnede sık sık karşımıza çıktı. Aynı zamanda festivalin iki tenisçi filminden biri olan “Ezeli Rekabet / Battle of the Sexes”, Emma Stone’un hem Oscar sonrası ilk kez görücüye çıktığı film hem de ilk gerçek hikaye deneyimi olduğu için merakla bekleniyordu. 1973’te iki tenisçi Billie Jean King ile Bobby Riggs arasında, Riggs’in kadın tenisçilere karşı erkek tenisçilerin üstünlüğünü kanıtlamak adına, King’e meydan okuması sonucu gerçekleşen tenis maçına odaklanan film, yılın pek de iddialı olmayan seyirci dostu filmleri arasında yerini aldı. Carell’in Bobby Riggs performansı rolün gerektirdiği abartıyı muhafaza ederken, karakterin yalnızlığını da yansıtabilecek kadar başarılıydı. Carell, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu kategorisi için uygun bir aday olabilir. Filmin bir spor filmi olmaktan çok King’in özel hayatını ve spor tutkusunu iç içe geçirmesi, Stone ve Andrea Riseborough’ya alan açarken, hikaye anaakım seyirciyi ürkütmekten çekinir gibi ani hamlelerden kaçınır haldeydi. Filmin feminist mesajları, günümüzde her alanda hala geçerli olan kadın-erkek eşitsizliğine parmak basıyor gibi görünse de, 2017 seyircisini coşturacak iniş çıkışlardan yoksundu. 
Tumblr media
Özellikle festival seyircisinin hayranlığını kazanan sevişme sahnesiyle konuşulan Sebastián Lelio’nun ilk İngilizce filmi “Disobedience”, Rachel Weisz ve Rachel McAdams’ın karakterlerine Londra’nın geleneksel Yahudi cemaatinin gözleri önünde yasak bir aşk yaşatıyordu. “Disobedience”, Lelio’nun Şili’nin dışına çıkınca sinema dilini kaybettiğini düşündürdü, ancak iki A sınıfı oyuncunun performansıyla hikayenin temeline oturan aşka inandırmayı başardı. Bu iki film dışında, Ellen Page ile Kate Mara’nın, kişisel deneyimleri yüzünden idam cezası konusunda zıt fikirler savunan ancak birbirine aşık olmaktan kurtulamayan iki kadını canlandırdıkları “My Days of Mercy”, Norveç sinemasının genç ustası Joachim Trier’nin ilk aşkı tehlikeli yollarla keşfeden gizemli bir karakterin gerilim dolu hikayesini anlattığı “Thelma”, Wonder Woman’ın yaratıcısı William Moulton Marston’ın karısı ve sevgilisiyle yaşadığı üçlü ilişkiye odaklanan Rebecca Hall ve Luke Evans’lı “Professor Marston & The Wonder Women”, 30 yaşında bir kadınla 16 yaşında mutsuz bir ergenin birbirine tutunma hikayesini anlatan “A Worthy Companion” ve elbette Ocak’ta Sundance’te gösterildikten sonra dillerden düşmeyen, kusursuz yaz aşkı filmi, yılın en iyilerinden “Beni Adınla Çağır / Call Me by Your Name” dikkat çeken örnekler oldular. 
Tumblr media
Toronto sonrası ödül sezonunda son durum Venedik’ten Altın Aslan’la ayrılan Guillermo del Toro’nun yaratık romansı “Aşkın Gücü / The Shape of Water”, bir favori olmamakla beraber Oscar’da “Dunkirk” sonrası En İyi Film kategorisinin ilk kesin adayı. Soğuk Savaş yıllarında temizlik görevlisi olarak çalıştığı laboratuvara getirilen gizemli bir yaratığa aşık olan dilsiz Eliza’yı canlandıran Sally Hawkins’in sessiz performansı filmin fantastik dünyasına çok yakıştırıldı. Hawkins, çok çekişmeli geçecek En İyi Kadın Oyuncu yarışında en önden yerini kaptı bile. Geçen yılki “Aşıklar Şehri / La La Land” gibi kesin bir Oscar favorisinin öne çıkmadığı bu sene, festivalin Oscar kokusu alan meşhur seyirci ödülü People’s Choice, “Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri / Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”ye gidince, filmin popülerliği artış gösterdi. Venedik’ten En İyi Senaryo ödülüyle dönen film, yılın en iyi yazılmış filmlerinden biri olmasının yanı sıra, sadece senaryo ve oyuncu ödülleriyle yetinmek için fazla iyi. Martin McDonagh’nın dramın içinden mizah çıkarma becerisi yine zirvede geziniyor. Tecavüze uğrayıp öldürülen kızının katili bulunmayınca polise bizzat baskı yapmaya başlayan bir annenin hikayesini konu alan “Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri” bittikten uzun süre sonra bile sizinle kalan filmlerden. Frances McDormand, Woody Harrelson ve Sam Rockwell’in performansları parlıyor, özellikle McDormand’ın Oscar yarışında yolu açık. 
Tumblr media
Yukarıda bahsi geçen “Beni Adınla Çağır”ın da bir festival gözdesi olmaktan çıkıp ciddi bir ödül sezonu filmine dönüşmesi an meselesi. Şimdilik tahminlerde mutlaka kendine yer buluyor, ancak daha esaslı bir Oscar kampanyasına ihtiyacı var. Zira kış aylarında görücüye çıkacak büyük ölçekli filmler yarışın gidişatını değiştirecektir. Eylül ayından bakınca, Greta Gerwig’in çok sevilen ilk yönetmenlik denemesi “Lady Bird”, bağımsız korku sinemasını ihya eden “Kapan / Get Out”, Sean Baker’ın bir izleyenin bir daha unutamadığı müthiş “The Florida Project”i de bağımsızlar kategorisinden yarışa dahil olmuş durumda. Diğer yandan Gary Oldman’ın etkileyici bir makyaj çalışmasıyla Winston Churchill’e dönüştüğü Joe Wright imzalı “Darkest Hour” hem Film hem En İyi Erkek Oyuncu kategorilerinde sağlam bir aday. Oldman’ın Akademi’nin çok sevdiği dönüşümlerden birini sergilemesi bir yana, beden diliyle Churchill’i ete kemiğe büründürme becerisi hayranlık uyandırıcı. Oscar’a uzanması zor olmayacaktır. Sundance’te prömiyerini yaptıktan sonra Netflix tarafından satın alınan, 2. Dünya Savaşı sonrası ırkçılık sorunu temelli, etkileyici bir hikaye anlatan “Mudbound” ise sene başından beri yarıştaki yerini koruyor. Performans kategorilerinde yarışa girmeye çalışan isimler arasında, Aaron Sorkin’in yönettiği “Molly’s Game”den Jessica Chastain, ikinci bir “The Theory of Everything”i andıran Andy Serkis imzalı “Breathe”ten Andrew Garfield, Boston Maratonu saldırısında bacaklarını kaybeden Jeff Bauman’ın gerçek hikayesini anlatan “Stronger”dan Jake Gyllenhaal ve son anda seçkiye dahil olan “Roman J Israel, Esq.”dan Denzel Washington var. Tümü gerçek yaşam hikayelerine dayanan bu filmler, festivalde büyük beğeniyle karşılanmadılar, ama ödül sezonunda stüdyoların Oscar kampanyalarının etkisiyle oyuncu performanslarıyla öne çıkma ihtimalleri var. Son bir not olarak şunu ekleyelim: Thomas Edison ile George Westinghouse arasındaki elektrik savaşını konu alan “The Current War”da, bilhassa görüntü yönetmeni Chung-hoon Chung’ın müthiş bir iş çıkarması Akademi üyelerinin gözünden kaçmayacaktır. 
Tumblr media
Usta kadın oyuncu performansları Glenn Close, Charlotte Rampling, Judi Dench, Annette Bening, Helen Mirren gibi 60 yaş üstü usta aktrislerin şov yaptığı bir festival geçirdik. Bunlar arasında, programda ilk başta dikkat çekmese de izleyenlerin olumlu yorumları sonrası tüm gözleri Glenn Close’a çeviren “The Wife” ve Venedik’ten En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle dönen Charlotte Rampling’in yine kendine hayran bıraktığı “Hannah” ön plandaydı. Judi Dench’in Oscar umutlusu ikinci Kraliçe Victoria performansı “Victoria & Abdul” ve Annette Bening’in Jamie Bell’le aşk yaşayıp herkesi bu aşka körü körüne inandırmayı başardığı “Film Stars Don’t Die in Liverpool” seyircilerin salonlardan memnun ayrıldığı filmler oldular. Her nasılsa Venedik’te de yarışan Helen Mirren ve Donald Sutherland’li “The Leisure Seeker” sıradan bir TV filmi ayarında olsa da, Mirren ve Sutherland’in emeği ziyadesiyle takdir edildi.
Tumblr media
Türkiye’den filmler Festivalin TIFF Belgeselleri bölümünde gösterilen Hüseyin Tabak’ın yönettiği Yılmaz Güney belgeseli “The Legend of the Ugly King” ve kısa film seçkisinden Ayçe Kartal imzalı  animasyon “Kötü Kız”, programda Türkiye’nin adını geçiren filmlerdi. Ancak “The Legend of the Ugly King”in Almanya-Avusturya; “Kötü Kız”ın da Fransa-Türkiye yapımı olduğunu hatırlatmak gerek.
Deniz Gamze Ergüven’in ilk İngilizce filmi: Kings Halle Berry ve Daniel Craig gibi A sınıfı oyuncularla, kamerasını 90’ların Los Angeles’ına çeviren Deniz Gamze Ergüven’in “Kings”i, Toronto’da seyirciyle ilk kez buluştu, ancak festivalin alay konusu olan filmlerinden birine dönüştüğünü itiraf etmek gerek. 1992’de Los Angeles’ta patlayan siyahi ayaklanmayı hikayesinin temeline yerleştiren Ergüven, gerçek görüntüleri yama gibi kullanan, olayın sosyolojisine kıyısından köşesinden temas etmekte bile başarısız, atmosfer yaratmaktan aciz yönetmenliğiyle ilk uluslararası sınavından geçemedi. Özellikle filmin akıllara zarar rüya sahnesi, kariyerinin gelecek safhalarında da kendisine sıklıkla hatırlatılacaktır.
Tumblr media
Selin Gürel
(Ekim 2017, Milliyet Sanat)
2 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
linda hamilton’a ne oldu?
1991’de Linda Hamilton, Hollywood’un kadın aksiyon kahramanı prototipini yeniden inşa etti. Sonra, tam da gerçek bir yıldız olmasına ramak kala ortadan kayboldu. İşin kötüsü, aslında hep oradaydı. Sahi, Linda Hamilton’a ne oldu?
Tumblr media
Kendinden sonra gelecek kadın aksiyon yıldızlarına öncülük edeceğini henüz bilmiyorken, Linda Hamilton kariyerini Shakespeare uyarlamalarıyla süslemeyi planlıyordu. 80’lerin sinemaya yapacaklarından habersizdi. Aynı şekilde sinema da, video kasetlerin başına getireceklerini öngöremez haldeydi. Tam o sıralarda, adı sanı duyulmamış bir James Cameron  kimsenin umurunda olmayan bir piranha filmi çekmiş ve kendini arabasında yaşarken bulmuştu. Tıpkı “The Terminator”da olduğu gibi, biri 2029’dan gelip de başlamak üzere olan serinin kültleşeceğini, devleşeceğini ve yavrulayacağını söyleseydi, burnundan kıl aldırmayan Cameron dahi bu kaçık zaman yolcusuna inanmazdı. Neyse ki bilimkurguya, robotlara ve savunmasız kadınlara zaafı olan gerçek 80’lerin başladığı 1984 yılı, kapıya dayanmıştı. Dünya farkında olmasa da, “The Terminator”a hazırdı. 
Tumblr media
Hayli kötü eleştiriler alan ve alay konusu olan “Children of the Corn” adlı korku filmini henüz tamamlamış Linda Hamilton, o sıralar hayal ettiği gibi Shakespeare uyarlamalarından başını kaldıramıyor değildi, ama “The Terminator” projesine şüpheyle yaklaşmaktan kendini alamıyordu. Özellikle “Conan the Barbarian”la henüz şöhrete kavuşmuş Arnold Schwarzenegger’ın varlığı pişman olacağı bir girişimin habercisi gibiydi. Herkese emirler yağdıran kalpsiz James Cameron da çekilir dert değildi. Nihayetinde “The Terminator” gişede harikalar yaratmadı, ama video kaset evreninde zirveye oynadı. Payeyi Cameron ve Schwarzenegger toplasa da, Hamilton’ın canlandırdığı Sarah Connor karakteri Michael Biehn’ın Kyle Reese’iyle uyumlu bir ikili oluşturmuştu. Hamilton hemen yıldızlığa terfi etmedi, ama “Children of the Corn”un gülünç kurbanı değildi artık.
Tumblr media
Asıl eğlence, yedi yıl sonra çıkagelen “Terminator 2: Mahşer Günü / Terminator 2: Judgment Day” ile başladı. Kırılgan Sarah Connor gitmiş, yerine mücadele etmeden ölmeyecek, sert bir aksiyon kahramanı gelmişti. Hamilton, ilk filmde onu bir oyuncu olarak hırpalayan ve pek hazzetmediği Cameron’a artık saygı duyuyordu. İkinci film için bedenini baştan yaratmaya istekliydi. Haftalar süren sıkı bir idmana başladı. Film gösterime girdiğinde, eleştirilerde Schwarzenegger’ın yanı sıra Hamilton’ın adı da geçiyordu artık. O nasıl bir dönüşümdü öyle! Hamilton’ın “Mahşer Günü”nde canlandırdığı Sarah Connor, çok geçmeden Cameron’ın sinemasında sıkça öne çıkaracağı “güçlü kadın”ın kusursuz bir temsili olmuştu. Ellen Ripley gibi erkeksi değildi, güçlü görünmek için bir penisi varmış gibi davranmasına gerek yoktu. Dahası, savaşırken kusursuz görünmek zorunda da değildi. Korunmaya muhtaç kadından savaşçı anneye dönüşümü, filmin seyirciye verdiği en büyük hediyelerden biriydi. Ve nihayet Linda Hamilton kariyerinin tepe noktasına erişti.
Tumblr media
Peki ne oldu da, “Mahşer Günü”nden bu güne dek Hamilton’ı tek bir kayda değer filmde izleyemedik? 90’ların “savaşçı kadın” prototipini oluşturan oyuncu, neden bir daha takdir edilmedi? Hikayenin bundan sonrası, aktrisin James Cameron’la kişisel ilişkisinin kontrolü altında. İkinci filmden sonra kariyerine üç yıllık bir ara veren oyuncu, bu arada Cameron’la birlikte yaşamaya başladı, bir çocuk dünyaya getirdi ve her yeni filminin çekim sürecinde kendine yeni bir eş bulmasıyla meşhur yönetmenle birçok şeyin yanı sıra evlilik konusunda da bir türlü anlaşamadı. Üçüncü eşi Kathryn Bigelow’dan henüz boşanan Cameron, evliliğin kendine göre olmadığını düşünüyordu. Hamilton ise bu konuda söz sahibi olmamayı kendine yediremiyordu. Yıllar sonra verdiği röportajda, o günlerde yaşadıklarını “cehennem hayatı” olarak tanımlıyor. Nihayetinde ilişkilerinin son düzlüğünde Cameron’la Hamilton evlendi, ancak aralarında hem “Titanic” hem de yönetmenin o sette tanıştığı oyuncu Suzy Amis vardı. Zira ara verdikleri bir dönemde, Amis’le birlikte olmaya başlayan Cameron, daha sonra ani bir kararla yeni sevgilisini bırakıp, yaklaşık yedi yıldır birlikte olduğu Hamilton’la evlenmeye karar vermişti. Kısa süren evlilikleri sonunda, Cameron yine bir hata yaptığını fark edip Amis’e döndü ve bu kez onunla evlendi. Cameron’ın beşinci eşi Suzy Amis’in “Titanic” sonrası oyunculuğa veda ettiğini hatırlatırız. 
Tumblr media
Oyunculuğa verdiği aranın ardından, setlerden bir daha hiç kopmasa da, Hamilton’ın kariyerinde bir başka tepe noktası olmadı. Başrol oyuncusu değil de karakter oyuncusu olmak istediğini sıklıkla vurguluyordu. Ama karşısına çıkan teklifler, bu isteğinin çok uzağındaydı. O, kariyerini ve psikolojisini bir türlü toparlayamaz haldeyken ve bir de annelikle cebelleşirken, Cameron hayatının en büyük projesini, “Titanic”i inşa ediyordu. Hamilton içinse, “Titanic” ıstırapla eş anlamlıydı. Hem çekim sürecinde hem de ödül törenlerinde, “bir zamanların yıldızı, şimdilerin mutlu eşi” olarak Cameron’ın yanı başında durmak, oyuncuya büyük acı veriyordu. İlişkilerinin en inişli çıkışlı döneminde sürekli olarak kameralara gülümsemek zorunda kalan Hamilton, o dönemin kariyerinin dibe sürüklenmesini hızlandırdığının farkında. Oyuncu, 2010 yılında The Lady dergisine verdiği röportajda, o günleri şöyle anlatıyor: “Her açıdan berbat bir dönemdi. James, yaşadığı parlak günleri mahvedeceğimden korkuyordu. Bu güvensizliğini anlayamıyordum, çünkü ben de herhangi biri değildim. Yıllardır kamera önünde olan, deneyimli bir oyuncuydum. Gitmek zorunda olduğumuz onca etkinlik sırasında James’in yanında olma stresi beni yiyip bitiriyordu. O dönemden sonra yıllarca makyaj yapamadım. Gittiğimiz her berbat ödül töreninde deli gibi titriyordum.”
Tumblr media
Bu ay Linda Hamilton’ı, özel yaşamının çalkantıları henüz görünür değilken, kariyerinin tepe noktasında karşılıyoruz. 1991’de Amerika gişesinde zirveye oturan, dönemin bilimkurgu ve aksiyon sinemasını şekillendiren “Terminator 2: Mahşer Günü” 3D kopyasıyla gösterime giriyor. “Mahşer Günü”nü televizyonlarda izleyen bir nesil için, bunun ne kadar büyük bir fırsat olduğunu hatırlatmaya gerek yok. 2015’te yeniden başlatılan “Terminator” serisinde Sarah Connor’ı canlandıran Emilia Clarke’ın, neden kendini kimselere beğendiremediğini anlamak için Hamilton’ı bir de bugünün görüntü kalitesinde, büyük perdede izlemek şart.
(Ağustos 2017, Milliyet Sanat)
2 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
eleştiri: estiu 1993 / ’93 yazı ⭐️⭐️⭐️⭐️
Tumblr media
Yanına görmüş geçirmişliğini almadan, çocukluğun dikenli yollarına yalınayak girmeye cesaret eden yönetmen sayısı çok değil. Bu yüzden ana kahramanı çocuk olan filmlerin birçoğunda, perdede izlediğimiz büyümüş de küçülmüş minikleri oldukları gibi kabul edip, kendi çocukluğumuzun silik anılarını pek rahatsız etmiyoruz. Ama bazen bir film çıkageliyor ve hiç beklemediğimiz bir anda çocukken kırdığımız o ilk kavanozu, ölümüne sakladığımız o ilk yarayı, söylediğimiz o ilk yalanı, yediğimiz o ilk azarı, sevildiğimizi hissettiğimiz o ilk sihirli anı, gözyaşlarıyla yastığımızı ıslattığımız o ilk geceyi hatırlayıveriyoruz. Hem de kaç yaşında olursak olalım, hafızamız ne kadar zayıf olursa olsun… İşte bütün bunları hiç çaba göstermeden başarıyormuş gibi görünen o film, ’93 Yazı (Estiu 1993).
Tumblr media
Yönetmen Carla Simón’un bu ilk filminde kendi çocukluğunu, büyük kayıplarla bulutlanan kendi ’93 yazını anlatması büyük bir avantaj, şüphesiz. Ancak bir başkasının çocukluğunu anlatsaydı bile, Simón’un büyük duyguları her nasılsa taşları yerinden oynatmadan anlatabilen sinemasında kesinlikle çok taze bir şeyler var. ’93 Yazı’nın hikayesi, basitçe “çocuk gözünden” anlatılmıyor. Filmin kahramanı Frida her sahnede görünse de, dayısı Esteve ve yengesi Marga’nın da Frida’nın taraflı bakış açısından bağımsız olarak seyirciyle direkt ilişki kurabilen karakterler olmaları, bu “yeni aile” denemesini daha katmanlı hale getiriyor. Bu yüzden, tuhaftır, çocuk halimizle Frida’nın, yetişkin halimizle Marga’nın tarafına geçiyoruz. Herkesin hayatının değiştiği, sıradanmış gibi görünmesi için büyük çaba sarf edilen ancak alabildiğine sıra dışı olan o yazı, aileyle birlikte sanki bizler de atlatıyoruz. Lafın gelişi değil, burada kastedilen gerçekten de “atlatma” işi. Zira eylemlerden çok, tereddüt, korku, sevgi, fedakarlık, öfke, şüphe gibi girintili çıkıntılı duyguların rehberliğinde ilerleyen bu filmde, eylemleri takip etmeye alışık seyirciler olarak hiç farkında olmadan ağır bir duygu yüklemesinin de altında kalıyoruz. Finaldeki o çok doğal duygu patlaması, bu yüzden açık kapıları kapayan, şüpheleri dağıtan bir ferahlık vesilesi oluyor. Sadece Frida için değil, seyirci için de.
Tumblr media
Simón’un, babadan sonra annenin de kaybı nedeniyle eşyaların toplanması, evin dört bir yana dağılması ve arkadaşlardan, mahalleden ayrılıkla başlayan filminde; hikaye, ayrı ayrı üzüntülere sebep olması beklenen bu olayları, seyircinin de tıpkı Frida gibi ne olup bittiğini tam idrak edememesi hedefiyle, bir çırpıda yaşatıyor. Dar sokaklara, uzun binalara ve gürültüye alışık bir şehir çocuğu olarak bir akşam vakti usulca, sessiz ve dingin kırsalın orta yerine bırakılan Frida, kaybettiklerini hızlıca, kazandıklarını ağır ağır fark ediyor. Hikayenin temeli de, bu idrak ve alışma sürecinin omuzlarında yükseliyor. Frida’yı canlandıran Laia Artigas’ın gözlerinde öyle kırılgan bir öfke, öyle iç acıtan bir mahzunluk var ki, gerçek bir hikaye için bile fazla gerçek kalacak sanırsınız. Ama sandığınız gibi değil. ’93 Yazı’nın tatmin ediciliği, biraz da bu gerçekliği göze sokmadan, zararsız bir tercihmiş gibi gösterebilmesinde saklı. Payenin geri kalanı da, sinemanın doğası gereği, zamansız bir trajedi ertesi dramatik damarları kabarmış olması gereken bu cafcaflı “alışma” sürecini gösterişinden arındırma ve akışına bırakma cesaretine ait.      
Tumblr media
Filmi, uzun bir yaz gününü anlatır gibi çeken Simón, Frida’nın yeni anne figürünün sabrını, yeni baba figürünün sevgisini ve küçük kuzeninin sadakatini test etme girişimlerini birbirinin içine geçmiş şekilde sunarken, mutluyken bile hayata öfkeli olan kahramanını sakin bir gündelik hayatın hafif nüansları arasında tutmaya özen gösteriyor. Bu sayede, zaman zaman isyan edip bazen de uysalca teslim olan, kendini korumak için etrafına kabuk örmekle meşgulken, bir de bakmışsınız, ansızın pençelerini indiren küçük kızı, başka değişkenlerin etki alanına girmeden inceleme şansı elde etmek mümkün oluyor, ki bir karakteri “ona belli etmeden” bu kadar yakından izleme fırsatı her gün karşımıza çıkmıyor. Ama Frida’yı anlamak ve onun kıvırcık perçeminin altından hayata bakmaktan öte, ’93 Yazı’nı izlemenin en ayrıcalıklı tarafı, her şeyin siyah ve beyazdan ibaret olduğu çocukluğun zalimliği, merhameti, pişmanlığı, masumiyeti ve koşulsuz mutluluğuyla bir kez daha, hem de yetişkin hislerin akılcılığına henüz bulaşmamışken karşılaşmak. Geçmişte veda şansı bulamadığımız eski bir dostla yeniden yüzleşmek. Normalde bir filmden alabileceğinizden daha fazlasını aldığınız, çok kârlı bir alışveriş bu.  
(Haziran 2017, Rabarba)
6 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
eleştiri: l’avenir / gelecek günler ⭐️⭐️⭐️⭐️ 1/2
Tumblr media
Mia Hansen-Løve’ın ana karakterleri, film bittikten çok sonra bile kendi dünyalarında yaşamaya devam edecekmiş gibi görünürler. Kendi istekleriyle kapılarını bize açar, hayatlarının çarpıcı bir dönemine tanık olmamıza izin verir, daha sonra kapanış jenerikleri akarken evlerine çekilirler. Ders çıkaracakları zorlu bir sürecin ardından büyük bir değişimden geçmiş ve her anlamda büyümüşlerdir. Bu büyüme süreci kimi zaman yıkım getirir, ama umut, cılız da olsa ayaktadır ve biz sinema salonundan çıkmış, evimizin yolunu tutmuşken, onlar kendilerini bekleyen “gelecek günler”in karşısına geçip oturur, garsona da bir kahve söylerler. Yolun bundan sonrasını tek başına kat edeceklerdir ve bizden kurtulduklarına neredeyse sevinmiş gibidirler. Filmin hikayesini anlatmak için yaratılan ve adına “karakter” denen bu kukla kişiliklerin, oyuncuların üzerlerine tek seferlik geçirdikleri kıyafetlerden ibaret olmadıklarını, kendi başlarına da pekala hayatta kalabildiklerini, asla bir parçası olamayacağımız gizli bir iç benlikleri olduğunu tahayyül etmek bile o kadar sıra dışı ki, Mia Hansen-Løve en çok da bunları hissettirebildiği için, bileğinin hakkıyla günümüzün genç auteur’leri arasında sayılıyor.
Tumblr media
Yönetmenin yarattığı ana karakterin geçmişini, bugününü ve geleceğini bu kadar iyi tanımasının sebebi, senaryolarını mütemadiyen tanıdığı insanların görmüş geçirmişliğinden esinlenerek yazması. Üstelik bu insanlara, kimi zaman kendisi de dahil olabiliyor. Örneğin, Elveda İlk Aşk (Un amour de jeunesse) kendi aşk acısından bir parçaysa, Cennet (Eden) de ağabeyinin gençliğinden bir parça… Love’ın yeni filmi ve yazımızın konusu olan Gelecek Günler (L’avenir) ise uzun yıllardır sürdürdüğü evliliğini noktalayıp hayata baştan başlamak zorunda kalan annesinin hikayesinden ilham alınarak yazılmış. Gelecek Günler’in en önemli özelliği, Love’ın ilk kez tanınmış bir oyuncuyla çalışmasına vesile olması. Söz konusu oyuncu usta Isabelle Huppert bile olsa, bu yeniliğin yönetmenin duru ve sade sinemasını olumsuz etkileyebileceğinden korkuyorduk doğrusu. Zira yönetmenin filmlerinde oyuncu kimliğinin ve performansının gereğinden çok öne çıkması, filmin eşine nadir rastlanan gerçeklik duygusunu zedeleyebilirdi. Huppert’in perdedeki “arıza kadın” imajının Love’ın hassas sinemasına sirayet etmesi beklenirken, neyse ki tam tersi oldu. Huppert’in sert kabuğunu kıran, gerçekliğiyle aktrisin perdedeki personasını bile yumuşatan, çok özel bir kadınla tanıştık. İlk kez bir Mia Hansen-Løve filminde bir oyuncu performansı en az hikaye kadar öne çıkıyor, ama Huppert’in ustalığı sayesinde ikisi bir bütün olup birbirinin içinde çözülüyor. Gelecek Günler’le aynı yıl içinde görücüye çıkan O Kadın’daki (Elle) performansıyla el üstünde tutulan Huppert’in, bu filmde sadece rahiple konuştuğu sahnede bile O Kadın’dakinden daha etkileyici olduğunu iddia etmeden geçmeyelim.
Tumblr media
Gelecek Günler, daha önce çokça şahit olduğumuz bir hikayenin, Love’ın penceresinden bakıldığında nasıl da ayakları yere basan, güçlü bir kişilik kazandığını deneyimlemek için bile izlenebilir. Hatta belki de sadece bunun için izlenmeli. Huppert’in canlandırdığı Nathalie’nin kendini en güvende hissettiği dönemde dört bir yana savrulmasının ve sonra yavaş yavaş toparlanmasının öyküsü, hikaye anlatma sanatının ustası olan bir yönetmen tarafından, “kendiliğindenlik” gibi sinemanın mesafeli olduğu bir keşifle öyle güzel sarmalanmış ki, hayran olmamak elde değil. Bu filmde doğumlar, ölümler, gözyaşları, kahkahalar ve ihanetler, tıpkı hayatta bizlerin de başına geldiği gibi ön hazırlıksız ve ansızın… Büyük hesaplaşmalar, öfkeli intikamlar, sarsıcı trajediler, çıldırtan ahmaklıklar yok. Hayat, hem geleceğe dair işaretlerle dolu hem de önüne geçilemez ve yavaşlatılamaz bir döngünün pençesinde akıp gidiyor. Bütün dikkatimiz Nathalie’nin üzerindeyken, diğer karakterler yerinde saymıyor. Herkes aynı anda büyüyor, değişiyor ve bir şeylerden ders alıyor. Kayıplar unutuluyor, yaralar sarılıyor, öfkeler soğuyor. İlginç olansa, dışarıdan kontrol edilemezlermiş gibi duran bütün bu insanların hayatlarından bir kesit izlerken, senaryoda en ufak bir fazlalık olmaması. Açılışta, Nathalie’nin yakında bir başka kadın için onu terk edecek kocası Heinz’ın eski bir mezara bakarak muhakkak hayatın ne kadar hızlı aktığını düşünüp hüzünlenmesinden tutun da, devrim düşünceleri içinde yanıp kavrulan çokbilmiş eski öğrenci Fabien’in, burjuva hayat tarzını küçük gördüğü öğretmeni Nathalie’yi tam da ailesiyle “çilek” yerken ziyaret etmesine varıncaya kadar, bütün detaylar Mia Hansen-Løve’ın o eşsiz süzgecinden geçmiş halde karşımıza çıkıyor. Bu, her şeyden çok terk edilmekten korkan bir insanın tam da korktuğu gibi terk edilme öyküsü. Ama öncelikli olarak bir anne değil, bir eş değil, bir öğretmen değil, bir evlat değil, bir kadın bile değil. Aynı anda bunların hepsi ve ayrı ayrı bunların hiçbiri.
(Mayıs 2017, Rabarba)
1 note · View note
selingurel · 7 years
Text
içimizdeki ukde: hollywood
Haluk Bilginer ve Selçuk Yöntem’in yan rollerde karşımıza çıktığı “Osmanlı Subayı / The Ottoman Lieutenant” gösterimdeyken, Türkiye’den çıkan oyuncuların yabancı sinemadaki maceralarına göz atalım. Bu hikayede biraz umut biraz hayal kırıklığı var.
Tumblr media
Filanca Türk oyuncunun Hollywood’u yakında fethetmeye hazırlandığını, o esnada fethediyor olduğunu veya çoktan fethettiğini ballandıra ballandıra anlatan o umut dolu gazete/dergi haberlerinin ne zaman yazılmaya başladığını araştırmaya kalksak, 40’lara dönmemiz gerekir. Ancak ilginçtir, bu haberlerin tastamam gerçeği yansıttığı tek dönem de yine 40’lardı. Çünkü sahnede Viyana doğumlu, tek kelime Türkçe bilmeyen, Türk asıllı, gerçek bir Hollywood oyuncusu vardı: Turhan Bey. Hollywood’da kendine sağlam bir yer edinmiş, yıldızlarla karşılıklı oynamış ilk Türk aktör… Türkiye’den çıkıp da ülkeyi gururlandırması elbette tercih sebebiydi, ama Türkiye ile bir bağ kurmamış oluşu, Hollywood’dan dedikodular taşıyan, dönemin pek popüler dergilerinde sık sık boy göstermesine engel değildi. Sadece 12 yıl kadar kamera önündeydi ve bilhassa stüdyoların aktör sıkıntısı çektiği İkinci Dünya Savaşı yıllarında sinemanın başkentinde müthiş bir başarı yakaladı. İnce bıyıkları, arkaya doğru taranmış siyah saçları ve yakışıklı yüzüyle, kaçış filmlerinin “egzotik karakter” kontenjanını doldurdu, Hollywood tarihine “Türk lokumu” olarak geçti, ismini Errol Flynn ve Boris Karloff gibi ikonlaşmış oyuncularla aynı afişlere yazdırdı, Katharine Hepburn’ün kocasını canlandırdı, Lana Turner’la aşk yaşadı, Ava Gardner’la dost oldu. İşin aslı Hollywood’da kök salma konusunda, henüz Turhan Bey’den daha başarılı bir oyuncu çıkmadı. 
Tumblr media
Bey’in zaferi iyi güzeldi de, asıl marifet Avrupa’nın değil, Türkiye’nin bağrından kopup yabancı topraklarda tutunmaktı belki de. Zira dil sorunu kara bir bulut gibi tepedeydi, imkanlar kısıtlıydı, yurt dışına açılamayan ve bu yüzden kimsenin varlığından haberdar olmadığı Yeşilçam’da bir yıldız dahi olunsa, gidilen yerde sıfırdan başlamaktan başka çare yoktu. Bütün bunları göze alarak, Turhan Bey’in başarısının yankılarına ilk kulak veren aktörlerden biri, dönemin meşhur oyuncularından Alan Ladd’e benzerliğiyle dikkat çeken Muzaffer Tema’ydı. Ayhan Işık ya da Orhan Günşıray henüz ortalarda yokken, tiyatro dışından sinemaya transfer olan bir jön olarak Tema’nın yakışıklılığı dillere destandı. 50’lerin sonunda, Türkiye’deki en verimli çağında, Amerika’ya gidip büyük stüdyolardan birine kaydını yaptıran Tema’nın Hollywood çıkarması, Feridun Çölgeçen ve Ayhan Işık’ınkine oranla daha başarılı oldu. Tema’nın, Joan Fontaine’i dansa kaldırdığı üç dalda Oscar adayı olan “Acı Tebessüm / A Certain Smile”, Türkiye’de aktörün başroldeymiş gibi gösterildiği afişlerle gösterime girdi. Tema’nın ikinci Hollywood filmindeki rolü daha büyüktü, bu kez “Ayda Korkunç Mücadele / 12 to the Moon” adlı bilimkurgu filminde Ay’a giden Türk astronot Dr. Selim Hamid’i canlandırdı. Tema’nın yaptığı bu atılımın başta Ayhan Işık olmak üzere, dönemin birçok yıldız oyuncusunu heveslendirdiği ve kıskandırdığı söylenir.
Tumblr media
O günlerden bugünlere atlayıp Haluk Bilginer’i bir istisna olarak kabul edersek, Hollywood’da Tema’nın vardığı noktadan daha ileriye gidebildiğimizi iddia etmek güç. Üstelik burada “Hollywood” denen şöhretler ülkesi, bildiğimiz Los Angeles dolaylarından ibaret değil; genel olarak bütün yabancı ülke sinemaları şu Hollywood denen meredin içine giriyor. En azından toplumsal algı bu yönde. Tek tek başarılı girişimlere tanık olsak da, Haluk Bilginer dışında yabancı sinemada varlığını istikrarla koruyan başka bir oyuncumuz yok. Yine de Saadet Işıl Aksoy’un Penélope Cruz ve Emile Hirsch ile oynayıp, hikayenin üçüncü önemli karakterini başarıyla canlandırdığı “Sen Dünyaya Gelmeden / Twice Born”u; Mehmet Günsür’ün Dominique Swain’le başrolleri paylaştığı “Fall Down Dead”i; Meltem Cumbul’un “The Alphabet Killer” macerasını ve 2016’da görücüye çıkan Halit Ergenç’in “Ali and Nino”sunu anmadan geçmeyelim. Bir kısmı veya tümü Türkiye’de çekilen yabancı filmlerde ise, 1970 tarihli, Fikret Hakan ve Salih Güney’li “Paralı Askerler / You Can't Win 'Em All”dan; Russell Crowe’un yönettiği Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Salih Kalyon’lu “Son Umut / The Water Diviner”a varıncaya kadar bol duraklı ve daha uzun bir yol kat edildiğini görüyoruz. Bu yazının vesilesi olan, Bilginer’in de oyuncuları arasında olduğu Amerika-Türkiye ortak yapımı “Osmanlı Subayı / The Ottoman Lieutenant”ın da önemli bir kısmı İstanbul ve Kapadokya’da çekildi. Ama “Osmanlı Subayı”ndan önce, kariyerine İngiltere’de başlayan Bilginer’in yabancı filmlerde ister istemez temsilcisi olduğu “Doğulu adam” figürüne daha yakından bakalım. Zira bu figürün değişimini ve gelişimini, rolleri üzerinden gözlemleyebileceğimiz tek oyuncu o.
Tumblr media
Rol aldığı ilk film olan Sigourney Weaver ve Michael Caine’li “Half Moon Street”te, Weaver’ın karakteri Dr. Lauren Slaughter’a cinsiyetçi bir espri yapıp, sonra da ağız dolusu bir kahkaha atan, geleneksel giysiler içinde bir Arap’ı canlandırdı Bilginer. Jenerikte adının yanında, “Birinci Arap” yazıyordu. Warren Beatty ve Dustin Hoffman’lı “Ishtar”da “gerilla lideri”ydi. Eric Stoltz ve Gabriel Byrne’lü “Lionheart”ta sakallı ve fesli bir pazarcıydı. Joaquin Phoenix ve Ed Harris’li “Acemi Askerler / Buffalo Soldiers”ta sadece “Türk”tü, hem de öfkeli, şiddet düşkünü ve yasa dışı bir Türk. Milliyeti ne olursa olsun “Doğulu adam” temsilinin çerçevesi sabitti, ancak Bilginer’in ekran süresi gittikçe artıyordu. “W.E”, “Zoraki Radikal / The Reluctant Fundamentalist” ve “Rosewater” gibi filmler aktörün yerini sağlamlaştırdı. Son olarak 100 milyon dolar bütçeli Hollywood filmi “Ben-Hur”da, Yahudi tüccar Simonides’i canlandırdı. Tıpkı yıllar önce Muzaffer Tema’nın Hollywood filmlerinde yapıldığı gibi, Bilginer’li “Ben-Hur” afişleri salonları süsledi, oysa aktörün ekran süresi pek kısaydı. Ama burada asıl dikkat çekmesi gereken, bugün Bilginer’in yabancı filmlerdeki varlığının, artık Doğulu karakterlere hapsolmayacağı bir seviyeye ulaşmış olması. Aynı şeyi, bu ülkede yaşayan bir başka oyuncu için söyleyemeyiz. Hal böyleyken, bir kısmı İstanbul’da çekilen yabancı filmlerde de ülkenin yerel temsilcisi, İngilizceye hakimiyeti, karizması ve tartışmasız yeteneğiyle Bilginer’den başkası olamazdı. Tıpkı Clive Owen ve Naomi Watts’lı “Uluslararası / The International” örneğinde olduğu gibi. Filmde canlandırdığı Ahmet Sunay, geleneksel kıyafetleri veya Türk aksanı olmayan, son derece itibarlı ve bir o kadar tekinsiz bir karakterdi.
Tumblr media
Bu ay izleyeceğimiz “Osmanlı Subayı”nın başrollerini “Game of Thrones” ile şöhrete kavuşan Michiel Huisman, bir süredir sinemada görünmeyen Josh Hartnett ve çıkış yapmaya çalışan İzlandalı genç oyuncu Hera Hilmar paylaşıyor. Haluk Bilginer ve Selçuk Yöntem ise Osmanlı ordusunda görevli Halil Bey ve Melih Paşa’yı canlandırıyor. Asıl ilginç olansa, hikayedeki aşk üçgeninin en önemli köşesindeki Türk karakteri, filme ismini veren Osmanlı subayı İsmail’i, filmin jönlerinden birinin, Michiel Huisman’ın canlandırması. Bu, yukarıda bahsettiğimiz, seyircinin algısını şekillendiren köşeli temsillerin yerel oyuncularla olmasa da, popüler isimlerle yeniden inşa edilmeye başladığının habercisi. İsmail’i Huisman’ın suretinde izlemek, dünyanın geri kalanı için fark eder mi bilinmez, ama bizim için ilginç olduğu kesin.
(Mayıs 2017, Milliyet Sanat)
2 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
eleştiri: juste la fin du monde / alt tarafı dünyanın sonu ⭐️⭐️
Tumblr media
Xavier Dolan sinemasının kimliğini bulma hızının, Dolan’ın büyüme hızına yetişmesini beklerken yok olup gideceğiz bu dünyadan. Varacağı noktaya fazla erken varmış bir yönetmenin sinemasal hezeyanlarına ortak olma güdüsü bir süre için çekiciliğini koruyor, kabul. Dünya coşkulu bir ergenin aşkı, nefreti, öfkeyi, aileyi, bunalımı ve ayrılığı yorumlama şeklinden etkileniyor. Her yerde bir şenlik havası. Lafını sakınmayan karakterler, gösterişli yüzleşme sahneleri, sancılı aşk itirafları, ağdalı görüntü yönetimi, bas bas bağıran müzikler, bir türlü veda edilemeyen geçmiş ve sırtında taşıdığı ucuz parfüm kokan nostalji duygusu… Dolan sinemasının tutarlı olduğu bir şey varsa, o da yaygaracılığı olsa gerek. Afişlerde düşünceli düşünceli uzaklara bakan genç adamlara aldırmayın. İlk yavrusu “J'ai tué ma mère / Annemi Öldürdüm”den beri, Dolan sineması kuru gürültü garantili. Gösteriş, altı doldurulmadığında nasıl “sonradan görme”liğe evriliyorsa, genel olarak Dolan’ın da, belirgin olarak kendini geliştirdiği gerçeğini yadsımaksızın, rüküş bir sinemanın temsilcisi olduğunu kabul etmek gerek. Son filmi “Juste la fin du monde / Alt Tarafı Dünyanın Sonu” da bir istisna değil. 
Tumblr media
Dolan’ın “Alt Tarafı Dünyanın Sonu”nun en iyi filmi olduğunu düşünmesi çok normal, çünkü bugüne kadar peşine kattığı hikaye “anlatamama” sinemasının gerçekten de en iyi örneğiyle karşı karşıyayız. Görünüşte yıllar sonra eve dönen ana karakterin yarattığı kaosun rüzgarına kapılmamız bekleniyor; kamera açıları, müzik, sahne hızı ve diyalogların tonu tamamen bu beklenti üzerinden şekillenmiş. Fazladan o kadar yapay-gergin bir atmosfer yaratılıyor ki, yakında öleceğini söylemek için eve dönen Louis’nin üzerindeki ağır yük bu atmosferin yanında tüy gibi hafif kalıyor. Film süresince, bu itiraf dışında her küçük, önemsiz konunun artçıları hissediliyor. Bir noktadan sonra, bu temelsiz sarsıntıların arasında Louis’nin bombayı ne zaman patlatacağı sorusu geçerliliğini yitiriyor. Film, beklenen itirafın gerilimini, varlık nedenini açıklayamadığı ana gerilime kurban ediyor. Dolan’ın sorunu, tiyatro sahnesinin rahatça kaldırabileceği ve altını doldurabileceği bu gerginliği, oyunu beyazperdeye uyarlama aşamasında sadece diyaloglar ve video klip estetiğiyle taşımaya çalışmak. Özellikle video klip estetiği olmasaydı ne yapardı, hiç bilmiyoruz. Geriye dönüş sahnelerine katlanmak için, sinemada bu estetikle çekilmiş sayısız sahnenin hiçbirini önceden izlememiş olmanız gerekiyor. 
Tumblr media
Peki hikaye “anlatamama” sineması ne demek? Örneğin, bütün karakterlerin filmde neyi temsil ettiklerini, akıllarından geçenleri, ruhsal durumlarını, alışkanlıklarını, hislerini durmaksızın açıklamaları, hikaye anlatamamak adına iyi bir başlangıç. Bırakın seyirci için ne kadar yorucu olduğu gerçeğini, hikayenin kendi kendini var edemediği, karakter iskeletinin ilk rüzgarda paramparça olacakmış gibi göründüğü ve nihayetinde ilk rüzgarı bile bekleyemediği, senaryo matematiğinin kan ağladığı bir acizlik gösterisini ön sıradan izlemek gibi bir şey bu. Sanki öfkeli bir kafa sesi filmi tümden esir almış, anlatıyor da anlatıyor. Film boyunca nadiren yalnız kalan Louis’nin o kutlu anlardan birinde neler hissettiğini anlatmak için bile cep telefonunun çalışına ihtiyacı var senaryonun. Kim olduğunu bilmediğimiz birine içini döken ve bir çırpıda durumunu güncelleyen Louis, filmin içine sıkışmış, yavan bir oyun karakteri. Maalesef o filmin içinde biz de varız. 
Tumblr media
Gelelim Dolan’ın işlevsiz aile portresine. Bugüne kadar türlüsüne şahitlik etmiş sinemada, filmin tümüne hakim olan aşırılık merakı yüzünden, amacından bu kadar sapmış bir işlevsiz aile örneğine rastlamak çok zor. Herkesin birbirine ne kadar mutsuz, üzgün veya hayal kırıklığı içinde olduğunu haykırdığı bu aile modeli, işlevsizliğin en çok da birbirine aşina olmayı gerektirdiğini görmezden geliyor. İşlevsizliğin kendi içindeki ahenginin sırrına vakıf olamamış aile portresi, haliyle sadece uyumsuzluk umuduna yaslanıyor. Bu, sokaktan rastgele topladığınız beş kişiyi aynı evin içinde yaşamaya zorlarsanız elde edeceğiniz uyumsuzluktan farksız ve öylesine geçersiz. “Alt Tarafı Dünyanın Sonu”, eğer şanslıysanız sadece keskin bir baş ağrısı armağan edecek size. 12 yıl önce benzer bir hikayeyi incelikli bir sinema dili ve işleyen bir senaryoyla anlatan François Ozon’u ve filmini aklınıza getirmeyin, üzülürsünüz. Ek olarak ölmeyi bekleyen ve mutlaka yaratıcılık gerektiren bir işle uğraşan, eşcinsel karakter klişesine de veda etsek hiç fena olmaz. 
(Mart 2017, Rabarba)
3 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
2017 istanbul film festivali için 36 film önerisi
1. I AM NOT YOUR NEGRO / BEN SENİN ZENCİN DEĞİLİM 
Tumblr media
Neden izlemeli? Amerika tarihinin ırkçılık köşesine göz atmak isterseniz, ilk önünüze çıkanlar ya köle filmleri ya da katledilmiş siyahi kahramanların gerçek yaşam öyküleri olacaktır. En azından ‘I Am Not Your Negro’dan önce böyleydi. Artık konuya dair sapasağlam bir baş ucu filminiz var. Yazar James Baldwin’in aklınızdan çıkmayacak sözleriyle desteklenen bu müthiş belgesel, Samuel L. Jackson’ın anlatıcılığında sizi koltuğunuza çivileyecek. Bu filmi izlemeden, festivali bitirmeyin. Onu seven bunu da sever: ‘Selma / Özgürlük Yürüyüşü’ (2014)
2. UNE VIE / BİR YAŞAM 
Tumblr media
Neden izlemeli? 2016’nın değeri bilinmemiş, en iyi filmiyle karşı karşıyasınız. Fransız yönetmen Stéphane Brizé’nin ‘Une vie’si, 1800’lerin Fransa kırsalında aristokrat bir ailenin kızı olan gencecik Jeanne’ın gözünden bakıyor dünyaya. Jeanne aşık oluyor, evleniyor, anne oluyor, aklından bile geçirmediği trajedilere tanık oluyor, hayal kırıklığı ve umutsuzluk içinde kıvranıyor, ama yaşamaya devam ediyor. Brizé, Jeanne’ın öyküsünü inanılmaz bir zarafet ve sadelik içinde anlatırken, seyirciyi de o dönemin içinde yaşlanmaya davet ediyor. Büyüleyici bir deneyim. Onu seven bunu da sever: ‘Wuthering Heights / Uğultulu Tepeler’ (2011)
3. LADY MACBETH 
Tumblr media
Neden izlemeli? 2016’nın en iyi ilk filmi ‘Lady Macbeth’ bir Shakespeare uyarlaması değil. Dönem filmi türünün geçirdiği sade gerçekçiliğe evrilen değişimi saçından yakalamış, bu karışıma yoğun bir gerilim/cinayet sosu eklemiş, bir de üzerine genç Florence Pugh’nun müthiş çıkışını müjdeliyor. Tadından yenmez. Onu seven bunu da sever: ‘Sunset Song’ (2015)
4. POESÍA SIN FIN / SONSUZ ŞİİR
Tumblr media
Neden izlemeli? 70’lerin yeraltı sinemasında deprem etkisi yaratan aykırı sinemacı Alejandro Jodorowsky’nin o dönem çektiği iki filmi izleyenler için ‘Poesía sin fin’, müthiş bir açıklayıcı konumunda. Çünkü yönetmenin metaforlar, hayaller, gerçeküstücülük ve şiirle bezeli, kışkırtıcı dünyasına girmek, bu beyni anlamanın en kestirme yolu. Özellikle de hedef tahtasında kendi yaşam öyküsü varken… Önceki filmi ‘La danza de la realidad’da olduğu gibi ‘Poesía sin fin’de de genç Alejandro’nun peşine düşen yönetmen, otobiyografik filmlerin en yaratıcı örneklerinden birine imza atıyor. ‘Poesía sin fin’, Jodorowsky’nin adına yaraşır bir karnaval-film. Onu seven bunu da sever: ‘La danza de la realidad / Gerçeğin Dansı’ (2013)
5. O ORNITÓLOGO / ORNİTOLOG
Tumblr media
Neden izlemeli? Bir filmi başladığınız noktadan fersah fersah uzakta bitirmeyi sever misiniz? Bir kuş gözlemcisinin nehir yolculuğu ile başlayıp biraz gerçeküstü biraz tekinsiz biraz erotik ve kesinkes beklenmedik sulara açılan ‘O Ornitólogo’ tam da böyle bir film. Herkese göre değil, ama izlemeyen bin pişman. Onu seven bunu da sever: ‘Rester vertical / Dimdik Ayakta’ (2016)
6. PERSONAL SHOPPER / HAYALET HİKAYESİ
Tumblr media
Neden izlemeli? Bir hayalet hikayesi, gizemli bir cinayet öyküsü, bir yas dönemi filmi, baştan sona bir rüya sahnesi gibi çekilmiş, buğulu bir psikolojik gerilim. Çok sevdiğimiz Olivier Assayas’a geçen yıl Cannes’da En İyi Yönetmen ödülü getiren ‘Personal Shopper’, kalıplara sokulmayı reddediyor. Cüretkar, tekinsiz ve artistik! Assayas’la bir önceki iş birliği ‘Clouds of Sils Maria’ vesilesiyle Fransız sinemasına iddialı bir giriş yapan Kristen Stewart’ın başına gelen en iyi şey bu olabilir.   Onu seven bunu da sever: ‘The Tree / Ağaç’ (2010)
7. PORTO
Tumblr media
Neden izlemeli? ‘Before Sunrise’ romantizmi sağ olsun, yabancı bir şehirde yolları kesişen Amerikalı adamla Fransız kadının etkileşiminden unutulmaz bir aşk doğacağına inancımız tam. Ama ‘Porto’dan sonra fikrimiz değişecek. Kısa süre önce kaybettiğimiz Anton Yelchin son kez başrolde. Onu seven bunu da sever: ‘Weekend / Hafta Sonu’ (2011)
8. CAMERAPERSON / KAMERAİNSAN
Tumblr media
Neden izlemeli? İrili ufaklı birçok belgeselin görüntü yönetmenliğini yaptıktan sonra bu kez kamerasını kendi yolculuğuna çeviren Kirsten Johnson, uzun yıllardır kamerasına malzeme olan her şeyi elden geçiriyor; belgeselci ile “belge”nin ilişkisini masaya yatırıyor. 2016’nın en sevilen belgesellerinden biri. Onu seven bunu da sever: ‘In film nist / Bu Bir Film Değil’ (2011)
9. LA MORT DE LOUIS XIV / 14. LOUİS’NİN ÖLÜMÜ
Tumblr media
Neden izlemeli? Albert Serra filmlerinin durağan ve çiğ gerçekliği herkese göre değil, ama kısa bir jet lag’in ardından, bünyeniz yönetmenin zamanı kullanma yöntemine alışınca, boyut değiştireceğinizi garanti ediyoruz. Neredeyse tamamı, Fransa’nın en uzun süre tahtta kalan kralı, 14. Louis’nin ölüm döşeğinde geçen ‘La mort de Louis XIV’, kabarık perukların ve köklü monarşi geleneklerinin evreninde inanılmaz bir sahicilikle çevrelenmiş halde. Üstelik başrolde, 14 yaşındayken rol aldığı François Truffaut başyapıtı ‘Les Quatre Cents Coups’tan hatırlayacağınız, bugün 72 yaşındaki Jean-Pierre Léaud var! Onu seven bunu da sever: ‘Història de la meva mort / Ölümümün Hikayesi’ (2013)
10. A TESTRÖL ÉS LÉLEKRÖL / BEDEN VE RUH
Tumblr media
Neden izlemeli? Birkaç ay önce Berlin’de Altın Ayı alan filmi İstanbul Film Festivali’nde izlemek adettendir. İşin aslı bu seferki, “pek de tatmin etmeyen Altın Ayı’lı filmler” döngüsünü kırabilir. Macar filmi ‘A Teströl és Lélekröl’, sıra dışı bir ton tutturan, duygusal, şiirsel, taptaze, şaşırtıcı bir aşk filmi. Onu seven bunu da sever: ‘Imagine / Hayallerin Ötesinde’ (2012)
11. ANA, MON AMOUR / ANA, SEVGİLİM
Tumblr media
Neden izlemeli? Önceki filmi ‘Pozitia copilului’ ile Altın Ayı kazanan Cãlin Peter Netzer, yeni filmiyle yine Berlin’de arz-ı endam etti. Netzer, yıllara yayılan bir ilişkinin farklı dönemlerini karışık olarak anlattığı filminde, huzursuz sinemasına sadık kalıyor. ‘Ana, mon amour’, sancılı ilişki filmlerinden hoşlananlar için ideal, ama Yeni Romanya sinemasından çıktığı için sadece bir ilişki filmi olmadığını da vurgulamak gerek. İşin içinde aileler de var, sağlık sorunları da; toplumsal dönüşüm de var, nesiller arası uçurum da. Aşk ile yoğrulmuş hayal kırıklığına serbest atlayış. Onu seven bunu da sever: ‘5x2 / Beş Kere İki’ (2004)
12. ESTIU 1993 / ‘93 YAZI
Tumblr media
Neden izlemeli? Carla Simon Pipó’nun Berlin’den ödüllü ilk filmi ‘Estiu 1993’, ailesini kaybeden küçük bir kızın dayısının evinde başladığı yeni hayatının ilk yazını anlatırken, bizlerinki dahil bambaşka çocuklukların kırgınlığını ve mahzunluğunu yükleniyor. Çocuk oyuncuya hayran olacaksınız.   Onu seven bunu da sever: ‘Jeux interdits / Yasak Oyunlar’ (1952)
13. CHEMI BEDNIERI OJAKHI / BENİM MUTLU AİLEM
Tumblr media
Neden izlemeli? Gürcistan’dan çıkan ‘Chemi Bednieri Ojakhi’, alçak tavanlar, küçük odalar, kalabalık sofralar ve talepkar ailesinden ölesiye bunalmış, orta yaşlı bir kadının özgürleşme macerasını konu alıyor. Gürcü toplumuna dair önemli saptamalarda bulunan film, iç mekan kullanımında iddialı. Onu seven bunu da sever: ‘Gloria’ (2013)
14. RAW
Tumblr media
Neden izlemeli? Sinemada cinsel uyanış, büyüme hikayesi, kızkardeşler ilişkisi, uyum sorunları, ergen öfkesi ve beden korkusu adına bildiğiniz her şeyi unutun. Çünkü ‘Raw’ gibi bir film izlemediniz. Cannes’da görücüye çıktığından beri dillerden düşmüyor. Toronto’da bazı seyircileri hastanelik ettiği için, “izlemesi en zor filmler” listesinin çiçeği burnunda üyelerinden biri oluverdi. Vejetaryen Justine’in “yeni öğrenci” olmanın ölmekten beter olduğu bir okulda başına gelenler, gözlerinizi yuvalarından fırlatacak. Sahi, feminizm ile yamyamlığın yolunu kesiştiren başka film var mı? Onu seven bunu da sever: ‘Ginger Snaps’ (2000)
15. FIXEUR 
Tumblr media
Neden izlemeli? Hiçbir akım; vicdanıyla çatışan, ilkeleriyle hırsları arasında sıkışıp kalmış, kafası karışık karakterleri, Yeni Romanya sineması kadar sevemez. ‘Fixeur’de tam da böyle bir karakterin dünyasını başına yıkan, öyle sarsıcı bir sahne var ki, izledikten sonra bir süre daha sizinle kalacak. Onu seven bunu da sever: ‘Bacalaureat / Mezuniyet’ (2016)
16. HOUNDS OF LOVE / AV KÖPEKLERİ
Tumblr media
Neden izlemeli? Adam kaçırma filmlerinin çoğunda gerilimin dozu kaçmasın diye kaçırılan ile kaçıran arasındaki ilişkinin psikolojik boyutu belli sınırlar dahilinde incelenirken, Avustralya’dan çıkan bu ilk film kendini olduğu gibi bu boyuta adıyor. Stilize, asap bozucu ve tüyler ürpertici. Onu seven bunu da sever: ‘Eden Lake / Kan Gölü’ (2008)
17. SAFARI 
Tumblr media
Neden izlemeli? Hayatta başınıza gelecek en berbat şeylerden biri, günün birinde bir Ulrich Seidl filminde kendinize rastlamak olsa gerek. Ancak bir Ulrich Seidl filmine malzeme olmuşsanız, zaten neyin gerçekten berbat olduğu konusunda pek bir fikriniz yok demektir. Örneğin ‘Safari’de izleyeceğiniz, Afrika’daki av turlarına katılıp öldürdükleri hayvanların önünde fotoğraf çektiren Avrupalı turistlerin akıl sağlıkları yerinde, ama vicdanlarından haber alınamıyor. Av turizmi denen illeti icat edenler ‘Safari’yi izlemeyecek, ama dayanma gücünüz varsa siz mutlaka izleyin. Onu seven bunu da sever: ‘Im Keller / Bodrumda’ (2014)
18. РАЙ / CENNET 
Tumblr media
Neden izlemeli? İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan soykırım vahşetinin tam ortasına, ama kitlesel trajedinin biraz ötesine konuşlanan ‘Рай’, üç kişinin birbiriyle kesişen öykülerine odaklanarak, bildiğiniz toplama kampı filmlerinden ayrılıyor. Andrei Konchalovsky’e Venedik’te En İyi Yönetmen ödülü kazandırdı. Onu seven bunu da sever: ‘Ida’ (2013)
19. FINAL PORTRAIT / SON PORTRE
Tumblr media
Neden izlemeli? Çok sık film çekmeyen, bu yüzden birçoğumuzun sadece oyuncu kimliğiyle tanıdığı Stanley Tucci imzalı ‘Final Portrait’, İsviçreli heykeltraş/ressam Alberto Giacometti’nin son zamanlarını ve son takıntısını anlatıyor. Tucci, hem sanatçıya çok benzeyen hem de onun ruhunu olduğu gibi üzerine geçirecek yegane aktörü bulmuş: Geoffrey Rush. Onu seven bunu da sever: ‘Renoir’ (2012)
20. BEZBOG / VİCDANSIZ 
Tumblr media
Neden izlemeli? Son yıllarda Bulgaristan’dan çıkan en iyi filmlerden ‘Vicdansız’, çirkin bir şehirde yaşayan gaddar insanların dünyasına sokuyor seyirciyi. Hazmı zor; ama fazla karanlık, melankolik ve kötülük dolu bu filmde bazı şeyler göründüğü gibi değil. Dünyanın yükü omuzlarınıza çökecek. Onu seven bunu da sever: ‘Üçüncü Sayfa’ (1999)
21. SUPER DARK TIMES / SÜPER KARANLIK ZAMANLAR
Tumblr media
Neden izlemeli? Sinemada kendine özgü bir alttür oluşturan büyüme öyküleriyle ergen gerilim filmlerinin evliliğinden doğan ‘Super Dark Times’, 90’ların başında bir Amerikan banliyösünde lise çağındaki iki yakın dostun arasını bozan bir trajedinin ertesine uzanıyor. Karanlık, kabusvari, şiddete eğilimli ve stil sahibi bir ilk film. Onu seven bunu da sever: ‘Efterskalv / Bundan Sonra’ (2015)
22. HJARTASTEINN / GENÇLİK BAŞIMDA DUMAN
Tumblr media
Neden izlemeli? İzlanda’nın küçük balıkçı kasabasında ergenliğe adım atmış çocuklar, her şeyin ve herkesin onlara karşı olduğu bir dönemden geçiyorlar. Birbirlerinden başka kimseleri yok. Görsel olarak hayran olunacak ustalıktaki ‘Hjartasteinn’, acı/tatlı bir ilk aşk öyküsü. İzlanda coğrafyasına ekstra puan, lütfen. Onu seven bunu da sever: ‘Tomboy / Erkek Fatma’ (2011)
23. PLAC ZABAW / OYUN ALANI
Tumblr media
Neden izlemeli? Yurt dışındaki film festivallerinde büyük tartışmalara neden olan, çok beğenenlerle nefret edenler arasında üçüncü bir grubun varlığına rastlamadığımız bu Polonya filmi, çocuk zalimliği üzerine seyri zor bir eser. Filmin soğukkanlılığı, sağlam sinirleri bile altüst edebilir. Onu seven bunu da sever: ‘We Need to Talk About Kevin / Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ (2011)
24. FREE FIRE / ATEŞ SERBEST
Tumblr media
Neden izlemeli? Çoğunluğu tek mekanda geçen ve silahların konuştuğu bir aksiyon-komedi olarak, ‘Free Fire’ tam yönetmen Ben Wheatley’nin kalemi. 70’lerde yasa dışı işlerle uğraşan iki çete bir depoda karşılaşıyor ve ortalık karışıyor. Kafa karıştıran ilişkiler yok. Elimizde şık bir kadro ve seyirci dostu, matrak bir aksiyon var. Onu seven bunu da sever: ‘Seven Psychopaths / Yedi Psikopat’ (2012)
25. LIBERAMI / KURTAR BENİ
Tumblr media
Neden izlemeli? Korku filmlerinde her türlüsünü izlediğimiz şeytan çıkarma eyleminin gerçek hayatta nasıl bir yer tuttuğunu hiç düşündünüz mü? Bu İtalyan belgeseli, modern hayatın orta yerinde mutsuzluklarının sebebini şeytanda arayan insanlar üzerinden inanç ve psikoloji ilişkisini sorguluyor. Fazlasıyla ilginç. Onu seven bunu da sever: ‘Hostage to the Devil’ (2016)
26. PARIS PIEDS NUS / PARİS BÜYÜSÜ
Tumblr media
Neden izlemeli? Dominique Abel-Fiona Gordon çiftinin hayranlık uyandıran beden dili, filmlerinin set dekorasyonu, karakterleri arasında kurulan “dokunsanız kırılacak” romantizm ve sinemadaki Jacques Tati izciliği takdirimizi topluyor. Bu kez Paris’te buluşuyorlar. Aralarında kısa süre önce kaybettiğimiz müthiş Emmanuelle Riva da var. Onu seven bunu da sever: ‘La fée / Aşk Perisi’ (2011)
27. SLAVA / KOL SAATİ 
Tumblr media
Neden izlemeli? Kristina Grozeva ve Petar Valchanov, yerinde olmak istemeyeceğiniz ana karakterler yaratmaya devam ediyorlar. Bulgaristan sinemasında önemli bir çıkış yakalayan ikilinin, yeni filmlerindeki yozlaşmış ve ahlaksız dünyaya giriş bu taraftan. Dürüst bir adamın ibretlik hikayesi. Onu seven bunu da sever: ‘La fille inconnue / Meçhul Kız’ (2016)
28. VERSUS: THE LIFE AND FILMS OF KEN LOACH / KARŞI YÖNETMEN: KEN LOACH
Tumblr media
Neden izlemeli? Ken Loach sinemasını kendinden ve sevenlerinden dinlemek için bundan daha uygun bir zaman olamaz. ‘I, Daniel Blake’ ile geçen yıl Cannes’da Altın Palmiye kazanan, tüm dünyada işçi sınıfının sesi olmuş usta yönetmenle, Ken Loach’u Ken Loach yapan şartları masaya yatırıyoruz. Onu seven bunu da sever: ‘Krzysztof Kieslowski: I'm So-So...’ (1996)
29. GIMME DANGER
Tumblr media
Neden izlemeli? Jim Jarmusch, The Stooges’ın gelmiş geçmiş en iyi rock’n’roll grubu olduğunu düşünüyor, ancak bu iddiasını müzik tarihçileriyle tartışmaya niyeti yok. ‘Gimme Danger’, önce Jarmusch’un dostu Iggy Pop’a sonra grubunun müzik yolculuğuna odaklanan, kişisel bir belgesel. Onu seven bunu da sever: ‘Cobain: Montage of Heck’ (2015)
30. WO BU SHI PAN JIN LIAN / BEN MADAME BOVARY DEĞİLİM
Tumblr media
Neden izlemeli? Büyük kısmını ekranın tam ortasına yerleştirilmiş bir dairenin içinden izleyeceğiniz ‘Wo bu shi Pan Jin Lian’, kocasının oyuna getirip boşamaya çalıştığı bir kadının Çin bürokrasisiyle mücadelesine odaklanıyor. Biçimciliği işlevsel kılmayı başarmış, hınzır bir toplumsal taşlama örneği. Onu seven bunu da sever: ‘Mies vailla menneisyyttä / Geçmişi Olmayan Adam’ (2002)
31. MANIFESTO
Tumblr media
Neden izlemeli? Tek bilet fiyatına 13 Cate Blanchett! ‘Manifesto’ bir filmden çok bir  sanat projesi. Julian Rosefeldt, sanat tarihinin derinliklerinden çekip çıkardığı 60’a yakın sanatçı manifestosunu genişçe bir kapta yoğurmuş ve her birini Blanchett’in canlandırdığı, 13 ayrı karakterin ağzından çıkan monologlar şeklinde yeniden dünyaya kazandırmış. Blanchett filmde öğretmen, fabrika işçisi ya da evsiz adam gibi birbiriyle ilgisi olmayan kimliklere bürünüyor; toplumda sanat ve sanatçının yeri üzerine, bir yerlere yazmak isteyeceğiniz cümleler kuruyor. Bir nevi, sanat tarihi dile gelmiş, içini döküyor. Tuhaf, ama çekici bir gösteri. Onu seven bunu da sever: ‘The Future of Art’ (2010)
32. AUSTERLITZ
Tumblr media
Neden izlemeli? Yıllar önce büyük acıların yaşandığı yerleri bir turist olarak gezerken, nasıl bir ruh haline bürünür insan? Naziler’in toplama kamplarını ziyaret eden turistleri dışarıdan izleyen ‘Austerlitz’e bakılırsa, ölüm kampı olsun ya da olmasın turistik olan her şey geçmişle bağlantısını kaybediyor. İbretlik bir belgesel. Onu seven bunu da sever: ‘Safari’ (2016)
33. SAMEBLOD / DEĞİŞİM
Tumblr media
Neden izlemeli? İsveç’in Samiler’i ilkel bir ırk olarak gördüğü 30’larda geçen ‘Sameblod’, içinde bulunduğu şartlara, gördüğü muameleye, kaderine ve etnik kökenine savaş açan 14 yaşında bir kızın, gözlerinden ateş saçan mücadelesini konu alıyor. Irkçılığa dair, çarpıcı bir ilk film. Onu seven bunu da sever: ‘Después de Lucía / Lucía’dan Sonra’ (2012)
34. LOS DECENTES / EDEPLİLER
Tumblr media
Neden izlemeli? Lukas Valenta Rinner, en tuhaf kıyamet filmleri listesine üst sıralardan giren ilk filmi ‘Parabellum’dan sonra ‘Los decentes’te de ağırkanlı kamerasıyla toplumsal sınıf geleneğine sivri oklar gönderiyor. Ama bu kez çıplakların komün yaşam fikrinde umuda da yer var. Onu seven bunu da sever: ‘Parabellum’ (2015)
35. SOUVENIR / BİR YILDIZ DÖNÜYOR
Tumblr media
Neden izlemeli? Isabelle Huppert’in de bazen sakin ve zararsız karakterlere ihtiyacı var. Oscar’a aday olduğu ‘Elle’ ve ‘L’avenir’den sonra 2016’ya bir de ‘Souvenir’i sığdıran Huppert, bu filmde daha önce hiç olmadığı bir kadını canlandırıyor: Yıllar önce yaşadığı kısa müzik macerasına geri dönüş yapmaya çalışan, eski bir şarkıcıyı. Onu seven bunu da sever: ‘The Intern / Stajyer’ (2015)
36. PLATEIA AMERIKIS / AMERİKA MEYDANI
Tumblr media
Neden izlemeli? Yasa dışı yollarla Avrupa’ya giriş yapmaya çalışan mültecilerin ana duraklarından Atina’da, ırkçılığın karşısına kaçış umudunu koyan bu Yunan filmi, mülteci krizine dair çekilen filmler arasında içeriden, öz eleştirel bakışıyla dikkat çekiyor. Atina’nın yerine İstanbul’u koymak serbest.   Onu seven bunu da sever: ‘The Good Postman’ (2016)
(Nisan 2017, TimeOut İstanbul)
6 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
eleştiri: manchester by the sea / yaşamın kıyısında ⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️
Tumblr media
Geçen yıl Macar filmi “Saul fia / Saul’un Oğlu”nu izlerken, filmin dipsiz karanlığında karşımıza çıkan sayısız şeytanla boğuşmaktan arta kalan zamanlarda, aklımızın bir köşesinde bir sorunun cevabını merak etmekten hiç vazgeçmedik: Saul eskiden nasıl biriydi? Kayıplarından, travmalarından, ruhunun buz kesmesinden önce neye benziyordu? Yönetmen László Nemes, bu soruyu hiç cevaplamadı. Saul aklımızda, eskiden olduğu ama bizim hiç tanıyamadığımız adamın enkazı olarak kaldı. Duygusal dünyasını sıkı sıkı kapatmış bir karakterin acıya yeniden uyanışının, özdeşleşme yoluyla değil, basitçe yaşadıklarına tanıklık etmek suretiyle de ruhumuzda derin yaralar açabileceğini gördük. Benzer bir deneyi, bu kez toplumsal değil kişisel bir trajedi üzerinden “Manchester by the Sea / Yaşamın Kıyısında”da yaşıyoruz. Ancak “Saul’un Oğlu”ndan farklı olarak, karşısına geçtiğimiz filmin trajik sınırlarından bihaberiz. Sadece izlemeye başlamadan önce değil, ilk bir saatlik kısmını izlerken de… Yönetmen Kenneth Lonergan tıpkı Saul gibi kameranın onsuz yapamadığı ana karakteri Lee’yi; seyircinin, gözlerinden fışkıran acısı olur da üzerine bulaşır, dibe giderken onu da yanında götürür korkusuyla, yoğun bir merhamet duyarken bile hep güvenli bir mesafeden izlemek isteyeceği bir “zehirli” karakter olarak konumlandırıyor. En çok da Lee ile aramıza giren bu mesafenin artçıları yüzünden, “Yaşamın Kıyısında”yı ilk kez izleme deneyimi benzersizce yürek paralayıcı. Aradan yeteri kadar süre geçip de ruhunuz iyileşir gibi olduğunda, kaçınılmaz olarak filmi ikinci kez izlemek isteyeceksiniz. Ama ikinci kez izlediğiniz film, ilkiyle aynı olmayacak. Önünüzde yeni pencereler açılacak, karşınıza yeni detaylar çıkacak ve bu yeni hikayeye bu kez bilinçli bir hüzünle teslim olacaksınız. 16 yıla yayılan, sadece üç filmlik dev yönetmenlik kariyerinde Lonergan’ın uzmanlaştığı alan işte bu…
Tumblr media
Filmin açılışında Lee, ağabeyi Joe ve küçük yeğeni Patrick’i tekneyle sakin sulara açıldıkları güzel bir Manchester gününde, uzaktan izliyoruz. Bu kısa sahne, eski güzel günlerden kalan bir anı olduğu için, gereğinden fazla yaklaşmamıza izin yok. Lee, Patrick’e ıssız bir adaya düşse yanına babasını mı yoksa amcası olarak onu mu alacağını soruyor. Her çocuk gibi, Patrick babasını seçiyor. Bu masum soru, hikayenin kalanında rehberimiz olacak. Ancak Lonergan’ın bol katmanlı senaryosu, bir daha hiç bu kadar direkt olmayacak. “Yaşamın Kıyısında”nın seyircisi olmak, o kadar da kolay değil. Lee’nin bir zamanlar neşeli ve sıcakkanlı bir adam olduğu bilgisini edinerek çıktığımız bu yolculukta, bariz bir zaman atlaması sonrasında, o adama hiç benzemeyen, başka bir Lee ile karşılaşıyoruz. Bu noktadan sonra, hikaye üzerinde hiçbir kontrolümüz kalmıyor. Mümkünse ilk yarım saatinde ana karakterlerini layığıyla tanıtıp, seyirciyi onların bakış açısına doğru çeken bütün o filmlerin tersine, “Yaşamın Kıyısında” ağır ağır açılıyor ve açıldıkça başa dönme isteği yaratıyor. O anlarda farkında değiliz, ama bütün parçaları birleştirmek için karlı dağları aşmamız gerekecek.
Tumblr media
“Yaşamın Kıyısında”yı bir deneyim olarak ayrıksı kılan en önemli faktör, tipik bir balıkçı kasabasında geçip giden ve herkesinkinden pek de farklı olmayan sıradan hayatların ortasına yerleştirilmiş karmaşık karakter açılımları. Lonergan, her şeyden önce bir senaryo ustası olarak, yeterince yakından bakmadığınız sürece fark edemeyeceğiniz bir titizlikle, izlediğiniz hiçbir detayın gereksiz olmadığı bir dram evreni inşa ediyor. Geriye dönüşlerde, Lee’nin eski karısı olduğunu anladığımız Randi ile bir zamanlar yaşadığı ilişkiyi açık eden o kısacık ve sımsıcak yatak sahnesiyle, ikilinin yolda karşılaşıp birbiriyle konuşmaya çalıştığı o balyoz etkisi taşıyan, unutulmaz sahneyi karşı karşıya getirip, bu ikisinden ayrı bir film çıkarabilirsiniz örneğin. Üstelik Lee ne kadar soğuk, ketum ve mesafeli bir karakter olursa olsun, bu evrende mizaha da yer var. Robotlaşmış bir karakter olan Lee’nin, yeğeniyle kurduğu ilişki süresince mütemadiyen gündelik mizaha toslamasını sağlamak, sahiciliği zor yollarla elde etmeyi seven bir yönetmenin eseri. Başka filmlerin girmeye tenezzül bile etmediği dar ve engebeli yollara giren, görünüşte sade bir hikaye anlattığı halde resmin bütününü göstermekten sonuna kadar imtina eden, detaylarda boğulmadan detayları değerli kılan, sıra dışı bir yol onunkisi.
Tumblr media
Yukarıda bahsi geçen ayrıksılığın yerini sağlamlaştıran bir diğer etken de, hem kurgunun hem de hikaye kurgusunun benzerine az rastlanır eş zamanlı bir gösteri yaptığına tanıklık etmek, şüphesiz. Baştan beri bütün Manchester halkının bildiği ama seyircinin bilmediği büyük sırrın ortaya çıkma zamanlaması, kusursuzluğunu bu gösteriye borçlu. Bu deneyimin insanı kamyon çarpmışa döndürmesinin bir nedeni daha var: Casey Affleck’in akıllara durgunluk veren, sessiz çığlıklardan müteşekkil performansı. Affleck, Lee’yi acılar içindeki bir film kahramanı gibi değil de, başından büyük bir trajedi geçmiş sıradan bir insan gibi canlandırıyor. Her şeyi içinde tutmak için duygularını rehin veren, seyircinin haberi bile yokken acının en sivri uçlarında dolaşan, çok katmanlı bir karakter onunkisi. Gösterişten alabildiğine uzak, özdeşleşmeye kapalı; bırakın seyirciyi, hissettiklerini onunla aynı kaderi paylaşan Randi’nin bile anlayamayacağı, dev bir enkaz-adam. Korkularıyla yüzleştiği bu zorunlu eve dönüş hikayesinin sonunda, eve dönüş hikayelerini pek seven bağımsız filmlerde genel olarak varılan noktanın tersine, tepeden tırnağa değişmiş bir adama dönüşmeyecek. Gerçek hayat ve gerçek trajedi, o kadar cömert değil. Bu yüzden “Yaşamın Kıyısında” bir yas filmi olmadığı gibi bir iyileşme / yaraları sarma öyküsü de değil. Ana karakteri için inanılmaz derecede zor bir yüzleşmenin vesilesi, seyircisi için en hafifinden, canhıraş bir feryat. Şaşırtmacalı soru: Bir sinema bileti karşılığında tüm dünyanın yükünü omuzlarınızda hissetmeye var mısınız? 
(Şubat 2017, Rabarba)
2 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
herkesin sevdiği filmlerle aranız nasıl?
Kitlelerin kalbini çalan filmlere neredeyse içgüdüsel olarak tepeden bakılır. Hatta İngilizcede hepsini birden balık istifi halinde tek bir terim altında toplamak adettendir: “Crowd pleaser”. Anlamı, “kitleleri memnun eden film”. Hazır, “Gizli Sayılar / Hidden Figures” bu kategoriye giriyorken, bu konuyu biraz deşelim.
Tumblr media
Başkalarının da sizin kadar beğendiğini fark ettiğinizde, bayıla bayıla izlediğiniz o filmi elinizden kaçırmış gibi hissettiğiniz ya da göklere çıkarılan filmlere, henüz izlemeden diş bilediğiniz oluyor mu? Oluyordur, doğaldır. Söz konusu sinema ise, popüler olmanın en güçlü yan etkisi sevimsizleşmek değilse nedir? Filmler konusunda, üstelik aynı nedenlerle kitlelerle hemfikir olmak, iddialı bir seyirciyseniz oyun bozucu bir gelişmedir. Kabul. Peki seyirciyi hoşnut etmek ne zamandan beri suç oldu? Ya da gelin, buna “suç” değil de, eleştirel düzlemde bir zayıflık göstergesi veya yaratıcılık açısından azla yetinme hali diyelim. Bir tarafta sinema sanatının sınırları yeniden keşfedilirken, diğer tarafta seyirciyi memnun etmekle yetinmek, cepleri doldurduğu halde sinemasal açıdan çoğu zaman değersiz bir hamle olarak kabul görür. İstisnalara elbette değineceğiz, ama genel kitleye hitap eden, “utanmazca" popüler olan, seyirciye istediğini sunan, özetle işi kılıfına uyduran filmlerin bileti baştan kesilmiştir. İngilizcede bu tür filmlere “crowd pleaser” deniyor. Tam karşılığı “kitleleri memnun eden filmler”. Bu terimin altındaki kesif aşağılamayı hissetmişsinizdir. Türkçeye çevirirken, terimin tepeden bakan kısmını törpüleyip, “seyirci dostu” tanımında demirleyebiliriz. Bu ay izleyeceğimiz, ödül sezonunun en çok konuşulan seyirci dostu filmi “Gizli Sayılar / Hidden Figures” vesilesiyle, bu terimin altında toplanan filmlerin gerçek doğasını sorgulamanın tam zamanı.
Tumblr media
Öncelikle seyirci dostu olma potansiyeli taşıyan filmleri diğerlerinden nasıl ayırırız, ona odaklanalım. Kriterlerimiz belli: Bu kulvardaki filmlerin en kayda değer özellikleri, ilgi çekici hikayeleri. Özdeşleşmeye sonuna kadar alan açan, karakterlerle birlikte ağlatıp birlikte güldüren, çoğunlukla insanın içini ısıtan hikayelerin peşindeyiz. Çıkmaza düşmüş karakterler iniş çıkışlar yaşasalar da akıbetlerini tahmin edebilmeliyiz. Ortada bir risk var, ama o riski aldıkları için mutlaka ödüllendirilecekler. Bu yüzden içimiz rahat. Filmin insanı içine çeken dünyasına girmemiz, en fazla birkaç dakika sürmeli. Koltuğumuzda duygudan duyguya geçiş yapabiliriz, ama şaşırmayı beklemeyelim. Her şeyin tepetaklak olduğu anlarda bile, kahramanımızın kontrolü kaybetmeyeceğini, bir çıkış yolu bulacağını biliyoruz. Bu yüzden kötülerin kazandığı bütün filmleri kısmen eleyebiliriz. Nihayetinde iyilerin zaferini izlemiyorsak, o filmden memnun ayrılmamız söz konusu bile olamaz. Şayet filmi sevdiysek, geniş hedef kitlesinin içinde babaannemizle de komşunun ergen oğluyla da karşılaşabiliriz, garipsemeyelim. Belki beğeni derecelerimiz değişkenlik gösterebilir, ama film aynı film.  
Tumblr media
Bütün bu kriterleri alt alta sıralayınca fark edildiği üzere, sinema seyircilerinin büyük bir kısmı aslında kendileriyle dostluk kuran filmleri izlemek için sinemaya gidiyor. Sinemanın, kendini kitleleri memnun etmeye adamış popüler kanadı, bu işi formülüyle yapan filmlerle dolup taşıyor. Büyük resme odaklanmak gerekirse, popüler sinemanın tamamı, yönelim seviyeleri değişmekle beraber, her şeyden ve herkesten önce seyirci üzerine oynadıkları için “popüler” etiketini taşıyor. Tüm mesele, hedef kitlesi sınırlarının nereye dayandığı. Yelpaze ne kadar genişlerse, filmin seyirci dostu olma ihtimali o kadar artıyor. Dolayısıyla yukarıdaki kriterleri eksiksiz sağlayan seyirci dostu filmleri hafife almak yararsız bir uğraş. Sinema konusunda ne kadar ayrıksı zevkleriniz olursa olsun, çok beğendiğiniz filmlerin birkaçının seyirci dostu olduğunu kabul ederseniz, sonuca daha hızlı ulaşabiliriz. 
Tumblr media
Dahası, bazı örnekler var ki, onları hor görmek yürek ister. Farkında mısınız, sinema sanatında devrim yaratmasalar ve eleştirel olarak çok dikkate alınmasalar da; ödül sezonlarında adı geçen, özellikle En İyi Film dalında Oscar’a aday olan ve kimi zaman da ödülü kazanan birçok film, seyirci dostu kategorisine giriyor. Yakın geçmişten örnekler vermemiz gerekirse, “Artist / The Artist”, “Milyoner / Slumdog Millionaire”, “Duyguların Rengi / The Help”, “Umudun Peşinde / Philomena”, “Küçük Gün Işığım / Little Miss Sunshine” ilk akla gelenler. Peki hem sanatta devrimci hem de seyirci dostu film yok mu? “Amelie / Le fabuleux destin d'Amélie Poulain” bu türden filmlere kusursuz bir örnek. “Amelie” gibi sinema tarihine geçmeseler de, hikaye anlatma becerileriyle hayranlık uyandıran, yönetmenlerin yer yer hikayenin önüne geçebildiği, “seyirci dostu” olarak damgalamaya kimsenin cesaret edemediği, ama sapına kadar seyirci dostu filmler de var elbet: Heyecandan tırnak yedirten “Argo”, finaliyle gözyaşı döktüren “Zoraki Kral / The King’s Speech” ve kategorinin en karanlık örneklerinden, gerilimden avuç içlerini terleten “Whiplash” bunlardan birkaçı. Seyirci dostu olmayı, yürekleri parça parça ederek başaran “Gizli Dünya / Room” ve “Acı Bir Hayat Öyküsü / Precious” gibi örnekleri de unutmayalım. Son bir not olarak şunu ekleyelim: Yılın hem seyirci hem de ödül dostu filmlerini en baştan kenara ayırmak isterseniz, bunun da en kestirme yolu, o yıl içinde düzenlenen film festivallerinde seyirci ödülü alan filmlere göz atmak. Test edilip onaylanmıştır.
Tumblr media
Sadece ödül sezonuna görkemli bir giriş yapmakla kalmayıp, Amerikan gişesinde koskoca “Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi / Rogue One: A Star Wars Story”ye rakip olan “Gizli Sayılar” da, sınıfının başarısı görmezden gelinemeyecek, etiketlenip bir yere kaldırılamayacak, sağlam örneklerinden biri. Film, 60’larda NASA’da çalışmış üç siyahi matematikçi kadının daha önce anlatılmamış başarı öyküsüne odaklanırken, yukarıda saydığımız bütün kriterleri göğsünü gere gere taşıyor. Seyircinin çabucak sahipleneceği, haksızlığa uğrayan ama yıkılmayan karakterler, yaşanmış bir öykü, gülümseten anlar, yoğun bir “gün olur devran döner” kokusu, gururdan göz yaşartan sahneler, mümkünse finalde gerçek kişilerin fotoğrafları ve birkaç satırda hikayenin geri kalanı… Bu filmden memnun ayrılmamak o kadar zor ki! Sinema koltuğuna oturduğunuz andan itibaren, sonunda sizi gururlandıracaklarına emin olduğunuz, “öteki”nin de ötekisi bu üç kadının derdini sahiplenip, sonra her şeyin tatlıya bağlanmasına tanık olmak kadar tatmin edici bir şey olabilir mi? Keza, hem eleştirmenler hem de seyirciler tarafında, film her şeyden öte “tatmin edici” bulunuyor. Anahtar kelime bu. Eleştirmenler “crowd pleaser” terimini bu kez iyi anlamda kullandıklarının uzun uzun altını çizerken, seyirciler tüm aile bireylerine gönül rahatlığıyla tavsiye edebilecekleri o sevimli filmi bulduklarını düşünüyor. Böylece “Gizli Sayılar” için demir kapılar aralanıyor, seyirciye kendini sevdirme çabası bu seferlik hoş görülüyor, ibre artıya dönüyor. Bir de bakıyoruz ki, film Oscar ve Altın Küre adaylıklarıyla dört başı mamur bir ödül sezonu bombasına dönüşmüş. 26 Şubat gecesi izleyeceğimiz Oscar Ödül Töreni’nde, muhtemelen En İyi Film ödülüne uzanacak, sevmelere doyulamayan “Aşıklar Şehri / La La Land”in de, pek dile getirilmese de pekala bir “crowd pleaser” olduğunu unutmamak gerek. Acı ama gerçek… Orada bir yerde sizi bekleyen, seyirci dostu filme çoktan yakalandınız. Direnmeyin. 
(Şubat 2017, Milliyet Sanat)
3 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
herkes izledi, o yaşadı…
Herkesin bildiği hikayeyi kimsenin bilmediği gibi anlatan yönetmen Pablo Larraín ile Jackie Kennedy’nin sadece bedenini değil ruhunu da üzerine geçiren oyuncu Natalie Portman’ın işbirliğine hayran kalacaksınız. “Jackie” sezonun en yenilikçi filmlerinden biri.
Tumblr media
Yönetmen Pablo Larraín’in yalancısıyız… Sinemada gerçek yaşam öyküleri anlatmak pek ona göre değil. Daha önce ana karakteri kadın olan bir film çekmediği gibi, kadın bakış açısına ziyadesiyle yabancı. “Jackie” projesini sahiplenmeden önce, Jackie Kennedy’nin sadece önemli birinin karısı olma şansına erişmiş bir moda ikonu olduğunu düşünüyordu. John F. Kennedy suikastından yıllar sonra doğdu ve en önemlisi o yıllara yetişmiş olsaydı bile, ortalama bir Amerikalı’nın aksine konuya dair hatırı sayılır bir travma yaşamayacaktı, çünkü o bir Şilili. Bütün bunlara rağmen, filmin yönetmenliği yerine yapımcılığını üstlenmeye karar veren Darren Aronofsky, elinde “Jackie” senaryosuyla Larraín’in kapısını çalmayı kafasına koymuştu. Larraín, ona “Neden ben?” diye sordu. İşin aslı Natalie Portman’ın akıllara durgunluk veren performansını şefkatle bir kenara ayırırsak, “Jackie”ye dair sevdiğimiz her şeyi önce Larraín’in yaratıcılığına, sonra da biyografi sevmez yapısına ve “dış kapının mandalı” sıfatıyla Amerikan romantizminin sıcak kucağını boş bırakma cüretine borçluyuz. Jackie Kennedy’ye bir vitrin mankeni, nadide bir çiçek ya da insanüstü bir varlık muamelesi yapmayan tek film için bunca yıl beklemiş olmamız başka bir şekilde açıklanamaz. İnanması güç, ama Jackie’nin o meşhur pembe döpiyesini giydiği gün yaşadıklarını kendi bakış açısından, layığıyla anlatan ilk filmle karşı karşıyayız.
Tumblr media
John F. Kennedy suikastını konu alan bütün filmlerde vakur bir edayla gülümseyen, donup kalan, şok geçiren, sarsılan, ağlayan, ama pek az konuşan Jackie’nin, kendi yaşam öyküsüyle sinema perdesinden çok televizyon ekranına konuk olması bir tesadüf değil elbet. Amerika için aynı anda hem zarafetin hem metanetin sembolü olmuş tek kadın olsa da, Jackie’nin hikayesi, kocasının tüm Amerika’nın gözü önünde katledilişinin gölgesinde kalmak zorunda kaldı hep. Ülkenin nazarında Başkan Kennedy’nin uzantısıydı, resmi tamamlayan kusursuz parçaydı. Kısa sürmüş ve bir felaketle sonuçlanmış olsa da bir peri masalı yaşadığı farz ediliyordu. Hikayenin romantik tarafı ona aitti ve televizyon, yaşanan trajediyle karşılaştırılınca haliyle hafife alınan bu romantizme çok daha uygundu. Oysa Jackie’nin hikayesine bulaşan romantizm, lanetli bir türdü ve şiddet seviyesi hayal bile edilemeyecek, büyük bir travmayla noktalandı. Buna rağmen Jackie, masalın başındaki kadın olarak hafızalara kazınmıştı bir kere. İşte bu ay izleyeceğiniz “Jackie”de nihayet masalın sonundaki kadınla tanışacaksınız.
Tumblr media
Jackie Kennedy’ye fiziksel olarak pek benzemeyen, neyse ki yapay yollarla benzetilmeye de pek uğraşılmamış bir Natalie Portman karşılayacak sizi. Larraín’in “Onsuz bu filmi çekmem” dediği, çocuk oyunculukla başladığı kariyerinde -gönlünce canlandırdığı Anne Boleyn’i saymazsak- her nasılsa hiç yaşayan bir karakterin keskin sınırları içine çekilmemiş Natalie Portman… Larraín, oyuncusunun Jackie’yi olduğu gibi üzerine geçireceğine o kadar güveniyordu ki, içinde Portman’ın olmadığı tek bir sahne bile yazılmasına izin vermedi. Bu karar, karakterin çalkantılı ruh haline tümüyle ortak olmak için de büyük bir fırsat. Ancak bu seyirci-karakter ortaklığının, karşılıklı dertleşme ya da ağlaşma ayarında bir duygudaşlık yarattığını sanmayın sakın. Sıradan bir biyografide belki, ama “Jackie”de asla.
Tumblr media
Filmde Jackie Kennedy’nin ayrıksı ses tonunu, aksanını, yürüyüşünü, tebessümünü, hal ve tavırlarını mükemmele yakın bir şekilde taklit eden Portman, Larraín’in, portrelediği figürün ruh haline uydurduğu yönetmenlik stili sayesinde bir Jackie taklidi olmanın çok ötesine geçiyor. Birkaç ömre anca sığacak dehşeti tek günde yaşayan Jackie’yi, en baştan beri yakın planlarla takip eden yönetmen, suikastı politik bir yıkım, toplumsal bir felaket veya kişisel bir trajedi olarak yansıtmak gibi daha önce denenmiş yöntemleri bir kenara bırakıyor ve karakterini gerçeğe yaslanan bir gerilim filminin kahramanı yapıyor. O güne dair kimsenin bilmediği boşlukları usulünce dolduruyor ve histerik bir güne yaraşır, histerik bir filmle baş başa bırakıyor seyirciyi. Yaklaşan felaketin gerilimini, yaşanan felaketin dehşetini ve felaket sonrasının stresini olduğu gibi perdeden seyirciye geçiren, ama buna rağmen stiliyle seyirciyi filme yabancılaştıran bir rota onunkisi. Diğer bir deyişle, bu filmin belki de en başarılı yanı, seyircinin Jackie ile özdeşleşmesine izin vermemesi. Zira karakterin seyirci gözündeki dokunulmazlığını koruması tam da buna bağlı. Onun dünyasına girebiliriz, ama asla o olamayız.
Tumblr media
Peki Jackie’nin dünyasına nasıl girilir? Larraín, görüntü yönetmeni Stéphane Fontaine ve teknik ekibin, “Jackie”nin 2016’da değil de suikastın gerçekleştiği 1963 yılının Kasım ayında çekildiği izlenimini doğurmak için bütün sınırları zorladığını kabul etmek gerek. 16mm tercihinden tutun da, Larraín’in önceki harikalarından “No”da da kullanılan yıllanmış kamerayla çekilen Beyaz Saray turu sahnelerine; Portman’ın Chanel tarafından onaylanan pembe döpiyesinden, bir ulusun hafızasına kazınmış kilit anların yeniden canlandırılmasına kadar, “Jackie”nin dönemin detaylarına ve anılara olan sadakati etkileyici bir boyutta. Ancak biliyoruz ki, bu bir belgesel değil. Asıl mesele yeniden canlandırmak değil, boşlukları doldurmak. Herkesin ezbere bildiğini sandığı bu hikayede ne kadar büyük boşluklar olduğuna inanamayacaksınız. “Jackie” son zamanların en kaotik filmi. Daha önce hep baktığımız, ama hiç görmediğimiz bir kadının hikayesi… Kayıtsız kalmak ne mümkün!
(Ocak 2017, Milliyet Sanat)
1 note · View note
selingurel · 7 years
Text
hayallerinizin filmi
“Whiplash”in yönetmeni Damien Chazelle’in bakmalara doyulamayan yeni filmi “Aşıklar Şehri / La La Land”i izlerken, çok sevdiğiniz eski bir şarkıyı hatırlar gibi olacaksınız. Ya da eski bir aşkı, kim bilir… Hazır olun, güzel olan her şeyi sırtlayıp, romantizmin zirvesine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
Tumblr media
Eskiler gözlerini uzaklara dikip “Nerede o eski aşklar…” derler ya; eski aşkları anlatan eski aşk filmlerini de ebediyen kaybettiğimizi düşünüyor olmalıyız ki, “Aşıklar Şehri / La La Land” gösterildiği her yerde istisnasız olarak bir mucize gibi karşılandı. Bu mucizenin sırrı, popüler sinemanın ucuzlaştırıp neredeyse suçlu zevke dönüştürdüğü saf romantizmin yeniden baş tacı edilmesinde yatıyor. Hem de krallara layık bir şekilde. Hayallerin ve aşkın birbirine ters istikamette seyrettiği önceki filmi “Whiplash” ile büyük gürültü koparan yönetmen Damien Chazelle’in “müziği perdeye taşımak” olarak tanımladığı ve bu filmin de itici gücü olan sinemasal tutkusunun ötesinde, romantizme yönelik bir iadeiitibardan bahsediyoruz. Anaakım sinemada saf romantizmin sert yaradılışlı türlerle dengelenip, herkese hitap edecek şekilde ehlileştirilmesiyle, gerçek aşkın perdede kalma süresi de ziyadesiyle daralmışken, “Aşıklar Şehri”, katıksız aşkın göğsünü gere gere dolaştığı ender filmlerden biri. Son yıllar içinde, kendi çapında bir istisna bile olabilir. Film eleştirmeni David Sexton’ın yazdığı gibi, “Artık böyle filmler yapmıyorlar.” “Aşıklar Şehri”ni bir suçlu zevk olmaktan çıkarıp, gözyaşlarınızı saklamadan izleyebileceğiniz büyülü bir aşk filmine çeviren özelliklerini keşfe çıktığımıza göre, Chazelle’in müzikal türüne nasıl bir çehre kazandırdığını açıklayarak başlayalım işe. Ryan Gosling “Müzikal sevmeyen seyircilerin bile bağ kurabilecekleri bir film” derken yanılmıyor. “Aşıklar Şehri”, Chazelle’in hayran olduğu “Cherbourg Şemsiyeleri / Les parapluies de Cherbourg”, “Les demoiselles de Rochefort" ve “Yağmur Altında / Singin’ In The Rain” gibi birinci sınıf müzikallerden ilham almakla beraber, seyircinin damağında tipik bir müzikal tadı bırakmakla yetinmekten de özenle kaçınıyor. Karakterlerin şarkılarla konuştukları müzikallerin uzağında durmayı tercih ediyor. Müzik, sadece duyguların şahlandığı anlarda başrole yerleşiyor.
Tumblr media
Hayallerle aşkın yolunu kesiştiren bir hikaye anlatmasına rağmen, türün hayalciliğine körü körüne teslim olmaması, başka bir dünyadan ithal edilmiş değil, “gerçek” karakterlerle özdeşleşmek isteyen seyircinin kalbini çalmasına yetiyor. Bu yüzden, kendini müzikal sevmeyen seyirciyle sınaması isabetli bir karar. Chazelle, bu konuyu şöyle açıklıyor: “Hayat bazen bir müzikalmiş gibi geliyor insana, bazen de yakınından bile geçmiyor. Her iki ucu da yansıtmaya çalıştım.” “Aşıklar Şehri”, klasik müzikalin gerçek hayatı ardında bırakan yapay masalsılığına hayran olmakla beraber, onu güvenli bir mesafeden izliyor. Ondan etkileniyor, ama ona dönüşmüyor. Yönetmenin deyimiyle, “Müzikallerin üzerindeki tozu şöyle bir silkeliyor.” Gerçekten de filmin Los Angeles otobanında geçen harika açılış sahnesiyle beraber, dört başı mamur bir Hollywood müzikalinin içine düştüğünüzü sanırken, bir de bakıyorsunuz ki, izlediğiniz klasik bir müzikalden çok, gerektiği kadar şarkı ve gerektiği kadar dansla süslenmiş, müzikli bir aşk filmiymiş meğer. Hal böyle olunca, evreni bir anda genişliyor, karakterleri yaşayan kişilere dönüşüyor, müzikalin sınırlandıran kalıplarından kurtuluyor. Dahası retro bir dünya kurduğu halde, bal gibi günümüzde geçiyor. Yapım tasarımı 60’ların havasını solurken, akıllı telefonlar günümüzü müjdeliyor. Stüdyonun toz pembe atmosferinde sakin sakin çekilmiş gibi görünse de, yeri geliyor, müzikallerin o sonradan kurulmuş cenneti gerçek Los Angeles sokaklarında yeniden inşa ediliyor. Yönetmen, eski usul müzikallerin zarafetini ödünç alır ve hayallerin ortak mekanı Los Angeles’ı sevgiyle romantize ederken, seyircinin duygularını harekete geçirmek için, hayatta bir kez yaşanan türden bir aşkı modern dünyanın hayal kırıklıkları içine serpiştiriyor. Oyuncu olma umudunu kaybetmemeye çalışan Mia ile eskiye özlem duyan caz piyanisti Sebastian’ın aşk hikayesi, romantizmi de aşkı da aşk acısını da sapına kadar yaşıyor. Bu macerada el ele göğe yükselip yıldızlar eşliğinde dans etmek de var, çığlık çığlığa kavga etmek de. Evet, bir masalın içindeyiz, ama sık sık hatırlatıldığı üzere, bu bir peri masalı değil.
Tumblr media
Caza gelince; Chazelle’in romantizmi ve geleneksel müzikal estetiğini geri getirirken, cazı kendine saklamasını beklemiyordunuz herhalde. “Aşıklar Şehri”nde, Sebastian, klasik cazın tozlu raflara kaldırılmasına hayallerinin tüm gücüyle karşı çıkıyor. Filmin ana temalarından biri olan eskiye özlemin en ateşli şekilde hissedildiği sahneler, Sebastian’ın müzikle çevrelenmiş dünyasında eski ile yeni çatışırken izlediklerimiz… İlham aldığı klasik müzikal dokusunu günümüze taşıyan yönetmenin, filmin “eski ama yeni” gibi görünmesini nasıl garantilediğini sorgularken, atmosferi kusursuz şekilde bütünleyen orijinal şarkıların hakkını vermek gerek. Zira orijinal şarkılarla bezeli müzikallere çok sık rastlamıyoruz. Justin Hurwitz’in bestelediği şarkılar, tuhaf bir şekilde yıllardır kulağınızın bir köşesinde sırasını bekliyormuş gibi geliyor. Emma Stone’un Broadway sahnesindeki üç aylık “Cabaret” macerasını saymazsak, müzikal türüne dair özel bir deneyimleri olmayan Stone-Gosling ikilisinin, Fred Astaire-Ginger Rogers kusursuzluğuna erişmeye çalışmaktansa, kendi tarzlarını oluşturmaları da filmin masalsı gerçekliğine katkıda bulunuyor. Stone ve Gosling, müzikal türünün yıllanmış yıldızları gibi şarkı söyleyip dans etmiyor; hayatları ara sıra bir müzikale dönüşen sıradan insanlar olarak sahneye çıkıyorlar. Kimyalarını daha önce kanıtlamış olsalar da, bu sefer aşklarına inandırmaktan daha fazlasını yapmak zorundalar. Chazelle’in çoğunu tek planda çektiği müzikal sahnelerin altından çok rahat bir şekilde kalkıyor gibi görünmek bile birkaç filme yetecek kadar meşakkatli bir iş doğrusu. “Aşıklar Şehri”, Venedik Film Festivali’nde prömiyerini yaptığından beri ödül sezonunun gözdelerinden… Venedik’te Emma Stone’a En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandırdığını ekleyelim. Ancak bütün bunların yanında, ilk gösterildiği günden beri salt bir ödül avcısı olmadığını kanıtlayacak şekilde, izleyen hemen herkesin “biriciği” olmak gibi bir ayrıcalığı da var. Yılın en iyi filmleri listelerinde çoğunlukla zirveye oynuyor. Ve elbette bu destekle girdiği Oscar yarışının da en güçlü adaylarından biri. Biraz daha iddialı olmak gerekirse, son anda bir mucize olmazsa, En İyi Film Oscarı’nı alacak gibi görünüyor. Stone’un, En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde “Jackie” ile öne çıkan Natalie Portman’ın en güçlü rakibi olacağını da şimdiden öngörmek mümkün. Ödüllü ya da ödülsüz, bu sezon herkes “Aşıklar Şehri”ni konuşuyor.
Tumblr media
Filmin en büyük hayranlarından biri de Tom Hanks. Hanks, “Sully” ile ilgili soruları cevaplaması beklenen bir röportajında, dakikalar boyunca “Aşıklar Şehri”ni övmekten kendini alamadı. “Kimsenin şarkılarını bilmediği bir müzikal. Büyük stüdyoların istediği hiçbir şey sunmuyor. Çünkü en çok da seyircinin filme aşina olmasını isterler, bu kadar yeniden çevrim yapılmasının sebebi bu. Ama bu film, ne bir yeniden çevrim ne de bir devam filmi. Karakterleri kimse tanımıyor. Bunu bir sınav olarak düşünebiliriz. Seyirci bu kadar muhteşem bir filmi sahiplenmezse, hepimizin sonu geldi demektir.” Bu yorumla bulutların üzerine çıkan Chazelle ve Gosling’in, ��ekimler boyunca en önemli referanslarından birinin, Hanks’in yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı “Hayal Şarkısı / That Thing You Do!” olduğunu açıklamaları, usta aktörün kulağına gitti mi, bilmiyoruz. Ama “Aşıklar Şehri”nin beğeni katsayısı gösteriyor ki, korkulacak bir şey yok, sinema hala hayatta. Yeri gelmişken, eklemekte fayda var: Yönetmen, insanların sadece sinemada izlemek isteyecekleri bir film çekmeyi hedeflediğini özellikle vurguluyor. Hatta bir sahnede, filmleri küçük ekranda izlemekle sinemada izlemek arasında hazin bir karşılaştırma bile yapılıyor. Madem öyle, Chazelle’i kırmayın. 2016’nın son Cuma’sında gösterime girecek olan filmi, mümkünse 2017’ye girmeden sinemada izleyin. Çünkü yılı kapamanın daha güzel bir şeklini düşünemiyoruz.
Tumblr media
(Aralık 2016, Milliyet Sanat)
4 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
2016′nın vizyon dışı en iyi 30 yabancı filmi
1- Goksung (Na Hong-jin)
Tumblr media
2- Sieranevada (Cristi Puiu)
Tumblr media
3- Christine (Antonio Campos)
Tumblr media
4- The Childhood of a Leader (Brady Corbet)
Tumblr media
5- Une vie (Stéphane Brizé)
Tumblr media
6- Manchester by the Sea (Kenneth Lonergan)
Tumblr media
7- Paterson (Jim Jarmusch) 
Tumblr media
8- Ostatnia rodzina (Jan P. Matuszynski)
Tumblr media
9- L’avenir (Mia Hansen-Løve)
Tumblr media
10- La tortue rouge (Michael Dudok de Wit)
Tumblr media
11- Sunset Song (Terence Davies)
Tumblr media
12- Ma (Celia Rowlson-Hall) 
Tumblr media
13- Heart of a Dog (Laurie Anderson) 
Tumblr media
14- Jackie (Pablo Larraín)
Tumblr media
15- Neruda (Pablo Larraín) 
Tumblr media
16- Forushande (Asghar Farhadi) 
Tumblr media
17- Lady Macbeth (William Oldroyd)
Tumblr media
18- Werewolf (Ashley McKenzie) 
Tumblr media
19- Toni Erdmann (Maren Ade) 
Tumblr media
20- The End of the Tour (James Ponsoldt) 
Tumblr media
21- American Honey (Andrea Arnold) 
Tumblr media
22- Personal Shopper (Olivier Assayas) 
Tumblr media
23- V paprscích slunce (Vitaliy Manskiy) 
Tumblr media
24- Park (Sofia Exarchou) 
Tumblr media
25- A Quiet Passion (Terence Davies) 
Tumblr media
26- La mort de Louis XIV (Albert Serra) 
Tumblr media
27- I Am Belfast (Mark Cousins) 
Tumblr media
28- The Invitation (Karyn Kusama) 
Tumblr media
29- The Edge of Seventeen (Kelly Fremon Craig) 
Tumblr media
30- Swiss Army Man (Dan Kwan, Daniel Scheinert) 
Tumblr media
14 notes · View notes
selingurel · 7 years
Text
2016′nın en iyi 20 yabancı filmi
1- Saul fia / Saul’un Oğlu  (László Nemes)
Tumblr media
2- Carol  (Todd Haynes)
Tumblr media
3- The Revenant / Diriliş  (Alejandro G. Iñárritu)
Tumblr media
4- Arrival (Denis Villeneuve)
Tumblr media
5- Ich seh ich seh / Ölümcül Oyun (Severin Fiala, Veronika Franz)
Tumblr media
6- Auf Einmal / Ansızın (Aslı Özge)
Tumblr media
7- Innocence of Memories / Hatıraların Masumiyeti (Grant Gee)
Tumblr media
8- La La Land / Aşıklar Şehri (Damien Chazelle) 
Tumblr media
9- L’attesa / Bekleyiş (Piero Messina)
Tumblr media
10- Little Men / Küçük Adamlar (Ira Sachs)
Tumblr media
11- Évolution / Evrim  (Lucile Hadzihalilovic) 
Tumblr media
12- Nocturnal Animals / Gece Hayvanları  (Tom Ford)
Tumblr media
13- Genius / Fırtınalı Hayatlar (Michael Grandage)
Tumblr media
14- Cìkè Niè Yinniáng / Suikastçı (Hou Hsiao-Hsien) 
Tumblr media
15- Que Horas Ela Volta? / Annemle Geçen Yaz (Anna Muylaert)
Tumblr media
16- Hasret: Sehnsucht  (Ben Hopkins)
Tumblr media
17- The Conjuring 2 / Korku Seansı 2 (James Wan) 
Tumblr media
18- Deadpool  (Tim Miller)
Tumblr media
19- Bridget Jones’s Baby / Bridget Jones’un Bebeği (Sharon Maguire) 
Tumblr media
20- Wolf Totem / Kurdun Uyanışı  (Jean-Jacques Annaud)
Tumblr media
4 notes · View notes
selingurel · 8 years
Text
ödül sezonu toronto’dan sorulur
Milliyet Sanat, sezonun son büyük festivali olarak ödül sezonu toparlayıcılığı görevini üstlenen Toronto Film Festivali’ni bu yıl da yerinde takip etti. Şimdiden kesinleşmiş Oscar adaylarıyla, yeni keşiflerle ve iyi filmler izlemiş olmanın iç rahatlığıyla evine döndü.
Tumblr media
Ocak ayında Sundance ile açılan festival mevsimi, Berlin ve Cannes’da ilk yaprakları döktükten sonra, yılın ikinci yarısında Venedik ve Telluride’da en hareketli günlerini yaşıyor. Venedik Film Festivali’nin son günlerine denk gelen Toronto Film Festivali’ne sıra geldiğindeyse, işin içine bir anda seyirci faktörü giriyor. Büyük prömiyerlere imza atmasa da, Toronto’nun adının ödül sezonuyla birlikte anılmasının sebebi tam da bu. Bir seyirci festivali olan Toronto’da büyük beğeniyle karşılanan, ancak eleştirmenleri o kadar da heyecanlandırmayan birçok filmin birkaç hafta sonra Oscar yarışına girmesi işten bile değil. Seyirci faktörünün yanı sıra, 400’e yakın film göstererek yukarıda saydığımız festivallerin programlarını dörde katlayan Toronto’nun ardından, tüm sezona dışarıdan bakmak da hayli zihin açıcı bir deneyim. Bu sayede filmler üzerindeki fikir ayrılıkları ve uzlaşmalar son halini alıyor, taraflar belirleniyor, gelen tepkilere göre filmlerin vizyon tarihleri değiştiriliyor, Oscar kampanyaları şekilleniyor. Toronto, bu toparlayıcılık görevini yıllardır başarıyla yürütüyor.
Tumblr media
Oscar adaylığına koşanlar Bu yıl Toronto Film Festivali’nde seyirciyle buluşan filmler arasında, herkesin kalbini çalıp Halk Ödülü’nü kapan “La La Land” En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ve muhtemelen En İyi Yönetmen dallarında kendine rahatça yer açacaktır. “Whiplash”in yönetmeni Damien Chazelle’in romantik müzikali, tanıdık bir aşk öyküsü anlatsa da, modern zamanda geçtiği halde nostaljik bir doku tutturmayı öyle iyi beceriyor ki, sevimliliğine kapılıp gitmemek çok zor. Chazelle’in müzikal türünün kodlarını kullanma şekli sebebiyle kimilerince “başyapıt” olarak nitelendirilen “La La Land” için bu kadar iddialı bir yakıştırma yapamayız doğrusu. Zira Chazelle’in sıfırdan icat ettiği bir şey yok. Hazırladığı paketin şıklığı göz alıyor, orası kesin. “La La Land”in ödüle uzanması mümkün, ama ciddi filmlerle dolu ödül sezonu fazla romantizm yüklemesini kaldırabilir mi, onu henüz bilmiyoruz.
Tumblr media
Toronto seyircisinin en beğendiği ikinci film olan “Lion”, Hindistan’da ailesinden ayrı düştükten sonra Avustralyalı bir çift tarafından evlat edinilen küçük bir çocuğun yıllar sonra gerçek ailesini bulma çabasını konu alıyor. Bol gözyaşı döktürme garantili, üstelik gerçek bir öykünün ödül kokuları yaydığını fark edip, haklarını satın alan The Weinstein Company, Oscar kampanyasına başladı bile. Eleştirmenlerin “Lion”ı fazla dramatik, sıradan ve duygu sömürüsüne açık bulduklarını ekleyelim.
Tumblr media
Oscar’ın muhtemel adaylarından bir diğeri olan “Manchester by the Sea” ise aynı zamanda festivalin en iyilerinden biriydi. Çok sık film çekmeyen Kenneth Lonergan, önceki filmi “Margaret”ta olduğu gibi, “Manchester by the Sea”de de sıradan yaşamları darmadağın eden ani felaketlerin sarsıntılarını inceliyor. Yavaş yavaş açılan ve açıldıkça insanın içini kanatan bu filmi izledikten sonra, uzun süre kendinize gelemeyeceksiniz. Başroldeki Casey Affleck ve yardımcı roldeki Michelle Williams’ın Oscar adaylıkları kimse için sürpriz olmaz. Filmin, En İyi Film dalındaki adaylığı kesin görünse de, daha kolay izlenen ve seyirci dostu olan diğer adayların yanında ödüle nispeten uzak göründüğünü belirtelim.
Tumblr media
Geçen yıl “fazla beyaz” bulunan Oscarlar’dan sonra, bu yıl siyahi karakterlerin öykülerini anlatarak ödüle yakın duran filmlerin sayısında ciddi bir artış var, ki bunun tesadüf olduğunu sanmıyoruz. Bu filmlerin ilki, beyazlara isyan eden köle Nat Turner’ın hikayesinin anlatıldığı “Birth of a Nation”, aylar önce Sundance’te prömiyerini yaptı. Oradan öyle iyi eleştiriler aldı ki, daha Ocak ayında sonraki yılın Oscar ödülünü alacak filmin belli olduğu yönünde söylentilere sebep oldu. Aradan aylar geçti, o zaman zarfında filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu olan Nate Parker’ın geçmişte bir tecavüz suçu işlediği ve sonrasında kurbanın intihar ettiği ortaya çıktı. Bu skandal, “Birth of a Nation”ın gidişatını olumsuz etkiledi. Bu arada, Toronto’da da gösterilen filmin, önceden söylendiği gibi, kendi türünde bir devrim yaratmaktan çok uzak olduğunu ekleyelim. Ancak ele aldığı konu ve türün gereği olarak, skandal öncesi belirli bir ödül potansiyeli taşıdığı konusunda hemfikiriz.
Tumblr media
Takvimler Eylül’ü gösterdiğinde, “Birth of a Nation”dan boşalan koltuğa, Telluride Film Festivali’ndeki prömiyeri sonrası Barry Jenkins imzalı “Moonlight” oturdu. Miami’de yaşayan Chiron’un, çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemine uzanan film, siyahi bir karakterin hem yokluk hem de kimlik bunalımlarıyla boğuştuğu bir büyüme hikayesi anlatıyor. Çoğunluğu öyküsüyle duygulandıran, teknik becerisiyle büyüleyen “Moonlight”ın etkisi, 14 yıl önce Telluride’a gönüllü olarak başvurup o zamandan beri festivalde çalışan yönetmeni Jenkins’in başarı hikayesiyle birleşince, daha da büyüyor. O çoğunluğa dahil olmasak da, “Moonlight”ın “The Birth of a Nation”ın koltuğuna oturmasına bir itirazımız yok. Oscar’dan birkaç adaylık kapması muhtemel. Özellikle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Naomie Harris, şimdilik Michelle Williams’ın en büyük rakibi. Tabii henüz gün ışığına çıkmayan Denzel Washington filmi “Fences”te Viola Davis’in rolü yardımcılığa kaydırılmazsa. Öyle bir durumda, Davis’in herkesi sollaması bekleniyor.
Tumblr media
Siyahi karakterlerin yükselişe geçtiği bu yıl, henüz tamamlanmamış olsa da yarıştan geri kalmak istemediği için Toronto’da birkaç sahnesi gösterilen “Hidden Figures”ü de anmak gerekiyor. 60’larda NASA’da çalışan bir grup siyahi matematikçi ve mühendis kadının başarılarını konu alan filme, bu yılın “Duyguların Rengi / The Help”i gözüyle bakılıyor. Bu sebeple oyuncuları Taraji P. Henson ve Octavia Spencer adına bir Oscar kampanyası başlatıldı bile.
Tumblr media
“Marslı / The Martian” ve “Yerçekimi / Gravity”den sonra bilimkurguyla barışan Akademi’nin bu iki filmden çok daha ileri seviyedeki “Arrival”ı fazla derin ve melankolik bulması olası. Ama “Arrival”ın yanı sıra, Tom Ford filmi “Nocturnal Animals”ta da etkileyici bir oyun çıkaran Amy Adams’a Oscar adaylığı uzak değil.
Tumblr media
En İyi Kadın Oyuncu kategorisi şimdiden kalabalıklaşmış olsa da, Toronto’da Pablo Larraín’in Jackie Kennedy filmi “Jackie”yi izleyince, Natalie Portman’ı Oscar töreninde teşekkür konuşması yaparken görür gibi olduk doğrusu. Larraín’in, ana karakterinin ruh haline uygun bir forma soktuğu yabancılaştırıcı yönetmenlik dili, Jackie’yi klasik biyografilerden birkaç fersah öteye taşıyor. Portman’ın performansı ise nefes kesici.
Tumblr media
Festivalin en iyi filmi Oscar’a koşmuyor, ama varlığı yeter. Bizce Toronto’nun en iyi filmi “Christine”, 70’lerde TV tarihine geçen trajik bir olayın kahramanı aracılığıyla, televizyon kültürüne ve medya ahlakına keskin bir eleştiri getiriyor. Filmin, aynı görevi yıllar önce üstlenen Sidney Lumet başyapıtı “Network”ün yolundan gittiğini düşünsek de, “Network”ün yazarı Paddy Chayefsky’nin Christine Chubbuck olayından etkilendiği yönünde bir şehir efsanesi de var. Diğer yandan “Christine” bir medya eleştirisinden ibaret değil. Christine Chubbuck ile Stephen King’in “Carrie”si arasında akrabalık kuran yönetmen Antonio Campos, psikolojik gerilimi histeri, öfke ve hayal kırıklığıyla yoğuruyor. Hep kalabalıklar içinde gösterse de yapayalnız olan karakteri Christine’in mutsuzluğunu ve patlama noktasına adım adım ilerleyişini incelikli bir senaryonun yardımıyla kusursuz şekilde perdeye yansıtan yönetmenin, yaratıcı kamera açıları ve ses üzerinden oynadığı oyunlar görülmeye değer. Christine’i oynayan Rebecca Hall’un performansı, kesinlikle kariyerinin en iyisi. Akademi tarafından fark edilmesi ne iyi olurdu…
Tumblr media
Tereddüt’ün dünya prömiyeri Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi “Tereddüt”ün dünya prömiyeri Toronto Film Festivali’nde gerçekleşti. Kalabalık bir salonda gerçekleşen ilk gösterim sonrası, Ustaoğlu ve başrol oyuncularından Funda Eryiğit soruları cevaplamak üzere sahnedeydi. Başta birbirlerine taban tabana zıt gibi duran, farklı sınıflardan iki kadını benzer bir erkek zorbalığının kurbanı yapan “Tereddüt”, karakterlerlerini iyi analiz eden, cesur ve sarsıcı bir film. Oyuncular Funda Eryiğit ve Ecem Uzun, müthiş bir iş çıkarmışlar. Ustaoğlu “Tereddüt”le, rızaları olsun ya da olmasın, erkeklerin şart koştuğu şekilde yaşayan her sınıftan kadına tercüman oluyor. Filmde portrelenen erkeklerin Türkiye’ye özgü olduklarını düşünen seyirciler, Ustaoğlu ve Eryiğit’e Türk erkeklerinin film hakkında ne düşündüklerini sordular. Eryiğit’in cevabı salondan alkış aldı: “Bu erkeklerin sadece Türkiye’de olduklarını sanmıyorum. Bu, evrensel bir konu.”
Tumblr media
Harika ilk filmler William Oldroyd’un “Lady Macbeth”i, yapay ışık ve müziğin kullanılmadığı, baş döndürücü gerçeklikte, buz gibi bir dönem filmi. 20 yaşındaki başrol oyuncusu Florence Pugh’nun adını bir yere yazın. Yunan sinemasından çıkan “Park”, çürümeye yüz tutmuş bir mekanda büyümeye çalışan gençler üzerinden ilerleyen, tam bir modern Yunanistan metaforu. Sofia Exarchou’nun yönetmenliğinde çok olgun bir taraf var. Alex Lehmann’ın ilk kurmaca filmi “Blue Jay” ise Mark Duplass’ın kalemi ve oyununun da etkisiyle içinizi ısıtacak bir aşk filmine dönüşüyor. Kelly Fremon Craig’in çok samimi ergenlik dönemi filmi “The Edge of Seventeen”de, Hailee Steinfeld herkese kendi ergenliğini hatırlatıyor. Son olarak “Werewolf”ta, madde bağımlılığını yenilikçi, yalın ve hayli sarsıcı şekilde anlatmanın bir yolunu bulmuş Kanadalı yönetmen Ashley McKenzie’yi kutlamak gerek.
Tumblr media
Beklentilerin altında kalanlar Oliver Stone’un merakla beklenen “Snowden”ı, Toronta’da beklendiği ölçüde ilgi ve beğeni toplayamadı. Film, teknik diliyle anlaşılmaz ve ruhsuz bulundu. Snowden konusunda, Laura Poitras’ın belgeseli “Citizenfour” zirvedeki yerini koruyor. Miles Teller’ın “Whiplash”ten sonra ikinci ödül sezonu atağı “Bleed for This” de son yıllarda artışa geçen boks filmleri arasında kalıcı olamayacak gibi görünüyor. Cannes’daki “Loving”den sonra sezonun ikinci siyah-beyaz aşkı filmi “A United Kingdom” ise Botswana’nın kaderini değiştiren gerçek bir aşktan beslense de yetenekli aktör David Oyelowo’nun çabalarına rağmen TV filmi ayarında kalıyor.
Tumblr media
Selin Gürel
(Ekim 2016, Milliyet Sanat)
3 notes · View notes
selingurel · 8 years
Text
izleyenin gözünden çok iyiden fenaya doğru 24 filmekimi filmi
Not: Bu bir tavsiye listesi değildir.
1. SIERANEVADA
Tumblr media
Sadece Filmekimi seçkisinin değil, bu yılki Cannes yarışmasının da en iyi filmi. Ancak herkese göre değil, orası kesin. Mekan kullanımı, diyalog yazımı, karakter formasyonu, kamera hakimiyeti gibi konularda bir ustalık eseri izlemek isterseniz, dar alanda harikalar yaratan bu hipnotize edici başyapıtı mutlaka listenize ekleyin.  
2. PATERSON
Tumblr media
“Paterson”, çalkantılı ruh hallerine, kaotik şehir hayatına ve fazla ısınmış beyinlere çok iyi gelecek. Onu izlediğiniz gün, öncesinde ne yaşamış olursanız olsun, bir önemi yok. “Paterson” her türlü stresin çaresine bakar. Şefkatle başınızı okşayan, kulağınıza sakinleştirici sözler fısıldayan, ruhunuzu dinlendiren film kılığında terapi deneyimi…
3. ARRIVAL
Tumblr media
Bilimkurgu türünde “Arrival” gibi filmler arttıkça, zeka seviyesi normal sınırların altında gezinen türdeşlerine karşı tahammülümüz azalıyor. Uzaylı istilası filmlerinin daha önce açmaya yeltenmediği kapıları zorlayan “Arrival”, bilinmeyenin çekiciliğini hiç yitirmediği, sarsıcı bir bilimkurgu.
4. ALBÜM
Tumblr media
Filmekimi seçkisinin en iyi filmlerinden birinin Türkiye’den çıktığı bu yılın kıymetini bilelim. “Albüm”, incelikli bir absürdlüğü, isabetli bir aile kurumu eleştirisiyle birleştirirken, Romanya ve Kuzey sineması estetiğini ustaca kullanıyor. En son ne zaman sizi gerçekten şaşkına çeviren bir yerli ilk film izlediniz?
5. TONI ERDMANN
Tumblr media
“Toni Erdmann”, perdede daha önce hiç tanık olmadığınız bir baba-kız ilişkisini, gittikçe açılıp derinleşen iki orijinal karakter üzerinden benzersiz kılıyor. Yılın en çok konuşulan Avrupa filmi. Dahası Cannes’da yıllardır rastlanmayan bir beğeni yağmuruna tutuldu. Tam bir seyirci favorisi. Uzun süresi boyunca ritm sorunları yaşayan ve dörtte birinde yerinde sayan bu filmin en büyük hayranlarından olmasam da, duygusal açıdan çekiciliğine kapılmamak çok zor.  
6. AMERICAN HONEY
Tumblr media
Andrea Arnold‘ın kariyerinde boş yok. “American Honey” de bir istisna değil. Filmdeki yönetmenlik performansı nefes kesici. Hikayesi, karakterleri ve mesajı itibarıyla bir başkasının elinde ikinci sınıf, sığ bir yol filmine dönüşecekken, formüle Arnold’ın dahil olmasıyla seyir zevki yüksek bir yönetmen filmine dönüşüyor. Arnold, kendi ülkesinde çok daha isabetli tespitler yapıyor, ama en azından yabancı topraklarda da yönetmen gözünü koruyor.
7. FRANTZ
Tumblr media
François Ozon sinemasının bazen standart bazen yüksek seviyelerde seyreden çizgisi sebebiyle, her yeni film sıfır noktasından başlıyor yolculuğuna. Ne ile karşılaşacağımızdan emin olmasak da, Ozon dokunuşuna kapımız hep açık. Acı, umut ve hayal kırıklığıyla bezeli bir aşk öyküsünün zarafetle anlatıldığı “Frantz”, sakin ve kendi halinde. Ozon’un filmografisinde çığır açmıyor, ama burukluğu geniz yakan cinsten.
8. CÂINI / KÖPEKLER
Tumblr media
Seçkinin, mutlaka fırsat verilmesi gereken ilk filmlerinden. Ağırkanlı bir western / gerilim olarak her zevke hitap etmiyor. Ancak tekinsizliğin hakim olduğu, konuşulanların değil hiç lafı edilmeyenlerin hayati önem taşıdığı tuhaf evrenine girebilirseniz, karşılıksız bırakmıyor. Tam bir fırtına öncesi sessizlik filmi. Teorik olarak, Coenler tarafından yeniden çevrilme potansiyeli taşıyor.
9. UMI YORI MO MADA FUKAKU / FIRTINADAN SONRA
Tumblr media
Hirokazu Koreeda, sakin aile hikayesi “Fırtınadan Sonra”da, başka ülke sinemalarında dramatik ve romantik açılımlarla desteklenecek bir “boşanmış çift fırtına sebebiyle aynı eve sığınır” klişesini, tüm süsünden arındırıp gerçek hayata taşıyor. Daha önce defalarca izlediğimiz bir hikayeyi makyajsız görmek, şaşırtıcı ve huzur dolu bir deneyim.
10. BACALAUREAT / MEZUNİYET
Tumblr media
Rumen Yeni Dalgası sarsıcılık konusundaki şöhretini biraz da Cristian Mungiu’ya borçlu. Ancak darmaduman eden iki başyapıttan sonra, Mungiu’nun “Mezuniyet” ile düşüşe geçtiğini kabul etmek gerek. Film, Mungiu standardına göre hayli tutuk, normal şartlarda ortalama bir ilk film ayarında. Özellikle yönetmenin ders vermeye soyunduğu bölümler, çekilecek dert değil.
11. AH-GA-SSI / HİZMETÇİ
Tumblr media
Park Chan-wook’un farklı bakış açılarından anlattığı hikayesi niyetlendiği kışkırtıcılık seviyesine ulaşamıyor. Çok katmanlı ve sürprizli olmanın derdiyle kendinden geçse de, yeteri kadar merak uyandırıcı bir malzemeye sahip değil. Fakat ayrı bir film izler gibi, sanat ve görüntü yönetmenliği performansının tadını çıkarabilirsiniz.
12. AMERICAN PASTORAL / PASTORAL AMERİKA
Tumblr media
Ewan McGregor’ın ilk yönetmenlik denemesi, yüzünü kara çıkarmıyor. Kendini öne çıkarmayan, ama kontrollü bir kamera hakimiyeti var. Ne var ki vaktinin çoğunu, odağını çabuk kaybeden ve pek de ilginç olmayan bir öyküyü düze çıkarmaya çalışmakla geçiriyor. Oyuncu olarak ise filmdeki en sıkıcı karakteri üstlenmesi, gereksiz bir fedakarlık örneği.
13. JULIETA
Tumblr media
Pedro Almodóvar’ı “adı yeter” kontenjanından kayırmaya başlamak için erken. Ama şık bir TV dizisi kıvamındaki “Julieta”, zaman zaman pembe dizi gülünçlüğüyle de flört ettiği için, yönetmenle ilgili hislerinizi gözden geçirmenize neden olabilir. Almodóvar’ın hikayeyle yaşadığı kan uyuşmazlığını en hafif şekilde hissetmek için, Alice Munro’nun uyarlanan üç hikayesini -şayet okumadıysanız- filmden sonra okuyunuz.
14. RESTER VERTICAL / DİMDİK AYAKTA
Tumblr media
Alain Guiraudie sinemasını şevkle takip eden kitlede bile kırılmalar yaşatabilecek, içine girmesi zor bir film, “Dimdik Ayakta”. Şoke edici sahnelerinde bile ironik anlatımını elden bırakmıyor. Yer yer tuhaf bir çekiciliği de yok değil, ama genel olarak yabancılaştırıcı ve anlaşılmaz bir dilden konuşuyor. Seçkinin en zorlu filmlerinden olsa da, kendi küçük hayran kitlesini yaratacaktır.
15. KOLLEKTIVET / KOMÜN
Tumblr media
“Komün”, Thomas Vinterberg’in çocukluğunun bir kısmını geçirdiği komünden ilham alarak yazıldığı için, daha çok 70’lere ve dönemin dayanışma ruhuna saygı duruşu niteliği taşıyor. Saf nostaljik yapısı, filmi en baştan sinemasal açıdan ciddiye almanızı zorlaştırıyor doğrusu. Ama değişimin yasını tutarken, duygusal açıdan öyle naif dokunuşları var ki, kapılıp gitmek olası.
16. THE BIRTH OF A NATION / BİR ULUSUN DOĞUŞU
Tumblr media
Nate Parker’ın olaylı ilk filmi, Sundance’te kopardığı gürültüyü haklı çıkaracak etkileyicilikten yoksun. Kahramanının isyankar doğasını eyleme dökmesi dışında, kölelik dönemini hikaye eden filmler arasında da özel bir yere oturmuyor. Bir yönetmen olarak ortalama bir iş çıkaran Parker, filmde bir oyuncu olarak çok daha başarılı.
17. MA LOUTE
Tumblr media
Juliette Binoche’un performansından rahatsızlık duyacağınız hiç aklınıza gelir miydi? Yönetmen Bruno Dumont, bunun için elinden geleni ardına koymuyor. Yönetmenin, alışık olduğumuz şekilde slapstick komedi ile suç komedisini harmanlayan filmi, gerçek anlamda bir komediden ziyade bir gülünçlük resitali. Amaç da bu zaten. Diğer yandan Dumont’nun “1900’lerin başı” malzemesini çok iyi kullandığı bir gerçek.
18. HELL OR HIGH WATER / İKİ ELİ KANDA
Tumblr media
Sevdiğimiz filmlerin yönetmeni David MacKenzie, “Sicario”nun çiçeği burnunda senaristi ile bir araya geliyor. Ama ortaya çıkan iş, tatmin edici olmaktan uzak. Cannes’da biraz da Amerikan bir tür filmi olmasının etkisiyle, gereğinden fazla ilgiye mazhar olan bu filmin akılda kalıcı bir yanı yok doğrusu. Western izleyecekseniz ve risk almaya hevesliyseniz, “Köpekler” daha isabetli bir seçim.
19. GEU-MUL / AĞ
Tumblr media
Açıkça, Kim Ki-duk’un saçmalamadığı bir film çekmesi iyiye işaret. Kuzey-Güney Kore uçurumunu, faşizan ülke politikalarının benzerliği üzerinden değerlendirmeye sunan yönetmen, bu kez -neyse ki- uçlarda gezinmiyor olsa da, yoğun “mesaj verme kaygısı”nı bastıramıyor. “Ağ”, daha soğukkanlı bir anlatımla, seyirci adına sözde ibretlik sonuçlara varmadan, sarsıcı bir etki bırakabilirmiş.
20. THREE GENERATIONS
Tumblr media
İlk adı “About Ray” olan “Three Generations”ı, göründüğünün aksine, bir cinsiyet değiştirme yolculuğu olarak da bir büyüme hikayesi olarak da okumak mümkün değil. Bu film daha çok, karakterinin cinsiyet değiştirme isteğini görüşmediği babasına kabul ettirmeye çalışmasının hikayesi. Ancak bu basit hedefe bile odaklanmakta zorlanıyor. Elle Fanning’in emeğine ve Naomi Watts’ın peruğuna yazık olmuş.
21. I, DANIEL BLAKE / BEN, DANIEL BLAKE
Tumblr media
Altın Palmiyeli “Ben, Daniel Blake”, hemen içine gireceğiniz, sevgi dolu ve hüzünlü bir Ken Loach filmi olarak başlayıp, tanımadığımız bir yönetmenin duygu sömürüsü şovuna dönüşüyor. Küçük Emrah filmlerinden fırlamış bir sömürü seviyesine yaklaştığı sahnelere rastlayacaksınız. Kesinlikle Loach’tan beklenmeyecek ve kabul edilemeyecek bir acizlik. Bir film politik olarak doğru olup, aynı zamanda art niyetli olabilir. “Ben, Daniel Blake” buna iyi bir örnek.
22. JUSTE LA FIN DE MONDE / ALT TARAFI DÜNYANIN SONU
Tumblr media
Xavier Dolan’ın muhakkak biletleri ilk günden bitecek son filmi “Alt Tarafı Dünyanın Sonu”, sinemada kullanılan video klip estetiğini, kendine küstürecek, son derece işlevsiz bir noktaya sürüklüyor. Başınızı ağrıdan çatlatacak bir hikaye “anlatamama” sineması, kağıt üzerinde ilginç oldukları sanılan çekilmez karakterler, sığ diyaloglar… İyi oyuncuları yerin dibine sokan bu filmle ilgili en iyi şey, Dolan’ı başrolde izlememek.
23. MAL DE PIERRES / AŞK MEKTUPLARI
Tumblr media
Büyük ölçüde Marion Cotillard’ın performansına yaslanmayı kafasına koymuş bir film, “Aşk Mektupları”. Teoride mümkün. Ancak bir aşk filmi olarak, Cotillard gibi bir yeteneğin bile kapamaya yetmediği derin boşluklara sahip. Trajik bir hikaye anlatmaya çalışırken komik duruma düşen filmin, kontrolsüz bir ritmi var. Olsa olsa gülünç finalini deneyimlemek için izlenebilir.
24. LA FILLE INCONNUE / MEÇHUL KIZ
Tumblr media
Ara sıra festivallerde karşımıza çıkan, Dardenneler’in sinemasına öykünen, ancak hedefe biraz olsun yaklaşamayan ilk filmlerden birini izliyor gibiyiz. Hikayesini başlatamayan, geliştiremeyen ve sonlandıramayan, Dardenneler imzası taşıdığına inanamayacağınız bir film “Meçhul Kız”. Çileden çıkaran bir deneyim. 
11 notes · View notes
selingurel · 8 years
Text
woody allen der ki, “sonsuz aşk yoktur...”
Woody Allen sinemasını kaynak alarak, bütün aşamalarıyla bir ilişkinin haritasını çıkarmak mümkün.
Tumblr media
Birinci aşama: Tavlama 
1- Play It Again, Sam: Allen sinemasında karakterlerin gözlerine kestirdikleri kişiyi tavlayabilmeleri genelde bir mucizedir. Şayet tavlama işlemi başarıya ulaşırsa, doğru yer - doğru zaman ikilisi sağlanmış demektir. Bu ender anların dışında tavlama eylemi, başlı başına sorunludur. Sarsak ve aşırı gergin tavırları karakterlerin başına mutlaka dert açar. Allen tarafından yönetilmese de Allen’ın tarzına sadık kalan “Play It Again, Sam”de de, yeni boşanmış Allan’ın (Allen) kadınları tavlama konusundaki gözükara haline verilecek en iyi örnek, sanat galerisi sahnesinde karşımıza çıkıyor. Bir kadına yaklaşıp tipik bir sanat muhabbeti başlatan Allan, kadının kurduğu uzun cümleler sonunda ona Cumartesi gecesi meşgul olup olmadığını soruyor. Kadının “İntihar ediyor olacağım” şeklindeki cevabı karşısında ise bir an bile duraksamıyor. “Peki Cuma gecesine ne dersin?”
Tumblr media
2- Vicky Cristina Barcelona: Allen’ın son dönem filmlerinden eski tadı alamamamızın ana sebebi, bu filmlerin yeterince iyi yazılmamış karakterler ve diyaloglarla dolup taşıyor olması. “Vicky Cristina Barcelona” da bir istisna değil, ancak filmde Javier Bardem’in canlandırdığı çekici Juan Antonio’nun iki güzel kadını onunla bir hafta sonu geçirmeye ikna ettiği sahne film içindeki bir istisna. Juan Antonio’ya hülyalı bakışlar atan Cristina ile onun bu özgüveni nereden bulduğunu anlayamayan Vicky’nin sonunda aynı noktada buluşması, tavlama işleminde en önemli olanın nezaket, samimiyet ve konuşma sanatı olduğunu gösteriyor. Bu sahne, tipik Allen filmlerindeki başarısız tavlama girişimlerinin bir anti-tezi gibi.
Tumblr media
3- Alice: Evli, çocuklu, muhafazakar ve aşkın tarifini tamamıyla unutmuş olan Alice’in yolu günün birinde yakışıklı bir müzisyenle kesişir. Ancak Alice’in bu adamı tavlayacak ne cesareti ne de yeteneği vardır. Neyse ki şifalı otlarıyla ünlü Dr. Yang’in onun için hazırladığı karışım, içindeki tutkulu kadını açığa çıkaracaktır. Alice’in hoşlandığı adamı kolayca tavladığı bu sahnede, karakterin bir anda tepeden tırnağa değiştiğine tanık oluruz. Ses tonu, bakışları, dudaklarını kıpırdatma şekli, vurguları ve seçtiği kelimeler, tamamıyla erotik bir beden dilinin dışavurumunu yansıtır. Alice, hakkında bilgi sahibi olmadığı konularda hiç zorlanmadan ahkam keser ve karşısındakini daha giriş cümlesinden itibaren hipnotize etmeyi başarır. Artık her şeyi yapabilecek bir kadındır. En azından otların etkisi geçene kadar.
Tumblr media
4- Scoop: Seri katil olduğunu düşündüğü yakışıklı aristokrat Peter’ın dikkatini çekmesi gereken Sondra, Allen’ın canlandırdığı Sid’in tavsiyesiyle boğulma numarasına başvurur. Yani erkekleri tavlama rehberindeki en eski numaraya. Güzel bir sarışının havuzda çırpındığını gören delikanlı, hızla olay yerine doğru yüzer ve kızı kurtarır. Sonra da beklenen tanışma gerçekleşir. Sid’in bulduğu çözüm, her ne kadar eski moda olsa da her seferinde işe yarayan bir yöntem. Zira acil durumlar, kadın-erkek ilişkilerinde kimi zaman toplumsal sınıfların, statülerin ve kimliklerin ortadan kalkmasına yol açabiliyor. Belli ki, bir aristokratın kendini sıradan bir kadınla tanışma zahmetine sokmasının tek yolu, Sid’in tavsiye ettiği imdat çığlıklarını atmaktan geçiyor.
Tumblr media
5- Love and Death: Allen’ın canlandırdığı Boris’in operada gözüne kestirdiği güzel kontesi etkileme numaraları, mutlu sonla biten bir tavlama girişimi olarak kaldı akıllarda. Her ne kadar gerçek hayatta denenmesi pek tavsiye edilmese de, Boris’in dudaklarını, bakışlarını ve elindeki yelpazeyi kullanarak yaptığı küçük oyunlar kontesin kalbini çalmaya yetti de arttı bile. Bu başarıyı, “Love and Death”in saf bir komedi filmi olmasına borçluyuz elbette. Dram yok, gözyaşı yok, tartışma yok, laf yarışı yok. Kontesin de baştan çıkmaya baştan meyilli olması, Boris’in başarısına büyük katkı sağlıyor. Aynı numaraları Annie Hall’e çekseydi, Alvy’nin hali nice olurdu.    
Tumblr media
İkinci aşama: Romantizm 
1- Stardust Memories: Filmin kilit sahnelerinden birinde Woody Allen’ın canlandırdığı Sandy, hayatındaki en muhteşem anı anlatır. Fonda Louis Armstrong'un “Stardust”ı çalmaktadır. Sandy’yi güneşli bir bahar gününde, evde sevgilisi Dorrie ile birlikte görürüz. Sandy bir şeyler yerken, en güzel çağındaki Charlotte Rampling’in canlandırdığı Dorrie de dergi okumaktadır. Bir an Sandy’nin bakışları Dorrie’ye takılır ve sonra da ondan gözünü bir daha alamaz. Ortam, müzik, aralarındaki mesafe, akla gelebilecek her türlü detay o anı kusursuzlaştırmak için mevcut gibidir. Dorrie’nin güzelliği nefes kesicidir. Kendisini izleyen sevgilisine ölçülü tebessümler fırlatan genç kadın gözlerini her kaldırdığında, Sandy ile birlikte seyirci de kendinden geçer.    
Tumblr media
2- Manhattan: Allen ve Diane Keaton’ın Brooklyn Köprüsü’nün yanı başındaki banka oturdukları ünlü sahnenin romantizmi, karakterler arasındaki ilişkiden kaynaklanmıyor. “Manhattan”ın posterine fon oluşturan bu sahnede, Allen ile New York arasındaki aşkın yansımasını izleriz. Romantizmin kaynağı, yönetmenin şehre karşı hissettiği tutkudur. Sanki şehirde sadece bankta oturan bu iki kişi yaşamaktadır. Çok kısa bir an için, New York onlara aittir. Akşam yavaş yavaş çökerken New York’un ne muhteşem bir şehir olduğundan konuşurlar, sonra da kalkıp evlerine dönerler. Sonraki sabah yine aynı şehre uyanacaklarını bildikleri için, içleri rahattır.        
Tumblr media
3- Everyone Says I Love You: Allen’ın ilk ve tek müzikali olan “Everyone Says I Love You” romantik sahneler konusunda yönetmenin diğer filmlerine nazaran çok daha zengin. Bunlar arasında, boşanmış bir çifti canlandıran Woody Allen ve Goldie Hawn’un Seine Nehri’nin kenarında dans ettikleri sahne, özellikle etkileyici. Açık bir Paris gecesinde, romantik bir nehir manzarası eşliğinde “I'm Thru With Love”ı söyleyen Hawn, ardından kendini Allen’ın kollarında bulur. Öyle yumuşak ve estetik bir dans izleriz ki, Hawn’un havada bir kuş gibi süzüldüğü sahnelerde şaşırmayız bile. Fonda yaylıların ezgileri hala duyulurken, ikili eski güzel günleri anar ve bu kusursuz anı bir öpücükle noktalar. Görev tamamlanmıştır.  
Tumblr media
4- The Purple Rose of Cairo: “The Purple Rose of Cairo”, Allen’ın diğer filmlerinin aksine romantizmi 30’larda arıyor. Yani aşkların henüz o kadar karmaşık olmadığı bir dönemde. Mutsuz bir evliliği olan Cecilia, sinema izleyicilerinin en büyük fantezisini gerçekleştiriyor bu filmde. Defalarca izlediği filmde yer alan, hayran olduğu karakter filmden çıkıyor ve onu elinden tutup götürüyor. Böylece “The Purple Rose of Cairo” romantik bir fanteziyi en sevimli haliyle perdeye taşıyor. Cecilia ve gerçek hayat hakkında hiçbir şey bilmeyen bu karakter, bir süre için birbirlerinden başka kimseyle muhatap olmuyorlar. Dışarıdaki hayatın tehlikelerinden uzak, baş başa geçirdikleri bu zaman aralığı filmin en romantik bölümlerini oluşturuyor.
Tumblr media
5- Husbands and Wives: Allen’ın romantizmden en uzak filmlerinden biri olan “Husbands and Wives”ın bazı ender sahnelerinde, karakterlerin her şeyi unutup kendilerini ana bıraktıklarına şahit oluyoruz. Bu sahnelerin en dikkat çekici olanı, Allen’ın canlandırdığı Gabe ile 21. doğum gününü kutlamakta olan Rain’in (Juliette Lewis) gök gürültüsü eşliğindeki öpüşme anı. Gabe’e göre fazla genç olan Rain ve Rain’e göre fazla yaşlı olan Gabe, dışarıda büyük bir fırtına koparken tüm uyumsuzlukların mum ışığıyla örtüldüğü bir anda dudaklarını birleştiriyor. Gerçek bir öpücük isteyen doğum günü kızı, istediğini alıyor. Ta ki elektrik gelene kadar. Keskin ışık altında, tüm kusurlar yeniden açığa çıkıyor ve Gabe nasıl biteceğini bildiği bir ilişkiye hiç başlamamak için partiyi terk ediyor.  
Tumblr media
Üçüncü aşama: Seks
1- Every Thing You Always Wanted to Know About Sex * But Were Afraid to Ask: Bu uzun isimli film, Allen’ın seks hakkında kafasını kurcalayan yedi sorunun cevabından oluşuyor. Yedi ayrı hikaye arasında öyle bir tanesi var ki, Allen filmlerindeki seks sahneleri arasında asla zirveden inmeyecek bir orijinalliğe sahip. Kamerasını cinsel ilişki yaşayan bir erkeğin vücuduna sokan yönetmen, bu kez ünlü Woody Allen nevrotikliğini bir sperm kostümü içinde dışa vuruyor. İlişki halindeki erkek bedenini bir tür kontrol merkezi olarak izlediğimiz filmde, dışarı fırlatılmak üzere olan ama nasıl bir yere çıkacakları belli olmayan bir grup spermin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar seksin gerçek doğasını haykırır nitelikte.
Tumblr media
2- Sleeper: 2173 yılında geçen “Sleeper”, 200 sene önce dondurulan sıradan bir adamın distopik bir geleceğe uyanmasını konu alıyor. Film, Allen’ın 22. yüzyıla yakıştırdığı eğlenceli buluşlar geçidi gibi. Bu buluşların en dikkat çekeni ise “orgasmatron”. Bu aleti kullanmak, artık fiziksel temasa girmeden orgazm olabilen gelecekteki toplumun vazgeçilmez alışkanlıklarından biri. Dışarıdan telefon kulübesine benzeyen orgasmatrona bir ya da iki kişi girebiliyor. Konuklarını hiçbir zahmete sokmadan, onlara yüksek seviyede zevk vermekle yükümlü olan bu alet ile Allen seksin gelecekte düşmesi muhtemel zavallı halini de açık ediyor.
Tumblr media
3- Annie Hall: Bir ilişkinin gerçek haritasını çıkarmak isterseniz, sinema tarihinde “Annie Hall”den daha uygun bir film bulamazsınız. Bu yazıda sözü edilen dört aşamayı da en doğal halleriyle sergileyen film, seks sırasında Annie’nin ruhunun yatağı terk ettiği sahneyle üçüncü aşamanın unutulmazları arasına yerleşiyor. Sahnede Alvy ile gönülsüz bir şekilde sevişen Annie’nin bedeni yatakta kalıyor, ancak ruhu olayı dışarıdan izlemeye koyuluyor. Annie’nin ruhu ile bedeninin ayrılması, karakterlerin artık birbirinden uzaklaştığını seyirciye anlatmak için başvurulabilecek en açık ve en dolaysız yöntem. Alvy’nin bunu fark edip Annie’nin ruhunu sorguya çekmesi ise ancak Allen evreninde yaşanacak bir hadise.
Tumblr media
4- Deconstructing Harry: Birer kitap kahramanı olan Leslie ve kızkardeşinin kocası Ken’in bir aile toplantısı sırasındaki sevişme macerası Allen’ın olaylı seks sahnelerine kusursuz bir örnek. Sevişmenin ortasında odaya dalan Leslie’nin büyükannesi, gözleri görmediği için çıkan sesleri farklı şekilde algılıyor. Bu arada Ken de sevişmeyi bırakmak yerine istediği şekilde bitirmenin derdine düşüyor. Leslie ve Ken birbirlerine delice aşık olduklarından değil, o anda ihtiyaç duyduklarından sevişmeye girişiyor. Büyükanne içeri girince durmamalarının sebebi de bu. Böylece Allen’ın sekse uygun gördüğü “derinlik”, bir kez daha açığa çıkıyor.  
Tumblr media
5- Match Point: İşte Allen sinemasında nadiren rastladığımız türden, gerçeküstü bir seks sahnesi. Bu şerefin “Match Point”e ait olmasının sebebi, zaten filmin tipik Allen sinemasından ayrı bir noktada durması. Seksin doğasına özgü kusurluluk hali, bu sahne için geçerli değil. Yönetmen, bütün öğeleri bu tutkulu sevişme için özel olarak bir araya getirmiş. İzlediğimiz tıpkı “Deconstructing Harry”deki gibi yasak bir birleşme olsa da, dikkatler çiftin tutkusu üzerinde yoğunlaşmış durumda. Ortamın büyüsünü hiçbir şey bozamaz gibi görünüyor. Normalde rahatsızlık vermesi beklenen yağmur ve ıssız tarla ortamı bu fevri sevişmeye muhteşem bir arka plan oluşturuyor. Bu eğer tipik bir Allen filmi olsaydı, otların arasında bir türlü havaya giremeyen, sonunda da sevişmekten vazgeçen bir çifti izlerdik muhtemelen.
Tumblr media
Dördüncü aşama: Ayrılık
1- Annie Hall: Allen filmlerindeki ayrılık sahnelerini gözden geçirirken, sinema tarihindeki en iyi ilişki filmlerinden biri olan “Annie Hall”e bir kez daha değinmek şart. Allen’ın kadın-erkek ilişkilerinin kusurlu, mantıksız ve geçici doğası üzerine müthiş analizler yaptığı filmde, yönetmen mükemmel aşk fikrinin naifliğini bir kez daha kanıtlıyor. Film boyunca birçok kere ayrılıp barışan Annie ve Alvy, her ne kadar birbirleri için yaratılmış gibi görünseler de ilişkileri ömrünü doldurunca yollarını ayırıyor. Allen’ın seyirciyi yüzleştirmek istediği de tam olarak bu “vadesini doldurma” meselesi. Filmin finalindeki ayrılık sahnesinde, Annie için nefret ettiği California’ya gelen Alvy, umutsuzluk içinde ona evlenme teklif ediyor. “Ya evlilik ya ayrılık” noktası, Annie-Alvy aşkının son kırıntılarını da süpürüyor. Nihayetinde iki iyi dost olarak kalmayı başaran çift, doğru zamanda doğru yerde yaşanmış bir aşkın kahramanları olarak kalıyor akıllarda.          
Tumblr media
2- Bananas: Allen’ın en matrak ayrılık sahnesine ilk dönem filmlerinden “Bananas”ta rastlıyoruz. Beklenmedik bir anda sevgilisinin ondan ayrılmak istediğini açıklaması üzerine, bıkmadan usanmadan bu davranışın altında mantık arayan Fielding (Woody Allen), bir türlü istediği cevabı alamıyor. Bu da ayrılık konuşmasını büsbütün komik ve acınası bir hale sokuyor. Genç kadın bir şeylerin eksik olduğunu yineleyip dururken, Fielding bu mühim şeyin ne olabileceği üzerine bitmek bilmez tahminler yürütüyor. Kadın onu sevmiyor, esprilerine gülmüyor, onu çekici bile bulmuyor. Ama gerçek neden bu değil. Peki ne? “Bananas” ayrılık konuşmasını mümkün olduğu kadar uzatmak isteyenler için adeta ders niteliğinde.
Tumblr media
3- Hannah and Her Sisters: Allen’ın anlatmayı çok sevdiği aile içi ihanet ilişkilerinden birini bu filmde izliyoruz. Çok karakterli filmde, asıl odak noktası Hannah’nın kardeşi Lee ve kocası Elliot arasındaki yasak ilişki. Lee’nin beş yıldır birlikte yaşadığı, babası yaşındaki burnu havada Frederick ise sevgilisini entelektüel olarak yetiştirmeyi kendine görev edinmiş, asosyal bir sanatçı olarak çiziliyor. Dolayısıyla tepeden bakan tavrıyla ayrılığı çoktan hak etmiş, izleyicinin sempatisine layık olmayan bir karakter olarak duruyor. Lee’nin o gece biriyle öpüştüğünü dudaklarına bakıp anlayan Elliot, genç kadının ayrılık konusunda cesaretlenmesine olanak tanıyor ve olan oluyor. Ayrılık konuşması sona erdiğinde, Elliot’ın göründüğü kadar güçlü olmadığını anlıyoruz ve bir de Lee’nin çok doğru bir karar verdiğini.  
Tumblr media
4- Manhattan: “Manhattan”da asıl şaşırtıcı olan kısım, Allen’ın canlandırdığı Isaac ile 17 yaşındaki liseli sevgilisi Tracy arasındaki ilişki. Dışarıdan yüzeysel ve uygunsuz gibi görünen bu ilişkiyi yaşarken, Mary’ye (Diane Keaton) aşık olan Isaac, sıra Tracy’den ayrılmaya geldiğinde küçük sevgilisinin kendisinden daha olgun olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliyor. Bu durum sadece onu değil, seyirciyi de şoke ediyor. Genç kız ayrılığın altında başka bir kadın olduğunu anlayana kadar, ilişkiyi kendince savunuyor, sonunda gerçeği öğrendiğinde insancıl bir tepki veriyor ve gözyaşlarına boğuluyor. Oysa bu Isaac’in istediği son şey. Buluşma yerine gelmeden önce tek istediği Tracy’nin daha genç ve tutkulu erkekleri hak ettiğini söyleyip, bu işten sıyrılmaktı. Ama ayrılık konuşmasının bu kadar kolay şekilde sonuca ulaştığı nerede görülmüş ki?
Tumblr media
5- Interiors: Adeta Bergman sinemasından fırlamış olan “Interiors”, yönetmenin tarzının tamemen dışına çıktığı, üstelik harika bir iş çıkardığı, filmografisindeki en sert ve karanlık film. Filmde yemek masasında yaşanan ayrılık sahnesi, öykünün şaka kaldırmayan ilişkiler yumağını toplu olarak etkileyen fitili ateşliyor. İki yetişkin kızının da masada bulunduğu bir anda bir süre yalnız kalmak istediğini açıklayan baba, duygusal olarak zaten bir harabeye dönmüş olan anneyi bir kez daha yıkıyor. Sahnenin atmosferi, yemek odasının soğuk dekoru ve uzun sessizlikler ayrılık konuşmasına perdenin dışına taşan bir gerginlik bahşediyor. Anlıyoruz ki, Allen filmlerinde ayrılığın her çeşidinden beslenmek mümkün.
Tumblr media
(Kasım 2010, Milliyet Sanat)
2 notes · View notes
selingurel · 8 years
Text
sinemanın insan sarrafı
Yeni Alman Sineması’nın öncülerinden Werner Herzog, 60’lardan bu yana film çekiyor. Ama her nasılsa, bunca yıldır hem sineması hem de kendisi ilginçliğinden bir şey kaybetmedi. 
Tumblr media
Werner Herzog sineması, bir sinemaseverin asla sırt çeviremeyeceği kadar sıra dışı, cesur, tuhaf, büyülü ve bazen de anlaşılmaz anlarla dolu. Ona mesafeli yaklaşmak mümkün, ama görmezden gelmek… Asla. Herzog’un, insanı hipnotize eden ses tonunun, sonuçta fikriniz ne yöne kayarsa kaysın, istisnasız olarak sizi kendine doğru çeken sinemasının bir metaforu olduğunu düşünmek çok mu tuhaf?     Meşhur film eleştirmeni ve tarihçi Lotte Eisner, Werner Herzog’un 25 yaşında çektiği ve kendisine postaladığı ilk filmi “Lebenszeichen”ı izledikten sonra, filmi Fritz Lang’a gönderdi ve şöyle bir not ekledi: “Nihayet Almanya’da yeniden sinema yapılıyor.” Eisner’ın hem Alman sineması hem de bizzat Herzog için sıradan bir figür olmadığını özellikle vurgulamak gerek. Herzog’un nesli için; faşizm yılları sırasında hafızalardan silinip giden Fritz Lang ve F. W. Murnau gibilerin altın dönemiyle, 60’larda ortaya çıkan Yeni Alman Sineması dönemi arasındaki tek sağlam köprü, her iki tarafın da hakkını vermiş ve değerini bilmiş olan Eisner’dı. Onlarınki, sinema tarihinin belki de en eşsiz yönetmen-eleştirmen dostluğu aslında. Herzog’un ne kadar ilginç bir kişilik olduğunu, bu dostluğa dair en meşhur anekdotu hatırlatarak, yani tek örnekle açıklamak mümkün: Sabahın erken saatlerinde bir arkadaşının telefonuyla uyanan Herzog, Paris’te yaşayan Eisner’ın ölmekte olduğunu haber alır. Yönetmen, Münih’ten Paris’e yürüyerek giderse, akıl hocasının o süre zarfında ölmeyeceğine kendini inandırır ve soğuk bir kış günü beraberinde bir pusulayla yola çıkar. Birkaç ay sonra Paris’e ulaştığında, Eisner’ı hastaneden çıkmış ve iyileşmiş bulur. Sekiz yıl sonra, artık yürüyemeyen ve gözleri görmeyen Eisner, Herzog’tan üzerindeki “ölümsüzlük” büyüsünü kaldırmasını ister, Herzog bu isteği yerine getirir ve Eisner iki hafta sonra hayata gözlerini kapar. Yanlış anlaşılmasın, bu anekdotun anafikri yönetmenin doğaüstü güçlerinde değil, tıpkı karakterleri gibi anlık dürtülerle kendini imkansız görevlere adayabilmesinde saklı.
Tumblr media
Yönetmenin son filmi “Çöl Kraliçesi / Queen of the Desert” Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yaptı. Döneminin en güçlü kadın figürü, ilklerin kadını, 1800’lerin sonundan itibaren Orta Doğu’da taşları yerinden oynatma gücünü elinde bulunduran, ülkelerin sınırlarını bizzat çizen, İngiliz ordusundan Winston Churchill’e Arap şeyhlerinden Orta Doğu’nun kabile reislerine kadar herkesin saygısını kazanan Gertrude Bell’in hayat hikayesi bu. Kafasına koyduğunu yapan, yeri göğü inleten, böyle benzersiz bir karakterin Herzog’u neden etkilediğini anlamak güç değil. Yönetmenin sadece kurmaca değil belgesel film kariyeri de bu tür karakterlerle dolup taşıyor. Hayatını bozayılara adayan Timothy Treadwell (“Grizzly Man”), sirklerde gücünü sınayan gösterilen yapan ve bir zamanlar “dünyanın en güçlü adamı” olarak anılan Zishe Breitbart (“Invincible”), Vietnam Savaşı sırasında uçağı düşürüldükten sonra esir kampına düşen ve hayatta kalmayı başaran pilot Dieter Dengler (“Rescue Dawn”), kendi ürettiği zeplinle yağmur ormanları üzerinde tehlikeli bir yolculuğa çıkan Graham Dorrington (“The White Diamond”), altın şehir El Dorado’yu ararken hırstan gözü dönen Lope de Aguirre (“Aguirre, der Zorn Gottes”), koca bir gemiyi bir dağın üzerinden geçirmeyi kafasına koyup doğaya meydan okuyan Brian Sweeney Fitzgerald (“Fitzcarraldo”)… Dile kolay. Herzog, 50 yılı aşkın süredir bu karakterlerin her birinden bir parça taşıyarak sinema yolculuğuna aynı hızla devam ediyor.
Tumblr media
Onu film yapmaya iten sebeplerin, herkesinkinden farklı olduğunu kabul etmek gerek. Örneğin bir keresinde, oyuncularının çoğunun hipnoz altındayken oynadığı bir film çekmek istedi: “Herz aus Glas”. Asıl amacı, filmin başında bizzat kamera karşısına geçip seyirciyi hipnotize etmek ve filmin sonunda uyandırmaktı. Bunu yapamasa da, hipnoz altındaki oyuncularından çok ilginç performanslar çıkarmayı başardı. Yazının başında Herzog’un “hipnotize eden ses tonu” derken, şaka yapmıyorduk. Ses tonundaki aynı dinlendirici etkiyi, 10 yıl önce Los Angeles’ta arabası takla attıktan sonra baş aşağı bir şekilde aracında sıkışıp kalan Joaquin Phoenix’in de hissettiğine şüphe yok. Kazaya tesadüfen tanık olan ve şok halindeki Phoenix’i arabasından çıkarmayı başaran Herzog’un, baş aşağı ve sıkışmış haldeyken benzin sızdıran arabasında bir sigara yakmaya çalışan oyuncuyu sakince engellediği de bilinenler arasında. Tuhaf, ama gerçek. Bugün Phoenix yaşıyorsa, bunu Herzog’a borçlu.
Tumblr media
Sinema tarihinin en seviyesiz ve en sarsıcı oyuncu-yönetmen işbirliği de elbette Herzog’a nasip oldu. Ona beş filminde cehenem azabı çektiren, film setlerinin en nefret edilen oyuncusu Klaus Kinski, öldükten sonra Herzog’un belgesellerinden birine konu oldu. Belgeselin beklenmedik bir ismi vardı: “My Best Friend” (En İyi Dostum). Bütün vahşiliğine, şiddete eğilimli kişiliğine ve kontrol edilemez egosuna rağmen, Herzog, çok uzun yıllardır tanıdığı Kinski’ye gerçekten saygı duyuyordu. Özellikle “Aguirre, der Zorn Gottes”, “Fitzcarraldo” veya “Woyzeck”in Kinski olmadan neye benzeyeceğini tahayyül etmek çok zor. Diğer yandan, Herzog’un her seferinde yaka silkmesine rağmen Kinski ile tekrar tekrar çalışmayı tercih etmesi, oyuncu seçimi konusunda hayli iddialı oluşunun bir sonucu. Tuhaftır, bu iddia, belgesellerinin birçoğunun ardındaki itici kuvvet olarak da göze çarpıyor. Kariyerinin büyük kısmını adadığı belgesellerinde gerçek kişileri oyuncuları olarak kabul eden ve kontrolü altında olmadıklarında bile onlardan belli seviyede bir performans çıkarmayı başaran başka kaç yönetmen var, bilmiyoruz. Bu konuya nokta koymanın en güzel yolu, yine bir Herzog cümlesinden geçiyor: “Belgesellerimin çoğu, kurmaca film kılığında.”
Tumblr media
Yeniden çevrimlere hoşgörülü bakan bir nesil değiliz, ama Herzog’un imzasını taşıyan yeniden çevrimleri izlemek, bir başkasının filmini hangi noktada kendi filmine dönüştürdüğüne tanık olmak açısından daima kayda değer. Bunların en önemlisi, F. W. Murnau’nun sessiz başyapıtı “Nosferatu”nun 1979 tarihli yeniden çevrimi “Nosferatu: Phantom der Nacht”. Herzog, bu filmin bir yeniden çevrim olarak nitelendirilmesine her fırsatta şu sözlerle karşı çıkıyor: “Dikkatinizi çekerim, bu bir yeniden çevrim değil.” Kinski’nin Kont Dracula’yı canlandırdığı filmde, Herzog Bram Stoker’ın romanından uzaklaşmamakla birlikte, vampirlik “mertebe”sini hikayenin önüne geçirmeyi başarıyordu. Murnau’nun filmini taklit etmeden kendini var edebildiği için, “Nosferatu: Phantom der Nacht” Murnau sinemasına gerçek bir saygı duruşuydu. Aynı şeyi Herzog’un yine bir yeniden çevrim olduğunu reddettiği bir başka yeniden çevrimi “Bad Lieutenant: Port of Call New Orleans” için söylemek mümkün değil. Orijinal filmin yönetmeni Abel Ferrara’nın bol bol bedduasını alan Herzog, ne Ferrara’yı tanıdığını ne de filmini izlediğini söyleyerek ortalığı karıştırmıştı. Film, gerçekten de Ferrara’nın “Bad Lieutenant”ına hiç benzemiyordu, ancak isim benzerliği sebebiyle, sinema tarihine Herzog’un korktuğu gibi bir yeniden çevrim olarak geçti. Yönetmenin “yeniden çevrim”lerinden bahsederken, kendi belgeseli “Little Dieter Needs to Fly”ın bir anlamda yeniden çevrimi ya da kardeş filmi olarak kabul edilebilecek “Rescue Dawn”ı da anmak gerekiyor. Eğer Christian Bale’li “Rescue Dawn”ı izlediyseniz, onun geçmişten gelen tamamlayıcısı görevini gören “Little Dieter Needs to Fly”ı da listenize eklemelisiniz. Herzog öldükten sonra, hayat hikayesini veya sinema kariyeri boyunca başından geçenleri anlatmak isteyen bir yönetmen çıkacaktır muhtemelen. Canlı yayında verdiği bir röportaj sırasında meçhul biri tarafından vurulduktan sonra röportaja devam etmek istemesinden tutun da, Errol Morris’in belgeselini asla bitiremeyeceğine dair girdiği iddiayı kaybedip söz verdiği gibi ayakkabısını yemesine kadar, Herzog’daki malzeme kimde var ki? O halde geleceğe not: Eğer bir gün böyle bir film yapılacaksa, yönetmenin izlediğinde nefret edeceği geleneksel bir biyografi olmasın. Onun yerine, “John Malkovich Olmak / Being John Malkovich”te olduğu gibi Herzog’un beyninde seyahat etsek harika olmaz mıydı?
(Mayıs 2016, Milliyet Sanat)
4 notes · View notes