Hele o Mavi Nil ve Beyaz Nil’in buluştuğu an yok mu?
Tarihin en uzun busesini simgeliyorsun.
Özlemle beklenen vuslat gibisin.
Sen olmasan şark bülbülleri aşk aşk diye ötmezdi.
Sen olmasan Tutankamon hazineleri birikmezdi.
Sen olmasan Nefertiti, Klopatra güzelleşemezdi.
Sen olmasan dünya harikası piramitler de olmazdı
Yıllar, yüzyıllar, çağlar seninle değişti.
En güzel şarkılar, en güzel şiirler seninle yazıldı.
Mısır seninle dünyanın anası oldu
Sen bugünkü medeniyetin en sağlam temelisin.
Bazen çıldırmış gibi taşıyorsun
Başını taştan taşa vurmak istiyorsun
Seni anlıyorum
Zulüm temiz sularına kan ve kin akıtınca
Öfken kabarıyor, deliriyorsun
Çünkü sen yaşatmayı, hayat vermeyi seviyorsun.
Fakat her zaman çok hüzünlü akıyorsun
Biliyorum, timsah gözyaşlarından en fazla sen muzdaripsin
Bahtına karışan ihaneti hazmedemiyorsun
Ey harika nehir,
Dinyester, Ren, Sava, Elbe, hepsi seni kıskanıyor
Nasıl kıskanmasın ki?
Onlar vahşi Batı’nın lanet ruhunu taşıyor
Sen ise aşk, sevgi, muhabbet taşıyorsun.
Damla damla kardeşliğe koşuyorsun.
İşte bu yüzden seni çoooook, çok seviyorum.
Nil, Ey Afrika’nın incisi!
Öylesine güzel görünüyorsun ki
Sana bakmaya hiç mi hiç doyamıyorum.
Resimlerinden yüreğime akıyorsun.
Seni çok ama çok özlüyorum.
Keşke şark rüzgarı estiren sularına dokunabilseydim..
Seni hissetmek, seni yaşamak, seninle ıslanmak istiyorum.
Belki o zaman bitmeyen hüznünü, Kahire gizemini anlayabilirdim.
Belki o zaman buram buram tarih kokan topraklarda
Çağlara umut taşımanın haklı gururunu daha derinden duyabilirdim.
Nil, Ey asil nehir!
Dinle beni, duy beni
Sen benim için Fırat, Dicle, Sakarya gibisin
Sen benim için Kızılırmak kadar kardeşsin
Aramızda mesafeler varmış, ne çıkar?
Sen her daim benimlesin.
Çünkü sen yalnızca Kenya’da, Mısır’da, Afrika çöllerinde değil
Lipogram, belirli bir harf ya da harf grubunu hiç kullanmadan yazılan metin. Georges Perec'in e harfini kullanmadan yazdığı La Disparition ("Kayboluş", 1969), lipogramın tanınmış örneklerinden. Yayımlandığı tarihten bu yana, dünyanın dört bir yanında, üç yüz sayfalık bu romanı, lipogram kısıtına sadık kalarak, yani e harfini kullanmadan ana diline çeviren birçok çevirmen çıktı. Bizde, üstelik romanın her biri alfabenin bir harfine karşılık gelen yirmi altı bölümüne Türkçe alfabeye uysun diye üç yeni bölüm daha ekleyerek, Cemal Yardımcı başardı bu işi. Yardımcı'ya başarısından ötürü herhangi bir ödül verildi mi bilmiyorum, fakat bu tür başarılar dünyada hep ödüllendirilmiştir. Pek çok okurun, kitabı, e harfinin hiç kullanılmadığını fark etmeden bitirdiği bilindiğinde Perec'in romanının niteliği daha iyi anlaşılır. Lipogram demişken Ersin Tezcan'ın E'siz Potkal (1997) adlı, altmış iki sayfalık eserini anmayı da es geçmemek gerekir.
Ünivokalizm ise, metnin, sesli harflerden yalnızca birinin kullanılarak yazılması. İlk bakışta, bu tanımla, ünivokalizm lipogramın tersi gibi görünebilir. Birinde bir harfi (genellikle sesli bir harfi) atıyorsun, diğerinde ise tersine, sadece o harfi kullanıyorsun. Oysa ünivokal (tek sesli harfli) bir metin ya da şiir, lipogramın kısıt kümesi genişletilmiş, ekstrem bir türünden başkaca bir şey değil. Roman uzunluğunda lipogramatik metinlerin yazılması mümkün; öte yandan, aynısını ünivokal metinler için söyleyebilmek güç. Neden? Çünkü, örneğin Türkçe için düşünürsek, tek sesli harf yerine yedi adet sesli harfi dışarıda bırakmamız gerekiyor. Roman değil de şiir yazsak? Türkçede bilinçli olarak ünivokalik yazılmış şiir örnekleri var mı bilmiyorum; ama çevrimiçi kaynaklarda şöyle bir aratınca o tür bir örnek pat diye önüme çıkmadı. Çıkmayınca bu işi bir deneyeyim, dedim. Acaba hangi sesli harfi seçseydim? Kendime tek deneme hakkı tanıyacaksam, bari en zor olanıyla uğraşayım, diye düşündüm. A, e, i, ı - Pek çok kaynakta bu dördü, verdiğim sırada, en sık kullanılan ilk on harf arasında geçiyor. O ve u, sıralamada az farkla, ı harfini takip ediyor. Geriye ü ve ö harfleri kalıyor ki en az kullanılanın ö olduğunu kestirmek her halde zor değil. Hem ö, Özcan'ın ö'sü değil mi? Körün istediği bir göz...
Ortaya çıkan metin, şiir mi, değil mi, giderek anlamlı mı değil mi, "bacağı kırık çekirge bir adım dahi atabilse zıplamış sayılır" diyerek değerlendirmeyi okura bırakıyorum. Metin, istenirse bir bütün olarak, istenirse bizzat aşağıda yaptığım gibi, üç bölüm halinde düşünülebilir. Türkçe söz varlığında yalnızca ö sesli harfini içeren sözcüklerin hemen hepsi, mümkün mertebe tekrara düşmeden ancak iyi kötü şiirsel bir atmosferin yaratılması sorunu da gözetilerek, metin içersinde kullanılmıştır.
(I)
bön mösyö
köy örf, döl döş
örk, börk
örs, lös, gön köy
köy böğ, cönk
gönç sör
köşk sörf, blöf
tör, görk
föy, fötr, fön köşk
köşk köz, flört
kör jön
çöl göç, gök
öç, öd
öz, töz, ön söz çöl
çöl pöç, lök
kök çöl, göl köşk, çöp köy... yön?
(II)
öf dört göz!
kös kös kös döv!
öf pöf !
höst nötr (!) tröst!
ört, gömgök göt!
öhö! höt!
(III)
ör, ör, sök
sök, sök, çöz
çöz, çöz, böl
böl, böl, dök
dök, dök, sön
sön, sön, çöğ
çöğ, çöğ, öt
öt, öt, çök
çök, çök, çöm
çöm, çöm, öp
öp, öp, öv
öv, öv, dön
dön, dön, gör
gör, gör, söv
söv, söv, göm
löp löp göm
göm, göm, öl!
şiir okumaya nasıl başladınız? özel bir sebebi var mıydı?
aslında hayır, hiç olmadı. sadece ilkokul ikinci sınıfa gittiğim zamanlarda annem'e necip fazıl'ın "kaldırımlar" şiirini ezbere okuduğumu anımsıyorum. muhsin yazıcıoğlu'nun "üşüyorum" şiirini de aynı yaşlarda ezberlemiş, nedenini bilmediğim bir hisle benimsemiştim. o zamanlar 7-8 yaşında bir çocuk için niçin ilgi çekici gelir bu tür yazılar, inan hâlâ cevabını bulmuş olduğum bir soru değil. sonra bir gün abimin üniversite sınavına hazırlandığı dönemler edebiyat ders kitabına denk geldim, cahit sıtkı'nın "35 yaş" şiirini ilkin o kitaptan okuduğumda yanlış değilsem 9-10 yaşlarındaydım. annem çok severdi, okuma yazması olmadığı için okuyamazdı, ben okurdum ona. hatta ali erkân kavaklı'nın "başkaldırıyorum" isimli politik kitabını baştan sona anneme sesli okumuştum. o kitabın özel bir yeri vardı, çünkü bilip bilebileceğim bütün politik kavramlarla o kitapla tanışmış ve aynı zamanda 13 yaşlarında küçük bir çocuktum. hiçbir şey ilgimi çekmiyor, sadece okumak, bir şeyleri araştırmak, öğrenmek istiyordu canım. dolayısıyla ortaokul 7 veya 8'e gittiğim yıllarda, ortalama bir lise son öğrencisinin bilip bilebileceği bütün edebi bilgilere vakıf olmuştum. derken lise'de ismet özel'le tanıştım, o gün bugündür huzurum yoktur. biraz uzun oldu ama bütün şiir serüvenim bundan ibaret.
enteresan bir his beni yakaladı, kaçırmayayım dedim. eskiden yazarken bir stilim vardı sanırım yani bana özgü belli şeyler vardı -sadece benim için önemli detaylardı- ama ne olduklarını hatırlamıyorum. tekrarlanmayan her şey unutulmaya mahkum oluyor bu yüzden yazıyı bulduk bu yüzden kalemler defteri kullandık.
verdiğim referansların çoğunu kendim bile unuttum acaba hatırlayan var mı? tozlarla, örümcek yuvalarıyla kaplanmış bir zindana girmiş gibi hissediyorum. içerideki hayvanı tanıyorum. zincileri biliyor seslerini duyabiliyorum. tekrar yazacağımı düşünmemiştim çünkü ben kavafis değilim. kavafis kimdi? bahsetmiştik bunları kimse hatırlamıyor. ben de tam hatırlamıyorum. kırkından sonra şiir yazan bir abiydi, yazacak bir hayatı olmadığından da kırkından sonra eski yunan mitlerini şiirleştirmiş bir delinin zırvalarıydı belki de, kimbilir? bir de utanmadan çağdaş yunan şairi diye pazarlanmıştı. reklamcılar çağımızın peygamberidir.
deliliği bitince ortadan kaybolan şairleri anımsıyorum ama iplerinin uçlarını kaçırmışım nerede olduklarını bilmiyorum, merak etme hissiyatımı kaybetmiş de olabilirim, arasam bulurum yeryüzünden silinmek o kadar da kolay olmasa gerek. ama şuna olan inancımı koruyorum bulunmak isteyen bir şekilde ortaya çıkıyor.
ne uzun bir giriş oldu aslında daha konuya bile girmedim. kısa ve öz anlatmayı bırakmışım onu da öğrenmiş oldum. buraya bir iç sıkıntıyla geldim onu burada bırakıp gitmeyi düşünüyorum.
“yiğit, onbeş yerden yaralanmalı...”
herkes dertlenince bir şekilde neşet ertaş dinliyor da herkesin motivasyon şarkısı aynı olmuyor, konuşmuştuk bunu. zihnimden bir ok geçiyor, tüm insanlık tarihinin içinden geçen ve beni hedefleyen bir ok. sivrileştirilmiş hayvan kemiğinden bir uca sahip tek bir ok. bana yaklaştıkça hızlanıyor, hızlandıkça ısınıyor. kafamda bir şarkı çalıyor. ben isterim günde bin tufan gele, derelerden oluk oluk kan gele(hey), baş kesilip gövde kürelenmeli(hey hey) kürelenmeli...
x files’ta geçiyordu sanırım: “evren açıklanmamış sırlarla dolu” bunu söyleyip söyleyip gülüyorum histerik bir şekilde gülüyorum sesli sesli bağıra bağıra gülüyorum evren açıklanmamış sırlarla dolu puhaha kendimi dengesiz sinirli ve tahammülsüz hissediyorum, biliyorum -sevgili dostum uğurcan’ın da dediği gibi- olmuşla ölmüşe çare yok. zihnimde sürekli bir şeyler üste çıkıyor. geniş ve uzun bir ceviz masanın üzerine dağıtılmış binlerce sayfa evrak var gibi. aradığımı bulamıyorum. sürekli farklı bir şey çıkıyor. sese artık tahammül edemiyorum. ağzım sigaradan hiçbir şey anlamıyor ve gözlerim ışığı hissetmiyor. kendimi ifade etmek istemiyorum da fazlayı bir yere dökmek istiyorum biraz da o yüzden saçmalıyorum aslında. sıkıntıyı tamamen bırakamasam da klavyenin başından kalktığımda azalmış olacağımı biliyorum. ben yine gidiyorum.
zannet ki iyileşeceğim tütün çiğnedim
üstüme alındım üstüne alınma halledeceğim
ekmek böldüm ağzım titredi peygamber uğundu
evimiz üç artı bir tümünde tek tek sustum
Yıllardır mizah ve şiir arasında yaşadım hep ben. Çevrem hep çok esprili komik olduğumu söylerken ben her fırsatta kendi kendine şiir okuyan, bazen milyon kere okuduğu şiire ağlayan biri oldum. En kötü hissettiğim anda şiir bana bi dost oldu. Kendime güvensiz yapayalnız yolda yürürken, konuşmaya ihtiyaç duyduğumda rehberde arayacak kimse olmaması ve aradığın kişilerin açmaması ne kötü bi duygu. Bi gün yağmur da parktaydım çok çok ağladım açtım rehberi biriyle konuşmak istedim, biri beni dinlesin istedim ama kimseyi arayamadım. Dinlemezlerdi, açmazlardı, uzun zamandır görüşmüyorduk felan. Yine kötüyüm yine şiir okuyorum yine kimse yok. Saçmalıyorum..
Sokakları gezmeye başladım, dışarıda yürürken "Yaratıcı Özgüven" başlıklı sesli bir kitap dinliyorum. Yeniden başlamak için, gerçekten sarsılmak gerekiyormuş. İnsan güvenli alanı bırakmak istemiyor diğer türlü.
.
Bir şiir bursuyla, İspanya'ya giden ana karakterimiz yaşam içerisinde kaybolmuş halde dolanıyor. Bu esnada, çevresine İspanyol İç Savaşı ve şiir hakkında bir araştırma yaptığını söylüyor. Ne yaptığını bilmeden savruk bir kimlikle gerçekliğiyle oynuyor. Kahve içiyor, müzeleri geziyor, bilinç akışında oyunlar oynamak için sigara tüttürüyor. Kitap boyunca kendi gerçekliğinden sıyrılmaya yönelik hamlelerde bulunuyor. Bedenini dışarıdan gözlemleyerek kendini izliyor. Kitabın arka kapağında yazanı da eklersem, "güncel bir sanatçının genç bir adam olarak portresi."
.
Kitap, sakin bir çizgide ilerliyor. Karmaşık veyahut inişli çıkışlı bir olay örgüsü yok, bilinç akışıyla okuyoruz kısmen. Durağan olaylar ve gündelik hayatta yaşananlar. Olayın kendisi, ana karakterimizin his geçişleri ve düşünceleri. Okurken keyif aldığımı söyleyebilirim, tavsiye ederim.