Tumgik
#yeni bir sans
lalaalola · 1 year
Text
O Vendedor de Sonhos/Rüya Satan Adam 2016
3 notes · View notes
harepare · 4 months
Text
bi saat icinde islerimi halledip ajandami duzeltip program yapicam evt cok hevesim yok ama yeni yildan beklentilerim var💪🏻
0 notes
bungoustraydogs-tr · 9 months
Text
Bungou Stray Dogs STORM BRINGER- [KOD: 03] Chuuya'nın İnsan Olarak Acı Çektiğini Görmek İstiyorum
Tumblr media
Wattpad Linki
Şair, göğün renginin kederin rengi olduğunu ne zaman söylemişti?
O gün Yokohama gökleri bulutsuz, kederli bir maviye bürünmüştü.
Geçen arabaların sesleri, trenlerin sesleri, şehirdeki kalabalığın sesleri… mavi gökyüzü, hepsini içine çekiyordu.
Chuuya-sama o mavi göğün ortasında kıpırdamadan oturuyordu.
Chuuya-sama Yokohama’daki en yüksek binanın yarısı kadar yukarıdaydı. Tırabzan ya da güvenlik halatı bulunmayan dengesiz bir binanın engebeli platformunda oturuyordu. Sıradan bir insan vücudunu birkaç santim öne eğseydi çoktan düşmüş olurdu.
Chuuya-sama’nın ifadesini yerde, onlarca metre aşağıdayken göremedik. Rüzgâr etrafında eserken kılını dahi kıpırdatmadan, şiddetle önündeki gökyüzüne öylece baktı.
Saatlerdir aynı pozisyondaydı. Figürüne baktım. Telefona cevap vermediği için iletişim kuramıyordum ve buradan, aşağıdan bağırsam dahi beni duyamazdı.
“Ne yapıyor?” Yanımda duran Shirase-san sordu.
“Konuşulmak istemediğini tahmin ediyorum.” Gözlerimi Chuuya-sama’dan çevirmeden cevap verdim.
Chuuya-sama’nın ‘Dedektif-san’ın öldürülmesi benim suçum’ diye düşündüğünü garanti edebilirdim.
Şehir karakolundaki olaydan sonra kanıtlarımızı yeniden gözden geçirdik. Verlaine, Dedektif Murase’ninkisiyle tıpatıp aynı mavi bir cep telefonuna sahipti. Altı yıldır kullanılan bir hard diski bulunan ve çalışır durumda olan eski model bir kapaklı telefon olduğunu öğrendim. Ancak telefonun kendi seri numarası altı ay önce üretilmiş yeni bir ürün olduğunu gösteriyordu. Dış boyası ustaca soyulmuş ve eski bir telefon görünümü vermek için muhtemelen zemin ya da çiviler kullanılarak üzerine çizikler eklenmişti.
Ancak arama geçmişi ve rehberin Dedektif Murase’nin kendisinin olduğunu onaylayabildim ve diğer dedektifler, Dedektif Murase’nin mavi telefonu uzun zamandır kullandığına sözlü tanıklık etmişti.
Kısaca birisi telefonları değiştirmişti. Değişim o kadar büyük bir ustalıkla yapılmıştı ki Dedektif Murase bile fark etmemişti.
Ama neden?
Ah, bir şey daha. Belli bir süre geçtikten sonra tüm dosyaların kendi kendine silinmesi için telefonun dahili sürücüsüne birisinin program kurduğuna dair izler vardı. Bu izlerden Verlaine’in büyük olasılıkla Dedektif Murase’nin iletişimde olduğu birisini dinlemek istediğini tahmin edebiliyorduk.
Bunun için telefonu değiştirmiş ve o kişinin Dedektif Murase’yi aramasını beklemişti. Telefon dinleme programı, dosyaların kendi kendine silinmesine sebep olduğuna göre duyması gerekeni duyduğunu söyleyebilirdik.
Ve yapması gerekeni yaptıktan sonra Dedektif-san öldürülmüştü.
Ölümü engellenebilirdi.
Kaçakçılardan satın aldığı telefona biraz daha odaklanabilseydik ya da Verlaine’in Shirase-san’ı direkt öldürmek yerine onunla sohbet ederek zaman geçirmeye çalışmasının ne kadar garip olduğunu fark edebilseydik… Belki Dedektif-san’ın ölümü engellenebilirdi.
Ancak geçmişte neler yapabileceğimizi düşünerek vaktimizi boşa harcamayı göze alamayız. Şu anda Verlaine sıradaki hedefine yaklaşıyor bu yüzden Dedektif-san’ın ardında bıraktığı ipuçlarını kullanarak Verlaine’i yakalamanın bir yolunu bulmalıyız.
“Of be, ciddi ciddi öleceğim sandım!” Shirase-san yüzünde endişeli bir ifadeyle zar zor konuştu. “Peşimden öyle bir canavarın geldiğine inanamıyorum. Gelecekte kral tahtını hedefleyen bir adamın yüzleşmek zorunda kaldığı zorluklar halkın zorluklarıyla kıyaslanamaz bile. Deli gibi.”
“Öyle…”
Söylediklerine rağmen tatmin olmuş gibiydi. İnsanların duygusal döngü dedikleri şey bu sanırım.
“Bu arada Shirase-san… neden hala buradasınız?”
“Huh? Belli değil mi! Sizin yüzünüzden canavarın teki gözünü bana dikti! Beni koruma görevinizi yerine getirsenize! Bu olaya ben de dahil oldum, artık beni bir kenara atamazsınız!”
Mantıklı bir çıkarımda bulunmaya çalıştım. “Ama Verlaine’in hedefi Dedektif-san’dı, Shirase-san değil.”
“İki hedefi daha yok mu? Ya sıradaki bensem?”
Sofizm dedikleri şey bu muydu? Ne olursa olsun, teori teoridir.
Kalan iki hedefi hala bilmediğimiz doğru. Shirase-san’ın dahil olup olmadığını kesin olarak söyleyemezdik ve aynı nedenle onu bir kenara atıp kendi haline bırakamazdık.
“O yüz ne öyle? Endişelenme! Koyundaki en zeki adam bendim bu yüzden ben yanındayken endişelenmeni gerektirecek hiçbir şey yok! Bir sonraki hedefi hemencecik bulacağız!”
Aritmetik birimim Shirase-san’ın zeki olmama olasılığını hesaplamaya başladı. Daha ziyade Shirase-san sahip olduğu azıcık akıl dışında işe yaramazın tekiydi ama kendimi durmaya zorladım. Bilmek istemiyordum.
Sonrasında arka planda ilerleyen sürecin tamamlandığına dair bildirim aldım.
“Hmm, oldukça ilginç.” Bilgi belleğimden sesi dinlerken ve videoyu izlerken kollarımı çaprazladım.
“Ne? Neye bakıyorsun?”
Shirase-san baktığım yöne doğru baktı ve bedenini hafifçe öne eğdi. Daha elverişli olduğu için bilgiler yalnızca kendi görsel işletimimin üstünde görüntüleniyordu yani doğal olarak benden başka kimse göremezdi.
“Dedektif-san’ın arama geçmişine.”
“Hm? Telefonun kayıtları silinmemiş miydi?”
“Evet ama bu kaydı, kayıtların aktarıldığı baz istasyonundan kurtarabildim. Bu konuşmanın kaydını da oradan aldım.”
Boğazımdaki mikrofon, analiz edilen sesi oynatmaya başladı.
Başta yalnızca kodlanmış ses dosyasının sıkıştırılmasından kaynaklanan cızırtılar duyuluyordu. Ancak ses, yavaş yavaş netleşti.
“Abi, benim.” Konuşan Dedektif Murase’ydi. Telefonda konuşurken nefes alış verişinin sesi kendi sesine karışıyordu. “Yerçekimi kontrolcüsü geldi. Aynı dediğin gibi oldu, abi. Bir tane daha varmış! Chuuya ile arasındaki ilişki nedir? Bu mesajı aldığında bana geri dön!”
Kayıt bitmeden önce seste kesinti oldu.
Shirase-san kafasını kaldırdı. “O neydi öyle?”
“Arama, Verlaine karakola girdikten kısa süre önce yapılmış. Dedektif Murase kargaşayla uğraşırken telesekreter bunları kaydetmiş. Telefon numarasını aramayı denedim ancak servis dışıydı.”
“Hmm.” Shirase-san’ın yüzü anlamadığını belli ediyordu. “Dedektif-san abisini aramış. N’olmuş yani?”
“Garip.” dedim. “Kayıtlar, Dedektif-san’ın ağabeyinin çoktan ölmüş olması gerektiğini gösteriyor.”
“Huh?”
“Şehir polisinin İç İşleri Biriminden Dedektif Murase’nin geçmişine bir baktım.” İç belleğimden bilgileri çıkarırken konuştum. “Belgelere göre abisi ordunun mühendislik laboratuvarında çalışmış sivil araştırmacıydı. Ama… 14 yıl önce Nisan ayında, araştırmasıyla ilgili yaşanan kaza sonucu ölmüş. Kardeşinin gerçek adı gizli tutuluyormuş hatta araştırma raporunda dahi yalnızca ‘N’ şeklinde yazılmış. Yüzünün resmi başka hiçbir yerde yok.”
“N, huh?”  Shirase-san şüpheyle kaşlarını çattı.
“Aile kayıtları Dedektif Murase’nin yalnızca tek kardeş olması gerektiğini gösteriyor. Garip. Bahsettiği kişiyi kardeş sayacak kadar yakın olduğu için mi ‘abi’ diyordu acaba?”
“Sanmıyorum.”
Aniden arkamızdan bir ses duyuldu.
“Of Chuuya, beni öyle korkutmasana!”
Chuuya-sama biz daha fark edemeden arkamıza inmişti.
Shirase-san’ın şikayetlerini görmezden gelerek konuşmaya devam etti. “Dedektif-san, abisinin orduya kendisinin güvenlik görevlisi olması için başvurttuğunu söylemişti. Savaş yaklaşık dokuz yıl önce sona erdi. Yani 14 yıl önce Nisan ayında abisi ölmemişti. Yaşadı. Yalnızca kayıtlar öldüğünü gösterdi.”
“Yani… o bilgiyi askeriye mi uydurdu?”
Chuuya-sama başını salladı. “Aynen. Kimliği tamamen silinmişti, değil mi? Kamu önünde açıkça ölen birisi, kimsenin aramayacağı bir hayalet. Ordu böyle birisini istiyordu.”
“Dediklerini doğru olsa bile… neden?”
“Buraya kadar anladın, biraz hayal gücünü kullan.” Chuuya-sama bize keskin bakışlarla baktı, sonra konuşmaya devam etti. “Dedektif-san’ın ağabeyi Arahabaki’yi araştırıyor olmalı.”
Şok olmuştum. Tüm işlemci protokol —**?%#!@ birkaç saniyeliğine durdu.
Arahabaki’yi yapan N miydi?
“Arahabaki dünyanın her yerinden ajanların çalmaya çalıştığı çok gizli bir devlet sırrıydı, değil mi? Konumları ve geçmişleri yabancılar tarafından öğrenilirse sorun çıkardı. N ölü ilan edildi ve geçmişi gizlendi… olası bir hikaye olmaz mı?”
Chuuya-sama konuşurken işlemcimi yeniden başlattım. “Arahabaki’nin neden olduğu patlamada tüm araştırmacıların ölmüş olması gerekiyor. N, o patlamadan kurtuldu mu?”
“Muhtemelen sağ kalan tek kişi o. Bu yüzden Verlaine peşine takıldı.” Chuuya-sama başını salladı. “Asıl adı bilinmiyor. İletişime geçilmesi mümkün değil. Yeri bilinmiyor. Yani onunla yüzleşebilmesinin tek yolu…”
“… kardeşi, Dedektif-san’ı kullanmaktı.” dedim.
Shirase-san aniden konuşmaya daldı.
“Hayır hayır, bekleyin. Sizce de biraz garip değil mi?”
Başımı çevirdim. “Garip olan nedir?”
“Yapma ya! Sizin yüzünüzden tehdit edildim! Yalvarsanız da bunu unutamam!” Shirase-san arsız bir ifade takınarak ellerini kalçasına dayadı. “’Verlaine Chuuya’nın Japonya’da kalacak bir sebebi olduğu sürece öldürmeye devam edecek.’ dememiş miydin! Korkudan geberiyordum! Eh, çok korkmamıştım gerçi… demek istediğim o değil yani!”
Kesin olarak emindik ki Verlaine’in amacı Chuuya-sama’yı bir yerlere götürmekti.
Gerçekten böyle olduğunu varsayarsak…
“Yani N… Chuuya-sama’nın kalmasına sebep olabilecek bir bilgiye mi sahip? Verlaine, Dedektif-san’ı bu yüzden öldürmüştü. Ve sıradaki N’in kendisi…”
Nedenleri bilinmiyor. Verlaine N adlı araştırmacıyı öldürmeyi önceliği yapmıştı. Burası kesindi.
Tüm bunlar doğruysa kaçınılmaz bir soruyla karşı karşıyaydık.
“Öyleyse… N tam olarak ne biliyor?”
Chuuya-sama omuzlarını silkti. “Kim bilir? Bulmanın tek yolu izini sürüp konuşturmak.”
“Hop hop, bekleyin bir dakika! Kendi başınıza karar vermeyin!” Shirase-san bağırdı. “Araştırmacıyı arıyorsanız Verlaine’i de arıyor oluyorsunuz, değil mi? Pardon ama o adamın yüzünü şeytan görsün! Beni güvenli bir yerlere götürüp korumanız gerekiyor!”
Chuuya-sama, yüksek sesle iç çekmeden önce Shirase-san’ın yaklaşık 10 saniye boyunca nöbet geçirmesini seyretti.
“Ne bakıyorsun?!”
“Yok bir şey. Sadece… dediklerini yapsak başımıza bela açarız.” Uzaklara baktı.
Shirase-san yine şikayet edecekmiş gibi ağzını açtığından olaylar daha da karışmadan söze girdim.
“Maalesef Shirase-san bir noktada haklı.” dedim. “N’i aramada Verlaine liderliğe geçti. Ayrıca kendisinin eskiden ajan olduğunu unutmamak lazım. Çoktan N’i bulup bıçaklayarak öldürdüyse şaşırmam. Şimdi aramaya başlayıp Verlaine’i yakalasak bile N’in cesedi üstünde hazır bizi bekliyor olması oldukça mümkün.”
“Hayır, aslında öyle değil.”
Ses, bilinmeyen yetişkin bir adamdan çıkmıştı. Etrafıma bakınsam da sesin sahibini göremedim.
Garip. Konuşanı bulmak için çevremde dönüp durdum.
“Neden etrafa bakınıyorsun? Tam buradayım.”
Yine o sesti. Nereden çıkıyordu?
“Hey, sen…” Shirase-san yüzünde garip bir ifadeyle bana bakıyordu. Sanki hayalet görmüş gibiydi.
Aniden anladım.
Konuşan kişi bendim.
“Ordunun veri tabanında pek çok iz bırakmışsın, birisini takip ediverdim.” Ağzım kıpırdıyordu ancak çıkan ses bilinmeyen bir adama aitti. “İkimiz de gizemli insanlarız. Umarım kabalığımı bağışlayabilirsin.”
Kendime hemen bir teşhis koydum. Anlaşılan o ki üçüncü bir kişi dahili feed’imi hacklemiş.
İğrenç!
Neyse ki sistemimi değiştiren herhangi bir kötü amaçlı yazılım ya da düşünmeden davranmama sebep olacak imha yazılımı yoktu. Ama oldukça rahatsız ediciydi. Hemen bağlantıyı kesmeliydim.
“Bekle, bağlantıyı kesme.” Yapacaklarımı tahmin etmiş olacak ki Chuuya-sama beni durdurmak için elini uzattı. Sonra bana dönüp sordu. “Kimsin sen?”
“Yardımınızı isteyen birisi.” Ağzım kendi kendine kıpırdıyordu. “Ve size yardım etmek isteyen birisi. Bana N dediğinize inanıyorum.”
“Demek N sensin. Ne güzel.” Chuuya-sama hafifçe güldü. “Yok yerden bizimle iletişime geçerek ne planlıyorsun? Kendini diğer insanlara göstermekten nefret edersin sanıyordum.”
“Sen de biliyorsun, durumlar değişti.” Bilinmeyen bir sesle aralıksız konuştum. Daha ne kadar dayanabilirdim bilmiyordum. “Bu gidişle dünyanın en yetenekli suikastçısı beni öldürecek. Sana anlatamadan önce gerçeği karanlığa gömmek istiyor. Mantıken konuşursam, sana her şeyi anlatırsam beni öldürmesi için bir sebebi kalmayacak.”
Konuşmaya devam ederse 10 saniye içerisinde dilimi kopartacağıma tam yemin ederken N içimi su serpen bir açıklama yaptı. “Burada konuşamayız. Gelip benimle buluşmanızı istiyorum. Adresimi bu genç robotun iç belleğine bırakacağım.”
Chuuya hemen sordu. “Bekle, seninle buluşmamızı mı istiyorsun? Tam olarak ne biliyorsun?”
“Her şeyi, Chuuya-kun. Hakkındaki her şeyi biliyorum.” Sakin bir tavırla konuşurken sesi soğuk çıkıyordu. “Seninle tanışmayı dört gözle bekliyorum.”
Böylece bağlantı kesildi.
Bulduğum rahatlıkla derin bir iç çekmek istedim. Ancak Chuuya-sama hissettiğim rahatlığı hissedememiş gibiydi.
 …
 Sürdüğüm araba hedefimize yakın bir yerde durmadan önce asfaltsız dağ yolunda tıkırdayarak sarsıldı.
Dağlık bir kırsaldaydık. Mikrofonumu edepsizce hackleyen küçük dostumuz, N adındaki adamın talimatlarına uyarak şehir dışındaki bir dağa doğru sürdük.
Geniş çalı meşeleri ve kayın ağaçları başımızın üstünde doğal bir çatı oluşturuyordu. Bugün erken saatlerde yağan yağmur nedeniyle bozuk yolların çukurlarında çamur birikintileri oluşmuştu. Çevrede kimsenin olduğuna dair tek bir işaret yoktu ama tarayıcım bizi izleyen onlarca küçük böcek tespit etmişti.
Yere düşen bir dutu aldım, parmaklarımla kuruladıktan sonra yedim. Lezzetliydi. Beni seyreden Chuuya-sama “İğrenç.” diyerek kendi kendine mırıldandı.
Yürürken Shirase-san arkamızdan seslendi.
“Bundan nefret ediyorum. Buna karşıyım. Eve gidelim hadi. Ortada hiçbir şey yok işte.”
Yüzümü dönmeden önce kim bilir kaç kez bu sözleri dinledim.
“Bacaklarım ağrıyor. Artık dayanamıyorum. Yürümek istemiyorum. Hey, İngiliz Robot Bey, beni sırtınızda taşır mısınız?”
Chuuya-sama ile birbirimizle bakıştık.
“Kendi başına geri dönmekte özgürsün, Shirase.” dedi Chuuya-sama, kışkırtırcasına.
“Geri mi döneyim? Yok daha neler! Beni koruma göreviniz var! Şimdi gitmem mümkün değil!”
Chuuya-sama başını kaşımadan önce yüzünde yorgun bir ifadeyle arkasına döndü. “Offf… yanımızda yük taşıyoruz resmen.”
“Huh? Bir dakika Chuuya, cidden bunu söylemeye hakkın olduğunu düşünüyor musun? Sen benim kim olduğumu sanıyorsun? Anıların ve kalacak yerin yokken sana yardım eden kurtarıcı ben değil miydim?” Bunları söylemeyi bitirir bitirmez Shirase-san ustalıkla kaşlarını kaldırıp indirdi.
Chuuya-sama’nın ifadesi birkaç kelimeyle tarif edilemezdi. ‘O kafanı çekiçle ezmek istiyorum ama yanımda çekicim yok ve seni döverek ellerimi kirletmek istemiyorum’ der gibi oldukça insancıl bir ifadeydi.
Oldukça hoş bir ifadeydi. Fotoğrafını çekip belleğimdeki ‘hobiler’ dosyasına kaydetmeye karar verdim.
Chuuya-sama derin biri iç çekti. “İyi, bizimle gelebilirsin ama o çeneni kapat.”
“Gördün mü? Chuuya ile ne zaman konuşsak hep ben kazanıyorum! Yani kral benim!”
Chuuya-sama’nın sessizce “Seni lime lime doğrayacağım.” diye mırıldandığını duydum. İllegal bir organizasyonun gururu, Chuuya-sama konusunda hayran olduğum bir şey varsa o da böyle bir şeyi söyleyip bahsettiği kişinin duymasına izin vermediğidir.
Biz böyle konuşup giderken sonunda hedefimize vardık.
“Burası.”
Hedefimiz bir kulübeydi.
Kulübe odundan yapılmıştı ve dağda yaşayan birisinin ihtiyacı olduğu avcılık ile çiftçilik malzemelerini bulunduruyordu. Ayrıca yalnızca adında kulübeydi. Rutubetten duvarlarının yarısı soyulmuştu, buradan bile içini görebiliyorduk. Yıllardır yağmurun ve rüzgarın yıprattığı kamış çatıdan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Kulübeyi ayakta tutan tahta, sanki Paleolitik Çağ'dan beri kullanılıyormuş gibi, çürümekten simsiyahtı ve her yerde böceklerin açtığı delikler vardı.
Kulübenin içinde bir tekerliği eksik bir el arabası, ağı yırtık bir bambu elek ve çuvalındaki yırtıklardan içindekileri etrafa saçan bir gübre torbası vardı.
“Bu ne be?” dedi Shirase-san hayal kırıklığı içinde. “Terk edilmiş burası!”
“Hayır, hata yok. Doğru yerdeyiz.”
Duvarda asılı duran baltalardan birini aldım. Çürüdüğü için sapı yarıda kırıldı. Kulübenin içini taramak için tarayıcımı kullandıktan sonra baltayı döşeme tahtalarındaki yarıklardan birine doğru salladım. Nasıl vurduğunu kontrol etmek için baltayı kendime doğru çekerken metallerin birbirine çarpma sesini duydum.
Altımızdaki zemin bir köşeden diğerine doğru dönmeye başladı.
“Ah!”
Zemin yalnızca dış duvarlar kalana kadar aşağı indi. Dağ yolu manzarası kayboldu ve yerini parmaklıklı siyah bir beton duvar aldı. Kulübenin zemini, bizi yer altı sığınağına götüren bir asansördü aslında.
Duvara yerleştirilmiş kırmızı ışıklar biz aşağı inerken asansör boşluğunu aydınlatıyordu. Kırmızı ışıklar yüzümüzün tek tarafını sabit bir hızla parlatıyordu.
“Vay.” dedi Shirase-san şaşırarak, yüzüne yavaş yavaş çocuksu bir gülümseme yerleşiyordu. “Artık maceraya başlayabiliriz.”
Anladım. Şu anda bir maceradaydık.
Maceralar klasik sinema filmleriydi. Macera sırasında herkesin kalbinin küt küt attığını duymuştum.
Zıpladım, yumruğumu havaya kaldırdım ve bağırdım. “Yahoo!”
Bu makinenin yavaş yavaş insanlığını kazandığını söylemek sanırım yalan olmaz.
Ben zıplarken yüzünde bıkkın bir ifadeyle Chuuya-sama beni seyrediyordu.
 …
 Asansörden indiğimizde çalışan büyük motorlar durdu.
Bizi, loş aydınlatılmış bir koridor karşıladı. İnsanların duvara çarpması engellenmek için duvarlara sarı siyah çizgili şeritler çizilmişti. Şeritleri takip ederek ileriye doğru, bizi çağıran dipsiz karanlığa dümdüz ilerledik.
Ayaklarımızın altından gelen sönük ışık yüzlerimizin altını aydınlatıyordu. Doğru yolda ilerlediğimizden emin olmak için ping sinyali gönderdim ve saniyeler sonra tesisin sisteminden sinyali geri aldım. Doğru yolda gidiyor gibiydik.
Sağa döndük, iki katlı ateşe dayanıklı duvarları geçtik ve geniş bir yer altı odasına vardık. Tenis kortu genişliğindeki odanın arkasına, önünde güvenlik tesisi bulunan bir bariyer kurulmuştu. Bariyerin hem önünde hem arkasında iki kişi vardı ve sırtında silah taşıyan askerlerden biri bize bakıyordu.
Bakışlarından hiçbir şey anlaşılmıyordu. İfadeleri, kişilikleri… sanki bunlara dair hiçbir şey taşımıyorlardı. Gözlerinde yansıyan tek şey, burada üç şüpheli insan olduğumuzdu.
“Durun.” Yakınımızdaki gardiyan robotik bir sesle emretti.
“Görüşmemiz var. Geçmemize izin verin.” Chuuya-sama silahın namlusu sanki kendisine doğrultulmamış gibi soğukkanlılıkla konuştu.
Gardiyan, arkasındaki başka bir gardiyana baktı ve ofisteki diğer bir gardiyan başını salladı. “Geçebilirsin. Ama burası önemli, çok gizli bir tesistir. Girmeden önce kişisel eşyalarınızı kontrol edeceğiz ve her birinizden kan örneği alacağız.”
“Kan testi mi?” Chuuya-sama kaşlarını kaldırdı. “Neden?”
“Bulunduğunuz tesisin neresi olduğunu dahi bilmiyor musunuz?” Gardiyan bizi aşağılarmış gibi iç çekti. “Zavallıcıklar.”
“Ne dedin?! Sen kim olduğumu-“
“Muhtemelen herkesin bildiği birisisindir. Bu yüzden çeneni kapalı tutsan iyi olur.”
Shirase-san iğneleyici bir cevap veremeden önce ağzını kapadım. Eşyalarımızı kontrol ettirip kan örneği aldırırdık, olur biterdi.
Gardiyan, Chuuya-sama’nın bileğine kutu şeklindeki kan testi kitini bastırdı. Kan örneği alındığında kutu ıslık sesiyle negatif hava basıncını serbest bıraktı. Chuuya-sama’nın ifadesi değişmemişti bile.
Gardiyan Shirase-san’ın bileğine de kan testi yaptı. “Ugh! Of, acıttı! Benimle uğraşma! Madem acıtacaktı söyleseydin ya!” Dramatik bir şekilde acıdan kıvranıyordu.
Kan testi sırası bendeydi.
İğne kırılmadan önce hava basıncının sesi duyuldu.
“…”
Gardiyanla göz göze geldik.
Kan testi kitini tutan iki gardiyan da ben de tek kelime etmedik.
Gardiyan, başka bir kiti bacağıma, boynuma, kalçama, kıyafetlerimin örtmediği akla gelebilecek her bir parçama sokmaya çalıştı. Ve hepsi kırıldı.
Tesis biraz daha gürültülü olmaya başlamıştı. “Bana bıçak getirin!” “Testeremiz var mı?!” çevremizdeki insan sayısı gitgide arttı. Gardiyanlar bir araya gelip kanımdan örnek almaya çalıştılar. Yaptıkları hiçbir şey işe yaramadı.
Sonunda seçenekleri tükendiğinde gardiyan bana yorgun bir ifadeyle baktı. Dik duruşumu korudum, yüzüm kanımdan örnek almalarını beklerkenki kadar ifadesizdi.
Ne yapacaklarını bilemez halde, sessizce durdular.
Civatalarım görünene kadar boynumu uzattım. Sonra yüzümü gardiyanlara doğru döndüm ve başımı yürürken ileri geri salladım. “Güvercinim ben.”
“Aaaaaaah!” Gardiyanlar geriye düştü.
“Dalga geçme şunlarla!” Chuuya-sama başımın ardına vurdu.
Söylemeye gerek yok, merkez üstlerinden onay aldıktan sonra kan testinden muaf tutuldum ve yoluma devam ettim.
 …
 Gardiyanlardan birisi bizi tesisin daha da derinliklerine götürdü.
Şaşırtıcıdır ki, tesisin içi pek bahsetmeye değer değildi. İki tarafında da numarasız 12 kapıdan beyaz bir koridordu sadece ve koridorun sonundaki köşeden dönüldüğünde yine iki tarafında da 12 kapı bulunan bir kapı vardı. İlerisi de aynı şekilde devam ediyordu. Gerçi beklenildik bir durumdu. Koridor, içeri sızan düşmanların aradıklarını bulmalarını zorlaştırmak için bu şekilde tasarlanmıştı. Silahlı çatışma çıktığında gözleri uzakta tutmak için pek çok köşe ve dönüş vardı.
Basitçe, burası gizli bir tesis olduğundan içeri sızan ajanlar bir şey çalsaydı karşılaşacağı sorunların başı sonu olmazdı.
Koridorun sonuna ulaştığımızda devam etmeden önce ancak terminaldaki gardiyan onayladığında açılan sağlam bir duvarla karşılaştık. Veri tarayıcımdan duvarın arkasında boşluk olduğunu çoktan biliyordum.
Odanın ardı araştırmacılar bölümü gibi görünüyordu. Oldukça ferahtı.
Birdenbire etrafta daha fazla insan koşuşturuyordu. Beyaz önlüklü araştırmacılar, koridorda bir ileri bir geri koşuşturuyordu. Kimi meslektaşlarıyla tartışıyor kimi yeni uyanmışçasına gözlerini ovuşturuyor, kimi de uykusuz üçüncü gecelerini yaşıyormuş gibi görünerek laboratuvar önlüklerine döktükleri kahveyi yıkamak için acele ediyorlardı.
Ordu, polis ve illegal teşkilatların ülkeden ülkeye değişen eşsiz karakterleri olsa da laboratuvarlar nedense her yerde aynıydı. Burası ile İngiltere arasında pek fark yoktu. Araştırmacıların çoğu laboratuvarlarında yaşarlardı bu yüzden neyi araştırıyor olurlarsa olsunlar ortam hep kaygısız kalırdı.
Biz önümüzdeki manzaraya dalıp gitmişken gardiyanlar silahların namlularıyla bizi öne ittirdiler.
“Öküzün trene baktığı gibi bakmayın. Davet edilen insanlar, burada neyin olup bittiğiyle ilgilenecek pozisyonda değillerdir.”
“Öyle mi? Hmm, ama baksak n’olur ki…” Shirase-san birkaç şikayetini dile getirdi.
Verileri dikkatlice topladım ve birkaç şeyi tespit ettim.
Burası ordunun Büyük Savaştan beri doğaüstü yetenekleri araştırmakta özelleşmiş bir araştırma birimi olmalı. Yanımızdan gelip geçenlerin konuşmalarını analiz ettikten sonra bu kadarı kesindi. Biraz daha bilgi edinmek istesem de gizli bir askeri tesiste olduğumuz belli oluyordu. Elektronik cihaz erişimine yönelik tüm cihazlarda, bilgisayar korsanlığıyla mücadeleye ve herhangi bir harici bağlantıya karşı tedbirler bulunuyordu. Onu hacklemek için hatırı sayılır bir zamana ihtiyacım olacaktı.
Ama şimdilik elde etiğim istihbarat yeterliydi. Konuşmadan önce biraz düşündüm.
“Düşünüyordum da, Chuuya-sama-“ Yürürken Chuuya-sama’ya yaklaşıp sesimi kısık tuttum. “…N-shi’nin neden hedef alındığını düşünüyordum. Acaba N-shi’nin insan olduğunuza dair bir kanıtı mı var?”
“Huh?” Chuuya-sama şaşırarak başını çevirdi. “O nerden çıktı?”
Birikmiş tahmini verilerin girişine bakarken konuşmaya devam ettim.
“İnsan mısınız yoksa yapay bir denklem dizisinden mi oluşuyorsunuz bilmiyoruz. Verlaine sizin programdan ibaret olduğunuzu söyledi ama somut bir kanıt sunmadı. Sadece tek bir iddiaya dayanarak bunun doğru olduğunu kabul ettik. Ya Verlaine yalan söylemişse? Durum buysa doğruyu bilenlerden kurtulmak istiyor olmalı. Sizin insan olduğunuz gerçeğini yani. Ne de olsa gerçeği bilseydiniz Verlaine’in peşinden gitmeniz için bir sebep kalmazdı. Bu yüzden Verlaine, N-shi’ye suikast düzenlemeyi seçti. Her şey yerli yerine oturmuyor mu?”
“Verlaine neden yalan söylesin ki?”
“Sizi ikna edemediği için.” Bundan emindim. “Nedense size ihtiyacı var, muhtemelen siz de onun gibi askeri bir laboratuvarda yetenek verilen bir yerçekimi kontrolcüsü olduğunuz için. Ama öylece ‘mafyayı bırakıp benimle gel’ deseydi onunla gitmezdiniz.”
“Yani... N, insan olduğuma dair bir kanıt taşıdığı için mi suikast hedefi oldu?”
“Evet.”
Chuuya-sama bunları duyduktan sonra biraz düşünüyor gibi oldu. Duvara baktı, alnını sonra burnunu kaşıdı ve kollarını çaprazladı. Sonra yüzünü elleri arasına alarak ifadesini sakladı.
Ağzından kaçan küçük, aralıklı nefeslerin sesini duydum.
Gülüyordu.
“Pft, hahaha… salak mısın?” Sesi kısık ve yorgun çıkıyordu. “Onca olaydan sonra şimdi de insan olduğumu mu söylüyorsun? Off, o kadar aptalım ki umutlanmaya başlıyorum…”
Ben de gülümsedim. Chuuya-sama’nın gülüşünü son görmemden beri uzun zaman geçmiş gibi hissediyordum.
“Neye bakıyorsun?” Chuuya-sama yüzünü saklamak istercesine omzunun üzerinden bana baktı. “O gülüş ne öyle? Haberin olsun, özellikle bir şey düşünüyor değilim.”
“Ben de bir şey düşünmüyorum.” Olağanüstü bir makineyim, bu yüzden soğukkanlılıkla yalan söyleyebilirdim.
“O zaman gözlerindeki o bakış ne!?”
“Gözlerim mi? Gözler dile gelen iletişim organları değildir.”
“Beraber o kadar vakit geçirdik, seni tanıyorum artık.” Chuuya-sama sinirlenmiş gibi bana kaşlarını çattı. "Bilerek böyle şeyler söylüyorsun, değil mi?"
Yakalandım mı?
Chuuya-sama aniden arkasını döndü, kendini gerinmeye zorladı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı.
“Ne dersen de seni dinlemeyi bıraktım artık! Haa, herhalde bugünün işi kolay olacak!”
Chuuya-sama kendi kendine bağırarak konuşuyordu.
Hafif adımlarla ileriye yürüdü ve yüzümde ben fark edemeden bir gülümseme oluştu.
 …
 Sonraki durağımız bir kapının önüydü.
Gardiyan geliş amacını belirterek kapının yanındaki çağrı düğmesine bastı. Kapı otomatik açılırken birisi “Girin.” diye seslendi. O ses, o rezil ses, mikrofonumu hackleyen sesle aynıydı.
Kapının ardında geniş bir ofis bulunuyordu. Yeraltında olmamıza rağmen arka pencere, okyanusta kumlu bir sahili gösteren sentetik bir görüntü yansıtıyordu. Duvarın iki tarafında da yükselen, dünyanın her bir yanından özel kitaplarla dolu meşe kitaplıklar vardı. Odanın arka tarafına yerleştirilmiş antika masanın önünde adamın biri yayılmıştı.
Adam, büyük bir kutunun altında bir şeylerle uğraştığı için bedeninin yalnızca alt yarısı görülebiliyordu. Görebildiğimiz tek şey, tavana dikilmiş deri ayakkabılarının ucuydu.
“Kusura bakmayın, biraz bekler misiniz?” Ayakkabılarının arkasıyla konuştu. “Şu deneyin izolasyon tankını tamir etmem düşündüğümden daha fazla vakit aldı. Yeteneklerin verimini artırırken yapay değiştirilmiş bilinç durumu yaratması gereken bir küvet yapıyorum, ama… kritik ölçüm işlevi, küvetin magnezyum sülfat çözeltisine karışıyordu. Pozitron bozunması için gama ışını detektörünü daha doğru bir şeyle değiştirmeye çalışıyorum.”
“İnvazif olmayan bir önlem üzerinde kafa yormak yerine neden bir intravasküler aktivite belirteci uygulamayı denemiyorsunuz?” diye önerdim.
“Onu çoktan denedim.” Ayakkabıları neşeyle cevap verdi. “Öyle yaparsam deneğin içindeki potansiyel yetenek harekete geçmeye başlar. Senin aksine insan bedenleri mantıksızdır… Tamam, oldu şimdi.”
Ayakkabılar, daha doğrusu ayakkabıların sahibi, tabuta benzer kutunun altından sürünerek çıktı.
Ellerini temizlerken bize gülümsedi.
“Eh, konuşmaya başlayalım mı artık? Eminim ki soracak pek çok sorunuz vardır ve ben de cevaplamak için elimden geleni yapacağım. Burayı yolculuğunuzun son durağı olarak düşünün…”
O yüz… şüphesiz…
“Yüzün…” dedi Chuuya-sama şiddetle. “Aynı ona benziyorsun.”
Chuuya-sama ceketinin cebinden fotoğrafı çıkarırken adama baktı. Sahilde çekilmiş bir fotoğraftı. Beş yaşındaki Chuuya-sama, geleneksel çizgili kimono giyen genç bir adamın elini tutuyordu. Adam, muhtemelen batan güneşin kör edici ışığından dolayı eğlenerek gülümserken gözlerini kısmıştı.
“Arahabaki projesinden ben sorumluydum. N ismi bana ordu tarafından verildi, ismim Nakahara'nın ilk harfinden geliyor. Yani…”
Fotoğraftaki genç adam önümüzde duran araştırmacıyla aynıydı.
“Ben, senin babanım.”
 …
 Ekrandaki video altın bir parayı gösteriyordu.
Madeni paranın ön yüzüne tilki motifi işlenmişken arkasına ay işlenmişti. Güzel bir para olsa da nedense kederliydi.
Birisi parmakları arasındaki parayla oynuyordu. Genç gözükseler de ekrandaki kolun ardındaki her şey gizlenmişti bu yüzden yaşlarının tam olarak bilinmesi mümkün değildi.
Birisi şarkı söyler gibi konuşuyordu.
“Ne dileği ne de arzusu bulunan
Lekeli kedere,
Ölümün bitkin düşlerinde yer edinmiş
Lekeli kedere”
Şiir, merak uyandırıyordu. Sözler belirli bir kişiye hitap etmiyordu ve ayaklarınızın altındaki hiçliğe sonsuza dek düşecekmiş gibi bir hissiyatı vardı.                                                          
Bu dizelerle birlikte altın para garip bir ışık yaymaya başladı.
Ekran aniden değişti.
Ekranın ortasında, altın parayı tutan her kimse küçük gözüküyordu. Hala kim olduklarını çıkaramıyordum. Görebildiğim tek şey, büyük beton duvarlarla çevrili tuhaf derecede geniş odaydı.
Paradan yayılan ışık beyaz renkten tehlikeli bir kırmızıya dönüşerek tüm ekranı kapladı.
Görüntü yine değişti.
Sonraki video, geniş bir salona bakan gözlem odasını gösteriyordu. Gözlem odasının duvarlarından biri kalın, akrilik camdandı ve camın arkasında paranın yaydığı ışık görülebiliyordu.
“Deneğin derinliklerinden yeteneğin serbest bırakılması onaylanıyor. Prosedürler 8-0-6’dan 8-7-2’ye başlatılıyor.”
Masalarında hesaplamalar yapan yaklaşık on kadar araştırmacı vardı.
“Yeteneğin ışığındaki artış onaylandı. Gradyan artışı izin verilen değeri %320 aşıyor”
“Devam edin.”
Paradan yayılan ışık ekranda gitgide büyüdü. Parayı inceleyen araştırmacıların yüzünü hafifçe aydınlatıyordu.
Işık titreşmeye başladı. Renk, parlak kırmızıdan tüm ışığı yutan siyaha dönüştü.
“Gama ışını spektrometresinin alıcıları limitlerini aştı. Oda sıcaklığı artış gösteriyor.”
Odanın içindeki uzay değişmeye başladı. Zemin çat sesiyle aniden soyuldu, para zemini kendisine doğru çekiyordu. Zeminin parkeleri paraya çarpamadan yerçekimiyle ezildiler, toz gibi ortadan kaybolana kadar gittikçe ufaldılar.
Çok geçmeden manzara da bozuluma uğramaya başladı.
“Mekansal bozunma çıplak gözle gözlemlenebiliyor! 2 ila 10 ve 14 metre arası hasar gördü!”
“Deneğin hayati organları kritik durumda –hayır, durdular!”
Geniş salonun duvarları ve zemini soyulmuş, birbiri ardına ışığa doğru parçalanıyordu. Oda artık asıl şeklini yitirmişti.
“Deneyi durdurun! Acil durum su desteğini dökün!”
Bir anda boşluk kendi içine büzülüp kapandı. Oda, parayı tutan kişiye odaklanarak bozundu.
Ani bir çarpışma oldu. Araştırmacıları laboratuvardan ayıran akrilik cam, binlerce parçaya ayrılmadan önce şiddetle sarsıldı. Parçalar havada uçuştu.
Birisi çığlık attı.
Ve ekran karardı.
 …
 “Öncelikle yeteneklerin ne olduğunu düşünüyorsun?”
Yeraltındaki yolumuzda ilerlerken N-shi konuşmaya soru sorarak başladı.
Verlaine’in bulmamızı istemediği bilgi –bizim düşüncemize göre- N-shi bizi yer altı laboratuarına davet etti. Oraya doğru gidiyorduk.
“Açıkçası bizim gibi usta araştırmacıların bile yetenekler hakkında bildiği pek şey yoktur. Bu cömert araştırma tesisine sahipken bunu kabul etmekten utanıyorum gerçi.”
Merdivenlerden inerken konuşmasını dinledik. N-shi yolu gösterdi, Chuuya-sama peşinden gitti ve Shirase-san, Chuuya-sama’nın ardındaydı. Ben de en arkadaydım.
“Ama birkaç şey biliyoruz.” dedi N-shi sakin bir sesle. “Öncelikle bitkiler ya da maymunlar gibi insan olmayan yaşam formlarının yeteneği olamaz ve birisi doğuştan yalnızca tek bir yeteneğe sahip olabilir. Eğer yetenek kullanıcısı ölürse yetenekleri de esasen ortadan kaybolur. Tüm dünyayı yakıp kül etmeye yetecek enerjiyi ortaya çıkarabilecek tek bir yetenek yoktur. Yani yeteneklerin de bir sınırı var.”
“O kadarını ben de biliyorum.” Chuuya-sama, sanki N-shi'nin sözleri gereksizmiş gibi kayıtsızca konuştu.
“Bundan sonrası ilginçleşiyor.” N-shi gerçek niyetlerini saklayan muzip bir gülüşle devam etti. “Sınırlarının olduğunu söyledim ama ordu, o sınırı aşmanın bir yolu olup olmadığını bilmek istiyordu. Esas olarak evet, aşılabilir. Bu yollardan birisi de yetenek tekilliğidir.”
Oho.
Tekillikleri bilmelerinden etkilendim. Ayrıca ordunun araştırma birimi yalnızca teori olmadığını da biliyordu. Doğduğum yer olan İngiltere’de bile bu fenomeni bilen yalnızca birkaç özel araştırmacı vardı.
Bu ülke yeteneklerle ilgili araştırmalarında düşündüğümden daha hızlı ilerliyordu.
“Hükümette tekillikleri bilen yalnızca birkaç kişi var ama… Tekillik, normal bir yeteneği dış etmenlerle orijinalinden meta-yeteneğe değiştiren bir fenomendir.” N devam etti. “Ve tekillik sırasında yeteneğin sınırı olmaz. Her şey olabilir. Bu fenomen, yetenekler arasında hata olarak da anılabilir.”
Laboratuvarın en alt katına indik. Yeraltının derinliklerinde olduğumuzdan ayak seslerimiz dışında hiçbir sesi duyamıyorduk.
Bir kapının önünde durduk. N-shi kapıyı açmak için kalçasına asılı anahtarı kullandı.
“Hey, bizi nereye götürüyorsun? Ve neden konuşmayı uzatıyorsun?”
“Yakında anlayacaksın.” N-shi sırıttı. “Anlattıklarım varoluşunun özüyle bağlantılı, dikkatli dinle.”
Devam etti. “Neyse, tekillik basit bir olgu olsa da gerçekleşmesi için gereken süreç hiç de basit değil. Tekilliği açıklamanın en kolay yolu ‘zıt yeteneklerin çarpışması’dır. Başkalarını hatasız kandırma yeteneği, gerçeği hatasız görme yeteneğiyle karşılaştığında ne olur? Ya da geleceği görebilen iki kişi savaşırsa ne yaşanır? Çoğunda iki taraf da kazanmaz ama bazı nadir durumlarda yetenekler aslından bambaşka bir şeye evrilir. Bunlara zıt-tip tekillikler deriz.”
Shirase-san'ın homurdandığını görmek için kaçamak bakışlar attım. “Mmm, zıt-tip… Nngh…”
“Shirase-san, anlamanızın zor olduğunu bilsem de lütfen yürürken uykuya dalmayın.”
“Öyleyse, Chuuya-kun..” N-shi yanında duran Chuuya-sama ile konuşmaya devam etti. Shirase-san’a bakmadı bile. “Tekillik oluşturmak için en az iki yetenek gerektirdiğini söyledim ama aslında kendi başlarına da tekillik yaratabilen yetenek kullanıcıları var.”
“Ne?”
"Başkalarınınkisiyle değil de kendi yetenekleriyle mantıksal bir uyumsuzluğa girerek, tekilliğe neden olabilirler." Bunu söylerken, N-shi işaret parmağını döndürüyordu.
“Dünyada böyle yetenekler de var. Bunu ilk Alman bir araştırmacı keşfetti ve ‘kendisiyle zıtlığa düşen yetenek’ olarak nitelendirdi. Doğru… bir örnek vereyim. Temasla diğer yeteneklilerin yetenek gücünü arttıran birisi olduğunu varsayalım. Oldukça faydalı bir yetenek. Ama bu yeteneği başkalarında değil de kendisinde kullansaydı n’olurdu sence?”
“Kendi yeteneği güçlenmez miydi?”
“Aynen öyle. Yani diğer yetenekleri güçlendirme yeteneği güçlenirdi. Daha doğrusu yetenekleri güçlendirme yeteneği, yetenekleri güçlendirme yeteneği sayesinde güçlenirdi. Bu döngü sonsuza kadar devam eder ve yeteneği sonsuza kadar güçlendirir. Sonuç olarak enerjinin sonsuz döngüsü yeteneklerin doğal kanunlarını yıkar ve tekillik doğar. Enerji fazlalığı, kütlede değişikliğe ve yüksek yoğunluklu bir uzamsal bozulmaya neden olur. Yetenekli ise yerçekimi girdabına kapılır ve asla geri dönemeyeceği diğer tarafa gider.”
Demek öyle. Şimdi anladım. “Bize gösterdiğin kayıtlardaki deneyde parayı tutan yetenekliye bu olmuştu.”
“Evet. O yıkıcı yeteneği hayatında yalnızca tek bir kez etkinleştirebilirsin.”
“Hey, o uzamsal bozulma…?” Chuuya-sama’nın ifadesi katı ve sesi sert çıkıyordu.
“Daha konuşmamı bitirmedim.” N-shi araya girdi. “Kendisiyle zıtlığa düşen tekillikler yalnızca Japonya ya da Almanya değil, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanabilir. Her birkaç on yılda bir yaşanıyorlar. Tekillikler, detayları kimse bilmese de antik çağdan bu yana ‘tanrıların’ ve ‘şeytanların’ işi olmuştur. Ne olursa olsun, yetenek kullanıcısı tekillik aktifleştiği sırada ölüyor.”
Almanya, Fransa ve İngiltere’nin savaş alanındaki trendlere uyum sağlamaya çalıştıkları sırada askeriyedeki araştırma birimleri kıyasıya rekabete girmişti. Japonya’yı Almanya’nın müttefiği olarak kabul edersek yetenekli silah araştırmasına yetecek teknolojileri olması şaşırtıcı değil.
“Çevresini içine çeken ve kendisini yok eden tehlikeli bir yetenek. Ve yalnızca tek kullanımlık. Bunu silah olarak kabul edemeyiz.” dedi N-shi gergin bir ifadeyle. “Ama sonuç olarak tekillik, teknik olarak sonsuz bir enerji kaynağı. Tekilliği daha kontrol edilebilir bir kaynaktan kullanmanın yolu var mıydı? Araştırmamızın başlangıç noktası bu oldu. Ve… silah olarak kullanılabilecek şey sonunda yapıldı. Fransa, yetenek araştırmaları söz konusu olduğunda lider ülkelerden birisidir.”
Fransa…
Ve Fransa Hükümetinin yetenekli ajanı, Suikast Kral.
Demek böyle olmuştu.
“Tekilliği silah olarak mı kullanacaksın? Nasıl?”
“Kalbi kullanarak.”
“Huh?”
“Kalbi. İnsan ruhunu.” N-shi bunu sanki bir şiir mısrası okuyormuş gibi sessizce söyledi. “Normalde böylesine büyük bir enerji kitlesini makineler taşıyabilir, değil mi? Ama az önce de dediğim gibi yetenekleri kullanabilen tek canlılar insanlardır. Bilimsel olmayan terimlerle konuşursak, bir yeteneğin ürettiği enerjiyi yalnızca insan ruhu kullanabilir. Bu yüzden Fransız bilim insanları kişilik yaratmak için bir denklem kullandı ve yeteneği, insan bedeninde ve ruhunda olduğuna kandırarak vücudu yetiştirdi. Dürüst olmak gerekirse bu fikri öne süren ilk araştırmacı biraz kafadan kontaktı. Ama deney, herkesi korkutacak kadar başarılıydı. Sonuç olarak yetenekli ajan Verlaine doğdu. Tekillikten doğmuş, yerçekimini iradesiyle kontrol edebilen kişilikli bir yetenekti. Birkaç yıl sonra gerekli araştırma materyallerini elde ettikten sonra Japonya da aynı yolla tekillikten doğan bir yetenekli yaratmayı denedi. Buna da…”
Ağır kapı sonunda açılmıştı. N-shi ilk Chuuya’nın girmesi için acele ettirdi.
En samimi bakışıyla konuştu. “Arahabaki Projesi adı verildi.”
Bu sözleri söyler söylemez kapı kapandı. Shirase-san ile birlikte kapının önünde bakakaldık.
Üç saniye geçmeden… durumu algıladım.
“Chuuya-sama!”
Kapıya vursam da kapı kurşun ve patlama geçirmezdi ve ne kadar çabalarsam çabalayım hareket etmiyordu. Yakında açılacak gibi de durmuyordu.
N-shi’nin sesi kapının yanındaki hoparlörden duyuldu.
“Bundan sonra yalnızca iki kişi ilerleyebilir.” Duygusuz, sert bir ses duyuldu. “Arahabaki Projesi devlet sırrı sayılabilir. Sadece bir kişinin buraya girmesi için izin aldım. Ve-”
Ne söyleyeceğini düşünüyormuş gibi durakladı ve devam etti.
“Bundan sonra göreceklerini muhtemelen yalnızken görmeli. Diğer insanların, özellikle arkadaşlarının göreceklerini görmelerini isteyeceğini sanmıyorum.”
Hemen ardından kapının diğer tarafında hareket etmeye başlayan bir kitlenin işaretleri gördüm. Tarayıcım sayesinde kapının ardında asansör olduğunu görebildim. Chuuya-sama ile N-shi aşağı inmek için asansöre biniyordu. Bu kadar ilerlememize rağmen hala aşağı katların olduğuna şaşırmıştım.
Asansörün kontrol sistemini hacklemeye çalışsam da işe yaramadı. Radyo dalgaları daha en başta karşıya ulaşamadığından girişimlerim de savuşturulmamıştı.
Sonra bir şey fark ettim. “Sessiz Oda” dedikleri şey buydu.
Çalışma ilkesi basitti. Oda, iletken demir gibi metal plakalarla çevrelendiğinde radyo dalgaları geri yansır ve metal plakaların içindeki manyetik alan atlatıldığından; içerisi manyetik alanların ulaşamadığı izole bir alan haline gelir. Cep telefonunu mikrodalgaya koyarsanız elektromanyetik dalgalar baz istasyonuna ulaşamaz. Aynı prensip burada da geçerliydi.
Bu görevin güvenlik olasılığı %7’ye düştü. İnsancıl terimlerle ifade edecek olursam “endişeli” hissediyordum.
N-shi tam olarak neyi amaçlıyordu?
 …
 Harekete geçen asansörün sesi yankılandı.
Chuuya’nın ifadesi arkadaşlarından ayrıldığı sırada dahi değişmemişti. Duvardaki saate bakıyormuş gibi N’ye gözlerini dikmişti ve ellerini ceplerine sokmuştu.
“Beni yenmek için bu kadarcık şeyin yeterli olduğunu düşünüyor musun cidden?” dedi kuru bir sesle.
“Seni yenmeye falan çalışmıyorum. Seni düşünüyordum o kadar.”
“Bundan sonra ne görürsem göreyim organizasyona rapor edeceğim.” Umursamıyormuş gibi konuştu Chuuya. “Devlet sırrıyla falan uğraşamam.”
“Ne istersen yapabilirsin.” N art niyetler taşıyan bir gülüş takındı. “Tabii canın konuşmak isterse.”
Asansör durmadan önce hafifçe vızıldadı. Kapı açıldı.
Kapının ardında küçük bir koridor vardı. Eski olması dışında tesistekilere benziyordu. Zeminlerin kenarlarında kum ve toz birikmişti. Koridorun arkasına giden yolda, üzerinde “İzolasyon” ve “Bilgi Bürosu/Belirlenmiş İzolasyon Departmanı Bakanlığından Gelen Talimatlar” gibi etiketler bulunan birkaç sayfa kağıdın bulunduğu başka bir kapı vardı. Kağıtlar iğrenç derecede eskiydi ve kenarları sarıya dönmüştü.
N, kapıya yapıştırılmış kağıtları tek tek yırttı.
Yan yan bakarken Chuuya konuştu. “Hey, konuş artık.” Sözleri N’e göre değersizdi.
N arkasına döndü.
“Konuş. Buraya kadar geldik, korkmuyorum. Ben insan değilim, değil mi?”
N Chuuya’nın sorusuna cevap vermedi, öylece Chuuya’ya baktı.
“Söylemesen de bu kadarını biliyorum.” Chuuya kaba bir tonda devam etti. “Ben Verlaine’i yaratan aynı tekillikle doğan, Arahabaki Projesi’nin ürünüyüm. Değil mi?”
N, çaresizce gülümsedi.
“Öyleysen n’olmuş? Önümüzde kanıt var. Görmekten korkuyor musun? Yalnızca hikayeyi dinledikten sonra eve mi gitmek istedin?”
Chuuya cevap vermedi, yalnızca N’ye baktı.
“Bundan sonra çekip gitsen de umurumda olmaz. Önemli olan tek şey Verlaine’in sana her şeyi anlattığımı düşünmesi, gerçekten de her şeyi bilmen değil.”
Chuuya N’ye bakarken kafasını toplamaya çalışıyordu. Sonunda ağzını açtığında, sesi kararlı çıkıyordu.
“Pianoman ve diğerleri gerçekte kim olduğumu bulmaya çalışırken öldüler.” Gözleri uzaktaki bir şeye dalıp giderken parlıyordu. Arkadaşlarının sırtları kendisine dönükken geçmişten bir hatıra… “Yolu göster. Sırf onlar için her şeyi öğrenme görevim var.”
Sesinde tereddüt yoktu. Yüzlerce yıl geçse dahi o sözleri geri alamazdı. Yüreğinin gücü, sesindeki duygudan anlaşılıyordu.
N gülümsedi ve cevap vermek yerine kapıyı açtı.
Kapının ardında sanki geniş bir fabrika vardı. Oda o kadar genişti ki arka duvarları gözükmüyordu bile. Zemin ve tavan arasında yayılan ara katman görevi gören geniş bir demir iskele vardı. Chuuya o orta katmanda duruyordu.
Demirler tıngırdadı.
Chuuya dizlerinin üstüne çöktü. Düştüğü esnada ayakta durmasına yardımcı olması için bir şekilde tırabzana tutundu.
“İyi misin?”
“Biliyorum…” Chuuya sorusunu görmezden gelerek soluk bir yüzle konuştu. “Burayı biliyorum.”
“Biliyorsun sanırım, huh.”
Chuuya’nın alnından terler akıyordu. Gözleri önündeki manzaraya saplanıp kalmıştı. N, Chuuya’ya duygusuz bir ifadeyle baktı ve sanki telefon rehberi okuyormuş gibi soğuk bir sesle konuştu.
“Burası ikinci laboratuvar. Şehirde bulunan ilk laboratuvardan örnek alınarak tasarlandı. Tıpatıp aynısı. Orijinali patlamada yok edildiğinden çocukluğundan kalan tek hatıra burası.”
Hayaletlerin sesleri zihninde yankılandı.
“Düşman saldırısı!”
“8‘den 15’e kadar kilitleyin!
Saldırı timi en iyi ekipmanlarımızla saldırıya hazır!
Fark edemeden ileriye doğru yürüyordu.
Aynıydı. Yıllardır aşina olduğu manzara tıpatıp aynıydı. Askerler ve araştırmacılar ileri geri yürüdüler. Silahlı bir asker Chuuya'nın yanına koştu.
İllüzyon görüyordu. Burada kimse yoktu.
Hafızalarında yaşanan bir olayı canlandırıyordu sadece.
“Kaç kişiler? Silahlılar mı?!”
“İki kişi! Ve silahlı olmamalarına rağmen hiç zarar görmemişler!”
Anılarındaki ses bağırdı. O günün hatırasıydı. O yerde gördüğü son şeydi.
Sonunda bir yere ulaştı.
“Sen buradaydın.”
Tumblr media
Tavana kadar uzanan siyah bir silindirdi ve çapı o kadar genişti ki üç yetişkin kollarını uzatırsa zar zor kaplayabilirdi. Yüzeyi cam gibi gözükse de siyah ve opaktı ve içerisi gözükmüyordu.
Ama Chuuya biliyordu. Bunun ne olduğunu gayet iyi biliyordu.
Chuuya çevresinde dönüp tesise baktı. Tanıdık bir manzaraydı. Bir zamanlar dünyanın bu manzaradan ibaret olduğunu sanırdı.
Mavimsi siyah karanlık… kendisini dış dünyadan koruyan –ayrı tutan beşik…
Aniden illüzyonundaki o beşik kırıldı. Chuuya’yı tutup çıkaran kişi beşiği kırmıştı.
Chuuya elin sahibini tanıdı.
Arthur Rimbaud.
Ve yanındaki, Paul Verlaine.
“Varlığın bir mucize, Chuuya-kun.” dedi N, melodik bir sesle. “Senin gibi bir fenomeni yeniden yaratamazdım.”
Bu sözlerle Chuuya gerçekliğe dönebildi. Tesisteki tek kişi N ve Chuuya’dı, silindir de kırılmamıştı.
Chuuya silindirin yüzeyine dokundu. Ne sıcak ne de soğuktu, çok iyi bildiği bir sıcaklıktaydı.
“…Ee?” Chuuya bir şekilde soğukkanlılığını geri kazanarak N’ye döndü. “Tesisteki sırrın ne-”
Aniden silindirin içinden güm sesi duyuldu.
Chuuya donup kaldı. Ellerinin dokunduğu camın hemen yanında kendi elleriyle aynı boyutta el izleri vardı. Yalnızca avucunu görebiliyordu. Geri kalan her şey mavimsi karanlıkta saklanmıştı.
Olayı hemen anladı. Dış duvarlar içerisi görülmesin diye siyah değildi. Cam saydamdı ancak maviye çalan siyah bir sıvıyla dolu olduğu için içindekiler görünmüyordu.
“Kim var orada?!” Chuuya, N’ye bağırdı.
N cevap vermedi. Soğuk gözlerle sakince Chuuya’ya baktı.
“Konuşsana! İçinde kim var dedim!?”
O elin boyutu…
Chuuya’nın elleriyle aynıydı.
“Acele etmeye gerek yok. Yakında göreceksin.”
N, ceketinin cebinden uzaktan kumanda panelini çıkardı ve düğmelerden birisini kapattı. Mavimsi siyah sıvı şırıltı sesiyle boşalırken baloncuklar oluştu.
Su seviyesi silindirin üst seviyesinden inmeye başladı. Chuuya bir adım geri çekilip boş gözlerle silindire baktı.
“Bu…”
Sıvının içindeki kişi… Chuuya’dı.
Gözleri kapalıydı. Deneylerde tipik olarak kullanılan plastik kıyafetler giyiyordu ama onun dışında bedeninde hiçbir şey yoktu. Acınası bir şekilde zayıf olduğu için Chuuya’dan biraz daha genç duruyordu. Silindirin dibine, her iki ayak bileğine de bağlı gümüşi beyaz prangalar vardı.
Uyuyor gibi gözükse de sanki her an kırılacakmış gibi ifadesi sıkıntılıydı.
“Tanıştırayım. Orijinal halin.”
Chuuya şok içinde bakakaldı.
“Kendisiyle zıtlığa düşen yeteneğin sahibi. San’in bölgesindeki bir kaplıca köyünde doğdu. Yeteneği dışında sıradan bir çocuktu. Yerçekimi tekilliğiyle ezilmesin diye özel ayarlanmış bir cihaz kullandım. Bu yüzden hala hayatta.”
Aniden, silindirin içindeki çocuk çırpınmaya başladı. Aralıksız öksürüyor ve nefes alamıyor gibi duruyordu.
Bükülüp kusmaya başladı, sanki iç organları dışına çıkıyordu. Ancak silindirin camı kalın olduğundan içeride neler yaşadığı tam duyulmuyordu.
“Hey… acı çekiyor. İyi mi?!”
“Muhtemelen değil.” dedi N, soğuk bir sesle. “Yaşam desteği için gerekli olan rahmin sulu solüsyonu boşaldı, ne de olsa.
“Ne?!”
Silindirin içindeki çocuk yerde kıvranırken bağırıp çağırıyor, durmaksızın cama vuruyordu. Ama söylediklerinin tek bir kelimesi duyulmuyordu.
“Ne yapıyorsun?! Yardım etsene!”
“Gerek yok. Görevini uzun zaman önce yerine getirdi. Seni doğurma görevini yani.”
Silindirin içindeki çocuk inanılmaz miktarda kan kusarak titredi.
Chuuya’nın ifadesi hemen değişti.
N’nin yakasını çekebildiği kadar sert çekti ve aşağı indirerek bağırarak konuşmaya başladı.
“Acele et de suyu geri koy!”
“Neden?” dedi N ifadesini değiştirmeden.
“Kapa çeneni! Suyu geri koy yoksa seni gebertirim!”
N omuzlarını silkti. “Tamam. Al.”
N, sıvıyı boşaltmak için kullandığı uzaktan kumanda panelini Chuuya'ya verdi. Chuuya, paneli elinden kaptı.
Kontrol panelinin üç siyah ve bir kırmızı düğmesi vardı. N’nin suyu boşalttığı düğmenin karşısındaki düğmeyi kapattı ama bir şey olmadı. Diğer düğmelere de tıkladı ama hiçbir şey olmamıştı.
O sırada çocuk acı çekmeye devam ediyordu. Bedeni titriyor ve kırmızımsı siyah sıvı ağzından akıyordu. Ciğerlerine kan dolduğundan nefes alamıyor ve yüzü morarıyordu.
Chuuya tedirginlikle düğmelere ardı ardına bastı. Bir süre sonra, güm sesini duyduktan sonra yüzünü cama çevirdi.
Silindir sanki boyun eğiyormuş gibi kendilerine doğru eğildi ve kabın üst kısmı açıldı. Kalan çözelti boşaldı ve çocuk sonunda yerde yuvarlandı.
Chuuya, çocuğun vücudunu tuttu.
“Hey, biraz daha dayan!”
Çocuk nefes alamıyordu. Chuuya’nın kollarında uzanırken göğsü inip kalkıyordu. Yüzü Chuuya’nınkisiyle aynıydı ama gözleri daha nazik ve çok çok daha kırılgandı.
Çocuk Chuuya’ya tutundu ve yavaşça ona baktı. Bir şey söylemek için ağzını açtı. Derin bir nefes aldı.
Ama bu kadardı.
Hayatı sona ermişti. Eli, gücünü kaybedip düştü ve gözleri perdelendi. Ciğerlerinde kalan hava bir iç çekişle dışarı verildi. Ve böylece her şey bitmişti.
Chuuya, çocuğun bedeninin çürüyüşünü izledi. Derisi parçalandı ve etleri eriyerek mavimsi siyah sıvıyla aynı renkteki sıvıya dönüştü. Durdurmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Etleri bedeninden kayıp gitti, geriye kemikler kaldı.
Sonrasında geriye kalan tek şey çocuğun küçük iskeleti, giydiği plastik giysiler, ona bağlı transfüzyon tüpleri ile ölçüm kabloları ve son olarak ayaklarının altındaki mavi-siyah sıvıydı.
Chuuya iskeleti yere koydu ve yüzünü N’ye çevirdi.
“Sen…!”
Kıyafetlerini öfkeyle kavradı ama N’nin ifadesi biraz bile değişmedi.
“Baban olduğumu söylerken yalan söylemiyordum.” N, sanki kanji okuyormuş gibi düz bir sesle konuştu. “Bedenini ben tasarladım, Arahabaki’ye dayanabilesin diye genetiklerini düzelttim.”
Sonra akıl ermez bir şey yaşandı.
N Chuuya’nın yumruğunu kıyafetlerinden kolayca ayırdı.
“Ne…”
Chuuya N’yi, yumruklamaya çalışsa da yapamadı. Ayakta dahi duramıyordu. Dizleri titriyor ve bedenini ağır hissediyordu.
Güçlü olan N değildi, Chuuya zayıftı o kadar.
Chuuya bu hissi hatırlıyordu.
“O… o zamanki…”
Bir yıl önce uçurum kenarındaki mezarlıkta Shirase kendisini bıçakladığında da aynı hissetmişti. O sırada, Shirase ne demişti?
“Artık kıpırdamasan iyi edersin. Bıçağı fare zehriyle kapladım.”
“Uzuvların bir süreliğine uyuşacak ve istediğin gibi hareket edemeyeceksin.”
Shirase’nin sesinin hatırası kulaklarında yankılandı ve nedense abartılıymış gibi duyuluyordu.
Chuuya zemine dizleri üstüne düştü. İki eli de ağır hissediyordu.
Ama neden? Neden şimdi böyle hissediyordu?
“Seni ben tasarladım, seni en iyi ben tanıyorum. Bedeninin güçlü olduğu doğru ama zehirlere karşı normal bir insan kadar zayıfsın.”
“Zehir mi…?”
Chuuya geçmişi anımsadı. Kolay kolay zehirlenmezdi. Kendisini zehirlemek için bir saldırı girişimi olsaydı hemen fark ederdi.
Bekle-
Tesise girmeden hemen önce kişisel eşyalarını kontrol edip kan testi istemişlerdi.
Test kiti… iğne…
“İğne…!”
“Gerçeği anlatmak için seni buraya davet ettim. Gerçekleri söylersem Verlaine’in ellerinde ölmekten kurtulurum diye düşündüm.” dedi N, Chuuya ceketini kavradığında açtığı kırışıklıkları düzelterek. “Ama bu plana körü körüne güvenemezdim. Gerçeği basitçe anlatsam bile Verlaine’in pes edeceğinin garantisi yoktu. Bu yüzden daha güvenilir bir yöntem uygulamaya karar verdim.”
Chuuya ayağa kalkmaya çalıştı. Ayakları mavi-siyah sıvıda çırpında.
“Anlıyor musun? Eğer ölürsen Verlaine’in ülkede kalması için bir nedeni kalmaz.”
“Orospu çocuğu!”
Öfkeye kapılmıştı. Bedeninden çok duygularının gücüyle ayağa fırladı. Yumruğunu N'ye doğru fırlattı.
N, soğukkanlılıkla Chuuya’yı silahla vurdu.
Mermi Chuuya’yı alnından vurdu ve kafatasına çarparken parçalandı. Chuuya geriye yalpaladı ve alnından kanlar akarken yere düştü.
Kurşun kafatasından içeri girmemişti. Alnından aşağı kayarak yere düştü. Chuuya darbeyle birlikte merminin kendisine vurmasını engellemek için kalan gücüyle yerçekimi kontrolünü mermiyi durdurmaya odakladı.
N kayıtsız ifadeyle, düşen Chuuya’ya acımasızca daha çok ateş etti.
Tüm mermileri durduramazdı. Birkaç kurşun Chuuya'nın doğrudan koluna ve karnına isabet ederek et parçalarının ve kan��n etrafa sıçramasına neden oldu.
Chuuya çığlık atmak için sesini dahi yükseltemedi.
“Muhtemelen iğrenç bir adam olduğumu düşünüyorsun ama bunu canıma değer verdiğim için yapmıyorum. Araştırmama devam etmek için yapıyorum. Yani vatanım için çabalıyorum da diyebilirsin.”
N, laboratuar önlüğünün cebinden bir tüp çıkarıp açtı. İçinde ufak bir şırınga vardı. Şırıngayı açtığı yaralardan birisine yerleştirdi.
“Bulunduğun organizasyon uğruna zalim olmak... kendin de seçkin bir organizasyondasın. Beni anlıyorsun, değil mi?”
“Göt… herif..”
Chuuya sızlandı, N’yi tutmak için elini kaldırdı. Ancak N’ye uzanamadı.
Eli yere düştü.
Sonra her şey karardı.
 …
 Hemen yanımda, Shirase-san aniden acı çekmeye başladı.
Yere düştü, boğazını tutarak kıvranmaya başladı.
“Shirase-san’ ne oldu?!”
Bunları söylerken çoktan tanı raporu yazmaya başlamıştım. Nabız ile kan basıncında düşüş ve terleme, kas seğirmesi ile nefes darlığı çekiyordu. Hepsi zehirlenmenin tipik belirtileriydi. Ancak havanın bileşenlerinde herhangi bir anormallik yoktu. Şimdiye kadarki çevre taramalarımı kontrol ettim fakat zehirli gaz belirtisi görülmüyordu.
Semptomlarını hafifletmek için ona antikolinerjik etkisi olan bir atropin iğnesi yaptım. Durumunu biraz izledikten ve semptomların yavaşladığını gördükten sonra ilacın dozunu artırdım. Aslında savaş alanında kullanılmak için yaratıldığım için biyolojik ve kimyasal silahlara karşı kullanabileceğim ilaç stoğum vardı. Bu seferki hayati tehlike oluşturmuyordu.
Shirase-san sakinleştikten sonra onu yere uzandırtıp odadan çıkmaya çalışsam da çıkamadım. Ne önümüzdeki ne de arkamızdaki kapı açılmıyordu. Bulunduğumuz oda elektromanyetik dalgaları geçirmediği için kontrol paneline bağlanamıyor ve dış dünyayla iletişime geçemiyordum.
Başlangıçtan beri odada kilitli kalmamız planlanmıştı. Görevin risk değeri %38’e yükseldi. Endişe verici bir orandı.
Bedenimi kapıya çarpmadan önce biraz düşündüm. Demir kapı yerinden kıpırdamıyordu. Odadaki demir masalardan birisini fırlattım ama ufak bir çizik bırakmaktan başka bir şey yapamadı.
Koridora benzeyen odada yalnızca masalar, sandalyeler ve içini süsleyen personel dolapları dışında bir şey yoktu ve dardı. Terminale bağlanabilseydim dışarısıyla iletişime geçebilirdim. Elektromanyetik alanı korumak için tavanlar ve kapılar da kaçmamızı zorlaştıran kalın demirden yapılmıştı.
Başka çaremiz kalmamıştı.
Belimin arka tarafını yokladım ve oradaki kapağı açtım. Aradığım parçayı bulup çıkardım. Sağ elimdeki orta ve işaret parmağımdan bileğime kadar olan boşluğu açıp aldığım parçayı yerleştirdim.
Takıp çıkarılabilir askeri bir el testeresiydi. Testere avucum büyüklüğünde, döner tipteydi. Genelde şüpheliyi kovalarken kilitli bir kapıyla karşılaşırsam kullanırdım.
Testereyi kapıdaki elektronik kilide bastırmadan önce döndürdüm. Kıvılcımlar takım elbiseme doğru uçarken tiz bir ses çıkardı.
Biraz zaman alacak gibi duruyordu ama acelemiz vardı. Araştırma tesisi tehlikeliydi. Bahse varırım amaçları Chuuya-sama’yı zehirlemekti ve Shirase-san da araya karışmıştı. Ve şimdi burada kapana kısılmıştık. Chuuya-sama tehlikedeydi.
Öldürülmüş olabilirdi.
Hatta daha kötüsü-
 …
 Oda boştu.
Masa, sandalye, ekran ya da süs eşyaları… hiçbir şey yoktu. Yükseltiyi gösteren bir ölçek duvara kazınmıştı. Okulların küçük yüzme havuzu büyüklüğünde olan oda aslında acil durumlarda deneylere atılan sulama suyunu depolamak için kullanılan bir su deposuydu.
Chuuya, odanın duvarında asılıydı. İki bileği de zincirlerle bağlanmış, yere düşmesini engelliyorlardı. Zincirler kalın dikenlerle kaplıydı ve bileklerine canavar dişleri gibi saplanmışlardı. İki ayağı da zar zor yere değiyordu.
Üst yarısındaki kıyafetleri çıkarılmış, kurşunların açtığı yaralar açıkta kalmıştı. Biri göğsüne, diğeri karnına olmak üzere en derin kurşun deliklerine iki kazık çakılmıştı.
Chuuya çığlık attı. Yanan etinin kokusu havaya yayıldı.
Elektrik akımı kazıklardan bedenine girdi ve bileklerindeki dikenli tellerden kaçtı. Bu sırada kasları, sinirleri ve iç organları parçalanıyordu. Hissettiği şiddetli acı, tüm vücudunu kıymaya çevirirken hiç doğmamış olmayı dilemesine yetiyordu.
“Seni geberteceğim.”
Asılı Chuuya, kendisini izleyen kameraya doğru hırıldadı.
Elektrik akımı bir kez daha geçti. Canavarınkisine benzeyen kısık bir bağırış ağzından kaçtı.
N, durumu deney gözlem odasından izliyordu.
Elektrik akımından gelen ışık gözlem odasına dahi ulaşsa da N gözlerini bile kırpmadı.
“10 mL midazolam verin.” Aşağıdaki sahneden gözlerini ayırmadan yanındaki astına emir verdi.
“Ama kalp atışları…” Genç araştırmacı endişeli bir sesle hayati değerleri kontrol etti.
“Bu kadarıyla ölmez. İlacı verin.”
Birbirinden farklı birkaç ekipman hareket etti. Chuuya’nın sırtına saplı dört tüpten birisinden berrak bir sıvı taşındı ve bedeninde kayboldu. Sanki iç organları parçalanıyormuş gibi ıstırap dolu bir çığlık atarken gözleri fal taşı gibi açıldı.
Yine de N irkilmedi bile. Yüzü ne sempati ne de gaddarlık taşıyordu. Bir numaraya bakıyormuş gibi Chuuya’yı seyrediyordu.
Deney gözlem odasında 20 sandalye, aletler ve araştırmacılar sıralanmıştı. Araştırmacıların hepsi ilerlemede sorun çıkmaması için değişiklikleri deney protokolüyle karşılaştırmakla meşguldü.
“Chuuya-kun, acıtıyor mu?” N yüzünü mikrofona yaklaştırdı ve Chuuya ile konuştu.
Chuuya uyuşmuştu ve cevap vermiyordu.
“Özür dilerim, keşke başka bir yolu olsaydı.” Sesinde pişmanlık taşımadan konuştu N. “Ama seni kurtaracaksak başka şansımız yok.”
Konuşurken, N sayısal değerleri doğrulamak için yanına baktı. Sonra devam etti.
“Biz nasıl isteklerine saygı duyuyorsak ‘Arahabaki’ de aynı şekilde saygı duyuyor. İradenizin Arahabaki’ye bağlı olduğunu söylemek daha doğru olur. İraden kesin olduğu için Arahabaki senden alınamaz. Bu ülkede, yeteneklerin nasıl çalıştığını bildiğimizi tanımlayan tek kontrollü tekilliksin.”
N’nin sesi mikrofonu kapattıktan sonra kesildi, astına döndü. “Midozalamın etkileri nasıl?”
“Belirtiler başladı. Kayda değer bir yanıt vermesi muhtemelen 2 dakika sürer.”
N başını salladı. “20 ml daha verin.” Emir verdi, yine mikrofona döndü.
“Chuuya-kun, şu anda kişiliğin Arahabaki’nin dizginlerini elinde tutuyor. Yani seni öldürürsek kontrol edilebilen oldukça değerli bir tekilliği kaybederiz. Bunun birlikte, eski kişiliğini yeniden yazarsak yeni kişiliğinle Arahabaki arasında çatışmaya sebep verebiliriz ve Arahabaki başka bir öfke patlamasına neden olabilir. Laboratuarın yeniden patlamasını istemeyiz.”
N, son kısmı kimse duyamasın diye kısık sesle söyledi ve şakasına burnunun ucuyla güldü. Ama yüzündeki sırıtışı anında sildi.
“İşte buradaymış.”
N, kontrol panelindeki bir düğmeyi çevirdi.
Tavana zincirlenmiş kazıklardan yaralara kuvvetli bir elektrik akımı geçti. Chuuya o kadar ıstıraplı bir acıyla sarsıldı ki sanki tüm vücudu parçalara ayrılıyormuş gibi hissetti. Chuuya, şiddetli acıya haykırdı. Bedenini yukarı bükerek acıdan kaçmaya çalışsa da yalnızca bileklerine saplı dikenli tellerin kollarını daha da kanatmasına neden oldu.
“Arahabaki’yi kendi rızanla bırakabilirsin. Çok düşünmeni gerektirecek bir şey değil. Tekerleme gibi birkaç kelimeye söylemen yeterli. Detonasyon mührünü sıfırlatan bir yetkilendirme kodu. Kodlamanın bir parçası olacak. Bu tekerlemeyi tekrar ettikten sonra yeni kişiliğin orijinalinkinin yerini alacak. Ve günlerdir sana musallat olan ile… yıllardır peşini bırakmayan karanlığın acısı dinecek”
Yıllardır peşini bırakmayan karanlık…
Bu sözleri duyduktan sonra tepkisiz Chuuya sonunda hayatta olduğuna dair işaretler gösterdi. Zayıf bir şekilde başını kaldırdı.
N, değişimi fark etmedi.
“Söylediğim kelimeleri tekrar et. Gayet basit bir cümle ve aklından da tekrar edebilirsin.”
N gözlerini kapattı ve tekdüze bir sesle yetkilendirme kodunu okudu. Basit bir dizeydi.
“-Ey, kara rezaletin bağışçıları. Beni bir daha uyandırmayın.”
“Ey kara rezaletin bağışçıları…”
Chuuya’nın dudakları neredeyse otomatik hareket ediyordu. Uyuşturucu etkisini göstermeye başlamıştı. Gözleri odağını kaybetmişti. O insancıl gözleri dudaklarının kıpırdadığından bihaberdi, boğazı söylediklerinden dolayı titriyordu.
N gülümsedi ve mırıldandı. “Tamamdır.” Chuuya devam etti.
“Beni bir daha… bekle… kimim ben?”
Sözleri, acıyla kıvrandığı esnada kesildi.
Ağzından çıkanlar odada yankılandı ve moralleri bozdu.
Kaydı izlerken N hayal kırıklığıyla kaşlarını çattı. Videoya bakarken astına emretti. “Dozajı arttırın.”
“Ama-“
“Yap dedim!”
Kazıklardan yüksek akımlı elektrik geçti. Şekilsiz yıldırım, tüm kaslarını, sinirlerini ve iç organlarını parçalayarak şiddetle vücuduna girdi.
Chuuya acı içinde çığlık attı.
 …
 Döner testere kilidin eksenini kesti. Tiz, metalik ses durdu.
Çıkan ısı döner testeremin parçasını bir daha düzeltilemeyecek şekilde eritmişti bu yüzden testereyi tekrar kullanabileceğimden şüpheliydim. En iyisi burada bir kenara atmaktı.
Artık dışarı çıkabilirdik. Ancak baygın Shirase-san’ı öylece arkamda bırakamazdım. İnsanları korumaya programlanmış bir robottum. Şartlar ne olursa olsun, savunmasız bir insanı tehlikeli bir yerde bırakamazdım. Chuuya-sama’yı arama görevin olsa bile önce Shirase-san’ı güvenli bir yere götürmem gerekliydi.
Elimi, kapıyı açmak için kestiğim noktaya dayadım.
Ama gerek yokmuş.
Çünkü aniden kapıyla beraber geriye uçtum.
Zeminden yukarı, aşağı sonra yine yukarı yuvarlandım. Geriye doğru yuvarlanırken omuzlarımda yoğun bir baskı hissettim. Vurulmuştum, darbe de geri düşmeme neden olmuştu. Etrafımı algılamak için kullandığım sensörleri düşürerek önceliğimi kendimi savunmaya ayarladım.
Sensörlerim üç düşman algıladı, hepsi ağır silahlı askerlerdi. Askeriyenin tesisinde olduğumuzu düşünürsek bu kadar silahlı olmaları şaşırtıcı değildi. Kapı da büyük olasılıkla bombayla patlatılmıştı.
Vurulduğum yerin analizini yaptım. Dış zırhımda spiral çatlaklar vardı. Durum hiç iyi değildi. Kurşungeçirmez yeleği dahi delen mermiler kullanmışlar.
Sıradan insan savaşında, merminin insan bedeninde durarak daha fazla hasar vermesi amaçlandığı için biraz daha yumuşak başlıklı kurşunlar kullanılır. Ama düşmanım nüfuz gücü ve hızı daha kuvvetli başlıklar kullanmıştı yani benim mekanik bedenimi göz önüne alarak savaşmaya gelmişlerdi.
Durum hiç ama hiç iyi değildi.
Görüşüm netleştiğinde girişe baktım. Üç asker çoktan namlularını bana dikmişti.
Kaçınılmaz bir güçle üzerime kurşunlar yağdı.
 …
 Kalp atışlarının sesi son derece gürültülüydü.
Kulağının dibinde davul çalıyorlarmış gibi geliyordu. Nakahara Chuuya gözlerini sesin kaynağına çevirdi ama elbette, ortada kalp falan yoktu. O zaman kimin kalbiydi bu? Benim mi? İmkansız. Ben insan değilim. Kalp gibi bir lütuf bana yakışmaz.
Bir kez daha elektrik akımı geçti. Tüm vücudu istemsizce titredi. Sanki bedenindeki tüm sıvılar tek tek kaynıyor, kan damarları lime lime doğranıyordu. On altı yaşındaki bir çocuğun dayanabileceği acıyı çoktan aşmıştı. Neyse ki, ağlasa da çığırsa da kimsenin umurunda değildi. Bu yüzden ne zaman ıstırap çekse çığlık atıyordu. Boğazında yükselen kanın tadını alabiliyordu.
N’nin sesini son duyduğundan beri uzun zaman geçmişti. Bilim insanları, emeklerinin boşa gitmesinden nefret ederdi. Muhtemelen Chuuya kayda değer bir ses çıkarana kadar acının tadını kendisinin istediği kadar tadana kadar ayrılmıştı.
Yerçekimi kontrolü tamamen kaybolmasa da gücü zayıf düşmüştü. Belki bedenine saplı tüpler sürekli vücuduna zehir pompalıyordu. Uzuvları uyuşmuştu, zihni bulanıklaşmıştı. Gerçeklikte ya da aklında neler olup bittiğini söylemesi zordu. Zehrin yanında bir de uyuşturucu verilmişti. Suçluların itiraf etmesi için kullanılan ilaçlardan mıydı, belki de insanı deliliğe sürükleyen uyuşturucuydu?
Daha ne kadar dayanabilirdim?
Tabii ki istediğim kadar katlanabilirdim. Gerekirse sonsuza dek. Chuuya olduğum için katlanabilirdim.
Ama neden yapayım ki?
-Ben de hep böyle demiyor muyum, Chuuya?
Chuuya aniden kafasında tanıdık bir ses duydu. Bu dünyada en çok nefret ettiği kişinin sesiydi.
-Aynı benim gibi, senin de varlığın hataydı. Sahte bir hayata tutunmuşken bütün bunlara katlanmanın anlamı ne ki?
Ses kendisiyle dalga geçiyormuş gibi çıkıyordu.
“Kapa çeneni.”
Chuuya küfredermiş gibi konuştu. Sesin kafasında olduğunu biliyordu, uyuşturucunun neden olduğu işitsel bir halüsinasyondu sadece. Yanında kimse yoktu. Ama aklı yerinde değildi bu yüzden ses durdurulamazdı.
“Siktir git, Dazai.”
-En iyi bu klişe cevabı mı verebiliyorsun?
Ses kulağının dibindeydi. Chuuya kulaklarını kesmek istedi.  Hemen yanında, Dazai'nin gölgeli silueti titriyor, gözlerini oymak istemesine neden oluyordu.
-Sözlerime inanman için kanıtlar var, kendin de biliyorsun. Derinlerde bir yerde sen ve ben, ikimiz de aynıyız.
“Sus, sus, sus! Ben benim! Senin gibi pisliğin teki değilim!”
-Ona da söylediklerinin aynısı söyle o zaman.
Chuuya, yüreğine dokunan başka bir kısık sesi duyduğunda donakaldı.
-Ama bize ilk katıldığında dememiş miydik, kendini kandıramaya devam edemezsin diye?
Chuuya figürü gördü. Artık halüsinasyonların uyuşturucudan kaynaklandığından emindi.
“Pianoman…”
Alnında terler akarken Chuuya’nın sesi kupkuru çıkıyordu.
Pianoman, önündeki duvara dayanmış, kollarını birbirine geçirmiş halde Chuuya’ya sakince bakıyordu. Dükkanın arkasında dururken takındığı duruşun aynısı gözlerinin önündeydi. Chuuya’nın unutması mümkün değildi.
-Bize katılmana izin vermemizin sebebini söylemiştim. Mafyaya isyan çıkaracağını düşünmüştük. İntikam alevleriyle hiçliği ve her şeyi yok etmek istiyorsun gibi gözüküyordun. Şimdi bile, hala aynı haldesin.
Gölgeler çoğaldı, tedirgin Pianoman’in yanındaki duvarda göründüler. Albatros, Iceman, Lippmann, Doc…
Yüzlerinde birer gülüşle hepsi Chuuya’yla konuştu.
-Doğumunun kökeni yüzünden ölmüş olabiliriz ama seni suçlamıyoruz.
-Biz mafyayız, böyle şeylere hazırlıklıydık.
“Aptallar! Ne biçim neden o?! Ben…”
Pianoman ve diğerlerinin gülüşleri yüzlerinden silindi. Bir sonraki cümleyi direkt kulağının dibinden duydu.
-Öl o zaman.
Şaşıran Chuuya, hayaletimsi bir Shirase'nin solgun yüzüyle karşılaşmak için arkasına döndü.
-Hem mafyadaki arkadaşlarından hem de Koyundaki bizlerden ölümünle özür dile.
Ne olduğunu kavrayamadan etrafı Koyundaki kızlar ve erkeklerle çevrildi. İhanet ettiği ve birbirinden ayırdığı eski arkadaşlarıydı. Onlarca çocuğun gözleri soğukkanlılıkla kendisine bakıyordu.
-Hep demiyor muydun Chuuya, hayatta üstün olanların yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardır. Yalan mı söylüyordun?
-Bizi korumayacak mıydın? Açlıktan ölürken biz seni korumamış mıydık?
Dur.
Chuuya kulaklarını kapatmaya çalıştı ama iki eli de bağlıydı.
-Hmph, bir de kendine kral diyorsun. Bak bize ne yaptın.
-Chuuya, sen…
“Kes sesini! Madem çok istiyordunuz siz kral olsaydınız ya! Tüm gücümü sizin için kullandım!” Chuuya artık dayanamıyormuş gibi bağırdı. “Gücü sikeyim! Bu gücüm olmasaydı hala beraber-”
Yine elektrik şoku verildi. Chuuya’nın beyninden ışık akımları geçti.
Aklının diğer bir kenarında, yaşanması imkansız bir manzarayı gördü.
Koyun henüz dağıtılmamıştı. Hala beraberlerdi. Chuuya aralarında önemli birisi değildi. Yeteneği yoktu. Ne güçlü, ne kral olan ne de ilgi odağında olan tamamen normal bir üyeydi. Diğerleriyle hoşça sohbet eden, Koyunun sıradan bir üyesiydi.
“Ben…”
Vizyon kayboldu, arkasında yara bere içinde kalmış kanlar içindeki Chuuya’yı bıraktı. Sonra sessizleşti.
Chuuya başını öne eğdiğinde, bir sonraki halüsinasyonun ayaklarına yansıdı.
“Arkadaşların ve sorumlu olduğun yoldaşların seni delirtiyor. Sence neden, küçük kardeşim?”
Chuuya yavaşça yüzünü kaldırdı. Karşındaki kişinin gelmesini bekliyor sayılırdı.
“Demek sıradaki sensin…”
“Doğru, olmam gerektiği gibi. Buraya kadar aynı yolu ben de yürüdüm, sorularını benim cevaplayacak olmam gayet doğal.” Halüsinasyon siyah şapkasını düzeltti.
“Sorum…” dedi Chuuya. “Söyle bana, hatam neydi? Nerede yanlış yaptım?”
Önündeki halüsinasyon, Verlaine, biraz kederli bir ifade takındı.
"Başından beri." Bu cevabı verirken Verlaine'in gözleri samimi ve yalandan arınmıştı. “En başından beri, doğumun bir hataydı. Aynı benim gibi."
Daha en başından varlığım hataydı.
Chuuya’nın yumruğu titredi. Böyle bir şeyin yaşanması haksızlık değil miydi? Onları affetmek zorunda mıydı?
“Hayır, yaptıkları affedilemez. Orası kesin. Gereken hükmü vermenin zamanı geldi.”
“Onlar…”
“Bu kadar katlandığın yeter.” Verlaine’in sesi nazik çıkıyordu. “Tüm sorumluluklarını yerine getirdin. Artık sıra onlarda. Onları sorumlu tut. Ancak bu sayede nihayet adaleti sağlayabiliriz.”
“Haha… onları sorumlu tutmak istiyorum.” Chuuya’nın kuru gülüşü direkt kendisine hitap ediyordu. “Onları parçalarına ayırmak istiyorum ama imkansız. Buradan çıkamam. Acı ve çaresizlik içinde öleceğim.”
“Ölmene izin vermem.”
Verlaine Chuuya’nın önüne yürüdü ve kazıkları çıkardı.
Chuuya taş kesilmişti.
Verlaine tüm kabloları çıkardı ve yerçekimiyle ezdi. Kollarının etrafındaki dikenli telleri ve sırtındaki tüpü de çıkardı.
“O araştırmacıyı öldüreceğim.” Verlaine Chuuya’yı tüm kısıtlamalarından kurtarıp yaralarını inceledikten sonra ayağa kalktı. “… öncesinde de planladığım gibi. Burada oturmakta serbestsin. Ama hayatındaki kargaşadan onları sorumlu tutmak istiyorsan…”
Verlaine elini Chuuya’ya uzattı.
“Benimle gel.”
Chuuya elini tutmadı, sanki garip bir şey görmüş gibi öylece bakakaldı.
“Neden…?”
“İlk tanıştığımızda da söylemiştim. Seni kurtarmak istiyorum.”
Bunları söylerken Verlaine gülümsedi. Bir ajanın ya da suikastçılar kralının gülüşü değildi. Genç bir adamın samimi gülüşüydü sadece.
“Öfkelen, Chuuya. Öfkelen, bu zalim dünyaya öfkelen. Seninle oynayan bilim insanlarına öfkelen. Bu öfken hayatını geri kazanmana yardımcı olacak. Hayatını geri alacak mısın Chuuya, yoksa numaralandırılmış deney faresi olarak yaşamaya devam mı edeceksin?”
Konuşmak istemiyorum.
Öfke kanında kaynayarak kaslarını ısıttı. Chuuya güçlükle Verlaine’in elini kavradı ve ayağa kalktı.
“Gidelim, kardeşim.” Verlaine, Chuuya’nın bedenini kaldırırken gülümsedi. “N’yi öldür ve ruhunu bu mantıksız dünyadan geri kazan.”
 …
 Üzerime kurşunlar yağıyordu.
Ön kolumdan darbeye dayanıklı kalkanımı çıkardım. Şemsiyeye benzer kalkanın yüzeyi ısı ve darbeye dayanıklı süper alaşımla kaplıydı ve saldırıların çoğunu savuşturabilirdi. Arahabaki’nin yüksek enerjisine dayanması için özellikle tasarlanmıştı.
Metal zarflı mermiler kalkanımın yüzeyine çarptı ve geri sıçradı. Mermilerin üçü kalkana saplandı, kinetik enerji yüzünden alaşımları soyuldu. Ancak kalkanımdaki hasar minimum düzeydeydi.
Kalkanım hala yükseliyorken askerlerin silahlarının üstüne iki kez zıpladım. Gardiyanın arkasındaki duvara iner inmez geriye sıçrayarak sırtına çarptım.
Sensörlerim kaburgalarının kırıldığını tespit etti. Biri gitti.
Askerin üstüne basarken uzun bacaklarımla diğer askere çelme takarak düşürttüm. Parmağımdaki iğneyi düşen askerin boynuna sapladım, uyuşturucu enjekte ettim. Böylece ikincisi gitti.
Fakat diğer ikisini etkisiz hale getirmem için gereken süre üçüncü askerin ateş etmeye hazırlanması için yeterliydi.
Üçüncü asker silahını bana doğrulttu. Ellerimin ikisi de yerde olduğu için bedenimin ağırlığı yüzünden kolumdaki kalkanı kaldıramadım. Alabileceğim önlemleri yüksek hızda taradım ancak hiçbiri zamanında yetişmiyordu.
Bir şey yapmama gerek kalmamıştı.
Asker, aniden yere yığıldı.
Bedeni elektrik çarpmasının patlayan sesiyle sarsıldı ve silahını düşürdü. Birkaç saniye süren ıstırap dolu seslerden sonra tüm gücünü kaybederek yere düştü.
Kılımı dahi kıpırdatmamıştım.
Askerin ardındaki koridordan kurtarıcım gözüktü.
Burada görmeyi beklediğim son insandı.
“Ne sıkıcı…” dedi, normalde isyanları dağıtmak için kullanılan şok tabancasını bırakarak. “İnsanlar, elektrik kullansam da ölüyor kullanmasam da. Bıktım artık.”
“Sen… Liman Mafyasındansın.”
Dazai Osamu.
Chuuya-sama’yı Liman Mafyasına sürükleyen çocuk.
“Tanıştığımıza memnum oldum Dedektif-san. Chuuya nerede?”
Chuuya-sama ile aynı yaşta olan çocuk sordu, şok tabancasını umursamazca bir kenara attı.
“Chuuya-sama…”
“Çoktan yakalandı mı? Yoksa onu kurtardığın sırada mı geldim?” Dazai-san hareketsiz askerin üzerinden atlayıp bana doğru yürüdü. “Öyle eğlenceli olmaz ki. O zaman Chuuya’nın işkence görmesini ve iki gözü iki çeşme ağlamasını kaçırırdım.”
“İşkence mi? Chuuya-sama’ya mı?”
Yakalanan Chuuya-sama işkence mi görüyordu? İhtimal vardı. Ama bu çocuk bunu nereden biliyordu? Neden buraya gelmişti?
Dazai-san’ın etkisizleştirme yeteneği Verlaine’e karşı yapacağımız savaşta kesinlikle koz sağlardı. Verlaine bu yüzden Dazai-san ile iletişime geçse bile belli ki çocuk yakalanmamıştı. O zaman neden buraya gelmişti?
“Neden buraya geldim mi diye soruyorsun? Anlatayım. Planın parçası olduğu için geldim. Ne planı diye soracaksın. Anlatayım. Her şey. Baştan sona her şey, Verlaine olayı başından beri avucumun içindeydi. Ne demek istiyorsun diye soracaksın.”
Dazai-san'ın sözlerini daha iyi anlamak için işlemcim bu bilgiyi analiz etmeyi birinci öncelik haline getirdi. Ancak Dazai-san'ın düşünme hızı çok daha hızlıydı. Ayak uydurmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum.
“Anlatayım. Her şey, harfi harfine her şey, Verlaine’in hedeflerinden tut da Dedektif-san’dan Araştırmacı-san’a kadar, hepsi Verlaine’e verdiğim istihbarat sayesindeydi. Yani suikast planının protokolü ayrıca benim planımın protokolüydü. Şimdi de ‘Neden böyle bir şey yaptın?’ diye soracaksın.”
Dediği gibi, sıradaki sorum buydu. Anlattıklarına göre yüksek ihtimalle Verlaine ile iş birliği yapmıştı. Dedektif-san’ın ölümü, Chuuya-sama’nın tatsız durumu –hepsi Dazai-san’ın eli altından çıkmış olabilirdi. Yani ihanet söz konusuydu. Biraz sonra anlattıklarına bakarak bir kez daha savaşmaya devam edebilirdim.
Ama Dazai-san’ın son cevabı beklentilerimi aştı.
“En yüksek suikastçı hedefine ulaşmadan önce zaman kazanmak içindi. Son hedefi Liman Mafyası patronu, Mori Ougai. Mori-san aslında ilk öldürülen olacaktı ama istihbaratları değiştirerek onu listede sonuncu yaptım. Kazandığım zaman sayesinde ters suikastı neredeyse bitti. Ama son dokunuşları yapmamız gerek.”
Dazai gülümsedi ve ayağa kalkmama yardım etmek için elini uzattı. Her şeyi bir bilgenin gözüyle görmüş, sanki dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir yere bakıyor gibiydi.
“Bu gidişle Chuuya, N’yi öldürecek ve bunu yaparsa artık insan olmayacak. Ama Chuuya’nın insan olarak acı çektiğini görmek istiyorum. Bu yüzden onu durduralım.”
 …
 Dünyanın sonunun getiren bir felaketin geldiğini işaret eder gibi, güvenlik alarmları yankılandı.
Kırmızı acil durum ışıkları yanarak tesisin manzarasını tamamen değiştirdi. Sanki canavarın karnının içindeydik.
Genel personele yönelik telsiz alarmları, tüm hatlarda art arda çalıyordu.
İzinsiz giriş. Tüm iç istihbarat personelleri belirlenen belgeleri imha etsin ve derhal tesisi tahliye etsin. Saldırı timi, en iyi ekipmanlarınızı kuşanın. Bu bir tatbikat değildir. Bu bir tatbikat değildir.
Personelin duyması için gürültülü alarmlar vermeye devam ettim.
Bayılmış Shirase-san'ı bir malzeme deposuna kilitledim, kapıyı kapattım ve elektronik kilide bastım.
“Kilidi, sürekli değişen bir şifreleme anahtarı kullanarak değiştirdim. Bir süre Shirase-san’ı güvende tutar.”
“İyi iş çıkardın. Sırada Chuuya var.”
Dazai-san, artık Shirase-san umurunda değilmiş gibi yürümeye başladı.
“Bekleyin lütfen, Dazai-san.” Arkasından seslendim. “Az önce Chuuya-sama’dan insan olarak bahsetmiştiniz. Chuuya-sama’nın insan olup olmadığını biliyor musunuz?”
Gerçeği bildiğine dair garip bir umut besliyordum. Herhangi bir dayanağım olmasa da içime doğmuştu. İnsanların makinelerin sezgileri olmadığını ya da makinelere aniden ilham gelmediğini düşünmeleri kibirli bir davranıştı. İnsanların yapabileceği her şeyi ben de yapabilirdim.
“Bilmem.”
Dazai-san tereddüt etmeden konuştu. Ancak gözleri bir şeyi düşünür gibi hafifçe kısılmıştı. “N de Verlaine de Chuuya’nın insan olmadığını söyledi. Ben bu fikre katılmadığım için bu defteri, ‘Rimbaud’un Notları’nı okudum. Tüm olayın bu defter yüzünden başladığını da söyleyebilirsin.”
Dazai bunu söylerken cebinden eski, deri ciltli bir defter çıkardı.
Rimbaud’un notları!
Hemen tuttuğu defteri analiz ettim. Gerçek miydi? Olabilirdi.
Rimbaud’un notları, artık hayatta olmayan yetenekli casus Rimbaud’un gizlice yazdığı bir tür günlüktü. Dünya Savaşında yaptığı görevlerle ilgili istihbaratlar içerdiğinden devlet sırrıydı ama var olduğu dedikoduları dolaşsa da keşfiyle ilgili hiçbir bilgi bulunmuyordu.
“Nasıl bulabildin?”
“İstediğin gibi öğrenmeye çalışabilirsin ancak ne olursa olsun sana yalnızca yalan söyleyeceğim. Ne de olsa ben yalancının tekiyim.”
Dazai-san'ın yüzünde esrarengiz bir gülümseme vardı. Yalan algılama sensörü kullandım ama yanıt alamadım. Hayati değerleri değişmiyordu ve neredeyse uyuyan bir insanınkiyle aynıydı. Çıktı değerleri son derece normaldi ve bu, bu tür bir durumda dahi anormaldi.
Kimdi bu çocuk?
“Çay patisi yapıp konuşacak vaktimiz yok. Önce Chuuya’yı bulalım.” Dazai-san dalgın bir şekilde ensesini ovuşturarak konuştu.
“Onu nasıl yapacağız?”
“Chuuya’yı bulmak hep kolay olmuştur.” Dazai-san hiçliği ve her şeyi görebiliyormuş gibi gülümsedi. “Gürültü nereden geliyorsa Chuuya da oradadır.”
 …
 Patlama sesiyle duvar parçalarına ayrıldı.
Chuuya enkazın toz bulutunun içinden gülle gibi çıktı. Havayı kesmesinin şoku, toz bulutunun dağılmasını geciktirdi.
Önünde tesisin savunma birimi vardı. Silahlarla kuşanmışlardı ve tüm hazırlıkları düzenle tamamlıyorlardı.
“Taktik departmanı konuşuyor! Zakuro Saldırı Timi doğu geçidinde tetikte olsun! Warabi Muhabere İstihkam Müfrezesi, batı geçişini patlatarak çıkışları kapatın! İstihbarat Departmanının kaçması için zaman kazanın! Hemen-”
Devamını getiremedi.
Chuuya dizini kullanarak komutanın gövdesine vurdu ve asker, uçup giderken iki büklüm kaldı.
Yaklaşık sekiz asker aynı anda silahlarını hazırladı. Bu askerler elit sınıftandı ve gizli askeri tesislerde gardiyanlık yapıyorlardı. Seviyeleri, askerinin ekipmanına ya da yemeğine bekçilik yapan gönüllü askerlere kıyasla çok daha yüksekti. Bu tesisi korumak için silah kullanmakta ustalık sergileyen, fiziksel gücü kuvvetli, zihinsel konsantrasyonu yüksek ve savaşmaya niyetli bir avuç askere izin verilmişti.
Ama yalnızca insanlara karşı savaşmakta becerikliydiler. Rüzgâr gibi uçan ve üzerlerine bir aracın ağırlığıyla saldıran insan büyüklüğünde bir canavara karşı savaşmayı beklemiyorlardı.
“Daha fazla ilerlemesine izin vermeyin! İleride panik odası var! İstihbarat departmanının yetkili memurları kaçana kadar hayatınız pahasına savunun!”
Chuuya alçak irtifada ateş eden askerlerden birine çarptı. Asker, ağaçtaki bir yaprak gibi uçup gitti. Chuuya diğer bir askerin karnına tekmeledi, geri tepmeyi kullanarak sıçradı ve askerin diğer tarafına bir tekme daha indirdi.
Asker, sanki bir bilardo istekasıyla vurulmuş gibi odanın duvarlarından sekti. Saniyeler içinde koridor, sükunetin ve ölümün hakim olduğu sessizliğe döndü.
Chuuya, umursamaz bir tavırla yere düşen askerlerin üzerinden atladı ve elini panik odasının kapısına koydu.
Açılmıyordu. Kapı eline ağır geliyordu. Elektronik olarak kilitlenmişti.
Chuuya kırmak için kapının kilit mekanizmasına yüksek kuvvetli yerçekimi uyguladı. Ama kapı açılmadı. Zehrin etkileri yüzünden yeteneğinin gücünü de arttıramazdı.
“Odaklan.” Yok yerden ortaya çıkan Verlaine kollarını çaprazlayarak kapının yanındaki duvara yaslandı. “Zehirlenmişsen n’olmuş yani? Sen dünyanın sonunu getirecek canavarsın. Yeteneğini geri al. O kötü adamı parçalamak istiyorsan, yap şunu.”
“Bili… yorum…”
Chuuya iki elini de kapıya yerleştirdi ve dişlerini sıktı. Yeteneğinin çıkış gücünü arttırdı.
Rakibi ajanların saldırabileceğini göze alarak tasarlanmış patlamaya, kimyasallara, yeteneklere dayanıklı bir kapıydı. Kapıyı pek çok türde yetenekle parçalamak şöyle dursun, çatlak dahi bırakamıyordu.
“Odaklan. Canavara boyun eğdirtmek için iradeni kullan. Yoksa ölürsün.”
Uzay deforme oldu. Giysileri yavaşça dalgalanmaya başladı.
Yeteneğinin ışığı, Chuuya’nın yumruklarında toplandı.
 …
 Burası neresi?
Shirase gözlerini açar açmaz ilk bunu düşündü.
Silah ve ekipman deposundaydı. Uzuvlarını esnetmesine yetecek kadar geniş olmasına rağmen burnunun ucunu göremeyecek kadar karanlıktı.
“Chuuya? Adam?”
Seslense de cevap alamadı. Etrafta kimsenin olduğuna dair hiçbir işaret yoktu.
Hayır, bekle, kilidin dışında işaretler vardı.
İleri geri koşuşturan panik sesleri ve acil durum hakkında bilgilendirme yapan alarm sesi duyuluyordu. Telaşlı sesin, düşmanların içeri sızdığını ve araştırmacı olmayan personellerin tahliye edilmesi gerektiği gibi şeyler söylediğini duyabiliyordu. Tesiste sorun çıkmıştı sanırım.
Tesis… Doğru ya, şimdi hatırladım.
Shirase ayağa kalktı. Askeri araştırma tesisine davet edilmişti ve alt kata indirilmişti. Sonra aniden nefes almakta zorlanarak bayıldı.
İleriden silah sesleri duyuluyordu. Ve şimdi bu sıkışık alanda kapana kısılmıştı.
Arkada bırakılmıştı.
Terk edilmişti.
“Sikeyim böyle işi! Hey, Chuuya! Nereye gittin?! Çıkar beni buradan!”
Tüm gücüyle kapıyı tekmeledi ve kolayca açıldı. Kapının açılacağını düşünmeyen Shirase o kadar şaşırdı ki hemen kapıyı kapattı.
Kapıyı bir kez daha sinsice açtı ve çevresini kontrol etti.
Birbirlerine benzeyen karanlık saklama dolapları sıralanmıştı ve şu ana kadar kimseyi görmemişti.
Dolaptan çıktı ve ayağa kalktı. Ayağa kalkar kalkmaz baş dönmesiyle dizleri üstüne çöktü.
Düşmeden önce nefes alıp vermenin ne kadar zor olduğunu ve göğsünün nasıl ağrımaya başladığını anımsadı. Muhtemelen zehir yüzündendi. O piç adamlar muhtemelen beni kendilerine yük gördükleri için zehirlediler, sonra beni arkalarında bırakarak kaçtılar.
Ellerini kapayıp açtı. Bilinci netti ve hareketinde sıkıntı yoktu. Öyleyse böyle bir yerde sabırla beklemesi için bir neden de yoktu.
Neyse ki araştırmacıların kullandığı birkaç laboratuvar önlüğü duvarda asılıydı. Kalkıp bir tanesini üzerine geçirdi, alarm sesinin saldırıda görevli olmayan tüm personelin kaçması gerektiği sözlerini hatırladı. Kaçan bir araştırmacı gibi davranırsa kolayca çıkabilirdi.
Ama Chuuya hayatta böyle bir şey yapmazdı. Güvenlik söz konusu olduğunda en uyanığı oydu, bu yüzden kalabalıkta sıvışmak gibi bir şeyi asla yapmazdı. Tehlikede olabilirdi.
Ben kimim ki onun için endişeleniyorum? Chuuya’yı kurtarmak için bir nedenim var sanki. Hayır, hiçbir sebebim yok.
 …
 “Belgeleri yok edin! Bize biraz zaman kazandırmak için 8. tahliye yolu dışındaki tüm gücü kapatın!”
N bağırıyordu.
Araştırma tesisinde bulunan pek çok panik odasından birinin içindeydi. Trene benzeyen uzun, dar bir odaydı ve acil durumda ihtiyaç olunabilecek iletişim araçları, besin, elektrik jeneratörü ve kurşungeçirmez yelekler gibi her şeye sahipti. Odanın arkasında tek seferde tek kişiyi taşıyabilen bir asansör bulunuyordu.
N, iletişim cihazıyla tüm birimlere emirler veriyordu. Aynı zamanda diğer elinde tuttuğu zincir demetini güç kaynağına bağlayarak girişe taşıdı.
“Taktik departmanı kontrol odası bize olabildiğince zaman kazandırmak için çatışmaya girmelerini bildiriyorum! Merkez üstteki Amiralle iletişime-”
Giriş patladı.
Kapı N’nin burnunun ucundan geçip duvarı parçaladı.
“Oğlundan kaçan fantastik baba değil mi bu?”
Girişte Chuuya duruyordu. N'ye dik dik bakarken tüm vücudu öfkeyle kabarıyordu.
“Eeh!”
N tuttuğu zincirleri düşürdü. Sırtını duvara dayadı ve birkaç adım geri çekildi.
“Neye hazırlanıyordun? Ölümüne mi?”
“B-bekle! Başka seçeneğim yoktu! İş için yaptım! Bir kez olsun seni incitmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim!”
“Öyle mi? Yazık olmuş.”
Chuuya tehditkar adımlarıyla N’ye doğru yürüdü. Chuuya’nın ileriye attığı her adımla N titreyen bacaklarıyla geriye gidiyordu.
Verlaine kollarını birbirine geçirmiş girişte duruyor, odadaki manzaradan yüzünde bir gülümsemeyle keyif alıyordu.
Chuuya’nın ayakları altına bir zincir düştü. N’nin az önce bir şey hazırlarken kullandığı zincirdi. Chuuya zinciri eline alarak inceledi.
Zincirin sivri bir ucu vardı ve içi kalın tellerle örgülüydü. Chuuya’ya işkence ederken kullandığı elektrikli kazıktı.
“Az önce karnıma sapladığın şey bu muydu? Anladım… beni pusuya düşürmek ve yine bu şeyleri saplamak için tuzak kuruyordun.”
“Ş…şey…”
Chuuya zinciri çekti. Odanın köşesindeki güç kaynağına bağlı iki zincir daha vardı.
“Açık açık söyleyeyim, deli gibi acıttı. Hiçbir şeyin acısı bununla kıyaslanamaz. Umarım hissettiğim ıstırabın yüz kat beterini çekersin.” dedi Chuuya zincirlere bakarken.
Chuuya gözlerini N’den ayırdığı sırada adam, odanın arkasındaki asansöre doğru ilerlemeye başlamıştı.
Zincirin ucu kıyafetlerini parçaladı.
“Kaçma.” dedi Chuuya. Sesi nefret doluydu. N’nin kıyafetlerine doğru atılan zincir, giysilerini arkasındaki duvara sabitlemişti. Chuuya zincirin ucunu yavaşça N’nin yanındaki zemine çevirdi.
N’in kıyafetleri duvara saplı olduğundan bir sonraki zincirden paçayı sıyıramazdı.
“Bekle… yaptığın şey yanlış!”
“Onu dinleme Chuuya.” Kapının yanındaki Verlaine sıkılmış bir tavırla parmaklarına bakıyordu. “Bu tip insanlar hayatta kalmak için birden yüze kadar yalanlar sıralar. “
Chuuya gözlerini kıstı. Gözlerindeki kana susamışlık yakut kırmızısı güzel bir renkle parıldadı.
“B-bekle! Yemin ederim yalnızca iş için yaptım, başka hiçbir sebebim yoktu!”
“Ah, yalnızca işti demek.” Chuuya N’ye daha da yaklaşırken konuştu. “İş için isteğim dışında ruhumla oynadın. İş için diğer beni kilitleyip öldürdün. İş için varını yoğunu ortaya koydun. Senin gibi pislikler midemi bulandırıyor. Madem iş için her şeyi yaparsın, o zaman işin için öl.”
Chuuya, tuttuğu zincire yerçekimi gücünü uyguladı. Kazığın ucu yükseldi.
 …
 Dazai-san ile birlikte koridorda ilerledik.
“Chuuya’nın insan olduğunu gösteren bir kanıt yoktu ama olmadığını gösteren bir kanıt da yoktu.” dedi Dazai yürürken. “Verlaine bir yabancı, tabiri caizse Chuuya’yı çalmak isteyen bir yabancı. Chuuya’nın insan yapımı bir yetenek olduğunu direkt onaylamış değil ya. N ise, yalan söylüyor olabilir.”
N-shi yalan mı söylüyordu?
“Neden yalan söylesin ki?”
“Kim bilir? Ama usta bir yalancı, yalan söyleme nedenini dahi saklar ve o adamda iyi bir yalancı tipi var. Haksız mıyım?”
Dazai-san gülümsedi. Gülüşünde donuk bir haz saklıydı.
Ama doğruluk payı da vardı. Labarotuvara girdiğimden beri denk geldiğim her insanın hayati değerlerini tarıyordum. Kızıl ötesi görüşleri, kalp atışları, karbondioksit salım hacimleri, göz bebekleri ve terleme hacimleri… buna elbette N-shi de dahildi ancak bize ihanet etmeyi planladığına dair hiçbir işaret bulamamıştım.
Chuuya sama yapay bir insan olabilir de olmayabilir de.
İhtimal yarı yarıyaydı.
Önüme dönerek hızımı %40 arttırdım.
Olasılık 50/50 ise, Chuuya-sama N-shi’yi öldürmemeli.
Yoksa bir daha toparlanamayabilirdi.
 …
 Havada uçuşan zincirler it dalaşına katılan bir köpeğin kaçmak üzereyken çıkardığı sese benzer bir sesle çınladı.
“Hemen bitecek.”
Chuuya zinciri kavramak için çekti. Zinciri sanki halat çekme oyunuymuş gibi yan pozisyonda tuttu. Tutuşunu biraz bile gevşetse zincir roket gibi uçacaktı.
Kazığın keskin ucu N’ye doğrultulmuştu ve kıyafetlerine saplı zincirler yüzünden kaçacak yeri kalmamıştı.
“Yap, Chuuya.” Verlaine kollarını çaprazlamıştı ve ıslık öttürür gibi neşeli bir tonda konuştu. “O yerçekimi gücünün birazını bile kullanırsan onu bıçaklar bıçaklamaz bedeni anında patlar. Hemen biter. Değil mi Araştırmacı-san?”
“Bekle Chuuya-kun! Yarın yine gel, bunu yaptığına pişman olacaksın!”
“Yarın ne olacağı belli değil.” Chuuya’nın gözleri kana susamışlıkla kısıldı. “Hep istediğini yaptın. Korumak istediğin insanları korudun ve sevmediklerini yıktın. Bugün de farklı olmadı.”
“Bekle! Uzak dur!”
 …
 “Geldik, panik odası!”
Koridordan döner dönmez Dazai-san bağırdı. Bakışlarını takip edip koridorun sonundaki kapıyı fark ettim. Kapının etrafında yenilmiş onlarca gardiyan vardı.
“Ben önden gidiyorum!”
Dazai-san'ı geride bırakarak güvenlik görevlilerinin oluşturduğu yığının üzerinden tek sıçrayışta atladım. Kapının önüne indim. Vakit kaybetmeden kapının girişine dokundum ve kilit açma kodunu aradım. Doğru kodu bir, iki, iki saniye içinde girdim.
Kapı a��ıldı.
“Chuuya-sama! N’i öldürmemelisiniz!”
Otomatik kapının açılma hızına sabrım yetmeyince panik odasına koştum. Gözlerimi açtım.
Oda boştu.
Ne kimse ne de birisinin olduğuna dair bir işaret yoktu.
Zemini tarayıp ince bir toz tabakası buldum. Oda sanki yıllardır kullanılmamıştı.
Burada değildi.
Çok geç kalmıştık.
 …
 “Yarın ne olacağı belli değil.” Chuuya’nın gözleri kana susamışlıkla kısıldı. “Hep istediğini yaptın. Korumak istediğin insanları korudun ve sevmediklerini yıktın. Bugün de farklı olmadı.”
Zincirde, çekilmiş bir oka benzer muazzam bir güç depolanmıştı.
Ve o ok, her an fırlayabilirdi.
“Bekle! Uzak dur!” N ellerini kaldırıp haykırdı. Yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Chuuya’nın zinciri kavrayışı gevşedi.
Koca bir evi yıkabilecek gerginliği taşıyan zincir serbest bırakıldı.
Ses hızından daha hızlı bir şok dalgası yaratılırken gök gürültüsüne benzer kükreyiş odayı sarstı. Zincir inanılmaz bir hızla uçarak hedefini en ufak sapma olmadan deldi.
Direkt-
Verlaine’in göğsüne isabet etti.
“Ugh… Ne…”
Zincirin deriye temas noktasından kan sıçradı. Verlaine yalpalamıştı. Yerçekimi kontrolüyle zincirin hızını yavaşlatsa da ucu hala göğsünün derinliklerine saplanmıştı.
Chuuya, üst bedenini Verlaine’e çevirdi. Zinciri bıraktığı anda uçuş yönünü değiştirmek için vücudunu çevirmişti.
“Sütten çıkmış ak kaşık gibi konuşma, Verlaine. Doğru, bu araştırmacı iğrenç şeyler yaptı ama sen de Pianoman ve diğerlerini öldürdün.” Chuuya göğsünü yumrukladı. “Tam burada canları yanıyor. Ve ateşleri sönene kadar istediğimi yapmam imkânsız. Yapılması gerekeni yapıyorum. Ben de böyle birisiyim işte.”
Tumblr media
“Chuuya… Piç herif…!”
Verlaine kazığı tutup çıkarmaya çalıştı. Ama Chuuya odanın arkasına Verlaine’den daha hızlı koşup kazığın kaldıracını indirdi.
Maksimum çıkışa ayarlanan elektrik akımı parlayan bir ejderhaya dönüşerek zincirlerden geçti, Verlaine’e çarptı.
“Aaaaghh!”
Elektrik, Verlaine’in vücudunda yayıldı. Verlaine fiziksel saldırılara ve silahlara karşı dayanıklıydı ama Chuuya gibi, düşmanı elektrik olunca çaresizdi.
“Yapılması gerekeni… mi yapıyorsun?” Elektrik bedenini yakarken kazıkları kavradı. “Neden anlamıyorsun? Yapman gereken hiçbir şey yok! Yaşamak istediğin hayatı yaşa ve kırmak istediğin şeyleri kır! Yapmamız gereken tek şey vardı, o da asla doğmamaktı!”
Verlaine titreyen parmaklarında güç topladı ve kazığı yavaşça çıkardı.
“Kapa çeneni.” Gözleri kararlılıkla parlıyordu. “Belki bu söylediklerin senin için geçerlidir ama fikirlerini bana dayatmaya çalışma. Ben öyle düşünmüyorum.”
Gözlerinin diplerinde gölgeler parıldadı.
Koyundaki arkadaşları…
Liman Mafyasındaki arkadaşları…
Azmi gözlerinde ışıldıyordu. Ancak çeşitli savaşları görüp geçirdikten ve vedalar ettikten sonra elde edilebilen güçlü ve insancıl bir kararlılıktı.
“Ayrıca bir şey hakkında tamamen yanılıyorsun.” dedi Chuuya. “Doğmam mı hataymış? Hayatta o boktan Dazai’nin düşündüğü gibi düşünmem!”
Verlaine kazığı çıkarıp bir kenara fırlattı.
O sırada Chuuya ileri atıldı.
“Chuuyaaaa!”
“Verlaaaaine!”
Verlaine yumruk attı. Chuuya aynı hızla yumruğa karşılık verdi.
Yumrukları çarpıştı, siyah bir patlamayla oda aydınlandı.
 …
 “Tesisin kendini imha etme sistemi çalışıyor. Tesisin %68’inde elektrik kesintisi var. Kalan sistemler kapanmadan önce Chuuya-sama’yı bulmalıyız.
İletişim cihazlarının birisine bağlanarak tüm tesisin sistemini hacklemeye çalışıyordum.
Chuuya-sama’nın izini kaybettiğimiz için elimden bir tek bu geliyordu. Tek çaremiz panik odasının terminalini kullanarak güvenlik sistemini hacklemek ve savaşın nerede gerçekleştiğini belirlemekti.
Tahliye odasının doğası gereği güvenlik sistemine bir hat çekilmiştir böylece tahliye edilen VIP kişi, komutayı devralabilir. Fakat gizli bir askeri hatta olduğumuzdan güvenlik sıkıydı ve tesiste elektrik kesintisi olduğundan bağlantı merkezi görevi görmesi gereken terminallerin hatları kesilip duruyordu. Asma köprüyü geçmek istiyorduk ama tahtalar birbiri ardına kırılıp düşüyordu.
“Önce yakıt dağıtım sisteminin kontrolünü al.” dedi Dazai-san. Döner sandalyeye otururken ellerini başının arkasına dolamıştı. “Personeller tesisi boşalttıktan sonra kanıtları yok etmek için araştırma materyalleri eninde sonunda burada yakılacak. Bu yüzden yakıt destek sistemi sonuna kadar açık kalacaktır. Yakıt sistemini dayanak noktası olarak kullanarak tüm tesisin kontrolünü ele geçir.”
“Anlaşıldı.”
Yaşam destek, güvenlik ve hafıza depolama sistemi gibi diğer ana sistemlere kıyasla yakıt destek sisteminin kontrolünü ele geçirmek daha kolaydı. Oradan, güvenliği ihlal edilen işlemciyi kullanan sistemlerin geri kalanına durdurma komutu verir ve menzilimizi daha da genişletirdik.
“Acaba her şey yoluna girecek mi?” Sisteme karşı savaşırken yüksek sesle konuştum.
“Ne yoluna girecek?”
Dazai-san bana baktı.
“Verlaine. Chuuya-sama’yı bulduğumuzda Verlaine’in bizle savaşmak için beklediğinden eminim. Acaba ona karşı kazanabilecek miyiz?”
“Kim bilir?” Dazai bariz bir ilgiyle cevap verdi. “Tabii ki kazanmanın bir yolunu bulabilirim ama öylece ölürsek Verlaine bunu zafer saymaz. Verlaine hakkında söyleyebileceğim tek bir şey var.”
Daza-san ellerini indirdi ve bir makineden daha mekanik gözleriyle bana baktı.
“Bu dünyada birebir savaşta Verlaine’i yenebilecek kimse yok.”
 …
 Küçük odada fırtınalar kopuyordu.
Yumruklar patlayıcı güçle çarpışıyor, minyatür güneşler birbiri ardına oluşup kayboluyordu. Yerçekimi yerçekimiyle çarpıştı, normale dönmeden önce uzayı deforme etti. Şok dalgaları odada kol geziyor, masaların düşmesine ve elektronik cihazların duvarı yıkmasına sebep oluyordu.
“Elinden gelen bu mu, Chuuya?”
Verlaine bağırdı. Yumruğu duvarı sıyırdı, kırdı ve portakal soyar gibi soydu.
Chuuya, ölümcül göktaşları sürüsünün yanından sıyrıldı ve alçaktan bir tekme attı. Verlaine savunmak için yerçekimini toplasa da yarı yolda Chuuya yönünü değiştirdi ve gövdesine delici bir tekme attı.
Verlaine acıdan inledi fakat solgun Chuuya'ya bir darbe indirmeyi başardı.
Verlaine beş parmağını da Chuuya’nın yüzünü kavramak için kullandı.  Tekmeden gelen momentumdan dolayı hasardan kaçamadı. Verlaine Chuuuya’yı kaldırdı ve karşı saldırıya geçemeden duvara fırlattı.
Duvarda dairesel çatlaklar açıldı.
Chuuya acı içinde haykırırken Verlaine’in elini yüzünden çekmek için uzandı ama ellerinde yalnızca boş havayı hissedebildi. Yüzünü tutan el artık yoktu.
Sonra Verlaine Chuuya’yı tekmeledi.
Arkasındaki duvar yıkılmıştı. Duvar ile tekme arasında sıkışan Chuuya, kendisine büyük bir araç çarpmış gibi hissetti ve kan kustu. Etkiyi azaltmak için Verlaine’in arkasına atlayamadı bu yüzden darbenin etkisi şimdiye kadar aldıklarının en kötüsüydü.
Duvar yıkıldıktan sonra Chuuya karşı odaya uçtu ve o odanın sonra bir diğer odanın duvarına çarptı. Verlaine'in gözünden kaybolan Chuuya, tek bir tekmeyle iki oda ileriye taşındıktan sonra toz duman ve molozlarla kaplanmıştı.
Verlaine bacağını indirdi ve yaralarını kontrol etti. Kazığın girdiği yerden kan akıyor, kıyafetlerini lekeliyordu. Yarası derindi.
“Anlamıyorum, Chuuya.” Verlaine ellerindeki kana bakıp kaşlarını çattı. “Tartışmamızın bir manası olmamalı.”
Gözleri, yere düşen metal bir levhaya ilişti. Devrilen masalardan birisinin üstündeki koyu gri tepsiydi. Levhayı ayağıyla itti, havada asılı tuttu ve sonra tekmeledi.
Metal levha duvardan kaçmaya çalışan N’nin gözleri önünde havayı kesti.
“Aah!”
“Kaçabileceğini mi sandın?”
Verlaine N’yi boynundan tutup kaldırdı. Hafifçe duvara dayadı.
“Ne olursa olsun bugün hayatta kalamayacaksın.” Verlaine’in gözlerinde bugüne kadar görülmemiş bir ışık yandı. Öfkeliydi. “İçinde herhangi bir karanlıktan daha kötü bir kötülük olduğunu görüyorum.”
N'nin yüzü bir gülümsemeyle seğirdi ve boğuk bir sesle, "Senin gibi bir kiralık katil mi... bunu bana söylüyor?"
“Bazen yaratmak öldürmekten daha beter olabilir.”
Verlaine parmaklarını sıkıştırdı ve yerçekimi etrafı sarmaya başladı.
“B-bekle! Beni dinle!”
“Yok, kalsın.”
Verlaine boğazını sıktı. Her türlü kütleyi ezebilecek bir süper yerçekimi, N'nin boynunu paramparça edecekti ki-
N haykırdı.
“Ölürsem kendin hakkındaki sırları da kaybedersin!”
Verlaine’in parmakları durdu.
Zaman geçti. Bir saniye, iki saniye… ikisi de tek kelime etmedi. Verlaine hareketsiz kaldı, gözünü dahi kırpmadı.
“Ne dedin?” Sessizlik en az 5 saniye hüküm sürdükten sonra Verlaine kısık, titrek bir sesle konuştu.
“Yalan söylemiyorum. Her şeyi kaybedersin. Hem de her şeyi. Öğrenmeyi en çok arzuladığın ‘Asil Ormanın Sırları’nı bile”
Verlaine keskin bir nefes aldı.
“Piç herif…!”
Verliane’in boştaki yumruğu gürüldedi.
Yumruğunu duvara vurdu. Ani çarpışmayla oda sarsıldı.
N’nin yüzünün yanındaki duvar parçalanmıştı. Duvar örümcek ağına benziyor, ve kırılan parçalar dökülüyordu.
"Beni alt etmeye çalışıyorsan dikkatli ol derim." Verlaine cehennemden çıkıyormuş gibi alçak bir sesle konuştu. "Ağzından çıkan tek bir kelimenin bile yalan olduğunu hissedersem, yemin ederim ki vücudundaki 206 kemiğin hepsini sen hala hayattayken söküp atarım."
 …
 On sekiz bağlantı noktasının on ikisini hackledim. İkinci ve üçüncü ana faaliyetlerin kontrolünü ele geçireceğim ve oradan etkin güçlerini kullanarak dördüncü ve beşinci sisteme saldıracağım. Her şey yolunda gidiyor. Birkaç dakika içinde Chuuya-sama’yı aramamız için gereken güvenlik sistemi kontrolümüz altında olacak.
Ama sonrasında bir sorun vardı.
“Birebir savaşta Verlaine’i yenebilecek kimse yok…” Dazai-san’ın dediklerini düşündüm. “Yani Verlaine’i yenmenin hiç yolu yok mu?”
Dazai-san’a baktığımda her şeyi anlayan gözleriyle “Burada.” dedi.
“Biraz araştırmamız için zaman kazandım.” Bunları söyledikten sonra Dazai-san az önce gördüğüm deri ciltli defteri, ‘Rimbaud’un Notlarını’ çıkardı.
“Casusluk becerilerinin yanı sıra yerçekimi kontrolü yeteneğine de sahip. Rahatsız edici derecede güçlü ve herhangi bir zayıflığı yok. Ama... korktuğu bir şey var.”
“Korktuğu bir şey mi var?”
“Kendisi.” Dazai-san gizemli bir gülümseme takındı. “Chuuya’nın Arahabaki’si gibi Verlaine’in içinde de kontrol edemediği bir tekillik mevcut. Eğer kontrolden çıkarsa kendisiyle beraber etrafındaki her şeyi yakıp yıkar. Suribachi Şehrindeki kabus gibi bir şey yeniden yaşanır.”
Suribachi Şehrinin kabusu…
Bilgi depomu kontrol ettim. Dazai-san muhtemelen dokuz yıl önce gerçekleşen patlamadan bahsediyordu. Chuuya-sama’nın içindeki Arahabaki’nin kontrolden çıktığı, çevresini yıktığı ve iki kilometre çapında bir çukur kalana dek her şeyi yok ettiği olay.
Verlaine’in içinde uyuyan canavar bütün bunları yapabilirdi-
 …
 “Asil Ormanın Sırlarını...” dedi Verlaine bariz kuru bir öfkeyle. “…nereden biliyorsun?
“Yapay yetenek kullanıcısı Paul Verlaine-kun…” Sorudan kaçıyormuş gibi konuştu N. “İçinde yatan bir şeytan kral var. Başka bir Arahabaki. Araştırma için tesiste doğan Arahabaki’nin aksine içindeki şeytanı tek bir yetenekli yarattı. Ve sen o yaratıcıyı kendi ellerinle öldürdün. Bu yüzden içinde uyuyan o canavarı asla tanıyamayacaksın. Canavarın kendisini göstermesinden korkuyorsun.”
“İçimdeki şey ne?” Verlaine sinirli bir şekilde sordu. “İçimdeki şeyin ne olduğunu bildiğini mi söylüyorsun?”
“Kim bilir? Ama biliyorsam da bilen tek kişi benim demektir.”
Konuşurken N’nin sağ eli yavaşça hareket etti. Verlaine’in kolu kendi kolunu gizliyordu yani kör noktadaydı. Salyangoz yavaşlığında hareket ederek parmaklarını cebine yaklaştırdı.
“İstihbarat birimi Alman bir casus aracılığıyla hakkındaki belgeleri ele geçirebildiği için Arahabaki’yi yaratabildik. O belgeleri okuduğumda tüylerim diken diken oldu. Seni yaratan kişi şeytanın ta kendisiydi. O fikirler aklı başında birisinden çıkamaz.”
N’nin parmakları cebindeki kontrol panelini sıkıca kavradı. Siyah, silindir su tankının önünde Chuuya’ya verdiği kontrol panelinin aynısıydı.
“Benim yapabileceğim en kötü şey bu.”
Düğmeye bastı.
Tavan çöktü.
Verlaine’in tepesindeki tavan gürültüyle çöktü, yıkılan parçalar yere yağmur gibi yağdı. Ancak inen tek şey moloz parçaları değildi.
Mavimsi siyah bir sıvı daha vardı. Verlaine kendini yıkıntılardan korumak için anında yerçekimini aktifleştirerek kollarını kaldırdı. Ancak moloz yığınları ve sıvının arasından bir şey düştü.
Verlaine tekmelendi.
Birisi kendisine vurdu ve arka duvara çarptı. Yüzünde hem şaşkınlık hem de acı belirdi. Yerçekimi kalkanını kırabilecek hiçbir şeyin olmaması lazımdı.
“Kozumun o sıkıcı elektrik kazıklarının olduğunu mu düşündün cidden?”
N kahkaha attı. Hemen yanında, tekmenin sahibi, bir iskelet duruyordu.
İskeletin üzerinde tıbbi tüpler ve çeşitli yaşamsal ölçüm kabloları asılıydı. Sadece deneylerde kullanılan plastik giysiler giymişti. Daha önce Chuuya’nın kollarında ölen, yalnızca kemikleri kalana kadar derisi eriyen kişi; Chuuya’nın orijinaliydi.
İskeletin gerçek kimliğini anlar anlamaz Verlaine’in yüzü öfkeyle morardı.
“Orospu çocuğu!”
“Bu iskelet Avrupa teknolojisinin taklidi değil, kendi eşsiz mühendisliğimiz. Yıkıma olan açlığının formülünü bizzat göreceksin.”
İskelet zıpladı.
Rüzgarı kesen bir sesle ileri atıldı. İskelet kastan ziyade yerçekimi ile hızlandı ve Verlaine'e çarptı.
Verlaine iskeleti durdurmak için iki omzundan tuttu. İskeletin momentumunu durduramayan ayakları yere battı.
Birbiriyle yarışan iki yerçekimi kuvveti odanın ortasında ufak bir girdap oluşturdu. Verlaine iskeleti durdurmayı başarsa da ağız boşluğu ardına kadar açıldı ve Verlaine’e atıldı. Çenesinde kas olmadığı için tıkırtı sesleri geliyordu.
“Acı çekiyor musun?”
Verlaine gözlerini kıstı. Sesi duygusallığından dolayı hafif titriyordu.
“Özür dilerim… ama artık bu dünyada yaşayabileceğin bir yer kalmadı.”
Verlaine yeteneğinin gücünü arttırdı. İskelet zemine doğru itilirken dizleri çatırdadı.
"Seni yeryüzüne çıkaracağım ve yıldızları görebileceğin güzel bir yerde dinlenmen için yatıracağım. Ama şimdilik, sessizce beklemene ihtiyacım var."
Verlaine yerçekimini tersine çevirerek iskeletin havada süzülmesine neden oldu. Etraftaki enkaz da yerçekimi alanının etkisiyle havalanmaya başladı.
Verlaine elini bıraktı.
Sıkıştırılmış yerçekimi çıkış noktası aradı. Verlaine, çıkışı kasten bir yöne sınırlamıştı böylece iskelet o yönde hızlandı. Bir gülle gibi uçtu.
Duvara çarpsa da durmadı. Çelik kolonlara ve molozlara sarılı bir halde duvara, tavana ve daha fazla duvara çarptıktan sonra odanın en arkasındaki duvarı kırdığında durdu.
Verlaine iskeletin fırladığı yöne bakarak hareketsiz kaldı. Gözleri çeşitli duygularla puslanmıştı.
Dişlerini kenetleyerek yumruğunu olabildiğince sert bir şekilde yakındaki bir masanın üstüne vurdu. Başlangıçta yıkımın ardından eğri büğrü olan masa şimdi ikiye bükülmüştü.
Odaya göz gezdirdi. N ortada yoktu.
Acil durum tahliyesi için kullanılan asansörle kaçmıştı.
Verlaine odanın arkasına yürüdü ve asansörün kapısını zor kullanarak açtı. N zaten platformdaydı, yukarı doğru ilerliyordu.
Verlaine, ifadesini değiştirmeden asansörün halatını aşağı çekti. Anında, kırılan demir malzemelerin ve hasar gören güvenlik cihazlarının sesleri yankılanırken, başın üzerinde tiz bir ses duyuldu.
Verlaine düşen platformu tek eliyle yakaladı.
Kapıyı açtıktan sonra N’yi dışarı sürükledi.
“Seni geberteceğim.” Verlaine’in gözleri öfkeyle yanmıyordu, yalnızca bataklık gibi fokurdayan karanlık bir nefret gözlerini boyuyordu. “Ama seni suikastçı gibi öldürmeyeceğim. Daha önce hiç kullanmadığım bir yöntemle öldüreceğim –ölümün için yalvarana kadar acı ve çaresizlikle dolu olacak. Yaptıklarından pişman olman için yeteri kadar vaktin olacak.”
 …
 Yan tarafım acıyor.
Sinirleri acıyla sızlıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştığında gövdesinde iğrenç, sümüksü bir şey hissetti.
Chuuya parmak uçlarıyla acının kaynağını yokladı. Böğrüne demir bir çubuk saplanmıştı.
Yıkılan duvarla fırlatılırken binanın iskele demirlerinden birisi saplanmış olmalıydı. Çubuğun ucu bedeninden dışarı çıkıyordu. Enkazların altında gömülü olduğu için sırtında ne kadar ileri gittiğini bilmiyordu.
Verlaine tarafından vurulduktan sonra Chuuya kendisini enkaza gömen bir duvara çarpana kadar birkaç odadan geçmişti. Kendisini tüm darbelere karşı koruması imkânsızdı. Vücudunun her yerinden kanlar akıyordu. Bedeninin yan tarafındaki yaralar özellikle derindi.
Chuuya nadiren incinirdi bu yüzden acısına dayanarak yaranın ne kadar derin olduğunu ya da ne kadar tehlikeli olduğunu tahmin etmesi zordu. Ara sıra görevlerinden aldığı yaraları Liman Mafyasının en iyi doktorları tedavi ederdi.
Mükemmel doktorlar… Mesela Doc…
Arkadaşının ismini düşünürken yüreğine ateş düştü. Doc artık yaşamıyordu. Sadece o da değil. Arkadaşlarımın hiçbiri…
Chuuya yarasını görmezden gelip ayağa kalkmaya çalıştı. Acıya göz yumdu. Bedeninden taze kanlar aktı.
“Duramam…”
Her iki ayağını da yere basarak kalkışının momentumunu kullanarak demir çubuğu böğründen çıkarmaya çalıştı.
Hemen ardından beklemediği ani bir darbe çarptı, tökezledi. Chuuya’yı hazırlıksız yakalamıştı.
Demir sırık bir kez daha derine saplandı.
“Ugh…”
Chuuya karşısında iskeleti gördü. Üzerinde tıbbi tüpler ve kablolar vardı, deneylerde kullanılan plastik giysilerden giyiyordu. Yerçekimiyle bir şekilde tutturulan saf kemiklerden oluşmuştu. Vücudunu ezmeye çalışarak Chuuya’ya atladı.
“Sen…!”
Chuuya acıyla inledi, karşı koymak için kendi yerçekimini kullandı. Aşırı yerçekimi, birbirlerinin vücuduna etki ederken çığlık atıyor gibiydi.
“Kes şunu!” Chuuya bağırdı. “Bunu yapmanın bir mantığı yok! Sen bensin!”
Ama iskelet dediklerini anlıyor gibi gözükmüyordu. Sadece yıkım için kodlanan denklemine itaat ediyor, çevresinde hangi yetenekli varsa onu yenmeye can atıyordu. Net, biçimsiz ve mantıksız bir şekilde kana susamıştı.
Kırılan kemiklerin sesi duyuldu. Kimin kemikleri olduğunu bilmiyordu. İskeletin yaydığı yerçekimi miktarı, insan vücudunun kaldırabileceğinden çok daha fazlaydı.
Chuuya’nın alnından soğuk terler aktı. İskelet kendisi kırılsa da umurunda olmazdı ama Chuuya umursuyordu. Böyle sumo güreşçisi gücüyle birbirlerini iteklemeye devam ederlerse aynı bedene ve her şeyden önemlisi aynı dayanıklılığa sahip oldukları için aynı anda yere yığılırlardı.
Bir şey yapmam lazım. Ama o, benim.
Canım acıyor. Canım çok acıyor…
 …
 Çüş.
Oha, oha, oha bi’dakika. O neydi be? İskelet mi? Yok daha neler.
Shirase gözlerini ovuşturdu. Hayal görmüyordu. Etrafındaki alan deforme olmuştu. Çevresindeki moloz parçaları anormal yerçekimi alanı yüzünden havada uçuyordu.
Yani yerçekimi kontrol yeteneği kullanılıyordu. Demek ki Chuuya oradaydı.
Shirase o kadar şaşırmıştı ki neredeyse taşıdığı elbise çantasını düşürüyordu. Aceleyle tutuşunu düzeltti.
Elbise çantası olsa da içinde hiç kıyafet yoktu. Çantanın içerisinde tefeciye satabileceği çalıntı mallar vardı. Bir kaçış yolu ararken para edebilecek her şeyi toplamıştı. Araştırmacılar ve güvenlik görevlileri ortada yoktu zaten. Ayrıca lazer aktarıcılarda ve yüksek hızlı bilgisayarlarda kullanılan mücevherler gibi, araştırma tesisinde para edebilecek onlarca şey vardı.
Shirase şöyle düşündü: zaten tüm kanıtlar öyle ya da böyle yok edilecek. O halde Koyunu yeniden kurmak da vakıf açmak sayılır, insanları kurtarmak için ordunun topladığı fonlarla yeniden doğmamız daha iyi olmaz mı? Dahiyim ben.
Ancak çalarken kaybolmuştu.
Sonra bu odaya adım attı.
Shirase panikle odaya bakındı. Chuuya ve iskelet dışında etrafta kimse yoktu. Savaşıyorlardı. Chuuya’nın acı çekerkenki ifadesini yakalayabildi.
“Chuuya!”
Durduğunda otomatik olarak yeniden kaçmaya başladı.
Ne yapıyorsun? Oraya gidersen ölürsün! Canavarlar arasındaki savaşın ortasında kalmak kadar yapabileceğin aptalca bir şey yok. Ben o kadar aptal değilim. Yapabileceğim en akıllıca şey dönüp kaçmak. Bu zamana kadar böyle hayatta kalabildim.
Savaşmak, Chuuya’nın görevi. İncinmek Chuuya’nın görevi. Düşmanlarımıza korku salmak Chuuya’nın görevi. Geri kalanlardan biz sorumluyuz. Nedeni apaçık ortada. Çünkü Chuuya güçlü. Bu görevleri yerine getirmesi gayet normal.
Ama bugün, Chuuya nedense zayıftı.
Chuuya’nın bedeni yara berelerle kaplıydı. Onu daha önce bu halde hiç görmemiştim. Benimle aynı yaşta bir çocuğa benziyordu.
Hayır, sadece benzemekle kalmıyor. Zaten benimle aynı yaşta bir çocuktu.
Farkındalık, Shirase’ye ansızın çöktü.
“…”
Ama yine de…
Yine de, onu hiç bu şekilde düşünmüş müydüm?
“Bana ne! Topukluyorum ben! Yalnız olsam da fark etmez! Şu savaş silahlarıyla ve yeteneklerin gerçekleriyle falan siz uğraşırsınız! Ben mutlu mesut yaşamak istiyorum sadece!”
Shirase değerli çantasını tuttu ve arkasını dönerek yürüdü.
Zemini oyuyormuş gibi, uzun adımlarla ilerledi.
 …
 İskeletin ağırlığı artmıştı.
Kemiklerinin gıcırdamasının yanında muhtemelen döşemenin kırılma sesi olan daha kısık ve tok bir ses daha duyuluyordu. Karşısındaki sıradan bir insan olsaydı çoktan zeminle bütünleşirdi.
“Dur…” Ciğerleri ezilirken Chuuya’nın sesi fısıldıyormuş gibi çıkmıştı. “Sen bensin…”
Gözlerinde şaşırmış bir parıltı vardı.
İskeletin çenesi açıldı. Işıktan yoksun karanlık göz çukurları Chuuya’ya baktı. Duyguları yoktu. Tam ve kesin bir hiçlik hakimdi, hiçbir şey yoktu.
O göz çukurlarından, o boşluktan Chuuya vermek istediği mesajı anladı. Yalnızca kafasında kuruyor olabilirdi ama orada dolaşan tek bir cümleyi algılamaktan kendini tutamadı. İskelet, anlamsız bir mesaj veriyor gibiydi.
-Senin yerinde ben olmalıydım.
“Sen bensin.” Chuuya insanlıktan uzak iskelete baktı. Ne dediğinin farkında değil gibiydi. “Ama sen bensen… ben kimim?”
Yerçekimi kuvvetlendi. Ölüme benzeyen iskeletin yüzü Chuuya’ya daha da yaklaştı.
Ve o sırada, birisi haykırdı.
“Aaaaaaaaaaaah!”
Birisi iskelete çarpmıştı.
İskelet ve çarpan figür yerde beraber yuvarlandı.
Chuuya gözlerini açtı. Figürü tanıyordu.
“Shirase…?”
Yuvarlanan Shirase ayağa kalktı ve tiz bir sesle anlaşılmaz bir şeyler bağırdı.
İskelet, tüm yerçekimini önündeki Chuuya’ya uygulamaya odaklandığından yandan gelen saldırılara karşı hazırlıksızdı. Saldırı, iskeletin sağ kolundaki dirsek kemiğini yerinden çıkardı. Ancak bu hareketin pek bir etkisi olmadı. İskelet, Shirase'yi ısırarak öldürmeye çalışırken çenesini sonuna kadar açtı.
Shirase kıyafet çantasını kaldırdı. İskelet çantayı ısırdı. Çantanın içinden pahalı mücevherlerin ve elektronik aletlerin kırılma sesi duyuldu. Ancak mücevherler kemiklerden ya da demirlerden daha sertti. İskeletin alt çenesi yamularak çatırdadı.
“Shirase, amına koduğum salağı! Kaç!”
“Aaaaaaaah!”
Shirase gözlerini kapatarak ellerini bir o yana bir bu yana salladı. Elleri tesadüfen iskeletin omurgasına yapıştırılmış transfüzyon tüplerinden birine takıldı.
Tüp kırıldı ve mavimsi siyah sıvı gulb sesiyle döküldü. İskelet sarsılarak yalpaladı ve birkaç aniye hareket edemedi.
Chuuya durumu fark edip bağırdı. “Shirase, kabloları çek! Hepsini!”
Shirase hala nedensizce ellerini sallıyordu ama bir süre sonra Chuuya’nın ne demek istediğini anladı. Yerdeki sıvıyla kaplanarak iskeletin kuyruk gibi sürüklediği kabloların yanına yuvarlandı ve kabloları tuttu. Bir anda hepsini kavradı ve çekti.
Yan odaya kadar uzanan tüpler iskeletten çıktı.
İskelet çığlık attı.
Yalnızca kemikten olduğu için ses çıkarabilecek bir organı yoktu. Ses telleri çığlık atmak için titreşemedi. Kemiklerini titreten ve müzik aletiymiş gibi çınlamalarına neden olan, azalan yerçekimi kontrolü yeteneğinin kalıntılarıydı. Kaybolan bir ruhun sesi haykırıyordu.
Çığlığı, bir çocuğun acı içinde ağlamasına benziyordu.
Sonunda, iskelet enerji kaynağını ve komut sinyallerini kaybetti ve baştan aşağı dağılarak yere düştü. Kemiklerini bir arada tutan yerçekimi gücü kaybolmuştu bu yüzden iskelet parçalarına ayrılmıştı. Savaş sırasında aldığı hasarlar bedeninde dağıldı ve ufalanıp kaybolan beyaz tozlara dönüştü.
İskelet sanki daha en başında hiç var olmamış gibi solup gitti.
Chuuya, yavaşça ayağa kalkmadan önce donup kalmış bir ifadeyle olan biteni izledi.
“Shirase.”
Yan tarafına baskı uygulayarak Shirase’ye baktı.
“Ne?”
Chuuya Shirase’ye bir şey söylemek istermiş gibi baktı. Konuşmadan önce tüm vücudunu kaplayan kire, pisliğe ve mavimsi siyah sıvıya birkaç saniye baktı.
“Bok gibi gözüküyorsun.”
“Kapa çeneni!”
Chuuya elini uzattı ve Shirase uzatılan eli tutarak ayağa kalktı.
“Hemen gidip Adam’ı bulalım.”
“Aynen.”
Shirase ile Chuuya yan yana yürüdü.
Shirase, Chuuya’ya bir göz attı. Bedeni yaralarla, kanla ve enkazdan kalan tozla kaplıydı. Pek çok kesik ve morluk vücudunu süslüyor, bedeninin yan tarafı hala kanıyordu.
“Hey, Chuuya…”
Chuuya Shirase’ye döndü. Shirase tereddüt etti ve Chuuya, özür dilemek istediğini tahmin etti. Sessizce bekledi.
“Bok gibi gözüküyorsun.”
Chuuya gülerken gözlerini yere indirdi. "Kapa çeneni."
 …
 Odaya daldığımda düşündüğüm ilk şey “Buraya dinozorlar mı saldırdı?” oldu.
Oda, boydan boya tahrip edilmişti. Ne masalar ne de sandalyeler orijinal şekillerini koruyordu, zemin kırılarak tümsekleşmişti ve duvarda insan boyutunda iki delik açılmıştı. Asıl yerinde kalan tek bir mobilya parçası yoktu ve odanın aslında ne amaçla kullanıldığını başta çıkaramamıştım.
Ama dikkatim felaket manzarada değildi, diğer bir yüksek öncelikli hedefe çevrilmişti.
Suikastçılar Kralı Verlaine, odanın arkasında duruyor ve bize bakıyordu. Eli bilim insanı N’nin boynuna sarılıydı. N'yi, uyuyan bir köpeğin tasmasını tutar gibi tutmuştu.
“Ya…yardım edin…!” dedi N titreyen sesiyle.
Hemen silahımı çektim. “Onu bırakmanı rica ediyorum.”
“Kimi, bunu mu?” Verlaine sanki şaşırtıcı bir şey söylemişim gibi bana baktı. “Sen insan değilsin, mantıklı düşün. Bu pisliği korumanın ne yararı var? Onun için ölümüne savaşır mısın?”
“Varoluş nedenim insanları suçlara karşı korumak.” dedim, silahımı doğrultarak. “Koruduğum kişinin pislik olup olmamasına ya da korumak isteyip istemediğime karar verme kabiliyetim yok.”
“Kıskandım.” dedi Verlaine alay ederek, bakışlarını indirdi. “Endişelenme. Onu bu kadar kolay… öldürmeyeceğim.”
Ansızın arkamdan bir ses duydum.
“Araştırmacıyı evine götürüp işkence ederek eline bir şey geçmeyecek, Verlaine-san.”
Verlaine biraz şaşırmış bir ifadeyle sese doğru baktı.
"Dazai-kun..."
"Hey. Böyle bir yerde karşılaşmamız ne tesadüf.”
Dazai-san sanki kendi evinde yürüyormuş gibi yanıma geldi.
“Eğer buradaysan… anlıyorum. Sırtımdan bıçaklandım demek?”
“İnsanların ihanete uğradığını anlaması zordur. Ben en başından beri bu taraftaydım.”
“Bu tarafta mı? Senin gibi insanlar ‘bu’ tarafla ‘o’ tarafın farkını biliyor muydu?”
“Fufu… seninle konuşmanın eğlenceli olacağını biliyordum.” Dazai-san'ın yüzünde belirsiz ve esrarengiz bir gülümseme vardı.
Dazai-san ve Verlaine. Bu iki güçlü insan, sıradan insanların anlayamayacağı türden gülümsemeyle sessizce birbirlerine bakıyorlardı.
O ikisi konuşurken savaş değerlendirme modülümü çalıştırdım. Tabancam vardı ama neresinden hesaplarsam hesaplayım hasarsız bir savaşı kazanma ihtimalimiz en fazla %0,1’di. Silahımı ateşlemek pek iyi bir fikir değildi bu yüzden durumun değişmesini beklemem gerekiyordu.
Fakat durum, beklediğimden çok daha erken değişti.
“Ah, Verlaine-san...” Dazai-san, ani farkındalıkla iç çekti. “Senin yerinde olsam eğilirdim.”
Bunları söyler söylemez Dazai-san sıradan bir olaymış gibi kafasını göğüs yüksekliğine eğdi. Verlaine’in yüzünde şüpheli bir ifade vardı.
Sonra, bir moloz parçası gülle gibi bize doğru uçtu.
Molozun bir parçası Dazai-san’ın kafası üzerinden geçerken koptu ve diğer parça direkt Verlaine’in koluna çarptı. Verlaine, refleks olarak kolunu savunma için kaldırsa da enkaz parçası büyük bir ihtişamla dağıldı.
“Ne yaptığını sanıyorsun, Dazai?!” Sinirli bir ses bağırdı. “İznim olmadan gözüme gözükme dememiş miydim?!”
“N’aber, Chuuya? İşkence seansın nasıl geçti?” Dazai-san dudağının ucuyla güldü. “Aslında gelip seni kurtarma planlarım vardı ama sıkıcı olduğu için vazgeçtim.”
“Puşt!”
Verlaine yüzündeki boş ifadeyi bir süreliğine korudu ama sonra anlayışla başını salladı. “Anlıyorum. Demek sizdiniz.”
Chuuya-sama ve Dazai-san yan yana durdu. Şaşırtıcı bir şekilde, ikisi birlikte mükemmelliğe benziyordu.
Bambaşka kişiliklere sahip iki genç…
“İkinizin bir başınıza Rimbaud’u öldürdüğünü duydum.”
“İntikam mı istiyorsun, Verliane-san?”
“Hayır.” Verlaine başını salladı, bakışlarını uzaklara çevirmiş gibiydi. “Siz onu öldürmeden uzun zaman önce –dokuz yıl önce onu sırtından vurduğum an Rimbaud benim için zaten ölmüştü.
Dazai-san yüzündeki ifadeye baktı ve bir adım öne ilerledi. “Neden buraya geldiğimi biliyor musun, Verlaine-san?” Yüzünde hesaplamalarını ortaya koyan keskin bir ifade vardı. “Çünkü bize zaman kazandırmayı başardım. Liman Mafyasını kendine düşman etme suçundan idam edileceksin.”
Verlaine bu acımasız idam fermanı karşısında omuzlarını silkmekle yetindi. “Göreceğiz. Daha önce pek çok ölüm tehdidi aldım ama eninde sonunda hep paçayı sıyırdım.”
Verlaine korku dolu N’yi tuttu ve geri adım attı. Silahımın namlusu hareketlerini takip ediyordu. Dazai-san kısık sesle konuştu.
“Yeteneğin güçlü ama nasıl işlediğine dair genel bir anlayışa sahibim. Yapmamız gereken tek şey seni daha güçlü bir şeyle öldürmek.”
Verlaine aniden güldü, mutlu gözüküyordu.
“Yeteneğimi mi anlıyorsun?” Verlaine kollarını tavana doğru kaldırdı. İfadesi aniden değişti.
Sayaçlarım bir anda dengesizleşti.
"Uh-oh" demeye çalıştım ama tüm ses emilerek kayboldu. Odadaki tüm ışık yok oldu ve bundan kısa bir süre sonra tepemizden bir şok dalgası geçti.
Şok dalgasından sonra da siyah bir ışık…
Kaç saniye geçmişti? Kuvvetli elektromanyetik dalgalar nedeniyle, yüzeydeki sensörlerim geçici olarak karardı. Kendime geldiğimde hemen çevremi kontrol ettim.
Chuuya-sama da Dazai-san da güvendeydi. Kıpırdamamışlardı.
Yan yana boş ifadeleriyle ve açık ağızlarıyla tavana bakıyorlardı.
Bakışlarını takip ettim.
Tavan yoktu.
“Hey, göt Dazai. Yeteneğine dair genel bir anlayışın mı olduğunu söylemiştin?”
“Evet.”
Soğuk bir meltemin estiğini fark ettim.
Rüzgar esiyordu.
Rüzgar, dışarıdan esiyordu.
“Ama… gerçekten anladın mı?”
Tepemizde geniş, silindirik bir tünel açılmıştı.
Tünel bu derin, yer altı tesisinin katlarının tavanlarından geçerek yüzeye doğru devam ediyordu. Oyulmuş zeminin parçaları eşmerkezli zincirler oluşturuyor ve daha da ileriye doğru devam ediyordu. Uzaktan gökyüzünün akşam manzarasından küçük bir kesit görebiliyorduk.
Ne N ne de Verlaine ortada yoktu.
Kimse tek kelime etmedi.
Bu dünyaya ait olmayan bir şeyin çıktığını tahmin etmekten ve dua ediyormuş gibi bakmaktan başka elimizden bir şey gelmiyordu.
73 notes · View notes
dolunay66 · 4 months
Text
SARI ŞEYTAN
Eski bir Mısır şiiri “Dünyada ne kadar kötülük varsa başı altındır” der… Amerika’nın gerçek zenginliği olan yerli halkın kültürü altın uğruna acımasızca harcanır. Altın bulunur ama Kızılderililer kaybedilir. Böylelikle de, insanlık kültürü biraz daha yoksullaşır.
Altın bulunduğu haberinin duyulması üzerine, girişine “Altın Kapı” denilen San Fransisco limanında bir geminin demirleyeceği yer bulmak oldukça zorlaşır. Altın aramaya gelen gemicilerin limanda terk ettikleri gemilerin arasında gezinirsek yelkenleri söken bir adamla karşılaşırız. İlk bakışta, topraklarının işgal edilmesine kızan bir Kızılderili sanılsa da, yanına yaklaşıldığında yelkenleri sökenin “Loeb” adında bir göçmen olduğu anlaşılır. 1847’de Amerika’ya gelen 20 yaşındaki delikanlı, Bavyeralı Yahudi bir ailenin çocuğudur. Babasını yetersiz beslenme sonucu kaybeden genç adam “Yeni Dünya” ya adım atar atmaz adını yeniler: Levi Strauss !...
Yelken bezlerinden pantolonlar dikecek olan Levi Strauss, zengin olabilme hayallerini altın madenleri yerine, madencilere dikeceği sağlam pantolonlardan kazanacağı paralarda görür. Kanada bölgesindeki Kızılderililer paraya “Fransız Yılanı” adını takmışlardı. Genç adam, cebini yılanlarla doldurmakta fazla geç kalmayacaktır.
Sunay Akın
Kız Kulesindeki Kızılderili / Alıntı
Tumblr media
32 notes · View notes
acid-gramma · 8 months
Note
Umarim cevaplarsin
Cok kucuk yastan beri anksiyetem var. Ilk okul hayatimda dahil yeni ortamlara girdigimde kolay kolay alisamiyorum ve bu bende kusma, terleme, titreme, kalp carpintisi, istah sorunları olusturuyor ama belli bir zaman gectikten sonra bulundugum ortama asiri baglaniyorum ve bu sefer de bu duzenimin asla degismesini istemiyorum, degistiginde tekrar her sey basa sariyor. Her yeni okul donemimde ayni sorunu yasiyorum. Daha calisma donemime gelmedim, uniye yeni baslayacagim ama baskalarinin mezuniyetlerini gormek bile beni asiri strese sokmaya yetti. Deli gibi gelecek kaygisi yasiyorum trde yasadigimiz icin normal bir durum ama bu stresim benim hayat akisimi etkiliyo, hicbir sey yemeden gunlerce duruyorum. Bu sene de yasadigim sehirde bi uniye gidecegim tercihlerin aciklanmasiyla asiri gerilmeye basladim. Kaygim insanlardan kaynakli degil de daha cok yeni bir alanda yeni bir duzene basliyor olmam. Yillar once psikiyatrilerden bir sonuc alamadim ama hic ilac tedavisine de baslamadim, ilac konusunda cekincem saglikli biri olmamam ve ilaclarin olusturabilecegi uyusukluk bu yuzden napmaliyim bilmiyorum. Bir sure ilac kullanip biraksam ve tum sorunlarim tekrar gelirse hicbir anlami olmayan tedavi sureci olacak. Ilaclara on yargiyla yaklasmamin sebebi de genelde depresyon ilaci yazmak istemeleri. Sence nasil bir yol izlemeliyim
bence ilaclara bir sans vermelisin, kontrollu bir sekilde baslayip is gormezse yine kontrollu bir sekilde birakirsin, bazi ilaclar uyku bazilari uykusuzluk yapiyor bazilarinin sende hicbir yan etkisi olmayabilir bile, cozumu de var hepsinin cok korkulacak bir sey oldugunu dusunmuyorum. vucudunu kandirmak icin de olsa bir sure bu yogun anksiyete ve korkuyu normalde yasadigin zamanda yasamayarak bastirarak bi beynine aslinda bsi yokmus ve cok iyi dealleyebiyormusum dedirtebilirsin, aliskanlik kazaninca da psikolojik olarak zaten comfort zonedan learning zonea atlamis oluyorsun fear zoneu ilac baskiliyor cunku
Tumblr media
20 notes · View notes
httpsmelx · 1 year
Note
Animelerle aran iyi sanırım. Keşke yaralarımı saracak animeyi bulsan. Bunu beni hiç tanımadan yapsan. Keşke. Lütfen.
bayadır girmedim buraya o yüzden yeni gördüm kusura bakma. yofukashi no uta izleyebilirsin. ya da biraz güleyim edeyim diyorsan aharen san wa hakarenai, saiki kusuo no psi nan önerebilirim. bir de iki gün önce bi anime film izledim. çok hoş bi romantik anime. doukyuusei adı.
bunlardan birini izlersen bana yazar mısın? artık bu hesabı kullanmıyorum ama @hypnogaja buraya yazabilirsin istediğin zaman. iyi izlemeler şimdiden
9 notes · View notes
aynodndr · 7 months
Text
Dünyanın
hali
devri daim
üzeredir.
Ümitsizliğin
ardında
ümitler
gizlidir;
gecelerin
koynunda
güneşler
saklıdır.
Her
başlangıç
bir son
ve her son
yeni bir
başlangıçtır.
Her
doğum
ölüme
adım
atmaktır,
sana
ölüm
görünen
şey de
gerçekte
yeni bir
doğumdur.
Günler,
geceler
ve bütün
hadiseler
ilahi takdirin
elinde
bir yumak gibi
kah örülür
kah çözülür.
İmkan
ve imkansızlık
sana bana
göredir.
O halde
ne burnun
kanamakla
öldüğünü
san,
ne,de
güneş
batmakla
kıyamet
koptuğunu
Günlere
gecelere
değil.
onların
sahibine
bağlan,ki
ümidin
hiç
bitmesin....
3 notes · View notes
sensussinyor · 1 year
Text
Bugün iki ayrı sayfada iki kez uzun yorum yazdım, etkileşime giren biri değilim; ancak mevzu hayvanlarsa öncelikle "konuşmazsann sana da yazıklar olsun" der her hücrem. Tek tek ortalama altı insana anlatır gibi yazdığıma inanıyorum. Duvarlara çarpıp düşecek biliyorum ama konuşmazsam-san-sak... yazıklar olur.
İşte o yorumlarımdan birini buraya bırakıyorum.
Aşağıdaki yorumlarda yine nefret söylemleri yayan hesaplar görmek korkutucu ve kahredici. Medya sunduğu haberlerle nefret suçlarının artmasına ve haklı sebep sayılmasına yol açtı. Çözüm canlıları, dünyanın tek sahibiymişcesine toplatmak, bir yerlere hapsetmek, öldürmek değil. Şu zamana kadar tarihte insana insandan daha çok hangi canlı zarar vermiştir... Bu büyük tehlikesine rağmen insanları bir yerlere toplayıp, vahşice katletmeyi savunabilir miyiz? Üstelik derdi sadece yaşamak için yemek ve barınmak olmayan düşünebilen bir varlık olan insan niçin içgüdülerince hayatta kalmaya çalışan herhangi bir canlıyı katletme hakkına sahip olsun. Malesef yine bazı malum narsist şahıslar çıkarcı, bencil tavırları ile bu canlıların yararı yok niye yaşıyor, niye kaynak akıtılıyor söylemleriyle birleşecek kadar ileriye gidebiliyorlar. Şunun da altını çizelim, aklı başında hiçbir hayvan dostu, hayvanların zarar görmesini istemediği gibi insanların zarar görmesini de istemiyor. Kimsenin canı yanmaması için insanlık olarak yeterli güce sahip olduğumuzu ve kullanmak yerine bencil, düşmanca, nefret dolu, dolayısıyla birileri için en kolay olan yolun seçildiğini düşünüyoruz. Hedef gösterilen yalnızca hayvanlar değil bizlere de yansıtılan bir kin, saldırgan davranış, hakaret söz konusu. Niçin, vahşeti kabullenmedigimiz için mi ya? Neredeyse bize de saldiracaklar aynı şekilde, şiddet şiddeti doğuruyor. Bizlerin hayvanlar gibi sebeplerimiz yok, bizim sebeplerimiz kötülük.
Not: "sen de yaşa gör" gibi argümanımsı düşmanlığa ithafen ben çocukken daha ilkokulda köpeklerin saldırısına uğramış bir insanım. Bir adamcağız kurtarmıştı sopasını yere vurarak. Çok korktum, canım da yandı he, hatta birçok kez de kedilerle ilgilenirken ellerim çizildi, kesildi, ısırıldım. Hiçbir zaman hayvanları suçlu görmedim, elbette benim gibi olmak zorunda değil kimse. Fakat söylemek istediğim açık, korkabiliriz, uzakta yaşamak isteyebiliriz, bizden uzakta olsunlar isteyebiliriz, hatta hiç sevmeyebiliriz. Ama katliam, eziyet, ölüm emri hayır. Öyleyse birçok insan da sıraya girmeli bu soykırımda.
Bu arada cidden köpekler beni görür görmez alanlarına işemişim gibi saldırdılar topyekûn ndkdnd canım burnumda bağırarak koşturmuş en nihayetinde felllfenaaa yakalanmıştım. Sabah sabah hardcore sevgi gösterisi eşliğinde yeni bir okul gününe ayıldık diyelim biz ona.
Yıkıcı kibrin hiçbir canlıya tahammülü yoktur.
9 notes · View notes
barpolsan · 11 months
Text
Barpolsan Bartın Polyester Bartın Mermerit Mutfak Tezgahı Üreticileri Barpolsan Polyester Ürün Üretimleri
 Mermerit malzemeden mutfak tezgahları üretimi Bartın Mermerit Zonguldak Mermerit Mutfak Tezgahı üretimi Barpolsan Barpolsan Mermerit Bartın Mutfak Ürünleri Üretimi Bülent Demirel 
Bartın Polyester ürünler üretim Mermerit Mutfak Tezgahları imalatı Polyester kalıp imalatı konusunda verdiğimiz polyester kalıpları fiyatları, polyester kalıbı,Bartın Beton Bahçe Duvarı İmalatı Kalıpları ve Modelleri ürün malzemesi polyester ve cam elyaftan oluşmaktadır. Kullanılan polyester ithal polyester Avrupa polyester dir. Firmamızca Üretimi Yapılan Ürünler Fiberglass Saksı, Dekoratif Saksı, Polyester Saksı, Ctp Saksı, İmalattan Özel Saksı. Bartın ve çevre illere polyester ürünlerin imalat üretimleri ctp kompozit ürünler fiberglass tavan polyester kubbe üretimleri Barpolsan Bartında polyester ürünlerinin üretimini yapmaya devam eden bir polyester firmasıdır. 
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Mermerit mutfak tezgahı iyi mi?Mermerit günümüzde mutfak, banyo tezgahları, evye, damlalık, alınlık gibi pek çok üründe kullanılmaktadır. Ürünün içeriğinden dolayı kimyasal maddelere (asitlere, bazlara, yağlara) ısı ve ateşe, darbelere ve lekelere karşı oldukça dayanıklıdır. Ürünün, yüzeyi pürüzsüz ve gözeneksiz, su geçirmez, yanmaz ve hijyeniktir. 
Mermerit ömrü ne kadardır?Mermer çok uzun yıllar kullanılabilirken, mermeritin ömrü en fazla 20 senedir. Mermerit her renkte üretilebilir.
Mermerit tezgah sağlam mı?Polyesterin en önemli özelliklerinden biri de bakım istememesi olduğu için mermerit de yıllarca bir bakıma ihtiyaç duymadan ilk günkü yeni görünümü koruyabilen bir tezgah modelidir. Ayrıca tabii ki suya dayanıklıdır ve bu yüzden mutfakların yanı sıra banyolarda da sıklıkla kullanılır. 
Misyonumuz; Dürüstlük ilkesinden ödün vermeden en kaliteliyi en uygun fiyatlarla sizlere sunmaktır
Vizyonumuz; Ürünlerin satışında ve iş sonrası servis hizmetiyle siz değerli müşterilerimize güvenle teslim edilmesidir .
Değerlerimiz > Dürüstlük > Liderlik > Takım çalışması > Müşteri ve çalışan memnuniyeti > Mükemmellik
Barpolsan Bartın
Bar Pol San Mermerit Yeni Sanayi Sitesi Camii Altı Sk. No:1 BARTIN
0378 228 31 15
0535 597 26 92
0534 430 26 51  
Email
2 notes · View notes
doriangray1789 · 11 months
Text
Arbeit macht frei
"çalışmak özgürlük getirir", "çalışmak özgür kılar", "çalışmak insanı özgürleştirir" Alman Nazi kamplarının giriş kapısında yazan sözdür. Alman yazar Lorenz Diefenbach, "Almanca: Arbeit macht frei" ifadesini 1872 yılında yazdığı kitabının başlığı olarak kullanmıştır. Slogan, Weimar yönetimitarafından 1928 yılında resmileştirilmiş ve Orta Çağ'dan kalma "Almanca: Stadtluft macht frei" ("Kent havası özgürleştirir") deyişinin yerine kullanılmaya başlamıştır. Deyiş, 1933 yılında iktidara gelen NSDAP (Nazi Partisi) tarafından da kullanılmıştır.Birçok Nazi toplama kampının girişinde yer alan "Arbeit macht frei" sloganı "sonsuz çalışmanın ruhsal özgürlüğü sağladığı" savını desteklemektedir.Almanya'daki birçok kurumsal yapının girişinde sloganlar bulunmaktadır ancak bu deyiş, toplama kampları müfettişi General Theodor Eicke tarafından uygulamaya konmuştur.Slogan, Auschwitz I'in de içinde bulunduğu birçok yerde varlığını sürdürmektedir. BBC tarihçisi Laurence Rees, Auschwitz: Yeni Bir Tarih adlı yapıtında yazının buraya komutan Rudolf Höb tarafından yerleştirildiğini belirtmektedir. Auschwitz'teki yazıda "B" harfinin üst bölümü daha geniştir. 1920'lerde üretilen farklı sans serif yazı biçimleri bu yazıyı örnek almaktadırlar.
Tumblr media
5 notes · View notes
hypnogaja · 1 year
Text
tomo-chan ve komi-san'ın ilk bölümlerini izledim ardından spora yazılsam nasıl giyinirim sorusu kafama takıldı ve dolabıma düştüm bi iki kombin yaptım ve spora gitmemeye karar verdim sonra japonca telaffuzum ne durumda diye bir bakındım daha sonra aynaya karşı konuşmaya başladım bi tık komik olduğunu düşündüm ve olduğu gibi ses kaydı almaya karar verdim ama sürekli sildim ve baştan başladım bi de aralarda gereksiz gereksiz bi ton şey söylüyorum lanet olsun tumblr açtığım güne saat 12ye geliyor ben ders çalışmadım daha. okulda ne planlar yapıyorum ama bi görseniz.. yok önce şunu yaparım sonra böyle ilerlerim falan filan :< aynen kanka yaparsın. çöp torbası olcam sanırım ilerde. bugün yerde beş lira gördüm ama almadım biliyor musunuz şu anki melek olsa alırdı. çünkü birkaç yıl önceki elli kuruş gibi ve elli kuruş görsem alırdım. çok uykum geldi. yarın cuma ve cumartesi iki tane sınava gircem peşpeşe. niye bu kadar aptal biriyiiim annem ve abim de olgun bir birey olmaya başladığımı söylüyor valla olmadım sadece bir takım yetişkin işleri yapmaya başladım (yetişkin işleri: market alışverişi, bi başvuru için telefonla görüşme yapmak, çorba içmek hem de esnaf lokantasında, karta para yüklemek) aayyyhh ben bu aptallıkla ne yapıcammm çok yorucu her şey ben sadece oturup tomo chan ve blue lock'un yeni bölümleri için üç ay boyunca gün beklemek istiyorum. aralarda da hxh komi san falan bitiririm
3 notes · View notes
nillintheblanks · 2 years
Text
Dük De L’Omelette - Edgar Allan Poe
                  “Ve hemen daha serin bir diyara adım attı” COWPER
Keats bir eleştiri yüzünden can verdi. “The Andromache” (1) yüzünden ölen kimdi? Aşağılık ruhlar! De L’Omelette bir ortolan (2) yüzünden öldü. L’historie en est brève. (Bunun öyküsü kısadır.) Yardım et bana, Apicius’un ruhu!
Küçük kanatlı gezgin Peru’daki evinden Chausèe D’Antin’e aşık, gevşemiş, üşengeç bir halde, altın bir kafesle taşındı. Sahibi Kraliçe La Bellissima tarafından gönderilen o talihli kuşu Dük De L’Omelette’e imparatorluğun altı baronu götürdü.
Dük o gece yemeğini tek başına yiyecekti. Dairesinin mahremiyeti içinde, uğrunda açık arttırmada kralından fazla para vererek sadakatini feda ettiği o kanepenin -o kötü şöhretli Cadêt kanepenin üstüne yavaşça uzandı.
Yüzünü yastığına gömüyor. Saat çalıyor! Duygularına hakim olamayan Dük bir zeytin tanesi yutuyor. Tam bu anda hafif bir müzik sesi ile birlikte kapı usulca açılıyor ve birden! Kuşların en güzeli erkeklerin en aşağının önünde duruyor! Ama Dük’ün yüzü şimdi hangi tarifsiz dehşetli allak bullak oldu? –“Horreur! – Chien! – Baptiste! – L’oiseau! Ah, bon dieu! Cet oiseau modeste que tu as dèshabillè de ses plumes. Et que tu as servi sans papier!” (Korkunç! Köpek! Baptist! Kuş! Ah, ulu Tanrım! Bu basit kuşun kanatlarını yolup kağıt süslemeler olmadan servis yapmışsın!) Daha fazlasını söylemek gereksiz: -Dük ani ve şiddetli bir tiksinti kriziyle son nefesini verdi.
“Ha! Ha! Ha!” dedi Dük, ölümünden sonraki üçüncü günde.
“He! He! He!” diye yanıtladı Şeytan hafifçe, bir hauteur (3) havasıyla doğrularak.
“Ama ciddi olamazsınız,” diye karşılık verdi De L’Omelette. “Günah işledim –c’est vrai (Bu doğru)– ama, saygıdeğer bayım, lütfen bir düşünün! Böylesine – böylesine barbarca tehditleri eyleme geçirmek gibi bir niyetiniz yok herhalde.”
“Böylesine neyi?” dedi Majesteleri – “Haydi bayım, soyunun!”
“Soyunun ha! –Aman ne güzel! Hayır efendim, soyunmayacağım. Söyler misiniz, siz kim oluyorsunuz da ben, Dük De L’Omelette, Foie Gras’ın (4) yeni reşit olmuş prensi, “Mazurkiad’ın yazarı ve Akademi Üyesi, Bourdon tarafından yapılmış en güzel pantolonu, Rombêrt’in diktiği en zarif robe-de-chambre’ı emriniz üzerine çıkaracağım –saçlarımı bozacağım- eldivenlerimi çıkarmak için zahmet de cabası!?”
“Ben kim mi oluyorum? Ah evet! Ben Baal-Zebub’ım (5), Sineklerin Prensi. Seni şimdi içi fildişi kaplı, gül ağacından bir tabuttan çıkardım. Tuhaf bir kokun vardı ve irsaliye üstüne iliştirilmişti. Seni Belial gönderdi, Mezarlıklar Müfettişim. Bourdon tarafından yapıldığını söylediğin pantolonun mükemmel bir keten don, robe-de-chambre’ın ise geniş bir kefen.”
“Bayım!” diye yanıtladı Dük. “Hakaretinizi karşılıksız bırakamam! Bayım! Bu hakaretin intikamını sizden ilk fırsatta alacağım! Bayım! Yine görüşeceğiz! Şimdilik au revoir!” ve Dük eğilerek Şeytan’ın huzurundan çekiliyordu ki, beklemekte olan bir beyefendi tarafından durdurulup geri getirildi. Bunun üzerine Dük Hazretleri gözlerini ovuşturdu, esnedi, omuz silkti, düşündü. Kimliği konusunda tatmin olduktan sonra etrafını kuşbakışı bir incelemeye tabi tutttu.
Daire muhteşemdi. De L’Omelette bile orayı bien comme il faut (olması gerektiği gibi) ilan etti. Şaşırtıcı olan uzunluğu ya da genişliği değil –ah, yüksekliğiydi! Tavan yoktu, onun yerinde yoğun bir ateş renkli bulutlar girdabı vardı. Yukarı bakınca Dük’ün başı döndü. Tepeden kan renginde, bilinmeyen bir metalden yapılma bir zincir sarkıyordu –üst ucu görünmüyordu, tıpkı Boston şehri gibi, parmi les nues (bulutların arasında) idi. Alt ucunda büyük bir fener sallanmaktaydı. Dük bunun yakuttan yapılma olduğunu biliyordu; ama öyle yoğun, öyle dingin, öyle korkunç bir ışık yayıyordu ki, İran böylesine asla tapmamıştı. Gheber böylesini asla hayal etmemişti. Mussulman afyonun etkisi altındayken, sırtı çiçeklere, yüzü Tanrı Apollo’ya dönük halde bir haşhaş tarlasında sendeleyerek yürürken böylesini asla düşlememişti. Dük hafif, kesin olarak tasvipkar bir küfür mırıldandı.
Odanın köşelerinde yuvarlak oyuklar vardı. Bunların üçünde dev heykeller duruyordu. Güzellikleri Yunan, biçimsizlikleri Mısır, tout ensembleleri (yarattığı tüm etki) Fransız tarzında idi. Dördüncü oyuktaki heykelin üstü örtülüydü; devasa da değildi. Ama ince bir ayak bileği, sandaletli bir ayak görünüyordu. De L’Omelette elini kalbine bastırdı, gözlerini kapadı, yukarı kaldırdı ve Majesteleri Şeytanı görerek kızardı.
Ama tablolar! Kupris! Astarte! Astoreth! Bin bir tane! Ve Rafaelle onları görmüş! Evet, Rafaelle buraya gelmiş; ne de olsa o _______’yi çizmedi mi? Ve bu yüzden de lanetlenmedi mi? Tablolar! Tablolar! Ah lüks! Ah aşk! Bu yasak güzellikleri gören kim, sümbül rengi ve somaki duvarlarda yıldızlar gibi parıldayan altın çerçevelerin zarafetine bakar ki?
Ama Dük kendini kaybediyor. Ancak sandığınız gibi görkemden başı dönmüş ya da o sayısız tütsünün muhteşem kokularıyla sarhoş olmuş değil. C’est vrai que de toutes ces choses il a pensè beaucoup mais! (Böyle şeyler üstüne epey kafa yorduğu doğru ama!) Dük De L’Omelette dehşete kapılmış durumda çünkü tek bir perdesiz pencerenin sergilediği kurşuni manzarada ateşlerin en korkuncu parıldıyor!
Le pauvre Duc! (Zavallı Dük!) O salonu dolduran yüce, haz verici, bitimsiz melodilerin büyülü pencere camlarının simyasından geçerken süzülen ve dönüşüme uğratılan, umutsuzların ve lanetlilerin inlemeleri ve ulumaları olduğunu düşünmeden edemiyor! Ve oradaki! Oradaki! O kanepenin üstündeki! Kim olabilir? Petit-mâitre (züppe) -hayır Tanrı- olabilir mi, soluk çehresiyle, si amèrement, et qui sourit (öylesine haşince gülümseyerek), mermerden yapılmışçasına oturan?
Mais il faut agir (Ama harekete geçmeli), yani bir Fransız asla ulu orta bayılmaz. Hem Dük Hazretleri olay çıkarmaktan nefret ederdi. De L’Omelette kendine geldi. Masada kartlar vardı, puan fişleri de. Dük, B_____’nin öğrencisiydi; il avait tuè ses six hommes (altı kişi öldürmüştü). Öyleyse, il peut s’èchapper (öyleyse kurtulabilir). İki fişi eline alıyor ve taklit edilemez bir zarafetle Majestelerine seçimi sunuyor. Horreur! Majesteleri hamle yapmıyor!
Mais il joue! (Ama kumar oynuyor!) Ne mutluluk verici bir düşünce! Ama Dük’ün hep kusursuz bir hafızası olmuştu. Abbè Gualtier’in Diable’ını gözden geçirmişti. Orada “que le Diable n’ose pas refuser un jeu d’ècarte” (şeytanın bir el kumar oynamaya hayır diyemeyeceği) deniyordu.
Ama ihtimaller –ihtimaller! Evet –umutsuzdu ama Dük’ün kendisinden daha umutsuz olamazlardı. Hem o işin sırrını bilmiyor muydu? Père Le Brun’u üstünkörü okumamış mıydı? Vingtun Kulübü’nün bir üyesi değil miydi? “Si je perds,” dedi, “je serai deux fois perdu –eğer kaybedersem iki kez lanetleneceğim- voilà tout (hepsi bu)!” Burada Dük Hazretleri omuz silkti. “Si je gagne, je reviendrai à mes ortolans –que les cartes soient prèparèes! (Kazanırsam ortolanlarıma geri döneceğim, kağıtlar hazırlansın!)”
Dük dikkat kesilmişti, Majsteleri özgüvenle doluydu. Bir izleyicinin aklına Francis ve Charles gelirdi. Dük Hazretleri oyununu düşündü. Majesteleri düşünmedi; kartları karıştırdı. Dük kesti.
Kartlar dağıtıldı. Koz belli oldu –koz –koz –papaz! Hayır –kızdı. Majesteleri kızın üstündeki erkeksi giysilere küfretti. De L’Omelette elini kalbinin üstüne koydu.
Oynuyorlar. Dük sayıyor. El dağıtılıyor. Majesteleri de ağır ağır sayıyor, gülümsüyor, şarap içiyor. Dük bir kart veriyor.
“C’est à vous à faire! (Sıra sende!)” dedi Majesteleri keserken. Dük Hazretleri başını eğerek selam verdi, sağıttı ve masadan kalktı, en prèsentant le Roi (papazı gösterirken).
Majesteleri hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu.
İskender İskender olmasa Diyojen olurdu ve Dük çıkıp giderken hasmını şu konuda temin etti: “que s’il n’eut pas ètè De L’Omelette il n’aurait point d’objection d’ètre le Diable. (Eğer De L’Omelette olmasa Şeytan olmaya itiraz etmezdi).”
1836
(1) Montfleury. Parnasse Rèformè’nin yazarı onu Hades’te şöyle konuşturur: “L’homme donc qui voudrait savoir ce dont je suis mort, qu’il ne demande pas s’il fut de fièvre ou de pondagre ou d’autre chose, mais qu’il entende que ce ful de L’Andromaque.” 
(2) Tadı leziz bir tür Avrupa kuşu.
(3) Mağrurluk.
(4) Kaz ciğerinden yapılan ünlü bir Fransız yemeği.
(5) Şeytan.
5 notes · View notes
bungoustraydogs-tr · 10 months
Text
Bungou Stray Dogs Storm Bringer [KOD: 02] Ölülerin Duyguları Olmaz
Tumblr media
Wattpad Linki
Adım Adam Frankenstein. Avrupa Polis Teşkilatı görevlilerine şarkı söyleyip dans edebilen mükemmel bir makineyim.
Ciddiyim, yapamayacağım hiçbir şey yoktur.
O gün hava hoştu.
Güneş ışığı, berrak mavi gökten süzülüyor ve yeri aydınlatıyordu. Kuyumcu vitrini gibi, binaların pencerelerine yansıyan ışıklar parıldıyordu. O ışık, bilgisayar programına benzer,hem inorganik hem de sistematikti. İnsanlardan çok makine olan bana görmem için hazırlanmış bir güzellikmiş gibi hissettim.
Göğsüme karşı tuttuğum kâğıt keseyle ana caddede yürüyordum.
Kesenin içinde çikolatalar, şekerler ve çeşitli ayıcık jelibonları vardı. Hepsi gelecekteki ortağım Chuuya-san içindi.
Benim gibi bir makinenin işlemesi için şarj olmak nasıl gerekliyse şeker de insanların günlük aktivitelerini devam ettirebilmeleri için gerekliydi. Ayrıca şeker tüketimlerinin artması insanların mutluluk duygusunu pekiştiriyordu. Ortağımın mutluluğu için endişeleniyorum -ne kadar müthiş bir dedektifim öyle. İnsanlardan kesinlikle daha iyiyim.
Hedefime doğru yürümeye devam ettim. Geçtiğim yabancı ülkenin vatandaşları bana garip garip bakıyordu.
Yolumda, sokak köşesindeki bir tezgâhı geçtiğimde aklıma fantastik bir fikir geldi. Beyninize etkin bir şekilde şeker, daha doğrusu glikoz, almak istiyorsanız toz şekeri direkt ağzınıza dökmelisiniz. En etkili yol budur. Bu yüzden köşedeki tezgâhtan bir poşet toz şeker aldım.
O sırada, yanımdaki müşteri daha önce hiç görmediğim bir şey alıyordu.
“Bu nedir?” Müşteriye sordum.
“Ne, bilmiyor musun? Sakız işte.”
Eğitim modülüm soruşturmayla ilgili bilgilerle donatılmış olsa da dış dünyanın belirli bilgileri hala eksikti. Bilgi eksikliğini telafi etmek için hemen satın aldım.
Taş kaplama geçitten geçtim, Avrupai tarzda yapılmış tuğla binalardan oluşan yerleşim bölgesini ardımda bıraktım. Dünün alevlerinden zarar gören cildimin dış katmanı tamir edilmiş ve işlevini yerine getiriyordu. Zarar gören parçalarım da yenisiyle değiştirilmişti. Yani yeni gibiydim ve yeniden canlanmış hissediyordum. İnsan olsaydım şu anda şarkı mırıldanacağımdan emindim.
Yürürken satın aldığım sakızlardan birisini ağzıma attım. Anında XP göstergemin yükseldiğini fark ettim.
Bilmediğim, muhteşem bir aromaydı.
Tek seferde yutmadan önce birkaç saniye çiğnedim.
Bir parça daha ağzıma attım. Pakette toplam sekiz parça sakız vardı. Bu şekilde yemeye devam edersem yakında biterdi. Burada suçlanacak kişi, paketinde az sayıda bulunan sakız adlı üründü.
Yutkunduktan ve üçüncü parçaya geldikten sonra Chuuya-san ile buluşmam gereken yere geldim.
Binanın kapısını açıp yüksek sesle selam verdim.
“Tünaydın!”
Kiliseye varmıştım.
Yüz kadar misafir kilisenin iki tarafında da oturuyordu. Herkes siyah giyinmiş, sessizce başlarını eğiyorlardı. Kırmızı cüppelerle süslenmiş çocuk korosunun sesleri tiz ve ölüye yas tutar gibi nazikti. Kilisenin tavanı aşırı yüksekti; çocukların şarkı söylerkenki sesleri birbiri ardına yankılanıyor, tüm kilisede duyulabilecek şekilde rezonansa giriyordu. Belki bu yüzden kilisedeki atmosfer uhreviydi, dünyayla cennet arasındaki bir yeri anımsatıyordu.
Ve geniş, tenha şapelin ortasında beş tabut duruyordu.
Süslü değillerdi ancak pahalı gözüküyorlardı. Tabutlar siyah kumaşla örtülüydü.
Tabutun diğer tarafında ağlarken başlarını eğen, aile üyelerine benzeyen insanlar vardı.
Şapelin etrafına bakındım ve Chuuya-san’ı sırada, bir grup insanla otururken gördüm. Onlara doğru yürüdüm.
“Chuuya-san, sizi almaya geldim!”
Sesim koroda kaybolmasın diye bağırdım.
“Kes sesini. Cenazedeyiz.”
Chuuya-san sessizce cevaplarken gözlerini tabutlardan ayırmadı.
Konuşmadan önce biraz düşündüm. “Biliyorum.” Ve devam ettim, “Verlaine hakkında istihbaratım var.”
“Sonra hallederiz.”
Konuştuktan sonra önüne bakmaya devam etti. Mimik kasları gergin, alnıyla kaşları arasındaki deri hafif çatıktı. İnsanların duygusal tepkileriyle ilgili yaygın bir bilgiyi hatırladım. Chuuya-san’ın yüzü stres altındaki bir insanın ifadelerini taşıyordu. Tedbir alınması gerekiliyordu. “Çikolata ister misiniz?”
“Dedim ki sonra hallederiz!”
Chuuya-san bağırdı. Zemin sesinin gücüyle sarsıldı. Cenazedeki misafirlerden birkaçı arkalarına döndü.
Chuuya-san sessizce bana baktı. Bana verilen emri titizle inceledikten sonra cevap verdim. “Anlaşıldı. Peki bu ‘sonra’ kaç dakika sürer?”
Chuuya-san kesik bir nefes aldı, bana bir şeyler bağırmaya yeltense de durdu. Sonra gergin, kana susamış bir sesle konuştu. “Seninle takım olduğum gerçeğinden nefret ediyorum. Anlamıyor musun? Cenazedeyiz. Arkadaşlarımın cenazesindeyiz. Hepsi öldü. Cenazeci uygun gözükmeleri için sekiz saat harcadı. Hepsi parçalan- hepsi benim yüzümden oldu. Bu yüzden onları uğurlamam gerekiyor yoksa beni suçlarlar.”
Ne kadar mantıksız bir beyannameydi, cevap verdim. “Lütfen endişelenmeyin Chuuya-san. İşlevleri son bulan insanlar kin tutamaz.”
“Ne dedin?!”
Chuuya-san ayağa kalktı, yakamı kavradı.
“Yeter, Chuuya-kun.”
Chuuya-san’ın yanında oturan misafirlerden birisi aniden söze girdi.
Sırtı dimdik oturan zayıf bir adamdı. Geriye taranmış siyah saçları vardı ve sessizce bacak bacak üstüne atmıştı. Muhtemelen otuzlarındaydı. Şapeldeki en pahalı kıyafetleri giyiyordu.
“Dedektif-dono’nun da dediği gibi ölülerin duyguları olmaz. Cenaze ve intikam gibi şeyler yaşayanlar için yapılır.” Adam önüne bakıyor ve sesi kısık çıksa bile bir liderin sahip olduğu baskın otoriteyi taşıyordu. “Bu yüzden başka birisi daha ölmeden hallet şunu Chuuya-kun. Verlaine hakkında istihbaratınız olduğunu mu söylemiştiniz, Dedektif Bey?”
Son soru direkt bana hitap ediyordu.
“Evet, Verlaine’in saklanma yerine ilişkin bilgiyi öğrendim. Bu istihbaratla sonraki hedefinin kim olduğunu tespit etmek mümkün olacaktır. Ancak soruşturmada ilerlemek için Chuuya-san’ın iş birliğine ihtiyacım var. Bu yüzden Chuuya-san, lütfen kaç dakika beklemem gerektiğini söyler misiniz? 5 dakika yeterli mi?”
Chuuya-san kaşlarını çatarak bana baktı.
“5 dakikaya ihtiyacı yok, değil mi Chuuya-kun?” yanındaki adam kibar sesiyle konuştu.
“...evet.”
Chuuya-san kolumu kavrayarak yürümeye başladı. “Gidelim. Burada konuşamayız.”
Emirlerine uydum.
 ....
 Chuuya-san hızlı adımlarla ara sokakların birinde ilerledi. Onu takip ederken hızına ayak uydurdum.
Kiliseden yeteri kadar uzaklaşınca Chuuya-san etrafına bakındı.
“Sana söyleyecek tek bir şeyim var oyuncak robot. Senden haz etmiyorum. Mekanik özelliklerin yararlı olabilir bu yüzden bana eşlik etmene izin veriyorum. Ne olursa olsun benim emirlerine itaat edeceksin. Merkez üssünden aldığın emirlere değil, benim emirlerime öncelik vereceksin. Yoksa beraber çalışamayız.”
“Eski emirlerimi geçersiz kılmamı mı istiyorsun?”
“Evet.”
Durumumu mantıkla düşündüm. Uyduğum en yetkin emirler bu davaya atanan üstlerimden, sonra da Profesör Dr. Wollstonecraft’tan aldıklarımdı. Eğer bu komuta zincirini hiçe sayar ve Chuuya-san’ı önceliğim yaparsam görevlere en büyük önceliği vermek olan varoluş sebebim geçersiz kılınırdı. Diğer taraftan, Chuuya-san’ın talimatlarına uymayıp emirlerimi geçersiz kılmazsam görevim burada sona erecekti.
Sanki “Benim emirlerime uy ama onlarınkisine uyma.” der gibi çelişkili talimatlardı.
Eğer sıradan bir yapay zeka bu şartlar altında bırakılsaydı bitmek bilmeyen düşünce kaynaklarını kullanmaları gerekecek, bu da iş görme yeteneklerinin düşmesine neden olacaktı. Ama ben, son model bir yapay zekayım. Profesör böyle bir durumun gerçekleşebileceğini tahmin etmiş ve bu çelişkileri çözmeye yardımcı olacak bir altprogram eklemişti.
Çözüm oldukça basitti.
“Kalbinin sesinin dinle.”
“Emirler onaylandı. Komut sistemi protokolü geçersiz kılınıyor.” Tek dizim üstünde diz çöktüm ve saygıyla reverans vermek için başımı eğdim. “Chuuya-sama’yı (1) bu makinenin en üst amiri yaptım. Lütfen emirlerinizi söyleyin.”
Chuuya-sama bana şaşkınlıkla baktı. “Gerçekten kabul ediyor musun?”
“Evet. Chuuya-sama emirleri verirse hiçbir engel beni durduramaz.”
Chuuya-sama'nın gözbebekleri genişledi, derin bir iç çektikten sonra elleriyle yüzünü kapadı.
“Ugh... makine olmana rağmen seni hiç anlayamıyorum. Hem neden bana aniden ‘Chuuya-sama’ diye sesleniyorsun?”
“En yetkin üstlerime verilen varsayılan unvan bu şekilde.”
“Değiştirebilir misin?”
“Değiştirmem mümkün. Ama unvanınız değişirse en yetkin kumandanım olamazsınız. Değiştireyim mi?”
“Yok, hayır.” Chuuya-sama bıkmış bir yüzle konuştu. “Ahh, yeter. Bunları konuşarak vaktimizi boşa harcıyoruz. Verlaine hakkında yeni bir istihbaratın olduğunu mu söylemiştin?”
“Evet, anlatayım. Ama önce sakız ister misiniz?”
Ayağa kalkıp öncesinde satın aldığım sakızı teklif ettim. Uzayasıya bir konu anlatmadan önce stres yükünü hafifletmek için karşı tarafa yenmesi hafif ikramlarda bulunmak kibarlıktır.
Chuuya-sama afallamış bir ifadeyle bir sakıza bir bana sonra yine sakıza baktı ve konuştu. “İstemez.”
Yazık oldu. “O zaman ben yerim.” Paketini açarak ağzıma bir sakız attım, yutmadan önce birkaç kez çiğnedim. Muhteşemdi.
Chuuya-sama bana garipseyerek bakıyordu.
“Şimdi açıklamaya başlayayım.” dedim. “İlk olarak bildiklerimizi gözden geçirelim. Verlaine suikastçı olduğundan bir ülkeye girdiğinde gelişini her yere duyuramaz yoksa sonrasında hareket etmesi zorlaşır. Normal insanlar ülkeye girmek için kılık değiştirip sahte pasaport kullanırlar ama Verlaine artık kimseye güvenmeyen yalnız bir kurt. Bu yüzden ülkeye kaçak girişini yaptıracak insanlara ödemek zorunda. Buraya kadarını anladınız mı?”
Son soruyu sorarken ağzıma bir sakız daha atıp yuttum. Beni seyrederken Chuuya-sama iğrenmişçesine sızlandı. Sakız midemi falan mı bozacaktı?
“Ama bu sefer Verlaine’in seçenekleri kısıtlı, ne de olsa kaçakçılar ödlek olmaya meyilli ve genelde bağlantılarına güvenirler. Yani kaçakçılar Liman Mafyası gibi illegal organizasyonlara ya sığınırlar ya da organizasyonlarla çıkar ilişkisi yürütürler.”
“Ahh, mantıklı. Kendisine sırt çevirip Liman Mafyasına koşacak birisine güvenemez.” Chuuya-sama başını salladı. “Sen bu işleri baya biliyormuşsun.”
“Çünkü yapay zeka dedektifleri insan olanlardan daha üstün.” Bir sakızı daha çiğneyip yuttum. “Bu bilgileri kullanarak Japonya Polis Departmanı ve Liman Mafyasının veri tabanında bulunan kaçakçıları inceledim ve mafyanın veri tabanından kaçmayı başarabilmiş bazı kaçakçılara rastladım.”
“Polisin ve mafyanın veri tabanını mı inceledin? Nasıl?”
“Hackledim.” dedim. Hareket halindeki aracın akıllı sürücü sistemini dahi hackleyebilen bir makineyim. Veri tabanlarını şöyle bir karıştırmak benim için -nefes almanın kolay olacağını düşünerekten- nefes almak kadar kolay. “Bu işe karıştığını düşündüğüm 4 kaçakçı vardı. Her birini bu sabah sorguladım ve Verlaine’i ülkeye getirenleri buldum.”
“Haha, bilardo dışında başka yeteneklerin olduğunu bilmek güzel.” Chuuya-sama kaşlarını kaldırdı. “Ee? Konuşturana kadar ayaklarından aşağı sallandırdın mı bari?”
“Hayır. Bu makinenin öyle bir özelliği olsa da davranışlarını kopyalayıp şiddete başvursaydım Verlaine fark ederdi.” Başımı salladım. “Onun yerine Verlaine’in istediği malları ve ödeme ayrıntılarını öğrendim. Eminim ki Chuuya-sama çoktan biliyordur ancak yasadışı kaçakçılık yapanların çoğu kendi ülkelerine nakliyecilik yapıyorlar.” dedim iki sakız daha yerken. “Bu nakliyeciler ödeme karşılığında arabalar, silahlar, saklanma yerleri ve kaçak doktorları ayarlıyorlar. Verlaine bu mallardan üçünü istemiş.”
“O üçünden birisi saklanma yeri mi?”
“Maalesef.” Başımı iki yana salladım. “Ama bir sonraki hedefine dair bir ipucu bulabildim. Öncelikle şuna bakın.”
Huş ağacından çekilmiş bir dal resmini uzattım. Genişliği ve uzunluğu el bileği kadardı.
“Nedir bu?”
“Huş ağacından bir dal. Verlaine suç mahallinden ayrılmadan önce yakınlara bir ağaç dalına haç işareti bırakıyor. İmzası böyle ve şu ana kadar hiç istisna yapmadı. Bu kez kaçakçılardan 4 dal aldı ve...”
Bir fotoğraf daha uzattım.
“Dallardan birisi bilardo barında bulundu.”
Yere düşmüş, el oyması çentikli bir haç vardı. Zeminin ahşabı parçalandığı için görülmesi zordu ama diğer molozlardan farklı bir malzemeden yapıldığı belliydi.
Chuuya-sama kaşlarını çattı.
“Yani geriye üç tane kaldı.”
“Evet, hedeflerinin sayısının bu olduğuna inanıyorum.”
“Yakın olduğun kim varsa hepsini öldüreceğim” demişti Verlaine.
Chuuya-sama’ya yakın olan insanlardan hangilerini seçeceğini bilmem mümkün değil. Mafyanın hainleri bile olabilir. Ama en azından Verlaine'in Japonya’da üç hedefinin olduğunu biliyoruz.
“Bizim için iyi bir fırsat.” dedim. “Verlaine’i tahmin etmesi zor ve savaş alanında üstünlüğünü koruyor. Birebir savaşta yenmemiz imkansız. Ancak Verlaine suikastçı, prosedürlere ve ritüellere ne olursa olsun önem veren bir suikastçı. Bir sonraki hedefine saldıracağı kesin sayılır bu yüzden hedefini öncesinden öğrenirsek tuzak kurup bekleyebiliriz.”
“Doğru.” Chuuya-sama başıyla onayladı. “Bir sonraki hedefinin kim olabileceğine dair bir tahminin var mı peki?”
“Tahmin etmem zor.” Sıradaki fotoğrafları uzattım. “Kaçakçılardan satın aldığı iki şey daha vardı, bu fotoğraflarda…”
Biri otomobil parça montaj fabrikası için üretici ruhsatıydı.
Diğeri oldukça eski, mavi bir kapaklı telefonun gövdesiydi.
“Bunların sonraki suikastı için yaptığı hazırlıklar olduğuna inanıyorum.” diye devam ettim. “Ama bu noktadan itibaren Chuuya-sama’nın yardımına ihtiyaç duyuyorum. Verlaine Chuuya-sama’ya yakın insanları hedefliyor. Kim olabileceğine dair bir fikriniz var mı?”
Chuuya-sama soruma cevap vermedi. Kısık gözlerle fotoğrafı dikkatle inceledi.
Sanki önem verdiği birinin yüzü fotoğrafa kazınmış gibi bakıyordu.
“Fabrika, huh?” Chuuya-sama konuştu. “Siktir.  Bir sonraki hedefinin kim olduğunu biliyorum.”
Chuuya öfkeyle fotoğrafı buruşturarak top haline getirdi. Sonra hızlı adımlarla yürümeye başladı.
“Gidelim.”
“Nereye gidiyoruz?”
Soruma cevap vermeden Chuuya-sama son sakızı elimden çaldı ve ağzına attı.
Yürürken çiğnediği sakızı şişirdi, sakız dudaklarının dibinde küresel bir balon şekline dönüştü.
O an hissettiğim şaşkınlığı kelimelerle tarif edemem.
Böyle mi yeniliyordu?!
 …
 Fabrikada genç bir çocuk vardı.
Buram buram motor yağı kokan yüksek çatılı otomobil parça montaj fabrikasıydı. Bir yerlerden kaynak makinesinin sesi duyuluyor, havada kıvılcımların sesi uçuşuyordu. Ama fabrikanın bulunduğu alan epey geniş olduğundan seslerin kaynağını bulmak zordu.
Oğlan, parçaları kaynaklamak için perçin kullandı, bir bezle yağı sildi ve altın bir raspayla pürüzleri kesti. İşi buydu. Biraz sonra benzer parçalar yine önüne gelecek, çocuk yine kaynak yapacak, silip kesecekti. Parçalar önüne geldi. Kaynak yaptı, sildi, kesti. Kaynak yaptı, sildi, kesti.Kaynak yaptı, sildi, kesti.
Ve parçaların banttan önüne geldiği her sefer çocuk aynı şeyi düşünüyordu. “Bıktım artık. Bir sonraki parçaları bitirdikten sonra pes edip eve gideceğim.”
Çalıştığı süre boyunca zil çalana kadar aynı şeyi tekrar ve tekrar düşünürdü. Zil, mesainin bitmesine yalnızca beş dakika kaldığını belirtirdi. Ve son zil çalana kadar geçen beş dakikada kendisini biraz daha insan gibi hissederdi. Hiçbir şey düşünmeden ellerini ciddiyetle hareket ettirdi.
İşi bittiğinde çalışma arkadaşları kendisine seslendi ve “Hey? Bizimle bir şeyler yemeye gelmek ister misin?” diye sordu, uygun bir cevap verdikten sonra kalktı. Kıyafetlerini değiştirdi Ve kimseyle göz göze gelmeden fabrikadan ayrıldı.
“Buradan hemen kurtulmak istiyorum. Olmam gereken yer burası değil.”
Ama o gün bırakmak kolay değildi.
Fabrika bölgesinden çıkmak üzereyken birisi seslendi. Çocuk görmezden gelecekti ama kendisine seslenenin kim olduğunu anladığında durdu.
“Patron.” dedi oğlan. “Bir şey mi lazımdı?”
“Ahh, sen, uh... evet, sen. Pardon ama bir saniyeliğine gelebilir misin?”
Gri saçlı, gözlüklü fabrika müdürü tüm fabrikadaki en yetkin personeldi. Başa bela işte. Fabrika müdürü bu çocuk gibi alt sınıf işçilerle nadiren konuşurdu. Oğlan, fabrika müdürünün yüzünü işyeri duvarına asılı resimden görmüştü sadece.
“Hayır, um... tam da çıkmak üzereydim.” Çocuk doğrudan konuştu.
“Boş ver, benimle gel. Seni bekleyen bir ziyaretçi var. Hadi, acele et.”
Fabrika müdürü oğlanın elini tuttu. Oğlan kurtulmaya çalışırken fabrika patronunun ellerinin titrediğini ve yüzünden kanın çekildiğini fark etti. Müdür işçilerin ne kadar çalıştığı konusunda hep endişelenirdi.
Fabrika müdürü bir şeyden korkuyordu.
Onu takip etmekten başka seçeneği yoktu.
Resepsiyon odasına doğru ilerlediler. Fabrikada para harcanılan tek oda orasıydı. Arkadaki meşe kapılar altınla süslenmiş ve havada kahve kokusu dolaşıyordu. Bekleyen her kimse ona içecek ikram etmişti.
Çocuğun misafirin kim olduğuna dair bir fikri yoktu. Ziyaretçi mi? Benimle iletişime geçmeye çalışabilecek hiç arkadaşım yok ki. Daha bir yıl önce sırf yüzümün rengini görmeye gelen tonlarca arkadaşım vardı. Ama şimdi kimse ziyaretime gelmiyor. Hiç kimse...
Öyleyse gelen kimdi?
Fabrika müdürü odaya girmeden önce kapıyı tıklattı. Çocuk takip etti.
Ve görmeyi beklediği son kişiyi gördü.
“Chuuya?”
Misafir odasında iki kişi vardı. Birisi muhtemelen dedektif olan uzun boylu, mavi takımlı bir Avrupalıydı.
Diğeri ise eski dostu, Nakahara Chuuya.
Chuuya duygusuz bir yüzle çocuğa baktı, ayağa kalktı.
“Shirase...” Chuuya kısık, keskin bir sesle konuştu. “Uzun zaman oldu.”
Shirase adlı çocuk yakınlarındaki bir çiçek vazosunu kavradı.
Ve Chuuya’ya fırlattı.
 …
 Beklenilmedik bir durum yaşandı.
Bu kavuşmanın heyecanla dolu olacağına ve neşeli kucaklaşmaların eşlik edeceğine emindim. İnsanları araştırmak için izlediğim çoğu filmde öyle oluyordu.
Ama Shirase çocuğu vazo fırlatmıştı.
Vazoyu durdurmaya çalışsam da zamanında yetişemedim. Chuuya-sama’nın alnına denk geldi ve ne yazık ki parçalandı. Parçalar absürt bir hızla havada uçuştu. Nedeninin yerçekimi kontrolünü kullanması olduğunu hemen fark ettim. Vazo Chuuya-sama’ya dokunur dokunmaz vazoyu parçalamak için yeteneğini kullanmıştı. Böylece çarpmadan zarar görmeyecekti.
Ama ne yazık ki vazoda çiçekler vardı.
Yani içi su doluydu.
Kafasından aşağı sular akarken Chuuya-sama konuştu, “Ne yaptığını sanıyorsun Shirase?” Sesi düzdü ve sanki hiç şaşırmamış gibi hiçbir duygunun izini taşımıyordu. “Su soğuktu.”
“Yapma Chuuya. Zeki adamsın.” Shirase-san gülerken dudaklarını büzdü. “Bir yıl geçtiğinin farkındayım ama sakın bana –Koyunlar’a yaptıklarını unuttun deme?”
Chuuya-sama sakin gözlerle oğlana baktı. Hiçbir şey söylemedi. Shirase-san sessizce Chuuya-sama’yı öldürecekmiş gibi baktı. Vazo kırıldığında fabrika müdürü “Eek!” diye çığlık atıp kaçmıştı.
Sessizliğin ne anlama geldiğini bilmesem de bu gidişle bir yere varamazdık. Araya girme zamanım gelmişti.
“Um… Shirase-san. Tanıştığımıza memnum oldum. Bugün hava ne kadar güzel, değil mi?” Birileriyle tanışıldığında konuşma konusunun havadan sudan olması gerektiğini duymuştum. “Aslında sizinle tartışmamız gereken önemli bir konu var. Oturup konuşalım.”
“Senin gibilerle konuşmuyorum.”
Bunları söyler söylemez Shirase-san odadan çıktı.
“Bekle, Shirase. Nereye gittiğini sanıyorsun?”
“İşim bitti. Eve gidiyorum.”
Ayağa kalkıp peşinden koştum. İzini kaybetmeyi göze alamazdım.
Ama Chuuya-sama aynı yerinde hiç kıpırdamadan öylece durdu. Ne bakışlarını bir başka yere çevirmiş ne de ifadesini değiştirmişti. Ne olmuş olabilirdi ki?
Hazır düşünmüşken, Chuuya-sama’nın refleksleri göz önüne alınınca vazodan kolayca kaçınabilirdi. Ama kaçmamıştı. Acaba neden?
Bilgisayar olduğum için duygular gibi başa bela şeylere sahip değilim. Fakat karar verme modülüme duyguları taklit eden bir özellik ekliyorum bu yüzden insanlarla soruşturduğumda doğal gözüküyorum. (Sık sık bu özelliğe sahip olmasaydım soruşturmaların daha kolay ilerleyeceğini düşünüyorum.)  Bu yüzden şaşkınlık, heyecan benzeri duyguları bir yere kadar canlandırmam mümkün. Ayrıca diğer insanların duyguları üzerinden de çıkarım yapabiliyorum.
Ama ben bile Chuuya-sama’nın neden o vazodan kaçınmadığını bilmiyorum.
“Peşinden gidelim.” Tereddütle seslendim. “Chuuya-sama, iyi misiniz?”
Kafasından sular damlarken Chuuya-sama’nın dudaklarının kenarından bir kahkaha çıktı. “Off, böyle olacağını biliyordum.”
Koridorda yürüyen Shirase-san’ı yakalayabildik.  “Bekleyin lütfen Shirase-san! İşbirliğinize ihtiyacımız var!”
“Öyle mi? O zaman iyi şanslar. Biraz şaşırmıştım ama neyin peşinde olduğunuzu biliyorum. Yüz milyar verseniz dahi Chuuya gibilerle çalışmam.” Shirase-san yavaşlamadı.
“Ama mantıken bize yardım etmeniz lazım.”
“Zaten sen kimsin be? Ağzından çıkan her kelimede canımı sıkıyorsun. Ne yaptığını bilmeme rağmen onunla işbirliği yapmamı mı söylüyorsun?”
Shirase-san diken üstündeydi sanki, bana tehdit eder gibi bakıyordu.
Tehdit edildiğimde hiçbir şey hissetmediğimden bana dik dik bakmasının bir anlamı yoktu. Ama takındığı ifadeyle Shirase-san’ın hissettiklerini anlayabildim.
Kin güdüyordu.
“Bir yıl önce bu piç organizasyonumuzu yok etti. Liman Mafyası bize saldırdı. Evlerimiz elimizden alındı ve yeniden birleşmemize engel olmak için Chuuya hariç hepimiz ülkenin dört bir yanına dağıtıldık. Peki o ne yaptı?! Hiç utanmadan Liman Mafyasına katıldı! Bize olan borçlarını unutarak Liman Mafyasına sattı bizi!”
Belleğimdeki istihbaratlarla bu bilgiyi karşılaştırdım. Çelişiyorlardı. Söyledikleri gerçekten farklıydı.
Düzeltilmesi gerekiyordu.
Fakat Chuuya-sama sessizliğini sürdürdü. Konuşacakmış gibi de durmuyordu.
“Ve şimdi de buradayım! Yokohama’da bir ben kaldım, sıkı gözetim altında çalışmaya zorlanıyorum. Bunun ne olduğunu biliyor musun, Chuuya?”
Shirase-san kolunu kaldırarak saatini gösterdi.
Chuuya-sama baktı ve cevap verdi. “Kim bilir?”
“İsviçre menşeli yüksek kalite bir saat.” Bilgi kaydımdan araştırdıktan sonra cevap verdim.
“Öyle. Sahip olduğum son pahalı mal. Koyunlardayken her ay böyle aksesuarlar alırdım. Ama şimdi ne zaman satacağımın hesabını yapıyorum. Çalıştığım iş, herkesin yapabileceği kadar basit ve maaşı da bok gibi. Bu gidişle organizasyonu yeniden kurmak için yeterli param olmayacak.”
“Organizasyonu yeniden mi kuracaksın?” Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
“Evet. Sonsuza kadar içime kapanmayacağım. Bunca zamandır silah toplayıp bağlantılar kuruyordum. Ben istediğim sürece yapabilirim. Ben istediğim sürece Koyunu eski görkemine kavuşturabilir ve senden daha iyi bir kral olabilirim.”
Chuuya-sama kaşlarını çattı. “Benim yaptıklarımı hayatta yapamazsın.”
“Ne dedin?!”
“Tamam, sakinleşin lütfen.”
Asıl konudan gittikçe uzaklaşıyorduk bu yüzden araya girmekten başka çarem yoktu. Davanın öncelikli olduğu belli olmasına rağmen insanlar belli ki saçma konular için tartışmayı seviyordu.
“Shirase-san, sanırım bir yanlış anlaşılma söz konusu. Kayıtlarıma göre Chuuya-sama’nın ayrılma nedeni...”
“Sus.  Ben konuşacağım.” Chuuya-sama birden öne atıldı. “Kulaklarını dört aç Shirase. Bilmen gereken tek bir şey var. Ya bugün ya da yarın, yakında öleceksin.”
“Huh?”
Shirase-san’ın ağzı ve gözleri açıldı.
“Verlaine adındaki yetenekli bir suikastçı seni öldürmesi için gönderildi. Hedefim bu suikastçıyı öldürmek bu yüzden işbirliğine ihtiyacım var.”
“Ne? Ne demek peşimde kiralık katil var?” Shirase-san’ın kafasının karıştığı yüzünden anlaşılıyordu. “Neden ben?”
“Ölürsen mafyada kalmam için bir neden kalmayacağına inanıyor.”
“Ne... sen nereden biliyorsun bunu?”
“Çünkü deli bir suikastçının nasıl düşündüğünü anlayabiliyorum.”Chuuya-sama, tartışmaya yer bırakmayarak açıkladı. “Güçlü olduğunu biliyoruz. Onunla doğrudan birebir yüzleşecek olursak tüm mafya savaşa dahil olsa bile aldığımız zararın haddi hesabı olmaz. Bu yüzden onu kesinlikle öldürecek bir tuzak kuracağım. Seni öldürmeye geldiğinde çaktırmadan Verlaine'i yakalayacağım. Gardını indirmişken saldırırsak, yetenek kullanıcısı ne kadar güçlü olursa olsun, kolayca yenilebilir... beni sırtımdan bıçakladığın zamanki gibi.”
Chuuya-sama’nın gözleri belli bir duyguyu ima eder gibi keskindi. Ve duygu mimikleri modülüme rağmen bu soluk duyguyu anlayabilmem mümkün değildi.
“Bekle, bekle. Doğru mu anladım?” Shirase-san huysuzluğunu dile getiren bir sesle ellerini sallayarak konuştu. “Verlaine adında kiralık bir katil var ve onu yakalayamıyorsunuz. Bu yüzden onu oltaya getirmek için beni yem gibi kullanacaksınız. Kaçmazsam öldürüleceğimi bilerek tuzakta sessiz sakin oturmamı bekliyorsunuz... diyorsun?”
Chuuya-sana karmaşık bir ifade takınarak soruya cevap vermedi.
“Aynen. Kısaca öyle oluyor.”
“Huh?! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?! Kim kendi isteğiyle yemin olmaya razı olur?”
Chuuya sert bir sesle konuştu. “Değil mi? Ama seçme lüksün yok.”
“Ne?”
“Doğru söylüyorsun, yem olacaksın. N’olmuş yani? Özellikle sana ihtiyacımız yok, iki hedefi daha var. Aralarından birisini seçip tuzağımızı kurarız. Ama senin durumun farklı. Teklifimizi reddedersen büyük ihtimalle öleceksin. Bu yüzden bizimle işbirliği yap Shirase. Çünkü yapmazsan öleceksin!”
Chuuya-sama hayır cevabını reddedermiş gibi bağırdı.
İkisi birbirlerine baktı. Yüz ifadelerini izlerken hiçbiri konuşmadı, sanki derinlerde bir yerde bir şeyler bulmaya çalışıyorlardı.
Sonunda Shirase-san sessizliği bozdu.
“Ah... tamam tamam, anladım.” Sözünü bitirir bitirmez Shirase-san arkasını dönüp yürümeye başladı. “Ne yaparsan yap, kral gibi yapıyorsun. Senden de azını beklemezdim.”
O sırada fabrikanın otoparkında yürüyorduk. Park edilmiş pek çok araç sadakatle ustalarını bekliyorlardı ve insanların aksine duygular yüzünden görevlerini ihmal etmiyorlardı. Görünce gönlüm açıldı.
Shirase-san muhtemelen günlük yolculuğunda kullandığı küçük motora doğru yürüdü. Sepetten bir kask çıkardı ve bize baktı.
“Başka seçeneğim olmadığına göre yapacağım. Tuzağı nereye kuracağınızı gösterin, motorla peşinizden geleceğim.”
Tam rahatlayarak gülümserken kafama bir şey çarptı.
Shirase-san kaskı fırlatmıştı. Başıma çarpar çarpmaz gözüm kararmaya başladı.
Shirase-san Chuuya-sama’yı hedef alan bir kask daha fırlattı. Yüzünün tam ortasına vuracakken Chuuya-sama kaskı yakaladı.
Shirase-san motoruna tırmandı ve motoru çalıştırdı.
“Hahaha! Hainin sözlerine güvenip de hayatta bu işe bulaşmam!”
Bunları söyler söylemez motosikleti hızlandırarak uzaklaştı.
“Ouch...”
Hasar tanımlama raporu hazırladım: Kafada darbe algılandı. İç parçalarda zarar tespit edilmedi. Sinyallerde gecikme tespit edilmedi. Beni ürküttü o kadar.
Chuuya-sama kollarında kaskı tutarken sıkılmış gibi ileriye baktı.
“Off... öyle kaçarak ne yaptığını sanıyorsun?”
Derin bir iç çekip kaskı kenara attı.
Sonra zıpladı. Yerçekimi kontrolünü kullanarak yakınlarda park edilmiş bir arabanın tepesine indi.
“Geç kalma, oyuncak robot. Kalırsan seni geride bırakırım.” Ve peşinden koşmaya başladı.
Geride kalmayı göze alamazdım.
Chuuya-sama’nın hareketleri koşmaktan çok uçmak olarak tanımlanabilirdi.
Kendisini aşağıya çeken yerçekimi kuvvetini ileriye ittiren bir kuvvet hâline getirerek frizbi gibi zıplayabiliyordu. Tek adımda binanın üstünden sıçrayabilir ve kolayca hareket halindeki bir araca yetişebilirdi.
Dizimdeki aktüatörleri çalıştırıp Chuuya-sama’nın peşinden gittim. Fabrika zemininden sıçrayıp yürüyen yayaların üstünden süzülmeden önce bir tabelanın yanına indim.
Diğer taraftan elektrik sinyallerini kullanarak kaçan Shirase’nin rotasını belirlemeye çalışsam da cevap alamadım. Trafik kontrol ağını hacklemeyi denesem de araç ile bağlantılı herhangi bir bilgi bulamadım. Görünen o ki Shirase-san’ın kullandığı motosikletin dış dünyaya bağlantılı sistemi yok ve yalnızca yolculuk için kullanılabiliyor. Kısaca, ucuz modellerden.
Fakat bu ucuzluk bizi dezavantaja sokuyor. Verlaine’in arabasının aksine motoru uzaktan kontrol edilemez. Motora yetişip bizzat durdurmaktan başka çaremiz yok.
Gerekenden biraz daha çaba sarf etmek olacak ama işleri biraz daha kızıştırmaya karar verdim.
Koşarken ORBIS’e (2) bağlandım. Önceden yapılmış bu alet sayesinde zorla yönetici izni elde edebilir ve görüş alanımda ekran halinde görüntüleyebilirim. Yalnızca trafik polisine ilişkin verileri çalıyor ve çevredeki arabaları tek seferde algılayıp araştırabiliyor.
Buldum. Kuzeyden bir blok, batıdan iki blok ileride. Yerleşim bölgesinin ana caddesini kullanarak kuzeye sürüyor, motoru gürültüyle çalışıyor. Hız limitinden dolayı sisteme kolayca yakalanabildi.
“Chuuya-sama! Kuzeybatıda!”
Bir kamyonun üzerinden atlayıp sokağı geçerken bağırdım.
Chuuya-sama ile beraber batıya yönelerek araba sürüsünün üstünden uçtuk. Bir grup seyirci hayretle bizi seyrediyordu.
Trafik kameralarına bağlanıp Shirase-san’ın motorunun diğer bir mahalleye geçerken kırmızı ışıkta geçtiğini gördüm. Pervasız davranıyordu. Ama Shirase-san’ın şansına -Ve bizim şansızlığımıza- girdiği yol dardı ve trafik lambaları yoktu. Yani artık videofied(3) aracılığıyla takibini sürdüremezdik.
Chuuya-sama ile Shirase’yi kovalarken çitlerin üzerinden atladık, çatıları geçtik ve telefon direklerinin üstünden sıçradık. Hız kazanmak için tekmelediğim asfalt kırıldı ve ardımda parçalanmış enkazları bıraktım.
Chuuya-sama’yla Shirase-san’ın motorundan biraz daha hızlı koşuyorduk. Bu ülkede yayaların maksimum hız limitine ilişkin bir yasa yoktu. Politikacı insanların aptallığı. Ben olsaydım hız sınırını aşan androidlere tutuklama emri veren bir kanun çıkartmayı unutmazdım.
“Koşan birisini duydum. Önden gideceğim!”
Chuuya-sama havada uçmak için kendi yerçekimini tamamen sildi. Bir binanın duvarından sıçrayıp şehir manzarasında kayboldu. Yetişmek için acele etmem lazımdı. Chuuya-sama’nın yerçekimi yeteneği olabilir ama ne yalan söyleyeyim bacak uzunluğunda onu açıkça geçiyordum.
Pek çok dar geçitleri bulunan bir yerleşim bölgesindeydik. Hesaplarıma göre Shirase-san’a 27 saniye içinde yetişeceğiz.
Chuuya-sama önden yolunu keserse ben de arkadan sıkıştırırsam Shirase-san’ın pes etmekten başka çaresi kalmayacak. Mükemmel.
Fakat sonrasında Dr. Wollstonecraft’ın hep ne dediğini hatırladım.
İşinin iyi gittiğini düşündüğün an o gelir. Başarısızlık olarak tanınan canavar başarı kokan aciz avını daima yakalayıp yutar.
Aynen dediği gibi oldu.
Chuuya-sama’yı takip ettiğim sokaktan döndükten sonra yüksek bir ses duydum.
“Oraya girme oyuncak robot! Saklan!”
Ancak çok geçti. Köşeyi döndüğümde önümdeki sahneye yalnızca tanık olabildim.
Dürüst olmak gerekirse durumu öncesinde tahmin edebilirdim. Onlarca işaret vardı.
Shirase-san’ın geçmişi. Organizasyonunu yeniden kurmak için hazırlık yaptığını söylemişti. Resepsiyon odasında Shirase-san fabrika müdürünü geçtikten sonra nedense gergin görünüyordu. Ve sonrasında da kaçmıştı.
Shirase-san kavşağın ortasındaydı.
Ve etrafı...
Polis arabalarıyla çevriliydi.
“Shirase Buichirou! Yasadışı silah toplama gerekçesiyle tutuklusun!”
Shirase-san iri yarı bir polisin elinde tutuklanıyordu ve kafası polis arabasına bastırılıyordu.
“Bırak beni! Siktir, bırakın beni! Bir sonraki kral ben olacağım!”
Shirase-san polis memurunun altında kıvransa da hesaplarıma göre kaçabilmek için otuz dokuz kişiye daha ihtiyacı olacaktı.
Polis aracından bir ses duyuldu.
“Orada mısın Chuuya? Astın başına bela mı açıyordu?” Konuşan kişinin sesi olgundu. O sakin ses kulağa nedense uygunsuz geliyordu. “Çık dışarı da şuna yardım et.”
Ve sonra bir adam ortaya çıktı.
Yaşı kırkı geçmiş, sıkıcı görünümlü bir dedektifti.
Uzun zamandır giyilmekten parlaklıklarını yitirmiş deri ayakkabıları ve üstünde yıllardır kullanılmaktan derisine yapışmış gibi gözüken koyu yeşil bir ceket vardı. Kilo bakımından zayıf duruyordu ve kafasında seyrek saçlar vardı. Yüzüne samimi bir gülüş takınmıştı.
“Ben onun astı falan değilim! Kralın ta kendisiyim ben!” Shirase-san hala tekmeleyip debeleniyordu.
“Aynen aynen. Çırpınmaya devam edin majesteleri. Senin gibi çerçöplerle uğraşmıyorum.” dedi Dedektif, Shirase-san’ın kafasına vururken.
Chuuya-sama diliyle cıkladı.
“Demek başından beri serbestçe dolaşmasına izin veriyordunuz, Dedektif.”
Chuuya-sama polisin önüne geçerken konuştu.
“Ohhh, nasılsın Chuuya? Yemeklerini yiyor musun?”
Yeşil ceketli dedektif eski bir arkadaşıyla konuşuyormuşçasına kollarını genişçe açtı. Ama bana gerçekten arkadaş değillermiş gibi geldi.
“Doğru dürüst yemek yemezsen uzayamazsın. Bu yüzden yemeklerini yememezlik yapmamalısın. Ve okuluna gitmeyi de unutma. Bir köşeye para biriktirip geleceğini düşün. Karanlıkta oynama. Gerçi genç olduğunu düşünürsek azıcık oynasan sorun olmaz. Ve-” Dedektif-san gülüp Shirase-san’ın bedenine vurdu. “...arkadaşlarını dikkatli seç.”
“Nakahara Chuuya-dono, Shirase ile işbirliği yaptığınız şüphesiyle karakola kadar bize eşlik etmenizi rica ediyoruz.”
Genç bir polis memuru Chuuya-sama’nın yanına geldi. İfadesi makine titizliğiyle soğuk ve sertti. Tabii henüz makine seviyesine gelememişti.
“Anlıyorum. Karşılaşmamız tesadüf değildi, değil mi?” Chuuya-sama keskin gözlerle polise baktı. “Fabrika müdürü piyonlarınızdan birisiydi. Beni çekmesini beklemek için müdüre Shirase-san’ı izlettirdiniz.”
“Fufu. Senin aksine oradaki genç beyefendi büyüklerine saygılıydı.”  Konuşmayı bitirdikten sonra Dedektif-san Shirase-san’a bir kez daha hafifçe vurdu. “Yasadışı silah aldığına ilişkin kanıtı kolayca topladım.”
“Yalan! Mükemmel planımın izini yakalamam mümkün değildi! Chuuya beni yine sattın, değil mi?!”
Dedektif-san Shirase-san’a yan yan baktıktan sonra omzunu silkti. “Arkadaşlarını dikkatli seç dememiş miydim?”
Chuuya-sama iç çekti ve yüzünde acı bir ifadeyle konuştu:
“Hey, Dedektif. Suçlarının ben de farkındayım ama bir günlüğüne ertelesen olmaz mı? Organizasyonlar arası çatışmanın tam ortasındayız ve onu korumam lazım.”
Dedektif-san kısaca gülmeden önce boş gözlerle baktı.
“Endişelenmene gerek yok o zaman. Biz onu koruruz.” Bir çift kelepçe çıkardı ve yüzünün önünde tıngırdattı. “Hapishanede. Konu kapanmıştır. Neden bizimle gelmiyorsun?”
Dedektif-san çenesiyle işaret verdi ve memur Shirase-san’ı polis aracına itti.
Chuuya-sama’nın yüzünden okunuyordu, yapacak bir şey yoktu.
“Kahretsin...”
Chuuya-sama dişlerini sıktı, arkalarındaki karanlıktan küfretti.
 ...
 Bir keresinde profesör “Makine olmak nasıl bir his?” diye sormuştu.
O soruya cevap veremedim. Makine olmak makine olmak gibi hissettiriyordu. Son derece normal, doğal, önemsiz değilmiş gibiydi. Ben de cevap verdim ve ekledim, “Profesör, insan olmak nasıl bir his?”
Kollarını katlayıp sessiz kaldı, sonra sıkkın bir şekilde güldü.
İnsan olmak ve insan olmanın getirdiği hisler...
Bu davanın kökeni ve en önemli parçası denilebilir.
Verlaine insan olmadığını söyledi. Onun için bu mesele o kadar önemliydi ki dünyayı altüst edebilirdi. Onun için insan olup olmadığı şu an yaptıklarını ve yapacaklarını etkileyen ölümcül bir soruydu.
Ne garip. İnsan olup olmamak neden önemli olsun ki?
Aklımdan bunlar geçerken Chuuya-sama’ya döndüm.
“Chuuya-sama.”
“...”
“Chuuya-sama.”
“Ne var?”
“ ‘İnsanlığın acayipliklerini keşfetme oyunu’nda sıra sizde.”
“...” Chuuya-sama cevap vermedi.
“Şimdi sıra bu makinede.” İki avucumla masaya vurdum. “Uh... insanların bir garipliği de... nedense bedenleri, sesleri dışında geğirme ya da gaz çıkarma gibi bir ses çıkardığında utanıyorlar. Tamam, sıra sizde.”
Chuuya-sama’nın sırasının geldiğini belirtmek için masaya tıklattım. Bana bakıp uzunca bir iç çekti.
“Haa...”
Cevabı garipsedim.
“ ‘Haa...’ diyorsunuz demek. Cevabınız için teşekkür ederim. Sıra bu makinede. Bir kadın başka bir kadına tiz bir sesle ‘canım’ diyorsa gerçekten tatlı bulduğu için demiyordur. Nedeni bilinmiyor. Ve ‘canımın içi’ diyorlarsa aslında ‘o kadının kişiliği berbat’ manasında söylüyorlardır.” Pat pat. “Sıra Chuuya-sama’da.”
“Ahhh...” Chuuya-sama bıkkın bir tavırla cevap verdi.
“Cevabınız için teşekkür ederim. Sıra yine bu makinede. Tuvaleti kullanırken erkeklerin klozet oturacağına kaldırması gerektiğini söyleyen gizemli bir protokol var ama kadınlarda bu yok. Neden? Oturmak maddelerin her yere sıçramasını engeller. Özellikle küçük-“
“Kes şunu! Pis!” Chuuya-sama bağırdı.
Başımı kaldırdım. “Pis mi? 92 dakika önce bu odayı temizlemeyi bitirdiler.”
“Onu mu diyorum...” Chuuya-sama agresif bir şekilde başını kaşıdı. “Argh, yeter! Çıkarın beni buradan!”
Şehir karakolunun sorgu odasındaydık.
Yosun yeşili duvarlara sigara kokusu sinmişti. Dört bacaklı sandalyelerin tümünün vidaları eksik, üzerlerinde kıpırdandığında tangırdayarak sallanıyorlardı. Masada bir başkasının elinin bıraktığı çizikler ve su izleri vardı. Su izleri muhtemelen bir zanlının gözyaşlarından kaynaklanmıştı.
Şehir polisine kendi rızamızla eşlik etmemiz istenildikten sonra bizi bu odaya getirip bir süre beklememiz gerektiği söylendi. Kolayca kaçabilirdik ama yasal prosedürleri tamamlamazsak başımıza sorun çıkartabilirdik. Liman Mafyasının adli müşavirini beklemek daha iyi bir seçenekti.
Ancak söylemeliyim ki bir dedektif olarak polisin elinde gözaltına alınmak heyecan verici, değerli bir deneyimdi. Pozisyonumu gözlediğim iyi oldu. Soruşturma protokolü sağ olsun.
“Bu oyuna devam etmeni yasaklıyorum. Anladın mı?”
“Emir mi veriyorsunuz?”
“Emrimdir.”
Emir verildiğinden yapacak bir şeyim yoktu. “Anlaşıldı. ‘İnsanlığın acayipliklerini keşfetme oyunu’nu bir daha asla oynamayacağım”
Chuuya-sama bıkkın bir ifadeyle bana baktı. “Şu an yüzünden düşen bin parça...”
Odada ayna olmadığı için yaptığım yüzü inceleyemedim.
“Ha... Neyse, Shirase’yi salacaklar mı?”
“Mümkün ama biraz zaman alabilir.” Dürüstçe cevapladım. “Veri tabanlarına girebildim ama çoktan Shirase-san’ın evine girip on iki ateşli silaha el koymuşlar. Ateşli silahların tescil numarası yok. Mükemmel bir avukatla dahi Shirase-san’ı bırakmaları zaman alır. Diğer taraftan kefaletle bırakılsa dahi Koyunlardan kalma suç sabıkası var. Salınması zor olacaktır ama polisin asıl hedefi Shirase-san değil de siz olduğunuz için muhtemelen prosedürleri izleyip yalnızca 48 saat gözaltında tutacaklardır.”
“48 saatimiz yok.” Chuuya-sama yumruğunu sıktı. “Verlaine her an onu bulup öldürmeye gelebilir.”
Aynen Chuuya-sama’nın dediği gibiydi. Verlaine’i yenmek için uygun bir tuzak hazırlamalı ve Shirase-san’ı yem olarak kullanmalıydık. Yani sürpriz saldırılarda ve suikastta uzmanlaşmış bir adama sürpriz saldırıda bulunmalıydık.
Ancak yerine getirilmesi gereken şartlar vardı. Tuzağın hazırlanacağı yer ve zaman gibi... ve yem olarak Shirase-san...
“Hazır aklıma gelmişken, patronunla iletişime falan geçemez misin?” Chuuya-sama önüne eğildi. “Karakolda polislerin yanındayız yani görevdeş sayılırsınız, değil mi? Karargâhtaki arkadaşlarına buradaki polisle iletişime geçmelerini iste de bizi salsınlar.”
“Yapabilseydim güzel olurdu.” Başımı salladım. “Ama anlaşma yüzünden imkânsız.”
“Anlaşma mı?”
Açıklamaya başladım.
Normalde Avrupa Polis Teşkilatı, Büyük Savaş’ın Barış Antlaşması koşullarında kurulmuş uluslararası bir soruşturma ajansıydı. Amacı ülkeler arasında sınır tanımadan sahne arkasında suç işleyen suçluları yakalamaktı. Ama savaş öncesi milletler arası güç oyunundan etkilendikten sonra bazı kısıtlamalar getirildi.
Bu kısıtlamalardan birisi de Avrupa müttefiklerinin hakları ve egemenliklerinin ihlal edilemeyeceğiydi. Bazı eski düşman ülkelerin kendi dedektiflik ajanslarını açarken işbirliği yaptıklarını gördükten sonra diğer ülkelerde hangi hakların ihlal edilebileceği konusunda oldukça dikkatli olmamız gerekiyordu. Bu davada eski bir Fransız ajanı olan Verlaine, başında pek çok devlet sırrıyla tutuklanacaktı. Süreçteki tek bir hata uluslararası bir skandala yol açabilirdi. Ve böyle bir şey gerçekleşmese dahi tutuklamayı yapan dedektifin diğer ülkelere istihbarat satabileceğini düşünmek oldukça makuldü. En azından Fransa öyle düşünüyor bu yüzden soruşturmayı başka bir ülkeye devretmekte isteksizlerdi.
Diğer taraftan dünyanın dört bir yanından önemli insanları rastgele öldürebileceğinden Avrupa Polis Teşkilatı, Verlaine adındaki bu felaketi etkisiz hale getirmek için elinden gelen her şeyi yapmak zorundaydı. Taç giyme törenlerinde Verlaine şövalyelerini öldürdükten sonra İngiltere en büyük hasarı aldı ve başarıyla ülkenin itibarına leke sürdü. Ne olursa olsun, bir şey yapmadan öylece duramazlardı.
Beni yalnız bir dedektif olarak göndermekle anlaşmaya varıldı.
Ülke sırlarını gizli tutabilirdim ve bencil arzular yüzünden başka bir ülkeye yardakçılık yapmaya kalkışmazdım. Bu şekilde programlandım çünkü. Ayrıca davada toplanan istihbaratlar donduruluyor, şifreleniyor ve diğer ülkelerin kullanamayacağı şekilde depolanıyordu.
Pianoman-san öncesinde sormuştu: “Neden mafyanın istihbaratını Avrupalı polislere anlatmıyorsun?” Ve ben de şöyle cevap vermiştim: “Yapamam.” İşte nedeni buydu.
“Anladım.” Chuuya-sama kollarını çaprazlayıp başını salladı. “Mafyadan ya da benden ne kadar suçlayıcı delil görsen ya da duysan bile ihbar etmen imkânsız diyorsun.”
“Evet. Ve aynı nedenlerden dolayı merkez üssümün Japon polisine ulaşması imkânsız. En başında Japonya’yla ilişkin hiçbir şeyi soruşturmamam gerekiyor. Diğer ülkeler Verlaine’i ve suikastların kralına dair soruşturmamızı öğrenecek olursa Verlaine’i Fransa’ya karşı pazarlık kozu olarak kullanmayı akıl edebilir. Bildiğiniz üzere savaş yıllarında gizli operasyon kisvesi altında uluslararası hukuk ihlal etmişti.”
“Ve bu yüzden Japon polisi müttefikin değil.” Bunları söyler söylemez Chuuya-sama iç çekti. “Al başa bela. Güvenebileceğim bir tek hurda parçası var. Eh, en azından Avrupa Polis Teşkilatı dedektifleri üzerimize çökse bile mafyayı sıkıntıya sokmaz.”
“Bence mafya gibi hukuki yaptırımların güvenmediği bir örgütün bizimle işbirliği yapması iyi bir anlaşma.” Gülümsedim. “Ancak Chuuya-sama, Verlaine’e kuracağımız tuzak bir kenara, mafyada bu davada kullanılmaya oldukça uygun bir yetenek kullanıcısı olduğunu duydum. Doğru mu?”
Konuşmayı bitirdikten sonra Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
Yüzlerce böcek yutmuş gibi yüzü ekşidi.
“Doğru.” Chuuya-sama’nın sesi konuşmaya devam etmektense ölmeyi tercih edermiş gibi tatsız çıkıyordu. “Ama onunla iletişime geçemem. O piç kurusu bir yerlerde geberip gitse daha iyi olur.”
“Oh...” Bence müttefiklerimizden herhangi birisinin ölümü bizi sıkıntıya sokardı. “O kişiye güvenebilir miyiz?”
“Güvenebilir miyiz mi? Yok daha neler.” Chuuya-sama aksi bir sesle konuştu. “Görüp görebileceğin en aşağılık yüz karası, içinde de dışında da sapkın birisidir. Boğulan bir adama su satacak kadar deli ve satın aldıracak kadar da zekidir. Ama onun yeteneğini kullanmadan Verlaine’i yenemeyiz.”
“Nasıl biliyorsunuz?”
“Verlaine’in ortağı, yetenekli ajan Rimbaud’u... Dazai ile birlikte yendim.”
Bunları söyler söylemez Chuuya-sama ellerini sıktı.
“Piç Dazai... o puşt nasıl oluyor da yalnızca böyle zamanlarda işe yarayabiliyor?”
 ...
 Çöpler bölgesi...
Herkesin unuttuğu bir bölgeydi.
Yağmurun habercisi bulutlu gök altında dağınık, atık yük konteynerleri birbirleri üstüne cesetler gibi yığılmıştı. Çöplüğün çıplak arazisine yasadışı bırakılan toksik maddeler sokak farelerini uzak tutmayı başarmıştı.
Yokohama’da haritada dahi gösterilmeyen ıssız bir bölge ve Dazai'nin yaşadığı merkezin hemen yanıydı.
Dazai bir evde yaşamıyordu. Terk edilmiş yük konteynerlerin birinde kalıyordu. Zamanında arabaların yurt dışına nakliyesinde kullanılmak amacıyla yapılan geniş bir konteynerde buzdolabı, vantilatör, masayla sandalye takımı, yatak ve çıplak bir ampul kuruluydu.
Liman Mafyasındaki astları dahil Dazai’yi tanıyanlar ona yaklaşmaya çalışmazlardı. Bölgenin ürkütücülüğünden değil, Dazai’nin özel mülküne giren birisine nasıl tepki vereceğini bilmedikleri içindi. Astlarından birisi evini ziyarete gelirse uzuvlarını tek tek bedeninden ayırabilir ya da tatlı ikram ederken nezaketle karşılayabilirdi de. Dazai’nın asıl niyetinin ne olduğunu kimse bilemezdi.
Liman Mafyasının kara hortlağı.
Dazai’ye böyle seslenirlerdi.
Mafyaya katılalı bir yıl olmuştu. Dazai, patronun direkt emri altındaki gizli bir birime komutalık ediyordu ve üstün başarılar elde etmişti. Onlarca organizasyonu parçalamış, onlarca yeni ticaret yolları açmıştı. Mafyaya benzememesine rağmen yöneticilerin ulaşabileceğinden çok daha hızlı bir şekilde muazzam işler başarmıştı. Bambaşka bir seviyedeydi. Bayrakların en başarılı üyesi olan Pianoman’in başarıları bile Dazai’nın başarıları yanında çocuk oyuncağı kalıyordu.
Buna rağmen kimse Dazai’ye güvenmezdi.
Çünkü gözlerinin derinliklerinde, çöplükteki gecelerden daha koyu, simsiyah bir karanlık vardı.
Mafyadaki eylemlerine devam ettikçe Dazai daha anlaşılmaz ve karanlık bir hale geldi. Nedenlerini kimseye açıklamazdı. Düşmanlarını öylece öldürür, Liman Mafyasına kanla kaplı bir yol açardı. Sanki gölgelerdeki bir duvara karşı kendini saklıyor gibiydi.
Muhteşem başarılar elde etmişti. Ancak bu onura sevinmeyen tek bir kişi vardı.
Dazai’nin kendisi.
Dazai konteynerde yuvarlak taburesine bir başına oturmuş, karanlığa bakıyordu.
Yanındaki masada duran telefonu çaldı. Arayan Chuuya’dı ama Dazai cevap vermedi. Telefona bakmadı bile. Kılını kıpırdatmadan öylece oturdu, ellerini katlayarak kapı tarafındaki karanlığa baktı.
Gözleri oldukça sakindi. Siyah gözbebekleri ışıktan sese her şeyi tüketir, ardında tek bir şey bırakmazdı. Kendi hisleri de dahil...
Telefon pes etmişçesine çalmayı bıraktı, bir kez daha sessizlik odayı hâkim oldu. Bu sessizlik, telefon çalmadan önce hüküm süren sessizlikten daha derin ve ağırdı.
O sırada, Dazai’nin karanlık boşluğa bakan gözleri seğirerek titredi.
Kapı açılmaya başladı.
Metal kapı yavaşça açılmaya başladı ve kapının diğer tarafında, soluk ışıkta birisinin figürü belirdi.
“İğrenç bir yerde yaşıyorsun, Dazai-kun.” dedi figür hafif bir sesle. “Bu kadar berbat bir yerde yaşamana sebep olacak kadar neyden korkuyorsun? Emlak vergisinden mi?”
Dazai'nin ifadesi değişmedi, duygudan yoksun pürüzlü sesiyle konuştu.
“Senden korkuyorum, Verlaine-san.”
Adam odaya girdi. Uzun boyluydu ve giydiği takım, gece manzarasındaki bir denizi anımsatıyordu. Gözleri olanlardan eğlenmiş gibi kaygısızdı ve kafasına siyah bir şapka takmıştı. Adam, suikastçılar kralı Paul Verlaine’di.
“Yalancı.” Konteynerin içine girdi. “Gözlerini görebilseydim, bir şeyden korktuğun yok derdim. Seni birkaç gün önce öldürmeye çalıştığımda bile neredeyse hiçbir şey hissetmiyor gibiydin.”
“Konu ölümümse sıra dışı görüşlerim var.” Yalnızca gözlerinin kenarları hafifçe gülümsüyordu. Gözlerinin derinlikleri hala inatçı sessizliğini koruyordu.
“Kiralık katillikte de iş kalmadı.” Verlaine omuzlarını silkti.
Verlaine'in deri ayakkabıları yürürken zeminde pat pat sesleri çıkardı. Masadan dosyaları aldı. “Liman Mafyasının iç işlerinin verileri mi bunlar?”
Masada birkaç deste kağıt vardı. Kağıtlar başka bir organizasyona satılacak olsa üç hayat yaşamaya yetecek kadar para kazanılırdı. Üzerinde Liman Mafyasının tüm sırları yazılı olan aşırı değerli belgelerdi.
Verlaine kağıtları Dazai'nin yüzü önünde salladı. “İki gün önce bana bunları veresin diye seni öldürmeyeceğimi söylemiştim. İşim için gereklilerdi. Ama nedenin nedir? Bundan nasıl bir ödül kazandın? Oturup ‘Yalvarırım beni öldürme’ dediğinin şaka olduğunu söyleme sakın.”
“Basit.” Dazai belli belirsiz gülümsedi. Sesi gece vakti duyulan bir hırıltı gibi kısıktı.
“Liman Mafyasının yanıp yıkıldığını görmek istiyorum.”
Verlaine'in yüzü ciddileşti. Sanki orada birinin olduğunu yeni fark etmeye başlamış bir insanmış gibi Dazai'ye baktı.
“Liman Mafyası seni alıp yetiştirmedi mi?” Biraz durakladıktan sonra Verlaine dikkatle sorusunu sordu.
“Evet.”
“O zaman neden…?”
Dazai soruyu duysa da sessizliğini sürdürüp cevap vermedi. Sanki bir şey arıyormuş gibi çevresine bakındı.
Sonra gülümsedi. Verlaine’e haykırır gibi görünen keder dolu bir gülümsemeydi bu.
“Çünkü sıkıldım.”
Verlaine gözlerini kıstı. Asıl niyetini ararken bakışlarını Dazai’ye sabitledi. Aldığı bakışlardan eğleniyormuş gibi duran Dazai, Verlaine’e baktı ve sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı. “Nihayetinde hiçbir şey bulamadım.”
“Ahh, anladım.” Verlaine gözlerini kapattı. “Hislerini anlıyorum. Beni değiştirecek bir şey bulma umuduyla yolculuğa başladım. Ama gittiğim yer işe yaramaz ıvır zıvırlarla doluydu bu yüzden direkt eve döndüm. Ben de yaşadıklarını yaşadım. Nefes alıyor, yiyor ve sıçıyordum. Öyle yaşanmaz. Bu yüzden yolculuğa çıkarız.”
Konuşmayı bitirdikten sonra Verlaine yere düşmüş bir madeni parayı aldı.
Her yerde görülebilecek, sıradan gümüş bir paraydı.
Kulakları sağır eden bir gürültü duyuldu.
Para, Dazai'nin yanından geçtikten sonra arkasındaki duvarı parçaladı. Arkasında şiddetli bir gürültü ve atmosferik bir bozulma bırakarak konteynerin dışındaki atıkları ezdi. Düz bir çizgide uçarak hiçbir yere düşmedi, batıya ilerleyerek gözden kayboldu.
Geriye eriyen metalin dumanları ve metalin parçaladığı zamandan kalma yankılanan ses kaldı.
“Çaresizliğine saygı göstereceğim ve en son seni öldüreceğim.”
Gülümsedi, duruşu parayı fırlatırkenkiyle aynıydı.
Dazai kıpırdamadı. Madeni para arkasından süratle geçmesine rağmen yüzü aynı kaldı.
Tumblr media
“Gelişini endişeyle bekliyor olacağım.”
Bunları söyledikten sonra Dazai gülümsedi. O gülümsemeyle kırık bir ruhunun sesini duyabiliyor gibiydiniz.
Verlaine arkasını dönüp girişe yürüdü. Kapı kolunu kavradığında Dazai bir soruyla karşılık verdi. “Şimdi kime gideceksin?”
Verlaine arkasını döndü, sihirbazlık numarasını açığa çıkaran bir sihirbaz gibi gülümsedi. “Zaten biliyorsun, karakola gidiyorum.”
 ...
  Chuuya-sama ile birlikte sorgu odasına girdikten 1448 saniye sonra kapı açıldı.
“İzninizle.”
Shirase-san’ı tutuklayan kıvırcık saçlı dedektif gelmişti.
Dedektif-san içerisinde sıvı bulunan porselen bir kap taşıyordu. Sonra masanın diğer tarafına oturdu, sıvının içindeki uzun ince maddeleri almak için yemek çubuklarını kullandı. Maddenin ana malzemeleri nişasta, gliadin ve glütendi. Sonra yemeye başladı.
Dedektif-san seyrettiğimi görünce bana baktı.
“N’oldu yabancı? Hayatında hiç udon(4) görmedin mi?”
Dedektif-san bana alay ederek güldü ve yemeye devam etti. Yemeğin buharı yüzünü kapatıyordu.
“Bizim yemeğimiz nerede?” Chuuya-sama doğrudan sordu.
“Oh, sen de mi istiyordun? İllegal cevherlerden para kazanan birisinin sıradan insanların yediği yemekleri yemek isteyeceğini düşünmemiştim.”
Chuuya-sama kollarını kavuşturup adama baktı. “Yasadışı cevherler mi? Benle taşak geçme. Normal, lisanslı mücevher perakendecisi olarak çalışıyorum. Lisansımı göstereyim mi?”
“Sahte lisansını görmeme gerek yok.” Dedektif-san gülerek başını arkaya yasladı. “Bu arada, bu yabancı kim?” Konuşurken yemek çubuklarını bana doğrulttu.
Chuuya-sama cevap vermedi, omzunu silkti.
Dedektif-san bana baktı. “Hey, Chuuya. Senin iyiliğin için söylüyorum, bu odada konuşulanlar bu odada kalsın.”
“Tanıştığımıza memnun oldum. Ben, Avrupa’dan gelen bir bilgisayar-”
“Kulağa aptalca gelebilir, dedektif.” Chuuya-sama sözümü kesti. “Ama kendisi daha bugün işe giren bir çaylak. Kavgada kafasını vurduğundan beri robot olduğuna inanan garip bir adam. Eğlenceli olduğunu düşündüğüm için kanatlarım altına aldım. Başka şikâyetin var mı?”
“Hayır ama ben gerçekten yüksek performanslı bir bilgisayarım.”
“Astın mı? Anladım. O zaman böyle güllük gülistanlık bir yere gelmesi için daha çok erken. Ona çıkışı gösteririz.” Dedektif-san ayağa kalkıp kapıya tıklattı. “Açın.”
İri, üniformalı bir polis memuru sessizce odaya girdi, kolumu tuttu ve beni dışarıya yönlendirdi.
İtiraz etmek için ağzımı açsam da gözümün ucuyla Chuuya-sama’nın işaretini gördüm.
Masanın altında, Chuuya-sama işaret parmağını bükmüş, odanın dışarısını gösteriyordu. Benimle göz temasını koruyarak göze çarpmadan çenesiyle dışarıyı işaret ediyordu.
Belli ki bana sözsüz işaretler veriyordu.
Odadaki insanlar anlamadan bir şey yapmamı istiyor olmalı. Bu yüzden hakkımda hikaye uydurup beni bu odadan çıkartmaya çalıştı.
Hmm...
Yapacak tek bir şey kaldı.
“Rahatsız ettiysem kusura bakmayın.”
İtaatkar bir şekilde başımı eğdim ve Polis-san’la sorgu odasından çıktım.
Kapı ardımdan kapandı, ikimiz yürümeye başladık.
“Pardon, Polis-san...” On adım attıktan sonra konuştum. “Birisi iki kez parmağını büküp dışarıyı gösteriyorsa sizce ne demek istiyordur?”
“Huh?”
Polis-san kalın boynunu çevirerek bana döndü.
“Diyorum ki, birisi iki kez parmağını büküyorsa...”
Bunları söylerken biraz düşündüm.
Chuuya-sama belli etmeden dışarı çıkmamı söylüyordu yani burada, dışarıda yapmamı istediği bir şey olmalı. Ancak Chuuya-sama’nın kendisi sorgu odasındayken kıpırdayamazdı. Şu anda Shirase-san’ı taşımaya çalışıyoruz. Shirase-san’ı hapishaneden çıkarıp güvenli bir yere götüremezsek tuzağı dahi kuramadan öldürülür. Ama şehir polisi Shirase-san’ı götürmek istediğimizden haberdar. Bu y��zden Chuuya-sama’yı sorgu odasına soktular-
Anladım.
“Şimdi anladım.” dedim aniden. Polis-san bana şüpheyle baktı.
“Neyi anladın?”
“Bana verdiği işaretlerin anlamını. Chuuya-sama polisin dikkatini kendi üstüne çekecek ben de hapishane hücrelerine girip Shirase-san’ı kaçıracağım.”
“Ah, anladım. Hücreye gireceksin.” Polis-san düşünmeden baş salladı. “..Hm? Hücreye mi?”
Uh-oh. Sanırım fark etti. Öyle olmaz.
“Polis-san, o nedir?”
Polis-san’ın ardını işaret ettim. Refleks olarak döndü ve arkasına baktı. Dürüst adammış.
Yaklaşarak işaret parmağımı çenesine tuttum ve beklemede kaldım.
“Hiçbir şey-“
‘Hiçbir şey yok’ demenin ortasındayken kafasını döndürdü ve çenesi doğrudan parmak uçlarıma vurdu.
Parmak uçlarıma minik bir şırınga yerleştirilmişti ve iğnenin battığı yerden sakinleştirici uygulanıyordu. Tansiyonu aniden düştü ve hızla bilincini kaybetti.
Yere düşmesini engellemek için iki elimle tuttum.
Çevremi taradım.
Kimse ne bir şey duymuş ne de görmüştü.
“Karakolda sessiz ol.”
Bedeni tutarken gülümsedim.
 ...
 Chuuya yüzünde bariz bir sıkıntıyla oturuyordu.
Dirseklerini masaya dayayıp yarı kapalı gözlerle kirli duvara boş boş baktı. Dedektifin ‘Ben böyle düşünüyorum’ konuşmasından dikkatini dağıtacak başka hiçbir şey yoktu.
“Bu hayatta gereken tek şey udon. Genç birisine göre zaten çok paran var. Çalışayım diye kan, ter ve gözyaşı akıtanlar, hayatın monotonluğuyla uğraşanlar ve maaş alanlar dünyayı balık kekleri, udon üstünde tempura gibi görüyor. Yani diyorum ki sıkı çalışırsan daima ödülünü alırsın. Hazır konusu açılmışken...”
Chuuya saatin akrep ve yelkovanına bakmayı çoktan bırakmıştı ve dedektifin konuşmasını ne kadardır dinlediğini merak ediyordu.
Dedektif vaaz verir gibi uzun uzun konuşuyordu ve en kötüsü konuya bir türlü giremiyordu. Hayat hikayesinden ders çıkarmakla başlayıp konuşmanın yarısında şikayet etmeye döndü, sonra tam ortasında maziyi yâd etti ve onun yarısında da Chuuya’ya hayat dersi vermeye başladı. Dönüp dolaşıp aynı hikayeyi tekrar tekrar anlattı ve garip gereksiz detaylar verip durdu. Ancak dedektif bu hikayeleri tekrarlarken sanki bu dünyanın gerçeklerini ilk kez açığa çıkarıyormuş gibi gözleri zevkle parıldıyordu.
“Yani bu karakola atanırken öyle düşünüyordum. Bir keresinde senpailerimden birisi diğer senpainin çok fazla saç jeli kullandığı için her yeri yapış yapış ettiğini söylemişti...”
Chuuya dinlemiyordu. Gözleri boş boş dalıp gitmiş ve basitçe konuşmaya katlanıyordu.
Zaten gönüllü bir soruşturmadaydı. Polisin Chuuya’yı tutuklamaya yetkisi yoktu bu yüzden onu gözaltında tutmaya hakları yoktu. İstediği an dedektifi görmezden gelebilir, ayağa kalkıp tek saniye düşünmeden gidebilirdi. Ama bunu yapmadı. Adam’a Shirase’yi kurtarması için zaman kazandırmayı amaçlıyordu. O zamana kadar Chuuya dedektifin dikkatini kendi üstünde tutmalıydı.
Ve bu yüzden Chuuya’nın tek yapabildiği katlanmaktı. Burada yokuş aşağı yuvarlanan bir taşım sadece, dedektifin dırdırını çekerken çaresizce kendi kendine konuştu.
“Ne demek istediğimi anlıyor musun? Ben senin yaşındayken sefalet içindeydim.” Dedektif yüzünde muzaffer bir ifadeyle baş salladı. “Doğru düzgün bir işim olmadığı için sürekli açtım. Ağabeyim bu halimi görmeye daha fazla dayanamayıp güvenlikte bana bir iş buldu ama iş pek zahmetliydi. Hayal edebiliyorsundur eminim. İş arkadaşlarım ya hemen işi bırakıyor ya da nöbet yerlerini terk ediyordu ama bir şekilde azmimle başarabildim. İşte böyle cesaretli olursan...”
“Söylesene...” Daha fazla dayanamayan Chuuya ağzını açtı. “Daha ne kadar bana bu sıkıcı hikayeyi anlatacaksın?”
Dedektif kaşlarını kaldırdıktan sonra sanki bunu söylemesini bekliyormuş gibi kahkaha attı. “Tek bir imza atıp kendi yoluna gidebilirsin. Küçük arkadaşın Shirase’yi de yanında götürürsün.”
Dedektif takım elbisesinin cebinden bir dosya çıkarıp masaya yerleştirdi.
Chuuya sessizdi.
Ek iddianame ve delil toplamak için işbirliğine ilişkin bir muvafakatnameydi.
Yani itham pazarlığını(5) onayladığını gösteren bir belgeydi ve kendisi ile Chuuya'nın suçlamalarını reddetmenin karşılığında Chuuya onlara bir sır söyleyecekti.
Yalnızca Chuuya'nın bildiği bir sırrı -Yani Liman Mafyasının iç işleri hakkındaki istihbaratı.
“Liman Mafyasını ispiyonlamamı mı istiyorsun?” Chuuya kısık sesle sordu.
“Arkadaşını burada bırakmak istemezsin, değil mi?” Dedektif gülümsese de bakışları keskindi. “Bana o kadar karışık görünmedi... Endişelenme, tek bir şeyle ilgileniyorum. Liman Mafyasının ticaret yollarından birisini kapatmak istiyorum.”
Chuuya gözünü dosyaya çevirmeden önce dedektife anlamsız bir şekilde baktı. Yüzünde düşünceli bir ifade vardı, bir kez daha dedektife baktı.
“Bana kalem ver.”
“Tabii.”
Dedektif itham pazarlığının imza kutucuğuna doğru dolmalı kalem uzattı.
Dedektif, imza kutusuna göz attı.
İki kelime yazıyordu:
Nah yaparım.
Chuuya dolmalı kalemi masaya fırlattı, ellerini geçirip kafasının arkasına dayadı ve sandalyesinden geriye yaslandı.
Ayaklarını masaya koyup konuştu: “Kısa konuşmanı böldüysem kusura bakma.” Sakin bir sesle söyledi. “Devam et lütfen.”
Dedektif sessizdi.
Ve çölün ortasında yıpranmış bir taş kadar sert gözleriyle Chuuya'ya dik dik baktı.
 ...
 Hapisane hücrelerine doğru yol aldım.
Acaba Shirase-san’ı nasıl kaçırsam?
Şu anda yaptığım şey yasadışı olduğundan memleketimdeki Avrupalı yetkililere güvenemezdim. Ama sorun değil. Her ülkenin soruşturma ajanslarının protokollerini biliyorum.
Hücrelere giden koridor sessizdi. Bakımsız soruşturma biriminin aksine burada zar zor eşya ya da insan vardı. Krem renkli duvarlar özenle temizlenmiş ve tavandaki floresan lambalar koridoru devamlı aydınlatıyordu. Arada bir bu ayki trafik kazaların sayısını gösteren ya da sağlık kontrollerine düzenli gidilmesini bildiren koyu mavi duyuru panolar duvarları süslüyordu. Herhangi bir yerde karşılaşabileceğiniz düzenli, sıkıcı, monoton bir koridordu.
Koridoru geçtikten sonra hedefime vardım.
Shirase-san ileride olmalı.
“Bakar mısınız?”
Kapının hemen yanında bulunan baş güvenlik görevlisinin ofisinin camına hafifçe tıklattım. Ofiste masada oturan kişi Güvenlik Şefi-san’dı. Giriş sınavlarını kaslarıyla geçtiğini düşündüren yapılı bir bedeni vardı.
Camdan görebildiğim kadarıyla güvenliğin ofisi o kadar da geniş değildi. Ofiste bir masa, hapishanenin içini gösteren sekiz izleme monitörü ve işte kullanılmak üzere bir de bilgisayar bulunuyordu. Diğer kısık bütçeli ofisler gibi yorucu ve sıkıcı gözüküyordu. Duvarlar, zeminler, paneller ve güvenlik şefi; hepsi sıkıcıydı...
Bir gülümseme takındım.
"On sekiz numaralı hapishane hücresinde kalan Shirase Buichirou'yu nakletme emri aldım."
Güvenlik Şefi kollarını masada tuttu ve bana baktı. “Siz kim oluyorsunuz?”
“Bu makine- demek istediğim adım Adam Frankenstein. Avrupa Polis Teşkilatında dedektifim.” dedim. Sahte olmayan dedektiflik kimlik kartımı gösterdim. “Dedektif Murase’den yer değişikliği için emir aldım.”
Güvenlik Şefi, sanki özel bir şey yokmuş gibi etkilenmemiş bir tavırla baktı ve benim çıkarabileceğimden daha mekanik sesle konuştu. “Ve nakil numarası nedir?”
“Pardon?”
“Diyorum ki nakil numarası ne?”
Sesi katı ve saygısızdı.
Yüzümü telaşla bir o yana bir diğer tarafa çevirdim. “Ahh, nakliye numarası. Doğru... nakliye numarası... Um, tabii ki nakil numaram var.”
“Üç kez tekrar etmeye gerek yok. Söyle?”
“Nakliye numarası 21988126.” dedim sırıtarak.
Güvenlik Şefi onaylamak için numarayı bilgisayara girdi.
Uzaktan onu seyrederken polis istasyonunun içindeki ağı hackledim, sorgu odasındayken hazırladığım arka kapıdan e-posta sunucusunu ele geçirerek geçmişte nakil talimatları için kullanılan e-postayı kopyaladım.
Numarayı yeniden yazıp bıraktım böylece bilgisayardan talepte bulunduğunda direkt ekranda gözükecekti.
“21988126… Evet, buradaymış.”
Tek bir şüphe duymadan, güvenlik şefi kontrol panelini kullanarak kapıyı açtı. “İyi günler.”
Başımı eğdim ve güvenlik şefi elini kaldırarak ilgisizce karşılık verdi.
Bu yüzden insanlara güvenilmiyor. Kusurlular. Makineler böyle bir kandırmacaya asla aldanmazdı. Filmlerde insanlığı yok etmeye çalışan makineler neden hep yeniliyor hiç bilmiyorum.
Ama bu sefer kusurlu olmaları benim işime yaradı. Demir kapıdan geçip hapishaneye adım attım.
Hücrenin bulunduğu koridor bana elektrik devresini anımsattı.  Hücrelerin kapıları art arda olarak sıralanmış ve bir elektron deseni gibi aydınlatılmıştı. Hapishanenin içindeki duvarlar, soluk açık yeşil ve beyaz olmak üzere iki renkliydi ve mahkûmların boyunu göstermek için üzerlerine çizgiler çizilmişti.  Muhtemelen karakoldaki en tenha yerdi.
Çok geçmeden aradığımız hücreye vardık.
“18 numara, başka bir yere naklediliyorsun. Çık dışarı.” Shirase’yi izlemekle görevlendirilmiş hapishane gardiyanı kapıyı açıp öylece bıraktı.
Shirase-san hücrenin içinde bir şiltede oturuyordu. Korkmuş bir ifadeyle bana baktı.
“Sen Chuuya’ylaydın. Buraya nasıl girdin?”
“Shirase-san, gidelim.”
Ben konuşurken Shirase-san somuttu ve gözlerini başka tarafa çevirdi.
“Hmph, sağ ol istemez.” Shirase-san konuşurken yere bakıyordu. “Ne? Bunu yapmanı senden Chuuya mı istedi? Ne yazık ki istediğim için buradayım.”
“Yalan söylüyorsunuz.” dedim. “Burnunuzu kırıştırdığınızı ve üst dudağınızın kalktığını fark ettim. Bunlar, insanların kendilerini rahatsız edici bir durumda bulduklarında yaptıkları tipik ifadelerdir. Ayrıca ellerinizi boynunuza koymanız, insanların endişe ve rahatsızlık içindeyken kendilerini sakinleştirmek için yaptıkları ‘yatıştırıcı bir davranış’tır. Söylediklerinizin tam tersi hisleriniz olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bakışlarınızı yerde tutmanız yalnızlık, aşağılanma ve pişmanlık gibi hislere sahip olduğunuzun göstergesi. Kısaca, bulunduğunuz durumdan korkuyorsunuz.”
“Kork... korkmuyorum!” Shirase-san yüksek sesle bağırdı.
Gözümün ucuyla, girişte bekleyen hapishane gardiyanının buraya baktığını gördüm.
Hmm, onlar şüphelenmeden çıkmamız lazım.
“Zamanımız yok.” dedim sabırla. “Sizi güvenli bir yere götürdüğümüzde hakkımda ya da Chuuya-sama’ya söyleyeceğiniz şikayetleri dinleyeceğim. Şu an yapmanız gereken tek şey ayağa kalkıp beni takip etmek. İnsanların yapamayacağı kadar zor bir iş olduğunu düşünmüyorum.”
“Hayır dedim!” Shirase-san kollarını kavuştururken bağırdı. Kolları kavuşturmak ayrıca reddetmenin tipik bir göstergesiydi. “Seni de bu durumu da sevmiyorum. Topladığım silahlara el koyulduğu gerçeğinden nefret ediyorum! Siz geldiğiniz için mi oldu bunlar? Nasıl sorumluluk alacaksınız?!”
Silahlara bizim yüzümüzden el konulmamıştı ama görünüşe göre artık durum böyleydi.
“Zaten sizin belanıza ben ne diye bulaşıyorum? Öldürülmeyi hak edecek hiçbir şey yapmadım! Önce benden özür dile, özür! Sonra silahlarımı geri ver! Gelecekte kral olacağım ve kral saygı gösterilene kadar bir yere kıpırdamayacak!”
Taleplerini sakince dinledim.
Shirase-san’ın istekleri mantıken saçmaydı. Ve onun saçma mantığını belirtmem mümkün olsa da ben en yeni otonom bilgisayarım.  Israrlı mızmızlanması için ayrıntılı bir argüman bulmama gerek yok.
Evet, son derece sakinim.
“Bana fark etmez, Shirase-san.” Gülümseyerek baş salladım. “Canınız ne istiyorsa yapmakta serbestsiniz. Güçlü olmak, özür talep etmek ve kral olduğunuza inanmakta özgürsünüz. Fakat ben de aynı derece özgürüm. Eve gidip sizi burada bırakmak ve hücrenizde nasıl öldürüldüğünüzü anlatan gazete makalesini okurken sıradaki stratejimizi planlamakta özgürüm. Eminim ki bir sonraki hedefimiz sizden daha anlayışlı olacaktır.”
Dahili işlemci akışımı inceledim.  Mantıksız duygu taklit modülü aktifti.  Sözlerimden etkileniyor gibiydi.
"Açık konuşayım. Bana kalsa seni hiç umursamıyorum.” dedim. “Söyleyebileceğim tek şey tehlikede olduğun.  Bu makinenin risk değerlendirme modülüne göre, sizi korumayıp gitseydik başarı şansımız daha yüksek olurdu.  Öyleyse sence neden hala buradayız?”
Duygu taklidi modülünde kendi kendine tanı programını ekledim.
Basitçe “öfke” adındaki duygusal eğilime benziyordu. Kusurlu insanlardan farklı olduğum için duygu taklidi modülünden gönderilen duygusal sinyalleri görmezden gelmem ve kendimi soyutlamam mümkündü.  Ama bu sefer, görmezden gelmek içimden gelmiyordu.
“Sizi bırakıp gitmememizin tek bir nedeni var. Sizi umursamayabilirim ama aynı şeyi Chuuya-sama için söyleyemem.”
“Ch... Chuuya mı?”
“Evet.”
Shirase-san tavrımın anı değişikliğinden dolayı hala ağzı bir karış açıktı.
“Chuuya neden beni korumak istesin ki?”
Sessiz kalmam emredilmişti ama anlatmayı gerçekten istiyordum. Bir kez daha duygusal eğilime uymaya karar verdim. Ne de olsa Profesör “Kalbinin sesini dinle.” demişti.
“Cevap basit. Chuuya-sama’nın mafyaya katılma sebebi Koyun’un üyelerini korumak istemeseydi.”
Shirase-san’ın ifadesi kuşkuluydu. İşlemcisi olanlara ayak uydurmuyor olabilirdi. Açıklamaya başladım.
Bir yıl önce Koyun, paralı asker grubu olan GGS’ye (Gerhard Güvenlik Servisi) katıldı ve Chuuya-sama’yı saf dışı bırakarak ona ihanet etti. GGS ve Koyun arasındaki ortaklık Liman Mafyasının gözünü korkuttu ve gücünüzü büyütmenizi engellemek için imha timi kurdu. Timin başında Dazai adındaki bir çocuk vardı.
Eğer her şey olması gerektiği gibi olsaydı imha timi Koyundaki herkesi öldürecekti. Ama Chuuya-sama, Dazai-san’dan Koyunun üyelerinin bağışlanmasını istedi. Dazai-san, Chuuya-sama’nın Liman Mafyasına katılması şartıyla anlaşmayı kabul edeceğini söyledi.
Sonuç olarak Koyun yalnızca dağıtıldı ve kimse öldürülmedi. Yeniden birleşmenizi önlemek için her birinize ülkenin farklı bölgelerinde yeni bir ev verildi. Siz dahil Koyunun hayatta kalabilmesi Chuuya-sama sayesindeydi,  Shirase-san.
Bugüne kadar anlaşma hala geçerliydi.
Chuuya-sama mafyadan ayrılamıyor çünkü ayrılırsa Koyundaki kızlar ve erkekler öldürülecek. Siz ise Shirase-san, mafyaya ihanet edenlere ne olacağının hatırlatıcısı olarak Yokohama’nın kenar mahallelerinde tutulacaktınız.
“Rehin olduğunuzu söyleyebilirim yani.” dedim sakin bir sesle. “Buna karşılık, eğer olur da herhangi bir nedenden dolayı vefat ederseniz Chuuya-sama’nın mafyada kalması için bir neden daha eksik olur. Bu yüzden Verlaine sizi hedefliyor. Çıkarımımız bu şekilde.”
Shirase-san tek bir nefes vermeden dikkatle bana baktı. Bunları ilk defa duyuyor olmalı.
“Galiba düzgün dinleyemedim... diyorsun ki Chuuya Koyunları mafyaya ispiyonladıktan sonra katılmasına izin verildi...?”
“Tam tersi, mafyaya katılmak zorunda kaldı.” Bakışlarım boşlukta dolaştı. “Chuuya-sama sırtından bıçaklandıktan hemen sonra anlaşmayı yaptı. Onu bıçaklayan kimdi -eminim ki hatırlıyorsunuzdur.”
Shirase-san’ın yüzü sanki zaman durmuş gibi donmuştu.
“Benim gibi bir makine insan duygularının ardındaki nedenleri anlayamaz.” dedim açıkça. “Yalnızca ortak kanıya dayanarak konuşabilirim. İnsanlar ihanet edilse dahi zamanında kendileriyle ilgilenenleri bırakıp gidemiyor. Chuuya-sama işte böyle birisi. Ayrıca Koyunların Kralı olmasının nedeni de bu olduğunu düşünüyorum. Ancak bu özellikler sizde yok. Kral olmak için gereken niteliklere sahip değilsiniz.”
Shirase-san’ın dişleri birbirine kenetlenirken garip bir ses çıkardı. “Ne dedin? Ben... Siktir, ne dersen de! Ne yaparsam yapayım zaten acınası olduğumu düşünüyorsun... Bana bunu... sen mi söylüyorsun?”
Sesi artık bana hitap etmiyordu, gücünü kaybedip zeminde yankılanarak yok oldu.
Shirase-san’ın duyguları hedefi olmayan bir girdap gibi dönüp dolaşıyordu.
Diğer taraftan, ben işe son derece rahatlamış ve dinçleşmiştim. Karşılık veremeyen birisine içinizi dökmek muhteşem bir histi.
Rahatlamayı bitirdiğimde duygu taklidi modülünden geri bildirimi kestim.
Kendine hakim, sakin bir zihinle bir kez daha Shirase-san-a döndüm. “Şimdi Verlaine’in neden canınızı almak istediğini biliyorsunuz. Şaka yapmıyorum ya da abartmıyorum, öldürülmesi mantıklı olacak birisisiniz. Ve o da dünyadaki en iyi suikastçı. Böyle kapalı, savunmasız bir ortamda sizi öldürmesi bir saatini almaz.”
Konuşurken Shirase-san’ın kalp atışlarını ve soluk alıp verişini taradım. Biraz önceye kıyasla duygusal eğilimi, iyi bir şekilde dalgalanıyordu.
“Öyleyse, şimdi çıkıyorum. Ne istiyorsanız yapmaktan çekinmeyin. Ama önce bir ortak kanıdan daha bahsedeyim. Gelecekte ‘kral’ olacak kişinin hangi niteliklere sahip olacağını bilmiyorum ama kral olmaya uygun olamayacak kişinin niteliklerini gayet iyi biliyorum. Yapmaları gereken tek şey burada kalıp öldürülmeyi beklemek. Çünkü kimseye güvenmediler.”
Bunları söyledikten sonra yürümeye başladım.
Arkama bakmadım, sabit bir hızla yürümeye devam ettim. Ancak sonar taramamla ardımda neler olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. Birkaç saniye sonra hapishaneden çıkan ve bana doğru yürüyen ağır ayak seslerini duydum.
Gülümsedim.
Görev tamamlandı.
 ....
  Sorgu odasında yalnızca kağıdın katlanma sesi yankılanıyordu.
Belgeyi ikiye katladı, kağıdı düzeltmek için parmağını katlama çizgisi boyunca gezdirdi. Kat yerini sıkmak için tırnaklarıyla sıkıştırdı, sonra yine açtı. Sonra belgenin köşesini tutup katlama çizgisi üzerinden katladı.
Kıvırcık saçlı dedektif itham pazarlığını onaylayan dosyayı katlıyordu.
Chuuya sessizce dedektifi seyretti.
Dedektif, kağıt uçağını bitirene kadar belgeyi zor bela katladı. Odanın köşesindeki metal çöp kutusuna doğru fırlattı. Kağıt uçak, dedektifin tam önüne düşmeden önce zemine neredeyse dik doğrultuda olana kadar havada uçtu.
“Bok gibi oldu.” dedi Chuuya, bir aptalla konuşuyormuş gibi.
“Normalde uçar.” dedi Dedektif başını kaşırken. Ayağa kalktı.
“Chuuya, biraz dışarı çıkalım. Bana eşlik et.”
Konuşmasını bitirdikten sonra ardına bakmadan yürümeye başladı.
Birkaç saniyeliğine, Chuuya ses çıkarmadan adamın sırtına baktı ama sonra bir şeye karar vermiş gibi takip etmeye başladı.
Soruşturma odası, Soruşturma Birimi ofisinin hemen yanındaydı ve sabah vaktindeki semt pazarı kadar kalabalıktı. Dedektif, Chuuya'nın önünde yürüyor ve gelen geçen herkesle selamlaşıyordu.
“Yo, Mura-san. Tavsiyen sayesinde karısını döven adamı tutuklamayı başardım.” Orta yaşlı bir polis memuru, yüzünde parlak bir gülümsemeyle yanlarından geçti.
“Sevindim. Dememiş miydim? İtibarını önemseyen bir adam, iş yerinde yakalanırsa harap olur diye.”
Genç ve yeni üniformalı bir dedektif daha geçti. “Murase-senpai, cinayet davasında iyi iş çıkardınız!”
“Şansım yaver gitti. Ama umarım kurban artık huzur içinde dinlenebilir.”
Biraz ilerledikten sonra kelleşmiş yaşlı bir dedektif konuşmak için durdu. “Mura-chan, içmeye gidelim! Bu sefer benden!”
“Yine geç kalayım deme sakın. Gecikirsen seni ofise atarız.”
Karakoldaki her bir insan Murase adındaki dedektife sevecen bir şekilde sesleniyordu. Bu yüzden dedektifin ardından yürüyen Chuuya sürekli ona çarpıp duruyordu. Selamlaşmaları kesmek isteyen Chuuya, dedektifin yanında yürümeye karar verdi.
“Baya popülersin, huh?” Chuuya alay etti.
Dedektif omuzlarını silkti. “Senin aksine benim maaşım düşük. En azından popülerliğim eksikliği gideriyor. Sence de öyle değil mi?”
“Sanırım.” Chuuya'nın gözleri eğlenceyle parıldadı.
Chuuya söyleyeceği kelimeleri aklında toplarken bir an için yan yana yürüdüler. Sonunda kararlı bir şekilde dedektife döndü ve ciddi bir sesle konuştu.
“Hey, Dedekitf-san. İşine karışmak istemem bu yüzden sana bir tavsiye vereyim. Artık bana bulaşma.” Sesinde isyanlar bir ton kullanmıyordu, aksine aşk itirafı yapıyormuş gibi konuşuyordu. “Koyun ve Liman Mafyası bambaşka yerler. Beni suçlasan bile kişisel avukatım göz açıp kapayıncaya kadar masumiyetimi kanıtlar. Deliller gözetiminizden kayboluverir ve tanıklar susturulur. Liman Mafyası böyle bir organizasyon. Dürüst olayım, zamanını boşa harcıyorsun.”
“Olabilir.” Dedektif pek umursamıyormuş gibi konuştu. “Ama bunları yapmamın bir nedeni var.”
“Neymiş o nedenin?”
Dedektif iç çekti ve yakasına uzanıp aradan ince, gümüş bir zincir çıkardı. Zincirin ucunda pirinç, boş bir mermi kovanı asılıydı.  Gümüş zincirin geçebilmesi için ortasına bir delik açılmıştı.
“Bunu eski işimde kullanmıştım.” Dedektif boş mermi kovanına maziyi anımsar gibi baktı. “Genç, fakirken ve ağabeyimin tavsiye ettiği güvenlik işinde çalışırken ufak bir askeri tesiste bekçiydim. Tesiste durması kolay olur diye başvurmuştum Ama yanılmıştım. Tesis yerleşim yerlerinin yakınlarındaydı ve patronum kimsenin yaklaşmasına izin vermemi emretmişti. Ama Büyük Savaşın son yıllarında erzak sıkıntısı yaşanıyordu. Yerleşim bölgelerindeki çocuklar yok yerden çıkıp tesise girer ve yiyecek çalardı.”
Dedektif hafifçe kaşlarını çattı. Bunu yaparkenki yüzü binlerce yıldır çölde duran bir kayaya benziyordu.
“Çocukları vurup öldürmem söylendi.” Dedektif, gırtlağından kaba bir ses çıkardı. “Genelde çocuklar tehdit edildiğinde kaçar ama bu çocuklar organizasyonun birinden emir almış. Geri dönerlerse öldürüleceklerini bildiklerinden kaçmadılar. Ben de...”
Dedektif sözünü orada kesti. Kesilen sözlerinin geri kalanı söylenmeden kaldı.
Ellerindeki boş mermi kovanı acımasızca parlıyordu.
Chuuya ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi bakınsa da kelimeler ağzından çıkıverdi. “Emirlere uyuyordun.”
“Doğru. Ama bunun gibi anılar zamanla kaybolup gitmiyor işte. O zamanlar senin yaşında çocuktum.”
Dedektif, boş kovanı parmak uçları arasında tiksintiyle sıkıştırdı.  Tutuşunu ne kadar sıkı yaparsa yapsın kovan sabit kaldı, en ufak bir değişiklik olmadı.
“Chuuya, adalet sağlansın diye peşinde değilim. Amacımın bununla uzaktan yakından ilgisi yok.” Soğuk keder sesine yansıyordu. “Yasadışı organizasyonlar çocukları kullanıp bir kenara atılabilen kalkanlar olarak kullanıyor. Bir gün, aynı şey senin de gözlerinin önünde yaşanacak. Bu olmadan önce yüzeydeki saygın dünyaya dön. Adalet ve ben sana yardım ederiz.”
Chuuya direkt dedektifin ciddi gözleriyle yüz yüze geldi. “Bunca zamandır beni bu yüzden mi kovalıyordunuz, Dedektif-san?” Chuuya kısık sesle sordu.
Dedektif sessizce Chuuya’ya baktı, tek kelime etmedi. Ama birkaç saniye geçtikten sonra cevap verdi.
“Evet.” Dedektif kendini tiye alarak gülümsedi.
“Dedektif-san...” Chuuya'nın gözlerinin derinlikleri karanlık ve boştu. “Başkalarına sizin kadar sempati duyan fazla insan yok.”
Tam o sırada karakolun içinde kulakları sağır eden bir sesle uyarı sireni çaldı.
“Güvenlik Departmanından duyurulur. Karakolda izinsiz giriş tespit edildi. Yaralı sayısı bilinmiyor. Ölü sayısı bilinmiyor. Zarar görmeyen personeller lütfen tahliye edilsin. Paralı askerler acilen ekipmanınızı kuşanıp belirli bölgeye-“
Chuuya ellerini birbirine kenetleyip kısık sesle konuştu.
“Geldi.”
  ....
 Shirase-san’ı yanımda getirmeyi başardım.
Geriye dikkat çekmeden kaçmak kaldı.
Düşünmeye başladım ve çıkış kapısını kavradığımda arkamdan Shirase-san’ın sesini duydum.
“Hey...”
Böyle olacağını biliyordum, arkama döndüm.
“Evet, sorun nedir?”
Shirase-san afallamış bir şekilde bakıyordu. “Sol bacağına... ne oldu?”
Aşağıya, ayağıma baktım. Sol diz kapağımın altında ne varsa hepsi kaybolmuştu.
Kafamda alarm zilleri yankılandı.
Dengemi yeniden kazanmak için elimi duvara dayadım.
“Makineden bir dedektif olmak zor olmalı.”
Koridorun sonundan o ses yankılandı. Bedenimi hemen ona doğru çevirdim.
“Bacakların kesilse dahi ücretli hastalık izni alamıyorsun. Senin için üzülüyorum.”
Neşeli sesiyle konuşan adam yürümeye başladı. Kestiği bacağımı baston gibi havada döndürerek oynuyordu.
“Verlaine...”
Zamanlaması berbattı. Çok erken geldi, henüz karşılaşmaya hazır değildik.
Kategori 1 Savaş protokolünü çağırdım.  Sinir iletim hızım arttı ve savaş alanında analiz işletimini ilk önceliğe yükselttim.  Savaşmazsam, yok olacaktım.
Bacaklarımdan birini kaybetmemle ortaya çıkabilecek sorunları çözmek için dengemi yeniden kalibre etmenin tam ortasındayken Verlaine uyarı vermeden bacağı geri fırlattı. Bacak ses hızıyla uçtu ve bedenimi arkaya eğerek kaçınabildim. Bacak, ayaklarıyla ardımdaki duvarı parçaladı.
“Chuuya burada değil mi? Tüh, en önemli anları hep kaçırıyor.” Verlaine’in ses tonu gamsız, belki de biraz iyimserdi. “İlk randevumuza geç kalacağını düşünmemiştim. Ağabeyi olarak endişeleniyorum. Anlıyor musun?”
Cevap verecek zamanım yoktu.
Burada yenilirsem Shirase-san anında öldürülürdü. Hangi protokolün bize en yüksek hayatta kalma şansını getireceğini olabildiğince çabuk hesaplamak için bir cevap düşünecek vaktim yoktu.
Tek ayağımla zıpladım, Shirase-san ile arama mesafe koyarak çıkışa doğru koştum. Ama Verlaine beni anında yakalayıp omuzlarımdan tuttu. Sonra beni duvara çarptı.
“Gh!”
Arkamdaki duvar parçalandı, iç yapı iskeletim parçalanmaya başladı. Verlaine’in saldırısı burada sonlanmadı. Bedenimin merkezindeki yerçekimin bozulmaya uğradığını tespit ettim, gövdemi duvara batırıyordu.
Parmakları pandispanyaya derin bir şekilde batırmak gibiydi. Ancak batan şey ben ve battığım şey sert, beton duvardı.
“Endişelenme. Seni kırmak istemiyorum. Burada uslu uslu otur yeter.”
Tüm bedenim duvara saplanmış sayılırdı. Kırılan betonun sesi bedenimin her yerinde yıldırım gibi yankılandı. Vücudumun farklı yerlerinden ana işlemci çekirdeğime aşırı yüklenme olduğunu belirten uyarı sinyalleri yanıp sönse de yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Kaçmaya çalışsam bile yerçekimini duvara uygulayarak beni takip eder, çıkışı kapatırdı. Şimdi duvara, karaya saplı bir ev gibi, neredeyse göm��lüydüm. Duvarın dışında yalnızca kollarımın birazı ve yüzüm kalmıştı.
Koşuyormuş gibi bedenimi eğdim, kaçmak için gereken momentumu kazanmaya çalıştım. Ama işe yaramadı. Çünkü tüm bedenim enkaz altına gömülmüştü, kaçmak için doğru zamanı elde etmem mümkün değildi.
“Şimdi sana gelirsek Shirase-kun…” Verlaine diri diri gömdüğü makineden ilgisini kaybetmiş, dikkatini Shirase-san’a çevirmişti.
“N…ne?” Shirase-san’ın sesi ödü kopuyormuş gibi çıkıyordu.
“Bunca yolu seni görmek için geldim. Ama içeri girmek çok kolaydı, hala vaktim var. İşime başlamadan önce biraz konuşalım.”
“Ne… senin sorunun ne be?!” Shirase-san özellikle uğraşsa sesini o kadar titrek çıkaramazdı. Tüm gücünü iki ayak üzerinde durmak için kullanıyordu. “B…ben Shirase değilim! Yanlış kişiyi yakaladın!”
“Ama az önce adını seslendiğimde cevap vermedin mi?” Verlaine başını merakla eğdi. Uzun bacaklarıyla zarif bir şekilde Shirase-san’a doğru yürüdü.
“Ona yaklaşma!” Bağırarak uyardım.
Verlaine hayatının en güzel zamanlarını geçiriyormuş gibi arkasına döndü. “Madem yaklaşmamı istemiyorsun beni durdursana. Tabii yapabilirsen…”
Verlaine’in dediği doğruydu. Onu durdurmamın bir yolu varsa kullanmalıydım. Farklı ihtimalleri hesapladım. Kaçış, patlama, telekomünikasyon… Gerçekleştirebileceğim her bir protokolü inceledim.
Sonuç sıfırdı. Etkili çözüm bulunamadı. Kaçmak imkansızdı.
Chuuya-sama’yı çağırmayı da düşündüm ama sahip olduğum en aptalca fikirdi. Verlaine’i birebir savaşta yenemeyeceğimiz için pusu kurmayı planlamıştık. En kötü senaryoda hem kendimin hem de Chuuya-sama’nın gücünü kaybeder, bir sonraki pusuyu kuramazdık.
Verlaine’in iki hedefi daha vardı. Hala umut var.
“Buyur, otur hadi.” dedi Verlaine, Shirase-san’a.
Shirase-san o kadar korkmuştu ki kelimelerine tepki veremedi. Verlaine’ bakarken yalnızca titreyebiliyordu.
“Otur dedim.” dedi Verlaine sert bir sesle, Shirase-san’ın omuzlarına dokundu.
Shirase-san sanki dizleri kırılmış gibi aniden öne düştü. O sırada, yerçekimi Verlaine’in ayakkabı tabanlarında toplanıp zemini parçaladı. Zemin yükseldi ve moloz yığınları tümsek gibi yukarı çıktı. Shirase-san moloz yığınlarının üzerine kalçası üstüne düştü.
Şok ve korkudan konuşamamıştı bile.
“Shirase-kun. Suikastçı etiğidir, hakkındaki araştırmamı yaptım.” Verlaine kibar tavırlarla konuştu. “Bu şehirde Chuuya’nın en uzun zamandır tanıdığı kişisin. Chuuya çocukken nasıldı diye sormak istiyorum.”
Bunları söylerken Verlaine hücre kapılarından birisi kolayca çıkardı. Kabuk bağlamış bir yarayı soyuyormuş gibi zahmetsizce yapmıştı. Kapıyı ikiye katladı ve zemine sandalye gibi yerleştirdi, üstüne oturdu. Zarifçe bacak bacak üstüne attı ve Shirase-san’a gülümsedi.
Verlaine’in yeteneği görülmemiş bir şeydi. Bu şehirde Saat Kulesi Nişanıyla dahi oynayan bu yeteneği yenebilecek başka bir yeteneklinin var olduğunu sanmıyordum.
Bedenimle birkaç cümle yazıp Chuuya-sama’nın telefonuna mesaj attım. Şu anki durumumuzu açıkladım ve alabileceğimiz tek tedbiri hatırlattım.
Sakın buraya gelmeyin.
Geri çekilin, bir sonraki hedefi tespit edin ve tuzak kurmak için mafyanın yardımını alın.
Shirase-san ile benim burada yok edileceğimiz kesin olsa bile.
Shirase-san titriyordu. Benim vardığımla aynı sonuca varmış olmalı çünkü titreyen dudaklarıyla kendisini konuşmaya zorladı.
“Şey… şey…”
Sığ nefes alıyordu ve sesi her an kırılacakmış gibi çıkıyordu. Bu gidişle kusarsa şaşırmazdım. Ama konuşmaya devam etmezse işe yaramaz muamelesi görecek ve öldürülecekti. Hayatını yalnızca birkaç saniye uzatsa bile soruya cevap vermekten başka seçeneği yoktu.
Pek bir şey göremiyordum.
“Karşılaştığımız ilk yer… sürekli saklanıp alkol içtiğimiz köprünün altıydı sanırım.” Bunları söylerken Shirase-san yardım isteyerek bana baktı. Gözleri bize biraz zaman kazandırırsam bir şekilde kurtulabilir miyim diye sordu.
İşe yaramayacaktı. Yardım gelmeyecekti. Deneyip zaman kazanmanın anlamsız olduğunu biliyordum sadece.
“Chuuya… bir yerden çaldığı askeri bir üniformayı giyiyordu. Perişan görünüyordu. Saçı da yüzü de vücudunun geri kalanı kadar kirliydi ve ayakkabısı yoktu.” Shirae-san titreyen sesiyle devam etti. “Koyunun ilk üyeleri… biz… hapishaneden falan kaçtığını düşündük. Sonra bize seslendi. ‘O dikdörtgen çarşaf ne?’ dedi.”
Shirase-san geçmiş günleri anımsamaya çalışıyormuşçasına başını eğdi.
“N…neden bilmiyorum ama iğrenç olduğunu düşündüm. Yine bize seslendi. ‘O elindeki dikdörtgen şey  ne söyle!’ dedi.”
Shirase-san başını kaldırdı ve gözleri dalıp gitti.
“Elimde bir parça ekmek vardı.”
Koridorda ölü sessizliği vardı. Tüm o yıkımdan sonra garip bir sükûnetti. Verlaine de hikayeyi dinlerken sessizdi.
“ ‘Ekmek.’ diye cevap verdim. Chuuya ‘Yeniliyor mu?’ diye sordu. ‘Evet.’ dedim ve yenildiğini göstermek için bir parça ağzıma attım. Ama sonra garip bir şey yaptı. Düştü. Odağını kaybetmiş gibiydi. Yanına gelene kadar anlamamıştık. Bir deri bir kemik kalmıştı, ölümün kıyısındaydı. Arkadaşlarımı ikna ettikten sonra onu Koyunun gecekondulardaki evine bizimle beraber götürdük.”
Bilgileri harici depolama veri tabanımdan kontrol ettim. Koyun, başlangıçta yetimlerin kendilerini yetişkinlerden korumak amacıyla kurduğu karşılıklı desteğe dayalı bir organizasyondu. O zamanki maddi imkânları altın çağlarına kıyasla çok daha azdı ve çocukların kendilerini şiddetten, insan kaçakçılığından ve çocuk işçiliğinden korundukları bir sığınak olarak belgeleniyordu.
“Organizasyonun küçük olduğu zamanlardı. Ama yine de Chuuya’yı kabul ettik. Sokaklarda aç yatan bir çocuğu öylece bırakamazdık.”
Yüzünü yeniden kaldırdığında ifadesi değişti.
Hala eskisi kadar korkuyor ve bir o kadar da titriyordu. Ama gözlerinde öfkeyle yanan alevler vardı. Yenilmek üzere olan bir otçulun düşmanına haykırırken gösterdiği türden bir alevdi.
“Chuya’nın abisiyim mi demiştin?” Shirase-san neredeyse çığlık atacaktı. “Neden beni öldürüyorsun? Tek yaptığım aç kalan çocuğa yardım etmekti! Karşılığında teşekkürümü böyle mi alıyorum?!”
Verlaine sakin gözlerle seyrederken cevap vermedi.
“Ahh, anladım. Sonuçta dünya böyle işliyor. İnsanlara yardım ettiğim için öldürüldüğüm mantıksız dünya.” Shirase-san bağırmaya devam etti. “Hey, acele et hadi. Beni daha fazla bekletme, bok kokusunun cesedime sinmesini istemiyorum.”
Verlaine aşağısına baktı ve gözlerini kapattı. Sonra ayağa kalkıp Shirase-san’a doğru yürüdü.
Durum farkındalığı programım gerçekleşebilecek 168 farklı olasılığı hesapladı. Ve hepsi Shirase-san’ın 10 saniye içinde ölmesiyle sonuçlanıyordu.
Kaçınılmaz bir sondu. En azından ölümüne tanık olacaktım.
Verlaine elini Shirase-san’ın boynuna uzattı.
Shirase-san nefesini tuttu.
O sırada bölge tarama fonksiyonum bir değişiklik fark etti.
169. ihtimal. İmkânsız olasılık.
“Ne oluyor?” kelimeler düşünmeden ağzımdan çıktı.
Chuuya-sama’nın tekmesi Verlaine’e çarpmıştı.
Verlaine’in uzun bedeni koridorun duvarına vurdu, diğer tarafa sekti ve aynı duvarları da yıktı. Sonunda durana kadar bedeni, bilardo topu gibi koridorun duvarlarından defalarca sekti.
Verlaine yavaşça kendisini duvardan ayırdı ve öne düştü, iki elini bedenini dengelemek için yere koymuştu.
Chuuya-sama Shirase-san’ın önünde korumacı bir şekilde dikildi ve Verlaine’e dik dik baktı.
“Chuuya…” Shirase-san önündekine inanamıyormuş gibi baktı.
“Off… bu kaçıncı oluyor Shirase, yüz falan mı?” dedi Chuuya-sama usanmış bir sesle. “Kendini bok yoluna sokuyorsun ben de arkanı toplamaya geliyorum.”
“Chuuya… neden beni kurtarıyorsun?”
“Seni mi kurtarıyorum? Öyle bir şey yok. O şapkalı piç kurusunu dövmeye geldim, o kadar.”
Bağırırken durum tespit programımı çalıştırdım. “Chuuya-sama, buraya gelmekle hata ettiniz! Kaçın lütfen, desteğiniz olmadan onu yenemezsiniz!”
“Vay, oyuncak robot. Duvara güzelce saplanmışken baya iyi gözüküyorsun. Endişelenme. Sadece otur ve izle.”
Chuuya-sama sırıtarak güldü ve yüzünü Verlaine’e döndü.
Verlaine ayağa kalkıp yere düşen şapkasını aldı.
“Geciktin, kardeşim.” Şapkasının tozunu silkelerken konuştu.
“Haha. Ağzından ne çıkarsa çıksın uysal ve sakin kalabiliyorum ama bana kardeşim diye seslenmene katlanamıyorum.”
İçten içe başımı kaldırdım. Uysal mı..?
“Normal, sinirlenmeye hakkın var.” Verlaine yavaşça Chuuya-sama’ya doğru yürüdü. “Ama zarafetten yoksunluğundan etkilendiğimi söyleyemem. Önceki gün seninle istediğim gibi oynadığımı unuttun mu yoksa?”
“Unuttum.” Chuuya-sama sıradan bir gezintideymiş gibi Verlaine’e doğru yürüdü. “Hatırlatsana?”
İkisi aralarında kol mesafesi kaldığında birbirleriyle yüzleştiler. Chuuya-sama Verlaine’e, Verlaine Chuuya-sama’ya baktı.
Bir anlık sessizlik vardı.
İlk saldıran Verlaine oldu. Havayı kesen sağ yumruğunu Chuuya-sama’nın kafasına vuracak şekilde hedef aldı. Chuuya-sama atmosferi yakabilecek bir hızla eğilerek saldırıdan kaçtı. O sırada Verlaine’in çenesine ani bir darbe indi.
“Gh-“
Verlaine’in yüzü yana eğildi. Olanlar yüksek hızlı kameramdan kaçamamıştı.
Kaydı izledikten sonra ne olup bittiğini anladım. Chuuya-sama yana eğilirken alt yarısını yukarı kaldırdı, Verlaine’in çenesine ışık hızıyla tekme attı. Görüş açısının dışında yapılan mükemmel bir saldırıydı. Normal bir insana vursaydı başı çoktan kopmuştu.
Durumu analiz ederken fırtınayı andıran saldırılar durmadı. Chuuya-sama bedenini daha da eğdi, ellerini zemine dayadı ve itip yükselttiği bacağıyla tekmeledi. Ayakkabıları Verlaine’in boğazını parçaladı, Verlaine acıdan inledi.
Verlaine geriye düşerken yerçekimi uyguladığı elleriyle Chuuya-sama’yı tutmaya çalışsa da Chuuya-sama tereyağından kıl çeker gibi, kolayca kaçındı ve daha da tekmeledi.
Tekmeleyerek ardına döndü.
Işık hızıyla birbiri ardına gelen, Verlaine’den daha uzun dört tekme daha attı. Yalnızca sanatsal olarak tanımlanabilecek harikulade saldırılardı. Verlaine acıyla inlemekten başka bir şey yapamıyordu.
“N’oldu? Hani benden daha güçlüydün?”
Verlaine, yerçekimi kontrolünü kullanarak bedenini düşmekten kurtardı ve görüşü dışında bulunan Chuuya-sama’yı tutmak için ellerini uzattı. Yerçekimi gücüyle dolan parmakların tuttuğu ölümle yüz yüze gelen Chuuya-sama soğukkanlılıkla kenara çekildi. Verlaine’in zar zor dokunduğu birkaç tutam saçı yerçekimin etkisiyle koptu. Chuuya-sama dirseğiyle Verlaine’in koluna yavaşça vurdu ve gözüne yumruk attı. Verlaine’in yüzü parçalanmış gibi diğer tara çevrildi. Verlaine’in dizinin ardını tekmeleyerek eğilmesine yol açtı.
Chuuya-sama Verlaine’in etrafında dönerek dirseklerini insan vücudunun zayıf noktalarından birine, başının üstüne indirdi. Bir bağırış yankılandı.
Verlaine bir kez daha haykırdı ve üstündeki Chuuya’ya uzansa da Chuuya-sama artık orada değildi. Aralarına mesafe koymak için zemini tekmeledi. Verlaine hızına yetişemedi.
“Agh-”
Görülmesi mümkün olmayan bir manzaraydı. Suikastçıların Kralı Verlaine başkasının elinde oynanıyordu. Hiçbir Avrupalı polisin bu durumu tahmin edemeyeceğine bahse girerdim.
Ancak ben savaş analizlerini yapmış ve bir sonuca varmıştım. Chuuya-sama yerçekimini saldırısındaki ana yöntem olarak kullanmıştı. Ama daha yetenekli olan Verlaine ile karşılaştığında basitçe yenilmişti. Şimdi ise Chuuya-sama taktiklerini çoğunlukla hızına dayanarak değiştirmişti. Artık bu oyun savaş sanatlarının oyununa dönmüştü.
Saldırılarına devam ederken Chuuya-sama etrafındaki molozlardan bir parça aldı ve Verlaine’e doğru fırlattı. Verlaine moloz parçasına vurarak anında tepki verdi ve parçalar her yere saçıldı.
Chuuya-sama görüş bozukluğundan avantaj sağlayarak Verlaine’e yaklaştı, sonra tekmeledi. Koçbaşına benzer güçlü bir tekmeydi. Verlaine kendini savunmak için kolunu kaldırdı sonra geriye uçtu. Sonunda duruna kadar sırtı duvara çarptı.
Molozların küçük parçaları havada biraz oyalanarak etrafta uçuştu.
Verlaine çok, çok yavaşça kollarını indirdi. Dudaklarının kenarından akan kanı sildi. Dudağı muhtemelen ardı ardına gelen tekmelerden önce kesilmişti.
Parmaklarındaki kanı büyük bir ilgiyle inceledi.
“Kendi kanımı görmeyeli…” Verlaine’in sesi kuru çıkıyordu ve çatlamıştı. “…uzun zaman oldu.”
“Tebrikler. O zaman nefret edene kadar sana göstermeye devam edeceğim.”
“Dünyanın her yerinde son sözü söylemek standart sanırım.” Verlaine güldü. “Ama…”
Verlaine ellerini arkasındaki duvara hafifçe koydu ve binanın inşaat malzemelerini kazmaya başladı. Sanki kaşıkla jöle kazıyormuş gibi görünüyordu.
Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
“Hızın beni şaşırtabilir ancak yenemez.”
Verlaine moloz parçalarını gülle gibi eliyle fırlattı. Chuuya-sama moloz parçalarını yerçekiminden yaptığı yumruğuyla püskürtse de henüz bitmemişti. Molozlar, makineli tüfekle birbiri ardına atılan taşlar gibiydi. Verlaine elini duvara vuruyor, yerçekimini kullanarak art arda fırlatıyordu.
Chuuya-sama meteor yağmurunu tek tek savuşturmak için yumruğunu kullandı. Fakat çok fazla moloz parçası vardı. Molozlar süratle geliyor ve sonu bitmek bilmiyordu. Artık sadece savunma pozisyonundaydı.
“Siktir!”
Chuuya-sama moloz sürüsünden kaçmak için kenara atladı. Bu sefer peşinden moloz değil, Verlaine’in kementi gelmişti.
Chuuya-sama’nın göğsünün tam ortasına uzun bir kol vurdu. Ayakları zeminden kesildi ve meteor kadar ani bir biçimde koridorun diğer ucuna uçtu.
Chuuya-sama’nın bedeni, su yüzeyini yarıp geçermişçesine duvarları kırıp geçti ve dışarı uçtu. Muazzam miktarda güç kullanmıştı. Hapishane duvarlarının dışında polis arabaları için yer altı otoparkı bulunuyordu. Chuuya-sama’nın sırtı park halindeki araçlardan birini ezip sonunda durana kadar birkaç arabanın üstüne düşmesine neden oldu.
Chuuya-sama öne düştü ve ortam aniden sessizliğe büründü.
Geriye ufalanan molozların takırtı sesleri duyuluyordu sadece. Karakolun içindeki alarmlar uzaktan duyulabiliyordu. Park edilmiş ve ezilmiş arabaların alarmları çaldı. Chuuya-sama araba alarmları yüzünden neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir inilti çıkardı.
“Gh…”
Ve böylece savaşın gidişatı değişti.
En dehşet verici şey ise Verlaine’in yeteneğinin saf gücüydü. Sahip olunan hız ya da kullanılan teknik fark etmeksizin hepsi, Verlaine’in basit yerçekimi kontrolüne karşı gelip geçer bir numaradan başka bir şey değildi. Güçlendirilmiş vücudunu dahi mühürleseniz yine de zorlu bir düşmandı.
Verlaine duvardaki delikten çıktı ve Chuuya-sama’ya yaklaştı.
“Uyan, Chuuya. Ölmediğini biliyorum.” dedi Verlaine yaklaşırken. “Bu kadarıyla ölmezsin.”
Verlaine düz bir sesle konuştu ve Chuuya-sama’yı boynundan tutarak kaldırdı.
“Bırak…”
“Bırakacağım.”
Chuuya’yı tutan Verlaine’in elinin çevresindeki hava titremeye başladı. Isı ışınımı nedeniyle atmosferik kırılmada bir değişiklik tespit ettim.
Olamaz…
“Chuuya-sama! Uzaklaşın!”
Vücudumun çeşitli bölgelerindeki ortak aktüatörlerin çıkış gücünü arttırdım. Eklem yerlerimin her birinden titreşim üretirken bedenimi çevreleyen enkazın frekansını aradım. Her şeyin titreşimle güçlendirilebilen bir rezonans frekansı vardır. Bu frekans benim iç motorlarımla rezonansa girerse duvar yavaş yavaş parçalanabilir.
Ama fazla zaman kalmamıştı.
Yerçekimi dalgaları Verlaine’in kavradığı Chuuya-sama’nın omzundan yayılmaya başlamıştı. Göze görünmeyen bir cehennemden ısı yayılmaya başladı.
“Kendine hakim ol. Yeteneğine hakim ol.” Verlaine’in soğuk sesi yankılandı.
Chuuya-sama çığlık attı. Çığlığıyla beraber kara alevler ağzından çıkmaya başladı.
Olabilecek en kötü senaryo gerçekleşiyordu. Önceki güne benzer bir kara delik açılacak olursa karakol parmak ucu boyutuna gelene kadar sıkışır sonra tamamen yok olurdu. Shirase-san ve ben de felakete kapılırdık.
“N’oldu Chuuya? Şimdi senin öldüğün gibi herkes bir gün ölecek. Toyluğun onları öldürecek. Ve sonra geriye hiçbir şey kalmayacak. Deneyelim mi?”
Ve sonra iki el silah sesi duyuldu.
Verlaine’in üst kolunda iki mermi yarası açıldı.
“Chuuya! İyi misin?!” Park yerinin arkasından birisi bağırdı.
Verlaine’in tutuşu zayıfladığında Chuuya-sama göğsünü tekmeledi ve Verlaine’in ellerinden kurtuldu. Yerde yuvarlanıp derin bir nefes aldı.
Chuuya-sama’ya koşan adam sorgu odasındaki Dedektif-san’dı. Adının Murase olduğuna inanıyorum. Ellerindeki silahın namlusundan hala beyaz duman çıkıyordu.
Chuuya-sama öksürürken dedektife sert bakışlarıyla baktı. “Dedektif-san… Neden geldin?! Eğil!”
Verlaine kolundaki kurşun deliklerine merakla baktı, Dedektif-san’a döndü ve konuştu. “Sonunda geldi.” Ne garip sözlerdi.
Verlaine Chuuya-sama’ya döndü. Yeteneğinin sebep olduğu yüksek enerji çizgileri ve dalgalanmalar kayboldu. Chuuya-sama gardını aldı.
“Chuuya, bence dile getirmeye gerek yok ama zayıflar hiçbir şey elde edemez. Benimle bu halde savaşırsan kaybedersin ve Arahabaki’nin kara alevleri karakolu sarıp bir kez daha yüzlerce insanı öldürür.”
Sözlerini göz korkutmak ya da tehdit etmek için söylememişti. Tamamen sakin, duygusuz bir sesle konuşmuş; yalnızca gerçekleri anlatmıştı.
“Sana izin vermem.” Chuuya-sama’nın sesi hırıldıyormuş gibi çıkmıştı.
“Ahh, gerek yok.” dedi Verlaine umulmadık bir şekilde. “Neden biliyor musun?”
Chuuya-sama’ya cevap verme şansı tanımadan zıpladı.
Kendi yerçekimini yok ederek park yerinin tavanına baş aşağı çıktı. Sonra aşağı zıplayıp Chuuya-sama’nın arkasına indi.
“Bununla birlikte bugünün işi tamamlandı.”
Verlaine Dedektif-san’ın boynunu kavradı.
“Dur!”
Chuuya-sama bağırdı ve atladı. Dedektif-san konuşmak için ağzını açsa da sözleri ağzından çıkamadı.
Başı boğuk bir sesle geriye düşmeden önce dudakları yarıya kadar açılmıştı.
Dedektif-san’ın bedeni kırık boynundan gelen ivmeyle yavaşça sallandı. Ve sonra düştü.
“Kahretsin!” Chuuya-sama arkasına döndü.
Dedektif-san’ın bedenini kollarında tutarken Chuuya-sama’nın ifadesine dayanarak olan biten her şeyi anlayabiliyordum. Nabız var mı diye yoklamak için uzak mesafeli taramamı yapsam da –hiçbir şey yoktu. Ani ölümdü.
“Orospu çocuğu!”
Chuuya-sama bağırırken zıpladı. Sağ yumruğuyla Verlaine’i hedef aldı. Verlaine vuruşu iki avucuyla karşıladı ve ellerinden siyah ışık huzmeleri parıldadı. Serbest bırakılan yerçekimi çevreleyen alanda yerçekimi dalgaları halinde yayıldı, manzarayı küresel bir şekle dönüştürdü.
Yayılan yerçekiminin şok dalgaları, etraftaki arabaları -sanki kağıttan yapılmışlar gibi- uçurdu. Verlaine, hiç zorlanmadan şok dalgaların birine bindi ve geriye uçtu. Yer altı otoparkının çıkışının yakınlarında indi.
“Az önceki vuruş, şimdiye kadarkilerin en iyisiydi.” Bunları söyledikten sonra geri sıçradı ve çıkışla yüz yüze geldi, çıkarken figürü gözden kayboldu.
“Bekle!”
Chuuya-sama Verlaine’in peşinden koşarak karakoldan ayrıldı. Yaptığı tehlikeliydi. Kendi başına Verlaine ile savaşamazdı.
Duvarın frekansıyla eşleştikten sonra duvar yavaş yavaş kırıldı. Bir şekilde sağ kolumun tamamını çıkarabildim. Dirseğimi duvara vurarak kalan parçalarımı enkaz altından kurtardım.
144 saniye sonra enkazdan tamamen kurtulmuştum. Bir bacağıma güvenerek aceleyle Dedektif-san’a gittim.
Yüzü diğer tarafa dönmüş, ağzından kan akıyordu. Taramamın sonuçları C2’den C6’ya kadar olan servikal omurlarının hasar gördüğünü gösterdi. Nabız yoktu ve gözbebekleri tepki vermiyordu. Dahili iletişim cihazımdan ambulans çağırsam da geç kaldığım belliydi.
İnsan yaşam destek sistemi hassas bir denge içindedir. Benim gibi makinelerin aksine, kısmi hayatta kalma kavramı insanlar için geçerli değildi. Yedeği bulunmayan bu iki organ son derece dinamik bir sistem oluşturuyordu ve ikisinden birisinin işlevi durursa yeniden başlatma imkansızdı. İnsanlar hasarlı parçalarını değiştiremezdi.
Başka bir değişle, insanlar çok kolay ölürlerdi.
Arkasını taramak için dedektifi yüzüstü döndürürken yere düşen tanıdık bir nesne gördüm.
Huş ağacından yapılmış bir haç.
Verlaine ardında bırakmış olmalı.
Taramamı yaparken Chuuya-sama döndü.
“Verlaine nereye gitti?” diye sordum.
“Gökyüzünde kayboldu.” Dedi mutsuzca, gökyüzünü işaret ederek. Muhtemelen yerçekimini kullanarak havaya zıplamış ve kaçmıştı.
“Bende de öyle düşünmüştüm.” dedim Dedektif-san’ın bedenini tutarken. “Şiirsel bir tabir kullanmak istersen, Dedektif-san da ortadan kaybolup göğe yükseldi.”
Dedektif-san’ın gözkapaklarını kapatıp onu daha da ölü gösterdim.
“Siktir!” Chuuya-sama bağırdı, Dedektif-san’ın göğsüne yumruğuyla vurdu. “Beni tutuklamayacak mıydın?! Hey, Dedektif-san! Bana dünyanın ışığını göstermeyecek miydin…?”
Chuuya-sama Dedektif-san’ın göğsüne vurduğunda ceketinin cebinden dedektifin kişisel eşyaları yere döküldü.
Eşyaların arasında eski sayılabilecek, mavi bir kapaklı telefon vardı. Modeli gözüme tanıdık geldi.
Verlaine’in kaçakçılardan aldığı aynı mavi kapaklı telefondu.
Yerden alıp Chuuya-sama’ya gösterdim. Ne olduğunu anladığı an dişlerini sıkıp haykırmak istediği çığlığı içine attı.
Suikastçılar Kralı Verlaine’in… daha en başından beri asıl hedefi Shirase-san değildi.
Ama… o zaman neden…?
Neden Dedektif-san’ı öldürdü?
     …
 (1) Sama (様), yüksek derecede saygı bildiren ektir. Konuşmada nadiren kullanılır ve genelde rahiplerin Tanrı'ya, sadık cariyenin hükümdarına, en düşük sosyal tabakadan olanların en yüksektekilere ve resmi mektuplarda kullanılır. Chuuya’nın ‘sama’ ekinden dolayı rahatsız olmasının sebebi budur.
(2) Orbiting Binary Black Hole Investigation Satellite (ORBIS) Japonya tarafından geliştirilmekte olan bir çeşit uydu.
(3) Bir çeşit CCTV gözetim sistemi.
(4) Udon (Japonca: 饂飩, うどん), Japon mutfağında kalın buğday unundan yapılan bir eriştedir.
(5) suçlananın suçunu kabul etmesi ya da başkaları aleyhinde tanıklık yapmasıyla ilgili savcıyla suçlanan ya da onun avukatı ile arasındaki anlaşma
82 notes · View notes
korelist · 2 years
Text
Tumblr media
MY MISTER // KDRAMA DİZİ YORUMU
UYARI : Yazılar genel olarak spoiler içerebilir. İçermeyedebilir.
İmdb puanı: 9,1 Benim buanım: 8
Drama: My Mister
Hangul: 나의 아저씨
Director: Kim Won-Suk, Kim Sang-Woo
Writer: Park Hae-Young
Episodes: 16
Date: 2018
Language: Korean
Country: South Korea
Cast: Lee Sun-Kyun, IU, Park Ho-San, Song Sae-Byeok, Kim Young-Min,
2019 (55th) BaekSang Arts Awards - May 1, 2019
Best Drama
Best Screenplay (Park Hae-Young)
Öncelikle bu diziyi nasıl anlatmam gerektiğini bilmiyorum. Neden güzeldi, neden izledim tam olarak ifade edemiyorum. Dizinin konusu ; Park Dong Hoon(Lee Sun-Kyun) 40’lı yaşlarında bir adamdır. Okuldayken alt sınıfında olan Do Jun Yeong(Kim Young-Min)'un emri altında bir yapı mühendisi olarak çalışmaktadır. Do Jun Yeong, Dong Hoon'un eşiyle yasak ilişki yaşadığı için ondan kurtulmak ister. Şirket içinde ise bir güç savaşı vardır. Kendilerine zorluk çıkarttığını düşündükleri müdürleri iftira atarak kovdurmaya çalışmaktadırlar. Park Dong Hoon isim benzerliğinden bu oyunların içine çekilir.
Ji An(IU) ise 20li yaşlarında, yıllarca ailesinin borçlu olduğu tefecilerle uğraşmış, bir kaza sonucu ailesini savunurken tefeciyi öldürmüş. Tefecinin oğlu ise hem babasının ölümü için intikam peşindedir hem de ailesinden kalan borçları almak için baskı yapmaktadır. Ji An ise borcunu ödeyip artık tefeciilerden kurtulabilmek için insanlara şantaj yaparak para almaktadır. O da kendisini bir şekilde Dong Hoon’un çalıştığı şirkette şirket oyunlarının içinde bulur.
Bundan sonrası çok yavaş, sakin, karanlık ilerleyen bir dizi. Ruh çözümlemeleri, karakter analizleri ve hüzünlerin ince ince işlenerek anlatıldığı bir hikayeye sahip. Senaryo akışı nedeni ile olaylar ve durumlar çok fazla dram içermese bile karakterler zırıl zırıl dramatiklerdi. Çirkin, sessiz ve fedakar bir tip olan Dong Hoon’un, hep haksızlığa uğramış bir şekilde yaşamaya çalışan Ji an ile yolları kesişince ortaya enteresan bir ikili çıkmış.
Bir suçun koşullarına göre değerlendirilmesinin önemini ortaya koyarken, haklıyı haksızı birbirine harmanlıyor. Dizi; bütün sustukları içinde kalan, ölüden farksız yaşayan, ezilenlerin, hor görülenlerin yani hak ettiği hayatı bir türlü yaşayamayan bir sürü insanın bir araya getirilmesinden oluşuyor. Herkes mutsuz. Herkes haklı, herkes haksız. Bitmek bilmeyen bir döngü içerisinde fare tekeri gibi dönüyorlar.
Dizinin başlarında boğucu havası nedeni ile elim bir sonraki bölüme gitmiyordu. İlerleyen bölümlerde ise neden sevdiğimi anlamadan ama çok severek izlediğimi fark ettim. Bu kadar donuk bir karakter canlandırılmasına rağmen hem IU hem de Lee Sun-Kyun çok başarılı performanslar sergilemişler. Hikaye bize mutsuz olmak için şanssız olmanıza gerek olmadığını söylüyor. Bir tarafta ailesinden gelen şanssızlıklar yüzünden zor bir hayat yaşamış ve yaşamaya devam eden bir kadın varken, diğer tarafta okumuş meslek sahibi, iyi bir evlilik yapmış bir adam var. Ortak noktaları ise mutsuzlukları.
Baştan sonra kadar ikili arasında herhangi bir aşk hissine kapılmadım. Bilmeden birbirlerine olan destekleri beni çok etkilemiş olsa da, romantik bir hikaye bekliyorsanız çok yanılırsınız. Bu dizi biraz kitap okumak gibiydi. Yavaş yavaş karakterleri tanıyarak, her sayfada yeni cümlelerle içinize işleyen ve elinizden bırakamadığınız bir kitap. Bir durumu, bir duyguyu, hayattan bir kesiti anlatıyor.
Sanmayın ki ana karakterlerimiz dışında herkes mutlu. Bu hikayede mutlu kimse yok. Dong Hoon’un kardeşleri, biri boşanmak üzere, biri yönetmenliği bırakmak zorunda kalmış işsiz. İkisi birlikte bir temizlik şirketi kuruyorlar. İnsanların pisliklerini temizlemelerini anlatırken satır aralarını öyle güzel doldurmuşlardı ki… Kardeşlerin yakın arkadaşı olduğunu düşündüğümüz kafe işleten kadın karakterin yalnızlığı, o kadar güzel anlatılıyorduk, o kadar sarılmak isteyerek izledim ki, anlatamam. Dükkanın arkasındaki odada yaşamasına rağmen sırf bir yere ait hissetmek için dükkanı kapatıp eve yürüyormuş gibi sokakta tur atması ve dükkana geri dönmesi çok dokunaklıydı.
Senaryoda seslere ayrı bir özen gösterilmiş. Bu durumdan da kaliteli bir iş çıkmış ortaya. Dizi müzikleri içinde aynı şeyi söyleyebilirim. Seslerin hemen arkasından, sahne geçişleri çekim teknikleri gibi detaylarda aynı güzellikte devam ediyor.
Karakterlerin birbirlerinin hikayelerini öğrendiği sahneler çok etkileyiciydi. Her ikisi de bir diğerinin hikayesini başka birinden dinleyip, kalpleri ile anlamayı başarıyorlardı. Dizide hiçbir abartı yoktu. Cenaze sahnesi, büyükannenin Dong Hoon’a yazdığı not, Dong Hoon’un tefeci ile kavga sahnesi bence dizinin en etkileyici sahneleriydi. Aslında hikayede aşk olmaması beni hiç rahatsız etmedi. Aksine hoşuma gitti. İkili arasında sadece derin, buruk, sağlam bir bağ vardı.
Hiçbir hareketin tek bir doğru cevabı yoktur. Mutluluğu kucakladığımız gibi mutsuzluğumuzu da kucaklamak gerekir. Birine dayanmak, birinin bize dayanmasına izin vermek birçok şeyin çözümü olabilir.
İşte böyle bir diziydi.
OST:
Woorim Ko - A million roses
Raven Melus
BAŞKA NELER VAR ?
FOTOĞRAFLAR
2 notes · View notes
papgiftcom · 2 years
Text
Fresk Nedir ve Ünlü Fresk Sanat Eserleri
Tumblr media
Fresk sanat tarihinin en önemli duvar yapım tekniklerinden biri olarak bilinmektedir. En yaygın olarak İtalyan Rönesansı sanatıyla ilişkilendirilse de, resim tekniği binlerce yıldır hem antik hem de çağdaş sanatçılara ilham kaynağı olmuştur. Doğrudan sıva üzerine boyanarak oluşturulan freskler, diğer sanat dallarında olmayan bir kalıcılık sunar. Pompeii'nin Roma freskleri ve Michelangelo'nun dünyaca ünlü Sistine Şapeli tavanı gibi ünlü Rönesans tabloları da dahil olmak üzere iyi korunmuş başyapıtlarda gösterildiği gibi, muralistler bu dayanıklılığı tercih ediyor.
Fresk Nedir ve Ne Demek?
Tumblr media
Kısaca fresk nedir sorusunun cevabı ince bir sıva tabakası üzerine pigment uygulanarak oluşturulan bir duvar veya tavan sanatı eseridir. Gerçek bir freskin intonaco'su boya uygulandığında ıslandığından, adı İtalyanca'da "taze" anlamına gelir. Fresk duvar yüzeyine resim yapma sanatıdır ve fresk ne demek sorusunun cevabıdır.
Intonaco Nedir?
İtalyanca üzerinde fresk resim yapmak üzere zemin olarak kullanılan son kat ince sıvanın ismidir. Intonaco'da genellikle ince nehir kumu ve kireç karışımı kullanılmaktadır. Fresk duvar resmi yapılmadan önce uygulanan alçının son katmanıda denilebilir.
Fresk Türleri Nelerdir?
Üç yaygın fresk türü vardır ve bunlar buon, secco ve mezzo'dur. Buon ("gerçek") boyamak için, bir sanatçı doğrudan yeni karıştırılmış sıva üzerine resim yapıyor. Islak intonaco'nun doğal yapışkanlığı nedeniyle, bir buon boyamak için kullanılan pigmentin bir bağlayıcı ortam içermesi gerekmez. Bunun yerine, basitçe su ile karıştırılabilir. Aksine, bir secco ("kuru"), tuval olarak kuru sıva kullanır. Boyanın sıvaya yapışmasını sağlamak için pigmentler, yapıştırıcı veya yumurta sarısı gibi bir bağlayıcı madde ile karıştırılmalıdır. Mezzo ("orta") neredeyse kuru intonaco üzerine boyanmıştır. Rönesans sırasında, bu tür yaygın olarak kullanılmaya başlandı ve sonunda popülerlik açısından buon fresklerini geride bıraktı.
Ünlü Freskler Nelerdir?
Yaygın olarak bir İtalyan sanat formu olarak kabul edilmesine rağmen, dünyanın her yerinde freskler bulunmuştur. Burada, alçı üzerine yapılan bu resimlerin en ünlülerinden bazılarına göz atacağız. Boğa Sıçrayan Fresk (Bull-Leaping Fresco)
Tumblr media
MÖ 1400 civarında Girit'teki Knossos Sarayı'ndaki bir duvar için yapılmıştır. Boğa Sıçrayan Fresk Minos sanatının en ünlü eserlerinden biridir. Antik duvar resmi, canlı renkleri ve bir boğa atlama ritüelinde yer alan stilize figürleri gösteren konusuyla ünlüdür. Bireylerin ineklerin ve boğaların sırtları üzerinde akrobatik numaralar yaptığı eşsiz bir tören. Sigiriya Freskleri (Sigiriya Frescoes)
Tumblr media
Sigiriya Kaya Freskleri, renkli, mitolojiden ilham alan fresklerden oluşan küçük hayatta kalan koleksiyonuyla ünlüdür. Bu zarif eserler MÖ 5. yüzyılda Kral Kasyapa tarafından yaratıldı ve dünyevi alanı kendi eterik krallığına dönüştürmeyi amaçladı. Sapfo Fresk (Sappho Fresco)
Tumblr media
Balmumu Tabletli ve Styluslu Kadın, daha iyi bilinen adıyla Sapfo antik Pompeii'de arkeologlar tarafından keşfedilen çok sayıda iyi korunmuş duvar sanatı eserinden biridir. Bu bir evin duvarında bulundu ve düşünceli bir şekilde poz verirken elinde yazı gereçleri tutan genç, zengin bir kadının portresini içeriyor. Kutsal Üçlü (The Holy Trinity)
Tumblr media
Masaccio, "Kutsal Üçlü" Floransa, Santa Maria Novella Dominik Kilisesi'nde boyanmıştır. Kutsal Üçlü fresk, sistematik doğrusal perspektifi kullanan hayatta kalan en eski resimdir. Kayıtlara göre Masaccio, çizgilerin nasıl birleştiğini belirlemek için kaybolma noktasına bir çivi yerleştirdi ve ipler bağladı. Duyuru (The Annunciation)
Tumblr media
Duyuru İtalyan ressam Fra Angelico tarafından Orta Çağ'dan İtalyan Rönesansına geçişi ifade ediyor. Benzer konulara sahip ortaçağ eserlerinden farklı olarak, bu fresk daha gerçekçi bir kompozisyon taşır. Çünkü Angelico ustalıkla bir ufuk noktası kullanarak derinlik önerir. Bu fresk, İtalya'nın Floransa kentindeki San Marco Manastırı'nda yer almaktadır. Angelico bu ikonografiyi ilk kez keşfetmemiş olsa da erken Rönesans'ın en tanınmış fresklerinden biri haline geldi. Son Akşam Yemeği (The Last Supper)
Tumblr media
1490'larda Leonardo da Vinci, Milano'daki Santa Maria delle Grazie Manastırı tarafından görevlendirildi. Son Akşam Yemeği, İsa'nın son yemeğini tasvir eden büyük ölçekli bir duvar resmidir. Kuru sıva üzerine boyanmış bu parça bir secco fresktir. Ancak sanatçı tonları hafifletmek için beyaz bir kurşun astar da kullanmıştır. Mona Lisa ve Vitruvius Adamı gibi eserlerle birlikte Son Akşam Yemeği, sanatçının en ünlü sanat eserlerinden biri olmaya devam ediyor. Sistine Şapeli Tavanı (The Sistine Chapel Ceiling)
Tumblr media
1508'den 1512'ye kadar, Floransalı sanatçı Michelangelo, tavana karmaşık ve renkli bir fresk çizdi. Sistine Şapeli'nin tavanı Vatikan'ın Apostolik Sarayı'nda. Bu devasa eser, kutsal metinden 9 merkezi sahne ve 343 figür içeriyor. Bu karakterlerin çoğu, ıslak intonaco'nun bazı bölümlerinin kazınmasıyla oluşturulan ince “ana hatlar” olan giornata ile çevrilidir. Derinlik önermesi amaçlanan bu giornatalar, tüm alçı boyama boyunca mevcuttur. Atina Okulu (The School of Athens)
Tumblr media
Michelangelo gibi, Yüksek Rönesans ressamı Raphael de Vatikan için anıtsal freskler yapmakla görevlendirildi. 1511'de ana düşünce okullarından esinlenerek dört duvar resmi yaptı. Atina Okulu Bu serideki en tanınmış fresk, dünyanın en ünlü filozoflarının portrelerini içeriyor. Platon, Sokrates, Öklid ve Aristoteles gibi büyük Yunan düşünürlerine ek olarak, bu renkli duvar resmi aynı zamanda sanatçının kendisinin de sinsi bir otoportresini içeriyor. Son Yargı (The Last Judgment)
Tumblr media
Michelangelo, Sistine Şapeli tavanını tamamladıktan birkaç on yıl sonra, aynı binaya başka bir eser eklemek için geri döndü. Bu sefer tüm alter duvarını kapladı. Son Yargı İsa Mesih'in İkinci Gelişini ve Tanrı'nın insanlık hakkındaki nihai yargısını yakalar. Bu konu Rönesans döneminde alışılmadık bir durum olmasa da Michelangelo'nun yorumu özgünlüğüyle diğerlerinden ayrılıyor. Detroit Sanayi Duvar Resimleri (Detroit Industry Murals)
Tumblr media
Rönesans'tan sonra fresk resminin modası düşerken, uygulama 1920'lerde Meksika Duvar Hareketi tarafından canlandırıldı. Ön planda fresklerle, duvar sanatına olan bu yenilenen ilgiye, resim yapan Meksikalı ressam Diego Rivera öncülük etti. Detroit Endüstrisi 1932 ile 1933 yılları arasında Ford Motor Company'den ilham alan 27 parçalık bir seri. "Kitleler, makineler ve çıplak mekanik güç" ile karakterize edilen Rivera'nın duvar resimleri, fresk resminin modern dünyaya taşınmasına yardımcı oldu. Bu içerik yapay zeka ile oluşturulmuştur. Read the full article
2 notes · View notes
airdropturkiye · 14 days
Text
Bitcoin Halving'e Sadece 5 Gün Kaldı
Tumblr media
Lider kripto para birimi Bitcoin (BTC), Cuma günü yaklaşık 71.000 dolardan 65.000 dolara kadar geriledi. Bu düşüşün en önemli nedeni Fed’in Atlanta ve San Fransisco bölge başkanları tarafından yapılan açıklama. Her iki başkan da Fed’in faiz oranlarını yakın gelecekte düşürmeyeceğini söyledi. Kripto para topluluğu henüz bu düşüşün şokunu atlatamamışken Orta Doğu’da tırmanan gerilim nedeniyle ikinci bir düşüşe şahit oldu. İran’ın İsrail’e yönelik hava saldırısı başlatması sonucunda lider kripto para birimi 60.000 dolara kadar geriledi. Cuma ve Cumartesi günlerinde yaşanan düzeltmeyle birlikte yaklaşık 400 milyar dolarlık bir değer kaybetti. Fed'in iki bölgesel başkanının açıklamaları ve İran ile İsrail arasındaki gerilimin artması düşüşte etkili oldu. Ancak Bitcoin topluluğu, heyecanla beklenen blok ödülü yarılanmasına sadece 5 gün kaldığını hatırlatıyor. Yarılanma sonrasında Bitcoin ağında madencilere ödenen blok ödülleri 6,25 BTC'den 3,125 BTC'ye düşecek. Bu önemli olaya yaklaşırken, topluluk son düzeltmelerin yarılanma öncesindeki son düzeltme olup olmadığını merak ediyor.
Tumblr media
Bitcoin yarılanması (Halving) nedir?
Oluşturulan yeni Bitcoin miktarı her dört yılda bir yarılanma gününde yarıya indirilir. Bitcoin yarılandığında, ağın güvenliğini sağlayan katkı sahiplerine verilen ödül oranında azalır ve bu da yeni Bitcoin'lerin dolaşıma girme oranını doğrudan etkiler. Buna yarılanma günü diyoruz. 2020 yılının başında sanal "madencilik" yoluyla ağa her 10 dakikada bir 12,5 yeni Bitcoin ekleniyordu. Mayıs ayında bu miktar yarıya inerek 6,25 oldu. Nisan 2024'te ise bu miktar yaklaşık 3,125'e düşecek ve bu süreç 21 milyon bitcoin'in tümü madencilikle çıkarılana dek sürecektir (bunun 2140 yılı civarında gerçekleşeceği tahmin edilmektedir). Bitcoin'in yaratıcısı Satoshi Nakamoto tarafından Bitcoin protokolüne kodlanan bu süreç, toplam Bitcoin arzını sınırlandırarak kıtlığını artırmanın bir yoludur.
Bitcoin yarılanması (Halving) neden önemlidir?
Bitcoin yarılandığında, ağın güvenliğini sağlayan katkı sahiplerine verilen ödül oranında azalır ve bu da yeni Bitcoin'lerin dolaşıma girme oranını doğrudan etkiler. Sadece 21 milyon Bitcoin olduğu ve yarılanma bunların sayısını azalttığı için yarılanma bitcoin'i daha kıt hale getirir. Doğasından gelen bu kıtlık, önceki yarılanmalardan sonra yaşanan talep artışıyla birleştiğinde fiyat üzerinde yukarı yönlü potansiyel baskıya katkıda bulunabilen dijital nadirlik hissini yaratmaktadır.
Piyasayı Neler Bekliyor?
Bazı yatırımcılar, 12 ve 13 Nisan'daki piyasa çöküşünü bir fırsat olarak gördü ve daha fazla Bitcoin satın aldı. Her 210.000 blokta bir gerçekleşen blok ödülü yarılanması, Bitcoin'in temel bir özelliği. Dördüncü blok ödülü yarılanması 19 Nisan 2024'te gerçekleşecek ve bu, ağdaki blok ödülünü 6,25 BTC'den 3,125 BTC'ye indirecek. Üretimin azalması ve talebin artması durumunda, Bitcoin fiyatının yükseliş trendini sürdüreceği tahmin ediliyor. Geçmişteki blok ödülü yarılanmalarının ardından Bitcoin'in büyük yükselişler yaşamasının nedeni bu durum olarak görülüyor. Birçok kişi, Bitcoin'in önümüzdeki bir yıl içinde 150.000 dolar ile 200.000 dolar arasında bir değere ulaşacağını tahmin ediyor. Ancak tarih her zaman aynı şekilde tekrarlanmaz. Bu nedenle, geçmiş fiyat hareketlerinin gelecekte de aynı sonuçları doğuracağına dair kesin bir güvence yoktur. Ancak, Bitcoin'in halving'e sadece birkaç gün kala 10.000 dolar değer kaybetmesi dikkat çekici. Bu düşüş, piyasada bir alım fırsatı mı yoksa daha büyük bir düzeltmenin habercisi mi, ilerleyen günlerde göreceğiz. Güncel Airdrop ile ilgili sorularınızı yorumlar üzerinden bizlere iletebilir, daha fazla Airdrop fırsatları için “Güncel Airdroplar” sayfamızı ziyaret edebilirsiniz Read the full article
0 notes