Tumgik
elbestan · 5 years
Photo
Romatic animals
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
88K notes · View notes
elbestan · 5 years
Text
Hortlak
Kahve anında uyuklayan zihnin, uyku anında kahve arzulayan zihne dönüşme çabasında kaybolmak gibi bir duygu içinde buluyor insan kendini. Çünkü kendi ölüsüne kendi gözüyle bakabilen, kendi olmayan bir anın içinde kendini ararken gözlerini fark eden biri gibi. Kısa ve huzur verici bir düş gibi.
0 notes
elbestan · 5 years
Text
Osmanlı imparatorluğunu kuran adamın adı Osman Bey değil, Otman Bey.
Bu yüzden yabancılar daha doğru söylüyorlar imparatorluğun adını : Ottoman.
Sonradan islamlaştırmak / araplaştırmak için Osman diye çevirmişler.
Zaten tüm çöküş islamlaşma / araplaşma yüzünden oluyor.
Ülkücülük de öyle bir şey. Ülkücülük ile Türkçülük arasındaki fark bu. Ülkücülük arapçılık.
0 notes
elbestan · 5 years
Text
O'na O kala
Duruyorum yolun ortasında. Başıma konan rüzgarla etrafı seyrediyorum. Yavaş ve şüpheyle. Güneşin altında. Upuzun bir yolun sonsuzluğunda. Kısık seslerin yardımıyla da duyuyorum amaçların çığlıklarını. Paslanan zamanın kibriyle de güç topluyorum ilerlemeye. Sade ve nemli bakışlarla. Yollar gözüküyor bu gözlerime. Geçmişten geleceğe atlayan çekirgelerin hülyasında. Hülya mı? diye tekrarlanıyor benliğime. Kısık ve yumulmuş gözlerin içinde olan şu pervanesiz hülyalar mı ? diye. Sıcak. Çok sıcak. Özgürlüğün fener tutmuş elleriyle sonsuz karanlıkta, Çiğ dalların olmadığı yumuk yollarda. Duruyorum öylece yolların kesişen noktasında. Bir yanım toz ve buhar. Öteki yanım, ses ve ışık. Önüm karanlık. Berim yokluk. Gözlerime dokunan her karenin içine sızmış umut. Kısık sesli umut. Ötekinden olan umut. Yavaş yavaş büyüyen umut. Şüpheci umut. Yolun bitmeyen başlarında ölmüş olan bedenlerin ellerinde tuttukları umut. Sıradan olmayanından olan umut. Jiletler görüyorum ayaklarımın altında. Yeni doğmuş jiletler. Keskinliğini azat etmiş olanlardan. Öylece durmaya devam ediyorum. Gidilmesi ya da kalınması önemsiz olan yolların ortasında. Öylece. Kısık sesler duyup, ayak izlerine odaklanarak. Duvarsız yollar. Çizgisiz. Betonsuz. Etrafı çukurlarla örtülü olanlardan. Duruyorum öylece. Hareketsiz. Günahtan korkan ayaklarımla. Ayaklarım. Sabırlı ayaklarım. Duran ama umut besleyen ayaklarım. Sabırla umut taşıyan ayaklarım. Fenerleri tutan ellerimi taşıyan ayaklarım. Körpe bir ağacın dallarına konan leylekleri gören gözlerimi taşıyan ayaklarım. Öylece duran sabit ayaklarım. saniyelerin önemsizliği ile. Önemi kaybetmiş bir ilkeyle. Tozu da, ışığı da istemeyen zihnim ile. Öylece. Öylesine. Önemsiz kelimelerin arasında sıkışan umudumla. Sorularla. Cevapsızlık hikmeti ile. Vurgun ve figanla. Ama sabırla. Dillendirilmeyen amacım ile. Öylece duran bedenimi taşıyan ayaklarımla. Başı, sonu, etrafı olmayan bu yolda. Hasretle bekliyorum. Öylece bir özlemle. Kendimi görmek umuduyla. Bekliyorum. Beklemek ile direnen amacım ile. Soğuk kibirlerle. Bu kibirlere inat amaçlarla.
0 notes
elbestan · 5 years
Text
undefined
youtube
#science #born #beegg #happy #water #love #evolution #revolution
0 notes
elbestan · 5 years
Text
Tumblr media
Manolyalar arasında bir menekşe. Manolya kokan bir menekşe. 🤡
0 notes
elbestan · 5 years
Text
Sanıyorlar ki, atkı takınca atkının üzerindeki isimle aynı safta olunuyor. Değil öyle. Valla bak. Bi de herkes takmışsa, nanay. 🛂
Tumblr media
0 notes
elbestan · 5 years
Text
Beklemek ahlaksız kılar, der niçe.🍄
bir şeyler yoluna girsin diye çok bekledim.
1K notes · View notes
elbestan · 5 years
Text
Bir kaç bin kilometre önceki bir ben ile. 🤡
Tumblr media
0 notes
elbestan · 6 years
Text
Direniş
''Sabaha ışık veren kızıl bir güneşin, rüzgara yön veren nefeslerin, kahraman direnişçilerin ruhlarla süslü marşlarına ayak uyduran hevesli okuyucuların, anlayabilmek için inanmaktan vazgeçmiş olanların amacına gizlenmiş küçücük adımlarındaki kocaman şimşeklerin, yağmura dönüşürken tuzunu kaybetmiş her su damlasının, kibrine yenik düşmüş ahlakçıların, Fransızları tanrısızlıkla suçlayıp Hitler'i kendi küçük dünyalarının kahramanı ilan edenleri görmezlikten gelen agnost düşlü yolcuların, hedefleri sır olanların, sırları olmayanların, gizem dolu fişeklere karşı kanat çırpan beyaz güvercinlerin, tane tane adımlar atan yeni yetme çocukların ağlayışlarından uzakta zifiri karanlığa karşı dumanlar üfüren yalnızların, gökyüzündeki yıldızlara isimler verip onlarla hikayeler ad eden yazarların, anne ve babaların, beton yığınları içince betonca konuşup, betonca sevip, betonca davranıp ve betonca üreyenlerin, ağaçlara kutlamalar düzenleyen sahtekarların, kimselere görünmeden dünyayı kurtaran yalancıların, kendini insandan üstün gören ak sakallı bozguncuları bozguna uğratmak yerine eteklerine dolanan körlerin, herkesin cebine gizlenmiş umutların, dur durak bilmeden arayanların, Mevlana okuyup; anlamadan aşık olmuş ve anladıktan sonra gitmiş olanların, bir şarkı ömrü kadar sevmiş birinin sevgisi kadar yaşamış devlerin, jetonları yutan ankesörlü telefonlara mektuplar yazan şizofren hastalarının ve senin bile zihnine uğramamış bütün hayallerin tek bir ortak noktası vardır. O da sırdır. Bu ortaklığı; ne Şems'in yaktığı kitaplarda, ne tanrıların dilleriyle süslenmiş dev binalarda, ne dünyayı ikiye bölen Dicle ve Fırat'ın öldüğü Şatt-ül Arap'da, ne de yok olacak olan herhangi varlıkta bulabilirsin. Aranacak olanların sır olması, bulunduğunda ise sabaha ışık veren kızıl bir güneş ile yeşeren tohumun yarattığı gülüş dolu bakışların var olması kadar özeldir. Yolu sır olanların, sonu sır olmaktır''
2 notes · View notes
elbestan · 7 years
Text
Küçük bir dünyam var. İçindekilerle, yanındakilerle, hayalleriyle, tutkularıyla ve benimle kendini büyütmek, bir ağaç gibi göğe yükseltmek isteyen bir dünyam. Her dünyanın istekleri gibi olan istekler. Fırtınalı bir gecede kuytu yer arayan evsiz bir hayvanın umuduyla, cami avlularında ıslatılmış eller, ayaklar, yüzlerle etrafa bakınırken huzur arayanların tebessümleriyle, ateşin etrafında çemberler çizerek ruhları arayan dindarların çaresizliğiyle, en sevdiği ve hiç görmediği ırmakların peşinden yıllarca durmadan gidenlerin hayaletleriyle, tacize uğramış sekiz yaşındaki kurbanın kehanetleriyle ve dosdoğru olanın ne olduğunu düşünmeden yıllarca aynı davranışları sergileyen bitap öğrencilerin tatlı telaşıyla kendine güneş yaratan ve beni bile sokaklarında çaresizlikle sınayan bir dünya. Adına şiirler yazdığım, kurşun kalem uçlarıyla hayaller düzdüğüm, sıkılmasın diye yüreğimle oyuncaklar yarattığım, filmler izlettiğim, müzikler dinlettiğim, karanlıklarda sokak lambalarının altlarına taşıdığım, en güzel düşüncelerden en güzel duyguları arayıp bulduğum, korsan hikayelerle avuttuğum bu dünya, bu içinde sızlandığım acılarla boğuşurken, ne bana yaratılmasında yardım ettiğim ağacın gölgesini, ne parlatmak, aydınlatmak ve ruhlandırmak için kendimi feda ettiğim güneşin gücünü ne de kendi ellerimle beslediğim bilincinin bir tutamlık hatırını vermek istemedi. Bana ihanetlerle çaresizliği sundu. Sunarken de, kırılacak bir eşyaymışım gibi taşlar fırlatırken de, uykusuzlukla bana gülünç düşler verirken de, ben, yalnızca, ondan neden uzaklaşıp yeni bir dünya yaratamadığımı hatırlatıp durdu. Kıyamam dedim. Emeğimle yarattığımı, düşlerimle yıkamam dedim. Küçük bir dünya, küçük bakar. Ama beni ben eden bu küçüklükle aynı olmasının gerçeği de benim bu dünyam için haklıdır. Kendine cevabını bildiği soruları sormamın, bu soruların gevşek tavırlarla bana yakınlaşıp usulca yanıtlarıyla baş gösterdiğinin nedenini bilmeden, yeni bir dünya yarat diye haykıran küçük dünyamın düşlerine giremem. Eğer girersem, ben de, o da aynı zamanın aynı ritminde kül olur ve o küllerden yeni bir ben yaratamayacak kadar yok oluruz. Kendini yok etmek isteyen bir dünya. Şaşılası bir düş! Yalnızlığı sevmeyen bir dünya. Yok olurken yanında onu var edeni de götürmek isteyen, gözleri kırmızı dünya.  Ben seni yok etmeyeceğim. Seni uyutacak, gözlerindeki allıkları savuracak, dillerine kelepçeler, aklına mühürlenmiş anlar, sıfatına çamurlu sularla şekiller verecek ve değiştirecek bir kalabalık yaratacağım.  Önce kırmızılık yok olsun.
0 notes
elbestan · 7 years
Text
Senin içindeki sağır, benim içimdeki dilsize aşık.
Ferit, dilsiz doğmuş biridir. Susarak, dinleyerek, düşünerek var etmiştir kendini. Pek de şikayetçi değildir bu halinden. Onun için konuşmaktan ziyade dinlemenin bir büyüsü vardır. O, bu yüzden, dinlerken hep tebessüm eder. Gözlerinde yıldızlarla karşısındakini aydınlatır. Ama bazen de 'keşke sadece bir kaç bir şey söyleyecek fırsatım olsaydı' der. Çünkü birini görmüş, parlayan gözleriyle gözlerine dalmış ve anlaşılamamış.. O da kendini anlatmak için kız kardeşi olan Zeliha'ya -Zeliha'nın anlayabildiği bir şekilde- anlatmış. Sırf Zeliha o ismini bilmediği, gözlerinde var edebildiği kıza anlatsın diye. Ve Zeliha kızı bulmuş, onunla konuşmuş, kendince de kardeşinin durumunu anlatmıştı. Kız da Ferit ile görüşmek istemiş. Adını da söylemiş Zeynep diye. Zeliha olanları Ferit'e elleriyle, yüreğiyle ve mutluluğuyla anlatırken,Ferit Dünyayı durdurup yaşadığı hazzı sonsuza kadar yaşamak istemiş. Ama dünya duracak kadar bencil değildir, diye de düşünüp vazgeçmiş o düşüncesinden. Ferit'in ablası görüşülecek yerin adını ve zamanını Ferit'e söylemiş.  Akşam yine uyuyamamış. Sanki dünya geçen seferki isteğin intikamını alırcasına, durmuş ve bir türlü sabah olmuyormuş. Ama Ferit'in kalp atışlarındaki masumane duyguların deryası, dalgalarla var oluyormuş. Zaman o dalgalarla ileriye gidemeyip alabora oluyormuş. Zaman küsüyormuş. Ferit durmadan küsen zamanı takip ediyor, kırgınlığının tatlılığını arzuluyormuş. Zaman da melek gibi söndürüyormuş içindeki intikam kinini. Sonra tekrar arzuluyormuş sabahın on birini. Artık zaman da alışıyormuş Ferit'in dalgalarla cebelleşen gönlündeki arzulara. Nihayet gün ağarmış, saatlerce kafasına geçirdiği senaryoları tekrar tekrar canlandırmış, aynada kendini sevmiş, düşlerindeki kadının karşısında onu nasıl dinleyeceğini ve dinlerken ona neler dinleteceğine karar vermiş ve gözlerindeki mutluluğun taşmasına engel olmayı başarmış.  O gün, sanki, bulutlar ile yıldızlar, yanan kömürler ile parlayan elmaslar bir arada Ferit'in düşlerini gerçekleştirmemek için, diğer tüm insanların zihinlerine kötülük ekiyorlarmış. Ferit bilmeden o günü, dinleyemeden o uğultuları başlamış o güne....  Önce, kapıdan çıktı. Sanki kapı değildi çıktığı. Bomboş bir havanın dopdolu varlığına adımıydı içeriden dışarı attığı adım. Arkasından kapadı kapıyı. Yürümeye, tane tane kendini tamamlamaya, fenerli limanlarda aşkı bulmaya, küstah sayılmayacak kadar romantik olmaya gidiyordu. Giderken Zihnine yerleştirdikleri anlamları tekrarlıyordu. Saat 11 idi. Ferit, Yeşil Kafe'nin girişinden sola doğru üçüncü masada bekliyor. Neden üçüncü diye de hiç düşünemiyor, sadece, onu tamamlayacak yere götüren ayaklarını takip ediyordu. Su istedi. Masada boş duran su bardağını havaya kaldırarak yaptı bunu. Suyu içmedi. İçecek kadar var olmamıştı hala. Saat 12. Zeynep gelmemiş, Ferit varlığına ulaşamıyor ve fenerler yavaş yavaş sünmeye başlıyordu. Sular dalgalara yenik düşmeye başlıyordu. Saat 14. Ferit hala var olmayı bekliyordu. Ama İçindeki dalgalarla harmanlanan zaman küsüyordu. Küsme diyemiyordu. Saat 17. Ferit var olamayan Ferit ile evine, küçük iskemlesine sahibi olduğu evine, gitmeye koyuldu. Yolda giderken yok oluyordu. Yıldızlar sönüyor, aşklar körükleniyor, tabiat sınırsız varlığında Ferit'in isteğini görmezden geliyordu. O boşluktan varlığa açılan kapının önüne vardığında birden durdu. Gözlerini kapadı. Var etti kendini yeniden. Bir dünyanın kapısını açarak yaptı bunu. Hoş geldin dedi. Sen...
Hoş geldin. Bende seni bekliyordum. Uzun değil seni beklediğim anlar. Belki de uzundur ama ben zamanın uzunluğunu fark edemem. Zaten zamanın kısası da uzunu da görülmemiştir de, neyse. Seni beklerken kahve yaptım. Bach’ın G Minor’unu defalarca dinledim. Sigaralar sardım. Dışarıda dolaşan insanların sahip olma çabalarını görüp, kendi halimin umutvari durumuna sevindim. Sonra kırmızı bir arabadan inen bir kadını sana benzetip seni hayal ettim. Sonra senin ruhunu karşımda boş duran iskemlenin üzerinde yarattım. Konuştum senle. Daha önce duymadıklarını söyledim sana. Gözlerinin rengi hakkında uydurduğum hikayelerden birini anlattım. Eskiden de anlatıyormuş gibi anlattım. Ama sen beni dinlerken sevgi ile bakıp, konuşurken nefretle davranınca ben yine tırnaklarına sürdüğün tuhaf renkli ojeleri bahane ederek aşağıladım seni. Aşağılarken bile sevgiyle bakıyordun bana. Belli oluyordu karşımda duranla zihnimde olanın farklı olduğu. Farklıydı da. Ben farklı olanı sevdiğim için miydi bu hallere girmen diye de düşünmüşümdür. Neyse. Dert etmemem gerekenleri dert etmeye başladığımı söyledin. Nedir o dedim. Sen de başladın ta ilk görüştüğümüzde dilime dolanan isimlerin anlamlarından bahsetmeye. Zayıf olduğumu, kiremitli evler sevdiğimi ve kız çocuklarının ağlamalarından nefret ederken ağlamaya başlamam gibi, olmayan özelliklerimi anlattın. Ama kızmadım sana. Kızamam ki sana. Kim kokladığı gülü soldurmak ister ki? Kim güneşin olmadığı bir dünyada yaşamak ister ki? Ben ne solmuş gülü ne de güneşi olmamış dünyayı sevmem. Ama sana hak vermemiştim de. Veremedim. İstekle değil, yapamadım. Veremedim. Yanlışlıklar düzmene anlamlar da verememiştim. Neden böyle davranman gerektiğini düşündüğüne, sana yolladığım masum posterlerin arkasındaki yazdıklarımın tersi duyguları sergilemene, İçine içimden sızdırdığım şiirler olan kibrit kutusunu yakmana; neyin sebep olduğunu sordum. Sadece sana vermek için. Biraazcık olsun hak verebilmek için. Ama sen, durdun. Şaşırdın. Baktın. Sonra tebessümle yanıma yaklaştın. Dedin ki, Ben değildim o posterleri alan, şiirleri yakan. Sonra dondum. Sen de yavaşça uzaklaştın benden. Tam senin son halin gözümden yok olurken kapıyı açtım sana. Belki de tüm bunlar, kendi zamanınla kapı zilini çaldığında, benim zili çalınan zamanımda olanlardı. Sonuçta zaman da görecelidir. Çiçekler de. Belki de sesler de görecelidir. Tüm bunların birer anlamı var mı senin için diye de düşündüm . Eğer benim için yoksa, senin içinde yoktur. Ne kadar bencilce. Ne kadar zalimce. Neden böyle bir bencillik ruhuna girdiğimi de bilmiyorum. Ama sen anlarsın beni. Ben derken, biz dediğimi anlarsın. Belki de bunu bildiğim için ben diye başlamışımdır cümleye. Neyse, devam edeyim içi çürümüş gökyüzünden aldığım iğrenç nefesi. O nefesle sana anlatmaya devam edeyim. Zaten neden olsun ki böyle anlaşılması güç, sevilemeyen zamanı yaşamış birilerinin zihnine dolanan tuhaflıkların varlıkları? Senin gözlerinle baksaydım sevmezdim. Belki de tapardım. Ama kendi gözlerimde, senin gözlerinle, kendime bakınca sevmemenin daha baskın olacağını hissediyorum. ''Hissedebiliyor musun sen'' diye soracakmış gibi gözlerini kısma bana. Kısılmış gözler ağlamayı ve biraz da nefreti hatırlatır. Hatırlatma ucundan atladığım kayanın zahmetli kibrini. Ama konuş benimle. Bak yok oluyorum. Sen konuşmadıkça bitiyorum. Bitmek değil midir yok olan? Tek bir kelime eyle bana. Tek bir kelime... Su, sigara, ateş, ekmek, kapı, zil, düş, kiremit, kırmızı. Tek bir kelime söyle bana. Bak. Eğer söyleyemiyorsan açarım açılmamış kapıyı. Ne olur, açtırma açılmayacak kapıyı. Acı kendindeki bana. Anla burada seninle olanın ben olmadığıma. Anlarsan dile gelirsin. Tamam. Dilsiz doğ-muşsundur belki. Zaten senin söyleyeceklerin de, benim duyacaklarım da pek gerçek olmayacak. Israrım çaresizliğime dokununca, inatçılığım tutar. İnatçılıktan da, ağzı durmadan nefesler salandan da haz etmem. ''Bunları atlarsan daha iyi olur'' gibi bakıyorsun. Tamam atladım. Zaten bitirecektim diye de bir yalan dolasam boynuma, kibritle yaksam sigaramı, gözlerimi kapayıp var etsem seni, düşlerdeki düşmanları dizsek en kör kurşunları; o zaman atlamış olur ve kıskanırız bir birimizi. Tamamdır. Fasıllar değişsin. Gerçekler ışıldasın. Dünya vazgeçtiği dönüşüne devam etsin. Ve ben sana kahve yapayım. Kusuruma bakma. Önce sormak gerekir arzulayana. Belki de arzulayacak olandır sorulması geren. Önemli değil. Abartmadan son bulmayı, abartsak mı geçekleştirmeyi? Kahve içer misin? Sigara sarayım mı sana? Tekrar hoş geldin.
--Hey Ferit! Manyak mısın sen, neden bu kadar uzun zile basıyorsun? Sana duşta olacağımı söylemiştim. Yanına anahtarı almanı da. Neden yanına anahtarı almadın. Dilsizsin biliyoruz da sağır olduğunu bilmiyoruz. Hele bir de bu kadar zile basmanın sebebi neydi? Seninle Konuşuyorum Ferit. Cevap ver bana. Parmaklarınla anlat. Hadi kaldır elini ve anlatmaya başla. Of Ferit. Kusura bakma. Biliyorsun bazen sinirlerim benden habersiz isyan edip, hem karşımdakini hem de beni rahatsız edebiliyor. Kızmadın bana, değil mi? Ben de seni seviyorum. Şimdi geç içeri. Ben de saçlarımı kurutup geliyorum. Sen de otur iskemleye. Sonra, sana da kendime de kahve yapayım. Bak, kahve deyince yüzün gülüyor. Bekle beni. Daha Zeynep ile olan randevunu konuşacağız. Bekle geliyorum. Tamam mı?
1 note · View note
elbestan · 7 years
Text
Estetik, tanrının göz kırpmadığı yerlerin, göz kırptığı yerlere benzetilme çabasından doğmuştur.
https://www.youtube.com/watch?v=vETUpJ88cfA  (ilgili music)
0 notes
elbestan · 7 years
Text
Adına düzinelerce keramet
Her sabahın altısı ile onu arasında kalan düşlerime renk vereni, artık, sabahın altısından güneşin hiç doğmayacağı ana taşıyorum. Taşımak bir tür ödev gibi gelmiyor bana. Aksine, şehvetle ihanete uğramış masumiyet temalı şairlerin kelimeleri ile var olanları uzak tutarak bir tür roman yazmak gibi geliyor, parmaklarımın uçlarında kalan kokusuyla renklendirdiği kelimeler. Zor gibi bir şey. Ama tam olarak zor da değil. Biraz daha az acı ile dokunan, kibirle örtünen, ruha dağlanan, iffeti iltifatı naz geren, yusuflaşamamış bakışlarıyla kaybolan, eskici çantalarında kutsal emanetler gibi def edilmeyen, son sigarası için sakladığı kibrit kutusunda şiirler saklayan, platonist duygulu adamların varlığına inanan, zamanına, mekanına, diline, vuslatına, kalbinde sakladığını dilinde geveleyene gem vurduran bir sevgili oyununun zorluğundan başka bir zorluğunu görmedim. Belki sevmemişler için, sevilenin varlığında giz olanı bulma oyunu, bir tür hayatta kalma mücadelesi gibi zor olabilir. Ama ben güneşe duyduğum ihtiyacın gölgesinde demlenirim onunla oyunlar düzerken. Burada en gaddar arkadaşlığımı da, fitilsiz bomba gibi tehlikeli huylarımı da, bomboş odalarda saatlerce baktığım isimsiz duvarların kısmetin de saklı olan bahtsızlığının da, içilmemiş olan her şeye içerken, aslında içilmesi gerekenle içtiğimin duygusuzluğuyla da, erdemsiz uygulamalarla daha derini olmayan sularda batıyorken, kullanıyorum kimliksiz kelimeleri. Ama siz kullanırken biraz daha bakın içlerine. Vezirin yücesizliğini de rezilin asaletini de barındırabilirler içlerinde. Ben rezaletlerinin vezirliğini yaşıyorken, siz yaşamayın diye de ekliyorum düşlerimde sana, sizlere karşı saklı duran bu kehanetleri. Adına düzinelerce kelime ile kerametleri anlatırken, sol kulağımın dibinde didinen şeytanın masumiyetine aldandığımın da etkisi çoktur. Çokluğun bir var olamama duygusunu da ekleyince, nefessiz bağırışmaların, ertelenen ümitlerin, geç kalınan duyguların, düzleştirilemeyen sadakatlerin, her hatırlandığında içine okka gibi oturup sınırsız ağrılar ve sancılar yaratan kelimelerin (her şeyin içindeki şeyden, bir şeyin içine sıkışmaya çalışan her şeye kadar) sıkkınlık duymadan çelişkilere boğulmaların, rüzgarın, gözyaşlarına saklana buselerin, buselerdeki tanrıların, tanrılarda olmayan ama onda olanların, sayamadıklarımın, asla sayamayacak olanların varlığı, beni en derin yokluklarda tüketiyor. Tükenmekten bile kötüsü. Yok oluyorum. Tükenirken var olabilecekken, yok olarak belirsizleşiyor um. Ah şu belirsizliklerin içine sızanlar.. Ah şu kehanetlere anlamlar yüklemeden kehanetleri sevenler.. ah şu kalburüstü düşünenlerin düşüncelerini saklamaktan başka bir gücü olmayanlar... Ya şu olmadan kulaklara çınlanan çığlıkların yarattığı malumsuz tedirginlikler... Sizler de zamanın yarattığı ateş içinde küllere dönüşüp gidecekken... Korku... Duyulacak olanı unutan, sevilecek olana nefretler dizen, fenersiz ellerle karanlıkta dolaşan, umutsuzların vicdanlarına sığınan korkular... Korku ve ben.  Ben, kelimelerin karamsarlığında yok olduğunu dile getirip de korktuğunu söyleyemeyen kişi. Ben. Kişi bile olamayacak duyguları taşırken bile yok olan ben. Eski benden daha iyi diye övünen şimdiki ben. Aralık ayında yazın kutsallığını övenlere ahkam keserken içten içe yazı yaşamayı seven ben. Ben, düzinelerce kehanetin var olmasını isteyip de yok ederken, bana engel olamayacak kadar korkan ben.. 
0 notes
elbestan · 7 years
Photo
Tumblr media
Evren muazzam bir yer. Düşlerken ilk gördüğün, bakarken ilk dokunduğun olur gönül rızasıyla. Sonuçta bir Sezyum’un 9.192. 631.770 kere titreşmesi sonucu oluşan bir anın atası ve yaratıcısı olma görevinde. Kıskanılmayacak kadar erdem bahşeden sonsuzluğuna bakamıyoruz bile. 
0 notes
elbestan · 7 years
Text
Bence,
Kulplar da kırılır,
Düşler de söner,
Fransızlar da ölür, 
Eller de yok olur, 
Ama, 
Kimsesizlik de yurt eder kendini sana. 
Sular da dökülür gözlerine,
Pullar da öpüşür mektuplarınla,
Bardaklar da kalır ellerinde, 
İskoçlar da yaşar olmuş sana,
Düşler de yanmış karanlığında.
F.Durty 
0 notes
elbestan · 8 years
Photo
Tumblr media
dada... Dada... DAda... DADa... DADA... oO
0 notes