Tumgik
#Yunan gemileri
hetesiya · 2 years
Link
447 yıllarında yazılmış Notitia urbııs Constantinopolitanae adlı eserde Konstantinapol'ün, aynı Eski Roma gibi, on dört bölgeye ayrıldığı belirtilir. Bu bölgelerin on üçü Theodosios surları içindedir, bir tanesi, Sykai, günümüzdeki adıyla Galata, Roma'da Tiber'in karşı kıyısında yer alan ve bugün Trastevere denilen bölgeye denk şekilde Haliç'in karşı kıyısındadır. Notitia'ya göre, Regio Sycaena diye bilinen bölgede hepsi surların içinde yer alan 431 ev, bir kilise, bir forum, hamamlar, tiyatro ve liman mevcuttu. İmparator Justinianos 528 yılında tiyatro ve kiliseyi restore ettirerek bölgeye Justiniana ismini verdiyse de, bu isim imparatorun 565 yılındaki ölümünden kısa süre sonra unutulmuştu. İmparator il. Tiberios (s. 578-582), şehre düşman gemileri yaklaştığında Haliç'in ağız kısmına kıyıdan kıyıya zincir uzatarak limanı kapatmak amacıyla Sykai kıyısına bir hisar inşa ettirmişti. Galata Hisarı olarak bilinen bu yapının temelleri Karaköy İskelesi yolcu salonunun karşısındaki Yeraltı Camii'nde halen görülebilir. Sykai ismi 9. yüzyıla kadar kullanılmış, bu tarihten sonra yerini önce buradaki küçük bir semt, daha sonra da tüm bölge için kullanılan Galata ismine bırakmıştır. Galata is
1 note · View note
cemcoskun01 · 1 month
Text
ÇANAKKALE GEÇİLSEYDİ NE OLURDU?
Tumblr media
1- İngilizler İstanbul’u 3 sene öncesinden işgal edecek ve yerleşecekti.
2- İngiliz gemileri Rus kıyılarına erzak götürdüğünden kıtlık oluşmayacak ve Ekim Devrimi yaşanmayacaktı.
3- Ekim Devrimini yaşamayan Rusya’da çarlık rejimi savaştan çekilmeyecek tüm Doğu Anadolu Bölgesini işgal edecekti.
4- Başkent işgal edildiği için savaş kabiliyetimiz sıfırlanacak ve İtilaf Devletleri yıpranmadan emeline ulaşacaktı.
5- İtilaf Devletlerinin Akdeniz Kuvvetleri, tüm enerjisini Anadolu’ya yerleşmeye ayıracaktı.
6- Savaş kazanıldığı için İngiliz parlamentosunda Churcill’in istifası istenmeyecekti.
7- İngilizler, çok fazla askerini kaybeden halkının tepkisiyle karşılaşmamış olacağındam Yunan Kuvvetleri yerine bizzat kendisi Milli Mücadeleyi bastırmaya çalışacaktı.
8- Milli Mücadele sonucunda İstanbul’u kurtaramayacak ve şu an ki sınırlarımızın en fazla yarısını elde edebilmiş olacaktık…
1 note · View note
serguzest · 1 year
Text
Uzaktan Gelen
Deniz dalgaları sahili hafifçe dövüyordu. Hava serin ve rüzgarsızdı. Kumların üzerine oturmuş iki adam, Atticus ve Aristokritos muhabbet ediyordu.
Atticus geçmişte köleydi. Mısırlıydı. Efendisi onu ölmeden önce azad etmiş ve mal varlığının bir kısmını ona bırakmıştı. Onu çok iyi yetiştirmişti. Atticus Yunanca, Persçe, Aramca, Süryanice ve Latince biliyordu. Efendisi bir alimdi, yabancı eserleri çevirirdi. Bu işte, Atticus ona yardım ederdi. Çoğu insan, eskiden köle olan bu esmer tenli adamın birçok dil ve felsefe bilmesine şaşırırdı. Ustası, ona Latince bir isim takmıştı.
Aristokritos ise Likyalıydı. Felsefeciydi.
Aristokritos, meraklı gözlerle sordu:
-Azizim, şu Mısır'ı çok merak ediyorum doğrusu.
Atticus yanıtladı:
-Ülkemize sonradan gelen çoğu yabancı der ki, Mısır büyülü bir yerdir.
-Ona şüphem yok.. Duyduğum kadarıyla tanrı fikri bize oradan gelmiş.. Mısır'ın on iki tanrısını Yunanlılar almış, bunlara Yunanca isimler vermiş..  Ra'ya Zeus demişler mesela..
-Bu on iki tanrı meselesi ilginç.. Çoğu toplumda on iki tanrı inancı var.. Hitit, Mısır, Yunan... Hatta burada, Likya'da da on iki tanrı olduğunu duyduğumda epey şaşırmıştım.
-Sence bunun hikmeti ne?
-Bilmiyorum. Kadim sırları bilen Mısırlı bir rahiple tanışmıştım. Bana demişti ki, başka gezegenlerden gelen akıllı efendiler, dünyamızı ziyaret etmiş. Hem insanlara hükmetmişler, hem de onlara bir şeyler öğretmişler. Gökte uçabilen gemileri, daha doğrusu araçları varmış.. İnsanlar bu varlıkları tanrı bellemişler.
-İlginç..
-Öyle. Bu varlıklar, başka boyutlarda etkinlik gösterirmiş. Rahipler, deliler ve yalvaçlar onlarla iletişim kurabilirmiş.
-Bizim memleketin doğusunda ve kuzeyinde çok yalvaç çıkmış ortaya..
-Evet. Bunlardan en ilginci, Nasıralı Yeşua. Filistin'de yaşamış. Tanrının oğluymuş güya. Roma onu tehdit olarak algılayıp, çarmıha germiş..
-Duymuştum bu hikayeyi. Dini hızla yayılıyormuş.
-Evet. Gerçekte böyle bir adam yaşadı mı, bilmiyorum. Tek bildiğim, bizim Mısır'daki Horus efsanesiyle ortak noktalarının olması.. Horus bakire İsis'ten doğdu. Doğduğunda, üç bilge, doğu yıldızının onu müjdelediğini söyledi. On iki müridi vardı, insanları iyileştirdi ve suyun üzerinde yürüdü.. Çarmıha gerildi ve öldükten sonra yeniden dirildi. Bu anlattıklarım,  Yeşua hikayesiyle aynı.
-Çok acayip..
-Öyle. Dinler birbirlerinden etkileniyor.
-Senin bir inancın var mı?
-Eski metinler, her şeyin ötesinde, yaratılmamış sonsuz zekadan bahseder. Yaşamın kaynağı. Ben buna inanırım. Şekli yoktur. Her şeyi kapsar..
-Anladım. Tanrı düşüncesi bana tuhaf geliyor. Görmediğim bir şeye neden tapınayım? Yine de, tanrılara saygısızlık etmem tabii.
Bir süre sustular. Dalgaların sesini dinlediler. Aristokritos sessizliği bozdu:
-Ömür boyu köle olarak yaşayıp, sonradan özgürlüğe kavuşmak nasıl bir duygu?
-Tuhaf. İlk başlarda alışamadım. Ne yapacağımı, nasıl davranmam gerektiğini bilemedim. Efendim beni çok iyi yetiştirmişti. Bana Persçe, Aramca, Yunanca, Süryanice ve Latince öğretti. Yabancı metinleri çevirirdi. Bu çevirilerde ona yardım ederdim. Giyimim kuşamım da iyiydi. Yani beni gören ve benimle muhabbet eden biri, köle olduğumu anlayamazdı. Ortalama bir özgür vatandaştan daha donanımlıydım. Bazı köle sahipleri çok iyidir.. Efendisi iyi olan köleler, akılsız özgür adamlardan daha şanslıdır. Çünkü yaşamının hiçbir aşamasında seçim yapmıyorsun, bu da huzur veriyor insana.. Ama özgür insan, binlerce karar almak zorunda. Akılsız özgür insan, binlerce kötü karar alır ve kendisini mahveder. Oysa, efendisi iyi olan köleyi yöneten iyi bir akıl vardır.. Öyleyse, bu dünyada en yüce şey, akıldır diyebiliriz.
-Likya'nın insanı iyidir, yabancılara karşı meraklı ve hoşgörülüyüzdür çoğu zaman. Buraya gelmen iyi olmuş.
-Evet, şu anda cennette olduğuna emin olduğum efendim, ölmeden önce beni azad etti ve malvarlığının bir kısmını bana bıraktı. Dedim ki, kuzeye gideyim, yeni bir hayat kurayım. Bir süre burada kalacağım, sonra İonya'ya gideceğim, felsefe öğrenmek için.
-Güzel. Hazır bir Mısırlıyı bulmuşken sorayım: Mısır düşünce dünyası hakkında pek bir şey bilmiyorum. Nasıldır?
-Normal bir insanın aklının alamayacağı keşifler ve icatlar var Mısır'da. Mesela, yeni bir enerji formu keşfedilmiş. Bakır kablolardan çok hızlı bir şekilde geçen, dokunanı çarpan bu enerji sayesinde, cam bir küreyi aydınlatabiliyorsun. Düşün, cam bir küre var, aydınlık, ancak içinde yanan herhangi bir şey yok.. İlk gördüğümde afallamıştım. Bir de, Eratosthenes isimli bir alimin çalışmalarını okumuştum. Mısır topraklarında, güneyden kuzeye dek, yerlere sopalar dikiyor. Adamları, bu sopaların yarattığı gölgeleri gözlemliyor. Gün boyu oluşan gölge boylarından yola çıkarak, dünyanın yuvarlak olduğunu hesaplıyor. Güya dünya yuvarlakmış ve güneşin etrafında dönüyormuş. Çoğu alim bu düşünceyle dalga geçti, ama yine de ilginç.. Mısır'da tuhaf deneyler ve icatlar var, ancak felsefe yok.  Mısırlılar felsefeyi gereksiz bulur.
-Likya'da ne icat var, ne felsefe, sizin durumunuz daha iyiymiş.
Atticus gülümsedi. Karnı acıkmıştı:
-Hadi gidip bir şeyler yiyelim. Ben ısmarlayayım.
-Neden olmasın. Hoplon'un yerine gidelim. Yemekleri güzeldir..
0 notes
bunedycom · 1 year
Text
Ta Nea, Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı satın alabileceği silahları açıkladı
Ta Nea, Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı satın alabileceği silahları açıkladı
Taraflardan gelen sert açıklamalarla birlikte Türkiye-Yunanistan krizi her geçen gün derinleşirken, Yunan medyasından dikkat çekici bir haber geldi. Sözcü’de yer alan habere göre; Yunanistan’ın çok okunan gazetelerinden Ta Nea, Atina yönetiminin Türkiye’ye karşı satın alabileceği savaş uçakları, savaş gemileri ve diğer savunma sanayi araçlarını derledi. İki ülke arasındaki gerilimin her iki…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
aydinrehberi · 2 years
Text
Yerel Haberler Aydın'ın Efeler ilçesinde yaşayan Kıbrıs Gazisi Tuncer Ballıoğlu, 48 yıl evvel yaşadıklarını, harekatın nasıl çetin geçtiğini duygulanarak anlatırken, "Komutanımı kanlar içinde görene kadar savaş değil tatbikat üzere gelmişti" dedi.20 Temmuz 1974'te başlayıp 18 Ağustos 1974'te sona eren Kıbrıs Barış Harekatı hafızalarda yerini korurken, Aydın Şehit Aileleri ve Gaziler Dayanışma Derneği üyesi, Kıbrıs Gazisi Emekli Deniz Astsubayı Tuncer Ballıoğlu, yaşadıklarını hala unutamıyor. Efeler ilçesinde yaşayan 73 yaşındaki Ballıoğlu, harekatın birinci günlerinde savaşı, tatbikat üzere hissettiğini, kumandanını kanlar içinde önünde görünce savaş gerçeği ile karşı karşıya kaldığını söylüyor. Harekat sırasında Mareşal Fevzi Çakmak Muhribi'nde Makine Astsubayı olarak bulunan Aydınlı Tuncer Ballıoğlu (73), 19 Temmuz 1974'de bir tatbikat ortasında Marmaris'ten Kıbrıs'a dahil olduklerini, savaşın birinci s kent aydın haberleri tlerinde yapılan çıkarmaya katıldığını aktardı. Gerçekleştirilen 2 harekatta da misyon alan Kıbrıs Gazisi Ballıoğlu, "Allah tekrarını göstermesin fakat yeniden olsa yine giderim. Her gün savaş ve gemim hayallerime giriyor" diyerek vatan sevgisini de gözler önüne seriyor.Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Türk savaş uçaklarının istihbarat yanlışı ve haberleşme eksikliğinden ötürü Yunan gemisi zannederek 4 muhrip gemisine saldırmasının ve TCG Kocatepe Muhribi'ni batırmasının harekatın en trajik olayı olduğunu söz eden Ballıoğlu, toplam 246 işçinin misyon yaptığı gemide 54 askerin şehit olduğu bahtsız faciayı anlattı."Karayı toplarla dövmeye başladık""Bir anda uçak alarmı çalmaya başladı"Kıbrıs Harekatı'nın faciası olarak nitelendirilen olayı da anbean yaşayarak ve duygulanarak anlatan Ballıoğlu, "İkinci gün öğlen sıralarında gemimize ileti geldi. Yunanlılar Baf'a çıkarma yapacaklarmış bu çıkarmaya mani olun diye. 21 Temmuz'da biz 4 tane muhrip, Baf kenti mıntıkasına yanlışsız yola çıktık. Akşam üzeri verilen alana geldik lakin orada ne Yunan gemisi var, ne öteki bir şey. Bir anda gemide uçak alarmı çalmaya başladı. Daha sonra komutanımızın sesi duyuldu, gelen uçaklar dost uçaklar, ateş yok diye ancak kumandanımız daha kelamını bitirmeden uçaklar havadan dalarak makineli tüfek ile gemileri taramaya ve büyük bombalarını bırakmaya başladı. Tabi bir anda gemide panik oluştu. O vakit muhriplerde de uçak savar yok, yalnızca kara bombardıman topları vardı. Fakat topları uçaklara yanlışsız ateşlemeye başladık, uçakları yaklaştırmamak için. Tabi o topların atışları da gemiyi sarsıyor. Başta ve kıç taraftaki toplar durmadan ateş ediyor. Uçağı vurmaktan çok rahatça yaklaşıp da bacadan rahatça bombalarını bırakamasın diye. Geminin içi ana baba günü üzere. Sağdan soldan fırlayan kapaklar, patlayan borular. Bu yaklaşık 13 dakika sürdü. Bize nazaran çok uzun sürdü ancak. Daha sonra uçaklar gitti. Muhabereci arkadaşlar biz Türk gemileriyiz kartallar ateş etmeyin diyor ancak ses yok. Bizler de bombalıyorlar demek ki Türk uçağı değil diye düşündük. Bizim uçaklarımız nerede diye düşünürken, tekrar uçak alarmı çalmaya başladı. Yeniden kumandanımız gelenler dost uçaklar ateş yok dedi lakin tekrar daha kelamını bitirmeden taarruz başladı. Bomba bir sancak tarafına düşüyor gemi öteki tarafa savruluyor, makineli ile tarıyorlar geminin telsiz kamarasına patlıyor. Şarapneller herkesi yaralıyor. Tekrar bu formda yaklaşık 15 dakika daha sürdü fakat bu sefer daha iş çok ciddiye bindi. Zira uzak bir yerdeyiz. Bizde uçaksavar yok. O sırada uçaklar da halbuki Adana'ya cephane doldurmaya gidiyorlarmış. Tekrar bir panik havasında iken Kocatepe Muhribi, o büyük bombalardan aldığı ağır hasar ile hem yanıyor hem batıyordu. O orta artık o gemideki askerlerimiz gemiyi terk etmeye çalışıyor. Bir kısım atlıyor bir kısım sala biniyor. Bir kısımda ise atılan o can salları şişmiyor. Bir kaos anı hakim. Bizim de o alandan çıkmamız lazım. Zira Yunan gemisi yok yanlış istihbarat var ve kendi uçaklarımız bize saldırıyor. O esnada kumandanımız anons etti.
Kocatepe Muhribini yedekleyip götüreceğiz. Sancak tarafından güverte çalışanı hazırlıklara başlasın diye. Biz gemi ile geri döndük süratimizi kademe kademe düşürerek. Sancak tarafından yedekleme yapmak için yaklaştığımız sırada bir daha uçak alarmı geldi ve akın başladı. Orada sıkıntı toparlandık, uçaklar bombalama yapıyor. Başka muhripler de tıpkı durumda tabi. Üçüncü akında artık güç toparladık. Çok yaralanan oldu. 54 şehit verdik. Artık hava da karardı o bizim için bir baht oldu. Oradan çıkıp Mersin'e hakikat yola çıktık ve sabaha hakikat Mersin'e vardık" dedi."O faciada yaklaşık bin 1200 askerimiz mevcuttu"Saldırıların akabinde gemilerinin Mersin'de delik gemi olarak ün saldığını tabir eden Ballıoğlu, "Gemilerden ağır yaralılar hastanelere gönderildi çabucak. Öbür yaralılar da geniş bir alanda yatıyor. Herkes kan revan içinde sargılı. Olağan gemi işçisi 300'dür. 4 muhrip gemisi ile birlikte yaklaşık bin 200 askerimiz mevcuttu o hücumda. Bu ortada ateşkes oldu bir taraftan Cenevre'de görüşmeleri yapılıyor bir taraftan biz de geminin acil yaralarını sarıyorduk. O ortada bizi vuran pilotlar gelmiş ve gemiyi görmek istemişler. Kumandanımız da bizim geminin işbaşı kıyafetlerinden giyin o denli gelin demiş. Gemi işçisi pilot olarak görürse hadise olabilir diye önlem almış. Kumandanla görüşüyorlar. Biz bu gemiyi uçaksavarı da yok bu kadar müddette nasıl batıramadık niyeti ile gemiyi görmeye gelmişler aslında. Bizim gemimiz orda delik gemi olarak anılmaya başlanmıştı. O zamanki harp karargahı İzmir Uzunada'da kurulmuş. Birinci gün biz Girne'yi bombalarken, bir istihbarat alınmış ve Yunanların çıkarma yapacak diye. Biz 4 muhrip oraya gidiyoruz. O esnada tıpkı buyrukta Adana'ya hava kuvvetlerine gitmiş. Yunanlılar çıkarma yapacakmış, o Yunan gemilerini batırın diye. Yanlış istihbarat hasebiyle bize saldırmışlar. Gemide Türk bayrağı var lakin savaş anı Yunan gemisi de Türk bayrağı çekebilir. Bir de o bize saldıran pilotlar gayeleri gördüklerinde gayeye odaklanmak için muhabereyi kapatırmışlar. O yüzden onlar ile bağlantı de kuramadık" dedi.İkinci harekat için tekrar Kıbrıs'a dahil olduklerini söz eden Ballıoğlu, "Cenevre görüşmelerinden sonuç çıkmayınca ikinci harekat için buyruk geldi. O meşhur 'Ayşe tatile çıktı' parolası ile buyruk geldi. Bu sefer ikinci harekat öncesi birebir yanlışlar yapılmasın diye gemilerin numarası her gece değiştirilmeye ve merkeze bildirilmeye başlandı. Geminin ortasındaki helikopter pistine branda ile uçakların görebileceği halde o değişen kodlar yazıldı ki bizim gemi olduğunu bilsin. Daha sonra uçaksavarlar monte ediliyor. İkinci harekat için tekrar yola çıktık. Tekrar Kıbrıs'a vardığımızda karacıların verdiği koordinatları bombalamaya başladık" dedi."Hala daha hayallerime giriyor"Hala daha hayallerinde gemiye çağrıldığını gördüğünü söz eden Ballıoğlu, "O vakitler 24 yaşında fırıldak üzere bir delikanlıydım. 2 harekata da katıldım. Savaşın birinci günlerinde bende savaş değil de tatbikat yapıyormuşuz hissi vardı. Tatbikat üzere hareketlilik vardı. Tabi biz karaya hiç çıkmadık. Zira savaşın kara ayağı olduğu üzere deniz ayağı da vardı. Savaş bende derin bir iz bırakmadı. Dediğim üzere başta tatbikat üzere geliyordu bana. Ta ki ikinci kumandanımız koridordan başı sarılmış kanlar içinde geçinceye kadar. O an savaşı biraz daha canlı hissettim. Bizler her sene Karadeniz'de, Akdeniz'de, Ege'de tatbikatlar yapıyorduk. Yine tatbikat havasında üzere hissediyordum lakin ikinci kumandanımız o denli görünce bir anda gerçekle yüz yüze geldim. M kent aydın haberleri lesef savaşın kirli yüzü konu bahis oldu.. 2 gün kısa üzere gözükse de çok şeyler yaşadık. Yanlışlarımızı gördük. Mesela helikopter pistine o parola olayı niçin düşünülmemiş. O vakit parola olsaydı tahminen bizim uçaklarımız saldırmayacaktı, Kocatepe batmayacaktı. Ben bu savaştan hiç yara almadan çıktım. Zira bizler makineci olduğumuz için daima geminin kalbindeydik içerisinde ancak oradaki atmosfer ve panik havası nitekim anlatılamaz. Allah tekrarını göstermesin fakat tekrar bu türlü bir şey olsa gözümü kırpmadan tekrar koşa koşa giderim.
Aslında gemim düşlerime giriyor. Düşümde bile vakit zaman çağrılıyorum, gidiyorum. Daima gözümün önünde. Unutulmuyor onlar. 78 yılında gemide elimi makineye kaptırdıktan sonra malulen emekli oldum. Lakin her gece gemim, o anlar düşlerime giriyor" dedi. - AYDINKaynak: aydın haberleri / Lokal Uçak,Savaş,Kıbrıs,Bomba,Gemi,Kara,Tatbikat,Yunan,İkinci,Gün,Harekat,Gemisi,Harekatı,Gemide,Yara,Hava,Ateş,Geldi,Saldırı,Zaman,Geminin,Çıkarma,Toplar,Gemiyi,Gemileri,Türk,Başladı.,Makine ve daha fazla aydın haber yazıları okumak için Vilayet Haberleri > Aydın sayfasını ziyaret edebilirsiniz. https://rehberaydin.com/kibris-gazisi-tuncer-ballioglu-o-gunleri-unutamiyor/
0 notes
e-haberturk · 2 years
Text
İran, Yunan tankerlerinin mürettebatını özgür bırakacak
İran, Yunan tankerlerinin mürettebatını özgür bırakacak
İran, ABD’nin Yunanistan’daki İran bayraklı bir tankere ait petrole el koymasına yanıt olarak iki Yunan tankerini ele geçirmişti. Yunan Ticaret Gemileri Denizciler Birliği, İran’ın, tankerlerin mürettebatının değiştirilmesini kabul ettiğini ve kısa süre içinde ülkelerine dönmelerine izin verdiğini duyurdu. Açıklamada, Orta Doğu Körfezi’nde bulunan 2 Yunan tankerinin ne zaman serbest…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
bulancakajans-blog · 2 years
Text
Rüsumat No:4 Gemisi Yaşamaya Devam Edecek.
Rüsumat No:4 Gemisi Yaşamaya Devam Edecek.
Geminin inşasının ardından havuza alım işlemi tamamlandı. Artık açılış için gün sayan Rüsumat No:4 gemisi unutulmaz hikayesiyle yaşamaya devam edecek. Rüsumat No: 4 Gemisi Teşhir Alanı ve Açık Hava Müzesi için çalışmalar, Cumhuriyet’in Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Hamidiye kruvazörüyle Ordu’ya gelişinde karaya ayak bastığı yer olan Altınordu sahilinde sürdürülüyor. Çalışmaları yakından…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
khadijamammadli · 3 years
Text
Halime Çavuş
1898yılında Kastamonu'ya bağlı Duruçay köyünde doğdu. Babası ve annesi istememesine rağmen Türk Kurtuluş Savaşı'na (1919-1923) katılmak istedi. Saçlarını kazıttı, sakal tıraşı oldu ve erkek kılığında milis güçlere katıldı. Arkadaşları arasında uzun süre Halim olarak tanındı. Ordunun lojistiğinde görev aldı. İnebolu Limanı'ndan Ankara ve Sakarya'ya öküz arabaları üzerinde silah ve mühimmat taşıdı. Bir gün İnebolu'dan cepheye mühimmat taşırken kar yağışlı ve soğuk havada montunu cephanenin üzerine örttü. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki heyete denk geldi ancak onu tanıyamadı. Mustafa Kemal Paşa, cepheye taşıdığı mermileri kendi hayatından daha çok önemseyen bu askeri görünce çok etkilendi ve ona "Neden üzerindeki montu mermilerin üstüne örttün, üşümüyor musun?" sorusunu yöneltti. Halime, "Benim üşümem hiç önemli değil. Bu cephane yüzlerce, belki de binlerce askerimizi koruyacak." dedi. Kimi kaynaklara göreyse "Bey, yüz bin kişi kurtulacak. Ben öleceğim de ne olacak?" sözlerini sarf etti. Mustafa Kemal Paşa, kafa kâğıdını -yani kimliğini- istediği Halime'nin kadın olduğunu görünce kendisine "Sen kız mısın?" diye sordu ve "Evet." cevabını aldı. Paşa, yaverine Halime Çavuş'la ilgili tüm bilgileri not aldırarak Ankara'ya döndü.
9 Haziran 1921'de Yunan savaş gemileri Georgios Averof ve Kilkis, İnebolu'yu bombaladığı sırada ayağına gelen şarapnel parçası nedeniyle ayağından ağır yaralanarak ordudan ayrıldı. Savaşın sonunda Mustafa Kemal Paşa ve eşi Latife ile görüşmesi için Ankara'ya davet edildi. Çankaya Köşkü'nde on beş gün ağırlandı. Bu sırada çavuş rütbesine yükseltildi ve İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. Paşa'nın "Seni yollamıyorum, bizim kızımız ol." sözlerine, "Annem ve babam beni bekler." yanıtını verdi. Paşa tarafından çeşitli hediyelerle birlikte evine yollandı ve kendisine aylık bağlandı.
1934'te Soyadı Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden sonra Kocabıyık soyadını aldı. Kardeşi Hasan'ın oğlu Sadık'ı evlat edindi. Kastamonu'nun Duruçay köyünde 20 Şubat 1976 günü yaşamını yitirdi.
8 notes · View notes
tp-siyaset · 3 years
Link
Montrö Anlaşmasını bugün bozmak ya da hiçe saymak bizim boğazlar üzerindeki egemenliğimizi kaybetmek demektir. Dünyanın en önemli su yolu olarak bilinen Boğazlardabizi bu kadar güçlü kılan, Montrö anlaşmasını delmek gibi bir gaflete düşmek, Türkiyenin ayağına kurşun sıkmak gibi bir şey.
AB ve Amerika oldu olası İstanbulu, Türkiye'den koparıp doğu Roma ruhuna kavuşturma hayalini kurmaktadırlar. Kanal İstanbul Montröyü delcek ilk hamledir. Kanal İstanbul'dan sınırsız sayıda geçecek savaş gemileri, hem Karadenizi bir savaş alanına çevirme riski taşıyacak, hem de Amerika bizi Kuzeydende kuşatarak tam çembere alacak. Her tarafı kuşatılmış bir Türkiye ne kadargüvenli olur onu artık siz hesaplayın.
Her tarafı kuşatılmış bir Türkiye ile BOP tam anlamıyla hayata geçmiş olacak. Tabi Reis de anlının akı ile verilen görevi yerine getirmiş olacak. Zaten bir fesli deli vardı ya, demez miydi "..keşke İstanbulu Yunan işgal etseydi..". Rüya gerçekleşiyor bu gidişle..
Haki Korkmaz
___ Makalenin tümünü okumak için lütfen bağlantıyı tıklayın.
1 note · View note
korayaker · 4 years
Photo
Tumblr media
POMPEİ FELAKETİ- TAŞ KESİLEN ŞEHİR
Antik Roma kenti Pompei, 24 Ağustos 79 tarihinde Vezüv Yanardağı’nın iki gün süren faaliyeti sonucu volkanik külün altına gömülerek yok olmuştu. İtalya’daki antik Pompeii kentinden taş parçası ya da tarihi eser kalıntısı çalan turistler “uğursuzluk” getirdiği gerekçesiyle bu çalıntıları iade ediyor. Pompeii’deki kazılardan sorumlu Profesör Massimo Osanna’nın açıklamasına göre, son yıllarda çok sayıda turist kazı bölgesinden çaldıkları parçaları bir mektup eşliğinde geri gönderdi. Geri gönderenlerin iade sebebi ise “kendilerine uğursuzluk getirmeleri”. Bu açıklamalardan sonra herkesde daha çok ilgi yaratılmasına sebep olan Tarihteki Taş Kesilmiş Olan Pompei Şehri Nerededir? Hikayesi Nedir? Bu bir lanet mi? Yazımızda bunla ilgili tüm bilgileri bulabileceksiniz.
Tumblr media
Yaklaşık 1700 yıl boyunca kayıp durumda olan Pompeii kenti Türkçe yazımlarda Pompei, 1748 yılında tesadüfen yeniden keşfedildi. UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’nde bulunan antik kent, her yıl yaklaşık 2.5 milyon turist çekiyor.
Meşhur Pompei şehir hikayesini mutlaka sizlerde duymuşsunuzdur. Bu şehrin başına gelen enteresan hikayeyi sizler için yazmak istedik. Adeta tüyler ürpertici, bir hikayeye sahip olan Pompei şehrini anlatarak başlamak isteriz.
Öncelikle Pompei, İtalya’nın Napoli şehrine 25 – 30 km uzaklıkta bulunan bir şehirdir. Napoli’nin güney kısmındaki bu şehirde Roma imparatorluğu hüküm sürmekteydi. Pompei isimli şehrin, M.Ö. 5000 yıllarında kurulduğu tahmin edilmektedir. Pompei şehrinde de Vezüv adında bir yanardağ bulunmaktadır. Yanardağ M.Ö. 79 yılında beklenmeyen bir şekilde çok şiddetli bir şekilde harekete geçti. Bu hareket sonrasında günümüzden tam 1937 yıl önce tüm halk taş kesilerek öldü. Ve Vezüv yanardağı üzerlerini lavla örtmüş.
Tumblr media
Pompei şehri o yıllarda yani, M.Ö. 79 yılında zengin, Capri adasına ve denize çok yakın ve adeta cennet gibi bir yerdi. Üstüne de hem denize yakınlığı hem de konumu itibariyle dönemin ticaretin en üst düzey olduğu kentlerindendi. Pompei şehrinde İtalya üzerindeki elit kesim, aydın ve zenginler yaşamaktaydı.
Pompei şehrinin eğlence merkezlerinden birisi olduğu ve kumar oynanan bir yer olduğu da bilinmektedir. Ancak şehirde kölelerin de farklı köleler tarafından öldürüldüğü ve geceleri dövüşlerin düzenlendiği de bilinmektedir. Aslında vahşetin ve insanlık dışı her türlü şeyin yaşandığı bir şehirmiş Pompei. Şehrin neredeyse her köşesinde fuhuş evleri bulunmaktaydı.
İmparator Caligula, kendi kız kardeşine aşık olmuş ve en büyük günahı işlemekteydi. Halkın geri kalanı da aileden olup olmamasına bakmaksızın bu edepsizliğe devam ediyordu. Zaten şehirdeki genel evlerin sayısı da cabası. Hatta dil bilmeyen denizciler geldiğinde bu genel evleri bulamakta zorluk yaşamasınlar diye üzerlerinde penis işaretleri bulunuyordu. Şehirde eşcinsellik te gayet normal karşılanmaktaydı. Asiller müthiş bir zenginlik içindeydi. Rivayete göre önce yemek yer, daha sonra yediklerini kaz tüylerini kullanıp kusarlardı. Nedeni ise daha fazla yemek yiyebilmek, yemek zevkinden sonuna kadar faydalanmaktı.
Tumblr media
Pompei şehri M.Ö. 79 yılında, Vezüv yanardağının harekete geçmesi ile tamamen yok oldu. Şehrin, edepsizliğe olan düşkünlüğü sebebiyle tarihten silinmesine olan inanış oldukça fazladır. Bazılarına göre de Pompei, Allah tarafından cezalandırılmış olan bir şehirdir. Vezüv yanardağı, öyle bir şiddetle patlamış ki, şehrin tamamını 6 ila 8 metre aralığındaki lavlara gömmüş. Şehir tamamen yok olurken, insanlar ve etraftaki diğer her şey taş kesildi. Bu bulgulara ise 18. yüzyılın başında bir köylünün tarlada çalışırken kazmaya takılması ile birlikte ulaşılmıştır. Daha sonra kazma vurulan bu duvarın izi sürüldü. Yapılan araştırmaya göre M.Ö. 79 yılında yanardağın şiddetli bir şekilde lav püskürtmesiyle yaklaşık 200.000 kişi hayatını kaybetmiş.
Patlamanın ve lavların etkisi öyle büyükmüş ki, çoğu insan yerinden bile kımıldayamamış. Patlama ile birlikte insanlar kaçışmaya başlamış. Paniğe kapılanların bazıları limana doğru koşmaya başladı, bir kısmı ise kendini evine kapadı. Limana doğru koşanları kötü bir sürpriz bekliyordu. Deniz kabarmıştı, azgın dalgalar gemileri lavlara doğru atıyordu. Zaten gökten de iri kum taneleri şeklinde kızgın taşlar yağmaya başlamıştı. Evlerine sığınanlar ise, yoğun kükürt dumanından boğulmamak için kendilerini dışarı atmakta, bu defa da üzerlerine yağan taşlarla helak olmaktaydılar.
Tumblr media
Bir Etnograf olan Prof. Dr. Carlo Giardano Pompei’de olanları şöyle aktarıyor: ‘O gün öğle vakti volkanın ağzından ani olarak yükselen bir kül bulutu birkaç saat içerisinde bütün Pompei’yi kaplayıvermişti. Böylece şehir çok uzun bir sessizlik uykusuna girdi. Şehrin uykusu, taşları, eşyaları ve sanat eserlerini yeniden hayata kavuşturan kazılara kadar yüzyıllar boyu sürdü. Burada yaşayan binlerce insanın tehlikenin bu kadar yakınında oldukları halde gafil avlanmış olmaları o tarihlerde Vezüv yanardağının bambaşka bir manzara altında olmasından ileri gelmiştir. Yamaçları meşhur politikacıların villalarıyla süslü olan Vezüv, bağlar, bahçelerle çevrili ağaçlık bir yerdi.
Pompei şehri, Capri adasına bakıyordu. Ve devamlı olarak deniz kokusu oluyordu. Aslında eski zamanlarda da Vezüv yanardağı üzerinde bir patlama meydana gelmiş. Ancak hem bu kadar şiddetli değilmiş. Hem de o dönemde insan yaşamıyormuş. Bu küçük püskürmeleri de çok sonradan bir Yunan coğrafyacısı keşif etmiştir. Bunu da insanlara anlatma gereği duymamış. Zaten Pompei şehrinde yaşayan insanların para ve zevkten başka bir şeyi gözleri görmemekteydi. Yani eğer püskürtmeden onlara bahsetmiş bile olsaydı, zaten insanlar umursamayacaktı. Aslında M.Ö. 62 yılında meydana gelen bir zelzele, bu felaketin bir habercisi sayılabilirdi. Şehirde o kadar çok deprem oluyormuş ki, halk buna alışmış.
Tumblr media
İtalyan bir bilim adamı olan Fiovelli, 19. yüzyılın başlarında yaptığı kazı araştırmasında gözlerine inanamadı. İnsan suretleri dahil olmak üzere her şey taşlaşmıştı. Burada atlar, köpekler, çocuğuna sarılmış olan anneler ve birçok insan kalıntısı taş olarak bulunmuştu. Bulunan kalıntılar, Napoli müzesinde sergilenmektedir.
Jeologlara göre halkın ölüm sebebi kükürt gazı. Taşa dönmelerinin sebebi ise yanardağın püskürttüğü volkanik tozun sertleşmesi.Bu lavlar kalıp oluşturmuş, zamanla içerideki vücut çürümüş fakat kalıp aynı kalmıştır. Ancak bilimsel yönlerin dışında da birçok tahmin bulunmaktadır. Müslümanlar Pompei’de yaşananları, onların kumar, fuhuş, insan kavgası ve her türlü ahlaksızlıklarının cezası olduğunu taşlaşma olayının da insanlara ibret olması gerektiğini düşünüyorlar ve normalde lav püskürmesiyle insanların tamamen yok olacağı, taşlaşamayacağı da öne sürdükleri en önemli gerekçedir.
Tumblr media
Alıntı.
24 notes · View notes
yusufserkan · 4 years
Text
Biz şimdi Türklerle savaş halindeyiz. Türklere yenilirsek bütün etkimizi kaybedeceğiz…” (Amiral de Robeck'ten Lord Curzon'a telgraf, 26 Haziran 1920)
Tescilli Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının çok sevdikleri eski bir yalan, üstelik TBMM'nin açılışının 100. yılında, 23 Nisan 2020'de yeniden ısıtılıp gündeme getirildi; “Kurtuluş Savaşı'nda İngilizlerle savaşılmadığı” iddia edildi. İşte bugün, bu bayat iddiaya cevap vereceğim. Dünyada emperyalizme karşı kazanılan “ilk bağımsızlık savaşı” durumundaki “Türk Kurtuluş Savaşı”nın aslında neden bir Türk-İngiliz savaşı olduğunu anlatacağım.
TÜRKİYE'NİN İŞGALİ BİR İNGİLİZ PLANIDIR
İngiltere açısından I. Dünya Savaşı'nın temel amaçlarından biri Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamaktı. 1914'te İngiltere Harbiye Bakanı Lord Kitchener, “Türkiye'yi mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz” demişti. (Avcıoğlu, s. 33)
İngiltere, I. Dünya Savaşı sonunda Türkiye'yi, adeta elini kolunu bağlayıp Yunanistan'ın önüne attı. Mondros Ateşkes Antlaşması ile Türkiye'nin silahlarını elinden aldı, ordularını dağıttı, limanlarına, tünellerine, tersanelerine, bütün yer altı ve yer üstü kaynaklarına el koydu. Bu antlaşmanın 7. ve 24. maddelerine dayanarak İngiltere Türkiye'yi doğrudan işgal etmeye başladı: 1918-1920 arasında Musul'u, Çanakkale'yi, İskenderun'u, Antakya'yı, Batum'u, Kilis'i, Ankara istasyonunu, Antep'i, Haydarpaşa istasyonunu, Konya istasyonunu, Turgutlu-Aydın demiryolunu, Maraş'ı, Birecik'i, Samsun'u, Urfa'yı, Merzifon'u, Kars'ı, İzmit'i, Marmara kıyılarını, Karamürsel'i, Mudanya'yı ve İstanbul'u işgal etti. Anadolu'ya “İngiliz kontrol subayları” ve “ajanlar” gönderdi.
İzmir'in işgal planını hazırlayanlardan biri de İngiliz Başbakanı Lloyd George'du. 15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgal eden 16 Yunan gemisinin ve 2 Yunan muhribinin taşıdığı işgal donanmasına 4 İngiliz muhribi refakat etti.
İngilizler, İstanbul'da asker, sivil yurtseverleri tutuklayıp Bekirağa zindanlarına hapsettiler. İşbirlikçi Osmanlı Saray Hükümeti'nin yardımıyla hazırladıkları “kara listelerle” (black lists) Cevat Paşa, Mersinli Cemal Paşa, Ali İhsan Paşa, Yakup Şevki Paşa, Fahrettin Paşa gibi onlarca komutanı Malta'ya sürdüler. İngilizlerin Malta sürgünlerine karşılık Atatürk de Anadolu'daki -çoğu subay- 29 İngilizi esir aldı. (Şimşir, Malta sürgünleri, s. 39-76, 423, 453, 454)
Osmanlı Saray Hükümeti, İngilizlerin isteğiyle Anadolu'daki milli harekete karşı 1920'de iç savaş başlattı. 10 Nisan 1920'de “Şeyhülislam Dürrizade Fetvası” yayınlandı: “Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” diyen bu ihanet fetvası, İngiliz uçaklarıyla, İngiliz zırhlılarıyla ve İngiliz subaylarıyla Anadolu'ya dağıtıldı.
18 Nisan 1920'de Osmanlı Saray Hükümeti, İngilizlerin de onayıyla Kuvayı Milliye'ye karşı Kuvayı İnzibatiye'yi (Halifelik Ordusu'nu) kurdu. Bu paralı ordunun görevi İzmit ve çevresindeki İngiliz tampon bölgesini millicilerden temizlemekti. Bu ihanet ordusunun silah ve cephanesini İngilizler sağladılar.
İngilizler, Noel gibi bazı casuslarıyla Güneydoğu Anadolu'da bazı Kürt aşiretlerini de isyana teşvik ettiler. “Kara Cumbo” adlı casusluk teşkilatıyla bilgi toplayıp Yunanlara verdiler.
İngiltere, bir taraftan işbirlikçi Osmanlı Saray Hükümeti eliyle, diğer taraftan Yunan ordusuyla milli harekete karşı çift yönlü bir savaş yürüttü.
İngiliz ordusunun 25 Haziran 1920'de Mudanya'yı işgali.
Anadolu'daki Yunan saldırısı, İngiliz-Yunan ortak hareketiydi
1920 yılı içinde Avrupa'da tam 102 oturum sonunda Türkiye'yi paramparça eden 433 maddelik Sevr Antlaşması hazırlandı. (Olcay, s. 1,445,589-599). İngilizler, -sözde tarafsızlık politikasına rağmen- Sevr Antlaşması'nı Ankara'daki TBMM'ye imzalatmak için Yunan ordularını Anadolu içlerine sevk ettiler. 17 Şubat 1920'de Lord Curzon, Amiral de Robeck'e “Yunan ordusuna Türklere saldırması için gerekli emri verdiğini” yazdı. (Ulubelen, s. 236). Doğan Avcıoğlu'nun ifadesiyle “22 Haziran 1920 Yunan ilerlemesi tamamen İngiltere'nin kontrolünde bir saldırıdır. Saldırı planları, İngiliz kurmayları ile birlikte hazırlanmıştır. Prof. A. Toynbee saldırı planlarının İngiliz kurmayları ile birlikte hazırlandığını yazmaktadır.” Dahası, 22 Haziran 1920 Yunan saldırısını, İngiltere ile Yunanistan birlikte yürüttü. Mudanya, Gemlik, Karamürsel gibi Marmara Denizi sahil kasabaları İngiliz-Yunan ortak hareketiyle işgal edildi. (Avcıoğlu, s. 167, 168) Nitekim 26 Haziran 1920'de Amiral de Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği bir telgrafta, “Biz şimdi Türklerle savaş halindeyiz. Türklere yenilirsek bütün etkimizi kaybedeceğiz…” diyordu. (Ulubelen, s. 252)
Prof. Toynbee'nin deyişiyle Yunanlar, İngiliz ve Fransızların verdikleri hiç kullanılmamış silahlarla donatılmıştı. 1914-1920 arasında Yunanistan'a yapılan İngiliz yardımının miktarı 16 milyon sterlini aştı. İngiliz Başbakanı Lloyd George, İngiliz firmalarının Yunan ordusuna silah ve cephene satmasına izin verdi. Yunanistan'da top, tüfek fabrikası yoktu. Yunan silah ve cephanesinin çoğu İngiltere'den sağlandı. Sakarya Savaşı öncesinde “Bank of England” Yunanistan'a kısa vadeli kredi açtı. İngiltere Sanayi ve Ticaret Odalarına Yunanistan'a yardım talimatı verildi. Anadolu'daki bazı Yunan birlikleri doğrudan İngilizlerin komutası altındaydı. Örneğin Kocaeli'ndeki bir Yunan tümeni ve Beykoz'daki bir Yunan birliği doğrudan doğruya İngiliz komutanların emrindeydi. Yunan ordusunda çok sayıda İngiliz askeri danışman vardı. İstanbul'daki İngiliz donanması sık sık Karadeniz limanlarını bombaladı. (Avcıoğlu, s. 162, Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 160, 197,198)
İngilizler Mudanya'yı işgal ettiklerinde, aralarında çocuk yaşta direnişçilerin de olduğu yurtseverleri esir aldılar. (Haziran 1920)
Sevr Antlaşması'na göre İstanbul bir “özerk bölge” yapılacaktı. İngiltere sadece İstanbul'u değil, İzmir'i de Türkiye'den koparmak istiyordu. Lord Curzon'un planına göre İzmir de “özerk bölge” olacaktı. Bu proje daha sonra “İyonya Devleti” projesine evrildi. İngilizler bir taraftan Yunan ordusunu desteklerken diğer taraftan Ankara'da Atatürk'e karşı “darbe” ve “suikast” planlıyordu. O suikastçılardan biri, Mustafa Sagir Ankara'ya kadar geldi. Yakalanıp idam edildi. Bu arada TBMM'nin Fransa ile anlaşması üzerine İngiltere, Fransa'yı ihanetle suçladı. İngiltere, Sakarya Savaşı'ndan sonra işlerin sarpa sardığını gördüğünde Yunanistan'ı korumak için Sevr Antlaşması'nı yumuşattı, TBMM'ye barış teklifleri sundu. Atatürk “tam bağımsızlık” dışında hiçbir “sahte barış teklifini” kabul etmeyince İngiltere yine gizli, açık Yunanistan'ı desteklemeye devam etti. İngilizler, Büyük Taarruz sonrasında, Türk orduları İzmir'e ilerlerken bile hâlâ Yunan ordusundan umudu kesmemişti. Öyle ki, 4 Eylül 1922'de İngiliz Yüksek Komiseri H. Rumbold, “Yunan ordusu Alaşehir hattında tutunabilirse nefes alacak zaman bulabiliriz” diyordu. 5 Eylül'de de General Harington, “Yunan ordusunun Alaşehir'de tutunmasını umuyoruz” diye hayal görüyordu. (Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 492, 493, 500). Sonunda İngilizler, -ileri karakolları durumundaki- Yunan ordusunun yenilgisini kabul ederek 7 Eylül'de mütareke teklif ettiler. 11 Ekim 1922'de -Yunanistan'la değil- İngiltere, Fransa ve İtalya ile Mudanya Mütarekesi'ni imzaladık. (Yunanistan sonradan onayladı.) Çünkü aslında Türk-Yunan savaşı –Doğan Avcıoğlu'nun ifadesiyle– bir Türk-İngiliz savaşıydı. Mudanya Mütarekesi'nin imzalandığı günlerde İstanbul ve Boğazlar hâlâ İngiliz işgali altındaydı.
Milli Mücadele'de Türk-İngiliz savaşları ve çatışmaları
1.Dünya Savaşı sonrası İngiliz Hükümeti'nin elinde İngiltere'de 49 piyade taburu vardı, ki bu ülke içindeki toplumsal kavgaları bastırmaya bile yetmezdi. 38 piyade taburu ise bağımsızlık hareketini önlemek için İrlanda'da bulunuyordu. 1920 yılı sonunda Türkiye'de 10 bin İngiliz, 8 bin Hintli, 8 bin Fransız, 2 bin de İtalyan askeri vardı. (Avcıoğlu, s. 171,172). Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, “İngilizlerin Türkiye'de 27. ve 28. Fırkaları vardı. Bu kadar az bir kuvvetle Anadolu içlerinde bir harekete teşebbüs edeceklerine asla ihtimal vermemiştim” diyor. (Cebesoy, s. 255). Durum böyle olunca İngiltere Başbakanı Lloyd George, 15 Ağustos 1920'de Avam Kamarası'nda, Anadolu'nun dağlık bölgelerine kadar İngiliz orduları gönderilemeyeceğine göre tek seçeneklerinin “her iki tarafı sonuna kadar vuruşturmak olduğunu” söyledi. (Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 140,141). İngiltere, zaman içinde 200 bine yaklaşacak olan Yunan ordusuna güveniyordu.
İngilizler, Atatürk'ün düzenli orduları karşısında doğrudan bir cephe açamasalar da “Clearing Up Operatin” adlı askeri operasyonlar gerçekleştirdiler.
16 Mart 1920'de İngilizler İstanbul Şehzadebaşı'ndaki 10. Tümen Karargâhı'nı basıp 5 erimizi şehit ettiler, 9 erimizi de ağır yaraladılar.
Atatürk, 18 Mart 1920'de Eskişehir'deki İngilizlerin bölgeden çıkarılmasını emretti. 24-30 Mart 1920'de 24. Fırka Komutanı Yarbay Mahmut Bey, İngilizleri geri püskürtüp Eskişehir'den çıkardı. Lefke köprüsündeki çatışmada İngilizler 5-6 yaralı ve ölü verdi. Böylece Şehzadebaşı'nda şehit edilen Mehmetçiklerimizin intikamı alındı. Batı Cephesi Kuvayı Milliye Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa şöyle diyor: “İkinci Eskişehir harekâtı bir hafta sürdü… Milli harekâtın şiddet ve kesinliği karşısında İngiliz kıtaları dayanamadılar, telaşla geriye çekildiler. İnsan bakımından az, fakat eşya bakımından oldukça çok kayıp verdiler.” (Cebesoy, s. 357, 358)
İngilizler, Haziran 1920'de İzmit'i işgal ettiler. Yurtseverleri vahşi hayvanlar gibi tel örgülerle çevrili kafesler içinde hapsettiler. Bazı Kuvayı Milliyecileri İzmit Tersane Bahçesi'nde kurşuna dizdiler. 14 Haziran 1920'de İngilizler, İzmit'in doğusunda Kuvayı İnzibatiye ile çarpışan Türk kuvvetlerine ateş açtılar. Türk-İngiliz çatışması başladı. Bu sırada İngiliz uçakları da Türk birliklerini bombaladı. İngiliz savaş gemileri, 19 Haziran 1920'de İzmit Çuha Fabrikası'nı bombalayıp harbeye çevirdiler. İngilizler, 29 Haziran 1920'de İzmit Körfezi Derince limanındaki Türk cephaneliğini havaya uçurdular. Üç büyük savaş gemisiyle Türk köylerini bombardıman ettiler. İzmit'teki Türk-İngiliz savaşı sırasında –İleri Gazetesi'nin haberine göre- İngilizler 23 yaralı ve 15 ölü verdiler. (Cebesoy, s. 453-455. Oral, s.290-323)
25 Haziran 1920'de Yunan ilerlemesini kolaylaştırmak isteyen bir İngiliz birliği Mudanya'ya çıktı. Türk birliğinin ateşi sonrası karşılıklı birkaç kayıp verildi. 6 Temmuz 1920'de İngilizler Mudanya'yı yeniden işgal etmek istediler. Türk birliğinin ateşle karşılık vermesi üzerine İngilizler, Türk mevzilerini, denizden, üç saat boyunca top ateşine tutarak Mudanya'yı işgal ettiler. 25 Türk askerini şehit ettiler. İngilizler Mudanya'da 16-17 yaşlarında Türk çocuklarını bile esir aldılar.
İngilizler İzmit'i işgal ettiklerinde Tersane bahçesinde Kuvayi Milliyecileri böyle kurşuna dizdiler. (Haziran 1920)
25 Haziran 1920'de Karamürsel'e çıkan İngiliz birliği oradaki küçük bir Türk kuvvetince ateşle karşılandı.
6 Temmuz 1920'de Gemlik'e çıkan bir İngiliz birliği Gemlik'teki Türk yerleşim birimlerini bombaladı.
7 Temmuz 1920'de bir Yunan birliği ile bir Türk birliği arasında Beykoz'da bir çatışma çıktı. Bu çatışmada bir İngiliz birliği ile bir İngiliz torpidosu Yunan birliğine yardım etti.
20 Temmuz 1920'de Tekirdağ'a yapılan Yunan çıkarması İngiliz filosunun himayesinde yapıldı.
1922 Haziran'ından 1922 Eylül'ü sonuna kadar Musul'da bizzat Atatürk tarafından görevlendirilen Özdemir Bey komutasındaki birliklerle İngilizler arasında çok ciddi çarpışmalar oldu. 31 Ağustos 1922'de Revandiz Müfrezesi İngilizlere karşı Derbent Zaferi'ni kazandı.
9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasından sonra Türk orduları İstanbul ve Çanakkale'ye doğru ilerlemeye başladı. İngiltere, 15 Eylül-30 Ekim 1922 arasında savaş hazırlıklarına girişti. Ancak sömürgelerden yanıt alamayan, buna karşın Hindistan'ın ve Sovyet Rusya'nın Türkiye'nin arkasında olduğunu gören İstanbul'daki İngiliz komutan Harington, az sayıdaki kuvvetle Atatürk'ün zafer kazanmış ordusunun önüne çıkmaya cesaret edemedi, kendisine verilen “ateş” emrini ağırdan aldı. Sonuçta İngilizler mütarekeye razı oldular. Lozan'dan sonra geldikleri gibi gittiler.
İngiliz Başbakanı Lloyd George ise Türk-İngiliz savaşının kaybedeni olarak istifa etmek zorunda kaldı.
Atatürk'ün önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı İngiliz emperyalizminin büyüsünü bozdu; Hindistan başta olmak üzere birçok sömürgeye bağımsızlık cesareti ve özgürlük umudu verdi.
3 notes · View notes
elestirikosesi · 5 years
Text
Gözümüzü manav etiketlerinden kaldıralım.
Seçim geldi çattı. Türkiye pazar günü sandık başında olacak. Adaylar sahada, son kozlarını oynuyorlar. Liderler de, bir süredir kafalarını gömmüşler, “Beka sorunu var mı, yok mu” tartışması yürütüyorlar. Gerçekten kaldırım yapana, çöp toplayana mı oy vereceğiz. Yoksa ufukta Türkiye'yi bekleyen sorunlar mı var?
Cevabı başta verelim: Eğer ABD, namlularını Türkiye'ye çevirmişse beka sorunu vardır. Türkiye, ABD'nin bölgeye geldiği 1991 yılından bu yana ağır saldırılara maruz kalıyor. O beka sorunu bugün Akdeniz'dedir, Ege'dedir, Karadeniz'dedir. Bu seçimden sonra ufku görenler ayakta kalabilecek.
Resmi kurumun yayımladığı kitap
Son dönemde ABD, Türkiye'ye karşı askeri tatbikat ve işgal senaryolarının sayısını artıyor. “Hizdan çıktı” denilen ve kumpaslarla hedef alınan Türk Ordusu, bir yandan da ABD tarafından hazırlanan işgal senaryolarında baş hedef olarak gösteriliyor. “Millenium Challenge” ve “Noble Dina” tatbikatlarından sonra (Bu tatbikatlar hakkında daha önce yazmıştık, bilgi almak isteyenler için yazı sonuna bağlantı bırakıyorum.) şimdi de Ege denizinde bir ABD-Türk deniz savaşı senaryosu kurdu.
Emekli Oramiral James Stavridis’in başkanlığını yaptığı ve ABD Deniz Kuvvetleri'nin resmi kurumu olan  Denizcilik Enstitüsü tarafından, “Donanma Taktikleri ve Deniz Harekâtı” adlı bir kitap yayımlandı. Kitapta Ege Denizi’nde Türk Deniz Kuvvetleri ile ABD 6. Filosu’nun savaşı canlandırıldı.
Tumblr media
(Kitabın kapağı)
Türk devrimcilerine nasıl mesaj veriliyor
Kitaptaki senaryoya göre Yunanistan, Güney Kıbrıs’a taktik balistik füzeler yerleştirme kararı alıyor. Türkiye, bunun olmaması yönünde Atina’yı sert şekilde uyarıyor. Geri adım atmayıp Kıbrıs’a doğru dümen kıran Yunan gemileri Türk ordusunca batırılıyor. Daha sonra Türk komandoları İzmir, Ayvalık, Çeşme, Kuşadası ve Bodrum'dan Ege'deki Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Kos adalarına amfibi harekâta başlıyor. Adaları ele geçiriyor. Daha sonra sahaya ABD Donanması çıkıyor. Baş kahraman Türk devrimcilerinin 1969 yılında personelini Dolmabahçe'de denize döktüğü 6. Filo. ABD, Yunanistan'ın yanında savaşa giriyor, 6. Filosunu bölgeye gönderiyor. Ve Türkiye'ye müdahale ediyor.
Tumblr media
Kitapta Türkiye için de kullanılan ifadeler ilginç. Türkiye için "dost görünen güçlü düşman ülkesi" nitelemesi yapılan kitapta, “Barışın sağlaması için kan dökülmesi gerekir” ifadeleri dikkat çekiyor. Ayrıca böyle bir savaşın ABD'nin Midway Savaşı'ndan bu yana yaşayacağı en büyük mücadele olacağı vurgulanıyor.
Kaybediyoruz, ne yapalım: İşgal
“Millenium Challenge”, “Noble Dina” ve bu kitaptaki savaş senaryosundan başka,  ABD'nin Türkiye'ye asker çıkarması konusunu işleyen raporlar da var. ABD Silahlı Kuvvetler Akademisi Stratejik Araştırmalar Merkezi, ABD'nin küresel üstünlüğünü kaybettiği gerçeğinden yola çıkarak, önümüzdeki 10 yılda kendi menfaatleri açısından oluşabilecek riskler ve bunlara yönelik müdahale yöntemlerine ilişkin metodların incelendiği kapsamlı bir rapor hazırlamıştı.
Raporda, önümüzdeki 10 yılda yaşanacağı öngörülen ve ABD için tehdit olduğu belirtilen 23 farklı gelişme için sekiz farklı müdahale yöntemi öneriliyor. Bu beklentilerden bir tanesi de Türkiye'de bir “iç savaş”ın yaşanması. Bu durumun ise askeri bir müdahale ile kontrol altına alınacağı belirtiliyor. Pentagon ve ABD Ordusu'ndaki kilit kurumlarla istişare edilerek bir yılda hazırlanan rapor, yeni savunma konseptini oluşturmayı hedefliyor.
Senaryolardaki amaç
Türkiye düşmanı benzer senaryolarda emperyalist güçler amaçlarını saklamıyor: Batı Asya'nın zenginliklerine el koymak, Türk Ordusu'nu Kıbrıs'tan çıkarmak, Akdeniz gazından aslan payını almak, Ege adalarında hakimiyet kurmak...
Dediğimiz gibi ufukta güvenlik sorunları var. Türkiye'nin ateşten gömlek giyeceği zamanlara ilerliyoruz. Türkiye'nin patates, soğan fiyatlarından daha fazla konuşması gereken şeyler olduğu açık. Kaldı ki, sebze-meyve fiyatları da bununla bağlantılıdır. Atlantik sistemi Türkiye'ye borçlanmayı dayatıyor. Bu sistem içinde kalacaksın diyor. Washington'dan, Brüksel'den yönetilme şartı koşuyor. Yoksa seni önce ekonomik olarak vururum, son çare silahla teslim alırım diyor. Güvenliğinizi sağlayamazsınız üreticiniz ekip biçemez. Patatesin, soğanın fiyatını düşüremezsiniz. Atlantik'te çiftçinizle, emekçinizle boğulursunuz. Artık gözlerimizi manav etiketlerinden kaldıralım, Akdeniz ve Karadeniz’in ufuklarına çevirelim.
Çatal çıkmaz içindeki Türkiye
Türkiye'nin beka sorunu açıktır. Çünkü Türkiye'nin bekasını garanti altına alabilecek bir Hükümet'i yok. Bu seçimlerde ittifaklar örtüsü altında bir çatal çıkmaz vardır:
Cumhur İttifakı: Türkiye borca batmış durumda. Artık borç, borçla çevrilmiyor. Sıcak para ekonomisinin sonu geldi. Hükümet'in ekonomik krize karşı her attığı adım ters tepiyor. Döviz kurlarındaki günlük hareketlilik baş döndürüyor. İş dünyasında ve vatandaşlarda tedirginlik artıyor. Seçim sonrası halk acı reçeteyle karşı karşıya kalacak. Üretim ekonomisine geçiş noktasındaki kararsızlıklar, Türkiye'ye pahalıya mal oluyor. Türkiye'nin önünde üretim ekonomisine geçmekten başka çare bulunmuyor. AKP-MHP bloğunun üretim ekonomisine geçişte ayak sürüdüğü ayan beyan görülüyor. Artık bu ekonomik model sürdürülebilir değil. Yine Millet İttifakı'nın ABD tehditlerine karşı komşularla işbirliği konusunda yalpalayan siyasetleri, güven vermemesi büyük bir sorundur. AKP-MHP çıkmazdadır.
Millet İttifakı: ABD'nin savaş senaryolarına, PKK'ya 25 bin TIR silah yardımı yardımı yapmasına rağmen onlar için beka sorunu yok. AKP'nin boşalttığı BOP Eşbaşkanlığı koltuğuna oturmak için can atıyorlar. Türkiye'nin parçalanması, yeniden Atlantik sistemine dahil olması, yeniden açılım sürecine dönülmesi artık birer hayaldir. Türkiye'yi S-400'den vazgeçirmeye çalışmak, NATO içinde kalmasını sağlamak, Kıbrıs'ta müzakere masasının kurulmasında ısrar etmek, Doğu Akdeniz'deki sondaj faaliyetlerinin durdurulmasını istemek, Türkiye'nin güvenliği ile çelişkilidir. Bu güvenlik politikalarında ısrar etmek çözüm değildir. CHP-İyi Parti-HDP-Saadet Partisi ittifakı da çıkmazdadır.
Tek çözüm
Türkiye bu çatal çıkmaza mahkum edilemez. Türkiye'nin önünde tek yol var. Üretim ekonomisini kurmak ve vatana yönelen tehditleri bertaraf ederek bütünlüğü sağlamak. Üreticinin baş tacı olmasından, Atlantik sistemi yerine Türkiye'nin Asya'daki yerini almasından başka çare yok.
Önümüzdeki sorunları görelim. Esas sorunlara odaklanalım. Yarını görelim. Gözümüzü ufka dikelim. Türkiye'nin emekçilerinin, üreticilerinin, işadamlarını gözü çok yakında buraya dönecek. Türkiye büyük karar ve çözüme ilerliyor. Çünkü esas sorunlar biz görmesek de üzerimize geliyor. O zaman bunlarla yüzleşmek zorunda kalacağız. Çözüm doğru programı tercih etmekten geçiyor. İyi düşünün, taşının. Yarını kurmak için geç kalmayalım.
29.03.2019
Millenium Challenge için: 
http://hepelestirenadam.tumblr.com/post/183113265997/bug%C3%BCn-28%C5%9Fubat-28-%C5%9Fubat-bin-y%C4%B1l-s%C3%BCrecek
Noble Dina için:
https://elestirikosesi.tumblr.com/post/174790894424/noble-dinan%C4%B1n-%C3%B6yk%C3%BCs%C3%BC
Karadeniz'deki tehdit için: 
https://elestirikosesi.tumblr.com/post/180626293529/ukrayna-gerginli%C4%9Finin-hedefi-t%C3%BCrkiye
25 notes · View notes
baybaykus · 5 years
Text
Barış Balcı
Union européen'de Product manager
Önceden Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı'da Project Coordinator
İTÜ'de TEMEL BİLİMLER BÖLÜMÜ okudu
Davutpaşa Anadolu Lisesi'de okudu
Bodrum, Muğla'da yaşıyor
''Bunlara gerizekalı dediğimde bana kızıyorlar, ya şimdi olayı kısaca anlatacağım bana hak verip vermemek sizin düşüncenizde...
Rusya'dan Antalya'ya erken rezervasyonla 20 dolara herşey dahil müşteri alıyor Rus turizm acentaları.Velhasıl Antalya otellerinin %98'i bu şekilde acentalar ile çalışıyor.Sonuçta bu paranın 10 doları bizim otellerimize kalırken geri kalan 10 doları ise Rus turizm acentalarına kalıyor.Ülkelerindeki ekonomik sıkıntıdan dolayı İki yıldır fiyatlara zam yapılamıyor, düşününki 30 dolara müşteri bulamıyorlar Antalya'daki herşey dahil sistem otellere.Şimdi asıl konuya gelirsek bu Rus acentaları Türk Turizm Bakanlığından uçak başına 5.000 dolar turizm teşvik pirimi ile %50 yakıt desteği alıyorlar.Üstüne havalimanı ücreti de ödemiyorlar.Her uçak ise ortalama 200 Rus turist getiriyor.Peki kişi başı otellerimize ne kadar kalıyordu? 10 dolar x 200 = 2000 dolar, biz ne ne kadar veriyoruz bu adamlara? 5000 dolar+uçak yakıtı !..
Gelelim Bodrum'a, Almanların TUI Turizm Acentasına bağlı Mein Schiff gemileri buranın limanına uğruyor,nitekim gemilerin hepsi öğlene doğru gelip akşama doğru gidiyorlar. Alman Firması gemilerindeki yolcu sayısıyla isim listesini limana teslim ediyor ve getirdiği her yolcu başına Türk Turizm Bakanlığından bu firmanın hesabına 30 dolar turizm teşvik pirimi yatıyor.Eğer 2500 yolcu getirmiş ise 30x2500= 75.000 doları cebine atıyor,fakat çoğu zaman Bodrum esnafı bu yolcuları görmüyor bile,yine çoğu bırakın yemek yemeyi bir çay veya kahve dahi içmeden gemisine geri dönüyor.Yalnız buradaki asıl olay Mein Schiff gemileri Bodrum'dan sonra Yunan Adalarına uğruyor ve Yunanistan bu gemilerden yolcu başına 27 dolar liman hizmet ücreti olarak para alıyor.Anlayacağınız Bodrum'a kısa süreli uğrayan bu gemilerin hepside aslında Yunanistan'daki liman konaklamalarını bedavaya getirmek için Bodrum'a geliyorlar.Yoksa sevdiklerinden değil yani !...
ÖZETLE PARAYI TÜRKİYE'DEN ALIP YUNANİSTAN'A VERİYORLAR !.
Şimdi bu gerizekalılar birde biz turizm yapıyoruz diye övünüyorlar,halbuki yabancı turizmcilerin tecavüzüne uğruyorlar haberleri yok !..
Evet,tekrar tekrar söylüyorum bunlar gerizekalı !
Haksızmıyım?
Haydin afiyet olsun...
2 notes · View notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Müslümanlaşmış Kripto Rumlardan Göktengriciliğe Uzanan Türk Ulusal Kimliğinin Tarihsel Oluşum Evreleri Üzerine
Tumblr media
Emeğin tarihsel yayılım hareketi/devinimi açısından ele alındığında görülecektir ki; merkez ve merkez-karşıtı konumlanışlardan farklı olarak merkez-çevre konumlanışlar da feodal-soy-devletinden kapitalist-ulus-devlete geçiş süreçleri ilk önce oligarşik-yasama, sonrasında aristokratik-yürütme ve sonrasında da jülistokratik-yargı erklerinin/kastlarının oluşumu ile birlikte tarih sahnesine çıkmaktadır. Başka bir deyişle, merkez-çevre konumlanış içinde olan ülkelerde burjuva devlet cihazının inşası genel hatlarıyla bu üç evreden geçerek meydana gelmektedir.
19 Yüzyıl’ın sonlarına doğru Osmanlı “anayasal monarşisinin” temellerinin padişah/halife öncülüğünde atılması; ıslahat fermanı, tanzimat reformları ve buna benzer ön-burjuva reformist süreçler neticesinde oligarşik-yasama organının kuruluşu, ikinci olarak da 1908 İttihat Terakki/Jön Türk hareketi sonrasında kurulan aristokratik-yürütme erki ve son olarak da 1923’de jülistokratik-yargı/kast yapılanmasının, "Cumhuriyet’in ilanı’nıyla, yani cumhursuz Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte; merkez-çevre de yeni bir kapitalist rejimin kendi (emek güçleri oranında) “tarihsel döngüsünü” tamamlayarak ortaya çıkışı, bu üç aşamayı içermekte ve kapsamaktadır.
Bu nedenlerden dolayıdır ki; T.C. devleti doğusundan itibaren bu üç alanda, yani yasamada ki oligarşik, yürütmede ki aristokratik ve yargıda ki jülistokratik kast örgütleri tarafından şekillendirilen prusyatik tipte bir kapitalist devlet yapısı biçiminde gelişmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan yeni rejimin kurucu ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkmış olan Kemalizm’de (ya da bu ideolojiye ne isim vermek isterseniz!) resmi tarih yazımının iddia ettiğinin aksine en başından beri “anti-emperyalist” bir hareket (ve ideoloji) olmayıp, aksine başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere dönemin büyük minimal-emperyalist güçlerinin ve Sovyet-proletaryan-kapitalizminin himayesinde kurulmuş olan bir yarı-tarım ve yarı-sanayi sömürgesi biçiminde ki tarihsel gelişimini bugüne kadar sürdürmüştür.
Osmanlı'dan T.C’ye kadar olan süreç bütünsel olarak değerlendirildiğinde görülecektir ki; T.C’nin devraldığı Osmanlı Devleti ve onun “çekirdeğini” oluşturan “Osmanlı beyliği” üç gücün karma bir bileşiminden oluşmaktaydı. Başka bir deyişle, “Ermeni-Rum-Müslüman ittifakı”na dayalı bu yapı (“söğüt toplantısı”ndan itibaren) liderlik konumunda olan Osman bey olsa da aslında bir ittifak politikasının eseriydi ve Osmanlı'nın hem o dönemde hem de daha sonra ki dönemlerde geniş bir coğrafyayı fethetmesi ve bu bölgelerdeki farklı halkları kendi tebaası haline getirmesini sağlayan da yine bu “üçlü ittifak” siyaseti olmuştur. Lakin bu durum; ne geçmişte ne de günümüzde hem resmi tarih yazımı hem de gayri resmi tarih yazımı tarafından görülmek istenmeyen bir olgudur.
Osmanlı’nın kuruluşunu belirleyen faktörlerden biri de; “Anadolu Birliği” projesinin kökeninde “Türklerin” Anadolu’ya hamicilik-koruma maksatlı gelmiş olması gerçeğidir. Keza; Pers işgaline karşı Malatya Kalesi’ni savunmak için Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) tarafından çağrılan Alpaslan ve birlikleri Malatya komutanlığına getirilmiştir. Alpaslan bu bölgedeki diğer Kürt beylikleri ile de uyum içerisinde çalışmıştır. Başka bir deyişle, hem Bizanslıların, hem Kürtlerin, hem Ermenilerin, hem Rumların “koruyucu gücü” olarak gelen Alpaslan Pers-İran saldırısını geri püskürterek bu halklar üzerindeki kendi hamicilik konumunu da güçlendirmeyi başarmıştır. Bu yüzden 10. Yüzyıl’dan itibaren Türklerin Anadolu çoğrafyasındaki algılanış biçimi korumacı-hamici bir anlayışa da tekabül etmiştir. 14 Yüzyıl’la gelindiğinde de yine bu korumacı-hamici algı sayesinde Osmanlı Devleti’ni kurmayı başarmışlar ve tabii ki bunu Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin ve diğer halkların desteği ile gerçekleştirmişlerdir.
Diğer bir deyişle, Alpaslan’ın Malatya savunmasıyla Persleri püskürtmesi neticesinde, bu dönemden itibaren Türk algısı hamicilik-korumacılık ile eş değer anılmaya başlanmıştır. Bu durum Osmanlılara Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve diğer halklar üzerinde etkin bir feodal-politika yapma olanağı da sağlamıştır. Dolayısıyla; hem geçmişte hem de günümüzde “kriptoculuğun” devşirmecilik olması, asıl olarak kriptoculuğun bu çoğrafyadaki hamicilik-korumacılık politikaları ile özdeş bir algıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Dikkatli bir şekilde incelenirse görülecektir ki; Osmanlı feodal devlet sistemi içinde kazaskerler ağırlıklı olarak “Ermeni dönmesi” iken, veziriazamlar ise ağırlıklı olarak “Rum dönmesi” idi, genel olarak siyasal iktidar ve yönetsel mekanizmalar ise "müslümanların" (Padişah, Halife vs.) elindeydi. Lakin; bu yapı Osmanlı'nın çöküş döneminde adım adım parçalanmaya başladı. 1915’de Ermenilerin tehcir edilmesi, İttihatçıları ve onların devamcısı Kemalistlerin İngiliz ve Batı desteği ile halifeliği ve padişahlığı lav etmesi ile birlikte, güç/iktidar zaman içinde “müslümanlaşmış rum” kökenli “kripto” unsurlara geçmeye başlamıştır.
Dahası; Osmanlı “derin devleti”nin asıl merkezi olan Rumeli ve onun yansıması olan Rumeli hamiciliği ile birleşen krito “Rum” çeteciliği, Ermeni etkisinin ve İngiliz himayesinde padişahın yollanmasına ve hilafetin lav edilmesine bağlı olarak, Anadolu hamiciliginin de zayıfladığı bir evrede yeni “Türk ulusal kimliğinin” yukardan aşağıya doğru devlet eliyle inşa edilmesine de öncülük etmiştir. Kuşkusuz İttihatçı/Kemalist kadrolar bu mirasın içinden çıkmış, en basitinden bir kripto Rum çetecisi olan Topal Osman vakasında da görüldüğü gibi, şayet “müslümanlaşmış rum” desteği olmaksızın da bu kadroların eski Osmanlı nizam-ül mülk'ünü (devlet düzenini) devralması da mümkün olamayacağı gibi, Orta Asya dinsel kimliği içinden çıkan Şaman Gök-Tengri-cilik imgesi vesilesiyle de bir şaman tanrısı olan Türklük kimliği üzerinden, yani bir dinden/inançtan etnisite-ırk ve burjuva ulus-devlet yaratma projesi içinde uygun tarihsel/nesnel koşullar da oluşmuştur.
Türklük ne bir ırk ne de bir etnisite'dir. Türk kavramı gök-tengri-cilik'ten gelir. Aslında Türk (Tıngrı/Tengri) Şaman inancına özgü bir doğa-tanrı'sıdır. Türk kavramının ulusçuluk ile eş anlamlı olarak ideolojik bir boyut kazanması büyük oranda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başlamıştır. Onun öncesinde Osmanlı kendisi için asla Türk dememiştir. Hatta kendi tarihinde bugün ki modern anlamıyla Türklere değil ama o günün Türkmenlerine dahi ikinci sınıf insan gözüyle bakmış ve onları sürekli olarak aşalamıştır. Feodal bir devlet yapısından kapitalist bir devlet yapısına geçişte ulusal pazarın ve ulus devletin inşa edilmesi için gereken ideolojik çimento “sekülerleşmiş tengricilik heyyulası” olmuştur. Başka bir deyişle, dinden ırk-etnisite yaratılmaya çalışılmasının bir başka nedeni de "Türk burjuvazisi"nin kendisine olan güvensizliği ve zayıflığıdır. Ki pek çok başka ülkede de feodal dinsel kimliklerden ve inançlardan kapitalizm ile birlikte modern ulus inşasına geçiş yapılmıştır. [1].
Bizzat Mustafa Kemal (kendisine verdiği resmi isimle “Atatürk”) bu konuda antropolojik ve arkeolojik çalışmalar yaptırmış (Orta Asya ülkelerine bilimsel ekipler yollamış), Türklüğün bir ırk ya da etnisite olmadığını, Şaman inancının/tanrısının bir parçası olduğunu anlayınca da kendi ulusçuluk anlayışını daha çok "asimile edici kültürel milliyetçilik eksenine" oturtmaya çalışarak, "Ne Mutlu Türküm Diyene!" şoven şiarını öne çıkarma gereği duymuştur. Yani bugün ki Türkiye Türklüğünün (ve hatta “Anadolu İslamı”nın) dinsel çıkış noktası Orta Asya Tengriciliğine ve ritüellerine dayansa da, bu kimlik asıl olarak (kendi tarihsel özünden koparılarak) yeni rejimin ve teocu/postçu Kemalizm’lerin ideolojik ve politik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiştir. Örneğin, bugün bile minimalist-türk-ulusçuluğu ile glokalist-türk-ulusçuluğu arasındaki yarılma vesilesiyle ortaya çıkan kimlik bunalımının/bekaa sorunun temelinde de yine aynı kimlik karmaşası yatmaktadır.
Ne ilginçtir ki; Ankara’daki ilk meclis açılışını da Topal Osman ve Çetesi yapmıştır. Ulus’taki ilk meclis binasına gidilirse bu şahısların resimleri rahatlıkla görülebilir. Daha da gerilere gitmek gerekirse; İngilizler Çanakkale’de Alman komutası sayesinde geri püskürtülmüştür. Lakin; Almanların Fransız cephesi düşünce, Almanlar Osmanlı’dan geri çekilmek zorunda kalmışlardır. İşte o zaman “geçilmez!” denilen Çanakkale’den İngiliz gemileri geçerek Osmanlı Payitahtını işgal etmişlerdir. Artık Osmanlı bir İngiliz mandası olmuştur. Bu süreçte; İstanbul hükümeti aracılığı ile Ankara hükümeti kurulup “ılgaya-mülga” oluşturulmuştur. Yeni kurulan Ankara hükümetinin mebusları İstanbul hükümetinin bir kısım mebuslarıdır. Tabii ki bu meclis İngilizlerin onayı ile kurulmuştur. Resmi tarihin iddialarının askine; asıl kurtuluş savaşı Yunan işgal kuvvetlerine karşı Kuvayi-seyyare birlikleri tarafından verilmiştir. Örneğin, Doğu’da Karayılan-Şahin Bey ve birlikleri (kürtler, Araplar vs.) Fransızlara karşı, Batı’da Çerkes Ethem ve birlikleri (Efeler ve Yörükler) Yunanlılara karşı silahlı bir mukavemet/gerilla savaşı yürütmüşlerdir. Ne trajiktir ki; yine aynı isimler resmi tarih yazımı tarafından da "hain" ilan edilmişlerdir.
Öte yandan, Bolşevik kızıl birlikler Çarlık’tan geriye kalan beyaz askerleri ezip T.C’nin kuruluşuna yardım ettikleri gibi, T.C’yi tanıyan ile devlette Sovyetler Birliği olmuştur. Erzincan Uluç (İlyiç) kasabasının adı Atatürk tarafından Lenin’e ithaf edilerek verilmiştir. Lenin tarafından bu dönemde altın, silah ve para yardımı yapılmıştır. Özellikle de ağır silahlar Kuvayi-Milliye’ye teslim edilmiştir. Öte yandan, Karadeniz’de 1919-1923 aralığında gerçekleştirilen katliamlar (özellikle de Pontos Rum katliamı) Sovyet generallerinin raporlarına kadar yansımıştır. Bu raporlardan bazılarını yazan iki Sovyet generalinin heykeli bugün Taksim meydanı’nda bulunmaktadır. Aslında olup biten kabaca şudur; İngilizler ve Fransızlar işgal ettikleri tüm Osmanlı bakiyesi üzerinde yeni bir “Cumhuriyet”in kuruluşuna ön ayak olarak geri çekilmişlerdir. Dolayısıyla; resmi tarihte iddia edildiği gibi İngilizler yenilmemiş T.C’nin kuruluşunu sağlayıp geri çekilmişlerdir. Giderken de işi garantiye almak için padişahı/halifeyi esir alarak gemiye bindirip İngiltere’ye götürmüşlerdir. Bugün bile hanedan soyundan Osmanlı torunlarının bir çoğunun İngiliz vatandaşı olması da tesadüf değildir.
İstanbul’da kalan en son İngiliz gemisi 1941 yılında ülkeden ayrılmıştır. Yine kurtuluş savaşı sırasında Fransızlar onbinlerce silahı ve cephaneyi Kürt kuvayicilerine teslim etmiştir. İstanbul ve Marmara bölgesinde İngiliz işgaline karşı mukavemet eden TKP (Türkiye Komünist Partisi) dahil, diğer Rum ve Ermeni milliyetçi-devrimci gruplarından resmi tarih hiç bahsetmez. O dönem için Osmanlı bakiyesinde ve genel olarak Ortadoğu’da hangi taşın altı kaldırılsa İngilizler çıkar. Yine İngiliz Başbakan’ı Churchill ile Mustafa Kemal’in Kastamonu’da buluşmasından resmi tarihte hiç söz edilmez. İttihatçılar ne derece Alman yanlısı olsalar da, İttihatçılığın içinden çıkan Kemalistler de bir o kadar İngiliz yanlısı bir siyaset yürütmüşlerdir. Resmi tarih yazımında yok sayılan bir gerçek olarak; İttihatçılar ve Mustafa Kemal İngiliz Başbakan’ı Churchill ile birlikte Doğu, Batı ve Orta Karadeniz’i dolaşmıştır. Karadeniz’deki Pontos Rum katliamı da yine hamicilik politikası ile yetiştirilmiş “kripto-rumlar” tarafından gerçekleştirilmiştir. Topal Osman ve çetesi de kripto-rum çeteciliğinin bir uzantısıdır.
Ermeni katliamlarında da yine bu kripto Rum, Çerkez, Kürt vs. kimlikler ön plandadır. Dahası; kimilerine “çılgınca” gelecek olsa da; padişah/halife Ali Osman’ın İngiltere’ye götürülmesi neticesinde Osmanlı devlet geleneğinden devralma “vezirlik” ve “ulemalık” makamlarına denk düşen yarı-feodal ön-modern kurumlarda bu devşirme-kripto-rumlara kalmıştır. Bugün bile dikkatli bir şekilde araştırıldığında bu kripto-ailelerin devlet ve bürokrasi içindeki “torunları” görülebilir. Yalçın Küçük ve benzeri kimi yazarlar “sebatayistlik” ile uğraşacağına “kripto-rumlarla” uğraşsaydı belki bir arpa boyu yol alabilirlerdi. Keza; bu kriptolar resmi bir kurtuluş savaşı tarihi üreterek, İngilizlerin ve Rusların-sovyetlerin himayesinde bir “cumhuriyet” kurmuşlar ve bu sürecin sonunda ülke dönemin “en zeki politikacısı” konumunda olan Mustafa Kemal Paşa’ya teslim edilmiştir. Kısacası olup biten bundan ibarettir.
Bazılarına “abartılı” bir çıkarsama gibi gelse de, bugün Topal Osman’ın “torunları” (“Trabzon Cumhuriyeti”) hala “Türk derin devleti”nin başındadır. Keza; Türkiye’de asıl sorulması gereken soru şudur: “Devlet mi çeteleşmiştir? Yoksa çeteler mi devletleşmiştir?” Kuşkusuz bu sorunun Türkiye Cumhuriyeti’ndeki karşılığı/cevabı “çeteler devletleşmiştir!” olacaktır. Zira; Topal Osman ve çetesi de dahil olmak üzere “gayri nizami hukuk cemiyetlerinin”, müdafai hukuk cemiyetlerinin altına alınması, gerçekte tüm çeteleri birleştirme kararı olup; müdafai hukuk cemiyetlerinden kuvayi-milliye oluşturma adımları da çetelerin devletleşmesinin temellerinin atılması manasına gelmektedir. Elbette ki kendi özgünlüklerini ve tarihselliklerini gözardı etmeden söylemek gerekir ki, dünya üzerindeki tüm kapitalist devletler ister Batı’da olsun, ister Doğu’da olsun benzer şekillerde oluşmuştur. Batı’da da ister İngiliz, ister Fransız, ister Amerikan vs. ön-burjuva-çeteleri olsun, hepsi benzer yollardan geçerek devletleşmişlerdir. Hemen hemen bütün ülkelerde feodal yapının tasfiyesi ve sanayi emeğine dayalı kapitalist devletlerin ve ulusal pazarların inşası çatışmalı ve kanlı süreçlerden geçilerek tamamlanmıştır.
Ne tesadüf ki; (bu tespit kimi proletaryan-marksistleri kızdıracak olsa da!) Sovyetler Birliği’ninde de benzer bir şekilde proletaryan-efendici-devletleşme sürecinin tamamlandığı düşünülürse (Sovyetlere ilişkin bürokratik yozlaşma ve çürüme eleştirileri anımsayalım!), burjuva devlet teorisinin/felsefesinin doruk noktası olan Hegel’in yasama, yargı ve yürütme erklerine dayalı “üç bacaklı” devletiyle bağlantılı olarak, kapitalizmin kendisini bir devlet formuna dönüştürmek için çeteleşme/kastlaşma yoluna gittiğini de peşinen söylememiz gerekir. Dolayısıyla; sosyalist devletin kapitalist devlet gibi “çeteleşmemesi/kastlaşmaması” için en temel panzehir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde toplumsal/vatandaş denetim/ağı kurumundan başka da bir şey değildir. Aşağıdan yukarıya doğru yükselen bireysel ve toplumsal denetimin olmadığı bir yerde sosyalizmin yeşermesi de asla mümkün olmayacaktır.
Ayrıca; Topal Osman konusunda şu ekleri de yapmakta yarar vardır: kripto-hamici bir “rum” olan Topal Osman Ankara hükümetinin oluşumunda ve kurulmasında yer aldığı gibi, meclis muhafız alayının da komutanı idi. Bir emsal olarak Topal Osman neden önemlidir? Keza; Topal Osman bugün için devletleşmiş olan çetelerin ön proto-tipolojisi’dir. Bazılarına saçma gelecek olsa da; çetelerin devletleşmesi süreci Topal Osman’la başlamıştır. Dolayısıyla; Cumhuriyet’te bugüne kadar masa başında kurulmuş olan bürokratik bir yapı olarak kalmıştır. Bu yüzden de demokratik bir cumhuriyet bu topraklarda şimdiye kadar yeşerememiştir. Pontos rumlarını katleden devşirme kripto hamiciler devletleşmiş çete geleneğinin de temellerini atmışlardır. Hatta Kürtleri “gavurlara karşı savaş” adı altında Ermenilere karşı örgütleyenler de yine aynı kripto-hamiciler olmuştur. Lakin; bu gerçekler hiçbir zaman (sollar içinde bile) tam manasıyla tartışılamamıştır. Keza; konuların “ürkütücülüğü” (başımıza iş alırız/tepki çekeriz/taraftar kaybederiz düşüncesi!) bu türden konuların tartışılmasını da geçiktirmiştir.
Bu yaşananlar dönemin ruhu açısından aslında “doğal” bir durumdur da. Keza; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, feodal döneme özgü dinsel kimliklerin ve inançların ulusal pazar ve ulus devlet yaratma sürecine girmiş olan “Türk burjuvazi” tarafından modern ve seküler kimliklere dönüştürülmeye çalışılması, yalnızca T.C’ye değil, benzer kapitalistleşme süreçlerini yaşayan hemen hemen tüm toplumlarda da görülmüş olan bir “ideolojik kırılma” durumudur. Bu yüzden çok milletli, çok etnisiteli bir feodal imparatorluktan (resmi ideoloji gereği) tek uluslu bir yapıya geçişte “ulusal kimliğin” çimentosu olarak Şaman Tanrısı olan Türklüğün öne çıkarılması ve geri kalan tüm kimliklerin baskılanması da yine sanayi emeğinin monist (tekçi/birci) yapısının bir sonucudur. Başka bir deyişle, Osmanlı’dan devri miras alınan yapının tek bir potata eritilerek ortak bir “ulusal bilincin” inşa edilebileceğine ilişkin kanaat tarım emeğinden sanayi emeğine geçiş koşullarının tekleştirici/bircileştirici özelliklerini de taşımaktadır. Dolayısıyla; bu tekleştirici/bircileştirici hedefe (hristiyan toplulukları bu çoğrafyadan silerek homojen/kaynaşmış türk-müslüman bir ulus yaratma hedefine) ulaşılabilmesi içinde yüksek dozda katliamcılığa, ırkçılığa, şovenizme, ayrımcılığa vs. başvurulmuştur.
Bu nokta da Osmanlı millet sistemi içinde yer alan “Türk dışı” kimliklerin; örneğin Ermeni ve Rum kimliğinin (hristiyan toplulukların) ya da yeni Türk kimliğinin “bekası” için gerekli görülen “sünni-müslüman” kimliğinin dışında kalan Kızılbaş-Alevilik ve benzeri inanç gruplarının Cumnuriyet tarihi boyunca baskılandırılması, asimilasyona tabi tutulması ve aşağalanması da, yine bu sürecin bir parçası olmuştur. Lakin; böylesi bir hamicilik anlayışı kendi kökenlerindeki “müslümanlaşmış rumluk” izini silmek pahasına ya da bu geçmişi unutturmak pahasına, oluşturmaya çalıştığı Türk kimliğini dahi, “Türklüğe karşı Türklük”, “Müslümanlığa karşı Müslümanlık” vs. biçiminde kurguladığı içindir ki; oluşturulmak istenen yeni yapının (dar kalıbın) açmazlarından dolayı da ortaya patalojik bir kimlik bunalımı (“Beka sorunu”) çıkmıştır.
Bugün bile Türk kimliği etrafında şekillenmiş olan neredeyse tüm sol/sağ politik-ideolojik hareketlerin “bölünme ve parçalanma korkusuna” dayalı savunmacı bir refleks içinde olması da elbette ki bir raslantı değildir. Bu nedenlerden dolayıdır ki; aynı kesimler için Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler vs. daima “potansiyel bir iç tehdit” (mahzemesi!) olarak algılana gelmiştir.
Günümüze kadar süre gelen bütün bu “Türklük”, “Kürtlük”, “Müslümanlık”, “Rumluk/Pontosçuluk”, “Kızılbaşlık-Alevilik”, vs. tartışmaları aslında bugünün tartışmaları olsa da, kökü itibariyle dünün çözüme erdirilememiş olan “demokratizm” sorunlarının devlet ve toplum yaşamındaki gerilimli fay hatları olmaya bugünde devam etmektedir. Ne yazık ki genel olarak sol cenahta da bütün bu tarih ağırlıklı olarak burjuva popülizmi ve Batı tipi moderniteye/ilerlemeci/aydınlanmacı düşünceye dayalı bir şekilde okunduğu içindir ki; aslında bu “sol” tarihçiliğin burjuva tarihçiliğinden içerik ve biçim açısından pekte bir farkı yoktur.
Son dönemde T.C’nin bir “reis-cumhuriyeti”ne geçiş yapmaya çalışması da hiçte tesadüf değildir. Keza; glokal-kapitalist-restorasyonun ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir tarzda gelişen “reis/şaman cumhuriyeti” bunun en somut kanıtıdır. “Türk tipi başkanlık” olarak cilalanan ve sözde toplumdan rıza(lık) alınarak (dayatmalı/plebisiten referandum/seçimler yoluyla) kurulmaya çalışılan bu sistem, tam da bu tarihsel mirasın bakiyesine uygun olarak gelişmektedir. Türk-reis-başkanlığı ya da Türk-reis-memur-sultası şeklinde gelişen bu sistem; “memur şaman tanrılarının yeryüzündeki krallığını” kurmaya çalışırcasına, Bay-ülgen’in elindeki Tuğ-ran asasını toplumun üzerinde sallayarak hegemonyanın/rızanın yeniden üretimini sağlamaya çalışmaktadır.
Gökteki baş(kan)-tıngrı-tengri-tanrı misali; glokalizmin asası olmaya soyunan bu memur-çetesi, yasamadaki oligarşik, yürütmedeki aristokratik ve yargıdaki jülistokratik kast yapılanmalarının bir devamı olarak, mevcut usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının/yasalarının arkasına saklanmakta ve vatandaşın ister atanmış olsun ister seçilmiş olsun devlet memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleme hakkını gasp etmeyi sürdürmektedir. Şayet cumhuriyet adı üzerinde; bir “cumhur-iyet” ise, yani (teori de) yetkiyi halktan aldığını iddia eden bir sistem ise, bu cumhuriyetin demokratik bir yapıya kavuşabilmesi ancak toplumsal bir denetim kurumunun inşası ile mümkün olacaktır.
Vatandaşın; seçme, seçilme, geri çağırma, hesap sorma ve denetleme hakkının olmadığı bir yerde ne bir cumhuriyetten ne de bir demokrasiden söz edilebilir. Bunların olmadığı yerde yalnızca çetelerin sözde “demokrasisi” ve “cumhuriyeti” vardır. Toplumsal denetim savunulmadan demokrat olunamayacağı gibi, vatandaş denetiminin olmadığı bir yerde memur-çetelerine ve onların bürokratik usul/yetki diktatörlüklerine karşı da mücadele edilemez.
Şayet her vatandaş/emekçi sınıflar bireysel ve toplumsal olarak memur-çetelerinin gücünün asıl kaynağı olan usul yasalarına ve kanunlarına karşı mücadele ederse; bu sayede çetelerin vatandaşı ezmek için kullandığı burjuva bürokratizmi gerileyeceği gibi, denetimin aşağıdan yukarıya doğru, özellikle de en alttan/muhtarlıklardan başlayarak en üstte/cumhur’un başına kadar uzanan eli, şimdilik kapitalizmin sınırları içinde de olsa vatandaşa/emekçi sınıflara doğrudan demokrasi ilişkilerine dayalı bir sisteme geçiş yapma yolunda önemli bir mevzi de kazandıracaktır.
Kuşkusuz bu mücadele tek başına sosyalizm mücadelesi anlamına gelmese de, yalnızca bu şekliyle bile denetim mücadelesi sosyalizme giden yolda yürütülmesi gereken demokrasi mücadelesinin de en ileri ve en radikal biçimi olma özelliğine sahiptir. Bu sebepledir ki; denetim mücadelesi tek başına sosyalizm mücadelesi olmasa da, bu mücadele sosyalizme giden yolda engel oluşturan taşların kısmi olarak temizlenmesi ve devrimci güçler için yolun açılması anlamına da gelmektedir.
Kapitalizme ve onun memur-çetelerine karşı mücadele de öz-denetim kurumları mücadelesi demokratizmin olmazsa olmaz mücadele biçimlerinden yalnızca biridir. Aksi takdirde; burjuva devletlerin hiçbir şekilde “demokratikleştirilemeyeceği” ön kabulunden hareketle (ki bu açıkcası metafizik bir önermedir!), sosyalist devletin çekirdeğini/zeminini oluşturacak olan toplumsal denetim fikrinin, yine kapitalizmin içinde gerçekleşecek olan bir dizi mücadeleler sonucunda maddi ve somut bir biçim alacağı gerçeği de göz ardı edilmiş olacaktır.
Bu yüzden emekçi sınıfların demokratik alanda yürütecekleri her türden mücadelenin merkezinde yer alması gereken asıl perspektif toplumsal denetim hareketinin her yönüyle örgütlenmesi meselesidir de. Böylesi bir bakış açısı emekçi kitleler arasında yaygınlaşmadığı müddetçe, sosyalizm mücadelesi de dahil olmak üzere diğer mücadele alanlarında ilerleme kaydedilebilmesi de mümkün olmayacaktır.
Dipnot
[1] Feodal dönemde kralın/padişahın tebası olan halk, kapitalist dönemde “ulus” mertebesine yükseltilmiştir. Lakin; geçmişte (feodal/teolojik din devletinde) padişah/kral tanrının yeryüzündeki vekili iken, modern dönemde seçimle gelen burjuva “kral/padişah” bu defa ulusun vekili-hamisi haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, ulus/emekçi sınıflar seçimle (temsiliyetçi-faşizm ile) gelen “padişahın/kralın” tebaasıdır. Gerçekte ise, tanrı, ulus, seçim vb. gibi kavramlar her daim burjuvazinin ve yönetici sınıfların elinde kullanışlı birer ideolojik hegemonya aracı olarak kalmıştır.
25.05.2019
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
yenicag · 5 years
Text
Kudret dengenin kurulmasından memnun olmuş
Kudret dengenin kurulmasından memnun olmuş
YKP Sekretarya üyesi Alpay Durduran son siyasal gelişmeleri değerlendirdi. Açıklama şöyle:
Sanki emrinde uçak gemileri, denizaltılar, uçaksavar ve denizaltılar var, savaşacak bol asker ve masraflar için de bol para var, Yavuz araştırma gemisinin denizimize gelmesine memnun olmuş; “denge kuruldu” buyurdular! Artık Rum Yunan ikilisi karşılıksız atıp tutamayacak Kudret de tüm kudreti ile oyuna…
View On WordPress
1 note · View note
barisapaydin · 6 years
Photo
Tumblr media
HALİME ÇAVUŞ: Kadın olduğu halde vatanını, milletini, bayrağını, dinini korumak için "erkek kılığına giren", günümüzde askerliği bedelli yapmak için kanun çıkmasını dört gözle bekleyen erkeklerin yüzünü kızartan Kurtuluş Savaşı kahramanıdır... Asıl adı Halime Kocabıyık'tır... 1898 yılında Kastamonu'nun Duruçay köyünde doğmuştur... Milli Mücadele yıllarında ailesinin tüm engellemelerine rağmen savaşa katılmıştır... Erkek kılığına girerek İnebolu'dan Ankara ve Sakarya'ya cephane taşıyan yardım kolunda görev almıştır... Bu işin üstesinden "kadın olmasına rağmen" başarıyla gelen Halime Çavuş, soğuk bir kış gününde İnebolu'yu denetlemeye gelen Mustafa Kemal Atatürk ile karşılaştı... Soğuk hava ve kar yağışına rağmen üzerindeki montu cephanenin üstüne örten Halime Çavuş, Mustafa Kemal Atatürk ile beraberindeki heyetin dikkatini çekti... Mustafa Kemal Atatürk, cepheye taşıdığı mermileri kendi hayatından bile fazla önemseyen bu askeri görünce çok etkilendi ve ona "Neden üstündeki montu mermilerin üzerine örttün, üşümüyor musun?" diye sordu... Halime Çavuş ise "Benim üşümem önemli değil. Bur mermi cephane yüzlerce belki de binlerce askerimizi koruyacak." demiştir... Bu cevap üzerine Atatürk, Halime Çavuş'tan kimliğini istedi... Kadın olduğunu anlayınca yaverine, Halime Çavuş ile ilgili tüm bilgileri not aldırarak Ankara'ya döndü... Görevine kaldığı yerden devam eden ve savaşta bulunduğu süre içerisinde gösterdiği başarılarla büyük takdir toplayan Halime Çavuş, 9 Haziran 1921 tarihinde Yunan savaş gemileri Kılkış ve Averof'un İnebolu'yu bombaladığı sırada şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak sakat kaldı... Kurtuluş Savaşı sonunda Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara'ya çağrılan Halime Çavuş, Çankaya Köşkü'nde 15 gün misafir edildi... Burada düzenlenen törenle kendisine İstiklal Madalyası ve "Çavuş" rütbesi verildi... Atatürk'ün verdiği emirle maaşa bağlanan Halime Çavuş, daha sonra Kastamonu'ya döndü... Kendisini milletine ve vatanına adayan Halime Çavuş, hayatı boyunca hiç evlenmedi... Kardeşi Hasan Kocabıyık'ın oğlu 13 yaşındaki Sadık Kocabıyık'ı evlat edinerek büyüttü. Hayatının son 6 yılını doğum yeri olan Duruçay köyündeki evinde yatalak olarak geçirdi... Halime Çavuş, 20 Şubat 1976 tarihinde 75 yaşında vefat etti...
69 notes · View notes