Tumgik
#daha ne olsun öyle değil mi
uzaklarasavrulalim · 1 year
Text
Günaydın
4 notes · View notes
noksanbiri · 4 months
Text
yaaani.
biraz iç dökümü gibi mi olacak? genelde benim iç dökümlerim sayfalarca oluyor ama kendime dönük yapıyorum bunu. gün içinde ne olursa olsun kafamı yastığa koyduğum zaman iki üç dakikada uyuyan insanım. bu huyumu seviyorum. yoksa bazı zamanlar hiç uyuyamayacak olmamı düşünmek korkunç. sabah uyandım ama nasıl uyanmak. biraz gergin sinirli garip bu ruh hali. hiç affedemeyeceğim birisi var. gerçek anlamda var. düşüncemde. her anım değil ama çoğu zaman. gel gitlerle aklıma gelen. insanın savunmasız olması da ayrı bir olay zaten oraya girersem eğer hiçbir zaman çıkamam. neyse kaşlar çatık falan bir bardak çay içtim. bugün hastaneye gitmeyeyim dedim kalabalık olacağını düşünerek ee dedim epeydir gitmediğim Çiğbörek yemeye gidelim. biraz uzak aslında ama abartısız Eskişehir’de olan en iyi Çiğbörek. genelde buraya gezmeye gelenler çarşının göbeğinde olan papağan çiğböreğe gidip yağlı tatsız bir şey yiyip beğenmeyip şehirlerine geri dönüyorlar. bir ananemin çiğböreği bi de Alpu'da olan Mehmet amcanın çiğböreği enfes bir şey. gittik işte. Alpu'ya. ama içimde hala garip bir duygu var. birikmişlik. sinir. nefret demek istemiyorum çünkü ben birisinden nefret edebilecek bir insan değilim ama ona yakın bir his işte. geçmiyor daralıyor beni başka mekanlarda bile. galiba kimseye karşı bu kadar negatif duygular beslemedim. bi yandan da kendime kızıyorum. nedir bu diye. alışık değilim çünkü. sinirlerim. kızarım. yeri geldiğinde bağırırım ama bu bu kadar uzun olmaz. biliyorum kendimi. süre gelen bir şey zaten. galiba böyle de gidecek o insan için bu negatif duygularım. neyse. yedik kalktık çok şükür. markete girelim dedik. eneeee iki tane şekerden tatlı küçük köpek yavruları baktılar baktılar baktılar. girdim ekmek aldım küçük küçük parçalayıp verdim önlerine. ilk başta yerken garip garip sesler çıkarttılar sonra alıştılar herhalde bana normal yemeye başladılar. bırakıp tekrar markete girdim. alacaklarımı aldım kasaya doğru baktım köpek mamaları var küçüklerinden aldım çıktım döktüm önlerine. tabii bunu gören üç beş tane büyük köpeklerden gelenler oldu falan bu küçük miniklere rahat vermediler. bunlarda kaçmadı ama kenarıya doğru çekildi. orada olan iki üç esnafa sordum anneleri yokmuş. gelen giden besliyor dediler. arabaya binerken son bir kez bakayım dedim. ama yemin ederim böyle masum bir bakış olamaz. bak yemin ederim. bunları orada bıraksam kesin bir hafta boyunca aklımdan çıkmazdı. eminim buna. ikiside oturmuş boyunları hafif eğri bana bakıyorlar. geri dönüp attım ikisinide bagaja. kaçırdım yani binevi. getirdim eve yol boyunca ise hiç ses etmediler bi ara durdum iyiler mi diye kontrol bile ettim öyle güzellerdi. bıraktım bahçeye. iki üç kediyle şimdiden kanki oldular bile. kümese girdiler tavuklar biraz sevmedi ama zararsızlar. yaaani yazımı söyle sonlandırayım. sabah uyandığımda içimde oluşan duygular birden bire farklı duygulara evrildi. ben oraya gideceğim de bu yavruları bulup geleceğim eve he? kader biraz da böyle herhalde. şimdi bu küçük yavruları birkaç tane isim türetmenizi isteyeceğim. benim fikrim çok standart ama bir anlamı var. birisinin burun ve vücud kısmı siyah diğerinin ise daha beyaz olduğu için. karabaş - akbaş olsun diyorum. sizlerin fikirleri varsa eğer yoruma yazabilirsiniz. sevgiyle.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
123 notes · View notes
1duygusalhikayem · 10 months
Text
Şimdi gidiyorsun
Git
Oysa senden tek bir damla istemiştim
Sana kocaman bir deniz sunmak için
Şimdi gidiyorsun
Git
Ne zaman başladı bu hikaye
Anımsamak zor
Gençtim
Hazırda fırtınalarım vardı dört nala sevdalarım
Komazdı öyle üç-beş nöbetleri
Geceler içimi acıtmazdı böyle
Bir insan bu kadar eksilebilir mi
Hatırlarsan sesine uyku kaçmış bir adam vardı
Bu şehrin biryerlerinde
Düşler ormanının gece bekçisi derdin sen ona
Gözlerinde gizledi o seni sen bilmedin
O adam bendim unuttun mu
Bak sevdiğin adam gülmeyi bile unuttu
Seni unutamadı
İşin kolayına kaçmadım
Uğruna ölmedim yani
Uğruna ölünecek sandığım biri için yaşadım hep
Sen bunu da bilmedin
Ben bir bakışına bin anlam yükledim
Sen aşka kestirmeden gittin
Bir hayatın özetini bırakıp avuçlarıma
Şimdi gidiyorsun
Git
Bana karanlığın ne demek olduğunu öğretmeden
Bütün ışıklarımı söndürüyorsun
Bu cehennem cinayetlerini işliyorsun
Sonra bunlara intihar süsü veriyorsun
Yazıklar olsun yazıklar olsun
Susuyorsun susuyorum susayacaklarım bitmiyor
Hani sen sevdiğini
Yarı yolda bırakacak kadar yüreksiz değildin
Düşmemeyi öğretecektin nerdesin nerdesin
Uzun lafın kısası yoktur
Anlatacağım çok şey var
Hoyrat bir rüzgar gibi geldin
Aklımı hayatımı dağıttın
Şimdi gidiyorsun
Git
Daha ayrılığa bile çarpmadan
Aşk bize döndü
Bir yılan gibi soktun koynuma kimsesiz geceleri
Artık ölüm sana dokunamamaktan kötü değil
Ama sana dokunmak da yasak bana
Göz çukurlarımdaki karanlık bunu anlatır
Sen var ya sen
Allah kahretsin
Yani şimdi
Gözleri sana benzeyen bir kızım olmayacak mı
Yani şimdi başkaları mı sevecek seni
Ben saçlarını okşadığım zaman
Ellerin öksüz kalırdı
Şimdi gidiyorsun git
Kahraman Tazeoğlu
144 notes · View notes
endergelisenataklar · 3 months
Note
Bu Türk erkekelrinin güzellik algısı şundan oluyor çoğu bi %70 i falan olsun hadi çok fazla porno izliyor ordaki kızlara odakalniyor sonra gerçek hayatta da öyle kızlar arıyorlar salak gibi . lan kız güzel olmasa zaten pornoya neden koysunlar. sonra da işte etrafındaki kızları orda izlediği kızlara göre yargılıyor. Çoğu öyle değil tabi de ,bir kızım da şey "ben evde televizyon izliyordum benim suçum ne " shsbmeeosysbnznjswi3. ama söylemeden de edemiycem o %70 lik kısmın Allah belasını versin (camış gibi suratli demene payladım zbzbsnsnzj
meselenin cinsiyet meselesi olduğunu düşünüyorsan yanılıyorsun. daha önce bir anonime güzellik algısı ile ilgili vermiş olduğum bir cevabı kopyalayayım; "kızların barbie’lerle büyütülmesinin gayesi var. bugün hepsi babalarından estetik operasyon için para istiyorlarsa bunun sebebini hiç düşündün mü? artık moda endüstrisiz yaşayamaz hâle gelmemizin sebebi ne? ünideki kızları sabah 10'daki ders için, 6'da kaldırtıp makyajı ve kombini ayarlamaya çalıştıran şey ne? araştırmalara göre 17 yaşındaki kızların %78’i dış görünüşlerinden rahatsız, nedeni ne? bir kadının bir moda dergisini 10 dakika karıştırması kendi vücuduna duyduğu memnuniyetsizliği %50 artırmaya yetiyormuş, hiç düşündün mü? iphone almak için böbreğini satan çocuğu duydun mu? hırsız ve elitist bir ceo’nun hayat hikayesini bizlere “azim ve başarı hikayesi” diye yuttururlar, niçin? ortalama bir insan günde 5.5 saat tv izliyor, niçin? steve jobs çok önemli biriydi değil mi? ancak yüzde %1’imizin ihtiyacı olan makineleri günde bir dolara çalışan işçilerle ürettiğini niçin konuşmayız? her yıl 20 milyon çocuk açlıktan ölürken bir koşu bandının üstünde fazla yediklerimizi eritmek için niçin ter döküyoruz? dünyada 600 milyon obez ve 1.4 milyar aç insan var, hiç düşündün mü? 20 milyon çocuk açlıktan ölürken biz aynı tişörtü haftada iki kez giymeye utanıyoruz, niçin? sahip olduklarımız, eninde sonunda bize sahip olur. bu kural hiç şaşmaz." mesele tam olarak buradan kaynaklanıyor. birileri tarafından sadece güzellik algımız değil neredeyse duygularımız, yönetiliyor. bunun farkına varınca da meselenin cinsiyet meselesi değil de insanlık meselesi olduğunu kavrıyorsun.
45 notes · View notes
siktiringidinlutfen · 2 years
Text
bir şarkın olsun, senin olsun, hayatına her giren insana "bu benim şarkım bak" diye dinlet. bir gün o kişinin hayatından çıktığında bir radyoda denk gelirse, seni hatırlasın. tek bir parfümün olsun. özdeşleşmek iyidir. dünya bu illa ki bir tek sen kullanmayacaksın. öyle bir sana ait olsun ki, bir yabancıda bile duysa "acaba burda mı" diye kokuyu duyanın gözü seni arasın. bir tane en yakın arkadaşın olsun. sadece kötü günde değil, iyi günde de aradığın ilk kişi olsun. birlikte düşün, birlikte kalkın. birbirinizi toparlayın. yaralarınızı sarın. herkes gittiğinde "şanssızlığınıza" biraz gülün, biraz ağlayın. bir tane çok büyük aşkın olsun. bir dönem çok sevmiş ol, bi dönem nefret etmiş. her şey küllendikten sonra tebessümle hatırla. biraz da bi yanin acıyarak, "o olsaydı nasıl olurdu acaba hayatım?" diye sorgulayarak, artık bir şey hissetmesen de "başına bir şey gelse yine de ilk ben koşarım" diyecek kadar. unutma, masallar mutlu sonla, efsaneler kavuşamamakla biter. bir evlat edin. bir kedi olur, bir köpek de. ama olsun. kapılarını aç. senden olmayan ama senin ilgine bakımına muhtaç bir kalbin atışlarını ellerinde hisset. bir canlının hayatını değiştirmek acayip bir şey. birinin kahramanı olmak istersen bundan büyük fırsat olamaz. sevmek çok güzel. hele bir de her koşulda sevilmek. bol bol kitap oku biri seni derinden etkileyene kadar oku. Onu bulduğunda kimseyle paylaşma, O hikaye senin. beğenmediğin, sayfayı yırt sevdiğin yerleri yıldızlarla donat. başucunda dursun. belki bir gün biri gizlice o sayfaları keşfeder. seni daha iyi tanıma imkanı olur. salaş bir restaurant edin. patronundan garsonuna kadar tanı, kafan mı bozuk, mekan dolu mu, sana yer açacakları kadar müdavimi ol. bir masan olsun hep oturduğun. bir başına gitsen bile başına bir şey gelmeyeceğini bil. bir gün belki kapanır ya da yıkılır. ama sen önünden her geçtiğinde "burda eskiden hep bi yerim vardı." dersin. bir hobin olsun. kaçmak için. hiçbir şey düşünmediğin. dünyadan uzaklaşabildiğin. onunla övün. en iyi yaptığın şey olsun. insanlar şaşırsın. senin icin çocuk oyuncağı olsun. bir şey iste. imkansız olsun, peşinden koş. yorul, defalarca vazgeç. defalarca dene. susmanın çaresizliğini de yaşa bağırmanın da. uykuların kaçsın. düşündükçe saç diplerin bile uyuşsun. her ne ise bu istediğin, aşk da olur iş de. bağrına taş bas gerekirse. yeter ki gece yatağına yattığında "ben elimden geleni yaptım” de. bazen kazanamamış olsan da, yapabileceklerinin ya da bir şeyi delice istemenin limitini görmek de zaferdir. vakit ayırdığın bir ailen olsun. yarın kaybettiğinde keşke daha çok zaman ayırsaydım demeyeceğin. pişmanlık kötüdür. bir daha geri getirmeye gücünün yetmedikleri içinse, işkence. kıymetini bil. yarın ne olacağı belli değil. kalp krizi dediğin bir kaç saniye. kalp kırma. sınırların olsun aşılamayacak. duvarların olsun yıkılamayacak. herkes bilsin. ona göre davransın. bir alanın olsun metre karesi dert değil. kapısını kapattığında gerçek sen olabildiğin. dört duvardan birininin dibine çöküp ağlayabildiğin. güçsüzlüğünü yaşayabildiğin. sonra daha güçlü kalkabildiğin. kaldığın yerden devam edebildiğin. insan en çok kendini özlüyor çünkü. bir sevdiğin olsun tabi. rakıya sebep olsun. belki hayallerindeki gibi olmaz koşullar ama bir şeyleri birlikte var etmenin tadı bi başka. para amaç değil araç olsun mutluluğuna. olmadığı zaman da elindekini cömertçe paylaşabil. en çok onla gül, saatlerce muhabbet edebil. birbirinize ulaşamadığınızda, "başka biriyle mi acaba" diye değil "başına bir şey mi geldi" diye endişelen. ilişkini başkalarıyla kıyaslama. biri sevdiğini çok söyler, biri daha çok gösterir. sen de biri eksikse bu seni daha az seviyor demek değildir. telefon karıştırmakla ömür geçmez. bir insan bir şey yapmak isterse yapar. kalbin temizse, sen araştırmadan da karşına çıkar korkma. sonuna kadar güven. bir gün kırılırsa kalp yenisini inşa eder. kalbini temiz tut. çevreni de. unutma yaptığın her iyilik bir gün sana geri döner.
664 notes · View notes
siyah-lales-blog · 1 month
Text
-Nedir o fazladan kıldığın namaz? Biliyorsun ikindi namazından sonra kılınan nafile bir namaz yoktur? Delikanlı bir müddet cevap vermedi, daha sonra sakin bir sesle:
-Kaza namazı, dedi.
-Ne zaman kazaya bırakmıştın? dedi yaşlı adam. -Gözaltındayken, dedi. Çok yavaş bir şekilde söyledi bunu, daha sonra da gözleri uzaklara dalıp gitti. Yaşlı adam onu konuşturarak ve bir şeyleri hatırlatarak üzmek istemiyordu. Fakat yine de kendine hâkim olamadı.
-Ne kadar tuttular göz altında?
-Yirmi dokuz gün.
-Allah Allah, yirmi dokuz gün öyle mi? -Evet, yirmi dokuz gün. O yirmi dokuz günlük namazımı kaza edeceğim.
-Kılamamışsındır, kıldırmamışlardır herhalde? Delikanlı bir müddet sustu ve sonra yaşlı adama döndü:
-Aslında namazlarımı kıldım, bir tek vaktimi bile kaçırmadım fakat…
-Fakat ne?
-Fakat namazın şartlarını yerine getiremedim, hep eksikti. Çoğu zaman abdest alamadım, teyemmüm ettim.
-Olsun, teyemmümle olsun, kabul değil mi?
-Fakat toprak bulamadım teyemmüm edecek, bazen beton duvara, bazen de demir kapıya ellerimi sürerek teyemmüm ettim, kabul olur mu?
-Ne demek kabul olmaz, elbette olur.
-Kıbleyi de bilmiyordum, rica ettim söylemediler. Hem bu arada namazın diğer rükünlerini de yerine getiremiyordum, askıdaydım, hem ellerim hem ayaklarım bağlıydı, çoğu zaman zorla rükua gidebiliyordum, hele hiç secde yapamıyordum.
-Olsun, olsun yine de kabuldür senin kıldığın bu namaz, dedi yaşlı adam. Fakat ses tonu gittikçe değişiyor, ağlamaklı bir hal alıyordu.
-Sen öyle hep kabul kabul diyorsun ama… dedi ve bir müddet sustu genç adam. Daha sonra değişik bir ses tonuyla devam etti.
-Biliyor musun, gözaltında bulunduğum o yirmi dokuz günün on beş günü anadan üryandım, çırılçıplaktım, soymuşlardı beni. Yalvarıyordum onlara, ne olur Allah için bir tek iç çamaşırımı bana verin, hiç olmazsa namaz kılacağım vakit verin diyordum fakat vermiyorlardı. İşte o şekilde kıldım namazlarımı. Mümkün olduğu kadar toparlanıp avret yerlerimi örtmeye çalışıyordum. Fakat bazen onu da yapamıyordum, bu şekilde namaz kılıyordum…
Ortalığı epeyce bir müddet sessizlik kaplamıştı, delikanlı yaşlı adamdan cevap bekliyordu, bu namazları kaza etmesi gerekmiyor muydu? Yaşlı adam kafasını kaldırdığında göz yaşlarının baştan sona yüzünü ıslattığını gördü, ağlıyordu, ağlıyordu. Sonra birden doğruldu, delikanlının omuzlarından kuvvetlice tuttu ve kendine çekti:
-Bana bak delikanlı! Anlıyor musun, o namazları asla kaza etmeyeceksin. O namazları alıp Allah’ın huzuruna varacaksın. “Allah’ım, sana bunları getirdim” diyeceksin. Biliyor musun, belki hayatında kıldığın en önemli namazlar, senin bu namazların olacak.
Yaşlı adam sordu adın ne? Nerelisin? Ne iş yaparsın? Suçun ne delikanlı ?
Adım Muhsin Yazıcıoğlu. Suçum…”
Tumblr media
25 notes · View notes
murat-o41 · 9 months
Text
Beni Döven Kocamı Alman Komşumla Boynuzladım! (Yasemin 35 Y., Bremen / Almanya)
Merhaba arkadaşlar, ben Yasemin, 35 yaşındayım, 17 yıllık evliyim ve Almanya'da yaşıyorum. Almanya'ya kocam getirdi beni. Kocam 39 yaşında, ismini vermek istemediğim tanınmış bir fabrikada işçi olarak çalışıyor. Benim hikayem karılarını döven erkeklere ders olsun. Evlendik evleneli kocam hep Maçodur. Dediği dedik, ondan iyi bilen olmaz tavırları ve hep benim diyen davranışlarıyla beni usandırmıştı. Fakat sikmeye geldi mi, canım gülüm der, işi bitince yine o Hanzo tipine bürünürdü.
En son beni hiç yere dövmüştü. Dövme sebebi de yemekti. Söylemesi ayıp, birgün önce Karnıyarık yapmıştım ve yarısı artmıştı, ben de israf olmasın diye, ertesi gün akşam yemeğinde pilavla salata yaptım ve kalan Karnıyarıkları da ısıttım. Kocam da, "Ne ulan bu? Her gün aynı yemeği getiriyorsun önüme! Akşama kadar evde götünü büyüteceğine, kocana doğru dürüst yemek yap, amına koduğumun Orospusu seni!" diye vurmuştu. Beni dövmesine değil de, bana "Orospu!" demesine çok üzülmüştüm ve "Ne Orospuluğumu gördün şimdiye kadar?" deyince, "Orospuya bak birde cevap veriyor!" deyip birtane daha vurmuştu.
Beni dövmesi ve bana "Orospu!" demesiyle o anda içimde bazı duyguları da öldürmüştü. İçimden, (Demek Orospu haa? Ben sana gösteririm Orospuluğu!) deyip sesimi kesmiştim. Bu olaydan sonra kocamla sadece o isteyince sikişiyordum. Beni hayvan gibi sikip, işi bitince de sırtını dönüp yatıyordu. Kocamın bana, "Orospu!" demesi çok ama çok kırmıştı beni.
Alt kattaki Alman komşum Walter beni her görüşünde elimde birşey varsa alır kapıma kadar getirirdi. Çok nazik bir erkekti. Bir sabah yine elimde poşetlerle Supermarkt'tan gelirken beni görüp elimden poşetleri aldı ve yukarı getirdi. Ben de, "Lütfen içeri girin, her dafasında yardım ediyosunuz, bir kahvemi için!" dedim. "Rahatsız etmeyeyim..." diye önce teklifimi geri çevirdi, ama ısrar edince girdi. Çocuklar okulda, kocam da işteydi. Kahveleri yaptım, karşıklıklı oturduk ve sigara içiyorduk. Alman komşum Walter gayet kibar birisi idi. Konuşurken birden, "Geçen gün kavga yaptınız herhalde, sesiniz aşağılara geldi." dedi. Kıpkırmızı olmuştum, "Evet, kocam beni dövdü!" dedim. Walter, "Neden Polis çağırmadın? Bu devirde kadın dövmek mi?" falan diye hayretle yüzüme bakıyordu. Benden cevap çıkmayınca, "Nasıl olur bu? Kocanı mı aldattın yoksa?" deyince, "Hayır, kocam Maço bir erkek!" dedim. Adam gülerek, "Evet, bence bu bütün Türk erkeklerinin sorunu!" deyip beni sakinleştirmeye ve teselli etmeye çalışıyordu.
Bense utandığımdan konuyu değiştirmeye çalışıyordum, "Sen neden evli değilsin?" deyince, Walter, "Kızarkadaşım var, ama evlilik istemiyoruz, serbest seksten yanayız, o istediği erkekle ben de istediğim kadınla birlikte olma özgürlüğüne sahibiz, birbirimizi kısıtlamıyoruz." dedi. Kahvelerimiz bitince, tazelemek için mutfağa gittim. Mutfakta (Neden Walterle sikişmiyorum ki?) diye düşünmeye başladım. Hem öküz kocam boynuz takmalıydı, kocamdan intikamımı Walterle sikişerek alacaktım. Kahveleri tazeleyip geri geldim. Walter yine gayet nazikçe teşekkür ederek kahvesini aldı. Ben bu sefer bacak bacak üstüne atıp, farkında değilmişim gibi eteğimin açılmasını sağladım. Walter bacaklarımdan gözünü alamıyordu. Başladı, "İnsan böyle güzel karısını döver mi?" falan diye...
Yavaşça yanına yaklaştım, kahve fincanını elinden alıp sehpaya koydum ve "Walter senden bir ricam var!" dedim. "Lütfen buyurun!" deyince, "Beni sikmeni istiyorum, hemde şimdi!" dedim. Adam şaşkın şaşkın bakıyordu sadece. "Lütfen beni sik!" dedim ve dudaklarından öpmeye başladım. Şaşkınlığını atan Walter bana karşılık vermeye ve beni soymaya başladı. Öyle nazikti ki, elbisemin her çıkardığı parçasını güzelce yere bırakıyor ve soyduğu yerleri öpüp yalıyordu. Birkaç dakika sonra tamamen çıplak kalmıştım. Walteri elinden tutup yatakodasına götürdüm. İstiyordum ki kocama boynuzu kocamın kendi yatağında taksın. Beni yatağa uzatıp kendisi de soyundu ve amımı yalamaya başaldı. Öyle güzel yalıyordu ki amımı, kendimden geçiyordum. Derken dudaklarını ve dilini götümde hissetmiştim. Öküz kocam birkere bile öpmemişti götümü. İyice azmıştım, artık, "Bitte Fick Mich!" diye inliyordum...
Walter beni üzerine aldığı gibi 69 yapmış ve sikini ağzıma vermişti. Siki ben yaladıkça büyüyordu. Kocamın siki kadar vardı büyüklüğü. Amım ve götüm yalanırken defalarca Orgazm olmuştum, sırıl sıklam olmuş amım yanıyordu. "Ne olur sok artık!" diye üzerinden indim ve domaldım Walterin önüne. Yavaşça sikini amıma soktu ve belimden tutup gidip gelmeye başladı. Tam karşımda kocamla ikimizin düğün resmi vardı, gözüm oraya takılınca sanki kocam görüyormuş gibi hırsla ve zevkle sikişmeye başladım. Walter de bana ayak uydurup hızlanıyor, hızlandıkça da yatak ileri geri sallanıyordu. Walter kocamın sikmediği gibi çok ustaca sikiyordu beni, içimde hızlanıyor, birden yavaşlayıp, sonra birden hepsini köklüyordu. Walter beni altına alıp sikmeye başladığında ise artık iyice delirmiştim. Kocamdan daha iyi sikiyordu, en önemlisi kocam şimdiye kadar çoktan boşalmıştı. Ve ben şimdiye kadar almadığım zevki ve tadı alıyordum. Amıma pompalarken memelerimi yalıyor, boynumu hafif hafif ısırıyordu. Adamın altında delirmiş gibi inliyordum...
Beni yarım saate yakın siktiğinde ikimiz de yorulmuş ve terden sırılsıklam olmuştuk. Öyle güzel sikiyordu ki, şimdiye kadar siktirmediğime pişman oldum. Sonra birden, "Jasmin geliyorum!" dedi (Yasemin diyemediği için bana hep Jasmin der). Ben de, "Lütfen içime boşal, çıkma içimden!" dedim. Son bir kez bana kenetlendi ve kendinden geçmiş bir vaziyette içime boşaldı. Önce hiç konuşmadık, dakikalarca beni okşadı, öptü. Siki amımın içinde küçülünce kalktı ve "Artık gideyim!" dedi. Ben de, "Gitmeden senden bir ricam olacak, lütfen kimseye birşey söyleme, biliyorsun ben evliyim ve evli kalmak istiyorum. Bu kocamdan intikam içindi!" dedim. Walter de eğilip beni birdaha öptü ve "OK!" deyip gitti.
Ben de kalktım ama banyo yapmadım, Alman komşumun dölleriyle dolu amımı kocama yalatıp siktirecektim. Yaptım da! Bu da üstüne kapak oldu! Karılarını döven erkeklere ders olsun!
[Yasemin]
94 notes · View notes
yurekferahligi · 1 month
Text
Kendimi her kötü hissettiğimde bu şarkıyı dinlerken buluyorum. Ne istiyorum biliyor musunuz arınmış bir şeyler. Tevazuyla devam edişler. Yukarıdan bakmamalar savaşın içinde olmamalar. Acısıyla tatlısıyla eksiğiyle fazlasıyla yanlışıyla doğrusuyla her şeyiyle hiçbir şeyiyle. Çünkü ben böyle biliyordum. Çünkü ben böyle bilmiyordum.
Nasibim çok açık bu dönem her hafta yeni bir iş teklifi alıyorum Kocaeli’de görüşmediğim kimse kalmadı artık. En tamam oldu dediğim iş olmuyor bazısına ben burun kıvırıyorum. Geçen haftaki olmadı bir sonraki haftakine cv yolladım bu haftaki için de yarın görüşmeye gideceğim. İçimde çalışayım şunu yapayım bunu yapayım hiç yok. Çok alıştım biliyor musunuz evde rahat olmaya istediğim saatte uyanmaya yemek yapmaya temizliği bir düzene sokmaya eşimi beklemeye. Kendime eşime evime zaman ayırabilmek çok büyük bir lüks. Biraz bu yüzden sanırım çalışmak istemiyorum sonra Sakarya’ya gidiyoruz saçma sapan insanlar laf söylüyor aldırış etmesem de olmuyor. Herkes beni şimdiki halimle görüyor ama ben 6 yıl çalıştım. Yaşıtlarım şurada buradayken ben yaz stajlarındaydım 16 yaşımdan beri koşturuyorum. Geçen biri başka birinden bahsederken koca parası yiyor dedi ben de yanlarındayım o kadar ağır bir şey ki bu yani ondan öyle bahseden benden de öyle bahsedebilir. Eşimin kazandığı para onun parası değil bizim paramız oluyor sonuçta. Bu kişinin de 5 yaşında çocuğu var ve mesai yaptığı içim eve 10 da bile gidemedi ve çocuğu babasıyla uyumak zorunda kaldı sabah kalkıp tekrar işe gidecek. Bana da evde sıkılmıyor musun dedi ben de hayır dedim. Keşke daha fazla şeyler söyleyebilseydim. Ne önemi var ki. Ondan önce de yine saçma sapan biri ee evde el işi falan yapıyor musun demişti de ben de benim öyle bir yeteneğim yok anlamam demiştim sonra oradan eşim çıkıp bir şeyler demişti de almıştı tüm yükü omuzlarımdan. Bunları sadece başka insanlardan duyuyorum kendim asla böyle düşünmüyorum eşim de düşünmüyor ama üzülüyorum. Şimdi çalışsam kendim için mi çalışacağım yoksa birileri sussun diye mi, çalışsam kendime eşime eve zaman ayırabilecek miyim. Bunları düşünüyorum. Ben öyle çalışayım da şunu alırım diyecek biri değilim yani çok şükür eşimin kazandığıyla güzelce geçinip gidiyoruz, istediklerimi de alıyor sağolsun. Yani konu para da değil. Ne bileyim. Belki de çalışmamda hayır vardır. Allah beni nereye koyacağını bilir. Hakkımda hayırlısı en güzeli olsun.
53 notes · View notes
incinmek · 2 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
hayırlı ramazanlar. burayı aktif kullanmayı bırakınca her şeyden uzakta kalmış gibi hissettim. bu kötü bir şey mi elbette değil ama hoşuma da gitmedi açıkçası.
bu aralar üzerimde bir durgunluk var hayrolsun diyelim. cumartesi günü en yakın arkadaşım ve sevgilisiyle tatlı yemeye gittik, sevgilisiyle daha önce tanışmıştım ama uzunca oturma fırsatımız olmamıştı. maşallah diye diye yanlarından ayrıldım.
ramazan sevinci heyecanı yaşıyorum elbette ama ramazan gibi hissetmiyorum hiç. sanki kaza orucu tutuyormuşum gibi geliyor. bugün davetli olmamıza rağmen ramazan hissiyatını yaşayamadım bi türlü. stajda olmam mı etkiledi acaba diyorum ama öyleymiş gibi de gelmiyor pek.
stajım iyi gidiyor ama çok sıkılıyorum. esnaflığı çok da güzel yapıyorum ama hoşuma gitmedi. benlik bir meslek gibi gelmiyor optisyenlik. ailem optik mağaza açmamı çok istiyor ama içimden gelmiyor hiç. düşüncesi bile şu an boğuyor. mağaza açmayı da çalışmayı da düşünmüyorum şu anlık diyip geçiştiriyorum. mezun olduktan sonra biraz dinlenip öyle karar vermek istiyorum açıkçası ne yapacağıma. her kafadan bir ses çıkınca kendimi de dinleyemiyorum doğru kararlar da veremiyorum.
dün kendime gözlük yaptım. ilk staja başladığımda bu çerçeveyi çok beğenmiştim nasibimde varmış aldım. lens de sipariş ettim. bi ara yeni ürünler gelmeye başlayınca güneş gözlüğü de almak istiyorum. stajın biraz da olsun ekmeğini yiyelim bakalım.
epeydir böyle yazmayınca bir garip hissettim ama iyi de geldi. devamı da gelir belki.
21 notes · View notes
bungoustraydogs-tr · 10 months
Text
Bungou Stray Dogs STORM BRINGER- [KOD: 03] Chuuya'nın İnsan Olarak Acı Çektiğini Görmek İstiyorum
Tumblr media
Wattpad Linki
Şair, göğün renginin kederin rengi olduğunu ne zaman söylemişti?
O gün Yokohama gökleri bulutsuz, kederli bir maviye bürünmüştü.
Geçen arabaların sesleri, trenlerin sesleri, şehirdeki kalabalığın sesleri… mavi gökyüzü, hepsini içine çekiyordu.
Chuuya-sama o mavi göğün ortasında kıpırdamadan oturuyordu.
Chuuya-sama Yokohama’daki en yüksek binanın yarısı kadar yukarıdaydı. Tırabzan ya da güvenlik halatı bulunmayan dengesiz bir binanın engebeli platformunda oturuyordu. Sıradan bir insan vücudunu birkaç santim öne eğseydi çoktan düşmüş olurdu.
Chuuya-sama’nın ifadesini yerde, onlarca metre aşağıdayken göremedik. Rüzgâr etrafında eserken kılını dahi kıpırdatmadan, şiddetle önündeki gökyüzüne öylece baktı.
Saatlerdir aynı pozisyondaydı. Figürüne baktım. Telefona cevap vermediği için iletişim kuramıyordum ve buradan, aşağıdan bağırsam dahi beni duyamazdı.
“Ne yapıyor?” Yanımda duran Shirase-san sordu.
“Konuşulmak istemediğini tahmin ediyorum.” Gözlerimi Chuuya-sama’dan çevirmeden cevap verdim.
Chuuya-sama’nın ‘Dedektif-san’ın öldürülmesi benim suçum’ diye düşündüğünü garanti edebilirdim.
Şehir karakolundaki olaydan sonra kanıtlarımızı yeniden gözden geçirdik. Verlaine, Dedektif Murase’ninkisiyle tıpatıp aynı mavi bir cep telefonuna sahipti. Altı yıldır kullanılan bir hard diski bulunan ve çalışır durumda olan eski model bir kapaklı telefon olduğunu öğrendim. Ancak telefonun kendi seri numarası altı ay önce üretilmiş yeni bir ürün olduğunu gösteriyordu. Dış boyası ustaca soyulmuş ve eski bir telefon görünümü vermek için muhtemelen zemin ya da çiviler kullanılarak üzerine çizikler eklenmişti.
Ancak arama geçmişi ve rehberin Dedektif Murase’nin kendisinin olduğunu onaylayabildim ve diğer dedektifler, Dedektif Murase’nin mavi telefonu uzun zamandır kullandığına sözlü tanıklık etmişti.
Kısaca birisi telefonları değiştirmişti. Değişim o kadar büyük bir ustalıkla yapılmıştı ki Dedektif Murase bile fark etmemişti.
Ama neden?
Ah, bir şey daha. Belli bir süre geçtikten sonra tüm dosyaların kendi kendine silinmesi için telefonun dahili sürücüsüne birisinin program kurduğuna dair izler vardı. Bu izlerden Verlaine’in büyük olasılıkla Dedektif Murase’nin iletişimde olduğu birisini dinlemek istediğini tahmin edebiliyorduk.
Bunun için telefonu değiştirmiş ve o kişinin Dedektif Murase’yi aramasını beklemişti. Telefon dinleme programı, dosyaların kendi kendine silinmesine sebep olduğuna göre duyması gerekeni duyduğunu söyleyebilirdik.
Ve yapması gerekeni yaptıktan sonra Dedektif-san öldürülmüştü.
Ölümü engellenebilirdi.
Kaçakçılardan satın aldığı telefona biraz daha odaklanabilseydik ya da Verlaine’in Shirase-san’ı direkt öldürmek yerine onunla sohbet ederek zaman geçirmeye çalışmasının ne kadar garip olduğunu fark edebilseydik… Belki Dedektif-san’ın ölümü engellenebilirdi.
Ancak geçmişte neler yapabileceğimizi düşünerek vaktimizi boşa harcamayı göze alamayız. Şu anda Verlaine sıradaki hedefine yaklaşıyor bu yüzden Dedektif-san’ın ardında bıraktığı ipuçlarını kullanarak Verlaine’i yakalamanın bir yolunu bulmalıyız.
“Of be, ciddi ciddi öleceğim sandım!” Shirase-san yüzünde endişeli bir ifadeyle zar zor konuştu. “Peşimden öyle bir canavarın geldiğine inanamıyorum. Gelecekte kral tahtını hedefleyen bir adamın yüzleşmek zorunda kaldığı zorluklar halkın zorluklarıyla kıyaslanamaz bile. Deli gibi.”
“Öyle…”
Söylediklerine rağmen tatmin olmuş gibiydi. İnsanların duygusal döngü dedikleri şey bu sanırım.
“Bu arada Shirase-san… neden hala buradasınız?”
“Huh? Belli değil mi! Sizin yüzünüzden canavarın teki gözünü bana dikti! Beni koruma görevinizi yerine getirsenize! Bu olaya ben de dahil oldum, artık beni bir kenara atamazsınız!”
Mantıklı bir çıkarımda bulunmaya çalıştım. “Ama Verlaine’in hedefi Dedektif-san’dı, Shirase-san değil.”
“İki hedefi daha yok mu? Ya sıradaki bensem?”
Sofizm dedikleri şey bu muydu? Ne olursa olsun, teori teoridir.
Kalan iki hedefi hala bilmediğimiz doğru. Shirase-san’ın dahil olup olmadığını kesin olarak söyleyemezdik ve aynı nedenle onu bir kenara atıp kendi haline bırakamazdık.
“O yüz ne öyle? Endişelenme! Koyundaki en zeki adam bendim bu yüzden ben yanındayken endişelenmeni gerektirecek hiçbir şey yok! Bir sonraki hedefi hemencecik bulacağız!”
Aritmetik birimim Shirase-san’ın zeki olmama olasılığını hesaplamaya başladı. Daha ziyade Shirase-san sahip olduğu azıcık akıl dışında işe yaramazın tekiydi ama kendimi durmaya zorladım. Bilmek istemiyordum.
Sonrasında arka planda ilerleyen sürecin tamamlandığına dair bildirim aldım.
“Hmm, oldukça ilginç.” Bilgi belleğimden sesi dinlerken ve videoyu izlerken kollarımı çaprazladım.
“Ne? Neye bakıyorsun?”
Shirase-san baktığım yöne doğru baktı ve bedenini hafifçe öne eğdi. Daha elverişli olduğu için bilgiler yalnızca kendi görsel işletimimin üstünde görüntüleniyordu yani doğal olarak benden başka kimse göremezdi.
“Dedektif-san’ın arama geçmişine.”
“Hm? Telefonun kayıtları silinmemiş miydi?”
“Evet ama bu kaydı, kayıtların aktarıldığı baz istasyonundan kurtarabildim. Bu konuşmanın kaydını da oradan aldım.”
Boğazımdaki mikrofon, analiz edilen sesi oynatmaya başladı.
Başta yalnızca kodlanmış ses dosyasının sıkıştırılmasından kaynaklanan cızırtılar duyuluyordu. Ancak ses, yavaş yavaş netleşti.
“Abi, benim.” Konuşan Dedektif Murase’ydi. Telefonda konuşurken nefes alış verişinin sesi kendi sesine karışıyordu. “Yerçekimi kontrolcüsü geldi. Aynı dediğin gibi oldu, abi. Bir tane daha varmış! Chuuya ile arasındaki ilişki nedir? Bu mesajı aldığında bana geri dön!”
Kayıt bitmeden önce seste kesinti oldu.
Shirase-san kafasını kaldırdı. “O neydi öyle?”
“Arama, Verlaine karakola girdikten kısa süre önce yapılmış. Dedektif Murase kargaşayla uğraşırken telesekreter bunları kaydetmiş. Telefon numarasını aramayı denedim ancak servis dışıydı.”
“Hmm.” Shirase-san’ın yüzü anlamadığını belli ediyordu. “Dedektif-san abisini aramış. N’olmuş yani?”
“Garip.” dedim. “Kayıtlar, Dedektif-san’ın ağabeyinin çoktan ölmüş olması gerektiğini gösteriyor.”
“Huh?”
“Şehir polisinin İç İşleri Biriminden Dedektif Murase’nin geçmişine bir baktım.” İç belleğimden bilgileri çıkarırken konuştum. “Belgelere göre abisi ordunun mühendislik laboratuvarında çalışmış sivil araştırmacıydı. Ama… 14 yıl önce Nisan ayında, araştırmasıyla ilgili yaşanan kaza sonucu ölmüş. Kardeşinin gerçek adı gizli tutuluyormuş hatta araştırma raporunda dahi yalnızca ‘N’ şeklinde yazılmış. Yüzünün resmi başka hiçbir yerde yok.”
“N, huh?”  Shirase-san şüpheyle kaşlarını çattı.
“Aile kayıtları Dedektif Murase’nin yalnızca tek kardeş olması gerektiğini gösteriyor. Garip. Bahsettiği kişiyi kardeş sayacak kadar yakın olduğu için mi ‘abi’ diyordu acaba?”
“Sanmıyorum.”
Aniden arkamızdan bir ses duyuldu.
“Of Chuuya, beni öyle korkutmasana!”
Chuuya-sama biz daha fark edemeden arkamıza inmişti.
Shirase-san’ın şikayetlerini görmezden gelerek konuşmaya devam etti. “Dedektif-san, abisinin orduya kendisinin güvenlik görevlisi olması için başvurttuğunu söylemişti. Savaş yaklaşık dokuz yıl önce sona erdi. Yani 14 yıl önce Nisan ayında abisi ölmemişti. Yaşadı. Yalnızca kayıtlar öldüğünü gösterdi.”
“Yani… o bilgiyi askeriye mi uydurdu?”
Chuuya-sama başını salladı. “Aynen. Kimliği tamamen silinmişti, değil mi? Kamu önünde açıkça ölen birisi, kimsenin aramayacağı bir hayalet. Ordu böyle birisini istiyordu.”
“Dediklerini doğru olsa bile… neden?”
“Buraya kadar anladın, biraz hayal gücünü kullan.” Chuuya-sama bize keskin bakışlarla baktı, sonra konuşmaya devam etti. “Dedektif-san’ın ağabeyi Arahabaki’yi araştırıyor olmalı.”
Şok olmuştum. Tüm işlemci protokol —**?%#!@ birkaç saniyeliğine durdu.
Arahabaki’yi yapan N miydi?
“Arahabaki dünyanın her yerinden ajanların çalmaya çalıştığı çok gizli bir devlet sırrıydı, değil mi? Konumları ve geçmişleri yabancılar tarafından öğrenilirse sorun çıkardı. N ölü ilan edildi ve geçmişi gizlendi… olası bir hikaye olmaz mı?”
Chuuya-sama konuşurken işlemcimi yeniden başlattım. “Arahabaki’nin neden olduğu patlamada tüm araştırmacıların ölmüş olması gerekiyor. N, o patlamadan kurtuldu mu?”
“Muhtemelen sağ kalan tek kişi o. Bu yüzden Verlaine peşine takıldı.” Chuuya-sama başını salladı. “Asıl adı bilinmiyor. İletişime geçilmesi mümkün değil. Yeri bilinmiyor. Yani onunla yüzleşebilmesinin tek yolu…”
“… kardeşi, Dedektif-san’ı kullanmaktı.” dedim.
Shirase-san aniden konuşmaya daldı.
“Hayır hayır, bekleyin. Sizce de biraz garip değil mi?”
Başımı çevirdim. “Garip olan nedir?”
“Yapma ya! Sizin yüzünüzden tehdit edildim! Yalvarsanız da bunu unutamam!” Shirase-san arsız bir ifade takınarak ellerini kalçasına dayadı. “’Verlaine Chuuya’nın Japonya’da kalacak bir sebebi olduğu sürece öldürmeye devam edecek.’ dememiş miydin! Korkudan geberiyordum! Eh, çok korkmamıştım gerçi… demek istediğim o değil yani!”
Kesin olarak emindik ki Verlaine’in amacı Chuuya-sama’yı bir yerlere götürmekti.
Gerçekten böyle olduğunu varsayarsak…
“Yani N… Chuuya-sama’nın kalmasına sebep olabilecek bir bilgiye mi sahip? Verlaine, Dedektif-san’ı bu yüzden öldürmüştü. Ve sıradaki N’in kendisi…”
Nedenleri bilinmiyor. Verlaine N adlı araştırmacıyı öldürmeyi önceliği yapmıştı. Burası kesindi.
Tüm bunlar doğruysa kaçınılmaz bir soruyla karşı karşıyaydık.
“Öyleyse… N tam olarak ne biliyor?”
Chuuya-sama omuzlarını silkti. “Kim bilir? Bulmanın tek yolu izini sürüp konuşturmak.”
“Hop hop, bekleyin bir dakika! Kendi başınıza karar vermeyin!” Shirase-san bağırdı. “Araştırmacıyı arıyorsanız Verlaine’i de arıyor oluyorsunuz, değil mi? Pardon ama o adamın yüzünü şeytan görsün! Beni güvenli bir yerlere götürüp korumanız gerekiyor!”
Chuuya-sama, yüksek sesle iç çekmeden önce Shirase-san’ın yaklaşık 10 saniye boyunca nöbet geçirmesini seyretti.
“Ne bakıyorsun?!”
“Yok bir şey. Sadece… dediklerini yapsak başımıza bela açarız.” Uzaklara baktı.
Shirase-san yine şikayet edecekmiş gibi ağzını açtığından olaylar daha da karışmadan söze girdim.
“Maalesef Shirase-san bir noktada haklı.” dedim. “N’i aramada Verlaine liderliğe geçti. Ayrıca kendisinin eskiden ajan olduğunu unutmamak lazım. Çoktan N’i bulup bıçaklayarak öldürdüyse şaşırmam. Şimdi aramaya başlayıp Verlaine’i yakalasak bile N’in cesedi üstünde hazır bizi bekliyor olması oldukça mümkün.”
“Hayır, aslında öyle değil.”
Ses, bilinmeyen yetişkin bir adamdan çıkmıştı. Etrafıma bakınsam da sesin sahibini göremedim.
Garip. Konuşanı bulmak için çevremde dönüp durdum.
“Neden etrafa bakınıyorsun? Tam buradayım.”
Yine o sesti. Nereden çıkıyordu?
“Hey, sen…” Shirase-san yüzünde garip bir ifadeyle bana bakıyordu. Sanki hayalet görmüş gibiydi.
Aniden anladım.
Konuşan kişi bendim.
“Ordunun veri tabanında pek çok iz bırakmışsın, birisini takip ediverdim.” Ağzım kıpırdıyordu ancak çıkan ses bilinmeyen bir adama aitti. “İkimiz de gizemli insanlarız. Umarım kabalığımı bağışlayabilirsin.”
Kendime hemen bir teşhis koydum. Anlaşılan o ki üçüncü bir kişi dahili feed’imi hacklemiş.
İğrenç!
Neyse ki sistemimi değiştiren herhangi bir kötü amaçlı yazılım ya da düşünmeden davranmama sebep olacak imha yazılımı yoktu. Ama oldukça rahatsız ediciydi. Hemen bağlantıyı kesmeliydim.
“Bekle, bağlantıyı kesme.” Yapacaklarımı tahmin etmiş olacak ki Chuuya-sama beni durdurmak için elini uzattı. Sonra bana dönüp sordu. “Kimsin sen?”
“Yardımınızı isteyen birisi.” Ağzım kendi kendine kıpırdıyordu. “Ve size yardım etmek isteyen birisi. Bana N dediğinize inanıyorum.”
“Demek N sensin. Ne güzel.” Chuuya-sama hafifçe güldü. “Yok yerden bizimle iletişime geçerek ne planlıyorsun? Kendini diğer insanlara göstermekten nefret edersin sanıyordum.”
“Sen de biliyorsun, durumlar değişti.” Bilinmeyen bir sesle aralıksız konuştum. Daha ne kadar dayanabilirdim bilmiyordum. “Bu gidişle dünyanın en yetenekli suikastçısı beni öldürecek. Sana anlatamadan önce gerçeği karanlığa gömmek istiyor. Mantıken konuşursam, sana her şeyi anlatırsam beni öldürmesi için bir sebebi kalmayacak.”
Konuşmaya devam ederse 10 saniye içerisinde dilimi kopartacağıma tam yemin ederken N içimi su serpen bir açıklama yaptı. “Burada konuşamayız. Gelip benimle buluşmanızı istiyorum. Adresimi bu genç robotun iç belleğine bırakacağım.”
Chuuya hemen sordu. “Bekle, seninle buluşmamızı mı istiyorsun? Tam olarak ne biliyorsun?”
“Her şeyi, Chuuya-kun. Hakkındaki her şeyi biliyorum.” Sakin bir tavırla konuşurken sesi soğuk çıkıyordu. “Seninle tanışmayı dört gözle bekliyorum.”
Böylece bağlantı kesildi.
Bulduğum rahatlıkla derin bir iç çekmek istedim. Ancak Chuuya-sama hissettiğim rahatlığı hissedememiş gibiydi.
 …
 Sürdüğüm araba hedefimize yakın bir yerde durmadan önce asfaltsız dağ yolunda tıkırdayarak sarsıldı.
Dağlık bir kırsaldaydık. Mikrofonumu edepsizce hackleyen küçük dostumuz, N adındaki adamın talimatlarına uyarak şehir dışındaki bir dağa doğru sürdük.
Geniş çalı meşeleri ve kayın ağaçları başımızın üstünde doğal bir çatı oluşturuyordu. Bugün erken saatlerde yağan yağmur nedeniyle bozuk yolların çukurlarında çamur birikintileri oluşmuştu. Çevrede kimsenin olduğuna dair tek bir işaret yoktu ama tarayıcım bizi izleyen onlarca küçük böcek tespit etmişti.
Yere düşen bir dutu aldım, parmaklarımla kuruladıktan sonra yedim. Lezzetliydi. Beni seyreden Chuuya-sama “İğrenç.” diyerek kendi kendine mırıldandı.
Yürürken Shirase-san arkamızdan seslendi.
“Bundan nefret ediyorum. Buna karşıyım. Eve gidelim hadi. Ortada hiçbir şey yok işte.”
Yüzümü dönmeden önce kim bilir kaç kez bu sözleri dinledim.
“Bacaklarım ağrıyor. Artık dayanamıyorum. Yürümek istemiyorum. Hey, İngiliz Robot Bey, beni sırtınızda taşır mısınız?”
Chuuya-sama ile birbirimizle bakıştık.
“Kendi başına geri dönmekte özgürsün, Shirase.” dedi Chuuya-sama, kışkırtırcasına.
“Geri mi döneyim? Yok daha neler! Beni koruma göreviniz var! Şimdi gitmem mümkün değil!”
Chuuya-sama başını kaşımadan önce yüzünde yorgun bir ifadeyle arkasına döndü. “Offf… yanımızda yük taşıyoruz resmen.”
“Huh? Bir dakika Chuuya, cidden bunu söylemeye hakkın olduğunu düşünüyor musun? Sen benim kim olduğumu sanıyorsun? Anıların ve kalacak yerin yokken sana yardım eden kurtarıcı ben değil miydim?” Bunları söylemeyi bitirir bitirmez Shirase-san ustalıkla kaşlarını kaldırıp indirdi.
Chuuya-sama’nın ifadesi birkaç kelimeyle tarif edilemezdi. ‘O kafanı çekiçle ezmek istiyorum ama yanımda çekicim yok ve seni döverek ellerimi kirletmek istemiyorum’ der gibi oldukça insancıl bir ifadeydi.
Oldukça hoş bir ifadeydi. Fotoğrafını çekip belleğimdeki ‘hobiler’ dosyasına kaydetmeye karar verdim.
Chuuya-sama derin biri iç çekti. “İyi, bizimle gelebilirsin ama o çeneni kapat.”
“Gördün mü? Chuuya ile ne zaman konuşsak hep ben kazanıyorum! Yani kral benim!”
Chuuya-sama’nın sessizce “Seni lime lime doğrayacağım.” diye mırıldandığını duydum. İllegal bir organizasyonun gururu, Chuuya-sama konusunda hayran olduğum bir şey varsa o da böyle bir şeyi söyleyip bahsettiği kişinin duymasına izin vermediğidir.
Biz böyle konuşup giderken sonunda hedefimize vardık.
“Burası.”
Hedefimiz bir kulübeydi.
Kulübe odundan yapılmıştı ve dağda yaşayan birisinin ihtiyacı olduğu avcılık ile çiftçilik malzemelerini bulunduruyordu. Ayrıca yalnızca adında kulübeydi. Rutubetten duvarlarının yarısı soyulmuştu, buradan bile içini görebiliyorduk. Yıllardır yağmurun ve rüzgarın yıprattığı kamış çatıdan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Kulübeyi ayakta tutan tahta, sanki Paleolitik Çağ'dan beri kullanılıyormuş gibi, çürümekten simsiyahtı ve her yerde böceklerin açtığı delikler vardı.
Kulübenin içinde bir tekerliği eksik bir el arabası, ağı yırtık bir bambu elek ve çuvalındaki yırtıklardan içindekileri etrafa saçan bir gübre torbası vardı.
“Bu ne be?” dedi Shirase-san hayal kırıklığı içinde. “Terk edilmiş burası!”
“Hayır, hata yok. Doğru yerdeyiz.”
Duvarda asılı duran baltalardan birini aldım. Çürüdüğü için sapı yarıda kırıldı. Kulübenin içini taramak için tarayıcımı kullandıktan sonra baltayı döşeme tahtalarındaki yarıklardan birine doğru salladım. Nasıl vurduğunu kontrol etmek için baltayı kendime doğru çekerken metallerin birbirine çarpma sesini duydum.
Altımızdaki zemin bir köşeden diğerine doğru dönmeye başladı.
“Ah!”
Zemin yalnızca dış duvarlar kalana kadar aşağı indi. Dağ yolu manzarası kayboldu ve yerini parmaklıklı siyah bir beton duvar aldı. Kulübenin zemini, bizi yer altı sığınağına götüren bir asansördü aslında.
Duvara yerleştirilmiş kırmızı ışıklar biz aşağı inerken asansör boşluğunu aydınlatıyordu. Kırmızı ışıklar yüzümüzün tek tarafını sabit bir hızla parlatıyordu.
“Vay.” dedi Shirase-san şaşırarak, yüzüne yavaş yavaş çocuksu bir gülümseme yerleşiyordu. “Artık maceraya başlayabiliriz.”
Anladım. Şu anda bir maceradaydık.
Maceralar klasik sinema filmleriydi. Macera sırasında herkesin kalbinin küt küt attığını duymuştum.
Zıpladım, yumruğumu havaya kaldırdım ve bağırdım. “Yahoo!”
Bu makinenin yavaş yavaş insanlığını kazandığını söylemek sanırım yalan olmaz.
Ben zıplarken yüzünde bıkkın bir ifadeyle Chuuya-sama beni seyrediyordu.
 …
 Asansörden indiğimizde çalışan büyük motorlar durdu.
Bizi, loş aydınlatılmış bir koridor karşıladı. İnsanların duvara çarpması engellenmek için duvarlara sarı siyah çizgili şeritler çizilmişti. Şeritleri takip ederek ileriye doğru, bizi çağıran dipsiz karanlığa dümdüz ilerledik.
Ayaklarımızın altından gelen sönük ışık yüzlerimizin altını aydınlatıyordu. Doğru yolda ilerlediğimizden emin olmak için ping sinyali gönderdim ve saniyeler sonra tesisin sisteminden sinyali geri aldım. Doğru yolda gidiyor gibiydik.
Sağa döndük, iki katlı ateşe dayanıklı duvarları geçtik ve geniş bir yer altı odasına vardık. Tenis kortu genişliğindeki odanın arkasına, önünde güvenlik tesisi bulunan bir bariyer kurulmuştu. Bariyerin hem önünde hem arkasında iki kişi vardı ve sırtında silah taşıyan askerlerden biri bize bakıyordu.
Bakışlarından hiçbir şey anlaşılmıyordu. İfadeleri, kişilikleri… sanki bunlara dair hiçbir şey taşımıyorlardı. Gözlerinde yansıyan tek şey, burada üç şüpheli insan olduğumuzdu.
“Durun.” Yakınımızdaki gardiyan robotik bir sesle emretti.
“Görüşmemiz var. Geçmemize izin verin.” Chuuya-sama silahın namlusu sanki kendisine doğrultulmamış gibi soğukkanlılıkla konuştu.
Gardiyan, arkasındaki başka bir gardiyana baktı ve ofisteki diğer bir gardiyan başını salladı. “Geçebilirsin. Ama burası önemli, çok gizli bir tesistir. Girmeden önce kişisel eşyalarınızı kontrol edeceğiz ve her birinizden kan örneği alacağız.”
“Kan testi mi?” Chuuya-sama kaşlarını kaldırdı. “Neden?”
“Bulunduğunuz tesisin neresi olduğunu dahi bilmiyor musunuz?” Gardiyan bizi aşağılarmış gibi iç çekti. “Zavallıcıklar.”
“Ne dedin?! Sen kim olduğumu-“
“Muhtemelen herkesin bildiği birisisindir. Bu yüzden çeneni kapalı tutsan iyi olur.”
Shirase-san iğneleyici bir cevap veremeden önce ağzını kapadım. Eşyalarımızı kontrol ettirip kan örneği aldırırdık, olur biterdi.
Gardiyan, Chuuya-sama’nın bileğine kutu şeklindeki kan testi kitini bastırdı. Kan örneği alındığında kutu ıslık sesiyle negatif hava basıncını serbest bıraktı. Chuuya-sama’nın ifadesi değişmemişti bile.
Gardiyan Shirase-san’ın bileğine de kan testi yaptı. “Ugh! Of, acıttı! Benimle uğraşma! Madem acıtacaktı söyleseydin ya!” Dramatik bir şekilde acıdan kıvranıyordu.
Kan testi sırası bendeydi.
İğne kırılmadan önce hava basıncının sesi duyuldu.
“…”
Gardiyanla göz göze geldik.
Kan testi kitini tutan iki gardiyan da ben de tek kelime etmedik.
Gardiyan, başka bir kiti bacağıma, boynuma, kalçama, kıyafetlerimin örtmediği akla gelebilecek her bir parçama sokmaya çalıştı. Ve hepsi kırıldı.
Tesis biraz daha gürültülü olmaya başlamıştı. “Bana bıçak getirin!” “Testeremiz var mı?!” çevremizdeki insan sayısı gitgide arttı. Gardiyanlar bir araya gelip kanımdan örnek almaya çalıştılar. Yaptıkları hiçbir şey işe yaramadı.
Sonunda seçenekleri tükendiğinde gardiyan bana yorgun bir ifadeyle baktı. Dik duruşumu korudum, yüzüm kanımdan örnek almalarını beklerkenki kadar ifadesizdi.
Ne yapacaklarını bilemez halde, sessizce durdular.
Civatalarım görünene kadar boynumu uzattım. Sonra yüzümü gardiyanlara doğru döndüm ve başımı yürürken ileri geri salladım. “Güvercinim ben.”
“Aaaaaaah!” Gardiyanlar geriye düştü.
“Dalga geçme şunlarla!” Chuuya-sama başımın ardına vurdu.
Söylemeye gerek yok, merkez üstlerinden onay aldıktan sonra kan testinden muaf tutuldum ve yoluma devam ettim.
 …
 Gardiyanlardan birisi bizi tesisin daha da derinliklerine götürdü.
Şaşırtıcıdır ki, tesisin içi pek bahsetmeye değer değildi. İki tarafında da numarasız 12 kapıdan beyaz bir koridordu sadece ve koridorun sonundaki köşeden dönüldüğünde yine iki tarafında da 12 kapı bulunan bir kapı vardı. İlerisi de aynı şekilde devam ediyordu. Gerçi beklenildik bir durumdu. Koridor, içeri sızan düşmanların aradıklarını bulmalarını zorlaştırmak için bu şekilde tasarlanmıştı. Silahlı çatışma çıktığında gözleri uzakta tutmak için pek çok köşe ve dönüş vardı.
Basitçe, burası gizli bir tesis olduğundan içeri sızan ajanlar bir şey çalsaydı karşılaşacağı sorunların başı sonu olmazdı.
Koridorun sonuna ulaştığımızda devam etmeden önce ancak terminaldaki gardiyan onayladığında açılan sağlam bir duvarla karşılaştık. Veri tarayıcımdan duvarın arkasında boşluk olduğunu çoktan biliyordum.
Odanın ardı araştırmacılar bölümü gibi görünüyordu. Oldukça ferahtı.
Birdenbire etrafta daha fazla insan koşuşturuyordu. Beyaz önlüklü araştırmacılar, koridorda bir ileri bir geri koşuşturuyordu. Kimi meslektaşlarıyla tartışıyor kimi yeni uyanmışçasına gözlerini ovuşturuyor, kimi de uykusuz üçüncü gecelerini yaşıyormuş gibi görünerek laboratuvar önlüklerine döktükleri kahveyi yıkamak için acele ediyorlardı.
Ordu, polis ve illegal teşkilatların ülkeden ülkeye değişen eşsiz karakterleri olsa da laboratuvarlar nedense her yerde aynıydı. Burası ile İngiltere arasında pek fark yoktu. Araştırmacıların çoğu laboratuvarlarında yaşarlardı bu yüzden neyi araştırıyor olurlarsa olsunlar ortam hep kaygısız kalırdı.
Biz önümüzdeki manzaraya dalıp gitmişken gardiyanlar silahların namlularıyla bizi öne ittirdiler.
“Öküzün trene baktığı gibi bakmayın. Davet edilen insanlar, burada neyin olup bittiğiyle ilgilenecek pozisyonda değillerdir.”
“Öyle mi? Hmm, ama baksak n’olur ki…” Shirase-san birkaç şikayetini dile getirdi.
Verileri dikkatlice topladım ve birkaç şeyi tespit ettim.
Burası ordunun Büyük Savaştan beri doğaüstü yetenekleri araştırmakta özelleşmiş bir araştırma birimi olmalı. Yanımızdan gelip geçenlerin konuşmalarını analiz ettikten sonra bu kadarı kesindi. Biraz daha bilgi edinmek istesem de gizli bir askeri tesiste olduğumuz belli oluyordu. Elektronik cihaz erişimine yönelik tüm cihazlarda, bilgisayar korsanlığıyla mücadeleye ve herhangi bir harici bağlantıya karşı tedbirler bulunuyordu. Onu hacklemek için hatırı sayılır bir zamana ihtiyacım olacaktı.
Ama şimdilik elde etiğim istihbarat yeterliydi. Konuşmadan önce biraz düşündüm.
“Düşünüyordum da, Chuuya-sama-“ Yürürken Chuuya-sama’ya yaklaşıp sesimi kısık tuttum. “…N-shi’nin neden hedef alındığını düşünüyordum. Acaba N-shi’nin insan olduğunuza dair bir kanıtı mı var?”
“Huh?” Chuuya-sama şaşırarak başını çevirdi. “O nerden çıktı?”
Birikmiş tahmini verilerin girişine bakarken konuşmaya devam ettim.
“İnsan mısınız yoksa yapay bir denklem dizisinden mi oluşuyorsunuz bilmiyoruz. Verlaine sizin programdan ibaret olduğunuzu söyledi ama somut bir kanıt sunmadı. Sadece tek bir iddiaya dayanarak bunun doğru olduğunu kabul ettik. Ya Verlaine yalan söylemişse? Durum buysa doğruyu bilenlerden kurtulmak istiyor olmalı. Sizin insan olduğunuz gerçeğini yani. Ne de olsa gerçeği bilseydiniz Verlaine’in peşinden gitmeniz için bir sebep kalmazdı. Bu yüzden Verlaine, N-shi’ye suikast düzenlemeyi seçti. Her şey yerli yerine oturmuyor mu?”
“Verlaine neden yalan söylesin ki?”
“Sizi ikna edemediği için.” Bundan emindim. “Nedense size ihtiyacı var, muhtemelen siz de onun gibi askeri bir laboratuvarda yetenek verilen bir yerçekimi kontrolcüsü olduğunuz için. Ama öylece ‘mafyayı bırakıp benimle gel’ deseydi onunla gitmezdiniz.”
“Yani... N, insan olduğuma dair bir kanıt taşıdığı için mi suikast hedefi oldu?”
“Evet.”
Chuuya-sama bunları duyduktan sonra biraz düşünüyor gibi oldu. Duvara baktı, alnını sonra burnunu kaşıdı ve kollarını çaprazladı. Sonra yüzünü elleri arasına alarak ifadesini sakladı.
Ağzından kaçan küçük, aralıklı nefeslerin sesini duydum.
Gülüyordu.
“Pft, hahaha… salak mısın?” Sesi kısık ve yorgun çıkıyordu. “Onca olaydan sonra şimdi de insan olduğumu mu söylüyorsun? Off, o kadar aptalım ki umutlanmaya başlıyorum…”
Ben de gülümsedim. Chuuya-sama’nın gülüşünü son görmemden beri uzun zaman geçmiş gibi hissediyordum.
“Neye bakıyorsun?” Chuuya-sama yüzünü saklamak istercesine omzunun üzerinden bana baktı. “O gülüş ne öyle? Haberin olsun, özellikle bir şey düşünüyor değilim.”
“Ben de bir şey düşünmüyorum.” Olağanüstü bir makineyim, bu yüzden soğukkanlılıkla yalan söyleyebilirdim.
“O zaman gözlerindeki o bakış ne!?”
“Gözlerim mi? Gözler dile gelen iletişim organları değildir.”
“Beraber o kadar vakit geçirdik, seni tanıyorum artık.” Chuuya-sama sinirlenmiş gibi bana kaşlarını çattı. "Bilerek böyle şeyler söylüyorsun, değil mi?"
Yakalandım mı?
Chuuya-sama aniden arkasını döndü, kendini gerinmeye zorladı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı.
“Ne dersen de seni dinlemeyi bıraktım artık! Haa, herhalde bugünün işi kolay olacak!”
Chuuya-sama kendi kendine bağırarak konuşuyordu.
Hafif adımlarla ileriye yürüdü ve yüzümde ben fark edemeden bir gülümseme oluştu.
 …
 Sonraki durağımız bir kapının önüydü.
Gardiyan geliş amacını belirterek kapının yanındaki çağrı düğmesine bastı. Kapı otomatik açılırken birisi “Girin.” diye seslendi. O ses, o rezil ses, mikrofonumu hackleyen sesle aynıydı.
Kapının ardında geniş bir ofis bulunuyordu. Yeraltında olmamıza rağmen arka pencere, okyanusta kumlu bir sahili gösteren sentetik bir görüntü yansıtıyordu. Duvarın iki tarafında da yükselen, dünyanın her bir yanından özel kitaplarla dolu meşe kitaplıklar vardı. Odanın arka tarafına yerleştirilmiş antika masanın önünde adamın biri yayılmıştı.
Adam, büyük bir kutunun altında bir şeylerle uğraştığı için bedeninin yalnızca alt yarısı görülebiliyordu. Görebildiğimiz tek şey, tavana dikilmiş deri ayakkabılarının ucuydu.
“Kusura bakmayın, biraz bekler misiniz?” Ayakkabılarının arkasıyla konuştu. “Şu deneyin izolasyon tankını tamir etmem düşündüğümden daha fazla vakit aldı. Yeteneklerin verimini artırırken yapay değiştirilmiş bilinç durumu yaratması gereken bir küvet yapıyorum, ama… kritik ölçüm işlevi, küvetin magnezyum sülfat çözeltisine karışıyordu. Pozitron bozunması için gama ışını detektörünü daha doğru bir şeyle değiştirmeye çalışıyorum.”
“İnvazif olmayan bir önlem üzerinde kafa yormak yerine neden bir intravasküler aktivite belirteci uygulamayı denemiyorsunuz?” diye önerdim.
“Onu çoktan denedim.” Ayakkabıları neşeyle cevap verdi. “Öyle yaparsam deneğin içindeki potansiyel yetenek harekete geçmeye başlar. Senin aksine insan bedenleri mantıksızdır… Tamam, oldu şimdi.”
Ayakkabılar, daha doğrusu ayakkabıların sahibi, tabuta benzer kutunun altından sürünerek çıktı.
Ellerini temizlerken bize gülümsedi.
“Eh, konuşmaya başlayalım mı artık? Eminim ki soracak pek çok sorunuz vardır ve ben de cevaplamak için elimden geleni yapacağım. Burayı yolculuğunuzun son durağı olarak düşünün…”
O yüz… şüphesiz…
“Yüzün…” dedi Chuuya-sama şiddetle. “Aynı ona benziyorsun.”
Chuuya-sama ceketinin cebinden fotoğrafı çıkarırken adama baktı. Sahilde çekilmiş bir fotoğraftı. Beş yaşındaki Chuuya-sama, geleneksel çizgili kimono giyen genç bir adamın elini tutuyordu. Adam, muhtemelen batan güneşin kör edici ışığından dolayı eğlenerek gülümserken gözlerini kısmıştı.
“Arahabaki projesinden ben sorumluydum. N ismi bana ordu tarafından verildi, ismim Nakahara'nın ilk harfinden geliyor. Yani…”
Fotoğraftaki genç adam önümüzde duran araştırmacıyla aynıydı.
“Ben, senin babanım.”
 …
 Ekrandaki video altın bir parayı gösteriyordu.
Madeni paranın ön yüzüne tilki motifi işlenmişken arkasına ay işlenmişti. Güzel bir para olsa da nedense kederliydi.
Birisi parmakları arasındaki parayla oynuyordu. Genç gözükseler de ekrandaki kolun ardındaki her şey gizlenmişti bu yüzden yaşlarının tam olarak bilinmesi mümkün değildi.
Birisi şarkı söyler gibi konuşuyordu.
“Ne dileği ne de arzusu bulunan
Lekeli kedere,
Ölümün bitkin düşlerinde yer edinmiş
Lekeli kedere”
Şiir, merak uyandırıyordu. Sözler belirli bir kişiye hitap etmiyordu ve ayaklarınızın altındaki hiçliğe sonsuza dek düşecekmiş gibi bir hissiyatı vardı.                                                          
Bu dizelerle birlikte altın para garip bir ışık yaymaya başladı.
Ekran aniden değişti.
Ekranın ortasında, altın parayı tutan her kimse küçük gözüküyordu. Hala kim olduklarını çıkaramıyordum. Görebildiğim tek şey, büyük beton duvarlarla çevrili tuhaf derecede geniş odaydı.
Paradan yayılan ışık beyaz renkten tehlikeli bir kırmızıya dönüşerek tüm ekranı kapladı.
Görüntü yine değişti.
Sonraki video, geniş bir salona bakan gözlem odasını gösteriyordu. Gözlem odasının duvarlarından biri kalın, akrilik camdandı ve camın arkasında paranın yaydığı ışık görülebiliyordu.
“Deneğin derinliklerinden yeteneğin serbest bırakılması onaylanıyor. Prosedürler 8-0-6’dan 8-7-2’ye başlatılıyor.”
Masalarında hesaplamalar yapan yaklaşık on kadar araştırmacı vardı.
“Yeteneğin ışığındaki artış onaylandı. Gradyan artışı izin verilen değeri %320 aşıyor”
“Devam edin.”
Paradan yayılan ışık ekranda gitgide büyüdü. Parayı inceleyen araştırmacıların yüzünü hafifçe aydınlatıyordu.
Işık titreşmeye başladı. Renk, parlak kırmızıdan tüm ışığı yutan siyaha dönüştü.
“Gama ışını spektrometresinin alıcıları limitlerini aştı. Oda sıcaklığı artış gösteriyor.”
Odanın içindeki uzay değişmeye başladı. Zemin çat sesiyle aniden soyuldu, para zemini kendisine doğru çekiyordu. Zeminin parkeleri paraya çarpamadan yerçekimiyle ezildiler, toz gibi ortadan kaybolana kadar gittikçe ufaldılar.
Çok geçmeden manzara da bozuluma uğramaya başladı.
“Mekansal bozunma çıplak gözle gözlemlenebiliyor! 2 ila 10 ve 14 metre arası hasar gördü!”
“Deneğin hayati organları kritik durumda –hayır, durdular!”
Geniş salonun duvarları ve zemini soyulmuş, birbiri ardına ışığa doğru parçalanıyordu. Oda artık asıl şeklini yitirmişti.
“Deneyi durdurun! Acil durum su desteğini dökün!”
Bir anda boşluk kendi içine büzülüp kapandı. Oda, parayı tutan kişiye odaklanarak bozundu.
Ani bir çarpışma oldu. Araştırmacıları laboratuvardan ayıran akrilik cam, binlerce parçaya ayrılmadan önce şiddetle sarsıldı. Parçalar havada uçuştu.
Birisi çığlık attı.
Ve ekran karardı.
 …
 “Öncelikle yeteneklerin ne olduğunu düşünüyorsun?”
Yeraltındaki yolumuzda ilerlerken N-shi konuşmaya soru sorarak başladı.
Verlaine’in bulmamızı istemediği bilgi –bizim düşüncemize göre- N-shi bizi yer altı laboratuarına davet etti. Oraya doğru gidiyorduk.
“Açıkçası bizim gibi usta araştırmacıların bile yetenekler hakkında bildiği pek şey yoktur. Bu cömert araştırma tesisine sahipken bunu kabul etmekten utanıyorum gerçi.”
Merdivenlerden inerken konuşmasını dinledik. N-shi yolu gösterdi, Chuuya-sama peşinden gitti ve Shirase-san, Chuuya-sama’nın ardındaydı. Ben de en arkadaydım.
“Ama birkaç şey biliyoruz.” dedi N-shi sakin bir sesle. “Öncelikle bitkiler ya da maymunlar gibi insan olmayan yaşam formlarının yeteneği olamaz ve birisi doğuştan yalnızca tek bir yeteneğe sahip olabilir. Eğer yetenek kullanıcısı ölürse yetenekleri de esasen ortadan kaybolur. Tüm dünyayı yakıp kül etmeye yetecek enerjiyi ortaya çıkarabilecek tek bir yetenek yoktur. Yani yeteneklerin de bir sınırı var.”
“O kadarını ben de biliyorum.” Chuuya-sama, sanki N-shi'nin sözleri gereksizmiş gibi kayıtsızca konuştu.
“Bundan sonrası ilginçleşiyor.” N-shi gerçek niyetlerini saklayan muzip bir gülüşle devam etti. “Sınırlarının olduğunu söyledim ama ordu, o sınırı aşmanın bir yolu olup olmadığını bilmek istiyordu. Esas olarak evet, aşılabilir. Bu yollardan birisi de yetenek tekilliğidir.”
Oho.
Tekillikleri bilmelerinden etkilendim. Ayrıca ordunun araştırma birimi yalnızca teori olmadığını da biliyordu. Doğduğum yer olan İngiltere’de bile bu fenomeni bilen yalnızca birkaç özel araştırmacı vardı.
Bu ülke yeteneklerle ilgili araştırmalarında düşündüğümden daha hızlı ilerliyordu.
“Hükümette tekillikleri bilen yalnızca birkaç kişi var ama… Tekillik, normal bir yeteneği dış etmenlerle orijinalinden meta-yeteneğe değiştiren bir fenomendir.” N devam etti. “Ve tekillik sırasında yeteneğin sınırı olmaz. Her şey olabilir. Bu fenomen, yetenekler arasında hata olarak da anılabilir.”
Laboratuvarın en alt katına indik. Yeraltının derinliklerinde olduğumuzdan ayak seslerimiz dışında hiçbir sesi duyamıyorduk.
Bir kapının önünde durduk. N-shi kapıyı açmak için kalçasına asılı anahtarı kullandı.
“Hey, bizi nereye götürüyorsun? Ve neden konuşmayı uzatıyorsun?”
“Yakında anlayacaksın.” N-shi sırıttı. “Anlattıklarım varoluşunun özüyle bağlantılı, dikkatli dinle.”
Devam etti. “Neyse, tekillik basit bir olgu olsa da gerçekleşmesi için gereken süreç hiç de basit değil. Tekilliği açıklamanın en kolay yolu ‘zıt yeteneklerin çarpışması’dır. Başkalarını hatasız kandırma yeteneği, gerçeği hatasız görme yeteneğiyle karşılaştığında ne olur? Ya da geleceği görebilen iki kişi savaşırsa ne yaşanır? Çoğunda iki taraf da kazanmaz ama bazı nadir durumlarda yetenekler aslından bambaşka bir şeye evrilir. Bunlara zıt-tip tekillikler deriz.”
Shirase-san'ın homurdandığını görmek için kaçamak bakışlar attım. “Mmm, zıt-tip… Nngh…”
“Shirase-san, anlamanızın zor olduğunu bilsem de lütfen yürürken uykuya dalmayın.”
“Öyleyse, Chuuya-kun..” N-shi yanında duran Chuuya-sama ile konuşmaya devam etti. Shirase-san’a bakmadı bile. “Tekillik oluşturmak için en az iki yetenek gerektirdiğini söyledim ama aslında kendi başlarına da tekillik yaratabilen yetenek kullanıcıları var.”
“Ne?”
"Başkalarınınkisiyle değil de kendi yetenekleriyle mantıksal bir uyumsuzluğa girerek, tekilliğe neden olabilirler." Bunu söylerken, N-shi işaret parmağını döndürüyordu.
“Dünyada böyle yetenekler de var. Bunu ilk Alman bir araştırmacı keşfetti ve ‘kendisiyle zıtlığa düşen yetenek’ olarak nitelendirdi. Doğru… bir örnek vereyim. Temasla diğer yeteneklilerin yetenek gücünü arttıran birisi olduğunu varsayalım. Oldukça faydalı bir yetenek. Ama bu yeteneği başkalarında değil de kendisinde kullansaydı n’olurdu sence?”
“Kendi yeteneği güçlenmez miydi?”
“Aynen öyle. Yani diğer yetenekleri güçlendirme yeteneği güçlenirdi. Daha doğrusu yetenekleri güçlendirme yeteneği, yetenekleri güçlendirme yeteneği sayesinde güçlenirdi. Bu döngü sonsuza kadar devam eder ve yeteneği sonsuza kadar güçlendirir. Sonuç olarak enerjinin sonsuz döngüsü yeteneklerin doğal kanunlarını yıkar ve tekillik doğar. Enerji fazlalığı, kütlede değişikliğe ve yüksek yoğunluklu bir uzamsal bozulmaya neden olur. Yetenekli ise yerçekimi girdabına kapılır ve asla geri dönemeyeceği diğer tarafa gider.”
Demek öyle. Şimdi anladım. “Bize gösterdiğin kayıtlardaki deneyde parayı tutan yetenekliye bu olmuştu.”
“Evet. O yıkıcı yeteneği hayatında yalnızca tek bir kez etkinleştirebilirsin.”
“Hey, o uzamsal bozulma…?” Chuuya-sama’nın ifadesi katı ve sesi sert çıkıyordu.
“Daha konuşmamı bitirmedim.” N-shi araya girdi. “Kendisiyle zıtlığa düşen tekillikler yalnızca Japonya ya da Almanya değil, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanabilir. Her birkaç on yılda bir yaşanıyorlar. Tekillikler, detayları kimse bilmese de antik çağdan bu yana ‘tanrıların’ ve ‘şeytanların’ işi olmuştur. Ne olursa olsun, yetenek kullanıcısı tekillik aktifleştiği sırada ölüyor.”
Almanya, Fransa ve İngiltere’nin savaş alanındaki trendlere uyum sağlamaya çalıştıkları sırada askeriyedeki araştırma birimleri kıyasıya rekabete girmişti. Japonya’yı Almanya’nın müttefiği olarak kabul edersek yetenekli silah araştırmasına yetecek teknolojileri olması şaşırtıcı değil.
“Çevresini içine çeken ve kendisini yok eden tehlikeli bir yetenek. Ve yalnızca tek kullanımlık. Bunu silah olarak kabul edemeyiz.” dedi N-shi gergin bir ifadeyle. “Ama sonuç olarak tekillik, teknik olarak sonsuz bir enerji kaynağı. Tekilliği daha kontrol edilebilir bir kaynaktan kullanmanın yolu var mıydı? Araştırmamızın başlangıç noktası bu oldu. Ve… silah olarak kullanılabilecek şey sonunda yapıldı. Fransa, yetenek araştırmaları söz konusu olduğunda lider ülkelerden birisidir.”
Fransa…
Ve Fransa Hükümetinin yetenekli ajanı, Suikast Kral.
Demek böyle olmuştu.
“Tekilliği silah olarak mı kullanacaksın? Nasıl?”
“Kalbi kullanarak.”
“Huh?”
“Kalbi. İnsan ruhunu.” N-shi bunu sanki bir şiir mısrası okuyormuş gibi sessizce söyledi. “Normalde böylesine büyük bir enerji kitlesini makineler taşıyabilir, değil mi? Ama az önce de dediğim gibi yetenekleri kullanabilen tek canlılar insanlardır. Bilimsel olmayan terimlerle konuşursak, bir yeteneğin ürettiği enerjiyi yalnızca insan ruhu kullanabilir. Bu yüzden Fransız bilim insanları kişilik yaratmak için bir denklem kullandı ve yeteneği, insan bedeninde ve ruhunda olduğuna kandırarak vücudu yetiştirdi. Dürüst olmak gerekirse bu fikri öne süren ilk araştırmacı biraz kafadan kontaktı. Ama deney, herkesi korkutacak kadar başarılıydı. Sonuç olarak yetenekli ajan Verlaine doğdu. Tekillikten doğmuş, yerçekimini iradesiyle kontrol edebilen kişilikli bir yetenekti. Birkaç yıl sonra gerekli araştırma materyallerini elde ettikten sonra Japonya da aynı yolla tekillikten doğan bir yetenekli yaratmayı denedi. Buna da…”
Ağır kapı sonunda açılmıştı. N-shi ilk Chuuya’nın girmesi için acele ettirdi.
En samimi bakışıyla konuştu. “Arahabaki Projesi adı verildi.”
Bu sözleri söyler söylemez kapı kapandı. Shirase-san ile birlikte kapının önünde bakakaldık.
Üç saniye geçmeden… durumu algıladım.
“Chuuya-sama!”
Kapıya vursam da kapı kurşun ve patlama geçirmezdi ve ne kadar çabalarsam çabalayım hareket etmiyordu. Yakında açılacak gibi de durmuyordu.
N-shi’nin sesi kapının yanındaki hoparlörden duyuldu.
“Bundan sonra yalnızca iki kişi ilerleyebilir.” Duygusuz, sert bir ses duyuldu. “Arahabaki Projesi devlet sırrı sayılabilir. Sadece bir kişinin buraya girmesi için izin aldım. Ve-”
Ne söyleyeceğini düşünüyormuş gibi durakladı ve devam etti.
“Bundan sonra göreceklerini muhtemelen yalnızken görmeli. Diğer insanların, özellikle arkadaşlarının göreceklerini görmelerini isteyeceğini sanmıyorum.”
Hemen ardından kapının diğer tarafında hareket etmeye başlayan bir kitlenin işaretleri gördüm. Tarayıcım sayesinde kapının ardında asansör olduğunu görebildim. Chuuya-sama ile N-shi aşağı inmek için asansöre biniyordu. Bu kadar ilerlememize rağmen hala aşağı katların olduğuna şaşırmıştım.
Asansörün kontrol sistemini hacklemeye çalışsam da işe yaramadı. Radyo dalgaları daha en başta karşıya ulaşamadığından girişimlerim de savuşturulmamıştı.
Sonra bir şey fark ettim. “Sessiz Oda” dedikleri şey buydu.
Çalışma ilkesi basitti. Oda, iletken demir gibi metal plakalarla çevrelendiğinde radyo dalgaları geri yansır ve metal plakaların içindeki manyetik alan atlatıldığından; içerisi manyetik alanların ulaşamadığı izole bir alan haline gelir. Cep telefonunu mikrodalgaya koyarsanız elektromanyetik dalgalar baz istasyonuna ulaşamaz. Aynı prensip burada da geçerliydi.
Bu görevin güvenlik olasılığı %7’ye düştü. İnsancıl terimlerle ifade edecek olursam “endişeli” hissediyordum.
N-shi tam olarak neyi amaçlıyordu?
 …
 Harekete geçen asansörün sesi yankılandı.
Chuuya’nın ifadesi arkadaşlarından ayrıldığı sırada dahi değişmemişti. Duvardaki saate bakıyormuş gibi N’ye gözlerini dikmişti ve ellerini ceplerine sokmuştu.
“Beni yenmek için bu kadarcık şeyin yeterli olduğunu düşünüyor musun cidden?” dedi kuru bir sesle.
“Seni yenmeye falan çalışmıyorum. Seni düşünüyordum o kadar.”
“Bundan sonra ne görürsem göreyim organizasyona rapor edeceğim.” Umursamıyormuş gibi konuştu Chuuya. “Devlet sırrıyla falan uğraşamam.”
“Ne istersen yapabilirsin.” N art niyetler taşıyan bir gülüş takındı. “Tabii canın konuşmak isterse.”
Asansör durmadan önce hafifçe vızıldadı. Kapı açıldı.
Kapının ardında küçük bir koridor vardı. Eski olması dışında tesistekilere benziyordu. Zeminlerin kenarlarında kum ve toz birikmişti. Koridorun arkasına giden yolda, üzerinde “İzolasyon” ve “Bilgi Bürosu/Belirlenmiş İzolasyon Departmanı Bakanlığından Gelen Talimatlar” gibi etiketler bulunan birkaç sayfa kağıdın bulunduğu başka bir kapı vardı. Kağıtlar iğrenç derecede eskiydi ve kenarları sarıya dönmüştü.
N, kapıya yapıştırılmış kağıtları tek tek yırttı.
Yan yan bakarken Chuuya konuştu. “Hey, konuş artık.” Sözleri N’e göre değersizdi.
N arkasına döndü.
“Konuş. Buraya kadar geldik, korkmuyorum. Ben insan değilim, değil mi?”
N Chuuya’nın sorusuna cevap vermedi, öylece Chuuya’ya baktı.
“Söylemesen de bu kadarını biliyorum.” Chuuya kaba bir tonda devam etti. “Ben Verlaine’i yaratan aynı tekillikle doğan, Arahabaki Projesi’nin ürünüyüm. Değil mi?”
N, çaresizce gülümsedi.
“Öyleysen n’olmuş? Önümüzde kanıt var. Görmekten korkuyor musun? Yalnızca hikayeyi dinledikten sonra eve mi gitmek istedin?”
Chuuya cevap vermedi, yalnızca N’ye baktı.
“Bundan sonra çekip gitsen de umurumda olmaz. Önemli olan tek şey Verlaine’in sana her şeyi anlattığımı düşünmesi, gerçekten de her şeyi bilmen değil.”
Chuuya N’ye bakarken kafasını toplamaya çalışıyordu. Sonunda ağzını açtığında, sesi kararlı çıkıyordu.
“Pianoman ve diğerleri gerçekte kim olduğumu bulmaya çalışırken öldüler.” Gözleri uzaktaki bir şeye dalıp giderken parlıyordu. Arkadaşlarının sırtları kendisine dönükken geçmişten bir hatıra… “Yolu göster. Sırf onlar için her şeyi öğrenme görevim var.”
Sesinde tereddüt yoktu. Yüzlerce yıl geçse dahi o sözleri geri alamazdı. Yüreğinin gücü, sesindeki duygudan anlaşılıyordu.
N gülümsedi ve cevap vermek yerine kapıyı açtı.
Kapının ardında sanki geniş bir fabrika vardı. Oda o kadar genişti ki arka duvarları gözükmüyordu bile. Zemin ve tavan arasında yayılan ara katman görevi gören geniş bir demir iskele vardı. Chuuya o orta katmanda duruyordu.
Demirler tıngırdadı.
Chuuya dizlerinin üstüne çöktü. Düştüğü esnada ayakta durmasına yardımcı olması için bir şekilde tırabzana tutundu.
“İyi misin?”
“Biliyorum…” Chuuya sorusunu görmezden gelerek soluk bir yüzle konuştu. “Burayı biliyorum.”
“Biliyorsun sanırım, huh.”
Chuuya’nın alnından terler akıyordu. Gözleri önündeki manzaraya saplanıp kalmıştı. N, Chuuya’ya duygusuz bir ifadeyle baktı ve sanki telefon rehberi okuyormuş gibi soğuk bir sesle konuştu.
“Burası ikinci laboratuvar. Şehirde bulunan ilk laboratuvardan örnek alınarak tasarlandı. Tıpatıp aynısı. Orijinali patlamada yok edildiğinden çocukluğundan kalan tek hatıra burası.”
Hayaletlerin sesleri zihninde yankılandı.
“Düşman saldırısı!”
“8‘den 15’e kadar kilitleyin!
Saldırı timi en iyi ekipmanlarımızla saldırıya hazır!
Fark edemeden ileriye doğru yürüyordu.
Aynıydı. Yıllardır aşina olduğu manzara tıpatıp aynıydı. Askerler ve araştırmacılar ileri geri yürüdüler. Silahlı bir asker Chuuya'nın yanına koştu.
İllüzyon görüyordu. Burada kimse yoktu.
Hafızalarında yaşanan bir olayı canlandırıyordu sadece.
“Kaç kişiler? Silahlılar mı?!”
“İki kişi! Ve silahlı olmamalarına rağmen hiç zarar görmemişler!”
Anılarındaki ses bağırdı. O günün hatırasıydı. O yerde gördüğü son şeydi.
Sonunda bir yere ulaştı.
“Sen buradaydın.”
Tumblr media
Tavana kadar uzanan siyah bir silindirdi ve çapı o kadar genişti ki üç yetişkin kollarını uzatırsa zar zor kaplayabilirdi. Yüzeyi cam gibi gözükse de siyah ve opaktı ve içerisi gözükmüyordu.
Ama Chuuya biliyordu. Bunun ne olduğunu gayet iyi biliyordu.
Chuuya çevresinde dönüp tesise baktı. Tanıdık bir manzaraydı. Bir zamanlar dünyanın bu manzaradan ibaret olduğunu sanırdı.
Mavimsi siyah karanlık… kendisini dış dünyadan koruyan –ayrı tutan beşik…
Aniden illüzyonundaki o beşik kırıldı. Chuuya’yı tutup çıkaran kişi beşiği kırmıştı.
Chuuya elin sahibini tanıdı.
Arthur Rimbaud.
Ve yanındaki, Paul Verlaine.
“Varlığın bir mucize, Chuuya-kun.” dedi N, melodik bir sesle. “Senin gibi bir fenomeni yeniden yaratamazdım.”
Bu sözlerle Chuuya gerçekliğe dönebildi. Tesisteki tek kişi N ve Chuuya’dı, silindir de kırılmamıştı.
Chuuya silindirin yüzeyine dokundu. Ne sıcak ne de soğuktu, çok iyi bildiği bir sıcaklıktaydı.
“…Ee?” Chuuya bir şekilde soğukkanlılığını geri kazanarak N’ye döndü. “Tesisteki sırrın ne-”
Aniden silindirin içinden güm sesi duyuldu.
Chuuya donup kaldı. Ellerinin dokunduğu camın hemen yanında kendi elleriyle aynı boyutta el izleri vardı. Yalnızca avucunu görebiliyordu. Geri kalan her şey mavimsi karanlıkta saklanmıştı.
Olayı hemen anladı. Dış duvarlar içerisi görülmesin diye siyah değildi. Cam saydamdı ancak maviye çalan siyah bir sıvıyla dolu olduğu için içindekiler görünmüyordu.
“Kim var orada?!” Chuuya, N’ye bağırdı.
N cevap vermedi. Soğuk gözlerle sakince Chuuya’ya baktı.
“Konuşsana! İçinde kim var dedim!?”
O elin boyutu…
Chuuya’nın elleriyle aynıydı.
“Acele etmeye gerek yok. Yakında göreceksin.”
N, ceketinin cebinden uzaktan kumanda panelini çıkardı ve düğmelerden birisini kapattı. Mavimsi siyah sıvı şırıltı sesiyle boşalırken baloncuklar oluştu.
Su seviyesi silindirin üst seviyesinden inmeye başladı. Chuuya bir adım geri çekilip boş gözlerle silindire baktı.
“Bu…”
Sıvının içindeki kişi… Chuuya’dı.
Gözleri kapalıydı. Deneylerde tipik olarak kullanılan plastik kıyafetler giyiyordu ama onun dışında bedeninde hiçbir şey yoktu. Acınası bir şekilde zayıf olduğu için Chuuya’dan biraz daha genç duruyordu. Silindirin dibine, her iki ayak bileğine de bağlı gümüşi beyaz prangalar vardı.
Uyuyor gibi gözükse de sanki her an kırılacakmış gibi ifadesi sıkıntılıydı.
“Tanıştırayım. Orijinal halin.”
Chuuya şok içinde bakakaldı.
“Kendisiyle zıtlığa düşen yeteneğin sahibi. San’in bölgesindeki bir kaplıca köyünde doğdu. Yeteneği dışında sıradan bir çocuktu. Yerçekimi tekilliğiyle ezilmesin diye özel ayarlanmış bir cihaz kullandım. Bu yüzden hala hayatta.”
Aniden, silindirin içindeki çocuk çırpınmaya başladı. Aralıksız öksürüyor ve nefes alamıyor gibi duruyordu.
Bükülüp kusmaya başladı, sanki iç organları dışına çıkıyordu. Ancak silindirin camı kalın olduğundan içeride neler yaşadığı tam duyulmuyordu.
“Hey… acı çekiyor. İyi mi?!”
“Muhtemelen değil.” dedi N, soğuk bir sesle. “Yaşam desteği için gerekli olan rahmin sulu solüsyonu boşaldı, ne de olsa.
“Ne?!”
Silindirin içindeki çocuk yerde kıvranırken bağırıp çağırıyor, durmaksızın cama vuruyordu. Ama söylediklerinin tek bir kelimesi duyulmuyordu.
“Ne yapıyorsun?! Yardım etsene!”
“Gerek yok. Görevini uzun zaman önce yerine getirdi. Seni doğurma görevini yani.”
Silindirin içindeki çocuk inanılmaz miktarda kan kusarak titredi.
Chuuya’nın ifadesi hemen değişti.
N’nin yakasını çekebildiği kadar sert çekti ve aşağı indirerek bağırarak konuşmaya başladı.
“Acele et de suyu geri koy!”
“Neden?” dedi N ifadesini değiştirmeden.
“Kapa çeneni! Suyu geri koy yoksa seni gebertirim!”
N omuzlarını silkti. “Tamam. Al.”
N, sıvıyı boşaltmak için kullandığı uzaktan kumanda panelini Chuuya'ya verdi. Chuuya, paneli elinden kaptı.
Kontrol panelinin üç siyah ve bir kırmızı düğmesi vardı. N’nin suyu boşalttığı düğmenin karşısındaki düğmeyi kapattı ama bir şey olmadı. Diğer düğmelere de tıkladı ama hiçbir şey olmamıştı.
O sırada çocuk acı çekmeye devam ediyordu. Bedeni titriyor ve kırmızımsı siyah sıvı ağzından akıyordu. Ciğerlerine kan dolduğundan nefes alamıyor ve yüzü morarıyordu.
Chuuya tedirginlikle düğmelere ardı ardına bastı. Bir süre sonra, güm sesini duyduktan sonra yüzünü cama çevirdi.
Silindir sanki boyun eğiyormuş gibi kendilerine doğru eğildi ve kabın üst kısmı açıldı. Kalan çözelti boşaldı ve çocuk sonunda yerde yuvarlandı.
Chuuya, çocuğun vücudunu tuttu.
“Hey, biraz daha dayan!”
Çocuk nefes alamıyordu. Chuuya’nın kollarında uzanırken göğsü inip kalkıyordu. Yüzü Chuuya’nınkisiyle aynıydı ama gözleri daha nazik ve çok çok daha kırılgandı.
Çocuk Chuuya’ya tutundu ve yavaşça ona baktı. Bir şey söylemek için ağzını açtı. Derin bir nefes aldı.
Ama bu kadardı.
Hayatı sona ermişti. Eli, gücünü kaybedip düştü ve gözleri perdelendi. Ciğerlerinde kalan hava bir iç çekişle dışarı verildi. Ve böylece her şey bitmişti.
Chuuya, çocuğun bedeninin çürüyüşünü izledi. Derisi parçalandı ve etleri eriyerek mavimsi siyah sıvıyla aynı renkteki sıvıya dönüştü. Durdurmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Etleri bedeninden kayıp gitti, geriye kemikler kaldı.
Sonrasında geriye kalan tek şey çocuğun küçük iskeleti, giydiği plastik giysiler, ona bağlı transfüzyon tüpleri ile ölçüm kabloları ve son olarak ayaklarının altındaki mavi-siyah sıvıydı.
Chuuya iskeleti yere koydu ve yüzünü N’ye çevirdi.
“Sen…!”
Kıyafetlerini öfkeyle kavradı ama N’nin ifadesi biraz bile değişmedi.
“Baban olduğumu söylerken yalan söylemiyordum.” N, sanki kanji okuyormuş gibi düz bir sesle konuştu. “Bedenini ben tasarladım, Arahabaki’ye dayanabilesin diye genetiklerini düzelttim.”
Sonra akıl ermez bir şey yaşandı.
N Chuuya’nın yumruğunu kıyafetlerinden kolayca ayırdı.
“Ne…”
Chuuya N’yi, yumruklamaya çalışsa da yapamadı. Ayakta dahi duramıyordu. Dizleri titriyor ve bedenini ağır hissediyordu.
Güçlü olan N değildi, Chuuya zayıftı o kadar.
Chuuya bu hissi hatırlıyordu.
“O… o zamanki…”
Bir yıl önce uçurum kenarındaki mezarlıkta Shirase kendisini bıçakladığında da aynı hissetmişti. O sırada, Shirase ne demişti?
“Artık kıpırdamasan iyi edersin. Bıçağı fare zehriyle kapladım.”
“Uzuvların bir süreliğine uyuşacak ve istediğin gibi hareket edemeyeceksin.”
Shirase’nin sesinin hatırası kulaklarında yankılandı ve nedense abartılıymış gibi duyuluyordu.
Chuuya zemine dizleri üstüne düştü. İki eli de ağır hissediyordu.
Ama neden? Neden şimdi böyle hissediyordu?
“Seni ben tasarladım, seni en iyi ben tanıyorum. Bedeninin güçlü olduğu doğru ama zehirlere karşı normal bir insan kadar zayıfsın.”
“Zehir mi…?”
Chuuya geçmişi anımsadı. Kolay kolay zehirlenmezdi. Kendisini zehirlemek için bir saldırı girişimi olsaydı hemen fark ederdi.
Bekle-
Tesise girmeden hemen önce kişisel eşyalarını kontrol edip kan testi istemişlerdi.
Test kiti… iğne…
“İğne…!”
“Gerçeği anlatmak için seni buraya davet ettim. Gerçekleri söylersem Verlaine’in ellerinde ölmekten kurtulurum diye düşündüm.” dedi N, Chuuya ceketini kavradığında açtığı kırışıklıkları düzelterek. “Ama bu plana körü körüne güvenemezdim. Gerçeği basitçe anlatsam bile Verlaine’in pes edeceğinin garantisi yoktu. Bu yüzden daha güvenilir bir yöntem uygulamaya karar verdim.”
Chuuya ayağa kalkmaya çalıştı. Ayakları mavi-siyah sıvıda çırpında.
“Anlıyor musun? Eğer ölürsen Verlaine’in ülkede kalması için bir nedeni kalmaz.”
“Orospu çocuğu!”
Öfkeye kapılmıştı. Bedeninden çok duygularının gücüyle ayağa fırladı. Yumruğunu N'ye doğru fırlattı.
N, soğukkanlılıkla Chuuya’yı silahla vurdu.
Mermi Chuuya’yı alnından vurdu ve kafatasına çarparken parçalandı. Chuuya geriye yalpaladı ve alnından kanlar akarken yere düştü.
Kurşun kafatasından içeri girmemişti. Alnından aşağı kayarak yere düştü. Chuuya darbeyle birlikte merminin kendisine vurmasını engellemek için kalan gücüyle yerçekimi kontrolünü mermiyi durdurmaya odakladı.
N kayıtsız ifadeyle, düşen Chuuya’ya acımasızca daha çok ateş etti.
Tüm mermileri durduramazdı. Birkaç kurşun Chuuya'nın doğrudan koluna ve karnına isabet ederek et parçalarının ve kanın etrafa sıçramasına neden oldu.
Chuuya çığlık atmak için sesini dahi yükseltemedi.
“Muhtemelen iğrenç bir adam olduğumu düşünüyorsun ama bunu canıma değer verdiğim için yapmıyorum. Araştırmama devam etmek için yapıyorum. Yani vatanım için çabalıyorum da diyebilirsin.”
N, laboratuar önlüğünün cebinden bir tüp çıkarıp açtı. İçinde ufak bir şırınga vardı. Şırıngayı açtığı yaralardan birisine yerleştirdi.
“Bulunduğun organizasyon uğruna zalim olmak... kendin de seçkin bir organizasyondasın. Beni anlıyorsun, değil mi?”
“Göt… herif..”
Chuuya sızlandı, N’yi tutmak için elini kaldırdı. Ancak N’ye uzanamadı.
Eli yere düştü.
Sonra her şey karardı.
 …
 Hemen yanımda, Shirase-san aniden acı çekmeye başladı.
Yere düştü, boğazını tutarak kıvranmaya başladı.
“Shirase-san’ ne oldu?!”
Bunları söylerken çoktan tanı raporu yazmaya başlamıştım. Nabız ile kan basıncında düşüş ve terleme, kas seğirmesi ile nefes darlığı çekiyordu. Hepsi zehirlenmenin tipik belirtileriydi. Ancak havanın bileşenlerinde herhangi bir anormallik yoktu. Şimdiye kadarki çevre taramalarımı kontrol ettim fakat zehirli gaz belirtisi görülmüyordu.
Semptomlarını hafifletmek için ona antikolinerjik etkisi olan bir atropin iğnesi yaptım. Durumunu biraz izledikten ve semptomların yavaşladığını gördükten sonra ilacın dozunu artırdım. Aslında savaş alanında kullanılmak için yaratıldığım için biyolojik ve kimyasal silahlara karşı kullanabileceğim ilaç stoğum vardı. Bu seferki hayati tehlike oluşturmuyordu.
Shirase-san sakinleştikten sonra onu yere uzandırtıp odadan çıkmaya çalışsam da çıkamadım. Ne önümüzdeki ne de arkamızdaki kapı açılmıyordu. Bulunduğumuz oda elektromanyetik dalgaları geçirmediği için kontrol paneline bağlanamıyor ve dış dünyayla iletişime geçemiyordum.
Başlangıçtan beri odada kilitli kalmamız planlanmıştı. Görevin risk değeri %38’e yükseldi. Endişe verici bir orandı.
Bedenimi kapıya çarpmadan önce biraz düşündüm. Demir kapı yerinden kıpırdamıyordu. Odadaki demir masalardan birisini fırlattım ama ufak bir çizik bırakmaktan başka bir şey yapamadı.
Koridora benzeyen odada yalnızca masalar, sandalyeler ve içini süsleyen personel dolapları dışında bir şey yoktu ve dardı. Terminale bağlanabilseydim dışarısıyla iletişime geçebilirdim. Elektromanyetik alanı korumak için tavanlar ve kapılar da kaçmamızı zorlaştıran kalın demirden yapılmıştı.
Başka çaremiz kalmamıştı.
Belimin arka tarafını yokladım ve oradaki kapağı açtım. Aradığım parçayı bulup çıkardım. Sağ elimdeki orta ve işaret parmağımdan bileğime kadar olan boşluğu açıp aldığım parçayı yerleştirdim.
Takıp çıkarılabilir askeri bir el testeresiydi. Testere avucum büyüklüğünde, döner tipteydi. Genelde şüpheliyi kovalarken kilitli bir kapıyla karşılaşırsam kullanırdım.
Testereyi kapıdaki elektronik kilide bastırmadan önce döndürdüm. Kıvılcımlar takım elbiseme doğru uçarken tiz bir ses çıkardı.
Biraz zaman alacak gibi duruyordu ama acelemiz vardı. Araştırma tesisi tehlikeliydi. Bahse varırım amaçları Chuuya-sama’yı zehirlemekti ve Shirase-san da araya karışmıştı. Ve şimdi burada kapana kısılmıştık. Chuuya-sama tehlikedeydi.
Öldürülmüş olabilirdi.
Hatta daha kötüsü-
 …
 Oda boştu.
Masa, sandalye, ekran ya da süs eşyaları… hiçbir şey yoktu. Yükseltiyi gösteren bir ölçek duvara kazınmıştı. Okulların küçük yüzme havuzu büyüklüğünde olan oda aslında acil durumlarda deneylere atılan sulama suyunu depolamak için kullanılan bir su deposuydu.
Chuuya, odanın duvarında asılıydı. İki bileği de zincirlerle bağlanmış, yere düşmesini engelliyorlardı. Zincirler kalın dikenlerle kaplıydı ve bileklerine canavar dişleri gibi saplanmışlardı. İki ayağı da zar zor yere değiyordu.
Üst yarısındaki kıyafetleri çıkarılmış, kurşunların açtığı yaralar açıkta kalmıştı. Biri göğsüne, diğeri karnına olmak üzere en derin kurşun deliklerine iki kazık çakılmıştı.
Chuuya çığlık attı. Yanan etinin kokusu havaya yayıldı.
Elektrik akımı kazıklardan bedenine girdi ve bileklerindeki dikenli tellerden kaçtı. Bu sırada kasları, sinirleri ve iç organları parçalanıyordu. Hissettiği şiddetli acı, tüm vücudunu kıymaya çevirirken hiç doğmamış olmayı dilemesine yetiyordu.
“Seni geberteceğim.”
Asılı Chuuya, kendisini izleyen kameraya doğru hırıldadı.
Elektrik akımı bir kez daha geçti. Canavarınkisine benzeyen kısık bir bağırış ağzından kaçtı.
N, durumu deney gözlem odasından izliyordu.
Elektrik akımından gelen ışık gözlem odasına dahi ulaşsa da N gözlerini bile kırpmadı.
“10 mL midazolam verin.” Aşağıdaki sahneden gözlerini ayırmadan yanındaki astına emir verdi.
“Ama kalp atışları…” Genç araştırmacı endişeli bir sesle hayati değerleri kontrol etti.
“Bu kadarıyla ölmez. İlacı verin.”
Birbirinden farklı birkaç ekipman hareket etti. Chuuya’nın sırtına saplı dört tüpten birisinden berrak bir sıvı taşındı ve bedeninde kayboldu. Sanki iç organları parçalanıyormuş gibi ıstırap dolu bir çığlık atarken gözleri fal taşı gibi açıldı.
Yine de N irkilmedi bile. Yüzü ne sempati ne de gaddarlık taşıyordu. Bir numaraya bakıyormuş gibi Chuuya’yı seyrediyordu.
Deney gözlem odasında 20 sandalye, aletler ve araştırmacılar sıralanmıştı. Araştırmacıların hepsi ilerlemede sorun çıkmaması için değişiklikleri deney protokolüyle karşılaştırmakla meşguldü.
“Chuuya-kun, acıtıyor mu?” N yüzünü mikrofona yaklaştırdı ve Chuuya ile konuştu.
Chuuya uyuşmuştu ve cevap vermiyordu.
“Özür dilerim, keşke başka bir yolu olsaydı.” Sesinde pişmanlık taşımadan konuştu N. “Ama seni kurtaracaksak başka şansımız yok.”
Konuşurken, N sayısal değerleri doğrulamak için yanına baktı. Sonra devam etti.
“Biz nasıl isteklerine saygı duyuyorsak ‘Arahabaki’ de aynı şekilde saygı duyuyor. İradenizin Arahabaki’ye bağlı olduğunu söylemek daha doğru olur. İraden kesin olduğu için Arahabaki senden alınamaz. Bu ülkede, yeteneklerin nasıl çalıştığını bildiğimizi tanımlayan tek kontrollü tekilliksin.”
N’nin sesi mikrofonu kapattıktan sonra kesildi, astına döndü. “Midozalamın etkileri nasıl?”
“Belirtiler başladı. Kayda değer bir yanıt vermesi muhtemelen 2 dakika sürer.”
N başını salladı. “20 ml daha verin.” Emir verdi, yine mikrofona döndü.
“Chuuya-kun, şu anda kişiliğin Arahabaki’nin dizginlerini elinde tutuyor. Yani seni öldürürsek kontrol edilebilen oldukça değerli bir tekilliği kaybederiz. Bunun birlikte, eski kişiliğini yeniden yazarsak yeni kişiliğinle Arahabaki arasında çatışmaya sebep verebiliriz ve Arahabaki başka bir öfke patlamasına neden olabilir. Laboratuarın yeniden patlamasını istemeyiz.”
N, son kısmı kimse duyamasın diye kısık sesle söyledi ve şakasına burnunun ucuyla güldü. Ama yüzündeki sırıtışı anında sildi.
“İşte buradaymış.”
N, kontrol panelindeki bir düğmeyi çevirdi.
Tavana zincirlenmiş kazıklardan yaralara kuvvetli bir elektrik akımı geçti. Chuuya o kadar ıstıraplı bir acıyla sarsıldı ki sanki tüm vücudu parçalara ayrılıyormuş gibi hissetti. Chuuya, şiddetli acıya haykırdı. Bedenini yukarı bükerek acıdan kaçmaya çalışsa da yalnızca bileklerine saplı dikenli tellerin kollarını daha da kanatmasına neden oldu.
“Arahabaki’yi kendi rızanla bırakabilirsin. Çok düşünmeni gerektirecek bir şey değil. Tekerleme gibi birkaç kelimeye söylemen yeterli. Detonasyon mührünü sıfırlatan bir yetkilendirme kodu. Kodlamanın bir parçası olacak. Bu tekerlemeyi tekrar ettikten sonra yeni kişiliğin orijinalinkinin yerini alacak. Ve günlerdir sana musallat olan ile… yıllardır peşini bırakmayan karanlığın acısı dinecek”
Yıllardır peşini bırakmayan karanlık…
Bu sözleri duyduktan sonra tepkisiz Chuuya sonunda hayatta olduğuna dair işaretler gösterdi. Zayıf bir şekilde başını kaldırdı.
N, değişimi fark etmedi.
“Söylediğim kelimeleri tekrar et. Gayet basit bir cümle ve aklından da tekrar edebilirsin.”
N gözlerini kapattı ve tekdüze bir sesle yetkilendirme kodunu okudu. Basit bir dizeydi.
“-Ey, kara rezaletin bağışçıları. Beni bir daha uyandırmayın.”
“Ey kara rezaletin bağışçıları…”
Chuuya’nın dudakları neredeyse otomatik hareket ediyordu. Uyuşturucu etkisini göstermeye başlamıştı. Gözleri odağını kaybetmişti. O insancıl gözleri dudaklarının kıpırdadığından bihaberdi, boğazı söylediklerinden dolayı titriyordu.
N gülümsedi ve mırıldandı. “Tamamdır.” Chuuya devam etti.
“Beni bir daha… bekle… kimim ben?”
Sözleri, acıyla kıvrandığı esnada kesildi.
Ağzından çıkanlar odada yankılandı ve moralleri bozdu.
Kaydı izlerken N hayal kırıklığıyla kaşlarını çattı. Videoya bakarken astına emretti. “Dozajı arttırın.”
“Ama-“
“Yap dedim!”
Kazıklardan yüksek akımlı elektrik geçti. Şekilsiz yıldırım, tüm kaslarını, sinirlerini ve iç organlarını parçalayarak şiddetle vücuduna girdi.
Chuuya acı içinde çığlık attı.
 …
 Döner testere kilidin eksenini kesti. Tiz, metalik ses durdu.
Çıkan ısı döner testeremin parçasını bir daha düzeltilemeyecek şekilde eritmişti bu yüzden testereyi tekrar kullanabileceğimden şüpheliydim. En iyisi burada bir kenara atmaktı.
Artık dışarı çıkabilirdik. Ancak baygın Shirase-san’ı öylece arkamda bırakamazdım. İnsanları korumaya programlanmış bir robottum. Şartlar ne olursa olsun, savunmasız bir insanı tehlikeli bir yerde bırakamazdım. Chuuya-sama’yı arama görevin olsa bile önce Shirase-san’ı güvenli bir yere götürmem gerekliydi.
Elimi, kapıyı açmak için kestiğim noktaya dayadım.
Ama gerek yokmuş.
Çünkü aniden kapıyla beraber geriye uçtum.
Zeminden yukarı, aşağı sonra yine yukarı yuvarlandım. Geriye doğru yuvarlanırken omuzlarımda yoğun bir baskı hissettim. Vurulmuştum, darbe de geri düşmeme neden olmuştu. Etrafımı algılamak için kullandığım sensörleri düşürerek önceliğimi kendimi savunmaya ayarladım.
Sensörlerim üç düşman algıladı, hepsi ağır silahlı askerlerdi. Askeriyenin tesisinde olduğumuzu düşünürsek bu kadar silahlı olmaları şaşırtıcı değildi. Kapı da büyük olasılıkla bombayla patlatılmıştı.
Vurulduğum yerin analizini yaptım. Dış zırhımda spiral çatlaklar vardı. Durum hiç iyi değildi. Kurşungeçirmez yeleği dahi delen mermiler kullanmışlar.
Sıradan insan savaşında, merminin insan bedeninde durarak daha fazla hasar vermesi amaçlandığı için biraz daha yumuşak başlıklı kurşunlar kullanılır. Ama düşmanım nüfuz gücü ve hızı daha kuvvetli başlıklar kullanmıştı yani benim mekanik bedenimi göz önüne alarak savaşmaya gelmişlerdi.
Durum hiç ama hiç iyi değildi.
Görüşüm netleştiğinde girişe baktım. Üç asker çoktan namlularını bana dikmişti.
Kaçınılmaz bir güçle üzerime kurşunlar yağdı.
 …
 Kalp atışlarının sesi son derece gürültülüydü.
Kulağının dibinde davul çalıyorlarmış gibi geliyordu. Nakahara Chuuya gözlerini sesin kaynağına çevirdi ama elbette, ortada kalp falan yoktu. O zaman kimin kalbiydi bu? Benim mi? İmkansız. Ben insan değilim. Kalp gibi bir lütuf bana yakışmaz.
Bir kez daha elektrik akımı geçti. Tüm vücudu istemsizce titredi. Sanki bedenindeki tüm sıvılar tek tek kaynıyor, kan damarları lime lime doğranıyordu. On altı yaşındaki bir çocuğun dayanabileceği acıyı çoktan aşmıştı. Neyse ki, ağlasa da çığırsa da kimsenin umurunda değildi. Bu yüzden ne zaman ıstırap çekse çığlık atıyordu. Boğazında yükselen kanın tadını alabiliyordu.
N’nin sesini son duyduğundan beri uzun zaman geçmişti. Bilim insanları, emeklerinin boşa gitmesinden nefret ederdi. Muhtemelen Chuuya kayda değer bir ses çıkarana kadar acının tadını kendisinin istediği kadar tadana kadar ayrılmıştı.
Yerçekimi kontrolü tamamen kaybolmasa da gücü zayıf düşmüştü. Belki bedenine saplı tüpler sürekli vücuduna zehir pompalıyordu. Uzuvları uyuşmuştu, zihni bulanıklaşmıştı. Gerçeklikte ya da aklında neler olup bittiğini söylemesi zordu. Zehrin yanında bir de uyuşturucu verilmişti. Suçluların itiraf etmesi için kullanılan ilaçlardan mıydı, belki de insanı deliliğe sürükleyen uyuşturucuydu?
Daha ne kadar dayanabilirdim?
Tabii ki istediğim kadar katlanabilirdim. Gerekirse sonsuza dek. Chuuya olduğum için katlanabilirdim.
Ama neden yapayım ki?
-Ben de hep böyle demiyor muyum, Chuuya?
Chuuya aniden kafasında tanıdık bir ses duydu. Bu dünyada en çok nefret ettiği kişinin sesiydi.
-Aynı benim gibi, senin de varlığın hataydı. Sahte bir hayata tutunmuşken bütün bunlara katlanmanın anlamı ne ki?
Ses kendisiyle dalga geçiyormuş gibi çıkıyordu.
“Kapa çeneni.”
Chuuya küfredermiş gibi konuştu. Sesin kafasında olduğunu biliyordu, uyuşturucunun neden olduğu işitsel bir halüsinasyondu sadece. Yanında kimse yoktu. Ama aklı yerinde değildi bu yüzden ses durdurulamazdı.
“Siktir git, Dazai.”
-En iyi bu klişe cevabı mı verebiliyorsun?
Ses kulağının dibindeydi. Chuuya kulaklarını kesmek istedi.  Hemen yanında, Dazai'nin gölgeli silueti titriyor, gözlerini oymak istemesine neden oluyordu.
-Sözlerime inanman için kanıtlar var, kendin de biliyorsun. Derinlerde bir yerde sen ve ben, ikimiz de aynıyız.
“Sus, sus, sus! Ben benim! Senin gibi pisliğin teki değilim!”
-Ona da söylediklerinin aynısı söyle o zaman.
Chuuya, yüreğine dokunan başka bir kısık sesi duyduğunda donakaldı.
-Ama bize ilk katıldığında dememiş miydik, kendini kandıramaya devam edemezsin diye?
Chuuya figürü gördü. Artık halüsinasyonların uyuşturucudan kaynaklandığından emindi.
“Pianoman…”
Alnında terler akarken Chuuya’nın sesi kupkuru çıkıyordu.
Pianoman, önündeki duvara dayanmış, kollarını birbirine geçirmiş halde Chuuya’ya sakince bakıyordu. Dükkanın arkasında dururken takındığı duruşun aynısı gözlerinin önündeydi. Chuuya’nın unutması mümkün değildi.
-Bize katılmana izin vermemizin sebebini söylemiştim. Mafyaya isyan çıkaracağını düşünmüştük. İntikam alevleriyle hiçliği ve her şeyi yok etmek istiyorsun gibi gözüküyordun. Şimdi bile, hala aynı haldesin.
Gölgeler ço��aldı, tedirgin Pianoman’in yanındaki duvarda göründüler. Albatros, Iceman, Lippmann, Doc…
Yüzlerinde birer gülüşle hepsi Chuuya’yla konuştu.
-Doğumunun kökeni yüzünden ölmüş olabiliriz ama seni suçlamıyoruz.
-Biz mafyayız, böyle şeylere hazırlıklıydık.
“Aptallar! Ne biçim neden o?! Ben…”
Pianoman ve diğerlerinin gülüşleri yüzlerinden silindi. Bir sonraki cümleyi direkt kulağının dibinden duydu.
-Öl o zaman.
Şaşıran Chuuya, hayaletimsi bir Shirase'nin solgun yüzüyle karşılaşmak için arkasına döndü.
-Hem mafyadaki arkadaşlarından hem de Koyundaki bizlerden ölümünle özür dile.
Ne olduğunu kavrayamadan etrafı Koyundaki kızlar ve erkeklerle çevrildi. İhanet ettiği ve birbirinden ayırdığı eski arkadaşlarıydı. Onlarca çocuğun gözleri soğukkanlılıkla kendisine bakıyordu.
-Hep demiyor muydun Chuuya, hayatta üstün olanların yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardır. Yalan mı söylüyordun?
-Bizi korumayacak mıydın? Açlıktan ölürken biz seni korumamış mıydık?
Dur.
Chuuya kulaklarını kapatmaya çalıştı ama iki eli de bağlıydı.
-Hmph, bir de kendine kral diyorsun. Bak bize ne yaptın.
-Chuuya, sen…
“Kes sesini! Madem çok istiyordunuz siz kral olsaydınız ya! Tüm gücümü sizin için kullandım!” Chuuya artık dayanamıyormuş gibi bağırdı. “Gücü sikeyim! Bu gücüm olmasaydı hala beraber-”
Yine elektrik şoku verildi. Chuuya’nın beyninden ışık akımları geçti.
Aklının diğer bir kenarında, yaşanması imkansız bir manzarayı gördü.
Koyun henüz dağıtılmamıştı. Hala beraberlerdi. Chuuya aralarında önemli birisi değildi. Yeteneği yoktu. Ne güçlü, ne kral olan ne de ilgi odağında olan tamamen normal bir üyeydi. Diğerleriyle hoşça sohbet eden, Koyunun sıradan bir üyesiydi.
“Ben…”
Vizyon kayboldu, arkasında yara bere içinde kalmış kanlar içindeki Chuuya’yı bıraktı. Sonra sessizleşti.
Chuuya başını öne eğdiğinde, bir sonraki halüsinasyonun ayaklarına yansıdı.
“Arkadaşların ve sorumlu olduğun yoldaşların seni delirtiyor. Sence neden, küçük kardeşim?”
Chuuya yavaşça yüzünü kaldırdı. Karşındaki kişinin gelmesini bekliyor sayılırdı.
“Demek sıradaki sensin…”
“Doğru, olmam gerektiği gibi. Buraya kadar aynı yolu ben de yürüdüm, sorularını benim cevaplayacak olmam gayet doğal.” Halüsinasyon siyah şapkasını düzeltti.
“Sorum…” dedi Chuuya. “Söyle bana, hatam neydi? Nerede yanlış yaptım?”
Önündeki halüsinasyon, Verlaine, biraz kederli bir ifade takındı.
"Başından beri." Bu cevabı verirken Verlaine'in gözleri samimi ve yalandan arınmıştı. “En başından beri, doğumun bir hataydı. Aynı benim gibi."
Daha en başından varlığım hataydı.
Chuuya’nın yumruğu titredi. Böyle bir şeyin yaşanması haksızlık değil miydi? Onları affetmek zorunda mıydı?
“Hayır, yaptıkları affedilemez. Orası kesin. Gereken hükmü vermenin zamanı geldi.”
“Onlar…”
“Bu kadar katlandığın yeter.” Verlaine’in sesi nazik çıkıyordu. “Tüm sorumluluklarını yerine getirdin. Artık sıra onlarda. Onları sorumlu tut. Ancak bu sayede nihayet adaleti sağlayabiliriz.”
“Haha… onları sorumlu tutmak istiyorum.” Chuuya’nın kuru gülüşü direkt kendisine hitap ediyordu. “Onları parçalarına ayırmak istiyorum ama imkansız. Buradan çıkamam. Acı ve çaresizlik içinde öleceğim.”
“Ölmene izin vermem.”
Verlaine Chuuya’nın önüne yürüdü ve kazıkları çıkardı.
Chuuya taş kesilmişti.
Verlaine tüm kabloları çıkardı ve yerçekimiyle ezdi. Kollarının etrafındaki dikenli telleri ve sırtındaki tüpü de çıkardı.
“O araştırmacıyı öldüreceğim.” Verlaine Chuuya’yı tüm kısıtlamalarından kurtarıp yaralarını inceledikten sonra ayağa kalktı. “… öncesinde de planladığım gibi. Burada oturmakta serbestsin. Ama hayatındaki kargaşadan onları sorumlu tutmak istiyorsan…”
Verlaine elini Chuuya’ya uzattı.
“Benimle gel.”
Chuuya elini tutmadı, sanki garip bir şey görmüş gibi öylece bakakaldı.
“Neden…?”
“İlk tanıştığımızda da söylemiştim. Seni kurtarmak istiyorum.”
Bunları söylerken Verlaine gülümsedi. Bir ajanın ya da suikastçılar kralının gülüşü değildi. Genç bir adamın samimi gülüşüydü sadece.
“Öfkelen, Chuuya. Öfkelen, bu zalim dünyaya öfkelen. Seninle oynayan bilim insanlarına öfkelen. Bu öfken hayatını geri kazanmana yardımcı olacak. Hayatını geri alacak mısın Chuuya, yoksa numaralandırılmış deney faresi olarak yaşamaya devam mı edeceksin?”
Konuşmak istemiyorum.
Öfke kanında kaynayarak kaslarını ısıttı. Chuuya güçlükle Verlaine’in elini kavradı ve ayağa kalktı.
“Gidelim, kardeşim.” Verlaine, Chuuya’nın bedenini kaldırırken gülümsedi. “N’yi öldür ve ruhunu bu mantıksız dünyadan geri kazan.”
 …
 Üzerime kurşunlar yağıyordu.
Ön kolumdan darbeye dayanıklı kalkanımı çıkardım. Şemsiyeye benzer kalkanın yüzeyi ısı ve darbeye dayanıklı süper alaşımla kaplıydı ve saldırıların çoğunu savuşturabilirdi. Arahabaki’nin yüksek enerjisine dayanması için özellikle tasarlanmıştı.
Metal zarflı mermiler kalkanımın yüzeyine çarptı ve geri sıçradı. Mermilerin üçü kalkana saplandı, kinetik enerji yüzünden alaşımları soyuldu. Ancak kalkanımdaki hasar minimum düzeydeydi.
Kalkanım hala yükseliyorken askerlerin silahlarının üstüne iki kez zıpladım. Gardiyanın arkasındaki duvara iner inmez geriye sıçrayarak sırtına çarptım.
Sensörlerim kaburgalarının kırıldığını tespit etti. Biri gitti.
Askerin üstüne basarken uzun bacaklarımla diğer askere çelme takarak düşürttüm. Parmağımdaki iğneyi düşen askerin boynuna sapladım, uyuşturucu enjekte ettim. Böylece ikincisi gitti.
Fakat diğer ikisini etkisiz hale getirmem için gereken süre üçüncü askerin ateş etmeye hazırlanması için yeterliydi.
Üçüncü asker silahını bana doğrulttu. Ellerimin ikisi de yerde olduğu için bedenimin ağırlığı yüzünden kolumdaki kalkanı kaldıramadım. Alabileceğim önlemleri yüksek hızda taradım ancak hiçbiri zamanında yetişmiyordu.
Bir şey yapmama gerek kalmamıştı.
Asker, aniden yere yığıldı.
Bedeni elektrik çarpmasının patlayan sesiyle sarsıldı ve silahını düşürdü. Birkaç saniye süren ıstırap dolu seslerden sonra tüm gücünü kaybederek yere düştü.
Kılımı dahi kıpırdatmamıştım.
Askerin ardındaki koridordan kurtarıcım gözüktü.
Burada görmeyi beklediğim son insandı.
“Ne sıkıcı…” dedi, normalde isyanları dağıtmak için kullanılan şok tabancasını bırakarak. “İnsanlar, elektrik kullansam da ölüyor kullanmasam da. Bıktım artık.”
“Sen… Liman Mafyasındansın.”
Dazai Osamu.
Chuuya-sama’yı Liman Mafyasına sürükleyen çocuk.
“Tanıştığımıza memnum oldum Dedektif-san. Chuuya nerede?”
Chuuya-sama ile aynı yaşta olan çocuk sordu, şok tabancasını umursamazca bir kenara attı.
“Chuuya-sama…”
“Çoktan yakalandı mı? Yoksa onu kurtardığın sırada mı geldim?” Dazai-san hareketsiz askerin üzerinden atlayıp bana doğru yürüdü. “Öyle eğlenceli olmaz ki. O zaman Chuuya’nın işkence görmesini ve iki gözü iki çeşme ağlamasını kaçırırdım.”
“İşkence mi? Chuuya-sama’ya mı?”
Yakalanan Chuuya-sama işkence mi görüyordu? İhtimal vardı. Ama bu çocuk bunu nereden biliyordu? Neden buraya gelmişti?
Dazai-san’ın etkisizleştirme yeteneği Verlaine’e karşı yapacağımız savaşta kesinlikle koz sağlardı. Verlaine bu yüzden Dazai-san ile iletişime geçse bile belli ki çocuk yakalanmamıştı. O zaman neden buraya gelmişti?
“Neden buraya geldim mi diye soruyorsun? Anlatayım. Planın parçası olduğu için geldim. Ne planı diye soracaksın. Anlatayım. Her şey. Baştan sona her şey, Verlaine olayı başından beri avucumun içindeydi. Ne demek istiyorsun diye soracaksın.”
Dazai-san'ın sözlerini daha iyi anlamak için işlemcim bu bilgiyi analiz etmeyi birinci öncelik haline getirdi. Ancak Dazai-san'ın düşünme hızı çok daha hızlıydı. Ayak uydurmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum.
“Anlatayım. Her şey, harfi harfine her şey, Verlaine’in hedeflerinden tut da Dedektif-san’dan Araştırmacı-san’a kadar, hepsi Verlaine’e verdiğim istihbarat sayesindeydi. Yani suikast planının protokolü ayrıca benim planımın protokolüydü. Şimdi de ‘Neden böyle bir şey yaptın?’ diye soracaksın.”
Dediği gibi, sıradaki sorum buydu. Anlattıklarına göre yüksek ihtimalle Verlaine ile iş birliği yapmıştı. Dedektif-san’ın ölümü, Chuuya-sama’nın tatsız durumu –hepsi Dazai-san’ın eli altından çıkmış olabilirdi. Yani ihanet söz konusuydu. Biraz sonra anlattıklarına bakarak bir kez daha savaşmaya devam edebilirdim.
Ama Dazai-san’ın son cevabı beklentilerimi aştı.
“En yüksek suikastçı hedefine ulaşmadan önce zaman kazanmak içindi. Son hedefi Liman Mafyası patronu, Mori Ougai. Mori-san aslında ilk öldürülen olacaktı ama istihbaratları değiştirerek onu listede sonuncu yaptım. Kazandığım zaman sayesinde ters suikastı neredeyse bitti. Ama son dokunuşları yapmamız gerek.”
Dazai gülümsedi ve ayağa kalkmama yardım etmek için elini uzattı. Her şeyi bir bilgenin gözüyle görmüş, sanki dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir yere bakıyor gibiydi.
“Bu gidişle Chuuya, N’yi öldürecek ve bunu yaparsa artık insan olmayacak. Ama Chuuya’nın insan olarak acı çektiğini görmek istiyorum. Bu yüzden onu durduralım.”
 …
 Dünyanın sonunun getiren bir felaketin geldiğini işaret eder gibi, güvenlik alarmları yankılandı.
Kırmızı acil durum ışıkları yanarak tesisin manzarasını tamamen değiştirdi. Sanki canavarın karnının içindeydik.
Genel personele yönelik telsiz alarmları, tüm hatlarda art arda çalıyordu.
İzinsiz giriş. Tüm iç istihbarat personelleri belirlenen belgeleri imha etsin ve derhal tesisi tahliye etsin. Saldırı timi, en iyi ekipmanlarınızı kuşanın. Bu bir tatbikat değildir. Bu bir tatbikat değildir.
Personelin duyması için gürültülü alarmlar vermeye devam ettim.
Bayılmış Shirase-san'ı bir malzeme deposuna kilitledim, kapıyı kapattım ve elektronik kilide bastım.
“Kilidi, sürekli değişen bir şifreleme anahtarı kullanarak değiştirdim. Bir süre Shirase-san’ı güvende tutar.”
“İyi iş çıkardın. Sırada Chuuya var.”
Dazai-san, artık Shirase-san umurunda değilmiş gibi yürümeye başladı.
“Bekleyin lütfen, Dazai-san.” Arkasından seslendim. “Az önce Chuuya-sama’dan insan olarak bahsetmiştiniz. Chuuya-sama’nın insan olup olmadığını biliyor musunuz?”
Gerçeği bildiğine dair garip bir umut besliyordum. Herhangi bir dayanağım olmasa da içime doğmuştu. İnsanların makinelerin sezgileri olmadığını ya da makinelere aniden ilham gelmediğini düşünmeleri kibirli bir davranıştı. İnsanların yapabileceği her şeyi ben de yapabilirdim.
“Bilmem.”
Dazai-san tereddüt etmeden konuştu. Ancak gözleri bir şeyi düşünür gibi hafifçe kısılmıştı. “N de Verlaine de Chuuya’nın insan olmadığını söyledi. Ben bu fikre katılmadığım için bu defteri, ‘Rimbaud’un Notları’nı okudum. Tüm olayın bu defter yüzünden başladığını da söyleyebilirsin.”
Dazai bunu söylerken cebinden eski, deri ciltli bir defter çıkardı.
Rimbaud’un notları!
Hemen tuttuğu defteri analiz ettim. Gerçek miydi? Olabilirdi.
Rimbaud’un notları, artık hayatta olmayan yetenekli casus Rimbaud’un gizlice yazdığı bir tür günlüktü. Dünya Savaşında yaptığı görevlerle ilgili istihbaratlar içerdiğinden devlet sırrıydı ama var olduğu dedikoduları dolaşsa da keşfiyle ilgili hiçbir bilgi bulunmuyordu.
“Nasıl bulabildin?”
“İstediğin gibi öğrenmeye çalışabilirsin ancak ne olursa olsun sana yalnızca yalan söyleyeceğim. Ne de olsa ben yalancının tekiyim.”
Dazai-san'ın yüzünde esrarengiz bir gülümseme vardı. Yalan algılama sensörü kullandım ama yanıt alamadım. Hayati değerleri değişmiyordu ve neredeyse uyuyan bir insanınkiyle aynıydı. Çıktı değerleri son derece normaldi ve bu, bu tür bir durumda dahi anormaldi.
Kimdi bu çocuk?
“Çay patisi yapıp konuşacak vaktimiz yok. Önce Chuuya’yı bulalım.” Dazai-san dalgın bir şekilde ensesini ovuşturarak konuştu.
“Onu nasıl yapacağız?”
“Chuuya’yı bulmak hep kolay olmuştur.” Dazai-san hiçliği ve her şeyi görebiliyormuş gibi gülümsedi. “Gürültü nereden geliyorsa Chuuya da oradadır.”
 …
 Patlama sesiyle duvar parçalarına ayrıldı.
Chuuya enkazın toz bulutunun içinden gülle gibi çıktı. Havayı kesmesinin şoku, toz bulutunun dağılmasını geciktirdi.
Önünde tesisin savunma birimi vardı. Silahlarla kuşanmışlardı ve tüm hazırlıkları düzenle tamamlıyorlardı.
“Taktik departmanı konuşuyor! Zakuro Saldırı Timi doğu geçidinde tetikte olsun! Warabi Muhabere İstihkam Müfrezesi, batı geçişini patlatarak çıkışları kapatın! İstihbarat Departmanının kaçması için zaman kazanın! Hemen-”
Devamını getiremedi.
Chuuya dizini kullanarak komutanın gövdesine vurdu ve asker, uçup giderken iki büklüm kaldı.
Yaklaşık sekiz asker aynı anda silahlarını hazırladı. Bu askerler elit sınıftandı ve gizli askeri tesislerde gardiyanlık yapıyorlardı. Seviyeleri, askerinin ekipmanına ya da yemeğine bekçilik yapan gönüllü askerlere kıyasla çok daha yüksekti. Bu tesisi korumak için silah kullanmakta ustalık sergileyen, fiziksel gücü kuvvetli, zihinsel konsantrasyonu yüksek ve savaşmaya niyetli bir avuç askere izin verilmişti.
Ama yalnızca insanlara karşı savaşmakta becerikliydiler. Rüzgâr gibi uçan ve üzerlerine bir aracın ağırlığıyla saldıran insan büyüklüğünde bir canavara karşı savaşmayı beklemiyorlardı.
“Daha fazla ilerlemesine izin vermeyin! İleride panik odası var! İstihbarat departmanının yetkili memurları kaçana kadar hayatınız pahasına savunun!”
Chuuya alçak irtifada ateş eden askerlerden birine çarptı. Asker, ağaçtaki bir yaprak gibi uçup gitti. Chuuya diğer bir askerin karnına tekmeledi, geri tepmeyi kullanarak sıçradı ve askerin diğer tarafına bir tekme daha indirdi.
Asker, sanki bir bilardo istekasıyla vurulmuş gibi odanın duvarlarından sekti. Saniyeler içinde koridor, sükunetin ve ölümün hakim olduğu sessizliğe döndü.
Chuuya, umursamaz bir tavırla yere düşen askerlerin üzerinden atladı ve elini panik odasının kapısına koydu.
Açılmıyordu. Kapı eline ağır geliyordu. Elektronik olarak kilitlenmişti.
Chuuya kırmak için kapının kilit mekanizmasına yüksek kuvvetli yerçekimi uyguladı. Ama kapı açılmadı. Zehrin etkileri yüzünden yeteneğinin gücünü de arttıramazdı.
“Odaklan.” Yok yerden ortaya çıkan Verlaine kollarını çaprazlayarak kapının yanındaki duvara yaslandı. “Zehirlenmişsen n’olmuş yani? Sen dünyanın sonunu getirecek canavarsın. Yeteneğini geri al. O kötü adamı parçalamak istiyorsan, yap şunu.”
“Bili… yorum…”
Chuuya iki elini de kapıya yerleştirdi ve dişlerini sıktı. Yeteneğinin çıkış gücünü arttırdı.
Rakibi ajanların saldırabileceğini göze alarak tasarlanmış patlamaya, kimyasallara, yeteneklere dayanıklı bir kapıydı. Kapıyı pek çok türde yetenekle parçalamak şöyle dursun, çatlak dahi bırakamıyordu.
“Odaklan. Canavara boyun eğdirtmek için iradeni kullan. Yoksa ölürsün.”
Uzay deforme oldu. Giysileri yavaşça dalgalanmaya başladı.
Yeteneğinin ışığı, Chuuya’nın yumruklarında toplandı.
 …
 Burası neresi?
Shirase gözlerini açar açmaz ilk bunu düşündü.
Silah ve ekipman deposundaydı. Uzuvlarını esnetmesine yetecek kadar geniş olmasına rağmen burnunun ucunu göremeyecek kadar karanlıktı.
“Chuuya? Adam?”
Seslense de cevap alamadı. Etrafta kimsenin olduğuna dair hiçbir işaret yoktu.
Hayır, bekle, kilidin dışında işaretler vardı.
İleri geri koşuşturan panik sesleri ve acil durum hakkında bilgilendirme yapan alarm sesi duyuluyordu. Telaşlı sesin, düşmanların içeri sızdığını ve araştırmacı olmayan personellerin tahliye edilmesi gerektiği gibi şeyler söylediğini duyabiliyordu. Tesiste sorun çıkmıştı sanırım.
Tesis… Doğru ya, şimdi hatırladım.
Shirase ayağa kalktı. Askeri araştırma tesisine davet edilmişti ve alt kata indirilmişti. Sonra aniden nefes almakta zorlanarak bayıldı.
İleriden silah sesleri duyuluyordu. Ve şimdi bu sıkışık alanda kapana kısılmıştı.
Arkada bırakılmıştı.
Terk edilmişti.
“Sikeyim böyle işi! Hey, Chuuya! Nereye gittin?! Çıkar beni buradan!”
Tüm gücüyle kapıyı tekmeledi ve kolayca açıldı. Kapının açılacağını düşünmeyen Shirase o kadar şaşırdı ki hemen kapıyı kapattı.
Kapıyı bir kez daha sinsice açtı ve çevresini kontrol etti.
Birbirlerine benzeyen karanlık saklama dolapları sıralanmıştı ve şu ana kadar kimseyi görmemişti.
Dolaptan çıktı ve ayağa kalktı. Ayağa kalkar kalkmaz baş dönmesiyle dizleri üstüne çöktü.
Düşmeden önce nefes alıp vermenin ne kadar zor olduğunu ve göğsünün nasıl ağrımaya başladığını anımsadı. Muhtemelen zehir yüzündendi. O piç adamlar muhtemelen beni kendilerine yük gördükleri için zehirlediler, sonra beni arkalarında bırakarak kaçtılar.
Ellerini kapayıp açtı. Bilinci netti ve hareketinde sıkıntı yoktu. Öyleyse böyle bir yerde sabırla beklemesi için bir neden de yoktu.
Neyse ki araştırmacıların kullandığı birkaç laboratuvar önlüğü duvarda asılıydı. Kalkıp bir tanesini üzerine geçirdi, alarm sesinin saldırıda görevli olmayan tüm personelin kaçması gerektiği sözlerini hatırladı. Kaçan bir araştırmacı gibi davranırsa kolayca çıkabilirdi.
Ama Chuuya hayatta böyle bir şey yapmazdı. Güvenlik söz konusu olduğunda en uyanığı oydu, bu yüzden kalabalıkta sıvışmak gibi bir şeyi asla yapmazdı. Tehlikede olabilirdi.
Ben kimim ki onun için endişeleniyorum? Chuuya’yı kurtarmak için bir nedenim var sanki. Hayır, hiçbir sebebim yok.
 …
 “Belgeleri yok edin! Bize biraz zaman kazandırmak için 8. tahliye yolu dışındaki tüm gücü kapatın!”
N bağırıyordu.
Araştırma tesisinde bulunan pek çok panik odasından birinin içindeydi. Trene benzeyen uzun, dar bir odaydı ve acil durumda ihtiyaç olunabilecek iletişim araçları, besin, elektrik jeneratörü ve kurşungeçirmez yelekler gibi her şeye sahipti. Odanın arkasında tek seferde tek kişiyi taşıyabilen bir asansör bulunuyordu.
N, iletişim cihazıyla tüm birimlere emirler veriyordu. Aynı zamanda diğer elinde tuttuğu zincir demetini güç kaynağına bağlayarak girişe taşıdı.
“Taktik departmanı kontrol odası bize olabildiğince zaman kazandırmak için çatışmaya girmelerini bildiriyorum! Merkez üstteki Amiralle iletişime-”
Giriş patladı.
Kapı N’nin burnunun ucundan geçip duvarı parçaladı.
“Oğlundan kaçan fantastik baba değil mi bu?”
Girişte Chuuya duruyordu. N'ye dik dik bakarken tüm vücudu öfkeyle kabarıyordu.
“Eeh!”
N tuttuğu zincirleri düşürdü. Sırtını duvara dayadı ve birkaç adım geri çekildi.
“Neye hazırlanıyordun? Ölümüne mi?”
“B-bekle! Başka seçeneğim yoktu! İş için yaptım! Bir kez olsun seni incitmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim!”
“Öyle mi? Yazık olmuş.”
Chuuya tehditkar adımlarıyla N’ye doğru yürüdü. Chuuya’nın ileriye attığı her adımla N titreyen bacaklarıyla geriye gidiyordu.
Verlaine kollarını birbirine geçirmiş girişte duruyor, odadaki manzaradan yüzünde bir gülümsemeyle keyif alıyordu.
Chuuya’nın ayakları altına bir zincir düştü. N’nin az önce bir şey hazırlarken kullandığı zincirdi. Chuuya zinciri eline alarak inceledi.
Zincirin sivri bir ucu vardı ve içi kalın tellerle örgülüydü. Chuuya’ya işkence ederken kullandığı elektrikli kazıktı.
“Az önce karnıma sapladığın şey bu muydu? Anladım… beni pusuya düşürmek ve yine bu şeyleri saplamak için tuzak kuruyordun.”
“Ş…şey…”
Chuuya zinciri çekti. Odanın köşesindeki güç kaynağına bağlı iki zincir daha vardı.
“Açık açık söyleyeyim, deli gibi acıttı. Hiçbir şeyin acısı bununla kıyaslanamaz. Umarım hissettiğim ıstırabın yüz kat beterini çekersin.” dedi Chuuya zincirlere bakarken.
Chuuya gözlerini N’den ayırdığı sırada adam, odanın arkasındaki asansöre doğru ilerlemeye başlamıştı.
Zincirin ucu kıyafetlerini parçaladı.
“Kaçma.” dedi Chuuya. Sesi nefret doluydu. N’nin kıyafetlerine doğru atılan zincir, giysilerini arkasındaki duvara sabitlemişti. Chuuya zincirin ucunu yavaşça N’nin yanındaki zemine çevirdi.
N’in kıyafetleri duvara saplı olduğundan bir sonraki zincirden paçayı sıyıramazdı.
“Bekle… yaptığın şey yanlış!”
“Onu dinleme Chuuya.” Kapının yanındaki Verlaine sıkılmış bir tavırla parmaklarına bakıyordu. “Bu tip insanlar hayatta kalmak için birden yüze kadar yalanlar sıralar. “
Chuuya gözlerini kıstı. Gözlerindeki kana susamışlık yakut kırmızısı güzel bir renkle parıldadı.
“B-bekle! Yemin ederim yalnızca iş için yaptım, başka hiçbir sebebim yoktu!”
“Ah, yalnızca işti demek.” Chuuya N’ye daha da yaklaşırken konuştu. “İş için isteğim dışında ruhumla oynadın. İş için diğer beni kilitleyip öldürdün. İş için varını yoğunu ortaya koydun. Senin gibi pislikler midemi bulandırıyor. Madem iş için her şeyi yaparsın, o zaman işin için öl.”
Chuuya, tuttuğu zincire yerçekimi gücünü uyguladı. Kazığın ucu yükseldi.
 …
 Dazai-san ile birlikte koridorda ilerledik.
“Chuuya’nın insan olduğunu gösteren bir kanıt yoktu ama olmadığını gösteren bir kanıt da yoktu.” dedi Dazai yürürken. “Verlaine bir yabancı, tabiri caizse Chuuya’yı çalmak isteyen bir yabancı. Chuuya’nın insan yapımı bir yetenek olduğunu direkt onaylamış değil ya. N ise, yalan söylüyor olabilir.”
N-shi yalan mı söylüyordu?
“Neden yalan söylesin ki?”
“Kim bilir? Ama usta bir yalancı, yalan söyleme nedenini dahi saklar ve o adamda iyi bir yalancı tipi var. Haksız mıyım?”
Dazai-san gülümsedi. Gülüşünde donuk bir haz saklıydı.
Ama doğruluk payı da vardı. Labarotuvara girdiğimden beri denk geldiğim her insanın hayati değerlerini tarıyordum. Kızıl ötesi görüşleri, kalp atışları, karbondioksit salım hacimleri, göz bebekleri ve terleme hacimleri… buna elbette N-shi de dahildi ancak bize ihanet etmeyi planladığına dair hiçbir işaret bulamamıştım.
Chuuya sama yapay bir insan olabilir de olmayabilir de.
İhtimal yarı yarıyaydı.
Önüme dönerek hızımı %40 arttırdım.
Olasılık 50/50 ise, Chuuya-sama N-shi’yi öldürmemeli.
Yoksa bir daha toparlanamayabilirdi.
 …
 Havada uçuşan zincirler it dalaşına katılan bir köpeğin kaçmak üzereyken çıkardığı sese benzer bir sesle çınladı.
“Hemen bitecek.”
Chuuya zinciri kavramak için çekti. Zinciri sanki halat çekme oyunuymuş gibi yan pozisyonda tuttu. Tutuşunu biraz bile gevşetse zincir roket gibi uçacaktı.
Kazığın keskin ucu N’ye doğrultulmuştu ve kıyafetlerine saplı zincirler yüzünden kaçacak yeri kalmamıştı.
“Yap, Chuuya.” Verlaine kollarını çaprazlamıştı ve ıslık öttürür gibi neşeli bir tonda konuştu. “O yerçekimi gücünün birazını bile kullanırsan onu bıçaklar bıçaklamaz bedeni anında patlar. Hemen biter. Değil mi Araştırmacı-san?”
“Bekle Chuuya-kun! Yarın yine gel, bunu yaptığına pişman olacaksın!”
“Yarın ne olacağı belli değil.” Chuuya’nın gözleri kana susamışlıkla kısıldı. “Hep istediğini yaptın. Korumak istediğin insanları korudun ve sevmediklerini yıktın. Bugün de farklı olmadı.”
“Bekle! Uzak dur!”
 …
 “Geldik, panik odası!”
Koridordan döner dönmez Dazai-san bağırdı. Bakışlarını takip edip koridorun sonundaki kapıyı fark ettim. Kapının etrafında yenilmiş onlarca gardiyan vardı.
“Ben önden gidiyorum!”
Dazai-san'ı geride bırakarak güvenlik görevlilerinin oluşturduğu yığının üzerinden tek sıçrayışta atladım. Kapının önüne indim. Vakit kaybetmeden kapının girişine dokundum ve kilit açma kodunu aradım. Doğru kodu bir, iki, iki saniye içinde girdim.
Kapı açıldı.
“Chuuya-sama! N’i öldürmemelisiniz!”
Otomatik kapının açılma hızına sabrım yetmeyince panik odasına koştum. Gözlerimi açtım.
Oda boştu.
Ne kimse ne de birisinin olduğuna dair bir işaret yoktu.
Zemini tarayıp ince bir toz tabakası buldum. Oda sanki yıllardır kullanılmamıştı.
Burada değildi.
Çok geç kalmıştık.
 …
 “Yarın ne olacağı belli değil.” Chuuya’nın gözleri kana susamışlıkla kısıldı. “Hep istediğini yaptın. Korumak istediğin insanları korudun ve sevmediklerini yıktın. Bugün de farklı olmadı.”
Zincirde, çekilmiş bir oka benzer muazzam bir güç depolanmıştı.
Ve o ok, her an fırlayabilirdi.
“Bekle! Uzak dur!” N ellerini kaldırıp haykırdı. Yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Chuuya’nın zinciri kavrayışı gevşedi.
Koca bir evi yıkabilecek gerginliği taşıyan zincir serbest bırakıldı.
Ses hızından daha hızlı bir şok dalgası yaratılırken gök gürültüsüne benzer kükreyiş odayı sarstı. Zincir inanılmaz bir hızla uçarak hedefini en ufak sapma olmadan deldi.
Direkt-
Verlaine’in göğsüne isabet etti.
“Ugh… Ne…”
Zincirin deriye temas noktasından kan sıçradı. Verlaine yalpalamıştı. Yerçekimi kontrolüyle zincirin hızını yavaşlatsa da ucu hala göğsünün derinliklerine saplanmıştı.
Chuuya, üst bedenini Verlaine’e çevirdi. Zinciri bıraktığı anda uçuş yönünü değiştirmek için vücudunu çevirmişti.
“Sütten çıkmış ak kaşık gibi konuşma, Verlaine. Doğru, bu araştırmacı iğrenç şeyler yaptı ama sen de Pianoman ve diğerlerini öldürdün.” Chuuya göğsünü yumrukladı. “Tam burada canları yanıyor. Ve ateşleri sönene kadar istediğimi yapmam imkânsız. Yapılması gerekeni yapıyorum. Ben de böyle birisiyim işte.”
Tumblr media
“Chuuya… Piç herif…!”
Verlaine kazığı tutup çıkarmaya çalıştı. Ama Chuuya odanın arkasına Verlaine’den daha hızlı koşup kazığın kaldıracını indirdi.
Maksimum çıkışa ayarlanan elektrik akımı parlayan bir ejderhaya dönüşerek zincirlerden geçti, Verlaine’e çarptı.
“Aaaaghh!”
Elektrik, Verlaine’in vücudunda yayıldı. Verlaine fiziksel saldırılara ve silahlara karşı dayanıklıydı ama Chuuya gibi, düşmanı elektrik olunca çaresizdi.
“Yapılması gerekeni… mi yapıyorsun?” Elektrik bedenini yakarken kazıkları kavradı. “Neden anlamıyorsun? Yapman gereken hiçbir şey yok! Yaşamak istediğin hayatı yaşa ve kırmak istediğin şeyleri kır! Yapmamız gereken tek şey vardı, o da asla doğmamaktı!”
Verlaine titreyen parmaklarında güç topladı ve kazığı yavaşça çıkardı.
“Kapa çeneni.” Gözleri kararlılıkla parlıyordu. “Belki bu söylediklerin senin için geçerlidir ama fikirlerini bana dayatmaya çalışma. Ben öyle düşünmüyorum.”
Gözlerinin diplerinde gölgeler parıldadı.
Koyundaki arkadaşları…
Liman Mafyasındaki arkadaşları…
Azmi gözlerinde ışıldıyordu. Ancak çeşitli savaşları görüp geçirdikten ve vedalar ettikten sonra elde edilebilen güçlü ve insancıl bir kararlılıktı.
“Ayrıca bir şey hakkında tamamen yanılıyorsun.” dedi Chuuya. “Doğmam mı hataymış? Hayatta o boktan Dazai’nin düşündüğü gibi düşünmem!”
Verlaine kazığı çıkarıp bir kenara fırlattı.
O sırada Chuuya ileri atıldı.
“Chuuyaaaa!”
“Verlaaaaine!”
Verlaine yumruk attı. Chuuya aynı hızla yumruğa karşılık verdi.
Yumrukları çarpıştı, siyah bir patlamayla oda aydınlandı.
 …
 “Tesisin kendini imha etme sistemi çalışıyor. Tesisin %68’inde elektrik kesintisi var. Kalan sistemler kapanmadan önce Chuuya-sama’yı bulmalıyız.
İletişim cihazlarının birisine bağlanarak tüm tesisin sistemini hacklemeye çalışıyordum.
Chuuya-sama’nın izini kaybettiğimiz için elimden bir tek bu geliyordu. Tek çaremiz panik odasının terminalini kullanarak güvenlik sistemini hacklemek ve savaşın nerede gerçekleştiğini belirlemekti.
Tahliye odasının doğası gereği güvenlik sistemine bir hat çekilmiştir böylece tahliye edilen VIP kişi, komutayı devralabilir. Fakat gizli bir askeri hatta olduğumuzdan güvenlik sıkıydı ve tesiste elektrik kesintisi olduğundan bağlantı merkezi görevi görmesi gereken terminallerin hatları kesilip duruyordu. Asma köprüyü geçmek istiyorduk ama tahtalar birbiri ardına kırılıp düşüyordu.
“Önce yakıt dağıtım sisteminin kontrolünü al.” dedi Dazai-san. Döner sandalyeye otururken ellerini başının arkasına dolamıştı. “Personeller tesisi boşalttıktan sonra kanıtları yok etmek için araştırma materyalleri eninde sonunda burada yakılacak. Bu yüzden yakıt destek sistemi sonuna kadar açık kalacaktır. Yakıt sistemini dayanak noktası olarak kullanarak tüm tesisin kontrolünü ele geçir.”
“Anlaşıldı.”
Yaşam destek, güvenlik ve hafıza depolama sistemi gibi diğer ana sistemlere kıyasla yakıt destek sisteminin kontrolünü ele geçirmek daha kolaydı. Oradan, güvenliği ihlal edilen işlemciyi kullanan sistemlerin geri kalanına durdurma komutu verir ve menzilimizi daha da genişletirdik.
“Acaba her şey yoluna girecek mi?” Sisteme karşı savaşırken yüksek sesle konuştum.
“Ne yoluna girecek?”
Dazai-san bana baktı.
“Verlaine. Chuuya-sama’yı bulduğumuzda Verlaine’in bizle savaşmak için beklediğinden eminim. Acaba ona karşı kazanabilecek miyiz?”
“Kim bilir?” Dazai bariz bir ilgiyle cevap verdi. “Tabii ki kazanmanın bir yolunu bulabilirim ama öylece ölürsek Verlaine bunu zafer saymaz. Verlaine hakkında söyleyebileceğim tek bir şey var.”
Daza-san ellerini indirdi ve bir makineden daha mekanik gözleriyle bana baktı.
“Bu dünyada birebir savaşta Verlaine’i yenebilecek kimse yok.”
 …
 Küçük odada fırtınalar kopuyordu.
Yumruklar patlayıcı güçle çarpışıyor, minyatür güneşler birbiri ardına oluşup kayboluyordu. Yerçekimi yerçekimiyle çarpıştı, normale dönmeden önce uzayı deforme etti. Şok dalgaları odada kol geziyor, masaların düşmesine ve elektronik cihazların duvarı yıkmasına sebep oluyordu.
“Elinden gelen bu mu, Chuuya?”
Verlaine bağırdı. Yumruğu duvarı sıyırdı, kırdı ve portakal soyar gibi soydu.
Chuuya, ölümcül göktaşları sürüsünün yanından sıyrıldı ve alçaktan bir tekme attı. Verlaine savunmak için yerçekimini toplasa da yarı yolda Chuuya yönünü değiştirdi ve gövdesine delici bir tekme attı.
Verlaine acıdan inledi fakat solgun Chuuya'ya bir darbe indirmeyi başardı.
Verlaine beş parmağını da Chuuya’nın yüzünü kavramak için kullandı.  Tekmeden gelen momentumdan dolayı hasardan kaçamadı. Verlaine Chuuuya’yı kaldırdı ve karşı saldırıya geçemeden duvara fırlattı.
Duvarda dairesel çatlaklar açıldı.
Chuuya acı içinde haykırırken Verlaine’in elini yüzünden çekmek için uzandı ama ellerinde yalnızca boş havayı hissedebildi. Yüzünü tutan el artık yoktu.
Sonra Verlaine Chuuya’yı tekmeledi.
Arkasındaki duvar yıkılmıştı. Duvar ile tekme arasında sıkışan Chuuya, kendisine büyük bir araç çarpmış gibi hissetti ve kan kustu. Etkiyi azaltmak için Verlaine’in arkasına atlayamadı bu yüzden darbenin etkisi şimdiye kadar aldıklarının en kötüsüydü.
Duvar yıkıldıktan sonra Chuuya karşı odaya uçtu ve o odanın sonra bir diğer odanın duvarına çarptı. Verlaine'in gözünden kaybolan Chuuya, tek bir tekmeyle iki oda ileriye taşındıktan sonra toz duman ve molozlarla kaplanmıştı.
Verlaine bacağını indirdi ve yaralarını kontrol etti. Kazığın girdiği yerden kan akıyor, kıyafetlerini lekeliyordu. Yarası derindi.
“Anlamıyorum, Chuuya.” Verlaine ellerindeki kana bakıp kaşlarını çattı. “Tartışmamızın bir manası olmamalı.”
Gözleri, yere düşen metal bir levhaya ilişti. Devrilen masalardan birisinin üstündeki koyu gri tepsiydi. Levhayı ayağıyla itti, havada asılı tuttu ve sonra tekmeledi.
Metal levha duvardan kaçmaya çalışan N’nin gözleri önünde havayı kesti.
“Aah!”
“Kaçabileceğini mi sandın?”
Verlaine N’yi boynundan tutup kaldırdı. Hafifçe duvara dayadı.
“Ne olursa olsun bugün hayatta kalamayacaksın.” Verlaine’in gözlerinde bugüne kadar görülmemiş bir ışık yandı. Öfkeliydi. “İçinde herhangi bir karanlıktan daha kötü bir kötülük olduğunu görüyorum.”
N'nin yüzü bir gülümsemeyle seğirdi ve boğuk bir sesle, "Senin gibi bir kiralık katil mi... bunu bana söylüyor?"
“Bazen yaratmak öldürmekten daha beter olabilir.”
Verlaine parmaklarını sıkıştırdı ve yerçekimi etrafı sarmaya başladı.
“B-bekle! Beni dinle!”
“Yok, kalsın.”
Verlaine boğazını sıktı. Her türlü kütleyi ezebilecek bir süper yerçekimi, N'nin boynunu paramparça edecekti ki-
N haykırdı.
“Ölürsem kendin hakkındaki sırları da kaybedersin!”
Verlaine’in parmakları durdu.
Zaman geçti. Bir saniye, iki saniye… ikisi de tek kelime etmedi. Verlaine hareketsiz kaldı, gözünü dahi kırpmadı.
“Ne dedin?” Sessizlik en az 5 saniye hüküm sürdükten sonra Verlaine kısık, titrek bir sesle konuştu.
“Yalan söylemiyorum. Her şeyi kaybedersin. Hem de her şeyi. Öğrenmeyi en çok arzuladığın ‘Asil Ormanın Sırları’nı bile”
Verlaine keskin bir nefes aldı.
“Piç herif…!”
Verliane’in boştaki yumruğu gürüldedi.
Yumruğunu duvara vurdu. Ani çarpışmayla oda sarsıldı.
N’nin yüzünün yanındaki duvar parçalanmıştı. Duvar örümcek ağına benziyor, ve kırılan parçalar dökülüyordu.
"Beni alt etmeye çalışıyorsan dikkatli ol derim." Verlaine cehennemden çıkıyormuş gibi alçak bir sesle konuştu. "Ağzından çıkan tek bir kelimenin bile yalan olduğunu hissedersem, yemin ederim ki vücudundaki 206 kemiğin hepsini sen hala hayattayken söküp atarım."
 …
 On sekiz bağlantı noktasının on ikisini hackledim. İkinci ve üçüncü ana faaliyetlerin kontrolünü ele geçireceğim ve oradan etkin güçlerini kullanarak dördüncü ve beşinci sisteme saldıracağım. Her şey yolunda gidiyor. Birkaç dakika içinde Chuuya-sama’yı aramamız için gereken güvenlik sistemi kontrolümüz altında olacak.
Ama sonrasında bir sorun vardı.
“Birebir savaşta Verlaine’i yenebilecek kimse yok…” Dazai-san’ın dediklerini düşündüm. “Yani Verlaine’i yenmenin hiç yolu yok mu?”
Dazai-san’a baktığımda her şeyi anlayan gözleriyle “Burada.” dedi.
“Biraz araştırmamız için zaman kazandım.” Bunları söyledikten sonra Dazai-san az önce gördüğüm deri ciltli defteri, ‘Rimbaud’un Notlarını’ çıkardı.
“Casusluk becerilerinin yanı sıra yerçekimi kontrolü yeteneğine de sahip. Rahatsız edici derecede güçlü ve herhangi bir zayıflığı yok. Ama... korktuğu bir şey var.”
“Korktuğu bir şey mi var?”
“Kendisi.” Dazai-san gizemli bir gülümseme takındı. “Chuuya’nın Arahabaki’si gibi Verlaine’in içinde de kontrol edemediği bir tekillik mevcut. Eğer kontrolden çıkarsa kendisiyle beraber etrafındaki her şeyi yakıp yıkar. Suribachi Şehrindeki kabus gibi bir şey yeniden yaşanır.”
Suribachi Şehrinin kabusu…
Bilgi depomu kontrol ettim. Dazai-san muhtemelen dokuz yıl önce gerçekleşen patlamadan bahsediyordu. Chuuya-sama’nın içindeki Arahabaki’nin kontrolden çıktığı, çevresini yıktığı ve iki kilometre çapında bir çukur kalana dek her şeyi yok ettiği olay.
Verlaine’in içinde uyuyan canavar bütün bunları yapabilirdi-
 …
 “Asil Ormanın Sırlarını...” dedi Verlaine bariz kuru bir öfkeyle. “…nereden biliyorsun?
“Yapay yetenek kullanıcısı Paul Verlaine-kun…” Sorudan kaçıyormuş gibi konuştu N. “İçinde yatan bir şeytan kral var. Başka bir Arahabaki. Araştırma için tesiste doğan Arahabaki’nin aksine içindeki şeytanı tek bir yetenekli yarattı. Ve sen o yaratıcıyı kendi ellerinle öldürdün. Bu yüzden içinde uyuyan o canavarı asla tanıyamayacaksın. Canavarın kendisini göstermesinden korkuyorsun.”
“İçimdeki şey ne?” Verlaine sinirli bir şekilde sordu. “İçimdeki şeyin ne olduğunu bildiğini mi söylüyorsun?”
“Kim bilir? Ama biliyorsam da bilen tek kişi benim demektir.”
Konuşurken N’nin sağ eli yavaşça hareket etti. Verlaine’in kolu kendi kolunu gizliyordu yani kör noktadaydı. Salyangoz yavaşlığında hareket ederek parmaklarını cebine yaklaştırdı.
“İstihbarat birimi Alman bir casus aracılığıyla hakkındaki belgeleri ele geçirebildiği için Arahabaki’yi yaratabildik. O belgeleri okuduğumda tüylerim diken diken oldu. Seni yaratan kişi şeytanın ta kendisiydi. O fikirler aklı başında birisinden çıkamaz.”
N’nin parmakları cebindeki kontrol panelini sıkıca kavradı. Siyah, silindir su tankının önünde Chuuya’ya verdiği kontrol panelinin aynısıydı.
“Benim yapabileceğim en kötü şey bu.”
Düğmeye bastı.
Tavan çöktü.
Verlaine’in tepesindeki tavan gürültüyle çöktü, yıkılan parçalar yere yağmur gibi yağdı. Ancak inen tek şey moloz parçaları değildi.
Mavimsi siyah bir sıvı daha vardı. Verlaine kendini yıkıntılardan korumak için anında yerçekimini aktifleştirerek kollarını kaldırdı. Ancak moloz yığınları ve sıvının arasından bir şey düştü.
Verlaine tekmelendi.
Birisi kendisine vurdu ve arka duvara çarptı. Yüzünde hem şaşkınlık hem de acı belirdi. Yerçekimi kalkanını kırabilecek hiçbir şeyin olmaması lazımdı.
“Kozumun o sıkıcı elektrik kazıklarının olduğunu mu düşündün cidden?”
N kahkaha attı. Hemen yanında, tekmenin sahibi, bir iskelet duruyordu.
İskeletin üzerinde tıbbi tüpler ve çeşitli yaşamsal ölçüm kabloları asılıydı. Sadece deneylerde kullanılan plastik giysiler giymişti. Daha önce Chuuya’nın kollarında ölen, yalnızca kemikleri kalana kadar derisi eriyen kişi; Chuuya’nın orijinaliydi.
İskeletin gerçek kimliğini anlar anlamaz Verlaine’in yüzü öfkeyle morardı.
“Orospu çocuğu!”
“Bu iskelet Avrupa teknolojisinin taklidi değil, kendi eşsiz mühendisliğimiz. Yıkıma olan açlığının formülünü bizzat göreceksin.”
İskelet zıpladı.
Rüzgarı kesen bir sesle ileri atıldı. İskelet kastan ziyade yerçekimi ile hızlandı ve Verlaine'e çarptı.
Verlaine iskeleti durdurmak için iki omzundan tuttu. İskeletin momentumunu durduramayan ayakları yere battı.
Birbiriyle yarışan iki yerçekimi kuvveti odanın ortasında ufak bir girdap oluşturdu. Verlaine iskeleti durdurmayı başarsa da ağız boşluğu ardına kadar açıldı ve Verlaine’e atıldı. Çenesinde kas olmadığı için tıkırtı sesleri geliyordu.
“Acı çekiyor musun?”
Verlaine gözlerini kıstı. Sesi duygusallığından dolayı hafif titriyordu.
“Özür dilerim… ama artık bu dünyada yaşayabileceğin bir yer kalmadı.”
Verlaine yeteneğinin gücünü arttırdı. İskelet zemine doğru itilirken dizleri çatırdadı.
"Seni yeryüzüne çıkaracağım ve yıldızları görebileceğin güzel bir yerde dinlenmen için yatıracağım. Ama şimdilik, sessizce beklemene ihtiyacım var."
Verlaine yerçekimini tersine çevirerek iskeletin havada süzülmesine neden oldu. Etraftaki enkaz da yerçekimi alanının etkisiyle havalanmaya başladı.
Verlaine elini bıraktı.
Sıkıştırılmış yerçekimi çıkış noktası aradı. Verlaine, çıkışı kasten bir yöne sınırlamıştı böylece iskelet o yönde hızlandı. Bir gülle gibi uçtu.
Duvara çarpsa da durmadı. Çelik kolonlara ve molozlara sarılı bir halde duvara, tavana ve daha fazla duvara çarptıktan sonra odanın en arkasındaki duvarı kırdığında durdu.
Verlaine iskeletin fırladığı yöne bakarak hareketsiz kaldı. Gözleri çeşitli duygularla puslanmıştı.
Dişlerini kenetleyerek yumruğunu olabildiğince sert bir şekilde yakındaki bir masanın üstüne vurdu. Başlangıçta yıkımın ardından eğri büğrü olan masa şimdi ikiye bükülmüştü.
Odaya göz gezdirdi. N ortada yoktu.
Acil durum tahliyesi için kullanılan asansörle kaçmıştı.
Verlaine odanın arkasına yürüdü ve asansörün kapısını zor kullanarak açtı. N zaten platformdaydı, yukarı doğru ilerliyordu.
Verlaine, ifadesini değiştirmeden asansörün halatını aşağı çekti. Anında, kırılan demir malzemelerin ve hasar gören güvenlik cihazlarının sesleri yankılanırken, başın üzerinde tiz bir ses duyuldu.
Verlaine düşen platformu tek eliyle yakaladı.
Kapıyı açtıktan sonra N’yi dışarı sürükledi.
“Seni geberteceğim.” Verlaine’in gözleri öfkeyle yanmıyordu, yalnızca bataklık gibi fokurdayan karanlık bir nefret gözlerini boyuyordu. “Ama seni suikastçı gibi öldürmeyeceğim. Daha önce hiç kullanmadığım bir yöntemle öldüreceğim –ölümün için yalvarana kadar acı ve çaresizlikle dolu olacak. Yaptıklarından pişman olman için yeteri kadar vaktin olacak.”
 …
 Yan tarafım acıyor.
Sinirleri acıyla sızlıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştığında gövdesinde iğrenç, sümüksü bir şey hissetti.
Chuuya parmak uçlarıyla acının kaynağını yokladı. Böğrüne demir bir çubuk saplanmıştı.
Yıkılan duvarla fırlatılırken binanın iskele demirlerinden birisi saplanmış olmalıydı. Çubuğun ucu bedeninden dışarı çıkıyordu. Enkazların altında gömülü olduğu için sırtında ne kadar ileri gittiğini bilmiyordu.
Verlaine tarafından vurulduktan sonra Chuuya kendisini enkaza gömen bir duvara çarpana kadar birkaç odadan geçmişti. Kendisini tüm darbelere karşı koruması imkânsızdı. Vücudunun her yerinden kanlar akıyordu. Bedeninin yan tarafındaki yaralar özellikle derindi.
Chuuya nadiren incinirdi bu yüzden acısına dayanarak yaranın ne kadar derin olduğunu ya da ne kadar tehlikeli olduğunu tahmin etmesi zordu. Ara sıra görevlerinden aldığı yaraları Liman Mafyasının en iyi doktorları tedavi ederdi.
Mükemmel doktorlar… Mesela Doc…
Arkadaşının ismini düşünürken yüreğine ateş düştü. Doc artık yaşamıyordu. Sadece o da değil. Arkadaşlarımın hiçbiri…
Chuuya yarasını görmezden gelip ayağa kalkmaya çalıştı. Acıya göz yumdu. Bedeninden taze kanlar aktı.
“Duramam…”
Her iki ayağını da yere basarak kalkışının momentumunu kullanarak demir çubuğu böğründen çıkarmaya çalıştı.
Hemen ardından beklemediği ani bir darbe çarptı, tökezledi. Chuuya’yı hazırlıksız yakalamıştı.
Demir sırık bir kez daha derine saplandı.
“Ugh…”
Chuuya karşısında iskeleti gördü. Üzerinde tıbbi tüpler ve kablolar vardı, deneylerde kullanılan plastik giysilerden giyiyordu. Yerçekimiyle bir şekilde tutturulan saf kemiklerden oluşmuştu. Vücudunu ezmeye çalışarak Chuuya’ya atladı.
“Sen…!”
Chuuya acıyla inledi, karşı koymak için kendi yerçekimini kullandı. Aşırı yerçekimi, birbirlerinin vücuduna etki ederken çığlık atıyor gibiydi.
“Kes şunu!” Chuuya bağırdı. “Bunu yapmanın bir mantığı yok! Sen bensin!”
Ama iskelet dediklerini anlıyor gibi gözükmüyordu. Sadece yıkım için kodlanan denklemine itaat ediyor, çevresinde hangi yetenekli varsa onu yenmeye can atıyordu. Net, biçimsiz ve mantıksız bir şekilde kana susamıştı.
Kırılan kemiklerin sesi duyuldu. Kimin kemikleri olduğunu bilmiyordu. İskeletin yaydığı yerçekimi miktarı, insan vücudunun kaldırabileceğinden çok daha fazlaydı.
Chuuya’nın alnından soğuk terler aktı. İskelet kendisi kırılsa da umurunda olmazdı ama Chuuya umursuyordu. Böyle sumo güreşçisi gücüyle birbirlerini iteklemeye devam ederlerse aynı bedene ve her şeyden önemlisi aynı dayanıklılığa sahip oldukları için aynı anda yere yığılırlardı.
Bir şey yapmam lazım. Ama o, benim.
Canım acıyor. Canım çok acıyor…
 …
 Çüş.
Oha, oha, oha bi’dakika. O neydi be? İskelet mi? Yok daha neler.
Shirase gözlerini ovuşturdu. Hayal görmüyordu. Etrafındaki alan deforme olmuştu. Çevresindeki moloz parçaları anormal yerçekimi alanı yüzünden havada uçuyordu.
Yani yerçekimi kontrol yeteneği kullanılıyordu. Demek ki Chuuya oradaydı.
Shirase o kadar şaşırmıştı ki neredeyse taşıdığı elbise çantasını düşürüyordu. Aceleyle tutuşunu düzeltti.
Elbise çantası olsa da içinde hiç kıyafet yoktu. Çantanın içerisinde tefeciye satabileceği çalıntı mallar vardı. Bir kaçış yolu ararken para edebilecek her şeyi toplamıştı. Araştırmacılar ve güvenlik görevlileri ortada yoktu zaten. Ayrıca lazer aktarıcılarda ve yüksek hızlı bilgisayarlarda kullanılan mücevherler gibi, araştırma tesisinde para edebilecek onlarca şey vardı.
Shirase şöyle düşündü: zaten tüm kanıtlar öyle ya da böyle yok edilecek. O halde Koyunu yeniden kurmak da vakıf açmak sayılır, insanları kurtarmak için ordunun topladığı fonlarla yeniden doğmamız daha iyi olmaz mı? Dahiyim ben.
Ancak çalarken kaybolmuştu.
Sonra bu odaya adım attı.
Shirase panikle odaya bakındı. Chuuya ve iskelet dışında etrafta kimse yoktu. Savaşıyorlardı. Chuuya’nın acı çekerkenki ifadesini yakalayabildi.
“Chuuya!”
Durduğunda otomatik olarak yeniden kaçmaya başladı.
Ne yapıyorsun? Oraya gidersen ölürsün! Canavarlar arasındaki savaşın ortasında kalmak kadar yapabileceğin aptalca bir şey yok. Ben o kadar aptal değilim. Yapabileceğim en akıllıca şey dönüp kaçmak. Bu zamana kadar böyle hayatta kalabildim.
Savaşmak, Chuuya’nın görevi. İncinmek Chuuya’nın görevi. Düşmanlarımıza korku salmak Chuuya’nın görevi. Geri kalanlardan biz sorumluyuz. Nedeni apaçık ortada. Çünkü Chuuya güçlü. Bu görevleri yerine getirmesi gayet normal.
Ama bugün, Chuuya nedense zayıftı.
Chuuya’nın bedeni yara berelerle kaplıydı. Onu daha önce bu halde hiç görmemiştim. Benimle aynı yaşta bir çocuğa benziyordu.
Hayır, sadece benzemekle kalmıyor. Zaten benimle aynı yaşta bir çocuktu.
Farkındalık, Shirase’ye ansızın çöktü.
“…”
Ama yine de…
Yine de, onu hiç bu şekilde düşünmüş müydüm?
“Bana ne! Topukluyorum ben! Yalnız olsam da fark etmez! Şu savaş silahlarıyla ve yeteneklerin gerçekleriyle falan siz uğraşırsınız! Ben mutlu mesut yaşamak istiyorum sadece!”
Shirase değerli çantasını tuttu ve arkasını dönerek yürüdü.
Zemini oyuyormuş gibi, uzun adımlarla ilerledi.
 …
 İskeletin ağırlığı artmıştı.
Kemiklerinin gıcırdamasının yanında muhtemelen döşemenin kırılma sesi olan daha kısık ve tok bir ses daha duyuluyordu. Karşısındaki sıradan bir insan olsaydı çoktan zeminle bütünleşirdi.
“Dur…” Ciğerleri ezilirken Chuuya’nın sesi fısıldıyormuş gibi çıkmıştı. “Sen bensin…”
Gözlerinde şaşırmış bir parıltı vardı.
İskeletin çenesi açıldı. Işıktan yoksun karanlık göz çukurları Chuuya’ya baktı. Duyguları yoktu. Tam ve kesin bir hiçlik hakimdi, hiçbir şey yoktu.
O göz çukurlarından, o boşluktan Chuuya vermek istediği mesajı anladı. Yalnızca kafasında kuruyor olabilirdi ama orada dolaşan tek bir cümleyi algılamaktan kendini tutamadı. İskelet, anlamsız bir mesaj veriyor gibiydi.
-Senin yerinde ben olmalıydım.
“Sen bensin.” Chuuya insanlıktan uzak iskelete baktı. Ne dediğinin farkında değil gibiydi. “Ama sen bensen… ben kimim?”
Yerçekimi kuvvetlendi. Ölüme benzeyen iskeletin yüzü Chuuya’ya daha da yaklaştı.
Ve o sırada, birisi haykırdı.
“Aaaaaaaaaaaah!”
Birisi iskelete çarpmıştı.
İskelet ve çarpan figür yerde beraber yuvarlandı.
Chuuya gözlerini açtı. Figürü tanıyordu.
“Shirase…?”
Yuvarlanan Shirase ayağa kalktı ve tiz bir sesle anlaşılmaz bir şeyler bağırdı.
İskelet, tüm yerçekimini önündeki Chuuya’ya uygulamaya odaklandığından yandan gelen saldırılara karşı hazırlıksızdı. Saldırı, iskeletin sağ kolundaki dirsek kemiğini yerinden çıkardı. Ancak bu hareketin pek bir etkisi olmadı. İskelet, Shirase'yi ısırarak öldürmeye çalışırken çenesini sonuna kadar açtı.
Shirase kıyafet çantasını kaldırdı. İskelet çantayı ısırdı. Çantanın içinden pahalı mücevherlerin ve elektronik aletlerin kırılma sesi duyuldu. Ancak mücevherler kemiklerden ya da demirlerden daha sertti. İskeletin alt çenesi yamularak çatırdadı.
“Shirase, amına koduğum salağı! Kaç!”
“Aaaaaaaah!”
Shirase gözlerini kapatarak ellerini bir o yana bir bu yana salladı. Elleri tesadüfen iskeletin omurgasına yapıştırılmış transfüzyon tüplerinden birine takıldı.
Tüp kırıldı ve mavimsi siyah sıvı gulb sesiyle döküldü. İskelet sarsılarak yalpaladı ve birkaç aniye hareket edemedi.
Chuuya durumu fark edip bağırdı. “Shirase, kabloları çek! Hepsini!”
Shirase hala nedensizce ellerini sallıyordu ama bir süre sonra Chuuya’nın ne demek istediğini anladı. Yerdeki sıvıyla kaplanarak iskeletin kuyruk gibi sürüklediği kabloların yanına yuvarlandı ve kabloları tuttu. Bir anda hepsini kavradı ve çekti.
Yan odaya kadar uzanan tüpler iskeletten çıktı.
İskelet çığlık attı.
Yalnızca kemikten olduğu için ses çıkarabilecek bir organı yoktu. Ses telleri çığlık atmak için titreşemedi. Kemiklerini titreten ve müzik aletiymiş gibi çınlamalarına neden olan, azalan yerçekimi kontrolü yeteneğinin kalıntılarıydı. Kaybolan bir ruhun sesi haykırıyordu.
Çığlığı, bir çocuğun acı içinde ağlamasına benziyordu.
Sonunda, iskelet enerji kaynağını ve komut sinyallerini kaybetti ve baştan aşağı dağılarak yere düştü. Kemiklerini bir arada tutan yerçekimi gücü kaybolmuştu bu yüzden iskelet parçalarına ayrılmıştı. Savaş sırasında aldığı hasarlar bedeninde dağıldı ve ufalanıp kaybolan beyaz tozlara dönüştü.
İskelet sanki daha en başında hiç var olmamış gibi solup gitti.
Chuuya, yavaşça ayağa kalkmadan önce donup kalmış bir ifadeyle olan biteni izledi.
“Shirase.”
Yan tarafına baskı uygulayarak Shirase’ye baktı.
“Ne?”
Chuuya Shirase’ye bir şey söylemek istermiş gibi baktı. Konuşmadan önce tüm vücudunu kaplayan kire, pisliğe ve mavimsi siyah sıvıya birkaç saniye baktı.
“Bok gibi gözüküyorsun.”
“Kapa çeneni!”
Chuuya elini uzattı ve Shirase uzatılan eli tutarak ayağa kalktı.
“Hemen gidip Adam’ı bulalım.”
“Aynen.”
Shirase ile Chuuya yan yana yürüdü.
Shirase, Chuuya’ya bir göz attı. Bedeni yaralarla, kanla ve enkazdan kalan tozla kaplıydı. Pek çok kesik ve morluk vücudunu süslüyor, bedeninin yan tarafı hala kanıyordu.
“Hey, Chuuya…”
Chuuya Shirase’ye döndü. Shirase tereddüt etti ve Chuuya, özür dilemek istediğini tahmin etti. Sessizce bekledi.
“Bok gibi gözüküyorsun.”
Chuuya gülerken gözlerini yere indirdi. "Kapa çeneni."
 …
 Odaya daldığımda düşündüğüm ilk şey “Buraya dinozorlar mı saldırdı?” oldu.
Oda, boydan boya tahrip edilmişti. Ne masalar ne de sandalyeler orijinal şekillerini koruyordu, zemin kırılarak tümsekleşmişti ve duvarda insan boyutunda iki delik açılmıştı. Asıl yerinde kalan tek bir mobilya parçası yoktu ve odanın aslında ne amaçla kullanıldığını başta çıkaramamıştım.
Ama dikkatim felaket manzarada değildi, diğer bir yüksek öncelikli hedefe çevrilmişti.
Suikastçılar Kralı Verlaine, odanın arkasında duruyor ve bize bakıyordu. Eli bilim insanı N’nin boynuna sarılıydı. N'yi, uyuyan bir köpeğin tasmasını tutar gibi tutmuştu.
“Ya…yardım edin…!” dedi N titreyen sesiyle.
Hemen silahımı çektim. “Onu bırakmanı rica ediyorum.”
“Kimi, bunu mu?” Verlaine sanki şaşırtıcı bir şey söylemişim gibi bana baktı. “Sen insan değilsin, mantıklı düşün. Bu pisliği korumanın ne yararı var? Onun için ölümüne savaşır mısın?”
“Varoluş nedenim insanları suçlara karşı korumak.” dedim, silahımı doğrultarak. “Koruduğum kişinin pislik olup olmamasına ya da korumak isteyip istemediğime karar verme kabiliyetim yok.”
“Kıskandım.” dedi Verlaine alay ederek, bakışlarını indirdi. “Endişelenme. Onu bu kadar kolay… öldürmeyeceğim.”
Ansızın arkamdan bir ses duydum.
“Araştırmacıyı evine götürüp işkence ederek eline bir şey geçmeyecek, Verlaine-san.”
Verlaine biraz şaşırmış bir ifadeyle sese doğru baktı.
"Dazai-kun..."
"Hey. Böyle bir yerde karşılaşmamız ne tesadüf.”
Dazai-san sanki kendi evinde yürüyormuş gibi yanıma geldi.
“Eğer buradaysan… anlıyorum. Sırtımdan bıçaklandım demek?”
“İnsanların ihanete uğradığını anlaması zordur. Ben en başından beri bu taraftaydım.”
“Bu tarafta mı? Senin gibi insanlar ‘bu’ tarafla ‘o’ tarafın farkını biliyor muydu?”
“Fufu… seninle konuşmanın eğlenceli olacağını biliyordum.” Dazai-san'ın yüzünde belirsiz ve esrarengiz bir gülümseme vardı.
Dazai-san ve Verlaine. Bu iki güçlü insan, sıradan insanların anlayamayacağı türden gülümsemeyle sessizce birbirlerine bakıyorlardı.
O ikisi konuşurken savaş değerlendirme modülümü çalıştırdım. Tabancam vardı ama neresinden hesaplarsam hesaplayım hasarsız bir savaşı kazanma ihtimalimiz en fazla %0,1’di. Silahımı ateşlemek pek iyi bir fikir değildi bu yüzden durumun değişmesini beklemem gerekiyordu.
Fakat durum, beklediğimden çok daha erken değişti.
“Ah, Verlaine-san...” Dazai-san, ani farkındalıkla iç çekti. “Senin yerinde olsam eğilirdim.”
Bunları söyler söylemez Dazai-san sıradan bir olaymış gibi kafasını göğüs yüksekliğine eğdi. Verlaine’in yüzünde şüpheli bir ifade vardı.
Sonra, bir moloz parçası gülle gibi bize doğru uçtu.
Molozun bir parçası Dazai-san’ın kafası üzerinden geçerken koptu ve diğer parça direkt Verlaine’in koluna çarptı. Verlaine, refleks olarak kolunu savunma için kaldırsa da enkaz parçası büyük bir ihtişamla dağıldı.
“Ne yaptığını sanıyorsun, Dazai?!” Sinirli bir ses bağırdı. “İznim olmadan gözüme gözükme dememiş miydim?!”
“N’aber, Chuuya? İşkence seansın nasıl geçti?” Dazai-san dudağının ucuyla güldü. “Aslında gelip seni kurtarma planlarım vardı ama sıkıcı olduğu için vazgeçtim.”
“Puşt!”
Verlaine yüzündeki boş ifadeyi bir süreliğine korudu ama sonra anlayışla başını salladı. “Anlıyorum. Demek sizdiniz.”
Chuuya-sama ve Dazai-san yan yana durdu. Şaşırtıcı bir şekilde, ikisi birlikte mükemmelliğe benziyordu.
Bambaşka kişiliklere sahip iki genç…
“İkinizin bir başınıza Rimbaud’u öldürdüğünü duydum.”
“İntikam mı istiyorsun, Verliane-san?”
“Hayır.” Verlaine başını salladı, bakışlarını uzaklara çevirmiş gibiydi. “Siz onu öldürmeden uzun zaman önce –dokuz yıl önce onu sırtından vurduğum an Rimbaud benim için zaten ölmüştü.
Dazai-san yüzündeki ifadeye baktı ve bir adım öne ilerledi. “Neden buraya geldiğimi biliyor musun, Verlaine-san?” Yüzünde hesaplamalarını ortaya koyan keskin bir ifade vardı. “Çünkü bize zaman kazandırmayı başardım. Liman Mafyasını kendine düşman etme suçundan idam edileceksin.”
Verlaine bu acımasız idam fermanı karşısında omuzlarını silkmekle yetindi. “Göreceğiz. Daha önce pek çok ölüm tehdidi aldım ama eninde sonunda hep paçayı sıyırdım.”
Verlaine korku dolu N’yi tuttu ve geri adım attı. Silahımın namlusu hareketlerini takip ediyordu. Dazai-san kısık sesle konuştu.
“Yeteneğin güçlü ama nasıl işlediğine dair genel bir anlayışa sahibim. Yapmamız gereken tek şey seni daha güçlü bir şeyle öldürmek.”
Verlaine aniden güldü, mutlu gözüküyordu.
“Yeteneğimi mi anlıyorsun?” Verlaine kollarını tavana doğru kaldırdı. İfadesi aniden değişti.
Sayaçlarım bir anda dengesizleşti.
"Uh-oh" demeye çalıştım ama tüm ses emilerek kayboldu. Odadaki tüm ışık yok oldu ve bundan kısa bir süre sonra tepemizden bir şok dalgası geçti.
Şok dalgasından sonra da siyah bir ışık…
Kaç saniye geçmişti? Kuvvetli elektromanyetik dalgalar nedeniyle, yüzeydeki sensörlerim geçici olarak karardı. Kendime geldiğimde hemen çevremi kontrol ettim.
Chuuya-sama da Dazai-san da güvendeydi. Kıpırdamamışlardı.
Yan yana boş ifadeleriyle ve açık ağızlarıyla tavana bakıyorlardı.
Bakışlarını takip ettim.
Tavan yoktu.
“Hey, göt Dazai. Yeteneğine dair genel bir anlayışın mı olduğunu söylemiştin?”
“Evet.”
Soğuk bir meltemin estiğini fark ettim.
Rüzgar esiyordu.
Rüzgar, dışarıdan esiyordu.
“Ama… gerçekten anladın mı?”
Tepemizde geniş, silindirik bir tünel açılmıştı.
Tünel bu derin, yer altı tesisinin katlarının tavanlarından geçerek yüzeye doğru devam ediyordu. Oyulmuş zeminin parçaları eşmerkezli zincirler oluşturuyor ve daha da ileriye doğru devam ediyordu. Uzaktan gökyüzünün akşam manzarasından küçük bir kesit görebiliyorduk.
Ne N ne de Verlaine ortada yoktu.
Kimse tek kelime etmedi.
Bu dünyaya ait olmayan bir şeyin çıktığını tahmin etmekten ve dua ediyormuş gibi bakmaktan başka elimizden bir şey gelmiyordu.
74 notes · View notes
noksanbiri · 4 months
Text
hani bahar geldi mi ananemin deyişiyle eşek öldüren güneş çıkar ya. hava aslında soğuktur ama o güneşin sıcaklığı içinizi bi nebze olsun ısıtır ve kanarsınız ya havanın sıcak olduğuna tabii bu sırada sadece siz değil etrafınızda her şey bu döngüye kanmaya başlar. işte ne bileyim o güneşe aldanan ağaçlar tomurcuklanıp meyve vermeye hazırlanırken aniden güneşin çekilmesiyle o soğukla karşılaşıp tomurcukları bir bir dökülür o da yetmezmiş gibi hemen ardından bi dolu yağıp o ağacın bütün dallarını kırıverir ya. işte öyle bir şey. o ağaç bir daha ne zaman tomurcuk açacağını bilemez. ne zaman o soğuktan, kardan, doludan korkmadan tomurcuklarını büyüteceğini bilemez. tabii şunuda eklemek isterim o ağaç ne zaman o güneşe aldanmaması gerektiğini de hiçbir zaman öğrenemez. anlık olarak bir oynatma listesi keşfettim adı ise 'işler yolunda gitmiyor' çalan şarkı ise uyursam geçer mi? gerçekten soruyorum uyursam eğer bu boşluk geçer mi. biraz dolaylı yoldan içimde olan güneşi. soğuk havayı ve dolu yağışını anlattım. sevgiyle.
93 notes · View notes
cikmazsokagim · 9 days
Text
kılı kırk yarar, ben sana yine gelirdim ki sen beni bilirsin, ben hiçbir zaman bahanelerin arkasına sığınıp sana gelmemezlik de yapmadım. hatta sen benden daha iyi bilirsin ki senin yolun hep çok çetrefilli, senin yolun hep dik bir yokuş, senin yolunun üstünde hep bir kavga var. ben ne zaman sana gelmek istesem o yokuşun yarısında nefessiz kaldım ama elimde bir sigarayla yoluma devam ettim. o kavgalarda bazen kim vurduya gitmişliğim de oldu benim ama arkamı dönüp kimin vurduğuna bakmadım bile. kim saçımı çekti de örgümü bozdu, kimin attığı taş kaşıma geldi de mavili makyajıma kan karıştı diye sormadım çünkü sana geliyordum. onlarla dalaşıp sana geç kalamazdım. ben saatlerin, dakikaların dahi hesabını yaparken bir de dönüp kavga mı edecektim onlarla. çözülen bağcığımı bile bağlamıyordum ki kaç kere takılıp düştüğümün haddi hesabı yok. beni anlıyor musun, ne olursa olsun ben hiçbir zaman vazgeçmedim senden, sana gelmekten. çünkü ben senden nasıl gidilir, senden nasıl geçilir, ben bilemedim ki. belki de bilmek istemedim ve sonuna kadar inkâr ettim. ama aklım başıma mı geldi yoksa kalbim daha fazlasına mı dayanamadı bilmiyorum çünkü bu sefer öyle olmadı. şimdi bir gecede önüme ördüğün duvarın parmağın ucuyla yıkılacağını bilsem yıkılmasından korkar nefesimi tutarım. bana çiçekli yollar vaad etsen ya da desen ki; meliha gel, bak yokuşu olmayan bir yere taşındım artık nefesin kesilmez rahat rahat içersin sigaranı, bak buralarda kavga da olmuyor kimse sana bulaşmaz, saçını çekip örgünü de bozmaz, mavili makyajına kan da karışmaz, gel desen, gelemem ki. geç kaldın canım benim. sen onları, ben vazgeçmeden önce diyecektin, vazgeçtikten sonra değil. mezara çiçek getiren çok olur, mühim olan o çiçeği zamanında verebilmektir. anlatabilidim mi?
14 notes · View notes
siir-defterim · 6 months
Text
Ömür Hanımla Güz Konuşmaları
...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?
Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü- şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka tından?
Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi- lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.
Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür hanım?
Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim bekaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...YalnızÖmür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sulartoprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce tsaklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hhangi gözle?
Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko- nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya...
Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz...
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy- gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.
Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan... dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de...
Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla.
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa?
Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?
Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?
Şükrü Erbaş
42 notes · View notes
ysfogzdgrz51 · 10 months
Text
Son yıllarda okuduğum kendimi bulduğum en güzel yazı. ..❤
Bir şarkın olsun. Senin olsun. Hayatına her giren insana “bu benim şarkım bak” diye dinlet. Bir gün o kişinin hayatından çıktığında bir radyoda denk gelirse, seni hatırlasın.
Tek bir parfümün olsun. Özdeşleşmek iyidir. Dünya bu illa ki bir tek sen kullanmayacaksın. Öyle bir sana ait olsun ki, bir yabancıda bile duysa “acaba burda mi” diye kokuyu duyanın gözü seni arasın.
Bir tane en yakın arkadaşın olsun. Sadece kötü günde değil, iyi günde de aradığın ilk kişi olsun. Birlikte düşün, birlikte kalkın. Birbirinizi toparlayın. Yaralarınızı sarın. Herkes gittiğinde “şanssızlığınıza” biraz gülün, biraz ağlayın.
Bir tane çok büyük aşkın olsun. Rakıya bahane olsun. Bir dönem çok sevmiş ol, bi dönem nefret etmiş. Her şey küllendikten sonra tebessümle hatırla. Biraz da bi yanin acıyarak. “O olsaydı nasıl olurdu acaba hayatım?” diye sorgulayarak. Artık bir şey hissetmesen de “başına bir şey gelse yine de ilk ben koşarım” diyecek kadar. Unutma, masallar mutlu sonla, efsaneler kavuşamamakla biter.
Bir evlat edin. Bir kedi olur, bir köpek de. Ama olsun. Kapılarını aç. Senden olmayan ama senin ilgine bakımına muhtaç bir kalbin atışlarını ellerinde hisset. Bir canlının hayatını değiştirmek acayip bir şey. Birinin kahramanı olmak istersen bundan büyük fırsat olamaz. Sevmek çok güzel. Hele bir de her koşulda sevilmek.
Bol bol kitap oku biri seni derinden etkileyene kadar oku. Onu bulduğunda kimseyle paylaşma. O hikaye senin. Beğenmediğin sayfayı yırt sevdiğin yerleri yıldızlarla donat. Başucunda dursun. Belki bir gün biri gizlice o sayfaları keşfeder. Seni daha iyi tanıma imkanı olur.
Salaş bir restaurant edin. Patronundan garsonuna kadar tanı. Kafan mı bozuk, mekan dolu mu, sana yer açacakları kadar müdavimi ol. Bir masan olsun hep oturduğun. Bir başına gitsen bile başına bir şey gelmeyeceğini bil. Bir gün belki kapanır ya da yıkılır. Ama sen önünden her geçtiğinde “burda eskiden hep bi yerim vardı” dersin.
Bir hobin olsun. Kaçmak için. Hiçbir şey düşünmediğin. Dünyadan uzaklaşabildiğin. Onunla övün. En iyi yaptığın şey olsun. Insanlar şaşırsın. Senin icin çocuk oyuncağı olsun.
Bir şey iste. İmkansız olsun. Peşinden koş. Yorul. Defalarca vazgeç. Defalarca dene. Susmanın çaresizliğini de yaşa bağırmanın da. Uykuların kaçsın. Düşündükçe saç diplerin bile uyuşsun. Her ne ise bu istediğin, aşk da olur iş de. Bağrına taş bas gerekirse. Yeter ki gece yatağına yattığında “ben elimden geleni yaptım” de. Bazen kazanamamış olsan da, yapabileceklerinin ya da bir şeyi delice istemenin limitini görmek de zaferdir.
Vakit ayırdığın bir ailen olsun. Yarın kaybettiğinde keşke daha çok zaman ayırsaydım demeyeceğin. Pişmanlık kötüdür. Bir daha geri getirmeye gücünün yetmedikleri içinse, iskence. Kıymetini bil. Yarin ne olacağı belli degil. Kalp krizi dediğin bir kaç saniye. Kalp kırma.
Sınırların olsun aşılamayacak. Duvarların olsun yıkılamayacak. Herkes bilsin. Ona göre davransın.
Bir alanın olsun metre karesi dert değil. Kapısını kapattığında gercek sen olabildiğin. Dört duvardan birininin dibine çöküp ağlayabildiğin. Güçsüzlüğünü yaşayabildiğin. Sonra daha güçlü kalkabildiğin. Kaldığın yerden devam edebildiğin. İnsan en Çok kendini özlüyor çünkü.
Bir sevdiğin olsun tabi. Belki hayallerindeki gibi olmaz koşullar ama bir şeyleri birlikte var etmenin tadı bi başka. Para amaç değil araç olsun mutluluğuna. Olmadığı zaman da elindekini cömertçe paylaşabil. En çok onla gül. Saatlerce muhabbet edebil. Birbirinize ulaşamadığınızda, “başka biriyle mi acaba” diye değil “başına bir şey mi geldi” diye endişelen. İlişkini başkalarıyla kıyaslama. Biri sevdiğini çok söyler, biri daha çok gösterir. Sen de biri eksikse bu seni daha az seviyor demek değildir.Telefon karıştırmakla ömür geçmez. Bir insan bir şey yapmak isterse yapar. Kalbin temizse, sen araştırmadan da karşına çıkar korkma. Sonuna kadar güven. Bir gün kırılırsa kalp yenisini inşa eder.
VE
Kalbini temiz tut. Çevreni de. Unutma yaptığın her iyilik bir gün sana geri döner....
Tumblr media
129 notes · View notes
sexcxsblog · 1 year
Text
NASIL BAŞLADI 3
Saat geç olmaya başlayınca Fikret abi isteksiz bir şekilde kalkayım ben dedi. Babam da
-ölüm bu saate nereye kal bu gece hem tam hasret gideremedik Semih’in odasında yatarsın dedi. Fikret abinin de canına minnet iyi öyle olsun madem dedi. Babam
-kalk kız bir çay demlede içelim Fikret abinle dedi. Kalktım gittim mutfağa çay suyunu koydum. O sırada Fikret abi girdi içeri
-yardım lazım mı gülüm dedi
-yok abi hallediyorum ben
-kız sende de ne güç varmış amk
-yok be abi sen bilerek tam gücünü kullanmadın yoksa amına bile koyardın dedim. Şaşırmıştım böyle bir şeyin ağzımdan çıktığına. Fikret abi gülerek
-koyar mıydım gerçekten dedi. O sırada su kaynadı demliğe çayı koyup demlenmesini bekledim. Fikret abi tekrarladı sorusunu
-koyar mıydım gerçekten
-abi yarma gibi adamsın beni istesen ikiye katlarsın dedim. O da
-ben onu sormadım güzelim dedi. Şimdiden pişman olmuştum o cümleyi kurduğuma. Tam cevap verecekken babam Fikret abiyi çağırdı. Ben de ardından çayı getirdi içtiler. Sonra yatma zamanı geldi. Fikret abinin yatağını hazırladım. O da kapıda beni izliyordu.
-babam nerde
-Muhsin amca çoktan odasına geçti horul horul uyuyor. Benim uykum gelmedi bir şeyler mi izlesek dedi
-olur abi benimde gelmedi
-tamam o zaman ben bşr şeyler açıyorum şimdi dedş. Kesin dedim porno açacak belli. Ama gitti korku filmi açtı.
-abi sakın ben bunu izlersem gece tek başıma uyuyamam dedim.
-kızım korkunç bir şey yok amk korkarsan da benle yatarsın bir şey olmaz dedş. Vay dedim sinsiye bak hele. Açtık 30 dk ya izledik ya izlemedik hemen kapattırdım.
-of Gül ne güzel izliyorduk dedi
-abi yeter başka bir şey yapalım bunu izleyemem ben dedim. Önce düşündü
- o zaman ben bir oyun seçicem ve sen bütün kurallarına uyucaksın mızıkçılık yok tamam mı dedi. Kafamı olur anlamında salladım. başladı oyunun kurallarını anlatmaya
-oyunumuzun adı doğruluk mu cesaret mi ama herkes bu oyunun adam akıllı hakkını veremediği için şu şekilde oynucaz. Önce bir kere doğruluk bir kere de cesaret hakkımız var daha sonrasında verilen cesaretlere burun kıvırmamak için video kaydına alıcaz oyunda eğer ben yapmam etmem diyen taraf video ile tehdit edilecek ama oyun bitince video silinecek her şey aramızda kalacak anlaştık mı?
İşin içinde bir bit yeniği net vardı. Bu kurallar videolar falan. Ben sikmeyi kafasına koymuştu. Haksız da değildi yanaşmalarına hiç ses etmemiştim. Bir yandan Fikret abiye bakireliğimi vermek ilkimin o olsun istiyordum bir yanda bizimkiler öğrenirse beni öldürürlerdş. Kumar oynamak istedim ve anlaştık dedim. Fikret abinin gözü parladı ve başladı sormaya aynı zamanda kamerayı açtı.
-Gül doğruluk mu cesaret mi
-doğruluk
-hiç biriyle birlikte oldun mu
-hayır abi daha bakireyim. Bunu sikini okşadı. Ben sordum.
- doğruluk mu cesaret mi
-doğruluk
-bu zamana kadar kaç kişiyle birlikte oldun abi
-oho kızım ben siktiğim amların reçetesini mi tutuyorum ne bileyim amk. Sıra ondaydı ve cesaret kalmıştı geriye. Sinsice güldü
-artık oyunu zorlaştırmaya başlayalım. Güreşirken memelerin çok güzel demiştim şimdi de onları görmek istiyorum. Cropunu çıkarır mısın?
-ya Fikret abi ya
-Gül baştan söyledim sana mızıkçılık yok hem sana üstünü çıkarıcaksın sikmedik ya. Sinirlenmişti.
-üf tamam ya sinirlenme hemen. Cropumu yavaşça çıkardım. Portakal büyüklüğündeki memelerim özgürdü artık. Fikret abi sallanan memelerime odaklanmış ağzının suyu akıyordu.
-oldu mu Fikret abi hı
-Fikret abin yer onları yani şey bak bir şey olmadı çıkarınca gördün mü fazla abarttın. Bunları derken önün kabarmış çadırı çoktan kurmuştu.
-yani bir şey olmadı doğru diyorsun
-nasıl büyüttün kız bunları böyle he
-ben bir şey yapmadım ki babam annene çekmişsin dedi onunkilerde büyükmüş.
-Gül çok güzeller ya uff
-ya Fikret abi tamam utandırma beni ya devam edelim oyuna
-tamam devam ederiz etmesine de bir kere avuçlayayım mı merak ediyorum yumuşaklar mı diye
-ooo olmaz ama ya bir tane istedin cesaretlik iki tane değil hem güreşirken dokundun ya yetmez mi
-kızım üstünde Crop vardı anlamadım ki bir şey ölmezsin dokunsam amına koyayım abinden mi çekiniyorsun dedi. Üstümde Crop vardı da tül gibiydi zaten. Böyle ısrarlı olması ve sinirlenince ağzının bozulması aşırı hoşuma gitmişti.
-tamam abi ya hemen sinirlenme hem ister istemez çekiniyorum işte elimde değil utangaç kızım ben. Yanıma geldi o güçlü elleriyle memelerimi avuçlamaya okşamaya başladı.
-kızım ölürüm ben bunlara ya şu pespembe meme uçlarına bak uff
-ya Fikret abi deme öyle şeyler utanıyorum
-utanma kız ben yabancı mıyım. Şöyle memeleri olan bir sevgilim olsa eme eme mosmor ederdim yeminlen dedi. Bunları derken memelerimi yoğuruyor birleştirip ayırıyordu.
-hadi Fikret abi yeter takılı kaldın
-elimde kızım neyse dewam edelim. Bi an üzüldüm o güçlü ellerini benim yumuşak memelerimden ayırmasına.
-sor bakalım güzeellik cesaret ne yapmamı istersin dedi. İçimden tabikşde yarrağını çıkarması geldi ama onu yaparsam o da bende taytımı çıkarmamı isterdi ve sonrası malum. Yavaş ilerlesin diye bunların birbirlerinin ifşaları vardı arkadaş gruplarında abim bahsetmişti. Donlarını falan indirip fotoğrafını çekiyorlarmış. Ondan o grubu açıp bana vermesini istedim. O da açıp verdi. Son mesajlarda bir şey yoktu ama yukarı gidince abimi uyurken donunu indirip fotoğrafını çekmişler. İnik hali bile 20 cm rahat vardı kasıklarında kıllar vardı. Abim bundan beni nasıl mahrum bırakmıştı. Biraz daha ileri gidince Fikret abinin çektiği bir videoyu açtım. Yanılmıyorsam bu sürekli keser sapı lakaplı Ali abiydi. Abim ve diğer arkadaşı Mesut Ali abiyi tutuyorlar Fikret abi de donunu indiriyordu. Yarrapını görünce şok oldum 25 cm gibi kolum kadar kalın yarrağı bi oyana bir bu yana sallanıyordu. Ne yarraklar varmışta benim haberim yokmuş. Fikret abi yeter bu kadar baktığın diyip telefonu almaya çalıştı. Ben yatağa çıkıp üst mesajlara gidecekken yanlışlıkla geri çıktım. Ve pezolar diye bir grup gördüm en son mesaj ona atılmıştı. Girince ne görsem beğenirsiniz. Fikret abi güreştikten sonra çektiği videoyu bu gruba atmış altına
-beyler bu Semih’in kardeşi Gül amına koyduğumun orospusu beni kudurttu sikicem onu bu gece ahahah. Ordan Mesut abi yazmış
M-olum kız küçük değil miydi amk
F-fark etmez kanka bakire amını sikmeden bırakmam
A-kanka sikersen bize de siktir sonra canım taze am çekti
M- olum şimdi detaylı izledim de bu kız neymiş amk o koca memeler o etli butlu amı of of
F-diyorum ya işte kudurttu beni babası olmasa basmıştım yarrağı amuşuna
A-helal olsun amk maldan iyi anlıyon asker dönüşü iyi denk geldi
M-yarrağına kuvvet kankam yorulduğunda ara bizi biz geliriz
F-eyv kankam saolun.
Ben bunları okurken Fikret kızım hadi diye mırıldanıyordu. Sonunda verdim telefonu. Şaka gibiydi. Arkadaşının kız kardeşi sikmek istiyorlardı. Semih abimin takıldığı kişilere bak ya. Normalde bana abilik yapan kişiler beni sikmek için sıraya girmişlerdi. Bi yandan bu çok hoşuma da gitmişti. Fikret abi
-sıra bende güzellik doğruluk mu cesaret mi
-doğruluk
-biriyle sikişecek olsan bu kim olurdu. Aslında onu dememi bekliyordun ama ben sırf gıcıklığına aynı zamanda hayran kaldığım yarrağın sahibinin adını söyledim.
-Ali abi olurdu herhalde aklıma o geldi
-niye o
-ne bileyim süreli keser sapı diyorsunuz merak ettim.
-vayyy sen bizim muhabbetleri mi dinliyorsun kız hem benden sana tavsiye baban akşam da dedi yiyemeyeceğin yarrağın altına girmeyeceksin dedi ve güldü. Sorma sırası bendeydi yine
-doğruluk mu cesaret mi
-Gül şu doğruluğu kaldıralım artık sıkıldım oyun ilerlemiyor.
-aklıma sana yaptıracak bir şey gelmiyor ki ama
-sıra bana geçsin o zaman aklına bir şey gelmiyorsa olur mu
-olur abi
-mızmızlık yok ama tamam mı
-şeyyy
-böyle yapacaksan hiç oynamayalım o zaman yatalım amk
-tamam tamam mızmızlık yok
-güzel o zaman şu sürekli sulanan amcığnı bir görmek isterim çıkar bakayım taytını
-ya Fikret abi ya
-az önce ne dedim orospu kızdırma beni
-tamam tamam çıkarıyorum intikamım acı olacak ama. Sırtımı ona dönerek yavaş yavaş çıkarmaya başladım. Amım yine suluydu.
-oldu mu Fikret abi
-oldu gül
-madem ben çırılçıplak kaldım sende ful soyun o zaman. Bugünü bekliyormuş gibi bir anda soyundu. O devasa yarrağı şahlandı. O esmer yarrağı bileklerim kadar kalın boyu da 22 cm civarıydı. Kıllı bacaklarında yükselmiş bir ağaç gibiydi.
-bak ben senin gibi mızıkçılık yapmıyorum gül
-sen erkeksin bir kere
-ne alakası var amk neyse sıra bende
-bitmedi mi
-ooo daha yeni başlıyoruz gül
-iyi ne istiyorsun bakalım
-seni
-abi sen ne diyorsun ya olmaz
-niye olmasın
-abimsin
-amına koduğum öz abi kardeş miyiz sanki
-arkadaşının kardeşim ben senin
-sikmişim abini böyle bir kız buldum babam olsa tanımam.
-Abi nolur bakireyim ben
-amına koyduğum bir başkası sikeceğine amını ben sikeyim yabancıya gitmezsin. Ben ağlamaya başladım. Yanıma yaklaştı yarrağı ağzımın hizasındaydı.
-bak Gül öyle ya da böyle seni sikicem. Başka türlüsü yok. Akşamdan beri kudurttun beni. Zaten karısızlıtsn kurdurmuşum sen daha da kudurttun suç sende. Şimdi ya seve seve altıma yatarsın ya da ben o çektiğim videoyu herkese izletirim ha bu da korkutmadı seni zorla tecavüz ederim dedş. Ben hala ağlıyordum.
-gül ağlama lütfen çok zevk alacaksın emin ol yarrağımın müptelası olucaksın zevkten. Sende istiyorsun biliyorum sulanmışsın. Hadi askerden gelmiş abini mutlu et ona en güzel hediyeyi ver
Ağlamam durmuştu sonucu ne olursa olsun Fikret abi ile sikişecektşm. Ağladığımı kesince yanıma oturdu kafamı yüzüne çevirip
-pişman olmayacaksın dedş ve öptü. Çok güzel öpüyordu. Göze göze geldik ben hafif yine ağlıyorum. Fikret abi
-seni susturmanın yolunu biliyorum brn diyip kafamı yarrağına doğru yaklaştırdı. Ağzımı açmayınca götüme bir şaplak attı. O acıyla ah der demez yarrağını ağzıma soktu. Gözümden yaş ağzımdan tükürük akıyordu. Ama tadını çok beğenmiştim. Erkek kokusu çok hoşuma gitmişti. Fikret abi sürekli hepsini aldırmaya çalışıyordu ama boğulur gibi oluyordu. Sonra bıraktı ben oynamaya başladım.
-nasıl beğendin mi Gül yarrağımı
-evet Fikret abi tadı çok güzel
-bşraz daha yala da kremanın tadını da al dedi gülerek.
Kendimi kaptırdım sanki 40 yıllık orospuymuş gibi yalamaya başladım. Fikret abinin gözleri gitmeye hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladı ve ağzıma akıttı döllerini. Hepsini yaladım yuttum
-bitirdin beni gül.
ben o arada yarrağını temizliyordum bir güzel. Sonra yarrağı tekrardan sertleşti. Beni kucağına aldı ve başladı memelerimi emmeye.
-oh sonunda ya sonunda yalıyorum şu kocaman memelerine, ölünür bunlara ölünür off
Memelerimi öyle mi yalıyordu ki kendimden geçiyordum. Bazen ısırıyordu bazen kafasını gömüyordu.
-nasıl bir orospusun sen be yanıyorum amk orospusu kudurttun beni
-ah Fikret abi ısırma canım yanıyor
-daha dur bunlar iyi zamanların daha amına koyucam hahhaha diye güldü.
149 notes · View notes
klavyemkavalyemolsa · 7 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Nerden aklıma geldiğini bilmediğim zaten yarım yamalak hatırladığım bir söz dolaşıyordu aklımda, bilgisayarı açınca aklıma geldi, arama motoruna "göğsüne bastırırken" yazmam yetti. Bir şiirmiş. Şöyle başlıyor tam olarak;
"Aslında hiçbir şey kâr değil insana/ Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği/ Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa/ Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi/ Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara"
Hıhım.
Merakımızı giderdik. Bir pazar sabahı namazdan sonra uyku tutmayınca aslında zaten sabah insanı olduğumu hatırladım. Kalktım, kendi tarifimle sonradan sevebildiğim yulafı hazırladım - ki yalnız kahvaltıların en kolayı budur, yeteri kadar süslerseniz tipi de insanı mutlu eder- buzdolabında dinleniyor. Bir kahve koydum, biraz elma ve şeftali. Bu benim bir zamanlar rutinimdi. Erken kalk, kahveni koy, biraz toparlan, okuyacağını oku sonra işe koyul. O kızdan "Yine mi sabah oldu" kızına dönüşüm hayret verici. Negatif konuşmayacağımm, çünkü artık öyle hissetmiyorum.
Seni ne neşelendirir? Cevabını düşünmediğim bir soruydu. "Ben zaten neşeli biriyim, modumu düşürecek bir şey olmadıkça" diyordum. Gerçekten öyle. Sadece bu aralar modumu düşürecek çok fazla şey oldu. Biraz spesifikleştirelim. Çiçek almak, beni mutlu ediyor. Zaten ediyordu da, öyle direkt sorulunca aklıma gelmemişti, sorunun net bir cevabı olarak dursun. Bizim kızlar bu ihtiyacı karşılıyor sağ olsun.
Eylül'ün 7si. 30 yokum ama 29 varım mı? Yoksa 28 mi oldum ve bana neler oluyor. Soran olursa TAM BİR BAŞAK İNSANI olarak hayatıma devam ediyorum. Bundan da oldukça memnunum. En barizi ise canımı yaksa da duygusallığı mantığa tercih etmiyorum artık. Biraz mantık, herkese lazım sevgili dostlarım. Benimki birazı bir tık geçiyor ama o da olur. Mükemmeliyetçiliği azaltmaya çalışıyorum, o maili on kere okumadan atıyorum, o dilekçeyi yazdığımdan eminsem daha fazla kaynak taramadan yolluyorum, yemeğe soğanları eşit boyutta doğramayı çok umursamıyorum falan. Yanlış ve eksik bir şeyler yapabileceğimi kabullendim yani. Ama ayrıntılara odaklanmaya çare yok, zaten lazım da oluyor bana :)
Geriye dönüp baktığımda bu sene aslında Klavyemi keşfettiğim bir sene oldu. Orta okul- lise yıllarımdaki benle, üniversite bittikten sonraki ben aynı değildik. İnsan değişir, aynı kalmayı beklemiyorum ama içeride bir öz vardır. O değişmez. Arada bana ne olduysa eksikliğini hissediyor ama o hissi yakalayamıyordum. Sanırım o sene bu seneydi. Bazı şeyleri tecrübe etmek gerekiyormuş. Tecrübe, çok ilginç bir şey. Yaşarken çok ağır ama insana kazandırdıkları yanında ağırlığını göz ardı edebiliyoruz.
Hâsılı, bu hayat bizimdir. İnişlidir, çıkışlıdır. Ama hayatı kendimizi eylerek yaşamak çok sıkıcı. Bir çocuk oyalar gibi kendimizi kandırmak falan. Ahiret için olan hedef bellidir. Dünyada yaşayışın ahiret hedefini doğrudan etkilediği aşikar. Dünyada ise yorulmak yoktur. Eskiden böyle düşünmezdim. İnsan bu derdim, yorulur. "Bir işi bitirdiğinde diğerine yönel" i içselleştirelim. Otuza yaklaştıkça klavyem 2.0 açılacak gibi. Rabbimden hepimiz için hayırlı mutlu ömürler ve ölümler dilerim.
Şöyle oldu, uzunca bir zamandır normal fotoğraf çekmediğim için instagram arşivimden birkaç hikayeyi birleştirdim. Fotoğrafların kalitesiz ve yazılı olma sebebi bu. Buraya bir şeyler yazarken fotoğraflı olmasını daha çok seviyorum. Geriye dönüp okuması daha keyifli oluyor.
34 notes · View notes