Tumgik
#evladı osmanlı
hatiragulzaman · 7 months
Text
Tumblr media
💫💫💫
Balkan Savaşları'ndan Anadolu'ya dönen, vatan evladı bir Osmanlı askeri .[orijinal resim].
💫💫💫
Yine bir sürükleyici uzun şiir.
Zaman ayırıp okuyanlara Çok teşekkür ederim
💫💫💫
TOPAL ASKER
Ey saçlari "alagarson" kesik hanim kiz!
Gülme öyle bana bakip sen arsiz arsiz!
Bacagimla alay etme pek topla diye.
Bir sorsana o topallik nerden hediye ?
Sen Sislide danserken her gece , gündüz
Biz öetede ne ovlar ,çaylar,ne dümdüz
Yaylalari geçtik,karli daglari astik;
Siz salonda dansederken bizler savastik.
Ey dudagi kanim gibi kipkirmizi kiz,
Gülme öyle bana bakip sen arsiz arsiz!
Olan isler dimagini azicik yorsun!
Biliyorum elbisemle egleniyorsun;
Biliyorum baldirini okadar nazla
Örten bir tek ipek çorap kiymetçe fazla
Benim bütün elbisemden... Hatta kendimden...
Biliyorum:Çünkü bugün su dünyada ben
Neyim? Bir hiç... ise güce yaramaz,topal...
Sen saglamsin senin hakkin dünyadan zevk al:
Çünkü orda düsmanlarla bogusurken biz
Siz muhtesem salonlarda sarap içtiniz!
Ey gözünün rengi bana yabanci güzel,
Her yolcunun ugradigi ey hanci güzel!
Sen yabanci kucaklarda yasaken her gün
Yapiyorduk bizde kanla, barutla dügün.
Sen o sicak odalarda cilveli , mahmur
Dolasirken... Bizde tipi,firtina,yagmur,
Kar altinda kanlar döktük,canlar yiprattik;
Aç yasadik, suzuz kaldik,taslarda yattik
Sen açilmis bir bahardin , biz kara kistik;
Bizden üstün ordularla böyle çarpistik...
Gülme bana bakip pek arsiz arsiz
Sen ey disi güzel,fakat içi çamur kiz!
Sana karsi haykirani mecbursun dinle;
Bugün hesap görecegiz artik seninle:
Ben cephede geberirken, geride vatan
Aski ile bin belali ise can atan
Anam,babam,karim,kizim eziliyorken
Daglar kadar yük altinda...Gel,cevap ver,sen
Bana anlat,anlat bana, siz ne yaptiniz?
Köpek gibi oynastiniz ,fuhsa taptiniz!
Anavatan bogulurken kipkizil kanda
Yalniz gönül verdiniz siz zevke,cazbanda...
Ey nankör kiz,ey fahise unutma sunu:
Sizin için harbederken yedim kursunu.
Onun için topal kaldi bögle bacagim,
Onun için tütmez oldu artik ocagim.
Nazli nazli yatiyorken sen yataklarda
Salllanarak ölü kaldik biz bataklarda.
Kalbur oldu süngülerle çelik bagrimiz,
Bu amansiz bogusmada öldü yarimiz,
Ya siz nasil yasadiniz? bizim kanimiz
Size sarap oldu sanki... Sehit canimiz
Güya sizin mezenizdi ! Yiyip içtiniz;
Zipladiniz,kudurdunuz arsiz,edepsiz!...
Gerçi salonlarda "yildiz" di senin adin,
Hakkikatte fahisesin ey alçak kadin!
Ey allikli ve düzgünlü yosma bil sunu:
Bütün millet ögrenmistir senin fuhsunu.
Omuzunda neden seni fuzuli çeksin?
Kinimizin siddetiyle gebereceksin!..
10 notes · View notes
cihangir-uzunkaya · 1 year
Text
Tumblr media
IYI SABAHLAR IYI MESAİLER IYI DOSTLARIM
AYNI ZAMANDA IYI CUMALARINIZ OLSUN
EY ÜMMETİ MÜSLİMİN.
Evet ne dedik "Her insan Allah'ın bir ayetidir"
Kimse kimseden üstün değildir.
Kimse edinmiş olduğu bilgiden,arkasına almış olduğu kitleden,yapmış olduğu ibadetten,kazanmış olduğu paradan,edinmiş olduğu mevkiden dolayı kimseden üstün değildir.
Hayat her daim mütevazi olmayı gerektirir.
Rahat yaşam arzusuyla kolay kazanım edinmek isteyen insanlar hırsız,sahtekar,yalaka,dalkavuk insanlardır.
Bizlerin boynunu cendere ye sokan insanlar fazlasıyla mevcut Türkiye de.
Dalkavukluk resmen bir sektör olmuş.
Bu insanların yalakalık yaptığı insanlara vermiş olduğu zarar fevkalade çoktur.
İnsanı Tanrı yapar bu şerefsizler.
Pontusluyu yaptıkları gibi.
Örneğin;
*Allah’ın bütün sıfatlarını üzerinde toplamış!
*O’na dokunmak ibadettir!
*O, asrın Mehdisi’dir!
*Peygamber Mekke’yi aldığı zaman gururlandı. Biz, bunca hizmet ürettik gururlanmadık!
*O yeryüzünde Allah’ın gölgesi (halifesi) dir.
*Allah, Hazret-i Muhammed’ten sonra bir Peygamber gönderseydi, O’nu peygamber gönderecekti!
Alın size bir avuç salağın güzellemeleri.
Peki bir insana bu kadar Absürt methiye düzdükten sonra,ailenin ve çocuklarının yüzüne nasıl bakıyorsun be amk evladı.
Senin onurun,haysiyetin hiçmi yok.
Yapmayın !
Yapanıda ayıplayın hatta kallavi bir hakaret etmekten geri kalmayın Sayın Okur !
Bunları işiten pontus lu da kibirli burnundan kıl aldırmıyor.
Herşeyi ben bilirim havasında,ona Eyyy,ötekine öne minute, berikine ananıda al git deyip Devlet adabına uygun olmayacak şekilde ülke yönetiyor.
Zararı kime oluyor tabiki bizlere.
Dalkavuk ve yalakalardan uzak durun dostlarım çünkü onların yeri benim gözümde pkk li piçle aynı.
Bildiğin vatan haini piçin evlatları.
Bak pontuslu o özendiğin Osmanlı padişahları çığırtkanlara para verp cuma namazı sonrası"MAĞRUR OLMA PADİŞAHIM,SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR" diye bağıttırırlarmış.
Tamamen ayaklarının yere basması için bir nevi motivasyon yöntemi.
Bugün Cumaya gideceksin ya 100-150 araçlık konvoy ve 2500-3000 kişilik koruma ordusuyla.
Bence sende dene;
MAĞRURLANMA PADİŞAHIM SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR.
İyi gelir sana.
Birde duanı şöyle bitir.
ALLAH YA RABBİ YA RESUL ALLAH !
Sende dahil olmak üzere kimseyi bulaştırma elçiliğe.
Esen kalın lütfen
Cihangir Uzunkaya
0 notes
memlukvelhasil · 2 years
Text
OSMANLIYA KİM NİYE SÖVER?
Dünya'da yapılan araştırmalar sonucunda, ülken için savaşır mısın?
Japonya %71
İngiltere %39
Amerika %42
Almanya %48
Yunanistan %56
TÜRKİYE %74 Evet demiş
Bu % 26 ile ilgili fikri olan var mı?
"Yunanistan'la Allah korusun bir savaşa girsek Yunanistan saflarında kendi yaşadığı topraklara karşı savaşacak tipler var" deniyor ki doğruluk payıda var hani.
2022 yılındayızn 9 Eylül’de yani İzmir’in Yunan işgalinden kurtulduğu ve Yunan’ın denize döküldüğü günde İzmir'de konuşma düzenleniyor fakat Yunan’a tek kelime edilmedi. Osmanlı'ya yani ecdadımıza bu toprakların sahiplerine hadsizlik edildi yine.
İzmir'in kurtuluş yıldönümünde Yunan'a değil de Osmanlı'ya kim, neden söver?
Yahu İzmir, Osmanlı'dan değil, İngilizlerin güdümündeki Yunan’lardan kurtarıldı. Bilmiyorlar herhalde. Şakası bir yana da bu kadar hadsizlik fazla.
Tarihçi İlber Ortaylı güzel tesbitlerde bulunmuş:
"Türk dünyasında tek bir devlet vardır, Osmanlı.. Osmanlı devleti zirveyi teşkil eder, o en mükemmelidir."
"Ben Osmanlı imparatorluğunun çocuğuyum ve benim için Osmanlılık her şeyden daha temeldir. Biz Osmanlı'nın sayesinde varız. Osmanlı'yı anlamayanın İskenderiye hamalı kadar değeri yoktur."
Rasûlullah ﷺ 'in
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 15) buyuruğu üzere olmalıyız geçmiş büyüklerimizin hukukunu muhafaza etmeliyiz.
Merhum Üstazım Mahöud Efendi Hazretleri her hususta olduğu gibi bu husustada bizi irşad ederdi. “Osmanlı padişahlarının isimlerini ezberlemek lazımdır, bu mühimdir” buyurur
tarih şuuru edinmemizi isterdi. Padişahlarımızı rahmet ile anar bizede bunu tavsiye ederdi.
"Bir adım dahi olsa bir Allah dostunun peşinden gitmen, kendi nefsinle yüz bin fersah yürümenden daha iyi ve daha hayırlıdır." buyurur Dâvud el-Kebîr k.s
Neden çünkü Allah dostları takva sahipleri olduğu için hakkı batılı ayırt eden özellik "furkan " vasfına sahip diğerinin ise iman za'fı takva eksikliği sebebiyle doğru ile yanlışı ayırt edemiyor. Bu sadece dini değil dünyevi meselerede dahi böyle oluyor.
"Görenedir görene, köre ne köre ne?"
Allahım hakkı hak görüp uymak batılı batıl görüp kaçınmak nasip etsin
الشمس شمس وان لم يرها الضرير والشهد شهد وان لم يجد طعمه الممرور....
"Güneş yine güneştir, kör onu görmese de,
Bal yine baldır, safra hastası onun tadını alamasa da.
Terbiyeden fayda alır, isti'dâd ve kabiliyeti olan,
İnkar ve batıl ehli alamasa da." (İsmail Hakkı Bursevî k.s.)
SULTAN FATİH'İN, SULTAN SELİM'İN KANUNİNİN evladı! Doğuturkistan'da soykırım var UYGUR Kardeşlerimize ses ol!
Yıl 2022 Covid bahanesiyle kapıları pencereleri demirlerle kapatılan UYGUR kardeşlerimiz açlıktan ölüme mahkum ediliyor.
Doğu Türkistan’da çok ciddi bir durum var.
Çin’in virüs ve koronayı bahane ederek çok sayıda Uygur’u evlerine dışarıdan kapattığı ve yetkililer tarafından yiyecek sağlanmadığı için açlıktan öldüğü gelen videolarda görülüyor.
Türkistanda evi mühürlenen, 20 gündür evine un gönderilmeyen ,son anlarını yaşayan çocukları için ağlayan annenin feryadını dinliyoruz kahrolarak videodan sen duymazsan kim duyar? Duy sesini mazlumun duyur elindeki tüm imkanları seferber ederek.
"Ey Cenâb-ı Allah, varlığın hakkı için,
Şu altı şeyi bana yardıma gönder.
İlim, amel ve el açıklığı
İman, emniyet ve beden sağlığı"
Not:
Bu akşam Dolunay ve Galata Kulesi
Tumblr media
1 note · View note
sagoolove · 5 years
Text
🅁🄴🄲🄴🄿
🅃🄰🅈🅈🄸🄿
🄴🅁🄳🄾���🄰🄽
вιzιм Rαвια’мız,
Allαнυeĸвer Dαğlαrı’ɴdα,
Ölüмüɴ Üzerιɴe,
Allαн’ıɴα Teѕlιмιyeтle Gιdeɴ
O Kαнrαмαɴlαrıɴ,
Yιğιтlerιɴ Mιrαѕıdır.
125 notes · View notes
oyunabirazara · 3 years
Text
İsrail'i tanımadan silahlarına aynıları ile karşılık vermeden hakiki mücadele yapamayız. Dindar yahudiler başörtüsü ile hatta çarşafla gezerken bizim kimliğimizi, değerlerimizi yozlaştırmak için senelerdir çalışıyorlar. Ve başarılı da oldular . Neden ? Çünkü kimliği sağlam ve değerlerine bağlı bir Osmanlı evladı yeniden dünyaya hakim olur diye tüm güçleri ile İslam'la savaşıyorlar.
Geçtiğimiz yıllarda Kudüs'te bir hristiyan din görevlisi kendi din mensuplarına ne dese beğenirsiniz? "Bundan sonra haçlarınızı boynunuza takın sizi müslümanlardan ayıramıyorum." Bunun üzerine giden müslümanlara, başlarına en azından takke takmalarını söylemişler.
Kudüs'e gittiğinizde bir tek kimliğinizle gidiyorsunuz o da Müslüman kimliği. Ve Kudüs'e gidince kendi kimliğinizle, kimliğinizi ne kadar kaybettiğinizle yüzleşiyorsunuz. Başka dinlerin ritüellerini nasıl da hayatınızda normalleştirdiğinizi fark ediyor ve İslam dinini yaşama konusunda ne kadar da pasifleştiğinizi görüyorsunuz...
Kudüs bizim aynamız esasında... Kudüs'e bakıp müslğmanlığımıza çeki düzen vermemiz gerek. Bugün bunun için önemli bir fırsat. Değil mi ki Müslüman önündeki her imtihanı bir fırsata çevirir ve ahireti için faydalı bir yatırıma dönüştürür.
O halde bir Müslüman olarak ben yahudiler yerin altlarına fabrikalar yapıp en pis planlarını oralarda icraate koyarken, tohunlarımı gdo luları ile değiştirirken, nice zararlı kozmetik ürünleri ile fıtratımla oynarken, kılık kıyafet noktasında beni dinime yabancılaştırırken, ilimden, fenden uzaklaştırıp uyuturken suri gündemlerle beni oyalarken ne yaptığımı yeniden gözden geçirmeli, siyonist rejimin oyuncağı olmamalıyım. Son zamanlarda revaçta olan yoga, mum, meditasyon zırvalarına da tepkisel yaklaşmalıyım.
Müslümanlığımı, özümü, gücümü, izzetimi yeniden hatırlamalı tarihime, imanıma, İslam'ıma sahip çıkmalıyım...
Ben hakiki müslüman olursam, her namazımla miracı yakalayabilir, vaktimi tembelliğe ve gaflete kurban etmez nefsim için değil ümmet için çalışırsam, din kardeşlerimle çekişmeyi bırakıp omuz omuza olursam işte o zaman Miracın mekanı Kudüs'te benim olacak...
#ayna #siluet #gdo #ürünler #yapayet #sanayi #sosyalleşme #ümmet #kipa #vakit #kişiselgelişim #kozmetik #güzellik #makyaj #yahudi #özgürfilistin #osmanlı #ittifak #siyonizm #haç #hristiyanlık #yoga
8 notes · View notes
multecibekes · 3 years
Text
KILIKYA KATLIAMI
Adana 13 Nisan1909 Salı, üzerinden 112 yıl geçti.
Katliamlardan sonra Adana’da neredeyse Ermeni kalmamış gibiydi. Bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı kaçmayı başarmış, kalanlar koyun sürüsü gibi birkaç jandarmanın nezaretine terk edilmişlerdi. Araştırmalar başladığında, bir yanda sevdiklerinin bedenlerine gözyaşı akıtmaktan tükenmiş zavallı insan enkazları, öte yanda kışkırtıcılar, katliam tertipçileri, yağmacılar ve katiller duruyordu. Bu şartlar altında mülki idare ne yaptı? Hükümete karşı isyan başlattıkları ve ateş açtıkları suçlamasıyla, hayatta kalanlar arasında göze çarpan herkesi hapse tıktı ve zincire vurdu. Bu tuhaf tutumla birlikte, katliamların yaratıcısı ve tertipçisinin bizzat yerel mülki idare olduğunu bilmeyenler de öğrenmiş oldu…”
Daha sonra evinde şüpheli şekilde ölü bulunan (resmi rapora göre kalp krizi, Ermeni kaynaklarına göre zehirlenerek) Hagop Babigyan’ın engellemeler nedeniyle ancak 1912 yılında yayınlanan raporunda geçen bu ifadeler 13 Nisan 1909 yılında başlayıp bir hafta süren Ermeni katliamını anlatıyordu.
Katliamda ölenlerin sayısı kaynaklara göre değişmesine rağmen öldürülen Ermeni sayısı 20-30 bin arasındaydı.
Resmi kaynaklardan Adana Valisi Cemal Paşa’nın anılarında 17 bin Ermeni, 1850 Müslüman öldüğü yazılıydı.
Cemal Paşanın anıları, katliamı mezhep çatışması gibi göstermeye çalışan ve her iki taraftan da eşit sayıda insan öldüğünü yazan kaynakları yalanlıyordu.
1909 yıllarında 550 bin olan Adana nüfusu içerisinde yaklaşık 60 bin Ermeni yaşamaktaydı. O yıllarda Çukurova Kilikya olarak anılıyordu. Bu nedenle de bu katliam “Kilikya katliamı” olarak raporlara geçmişti.
Adana, o dönemin en zengin Anadolu kenti olup en önemli geliri de pamuktandı. Pamuk önemli bir üründü ve çiğiti (çekirdeği) barut hammaddesi olarak kullanılıyordu. Avrupa’nın tamamının kaynağı Kilikya olup en büyük alıcı İngilizlerdi.
Hammaddeyi kaybetmek istemeyen Avrupa bazı durumlara göz yummayı göze alacak durumdaydı. Bu nedenle de Mersin açıklarında bekleyen İngiliz askeri donanması olaylara asla müdahale etmedi.
12 Nisan Ermenilerin Paskalya yortusuydu. Ayrıca Arpa hasadı için civar köylerden gelen Ermenilerle birlikte ermeni, nüfus ikiye katlanmıştı. Pamuk çapası için gelen mevsimlik Kürt kökenli işçiler de şehrin etrafında çadırlar kurmuştu.
Aylardır süren söylentilerle şehirde huzursuzluk haddinden fazlaydı. Müslümanlar, “Ermeniler katliam yapacak, camileri yıkacak, bütün Müslümanları kesecek, 1894 ün intikamını alacak” diyerek kışkırtılıp silahlanmaları sağlanmıştı. Ermeniler de bu durumu fark edip silahlanıyordu. Ancak Müslümanlar nüfus olarak Ermenilerin 1o katıydı.
13 Nisanda Adana’da Pazar kuruluyordu. Tüm halk tedirgindi. Pazarın kurulduğu gün başlayan kargaşalar çatışmalara dönüştü. Kıyamet koptu. Ermeniler kendilerini savunmaya çalışıyordu. Saldıranlar çok kalabalıktı ve savunmaları neredeyse imkânsızdı. Saldırı kışkırtmalarla birlikte tam bir katliama dönüştü.
Yaklaşık bir hafta süren saldırı ve katliam sonucu 20 binden fazla Ermeni katledildi. Çatışmalarda ölen Müslüman sayısı 2 bin bile değildi. Sağ kalan Ermenilerin özellikle gençleri tutuklanıp çeşitli cezalara çarptırıldı. Bir kısım Ermeni aileler kaçmayı başardı ve yurt dışına gitti.
Bu katliam sonrası Adana’da Ermeni nüfus birkaç bin olarak kaldı. Özellikle genç nüfusları yok edildi. Bu katliam 1915 tehciri için bir hazırlık anlamını taşıdığı, tehcir sırasında Ermeni nüfusu koruyup kollayacak genç nüfusu yok etmeyi amaçladığı söylenir.
Mayıs ayında biri Adana’da diğeri Cebel-i Bereket’te (Osmaniye) olmak üzere iki Divan-ı Harb-i Örfi kuruldu. Uzun bir yargılama süreci sırasında mahkeme heyeti Ermenileri “1894-1896’da hadleri bildirilmediği için uslanmamakla”, “yabancı devletlerin de kışkırtmasıyla ayaklanmaya hazırlanmakla” suçladı.
Mahkemenin bu kararı aslında katliamın neden yapıldığını, önceden hazırlandığını, kendiliğinden gelişen bir çatışma olmadığını da gösteriyordu.
1894-1896 yılları arasında 2 yıl devam eden Ermeni katliamında 300 bin civarında Ermeni nüfus katledilmişti. Bu katliamda da Avrupa’nın sessiz kalmasının nedeni Pamuk çekirdeği alımıydı ve bu sessiz kalış 1915 Tehcirinde de devam etmişti.
1894-96 yıllarında İstanbul’dan gelen emir doğrulturunda Ermenilerin yaşadığı Van, Bitlis, Diyarbakır, Sason ve Muş illerinde sistematik baskı ve saldırılarla Ermeni kıyımı başlatılmış, yüzlerce Kilise ve tapınak yakılıp yıkılmış ya da camiye çevrilmişti.
Yabancı elçilikler sadece protesto etmeyle yetinmiş, herhangi bir faaliyette veya karşı eylemde bulunmamışlardı. Sason, Muş ve Bitlis civarında ermeni gençlerin kendi aralarında örgütlenip silahlanmaları sayesinde o bölgelerde katliam ve kırım fazla olamamış, savunmasız bölgelerdeki katliam çok ağır olmuştu.
Gerek 1894-96 yılları arasında yapılan katliamlar gerekse 1909 Kilikya katliamı ileride (1915) yapılması düşünülen/planlanan tehcir için ön hazırlıklardı. Özellikle genç nüfus katlediliyor, Ermeni nüfus savunmasız bırakılmaya çalışılıyordu. Ayrıca bölgede bulunan Armenagan Partisi’nin ve Hınçakların üst kadroları büyük ölçüde yok edildi. O dönemlerde Hınçakların eylemlerine katılmayan Taşnaklar hayatta kalmayı başaran tek örgütlenmeydi.
26 Ağustos 1896’da yirmi altı Taşnak, genç Papken Suni önderliğinde, patlayıcılarla donanarak İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı işgal etti. Talepleri arasında genel af, el konulan mülklerin iadesi, altı vilayette Avrupalı yetkililerin gözetiminde reformların hızla hayata geçirilmesi ve kurulacak karma bir Müslüman-Ermeni zabıta gücü yer alıyordu.
Çatışmalarda 10’u öldürüldü. Kalanlar, taleplerinin dikkate alınacağı hususunda Avrupalı diplomatlarca ikna edildikten sonra eyleme son verdiler. Güvenliklerinin sağlanacağı konusunda güvence alarak gemiyle Avrupa’ya gittiler.
Bu olaya tepki olarak hükümetin kışkırtmasıyla çıkan İstanbul’daki ayaklanmalar yaklaşık 6 bin Ermeni’nin canına mal oldu.
Adana Ağıdı
Ağlasın Ermeniler bu acı kıyıma
Çöle döndü görkemli adana
Ateş ve kılıç vicdansız talan
Rupenin evi ah oldu talan
Verme artık ışığını ey yüce güneş,
etrafında sakla yüce yasını.
güney rüzgarı geçti ülkeden,
soldu, kurudu çiçek ve ağaç.
zavallı Ermeniler bir dakikada,
düştüler vicdansız kılıc altına.
kilise ve okul alevler içinde,
binlerce ermeni öldü hunharca.
kanunsuz duygusuzlar, yetim bıraktı,
evladı anasından, gelini damadından,
alçak adil ile duygusuz cavit,
doydular içip ermeni kani.
görkemli adana boşaldı bitti,
küllere boğuldu bütün kilikya.
sevgili hacın yaşadı yalnız,
dondu kaldı zeytun, bir kaya gibi.
ateşler içinde üç gün üç gece,
içerden kılıç, dışardan topla,
sildiler ermeniyi dünya yüzünden,
kanlar akıyor berrak sulardan.
yetmez mi artık bu adilikler,
ağlayıp sızlayıp taşıdık sonsuz,
yabancının evinde güven kayboldu,
şerefimizle ölelim bu topraklarda!
http://sendika10.org/2016/04/kilikya-katliami-uzerinden-107-yil-gecti-nami-temeltas-bianet/
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
7 notes · View notes
serguzest · 3 years
Text
Tarlabaşı'na Gazel
-l-
İshak, Artun ve Bahadır. Tarlabaşı sokaklarında büyümüş üç genç. Birlikte vakit geçirir, oyunlar oynarlar. Bazen Galata'ya çıkar, ucuz bir meyhanede demlenirler.
İshak Seferad'dır. Babası piyano öğretmeni. Uysal, sakin bir çocuktur. Mahallenin yeniyetme kabadayıları ona sık sık bulaşır, ama Artun ve Bahadır onun yardımına koşar hemen. Şair ruhlu, ince bir delikanlıdır.
Artun Ermeni'dir. Şakacı, matrak bir mizacı vardır. Grubun neşesidir. Atılgan, cesur bir gençtir. Babası marangozdur. Ailesi mahallenin eski sakinlerindendir.
Bahadır ise müslüman bir ailenin evladı. Babası Osmanlı bürokratı. Pek çok Osmanlı diyarını gezmiştir, babasının işi dolayısıyla. Bahadır'ın babası okuyan, aydın bir adamdır. Hristiyanları sever. Bu yüzden Tarlabaşı'nda otururlar. Tarlabaşı o dönemde, hristiyanların çoğunlukta olduğu mahallelerdendir. Mahalle sakinleri pek varlıklı sayılmaz, fakat sokakları pırıl pırıl ve renklidir.
Birbirlerinin eksiklerini tamamlarlar. Üç sayısı, üç dinde de kutsal ve özel bir anlama sahiptir. Gün boyu, gerek Tarlabaşı'nda, gerek Galata'da gezerek maceralar yaşarlar. Smyrna'lı Uzun İhsan Efendi'nin dediği gibi, macera ibadettir.
Geçen akşam, mahallenin itleri yine İshak'a dadanmıştır. Bahadır ve Artun, İshak'ı yanlarına alıp, bu itleri bulurlar. Hadlerini bildirirler. 'Babama söylerim, leşinizi toplarlar Karaköy'de' demiştir Bahadır. Bu elbette yalandır, Bahadır'ın babası merhametli adamdır. Yine de, bu sözler etkili olur. Bu lafları kendi aralarında tekrarlayarak ve gülerek Galata'ya doğru yürürler. Yolda Artun'un sevdalandığı Eleni'yi görürler. Dal gibi bir kızdır. Bizim memleketin yazılı olmayan kuralları gereği, Artun kıza açılamamıştır. İshak'ın aklına bir fikir gelir. İshak kız için bir şiir yazacak, bunu Artun yazmış gibi kıza göndereceklerdir. Ah Eleni ne güzel kızdır. Rum dilberi.
Kazandıkları zaferden sarhoş olmuş bir şekilde yürürler. Çocuk, kahraman ve yiğittirler. Nasıl hadlerini bildirdiler itlere. Bir daha İshak'a bulaşamazlar artık. Özgüvenleri öyle artmıştır ki, mahallenin kızları yanlarından geçerken dönüp onlara bir daha bakar. Galata her zamanki gibi neşe doludur. Sonsuz bir kalabalık. Ermenice, Rumca, Arapça, Fransızca tabelaları olan dükkanlar. Güzel kızlar, beyefendiler. Cihanın dört bir yanından gelmiş insanlar, daha önce hiç işitmediğiniz lisanlarda konuşurlar. Sırtı gömleksizler iş arar. Bir frenk elçisi düşünceli bir şekilde yürür. Hamallar sırtlarında küfeyle kederli adımlar atarlar. Şairler yeni ilhamlar ararlar.
Neşeli bir şekilde meyhaneye varırlar. Dış kapının yanında, baş hizasında kayık motifli ahşap oyma bir tabela vardır. Kapı açılınca, içerisi sokağa nazaran karanlıktır. Meyhane şamdanlarla ve kandillerle aydınlatılır. Kapının tam karşısında tezgah, sağ taraftaki duvarda ise fıçıların istiflendiği raflar bulunur. Duvar dipleri, oturma yerleri hasırdan kısa taburelerle doludur, dört beş taburenin ortasında ise sofra bulunur. Her sofranın ortasında bir şamdan. Geçerler bir köşeye, muhabbete başlarlar. Çoğu meyhaneci şaraba su katar, cümle alemci bunu bilir. Osmanlı askerleri, Bektaşiler, Rum, Ermeni ve Musevi keyif ehli şaraplarını yudumlarlar. Bilmediğiniz lisanlarda küfürler işitirsiniz. Meyhane sahibi Barba Nico'dur. Rum'dur, çoğu müşteriyle özel olarak ilgilenir. Burma bıyıklı Barba Nico, omzuna asılı bir bez, gülümseyerek yanlarına uğrar. Bahadır ihtiyar meyhaneciye selam verir:
-Kalispera.
-Kalispera. Hoşgelmişsiz. Mizacınız nicedir?
-Keyfimiz gıcır dayı
-Ala. Meze istiorsuz? Yapayim mi haydari, tarator? Lahana turşim da güzeldir.
-Yok dayı, bize iyisinden şarap getir.
Güzelce günün zaferini kutlarlar. İshak'ın neşesi yerine gelmiştir. İnsanın böyle dostları oldukça, gama ne gerek.
-ll-
Hasan kederle açtı apartmanın kapısını. Bütün gün çalıştı. Kağıt topladı. Beli ağrıyordu. Bir ev bulması gerekiyordu artık, Tarlabaşı'nı tercih etti. Burada kiralar uygundu.
Suriye iç savaşından kaçtı Hasan'ın ailesi. Daha bebeyken tank ve top sesleri işitti. Uçaklar mahallesini bombaladı. Ailecek uzun bir yola çıktılar. Türkiye sınırını aştılar. Bir süre devlet tarafından tahsis edilen bir yerde kaldılar. Sonra Gaziantep'e geçtiler. 'Ben İstanbul'a gidecem' dedi Hasan. Burada kağıt toplamaya başladı. Ama bu işin bile mafyası vardır, herkese yaptırmazlar bu işi. Pis adamlara para ödedi.
Severlerdi Hasan'ı. İyi niyetli, temiz bir insandı. Şimdi bir evi olsun istiyordu. İleride, evin odalarını kiralayabilirdi kendisi gibi garibanlara. Bu şekilde, rahatça geçinebilirdi. Hatta, Suriyeli arkadaşlarından biri, Hasan'la aynı evde yaşamaya sıcak bakıyordu.
Merdiveni tırmandı. Bu bina kaç yıllıktı ki? Çok eskiydi. Tuhaf bir kokusu vardı. Üçüncü kata çıktı, kapıyı tıkladı. Nefes nefeseydi. Genç bir erkek açtı kapıyı.
-Selamın aleyküm
-Aleyküm selam. Buyur, geç içeri.
Hasan duvarlara ve mobilyalara baktı.
-Hasan'dı ismin değil mi?
-Evet abi.
-Ev bu işte. Bi incele bakalım, beğenirsen fiyatı konuşuruz.
-Sağol abi.
Hasan evin içinde gezinmeye başladı. Duvarlar dökülüyordu. Ev kir pas içindeydi. Birkaç eski eşya vardı. Mutfağa geldiğinde, eski bir dolabın üstündeki resim ilgisini çekti. Küçük bir çerçevenin içinde, İsa portresi. Ev sahibi açıkladı:
-Evin eski sahipleri hristiyanmış. Taa yüz yıl kadar önce burada hristiyanlar yaşarmış. Evi aldığımızda bunları atmadık, bir değeri vardır belki diye.
Hasan evi beğendi. Sokakta yaşamaktan daha iyiydi. Masaya geçip, fiyatı konuştular. Her konuda anlaştılar. 'Evrakları yarın getiririm, bugün burada kalırsın' dedi ev sahibi. Kaporayı aldı, anahtarı teslim etti, evden çıktı. Hasan mutluydu. Sonunda bir evi olmuştu işte. Evi tekrar inceledi. İsa portresine tekrar baktı.
Yorgundu. Küçük yatak odasında bulunan yatağa uzandı. Güzelce uyudu. Rüyasında üç genç gördü. Daha önce hiç görmediği kıyafetler giyen cesur genç adamlar yürüyolardı, gülüyorlardı, meyhanede demleniyorlardı. Ayrıca, bu evin eski sahiplerini gördü rüyasında. Ana, baba ve oğul dua ediyorlar. Uyandığında gördüğü rüyaları düşündü. Bu rüyalar, içini hem hüzünle, hem de huzurla doldurdu. Bu yeni evinde, sık sık, o üç delikanlıyla ilgili rüyalar görecekti.
1 note · View note
belkidebirharfimben · 4 years
Text
Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (2)
Allah azze ve celle doğrunun yardımcısıdır. Ben de Onun dostlarını savunurken Ondan yardım dilerim. Bir önceki yazının finalinde dilegetirdiğim bir hakikatin tekrar altını çizerek bu yazıya başlamak istiyorum: Sahabe bütünlüğünü parçalamak, onlardan birisini/birkaçını sahabelikten 'aforoz' etmek veyahut onlardan birisinin/birkaçının duruşunu (diğerlerini gözden düşürecek şekilde) öncelemek, tarih boyunca 'fırka-i dâllenin/sapkın fırkaların' takındığı bir tavır olmuştur. Şianın Ehl-i Beyt radyallahu anhum ecmain ekseninde yaptığı da budur. Daha ahir bir dönemde FETÖ'nün Ebu Zerr radyallahu anh üzerinden yaptığı da budur. Evet. O dönemin şahitleri olanlar anlatırlar ki: Gülenciler nurculardan kopuşlarını Ebu Zerr Hazretlerinin sahabenin geneline göre aykırı bir görüşe sahip olup uzlete çekilmesiyle açıklamışlardır. Sonra bu genelden kopuşun, aykırı duruş sahibi oluşun, kendini daha özel görüşün işi nereye getirdiği ise malumdur. Allah tekrarını bir daha bu millete yaşatmasın. Âmin. Yani özetle demek istediğim o ki: Bu 'dışarıya atmalar' da 'aşırı parlatmalar' da aslında maksadlı şeyler. Denge dini olan İslam'ın ahengini bozan şeyler. İşte bu yüzden ümmetin istikametli ana omurgasını teşkil eden Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat sahabeyi birbirine tercih etmemeyi bir şiar olarak edinmişler. Büyük resimde görünen hakikatin daha küçük resimler üzerinde yapılan manipülasyonlarla bozulmasını böylece engellemişler. Bunun yanında şunu inkar etmiyoruz: Elbette sahabiler içerisinde derece farkları var. Fakat onların içinde hain yok. Düşman yok. Münafık yok. Ajan yok. Hepsi, Bediüzzaman'ın da altını çizdiği üzere, 'adalet sahibi' kişiler. Bununla beraber şunun da uyarısını yapmak isterim ki: Böyle sahabeden birini/birkaçını diğerlerini gözden düşürmeye eşdeğer bir şekilde vurgulayan bir ekole rastladığınızda onlardan hemen uzaklaşmalısınız. Zira muhtemelen sizdeki manevî muvazeneyi bozmaya çalışıyorlardır. Şia bunu en fazla Ehl-i Beyt vurgusu üzerinden yapar. Her müslümanda Kur'an'ın emriyle bulunması gereken Ehl-i Beyt'e karşı muhabbeti kendi kanallarına doğru akıtmaya çalışırlar. Safevîliğin ilk kurulduğu dönemde Sünni bir tarikat olduğu fakat ilerleyen zamanda tarikatlerde hep varolagelmiş Ehl-i Beyt muhabbeti suistimal edilerek şiiliğe saptırıldığı bilinen bir gerçektir. Şia bunu bugün de yapıyor. İran'ın devlet desteğiyle/imkanlarıyla finanse edilen organizasyonlar dünyanın her yerinde Ehl-i Sünnet müslümanları şialığa döndürmeye gayret ediyorlar. İşte ben bu yüzden Muaviye radyallahu ahn ismi üzerinden yaşadığımız gerilimi önemsiyorum. Ve korkuyorum. Zira bu gerilimde oluşan saflar bizim üzerimizde de bir operasyon yürütüldüğünü ve epeyce de başarılığı olduğunu gösteriyor. Yoksa nurcular, Ehl-i Sünnet müntesibi müslümanlar olarak, Muaviye radyallahu anh hakkındaki bu düşmanlığı kendi kaynaklarından ders almıyorlar. Yok ki ders alsınlar. Bu fikirler içlerine dışarılardan sokuluyor. Görememek körlüktür. Şimdi, bu fazla kaçırdığım girizgâhın ardından, bir önceki yazıya gelen bazı yorumları/soruları cevapmaya çalışayım. Belki bir-iki yazı daha bu soruları cevaplamaya gayret edeceğim. Keşke âlim olsaydım. O zaman daha yerinde cevaplar verebilirdim. Lakin ahirzamanda mü'minlerin bildiklerini saklamaları da hadisçe men edilmiş. Ben de bildiğim kadarını yazarım. Allah azze ve celle dilimizi doğrusuna döndürsün. Ağzımızdan hakikatlerini döktürsün. Âmin. 1) Halil Bey, yazımın altına şu metni bırakarak, muhtemelen bir itirazda bulundular: "Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler." Burada hemen şu noktayı belirginleştirmek istiyorum: Çok nadir ifrat düşünüşler dışında Ehl-i Sünnet'in umumu ihtilaflarda 'İmam Ali radyallahu anhın haklı olduğunu' belirtmişlerdir. Bu konuda hiçkimsenin bir çekingesi yoktur. Benim yazımda itiraz ettiğim şey: Bu hatanın Muaviye radyallahu anhı 'sahabeliğin gerektirdiği hürmet ve sevgiden mahrum edemeyeceği'dir. Muaviye radyallahu anh Aleyhissalatuvesselamın vahiy katiplerindendir. Dualarına mazhar olmuştur. İdareciliği bizzat Ömer radyallahu anh gibi 'adam seçmekte çok hassas' kişiler tarafından dahi takdir edilmiştir. Zaten onu Şam'a vali olarak atayan da odur. Hilafeti boyunca orada vali olarak kalmıştır. Alınmamıştır. Osman radyallahu anh da bu durumu devam ettirmiştir. Zaten kendisi hakkında 'Arabın on dehasından birisi' olduğu yönünde bir şöhret de yayılmıştır. O böyle birisidir. Şunun da altını çizelim: Ebu Zerr radyallahu anhı, Müslim'de geçen bir rivayette "Ey Ebu Zer, kendim için istediğimi, senin için de isterim. Fakat, sen zayıfsın, iki kişinin bile başına geçme! Vazifesini hakkıyla yürüten kimseler hariç, âmirlik, kıyamet gününde pişmanlıktır!" diyerek idarecilikten men eden Aleyhissalatuvesselam, aksine, Muaviye radyallahu anha 'birgün müslümanların idaresi ona geçerse merhametli olmasını' tavsiye etmiştir. Yani onu men etmemiştir. Bu işe layık olduğunu düşünmüştür. Zaten âlimlerimiz de bu durum hakkında derler ki: "Muaviye radyallahu anh bu gibi hadis-i şerifleri kendisinin yöneticiliğine işaret/onay olarak da yorumluyordu. Bu yorum, Allahu'l-a'lem, hata değildi. Yalnız şu noktada hata etti: Ali radyallahu anh sağken bu iş ona düşmezdi. Onun liyakat sırası daha gerilerdeydi. O bu sıraya riayet etseydi hakka isabet edecekti." Nitekim Mektubat'ta İmam-ı Rabbani rahmetullahi aleyhin görüşü de bu yöndedir. Muaviye radyallahu anhın hilafete liyakati vardır. Fakat ondan büyükler sağken değil. Benim anladığım: Halil Bey gibi kişiler saltanat-hilafet meselesini düşünürken bir parça yaşadıkları konjonktürden etkileniyorlar. Hatta cumhuriyet Türkiye'sinin saltanata biçtiği 'hain-satıcı-sömürücü' yaftasını o döneme de taşıyorlar. Hayır. Bu tuzağa düşmeyelim. Ne yakın tarihte Osmanlı saltanatı ne de uzak dönemde Muaviye radyallahu anhın yönetimi büsbütün 'zaleme' dönemler değildi. Biz biliyoruz ki: Osmanlı padişahları genel anlamda âdil padişahlardı. Zaten devlet-i âliyenin 600 senelik ömrünün başka bir açıklaması da olamaz. Hatta içlerinde Fatih Sultan Mehmed Han gibi hadisle müjdelenenler dahi bulunmaktaydı. Şimdi, neden toptancılığın tuzağına düşerek, "Kim ki saltanat sürmüştür o haindir!" veya "Kim ki saltanat sürmüştür o zalimdir!" veyahut "Kim ki saltanata talip olmuştur o sömürücüdür!" gibi şeyler söyleyelim? Süleyman aleyhisselam da Davud aleyhisselamın sultan oğlu sultan evladı değil miydi? Bundan, böyle haksız genellemelerden, Allah'a sığınırız. Tarih bize aksi birçok örneği göstermiştir. Evet. Emeviye saltanatından gelmekle Ömer bin Abdülaziz rahmetullahi aleyh gözden düşer mi? Hâşâ. Kişileri başa gelişlerindeki sistemle değil idareciliklerindeki tasarrufla yargılamak gerekir. Hitler seçimle başa gelmiştir de insanlığa çok büyük faydalar mı dokundurmuştur? Saltanat bir sistemdir. Cumhuriyet de bir sistemdir. Demokrasi de bir sistemdir. Meşrutiyet de bir sistemdir. Bunların herbiri bir yönetim sistemidir. Kur'an'da ve sünnette "İslam devleti şu şekilde yönetilecek!" diye belirgin bir emir yoktur. Emredilen şeyler vardır: Adalet, meşveret, merhamet vs. Dört halifenin başa geçişleri dahi farklı farklı şekillerde olmuştur. Muaviye radyallahu anh da kendi bilgisince o dönem için bir içtihadda bulunmuştur. Ha, hatalıdır, o ayrı. Fakat bunu 'güç tutkusundan' falan yapmış gibi anlamak, hâşâ, sahabeyi anlamamaya işaret eder. Bunu böyle söyleyen "Ashabım yıldızlar gibidir!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sırrını da anlamamıştır. Neyse. Yazı çok uzadı. Bir dahaki yazıda da soruları cevapmaya devam edelim. Halil Bey'in sorusuna da 'ruhsat'ı hatırlatarak veda edelim: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."
1 note · View note
yusufserkan · 5 years
Text
1937'de 3116 Sayılı, 136 maddelik Orman Kanunu hazırlandı. Kanunun gerekçesinde “Devlet malı olan ormanları, kişisel kazanç duygusu ile hareket eden müteahhitlerin elinden kurtarıp korumanın” amaçlandığı belirtilmişti
Çanakkale'de Kaz Dağları yakınında Kanadalı Alamos Gold ve yerli ortağı Doğu Biga, altın madeni arıyor. Bu kapsamda şimdilik, Enerji Bakanlığı'na göre 13 bin, uzmanlara göre 195 bin ağaç kesildi.
Kaz Dağları'nda binlerce ağaç keserek altın arayan yabancı firmanın yerli ortağına türlü ayrıcalıklar da tanındı. Bu ayrıcalıklar, 19. yüzyılda Osmanlı'da demiryolu yapan yabancı şirketlere tanınan ayrıcalıkları anımsatıyor.
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar, bağımsızlık savaşıyla yeniden vatan yaptıkları bu toprakların dağına, taşına, ormanına büyük bir kıskançlıkla sahip çıkmışlar, Osmanlı'nın yabancı şirketlere tanıdığı ayrıcalıklara son vermişler; demiryollarını, limanları, madenleri, ormanları her şeyi millileştirmişlerdi. “Ağaçsız toprak vatan değildir” diyen Atatürk'ün son devrimi “ormanların korunmasını” amaçlıyordu.
OSMANLI'DA ORMANCILIK
Osmanlı'da 19. yüzyıla kadar ormanlar “cibal-i mübaha” anlayışına göre herkesin kullanımına açıktı. Ormanlardan isteyen istediği kadar ağaç kesebilirdi.
Osmanlı'da donanma gereksinimi için ayrılmış özel ormanlar vardı. Bu ormanlar, “Tersane Emini” tarafından yönetilir ve “Koru Ağaları” tarafından korunurdu.
Osmanlı'da 1839'da İstanbul'da bir Orman Müdürlüğü kuruldu. Ancak kısa süre sonra kapatıldı. Kırım Savaşı'ndan sonra 1857'de Fransız Orman Uzmanı Prof. Louis Tassy davet edildi. Prof. Tassy'in çalışmalarıyla Osmanlı'da 1857'de bir Orman Okulu açıldı. 1858'de Arazi Kanunnamesi yayımlandı. 1869'da Orman Genel Müdürlüğü kuruldu. 1870'de Orman Nizamnamesi yayımlandı. Nizamnameye uymayanlar para ve hapisle cezalandırılacaktı. Bu nizamname 1937'ye kadar yürürlükte kaldı.
Orman Genel Müdürü Hoca Ali Rıza Efendi, 1910'da İstanbul'da Orman Yüksek Okulu'nu kurdu.
I. Dünya Savaşı sırasında 1917'de “Ormanların Usulü İdarei Fenniyeleri” adlı bir kanun kabul edildi. 1919'da da “Devlet Ormanlarına Ait Amenajman Talimatnamesi” hazırlandı. Ayrıca Hendek'te bir Orman Ameliyat Mektebi açıldı.
Ancak Osmanlı'daki bu ormancılık çalışmaları ormanları koruyacak ve geliştirecek nitelikte değildi. Örneğin 1870 Orman Nizamnamesi'ne göre ormanların işletilmesi için ormanlar bir şirkete veya müteahhide satılıyor, o şirket veya müteahhit ormanı istediği gibi kesiyordu.
Yabancı şirketlere verilen ormanlar
Osmanlı padişahları, 19. yüzyılda Osmanlı topraklarına demiryolu inşa etmek istediler. Sermaye, bilgi ve teknoloji yokluğunda bu demiryollarını İngiliz, Fransız ve Alman şirketlere yaptırmak zorunda kaldılar.
Osmanlı padişahlarının, demiryolu yapacak yabancı şirketlere verdikleri ayrıcalıklar arasında ormanlar da vardı.
Örneğin, 1869'da Rumeli demiryolunun yapımı için Yahudi Banker Baron Hirş'le imzalanan sözleşmeye göre demiryolu yapacak yabancı şirket demiryolunun her iki yanındaki 10 km.'lik (toplamda 20'km.'lik) alandaki madenleri, taş ocaklarını ve ormanları işletme hakkına sahip olacaktı.
II. Abdülhamit, 1888'de İstanbul- Haydarpaşa- İzmit- Ankara demiryolu imtiyazını Alman Deutsche Bank'a verdi. Yapılan sözleşmeye göre demiryolu hattındaki devlet arazileri şirkete parasız verilecek, şirket demiryolu hattının iki yanında 5 km,'lik (toplamda 10 km'lik) alanda taş, kum ve tuğla ocakları açarak işletecek ve devlet ormanlarından bedava yararlanabilecekti.
II. Abdülhamit, 1893'te Eskişehir- Konya- Ankara- Kayseri demiryolu imtiyazını Alman Deutsche Bank'ın yönettiği “Anadolu Demiryolu Şirketi”ne verdi. Yapılan sözleşmeye göre Alman şirket, demiryolu hattının iki yanında 5'er km.'lik (toplamda 10 km.'lik) alanda kum ve taş ocakları açıp işletecek, hattın her iki yanında 20 km.'lik alanda (toplamda 40 km.'de) maden arayacak ve çevredeki ormanlardan odun, kereste sağlayabilecekti.
II. Abdülhamit, 1899'da Konya'dan Bağdat- Basra'ya kadar uzanacak demiryolu imtiyazını da aynı Alman şirkete verdi. Yapılan sözleşmeye göre şirket, hattın iki yanındaki 20'şer km.'lik (toplamda 40 km) alanda maden arayabilecek, ruhsat almadan arkeolojik kazı yapabilecek ve devlet ormanlarından bedava yararlanabilecekti.
I. Dünya Savaşı başlayınca kömür sıkıntısı baş gösterdi. Trenlerde odun kullanılmaya başlandı. Ancak demiryolu yakınlarında orman kalmamıştı. Çünkü Osmanlı'ya demiryolu yapan yabancı şirketler, kendilerine verilen ayrıcalıklar gereği hatların etrafındaki 10 km.'lik alandaki ormanları yok etmişti. Odun bulmak için demiryolundan 10 km. içerilere gidilmek zorunda kalındı. Savaş boyunca trenlerde odun kullanımı da ormanlara çok zarar verdi.
I9. yüzyılda Osmanlı'ya demiryolu yapan yabancı şirketlerle imzalanan 99 yıllık imtiyaz söyleşmeleri ile madenlerimiz, tarihi eserlerimiz ve ormanlarımız yabancılara peşkeş çekildi. Bu imtiyaz sözleşmelerini Lozan'dan sonra Atatürk yırttı.
Atatürk'ün ağaç, orman sevgisi
Atatürk, Yalova'daki köşkün kaydırılmasını seyrediyor. (8 Ağustos 1930)
Atatürk, bir Yörük-Türkmen evladı olarak ağacı, ormanı ve doğayı çok erken yaşlarda tanıyıp sevdi.
Afet İnan, Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı Köşkü için Çankaya'yı seçmesinin nedeninin, “orada birkaç büyük kavaklık ve söğüt ağaçlarının bulunması” olduğunu yazıyor.
Atatürk, Vali Muhittin Üstündağ ve Afet İnan'la İstanbul Boğazı'nda gezerken “Bu güzel yerleri ağaçlarla bir kat daha güzelleştirmek için İstanbul Belediye Başkanı olmak isterdim” diyor.
Atatürk dünyanın değişik ülkelerinden getirttiği ağaçlarla Yalova'da Canlı Ağaç Müzesi kurduruyor. Yalova'da Çam Burnu adlı ormanlık alanı yaratıyor. Yalova-Termal karayoluna 2250 fidan diktiriyor. Bu yola Çınarlı Hıyaban deniliyor.
Atatürk ağaçlı, ormanlı, yeşil bir ülke kurmak istiyor. Bunun için 1925'te Ankara'nın en çorak, bataklık yerinde bir orman çiftliğinin temelini atıyor. Çiftliğe her yıl en az 50 bin ağaç dikilmesini istiyor. Dikilen ağaçları sürekli kontrol ediyor. 8 yıl geçmeden çiftliğe 3 milyondan fazla çeşitli fidanlar dikiliyor ve hepsi de tutuyor. Dikkat ederseniz, Atatürk herhangi bir çiftlik değil, bir “orman çiftliği” kuruyor.
Atatürk, kendi elleriyle ağaç dikiyor, onların büyümelerini gözlüyor. Çevresindeki ağaçların yerlerini biliyor. Ağaçları koruyor. Örneğin, tanıkların anlattığına göre Atatürk, bir gün Orman Çiftliği'nde bir iğde ağacının kesildiğini fark ederek çok üzülüyor. Yine tanıkların anlatımına göre Çankaya Köşkü'ne girerken yol üzerine uzanan bir ağaç dalı otomobillerin girişine engel oluyor. Atatürk, o dalın kesilmemesini, arabaların geçtiği yolun alçaltılmasını istiyor.
Atatürk, 1929'da Yalova'da bir çınar ağacının gölgesine küçük bir ahşap köşk (ev) yaptırıyor. Bir yıl sonra yanındaki çınar ağacının bir dalı köşke doğru uzayınca çalışanlar dalı kesmek istiyorlar. Atatürk buna karşı çıkarak köşkün raylar üzerinde kaydırılıp dalın kurtarılmasını istiyor. Köşk, 8 Ağustos 1930 Cuma günü, Atatürk'ün gözetimi altında, altına ray döşenip ağacın 5 metre uzağına kaydırılıyor, böylece çınarın dalı kurtarılıyor.
Atatürk, ömrünün son günlerini ağaçlar arasında, orman içinde geçirmek istiyor. Duvarında asılı olan “Dört Mevsim” adlı tabloya bakarak Afet İnan'a şöyle diyor: “Gidelim Afet! Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda… Evet… Evet… Hemen çekip gidelim ormanlara… Hele ben bir iyi olayım da…”
Ormanı koruyan Cumhuriyet
Atatürk, Milli Mücadele yıllarında 1 Mart 1922'de yaptığı Meclis konuşmasında şöyle dedi: “Ormanlarımızı da çağdaş tedbirlerle iyi halde bulundurmak, genişletmek ve azami fayda sağlamak esas ilkelerimizden biridir.” Bu doğrultuda bir Ağaç Koruma Cemiyeti kuruldu.
Mili Mücadele'nin zor koşullarında düşmanın saldırısına uğrayan fakir halkın ormanlardan yararlanabilmesi için 1921'de ve 1924'te yasalar çıkarıldı.
1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde ormanların korunmasıyla ilgili 17 maddeye yer verildi.
1924'teki Köy Kanunu'nda “köy korusunu korumak”, “korusu olmayan köylerde koru yetiştirmek”, “köy fidanlıkları yapmak”, “köy yollarını ve meydanlarını ağaçlandırmak”, “köylere kavak dikmek” gibi maddeler vardı. Köy Kanunu'na göre köylerde “her şahıs senede en az bir ağaç dikip yetiştirmek” zorundaydı. Köy yollarına dikilmiş ağaçları kesmek veya kırmak da suçtu.
1924'te Yüksek Orman Meclisi kuruldu. 1924'te Orman Genel Müdürlüğü ve ona bağlı başmüdürlükler ile orman müdürlükleri kuruldu.
Ormanları bilimsel yöntemlerle korumak için 1924'te “Türkiye Ormanlarının Bilimsel Yöntemlerle Yönetimi ve İşletilmesi Yasası” çıkarıldı.
Alman Prof. R. Bernhard Türkiye'ye davet edildi. Ayrıca Alman ve Avusturyalı orman mühendisleri görevlendirildi.
Orman haritaları hazırlandı. Orman planları yapıldı. İstanbul, Ankara ve İzmir'de orman fidanlıkları kuruldu. Buralardan ülkenin değişik yerlerine yüzbinlerce fidan dağıtıldı. İstanbul Orman Yüksek Okulu geliştirildi. Bu okula 1934'te “Orman Fakültesi” adı verilerek Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü'ne bağlandı. Ayrıca yeni orman okulları açıldı. Zingal Şirketi gibi özel şirketlerin elindeki bazı ormanlar devletleştirilip işletildi. 1930'a kadar Türkiye'nin değişik yerlerinde 33 kereste fabrikası kuruldu.
1930'larda Türkiye'de en az yüzde 30 olması gereken orman varlığı, yüzde 12 civarındaydı. Ormanları koruyacak devrimci düzenlemelerin zamanı gelmişti.
Atatürk, 8 Kasım 1937 tarihli nutkunda “ormanların korunmasından” söz ederek “ormanlarımızı dengeli ve teknik bir şekilde işletmek” gerektiğini belirtti.
Atatürk'ün son devrimleri “toprak ve orman reformu” oldu. 1937'de anayasanın 74. maddesi değiştirilerek “çiftçiyi topraklandırmak ve oranları devletleştirmek” ilkeleri anayasaya konuldu. Bu doğrultuda gerekli yasal düzenlemeler yapıldı.
8 Şubat 1937'de 3116 Sayılı Orman Kanunu çıkarıldı. Bu kanunda 1938'de ve 1945'te bazı düzenlemeler yapıldı. Böylece ormanlar devletleştirildi. Ormanlardan düzensiz ve parasız yararlanmaya son verildi. CHP iktidarı oy kaybetme pahasına bu adımları attı.
26 Nisan 1937 tarih ve 3157 sayılı “Orman Koruma Teşkilatı Kanunu” kabul edildi. Ormanların korunması amacıyla Orman Genel Komutanlığı kuruldu.
1 Aralık 1937'de de Orman İşletme Talimatnamesi kabul edildi. Ülkenin değişik yerlerinde çok sayıda Devlet Orman İşletmesi kuruldu. 1951'de ülkede 99 orman işletmesi vardı. Bu işletmelerin en önemli görevlerinden biri ülkeyi ağaçlandırmaktı.
İllerde valilerin öncülüğünde “Ağaç Bayramları” kutlanmaya başlandı.
Sonra ne mi oldu?
Demokrat Parti, 1950'de çıkardığı yasalarla devletleştirilen ormanları sahiplerine geri verdi. Makilikleri orman statüsünden çıkardı. Orman suçlarını affetti. Ormanları iskâna açtı. Sonunda 1956'da 3116 Sayılı Orman Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Onun yerine 6831 Sayılı Orman Yasası getirildi. DP dönemindeki bu düzenlemelerle Atatürk'ün Türk Orman Devrimi yara aldı. Korumacı politikalardan vazgeçildi, ormanlar, siyasi amaçlarla tahrip edilmeye başlandı.
Gerçek şu ki; Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti dönüştürdüler, kurduğu fabrikaları sattılar, şimdi de diktiği ağaçları kesiyorlar. Sonunda Atatürk'ün diğer devrimleri gibi orman devrimini de yok ettiler.
Ankara'da bir orman çiftliği kuran, Yalova'da bir çınar ağacının dalını koruyan ve ormanları devletleştiren bir anlayıştan, 80-90 yıl sonra, Kaz Dağları'nda ve başka yerlerde on binlerce ağaç kesen bir anlayışa… Üzülmemek elde değil!
10 notes · View notes
baybaykus · 5 years
Text
Sen, Puşide-i Siyah nedir bilir misin ?
Osmanlı ' yı bilmeden kendı tarini okumadan kime neye hizmet erttiği kuşkulu zat.. Bursa Belediyesi Başkanı
TBMM Kürsüsündeki Kara Örtü; PUŞİDE-İ SİYAH…
Ne yapacaksın..Cehalet toplumun ayrılmaz parçası olmuş.. Sana hakaret etmem..bazı magandalar gibi terbiyemi bozamam...Şuursuz.. Bilgisiz..
Yalnızca seninle aynı gökyüzü altında yaşadığım için kendimi talihsız görürüm..
,Cumhuriyet tarihine saygın yoksa, Osmanlı tarihine saygın olsun !!!
Sen, Puşide-i Siyah nedir bilir misin ?
"Yunan kumandan geldi, atından indi. Belediye’nin camiye bakan mermer basamaklarından yukarı çıktı. Osmanefendizade Cemil Bey orada duruyordu. Başkaları da vardı. Belediye reisi de… Ben Cemil Bey’i çok iyi tanıdığım için onu biliyorum. Tokalaştılar. Bizim Türk bayrağını indirdiler, Yunan bayrağını çektiler. Gördüğüm şey bu. Bizim bayrak indi, Yunan bayrağı çekildi. Cemil Bey, kendisi bizzat çekti. Ondan sonra da kolkola içeri girdiler.” (Akkılıç, 1997:298)
Osmanlı’nın manevi başkenti Bursa işgal edilmişti. Osman Gazi’nin ebedi istirahatgahında Yunan bayrağı dalgalanıyordu ve bu durum Türk Milleti için bir utançtı. Durum TBMM’de görüşülürken, milletvekillerinin hıçkıra hıçkıra ağladığını gören Mustafa Kemal Atatürk, başkanlık kürsünün siyah örtü ile örtülmesini istedi. Ve bu kara örtü tarihte “Puşide-i Siyah” adıyla anıldı, çünkü Türk Milletinin manevi başkentinin Yunan işgalinde olduğu her gün mutlak suretle yas demekti.
Puşide-i Siyah kürsüde oldukça uzun bir süre kaldı. Yıllar süren Kurtuluş Savaşı sırasında her Türk evladı bunun hicabını yaşadı. Taa ki 11 Eylül 1922 tarihinde Bursa Belediye Binası’na Türk Bayrağının dikilmesi ile Türk Milletinin yası sona erdi ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatı ile örtü kürsüden kaldırıldı.
Bak kardeşim, başkanlık koltuğunda oturduğun Bursa'nın işgalden kurtulduğu 11 Eylül 1922 tarihi; seni pek de ilgilendirmediği anlaşılan büyük taarruz ile gerçekleşti. Hala bir Bursa varsa, Bursa'da hala Osman Gazi türbesi varsa ve hala oralarda Türk Bayrağı dalgalanabiliyorsa, bunu tırıs geçtiğin büyük taarruza borçlusun .
Barış Kaşıkçı
2 notes · View notes
mstfkyr · 5 years
Text
Tumblr media
1) iki gün önce sorgulamıştık..
Imamınoğlu 140 yılı aşan demiş.
Bu halde olay netleşti. Adamlar subliminal mesaj veriyorlar. Bir cesaret ile daha ötesine geçerek açık açık tehdit ediyorlar. Vadedilmiş topraklar, 145 yıllık mücadele diyebiliyor.. nedir bu 145 yıl ?
2) Sultan Abdülaziz katledilmesinden başlayıp, Sabetayist Yahudi Okulların kurulması, Ermeni ayrılıkçılarla birleşip Osmanlı Rus harbi çıkaranların, Ülkeyi parçalayıp Ermeni-Yahudi-Rum Sabetayist Devleti kurma davası güden VATAN HAİNLERİNİN mücadelesini kendisine dava edinmiş.
3) O gün Taşnakların, Jöntürklerin, Masonların, Sabetayist Yahudilerin, Ayrılıkçı Rum çetelerinin, Symirna'nın gavurlarının Fransa ve İngiltere desteğinde, Abd-İngiliz-Fransız okullarının öncülüğünde güttükleri bir davaydı bu. 1902 ve 1906 Paris İttihatçı kongrelerini hatırlayın.
4) Bugün ise yakın zamanda yazdığımız Pontusçu Vasilis, Pkk'cı Maral, Chp, Hdp, Diyarbakır Ermenilerinin sürgündeki gülü, Selanik, Yunanistan, Dhkpc, Mlkp, Abd, İngiliz, İsrail,Fransız, BND, CIA, MI6, DSGE MOSSAD işbirliği yazımızı hatırlayın..
5) 1920 küsürlerde başardıkları, 2002'den beri mevzi kaybettikleri, aynı mücadelenin yeni figuranıymış meğerse Kommenosun yiğit evladı I'mamınoğlu...
Uyan kardeşim sana yutturalan bu adamların kimliğini ve niyetlerini gör...
6) Onlar kin beklemiş.. Mesele değil, nerede kalmıştık der, atam Sultan Abdulhamid Han hazretlerinin 1879'da yaptığı gibi hepsini ÇIKTIKLARI YERE YOLLARIZ..
Hristakiler, Hüseyin Avniler, Emmanuel ler Mithatlar, Simonlar var ise Abdulhamidler de var..
Burdayız bekliyoruz...
#papazoğlu #vatanhaini
3 notes · View notes
sagoolove · 6 years
Photo
Tumblr media
ΣƲLΔD-I ΘЅΜΔ∏LI ΓΣCΣƤ ƬΔΨΨİƤ ΣΓDΘĞΔ∏
124 notes · View notes
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Tarih: 27 Nisan 1909.
Yer: Yıldız Sarayı, Küçük Mabeyn Köşkü.
Sultan 2. Abdülhamid'in tahttaki son dakikaları.
Yalnızdır Sultan, gözü gibi baktığı asker tarafından işgal ve hatta yağma edilmiş olan Yıldız Sarayı'nın bir köşkünde iki haremağasıyla beraber gelecek haberlere muntazırdır.
Öylesine kuşatılmıştır ki etrafı, bırakın kendisine kahve ikramını, aç kalmış çoluk çocuğuna ekmek bile bulamamaktadır.
33 sene eteğinin bir ucu Adriyatik'te, öbürü Basra Körfezi'nde serili bir imparatorluğu kurtlara yem etmemek için çırpınmış olan Sultan Abdülhamid şimdi kendi evladı gözüyle baktığı asker kılıklı eşkıya tarafından tahtından düşürülmektedir.
Yıldız Sarayı'nın devasa kapısından dört fesli zat içeriye girmektedir. Bunlar biraz sonra mazlum ve mağdur Sultanımıza hal' (tahttan indirme) kararını tebliğ edecektir. İçlerinden birisinin ceket cebinde duran bir 'kağıt parçası' birazdan çıkacak ve okunduğunda tarihin yüzünü kızartacaktır.
Uyduruk bir Meclis-i Millî tarafından silah zoruyla alınmış yine uyduruk bir fetvadır o. Fetva dediğimiz belgenin adıyla beraber anılmaması gereken bir utanç vesikası demek daha doğru.
Kimlerdi? Sayalım:
1) Ermeni Ayan (Senato) üyesi Aram Efendi,
2) Draç Mebusu Arnavut Esad Toptani (sonradan 'hizmetlerine mukabil' Paşa yapılacaktır),
3) Yahudi Selanik Mebusu Emanuel Karasso ('Karasu' değil) ve,
4) Abdülhamid Han'ın vaktiyle nice iltifatına mazhar olarak Koramiralliğe kadar yükselmiş bulunan Arif Hikmet Paşa.
Bunlardan Esad Toptanî o kadar vatanseverdi ki(!) Balkan Harbinde son kalemiz olan İşkodra'yı canıyla başıyla savunan Hasan Rıza Paşa'mızı öldürterek kaleyi Karadağlılara teslim etmiş, bu da yetmemiş, İtalyanlarla işbirliği yaparak bağımsızlığını kazanan Arnavutluk'un başına geçmek için mücadele etmiş, nihayet Paris'te bir Arnavut genci tarafından vurularak öldürülmüştü.
Peki Emanuel Karasso? Bu Yahudi ve 33 derecelik Mason üstad-ı azamının hikayesi ise daha feci. 1. Dünya Harbinde vagon ihtikârlarından muazzam paralar kazanmış, Mütareke devrinde ise İtalya'ya kaçmıştı. Bir de bakılmış ki, adam İtalyan vatandaşıymış! Yani çifte vatandaş!
Bunlar ve daha niceleri…
Evet o dört fesli, iki milletvekili ile iki senato üyesi sarayın koridorlarında ilerlerken Sultan Hamid Küçük Mabeyn'dedir. Elinde tesbihi olduğunu söyler kızı Ayşe Sultan. 'Hepimiz korku içindeydik, ağlaşıyor, dua ediyorduk' diye de ilave eder.
Malum dört kişi içeri girer, selam verirler. Hafif bir el hareketiyle selamlarını alır Hakan.
Sultan gayet metin ve mütevekkildir. Yorgun ve yaşlı görünmektedir. Vakarlıdır, dimdiktir.
İnsanın adeta içine nüfuz eden gözlerini heyetin üzerinde gezdirir. Neden geldiklerini bilmektedir elbette ama kendilerinin lafa başlamalarını bekler.
Bunun üzerine Draç Mebusu Esad Toptanî iki adım ileri atar. “Biz Meclis-i Mebusan tarafından geldik. Fetva-i şerife var. Millet seni azl etti (görevden aldı). Amma hayatın emindir (güvencededir)" sözleri sessizliğin hakim olduğu salona buz parçaları gibi takır takır düşer.
Sultan Abdülhamid bu sözü heyecanına bağışlar ama düzeltir: “Zannedersem hal' etti (tahttan indirdi) demek istiyorsunuz." Öyle ya, padişah bir memur değildir ki azl edilsin.
Besbelli Padişahın şahsını tahkir maksadıyla yapılmıştı bu kelime oyunu. Tıpkı tahttan indirilmiş Sultan Abdülaziz'i, iki kurenasıyla laubali vaziyetteki fotoğrafını çektirerek tahkir etmek istedikleri gibi Sultan Hamid'i de bu kelimeyle vurmak istemişlerdi.
Devam etti: “Pekala buna gösterilen sebep nedir?"
Ardından fetva okundu. Bula bula “bazı mesâil-i mühimme-i şer'iyyeyi kütüb-i şer'iyyeden tayy u ihrac ve kütüb-i mezkûreyi men' u ihrak" suçlamasını bulmuşlardı ya İslamın yaşaması için ömrünü heder etmiş bir Sultana şer'i meseleleri dinî kitaplardan çıkarmak ve dinî kitapları yasaklayıp yakmak gibi bir şenaat yakıştırılıyordu.
Olacak şey değildi. Kur'an-ı Kerim'i, Sahih-i Buhâri'yi, Şifa-i Şerif'i onbinlerce nüsha bastırıp dağıttıran Sultan şimdi onları yakmakla suçlanıyordu, öyle mi?
Lakin mesele başkaydı. Yaktırdığı, yasaklattığı kitaplar yok muydu? Vardı da, onlar ya yanlış harekelenmiş Kur'an-ı Kerim'ler veya içine uydurma rivayetler katılmış hadis kitapları yahut Osmanlı Hilafetinin meşru olmadığını ileri süren İngiliz veya Rus kaynaklı propaganda kitaplarıydı. Ne yani, Sultan hatalı basılmış Kur'an-ı Kerim'leri hamam külhanlarında yaktırmayıp sevabına halka dağıttırsa mıydı?
“-Ben hangi şer'i kitabı yakmışım?"
diye bağırdı yüksek sesle. Arkasından da tarihin alnına şu sözleri kazıdı:
“-Ben 33 sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Hakimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah'tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular."
Ve şu sözü ekleyerek salondan çıktı:
“-Bu memleketi benden sonra 10 sene idare etsinler, 100 sene idare etmiş sayacağım."
27 Nisan 1909 ile Osmanlı'nın teslim olduğu 31 Ekim 1918 arasında sadece 9,5 yıl vardır ve ne acıdır ki 10 sene tamamlanmamıştır!
1 note · View note
tarik-bahadir-61 · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media
HÜSEYİN NİHAL ATSIZ’I
VEFATININ 46. YIL DÖNÜMÜNDE RAHMETLE, MİNNETLE, HASRETLE, ÖZLEMLE, SAYGIYLA ANIYORUZ. RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN!
Hüseyin Nihâl Atsız (12 Ocak 1905, Kadıköy, İstanbul – 11 Aralık 1975, İstanbul), Türk yazar, şair, düşünür ve öğretmen. Türklerin tarihini konu edindiği edebî eserleri, tarih araştırmaları vardır. Türkçü-Turancı dünya görüşüne sahiptir.
AİLESİ
Atsız’ın babası Gümüşhane’nin Torul kazasının Midi Köyü’nün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon’un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey’in kızı Fatma Zehra Hanım’dır.
Çiftçioğulları ailesinin tespit edilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa’dır. Ahmet Ağa’nın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa’nın çocukları Midi’den, Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesinin Dayılı Köyü’ne göçmüşlerdir. Şakir Ağa’nın evladı olup olmadığı bilinmemektedir.
Ahmet Ağa’nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832 – 1894) ise 1850-1852 şıralarında Deniz eri olarak İstanbul’a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun’da kalmış ve makine önyüzbaşlığına Çarkçı Kolağalığı’na terfi etmiştir.
Hüseyin Ağa’nın eşi Emine Hayriye Hanım’dır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey (1877- 1944). Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması’na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı’ndan emekli olmuştur.
Mehmet Nail Bey’in ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884 – 1930)’dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfika Hanım’ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzon’lu olup ailesi Kadıoğulları namı ile maruftur.
Mehmet Nail Bey’in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905’te Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910’da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912’de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi.
1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmet Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra’dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmet Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.
Nejdet Sançar’ın ağabeyidir, Yağmur Atsız ve Buğra Atsız’ın babasıdır. Tarihçi, Türkolog Rıza Nur’un manevi evladıdır.
YAŞAMI
Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905’te İstanbul’da doğdu.
İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye ye yazıldı.
Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye’ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp’in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)’a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye’den çıkarılmıştır.
Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi’nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları’nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.
ÜNİVERSİTE YILLARI
1926 yılında İstanbul Dârülfünûnu’nun Edebiyat Fakültesi’nin “Edebiyat Bölümü”ne ve İstanbul Dârülfünûnu’nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi’ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağrılmış, Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul’da Taşkışla’da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.
Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı ‘Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri’ adlı makalenin Türkiyat Mecmuası’nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası Mehmet Fuad Köprülü’nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî’nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır (‘Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati’, 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82) Aynı yıl Edebiyat Fakültesi’nden mezun olmuştur.
Atsız’ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yer alıyordu.
Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi’ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931’de Atsız’ı kendisine asistan olarak almıştır.
Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.
Atsız, 15 Mayıs 1931’den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua’yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.
Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını “H. Nihâl” imzasıyla, hikâyelerini de “Y.D.” imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır. 1932 Temmuzunda Ankara’da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’a Dr. Reşid Galib’in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav’ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib’e “Zeki Velîdî’nin talebesi olmakla iftihar ederiz” diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib’in tepkisini üzerine çekmiştir.
19 Eylül 1932’de Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü’nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, Atsız Mecmua’nın 17. sayısındaki ‘Dârülfünûn’un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle, Yüz Kızartacak Listesi’ adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı’na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız’ın üniversite asistanlığına son vermiştir.
Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi’nin Dekanı’nı Tokatlıyan Oteli’ndeki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız’a bu hadise için hiçbir şekilde tepki gösterilmemiştir.
MEMURLUĞU
Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir, Malatya’da kısa bir müddet (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız’ın Edirne’deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).
Atsız, Edirne’de iken Atsız Mecmua’nın devamı mahiyetindeki aylık Türkçü dergi Orhun’u (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9) yayımlamıştır. Orhun Dergisi’nde, Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları ağır bir şekilde eleştirdiği için 28 Aralık 1933’te bakanlık emrine alınmıştır ve Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır.
Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin olunmuştur.
Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız’ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız’dan da Mart 1975 tarihinde ayrılmıştır.
Atsız, Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir.
Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesi’ne geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziranının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.
Atsız, Boğaziçi Lisesi’nin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper’in de teşvikiyle Orhun dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.
1944 IRKÇILIK-TURANCILIK DAVASI
II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye’de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız, Orhun’un Mart 1944’te yayınlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında “Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.” diyen devrin Başbakanı Şükrü Saracoğlu’na hitaben bir açık mektup yayımladı.
Atsız, Nisan 1944’te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saracoğlu’na hitaben ikinci açık mektubunu yayımlayarak Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel’in Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Millî Eğitim Bakanı’nın “komünistleri kolladığını” ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i istifaya çağırdı Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir galeyana sebep olarak başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehirde, antikomünist gösterilere yol açtı. Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944’te Atsız’ın Boğaziçi Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliğine son verdi.
Orhun Dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatıldı. Sabahattin Ali’nin arkadaşı ve Atsız’ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay’ın arabuluculuğuna rağmen dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara’ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edildi.
Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçti. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır. Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali’ye “vatan haini” dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız’ın cezası hâkim tarafından “millî tahrik” gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir. Atsız, cezasının ertelenmesine rağmen 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir.
19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde eleştiren nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, ‘Irkçılık-Turancılık davası’ adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6 yıl 5 ay hapse mahkûm olmuştur.
Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.
5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Âli Yücel davası adı ile tanınmıştır), 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir. Bu dava ile ilgili Hayri Yıldırım tarafından 3 Mayıs 1944 Irkçılık Turancılık Davası adında bir kitap yazılmıştır.
DAVA SONRASI
Nisan 1947’den Temmuz 1949’a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi’nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan “Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir” adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.
Atsız’ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız’ı 25 Temmuz 1949’da Süleymaniye Kütüphânesi’ne “uzman” olarak tayin etmiştir.
Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950’de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği’ne tayin olmuştur.
4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi’nde vermiş olduğu “Türkiye’nin Kurtuluşu” konulu bir konferans üzerine Cumhuriyet gazetesi, Atsız’ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız’ın konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilmiştir. Fakat Atsız 13 Mayıs 1952 tarihinde Haydarpaşa Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden “muvakkat” kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesi’ndeki görevine tayin edilmiştir.
31 Mayıs 1952 tarihinden itibaren emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphânesi’nde çalışan Atsız’ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphânedeki memuriyet olmuştur.
Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’ nin genel başkanlığını üstlendi. 1964’ten vefatına kadar Ötüken Dergisi’ni yayımladı.
Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep’e giderken bir işçinin kendisine “idareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar” sözlerine karşılık, “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür.” demiş; Atsız bunun üzerine, Ötüken’in Nisan 1967’de yayınlanan 40, sayısından itibaren “Konuşmalar, I” (Sayı 40), “Konuşmalar, II” (Sayı 41), “Konuşmalar, III” (Sayı 43), “Bağımsız Kürt Devleti Propagandası” (Sayı 43), “Doğu Mitinglerinde Perde Arkası” (Sayı 47) ve “Satılmışlar-Moskof Uşakları” (Sayı 48) adlarıyla yayınladığı seri makalelerinde, Marksistlerin Doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını iddia etmişti. Bu makaleler hakkında savcılıkça soruşturma açılmış fakat Atsız’a hiçbir suçlamada bulunulmamıştır.
Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış ve aynı günlerde Adalet Partisi Diyarbakır senatörlerinden biri, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.
Hasan Dinçer’in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir.
Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, Ötüken’in sahibi Atsız’ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek’i on beşer ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1’lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuştur. Fakat aynı mahkeme 2-1’lik kararda ısrar edince, Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek “Tashih-i karar” isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.
Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne yatan Atsız’a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından “cezaevine konulamayacağı” kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve “reviri olan cezaevinde kalabilir” şeklinde değiştirilmiştir.
Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız’ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi’ne sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi’ne nakledilmiştir.
Atsız, kesinleşen 1.5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı’na başvurup Atsız’ın affını istemiştir.
Atsız, suç işlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız’ın cezasını affetmiştir.
22 Ocak 1974’te Bayrampaşa Cezaevi’nden tahliye edilen Atsız, 1.5 yıllık cezasının 2.5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın tarifi ile “Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan” Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip idi.
ÖLÜMÜ
Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş, 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir.
13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramı’nın ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii’nde Kılınan ikindi namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Osman Ağa Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra İmam’ın ”Merhumu nasıl bilirdiniz?” sorusuna Fethi Gemuhluoğlu yüksek sesle: ”Bu musalla taşı, Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür, hoca efendi!” demiştir.
0 notes
utopianatolia · 6 years
Text
258) Mehmet Emin Resulzade - İran Türkleri
İran'da Türkler ne Rusya'da olduğu gibi mahkum ne de Türkiye'de olduğu gibi hakim bir millet değildirler İran Türkleri asıl İran'lı olan farslarla hukukta müsavi vatandaşı halinde bulunuyorlar aynı hakları aynı imtiyazları haizdirler ögeylik çekmezler 500 seneden beri İran'da hükümran olan padişahlar hep Türk ırkından geldiler bugün icrayı Saltanat eden kaçar sülalesi de Türkmen kabilelerinden Bir kabileye mensuptur fakat İran hükümdarlarının Türk olması Türklere hususi bir imtiyaz bahşetmediği gibi Fars milletinin tazyikine  de sebep olmamıştır
Farslar Türk hükümdarları kendi milliyetlerine muarız bulmadıklarından onları milli İran padişahları gibi takdis etmişler Türkler de Fars medeniyetini ve Fars lisanını milli Bir lisanı edebi gibi kabul eylemişlerdir
İran'da yaşayan Türk kabileleri İran devletinin Tabii askerleridir Nasirüddin Şah zamanında hakikaten yalnız kağıt üzerinde mevcut olan 100.000 Nizam askerinden 33000 yalnız Azerbeycan'da ahz ediliyor idi zabitanın çoğu Türktür seraskerlik Makamı alelekser Türkler tarafından işgal olunur
Kaçar'ı sülalesinden gelen şahlar hep tebriz'de Büyümüş ve o Türk muhitinde terbiye almışlardır
Fransa inkılabında Marsilya Osmanlı inkılabında Selanik Neyse İran inkılabında da Tebriz odur Tebriz İran inkılabının ateşler Yağdıran bir menbaı idi. Azeri türklerinden teşekkül eden Hürriyet mücahitleri bütün İran zulmet pesenatına karşı merdane göğüs germiş dayanmıştır İran'ın Enver ve Niyazi Settar Han Han ile Bağır Han’ın kumandası altında tebriz'in 11 aylık bir muhasaraya karşı gösterdiği kahramanlıkları öyle Şanlı safhaları vardır ki  bu Bahadır Türklerin İranlılar arasında evladı gayyuru Azerbaycan diye temeyyüz etmeleri pek haklıdır
Ilk meclisin tahribi ile ikinci Meclisi'n inikadı arasında da İran bir muharebeyi dahiliye sahne olurken İstanbul'da da encümeni saadeti İraniyan namı ile bir İran komitesi teşekkül etmişti bu komite bir taraftan neşrettiği beyannameler ile İranda efkarı ihtilal Perveraneyi ikaza kişide ettiği müteaddid telgraf larla Avrupa efkarı Umumiyesini tenvire çalışıyor diğer taraftan da merakizi ihtilaliyle beyninde mübadeleyi malumat ve Ahbar Merkezi vazifesini ifa ediyordu İstanbul'un İraniler kolonisine teşkil edenler alelumum İranlı Türkler olduğundan encümeni Saadet azası da Türklerden mürekkep idi
Türk İnkılapçıları Türk Encümenleri dediğimizde bunların mahz Türklük namına hareket ettikleri düşünülmesi İran Türk Meşrutiyetperverleri Türklüklerini düşünmediler bütün fedakarlığı ancak İranlı de Vatanı müşterek namına icra etmişlerdir
Bir iki sene evvel İstanbullu mütekaid  bir Paşaya kendimi takdim ederken Azerbaycanlı bir Türk olduğumu beyan eylemişim de Muhterem Paşa hazretleri imparatorluk haricinde de acaba Türk var mıdır diye sorarak pek hayretimi mucip olmuştu ihtimal ki İran Türklerinin hususi bir Türk edebiyatı olduğunu da karilerimizden çok yeni bir şey telakki edeceklerdir Fakat bu kadar gayri Maruf olan İran Türk şuarasının bütün bu tali’sizliklerine rağmen Farsça şuarası ile rekabete giriştiklerinei tebrizli Bir şairin işbu ferdinden anlıyoruz sabıkan zevk verirdi şuaraya Şiraz, şimdi Şirazi geçip abi have’yı Tebriz
Kaşkailer gerek adetçe gerek teşkilatça gerek İstiklal ve iktidarca en ileri gelen ve en sağlam bir kütle teşkil eden bir aşirettir kendi iddialarınca Cengiz Han neslinden gelen bu türk ili bugüne kadar istiklalini muhafaza eylemiş ve hiçbir zaman diğer illerin tahtı idaresine dahil olmamıştır
Kaşkailerin ana lisanı Türkçedir Kendi aralarında Türkçe Konuşurlar şiraz'da Türk ismi ile de meşhurdurlar Fakat aynı zamanda bütün Kaşkailer Farisiceyi de bilirler ve bir Farsa tesadüf ederken o lisanı kullanırlar
Göçebe ve köy hayatı mukteziyatından  olarak Kaşkai kadınları çarşaf giymezler erkeklerden kaçmazlar gerek düğünlerde ve gerek sair içtimalarda erkeklerle bir mecliste oturup konuşurlar
Kadim İranlılar öküzü takdis ederlerdi, Fahhak’ın acanei dallesi ise şu mukaddes ve ahalice muazzez olan hayvanları hep alır ve telef ederşerdi. bundan başka Dahhakiler mabudları olan yılanlara günde birer İranlı çocuğunu kurban keserlerdi. Her gün kur’a üzerine birer İranlı ailesi sevgili evladının itlafıyla dilhıraş oluyordu, zulm ve itisaf had gayesini bulmuştu. Zerdüşt mezhebinin mensupları şiddetle takip ediliyor, emlaki müsadere emvali tarac evladı ahfadı da katlonuyordu.
Muharririnden birisi Araplar İslamşyetşn müvellidi, İranlılar mürebbisi, ürkler de müdafiidir demiş idi.
Nadir Şah İran tahtı istilalarına alan ecnebileri tamamiyle tard eder, fakat bununla da kalmaz Hindistan’a kadar gider. Teshiri birçok fatihlere suhuletle müyesser olmayan o zengin kıtaları İran haritasına dahil eder. Bir taraftan dahi o muasırı olan Büyük Petroya ültimatomlar gönderir.
Bir azmı ahenine Malik olan Nadir'in mezayı nadiresi yalnız sahibi seyf olması ile de kalmıyor idi ittihad-ı İslam'ı tevhidi mezahip şeklinde Elzem görerek bu hususta kendi fikrini Osmanlı sultanlarından muasırı bulunan Sultan Hazretlerine dahi bildirmişti Nadir Şaha Avrupa müverrihleri şark Napolyonu derler.
Hemi hastem ta ki İSlamiyan / be vahdeti be bendend yeksermiyan Mirza Ağa han kirmani şiiri
57-58
Ibtidai culusunda mesarifinden fazla varidatı haiz olan İran hazinesini israf ederek Nasirüddin Şah bila Here memleketi satmaya teşebbüs etti... Samara da sakin olan Mirza Hasan Şirazi Hazretleri reji tenbaküsünün tahrimine fetva vermesiyle Kumpanya aleyhine boykotaj ilan edildi
İran'ın ilk fedaisi Rıza Kirmanin attığı İntikam Kurşunu şahınbu arzusunu yüreğinde bıraktı. Tahtan civarında vaki Abdülazim Türbesine giderken Mirza Rıza tarafından atılan ve revolver kurşunu müstebidin son dakikasına teşkil eyledi
Mirza Melkum han farmosanların teşkilatına karib kanun hahlardan müteşekkil bir cemiyyeti hafiyye dahi tertib etmiştir. Cemiyyeti mezkurenin ismi Ademmiyyet olduğu gibi azasına da Adem lafzı ıtlak olunurdu. Cemiyyet nizamnamesi olmak üzere Melkum Han tarafından Usul i Ademiyet diye bir risale de kaleme alınmıştırç.
Nasirüddin Şah Rus hükümetiyle akdettiği bir mukavelename mucibince Rus zabitleri Tahran’da bir İran Kazak alayı teşkiline başlıyorlar. Tagran’ın merkezinde vasi bir meydan Kazak alayına tahsis olunuyor.
Muhammed Ali Mirza pederi gibi alilül mizac ve zaifül bünye değil, gayet sert ve şiddetli bir tab a malik idi. Ahaliyi oldukça tazyik ediyordu. Kimseden bir sada çıkmasın diye Sultan Hamidi takliden Tebriz’de mükemmel bir hafiye teşkilatı vücuda getirmiş idi.
1 note · View note
bymusademircii · 3 years
Photo
Tumblr media
Şerefli Türk 🇹🇷 Bayrağı’nın, Bu rezil listede olmasına, İzin vermediği için, Türkiye Cumhurbaşkanı ve Devlet başkanımız, Sayın #RecepTayyipErdoğan / @rterdogan’a Türk Milleti ve Bu vatanın bir evladı olarak, Sonsuz şükranlarımızı sunuyor, Bu davanın yolunda, Tam da omuz başında, Ölümüne saf tuttuğumuzu, Cümle cihânın bilmesini istiyoruz. Allah senden razı olsun Reis! @tcbestepe @RTErdogan 🏹 ⬜ ☪ 🟥 ⚔️ " Benim kudretimin ulaştığı yere Onların hayalleri bile ulaşamaz." | #FatihSultanMehmet Han ☪ ▫️ #stanpolis #dersaadet #asitane #darülhilafe #ayasofya #istanbul #1915armenianlies #makarrısaltanat #konstantiniyye #istanbulunfethi #abdülhamidhan #ilmekilmekayasofya #osmanlıimparatorluğu #ayasofyaikebircamiiserifi #osmanlıpadişahları #osmanlıtarihi #osmanlıtuğrası #osmanlımutfağı #osmanlıca #osmanlıyemekleri #hodrimeydan #haddinizibilin #ayasofyacamii #osmanlı #kanunisultansüleyman #sultanabdülhamidhan #bymusademirci #1915olayları bymusademircii | Twitter & Facebook © 2021 Musa Demirci https://www.instagram.com/p/CO8WfFRrJwL/?igshid=18oekol671eog
0 notes