Tumgik
#ikinci el yalnızlık
askimehnaz · 2 years
Quote
Hangi şiir anlatabilir yokluğunu bilemiyorum. Varlığına kafiyelerim var, Yokluğuna yok...
Ceyhun Yılmaz
Tumblr media
40 notes · View notes
vazgecmelerustasi · 7 months
Video
youtube
...sözlerini bilmeden sevdiğin o yabancı şarkı benim...
6 notes · View notes
flowerwhy · 8 months
Text
Sadece içimi dökmek istiyorum.. Hayatımı kısaca özetleyeceğim. Annemle babam kendi rızalarıyla evlenmediler, yıllardır her gün kavga ederler. Biz hiçbir zaman bir aile olamadık. Cinsiyetimi ben doğmadan önce öğrendiklerinde beni istememişler, ablamdan sonra ikinci kızı kabul etmek istememişler. Onların istediği bir oğuldu, ben de bir kızdım. Aslında doğmayacaktım, sadece kötü babannem yaşamamı istediği için annem beni aldıramadı. Bu yüzden yaşadım, bunu istediği için bana onun ismini vermişler. Babam doğduğum gün hastaneye gelmemiş.. Ablamla benden farklı olarak hep onunla gurur duydular, ablam konuşkan ve popülerdi. Herkes onu severdi, derslerinde başarılıydı, çalışkandı, notlarında rekabetçiydi ve azimliydi, her zaman daha iyi notlar istiyordu, ailemin gururuydu. Bana gelince, beni beğenmezlerdi, sosyal fobimden tahtaya çıkamazdım, ders çalışmama rağmen cevap vermeye korkuyordum, bu yüzden bütün okul hayatım boyunca hocalarım notlarımı hep kırdı. Ablamınki kadar mükemmel olmasa da notlarım yine de çok kötü değildi. Sabahları okuldan saatler önce erken kalkar ve ders çalışırdım, uyumam gerekirken uyumuyordum onun yerine ders çalışıyordum, bazen çalıştığım dersler boşa çıkıyordu, tahtadan korkutuğum için. Ailem bana karşı ya sıcak ya da soğuklar, ani ruh değişimleriyle baş edemiyorum, bazen beni sevdiklerini bazense sevmediklerini ve nefret ettiklerini düşünüyorum. Bana ablam gibi olmamı söylerdiler, ders çalışmadığımı söylerlerdi. Çocukken oldukça sessiz bir çocuktum, bu yüzden hiç arkadaşım yoktu. Genellikle insanlar beni bir ruh gibi hissettirirdi ve bunu yüzüme söylerlerdi. Annem hep aynı şeyleri söylerdi: "hastasın sen hastasın, sınıftakiler seni deli sanacak, hasta sanacaklar, ruhu hastasın, sınıftakilere bak, milletin kızlarına bak, ablana bak." Çocukluğumdan beri, kendimi her zaman utangaç bir insan olarak görürdüm, en azından bana göreydi, öyle derlerdi. Aslında genetik gibi sosyal fobim varmış, yıllardır sessiz olmamı sağlayan, insanlardan ve onların bakışlarından, dikkat ve gözleri üzerime çekmekten korkutan, bazen ailemden bile korkutan şey utangaçlık değildi. Sanırım annem haklıydı, gerçekten de hastaydım. Belirtileri olarak o zamanlar sadece titreme ve korku vardı. İlk etkileri 5 ci sınıfta başladı, 8 ci sınıfta daha yüksek bir seviyede, depresyondan sonra ortaya çıktı. 8 ci sınıfta lgs yılım olduğu için anne ve babam sürekli korkuttu, tehdit etti, hayallerime saygısızlık ettiler, onlar sayesinde hayalsiz kaldım, bana hiç kimse güvenmiyordu, annem babam, ablam, sınıftakiler, hocalar, hatta okulun müdürü bile tüm sınıfın içinde bunu yüzüme söyledi. Bunlar her gün devam edince depresyona girdim. Şu anda 12 ci sınıf olacağım, ve her gün anksiyete krizlerim oluyor, seviyesi oldukça şiddetli artık.. Genetik olduğunu biliyorum, ama annemden mi babamdan mı emin değilim, çünkü annem gençken panik atağı ortaya çıkmış, babamınsa bir sürü çoçukluk travması var ve onda bir kaç tane sosyal fobi belirtisi farkettim. İyi şeyler yaşamayınca da iyice ortaya çıkmış işte sosyal fobim. Şu anda hem ağır depresyonum ve şiddetli seviyede sosyal fobim var. İkisi birlikte katlanması çok zor, gün geçtikçe daha da kötü oluyorum. Yine de her şeyimi hep sakladım, herkes beni normal zannediyor. Detaylara girersem, 8 ci sınıftaki yaşadıklarım fazla acınası.. Hepsi birer birer travmalarım arasına eklendi. Berbat günlerdi, halimden anlamadığım için durumum iyice kötüleşti. Yalnızlık, çaresizlik, stres, korku gibi pek çok duygu bedenimi ve zihnimi ele geçirmişti, çok zor günlerdi. Ölmeyi hep istedim o zamanlar, sadece cesaretim yoktu ve cehennemden korktum. Eh çoğumuzun yaşama sebebi de bu değil mi? O zamanlar, kendime bu zamana kadar hep direndiğimi ve katlandığımı, bundan sonra da devam edebileceğimi söyledim, başka seçeneğim de yoktu.. Hala devam ediyorum. Bir keresinde onlarla bu konuyu konuşmayı denemiştim, o gün çok ağladım. 8 ci sınıfta yaptıklarından bahsettim, onlar kendilerini haklı gördüklerini ve suçlunun ben olduğumu söylediler. Onlar doğru olanı yapmış ve iyiliğimi düşünmüşler, ben sadece kafama takmışım ve kalbim kırılmış.
3 notes · View notes
parcalaryokolus · 1 year
Text
bi tuhaflık var
tuhafım bu aralar biraz.bazen aşırı duygusallaşıyor bazense donuklaşıyorum.geçmişi eskisinden de çok düşünüyorum ama daha iyiyim eskiye nazaran.bi tuhaflık var sanki yaşımı ele geçiren.nescafeyi azalttım.günde 2 öğün yemek yemeye başladım.unutuyor muyum onu? yoksa iyileşiyor muyum? emin değilim.galiba her ikisi de.içimde bir yalnızlık ülkesi kuruldu.insanlara fazla yanaşmıyorum.uzak duruyorum hepsinden.karanlık olan tarafım daha çok ortaya çıkıyor şu aralar.bencil ve vurdumduymaz oldum.yönümü yordamımı bulamıyorum.canım okula dahi gitmek istemiyordu son iki gündür.bende gitmedim.ama yarın gideceğim.tam tamına üç dersim var.bir buçuktan yedi buçuğa kadar okuldayım.ah şu ikinci öğretim olmak meselesi.ama yerine göre güzel bir mesele.onun dışında hiç olmadığım kadar iyi hissetme hali içindeyim.garip bir sakinlik ve durgunluğa sahibim.işte bu aralar böyleyim...
02:27 30.11.22
17 notes · View notes
dramatik-buluntular · 2 years
Text
Tumblr media
ZULÜM TARLALARI
İnsan denen canlı türü tarafından sürekli hakarete uğrayan ve ölümcül yaralar alan yeryüzünden az da olsa uzaklaşmak ve düştüğüm yalnızlık çukurlarından çıkabilmek için çeşitli yöntemler deniyorum. Diplerde dolaşmanın yöntemleri… Yeni sözcükler, yeni düşüşler ve yeni başlangıçlar bulmaya çalışıyorum. Olmuyor. Tek çıkış yolum olan kitaplara gömülüyorum. Ama gömülmek, pek hoş bir kelime değil, ölümü çağrıştırıyor. Dikkatimi toplayamıyorum. Gençliğimde okuyup gerektiği gibi idrak edemediğim, sonra yeniden okumak için sıraya koyduğum, kitaplığımda toz içinde kalmış Lenin’nin “Devlet ve Devrim” kitabıyla bakışıyoruz. Birbirimize işaretler yolluyoruz. Bana gücenmiş olduğunu biliyorum.
“Demiştim bütün bunları ben geçen yüz yıl, demiştim tek yol devrim diye, anlamadınız!” diyor orak çekiç şeklini almış kaşlarına yüklenerek.
Bakışlarımı kaçırıyorum ondan. O an elimde başka bir kitap var. Fante’nin “Toza Zor” kitabı. John Fante, Bukowski ‘nin o benim tanrım dediği yazar. Yaz kış hiç kurumayan, üzerine “Hes” kurulmayan dereler gibi akıcı bir kitap… Gözlerim kızarmaya başladığı için Toza Sor’u on ikinci bölümde yalnız bırakarak balkona geçiyorum. Zaman Ağustos. Hava; ateşten günler. Dalıyorum bir an. Dalmak, fena bir kelime değil ama kısa sürüyor. Yine o çözümsüz duygular etrafımı sarıyor. Düşünüyorum; o kadar çok kötülük vardı ki ve haykırmaktan başka elimden bir şeyin gelmemesi inanılmaz bir yenilmişlik duygusu… Karamsarlık bulutlarının gölgesi düşüyor masama. Birden şu sözler çıkıveriyor ağzımdan, kendiliğinden:
Adalet… Ne çok özledik… Kim bilir nerelerde, eli cebinde Tek başına dolaşıyordur Aç ve susuz, perişan, bitik bir halde Belki o da bizi özlemiştir Belki kalacak bir yeri bile yoktur ve ihtiyacı vardır onun da bize AH, düşlerden kovulmuş zavallı adalet!
Adalete el sallıyorum uzaktan, onu gördüğümden değil, hayali bir el sallama bu, hüzünlü bir el sallama… Onu varmış veya bir gün dönecekmiş gibi düşünmeye çalışıyorum. Sonra tekrar kendime ve burnundan kıl aldırmayan gerçekliğe dönüyorum. İyi hissettirecek bir detay bulmaya çalışıyorum bu koskocaman hissizlik kalesinde. Oturduğum evin tam karşısında çok sevimli bir park var. Genellikle günün her saatinde ve neredeyse gece yarısına kadar hiç boş kalmaz. Oyun oynayan çocuklar, gençler, kadınlar, kediler, köpekler… Bu arada benim de Diablo adında bir köpeğim var. İki yıldır yoldaşlık yapıyor bana. Daha öncesinde hamster besliyordum. O da bana en fazla bir yıl dayandı. Evden kaçtı. Neyse parka dönelim. Parkın içinde onlarca çeşit çeşit ağaç muhteşem bir görsellik sunuyor. Gündüz kavurucu sıcaklardaki gölgesiyle, akşamları da esintisiyle… O ağaçların içinde adını bilmediğim (bilmemek kötü, araştırıp bulmalıyım) ve pembe çiçekleriyle adeta resitaller sunan özel bir ağaç var. Kimse farkında değildir onun, gölgesinden yararlanırlar, yanından geçerler, tutunurlar, altında çaylar içilir, orada olduğunu bilirler ama ona bir kere bakmamışlardır. Kavurucu sıcaklarda bile dallarından çiçeklerini eksik etmeyen bu özel ağaç ile zaman zaman selamlaşıp söyleştiğimiz de oluyor. Fotoğrafını çekmek istediğimde poz bile veriyor. Polenleriyle anlatıyor o anlatmak istediklerini. Polence bir dil var çünkü. Çiçeklerin ve ağaçların dili. Yapraklarında hüzün taşıdığını hissediyorum ve harikulade çiçeklerinin de insanların içindeki kederi alıp yok ettiğini. Ama insan denen canlı hiçbir zaman bir ağaç kadar asil olmamıştır. “İnsan yeryüzünün kanseridir” demiş ya Cioran, az bile demiş.
Gözaltı haberleri geliyor. Ekranda kendini tanrı zanneden bir adam: “Al bunu!” diye bağırıyor.
Konuşan, baskıyı reddeden, gericiliğe ve haksızlığa karşı direnen herkes gözaltındadır. Sesten korkuyorlar, müzikten, notalardan, sevgiden korkuyorlar, kadından, çocuktan, özgürlükten, insanlık için güzel şeyler yapanların gözlerinden korkuyorlar. Öğretmenden korkuyorlar, onların iradesinden. Sanattan korkuyorlar. Kitaplardan, tiyatrodan, sinemadan… Onların tek sanatı ise barbarlığın sözcülüğünü yaparak “Al Bunu” diye emir yağdırmak. Bu öz zavallılık çamuruna bulanmışların yüzlerine bakın, göreceğiniz tek şey: kötülüğün itaatkârlığıdır.
Sonsuz zulüm tarlaları var onların, bereketli ürünler veren. Hasılatı paylaşırken gördüm onları, en küçük piyonlarına kadar.
Her yerden duyuyorum attıkları korkunç kahkahayı. Kulaklarım parçalanıyor. Yarıştan çekilmiş bir düşün kapısını çalıyorum. Açmıyor. Böyle zamanlarda yaptığım son şey olan Amok Koşucusu gibi fırlayıp koşmaya başlıyorum. Biriktirdiğim bütün resimler bir bir dökülüyor üzerimden koşarken. Perdeleri çekilmiş bir kentin meydanında, oğlunun kemiklerini torbanın içinde devletten teslim alan bir babayla karşılaşıyorum. Yüzüm donuyor. Hislerim donuyor. Ayaklarım yürürlükten kalkıyor. İbrahim Kaypakkaya’yı hatırlıyorum. Onun da kemiklerini böyle teslim etmişlerdi babasına. Ve o eskimeyen sözcük, devletin vazgeçemediği en eski alışkanlığı olan sözcük, Nefret, smokiniyle bütün meydanı kaplıyor. En iyi yaptığı şeyi yapıyor. Kocaman ağzıyla emir veriyor yanındakilere: Alın Bunu!
Gözlerimi kapatıyorum, kapatıyorum, çizgi haline gelene kadar iyice kapatıyorum. Birden her yer kamaşmış sözcükler denizi ve nefes almak için yalnızlık çukurlarından çıkıp parktaki pembe çiçekli ağaca geri dönüyorum, bir süreliğine.
8 notes · View notes
gundemarsivi · 10 days
Text
Tumblr media
Tiyatrocu Cemal Melemşe’ye ve Zarfların Üstündeki Dostluğa…
✍🏻 Mazlum Çetinkaya
https://www.gundemarsivi.com/tiyatrocu-cemal-melemseye-ve-zarflarin-ustundeki-dostluga/
Ilık bir rüzgârda hatıralarını tartarken mücadele arkadaşlarını hatırlarsın, kavgada yitirdiklerini, dönüp dönüp ardına bakarsın. Bir şarkı vurur yüzüne, ılık bir ses vurur; unuttuğun bir fotoğrafa dönüp bakarsın, bakmak yetmez, gözlerine tutunursun…
Adını “uğurböceği” koydukları bir parkın karşısında durup artık senin olmayan bir geçmişe doğru gidersin, sırtını bir mezarlığın anılarına dönüp akşamın nasıl olduğunu öğrenirsin, parka koşan köpeklere bakıp kahır dolu bir sesi hatırlarsın, mezarların resmigeçitlerdeki gibi durmalarına bakarsın, arka balkona koşarsın, düşersin ayağının altındaki balkon demirleri koparken.
Bir dostundan, uzaktan bir dostundan Rizeli haberler alırsın, sonra Rize’de kadınların ağır sesli karşı koyuşlarını anlatır biri, koylar, nehir ağızları, dere yatakları o bir başka sesi getirir sana, bir dağ evindeki söz verilmişliği hatırlarsın…
Gözleri gülmekten yeşil olmuş, yemyeşil olmuş bir dağın hatırasına dönersin.
Durmadan aynı şarkıyı tekrar tekrar dinlersin, “bir günahtı o” der şarkıda, şiirde de bir utanmazlık diyor bazıları; işte böyle böyle yapıp sanatın sırtından aldığınız yalnızlığı örtüyorsunuz kendinize.
“Canından çok seven” diyen bir şarkının dizesi, kim canından çok sever, çok kaybedenler mi hep bu şarkıyı dinlerler acaba, en son bir balıkçı barınağında dinlemiştim bu şarkıyı, dört yıl önce… O vakitler kendimi denize atmak için, eski de olsa, bir gerekçem vardı. Çok uzakta kıymet bilediğim, hiç dokunmadığım eski bir yalnızlığım vardı, eski ama güzel, eski ama sabahları bana seslenen bir yalnızlıktı…
Unuttuğum mektuplara döndüm, bir daha el sürmem dediğim eski yalnızlığıma döndüm.
Çok eski bir düğün hatırasına gidiyorsun, ağzında düğüm düğüm olmuş sözlerle bir kadının ağladığı günlere, intihar eşliğindeki köpeklerin sesi kulaklarına vuruyor.
Koşuyorsun evin arka tarafındaki yalnızlığa doğru; mezarlığa bakıyorsun, topraktan mezarlığın üstüne yapraktan bir kadının elleri düşüyor, ağır elleri toprağı sıyırıyor, yolda büyüyor sözcükler göğsüme un ufak olup.
İhbar olarak eski bir kadının adını veriyorum durakta beklemekten eskiyen bir adama.
Adama, evlerin arkası hep yalnızlıktı diyorum.
Kadın ihbarımda bir gün oluyor, ellerimde bir yalnızlık, “af et çok geç anladım” diyor, şarkı devam ediyor geceye akıp.
Sonra bir zarf geliyor, çok uzaktan bir gri zarf, büyük boy, eski bir dostluğun anısı, acısı olmuş eski bir zarf…
Yürüyorum seni hatırladığım o caddeden aşağı doğru, aramak istiyorum seni, korkuyorum; eski dostlarına yazmak istiyorum, bana anlattıklarını hatırlıyorum, eski sevdiklerine dair dediklerini, sonra vazgeçiyorum!
Gönderilen zarfın içine ilk defa bakmadan dönüyorum sana, böyle büyük zarfların içi hep ürküttü beni, sana uzatıyorum eski bir dostumu uzatır gibi, elimdeki zarfı uzatıyorum sana.
Aslında bizim tek sıkıntımız gözlerimizden vurulmuş olmamız…
Suyu anlatıyorsun bana, suyun o kederli akışını, o yosunlara takılan hallerini anlatıyorsun.
Ben arka balkona koşuyorum, ay doğmuş olabilir diye, sense; “insan kendi içine ait bir yalnızlıktır” derken, “sana ait her zarfın üstüne benim adımı yazabilirler” diyorsun.
Bu nasıl demektir!
Bu nasıl bir duymaktır!
Bu nasıl bir Allah’tır!
Ellerini tutuyorum, sana ay’ın hallerini anlatıyorum, devrim diyoruz ama sen ellerin diyorsun durmadan, Rize’de bir direnişçi kadını anlatıyorsun; sonra, zarfın üstüne adı yazılı adamın radyo tiyatrosu halleri;
Birinci adam: Sahnede
İkinci adam: Siyaset abisi, herkesin abisi, büyük devrimci ama
Üçüncü adam: İstanbul havalimanında bavul taşırdı, sevdiği herkes unuttu, o da…
Dördüncü kadın: Sabah erken uyanır, çok erken unuturdu, unutmadıklarını arardı hep, bir başkasını sevdiğini söylerken bile, ömründe üç yalan etmişti; ikisini Felemenkçe birini Türkçe; sahnemdeki bütün ağırlığın ortak bileşkesi.
Mazlum Çetinkaya
0 notes
gezentozan · 1 year
Text
Seçmek
Bu seçimleri ya da herhangi bir seçimi siyah beyaz gibi sadece iki tarafa indirgemek çok yanlış. Yüzde bir bile olsa her görüşün mecliste temsil edilmesi gerekir. Gerekirse 6 parti bir araya gelip ülkeyi yönetebilir. Zaten işte o zaman çoğunluğun istekleri ses bulur, icraat olur.
İkinci tura girilirken ortada dolaşan şüpheli sandık sonuçları, seçmen sayısı iddiaları, karartmalar ve artan baskı. Öngörüm şudur; bu seçimi yine aynı kişi kazanır, ele geçirdiği tüm kurumların açıkladığı sayılarla “meşrulaştırarak” kazanır. Sonrasında ise muhalif ittifak yavaştan dağılır. Olan yine memlekete olur. Ne onlar bizi ne biz onları ikna edememiş oluruz.
Ben ise gelecek kaygısı, aidiyet hissi, yalnızlık, ana dilinde bir hayat yaşamak, evlatlarımın geleceği ve güvenliği gibi düşüncelerle yaşamaya çalışmaya devam ederim. Ha bir de magazin haberlerini takip eder gibi siyaseti takip etmeye.
0 notes
falcibaba · 1 year
Text
11 Düğüm Büyüsünün Faydaları Nelerdir?
Tumblr media
11 Düğüm Büyüsünün Faydaları Nelerdir?
Tumblr media
11 Düğüm Büyüsünün Faydaları Nelerdir 11 Düğüm Büyüsünün Faydaları Nelerdir? hakkında merak ettiği şey, bu büyü çeşidinin faydalarıdır. Bu yazımızda, 11 düğüm büyüsünün faydalarını ele alacağız. - Düğüm büyüsü, sevdiğiniz bir kişinin size bağlanmasına yardımcı olabilir. - Yalnızlık hissinden kurtulmanıza yardımcı olabilir. - İlişkilerinizi düzeltmek için kullanabilirsiniz. - İş hayatınızda başarılı olmanıza yardımcı olabilir. - Kendinizi daha güvende ve daha özgüvenli hissetmenizi sağlayabilir. - Dava ya da hukuki konularda destek olabilir. - Nazar etkilerinden korunmanıza yardımcı olabilir. - Hayatınızın daha huzurlu olmasına yardımcı olabilir. - Bir projenin başarıya ulaşmasına yardımcı olabilir. - Olumsuz enerjilerden kurtulmanızı sağlayabilir. - Ruh halinizin ve zihninizi daha pozitif hale getirebilir. Yukarıda bahsi geçen faydalar, 11 düğüm büyüsünün genel faydalarıdır. Ancak, bu büyü çeşidinin her zaman işe yaradığını söylemek yanlış olur. Bu nedenle, bu büyü türünü uygulamadan önce güvenilir bir medyuma başvurmanızı öneririz.
11 Düğüm Büyüsü Nasıl Yapılır?
11 düğüm büyüsü, kişinin istediği şeyi elde etmek için yapılan bir büyü çeşididir. Bu tür büyüler genellikle aşk, para, başarı vb. gibi amaçlarla kullanılır. Ancak, bu büyünün doğru şekilde yapılması çok önemlidir, yoksa olumsuz sonuçlar doğurabilir. 11 düğüm büyüsü yapmak için, öncelikle ihtiyacınız olan şeyler: bir kırmızı kurdele, bir mum, bir bıçak ve kişinin adının yazılı olduğu bir kağıt parçası. - İlk adım olarak, kurdeleyi açın ve üzerine kişinin adını yazdığınız kağıdı yerleştirin. - Ardından, kurdeleyi 11 eşit parçaya bölün ve her parçayı sıkı bir düğümle bağlayın. - Daha sonra, düğümlerin her birine ihtiyacınız olan şeyi hayal ettiğiniz gibi bir şey söyleyerek düğüm bağlayın. - Son olarak, mumu yakın ve kurdeleyi mumun üzerine tutun, kurdele yanarken dileğinizi düşünün. Bu süreçte, özellikle son adımda dikkatli olmak çok önemlidir. Mum sağlıklı bir şekilde yakılmalıdır ve kurdele asla ateşe verilmemelidir. Ayrıca, olumsuz enerjileri engellemek için büyünün akşam saatlerinde yapılması tavsiye edilir. 11 Düğüm Büyüsü Nasıl Yapılır? 11 Düğüm Büyüsü Hangi Amaçlarla Kullanılır? 11 Düğüm Büyüsü Kaç Gün Etki Gösterir? Bir kırmızı kurdele, bir mum, bir bıçak ve kişinin adının yazılı olduğu bir kağıt parçası kullanılır. 11 düğüm büyüsü genellikle aşk, para, başarı gibi amaçlarla kullanılır. 11 düğüm büyüsünün etki süresi kişinin niyetine ve durumuna bağlı olarak değişebilir. Bu büyüyü yaparken, kişinin niyetinin iyi olması gerektiğini ve başkasına zarar vermek için kullanılmaması gerektiğini unutmayın. Aksi takdirde, büyü kendinize geri dönebilir veya beklenmedik sonuçlar doğurabilir.
11 Düğüm Büyüsü Belirtileri Nelerdir?
11 Düğüm Büyüsü, büyü yapan kişi tarafından yapılan düğümlerle yapılan bir tür büyüdür. Bu büyünün belirtileri, büyü yapılan kişinin içinde bulunduğu durumla ilgilidir. İlk belirti, büyü yapılan kişinin anormal bir şekilde uykulu hissetmesidir. Kişi, uykuya dalmakta zorlanır ve sabahları yorgun uyanır. Ayrıca, kişi sürekli olarak baş ağrısı ve halsizlik hissi yaşar. - İkinci belirti, büyü yapılan kişinin kendisini sürekli olarak şanssız hissetmesidir. - Üçüncü belirti, kişinin arkadaşlarından ve ailesinden ayrılmak istemesi ve yalnız kalmak istemesidir. - Dördüncü belirti, büyü yapılan kişinin sürekli olarak endişeli ve gergin hissetmesidir. Büyü yapılan kişi, bu belirtilerden bir veya daha fazlasını yaşadığında, büyü yapıldığından şüphelenmesi gerekmektedir. Ancak bu durumda, öncelikle bir doktor ziyareti yapılmalıdır. Çünkü bu belirtiler başka rahatsızlıklardan da kaynaklanabilir. BELİRTİLERİ ÇÖZÜMÜ Uykusuzluk Büyüyü yapan kişiye yardım için bir uzmanla görüşmek. Şanssızlık hissi Kişiye pozitif düşünme tekniklerini öğrenmek. Yalnızlık isteği Aktiviteleri arttırmak ve sosyalleşmek. Gerginlik Yoga, meditasyon veya başka bir rahatlama tekniği öğrenmek. Büyü yapılan kişi kendisinde 11 düğüm büyüsü belirtilerinden bir veya daha fazlasını hissediyorsa, mutlaka bir uzmana danışması gereklidir. Büyü, kişinin hayatını olumsuz yönde etkileyebilir. Bu nedenle, belirtileri fark etmek önemlidir.
11 Düğüm Büyüsü Ne Zaman Etki Eder?
Büyüler bazen birçok insan tarafından garip veya ürkütücü olarak kabul edilir. Ancak büyüler aslında doğru kullanıldığı takdirde birçok olumlu sonuç da verebilir. 11 düğüm büyüsü de bu büyülerden biridir. Peki 11 düğüm büyüsü ne zaman etki eder? 11 düğüm büyüsü genellikle sevgi bağlarına, evliliklere veya ciddi ilişkilere yardımcı olmak için kullanılır. Etki etme süresi kişinin niyetine ve büyünün ne kadar güçlü olduğuna bağlıdır. Ancak genellikle 11 düğüm büyüsü, yapıldıktan yaklaşık birkaç gün sonra etkisini göstermeye başlar. Büyünün etkisi zamanla artar ve genellikle belirtiler, yaklaşık bir aydan elde edilmeye başlar. Ancak büyünün tam etkisini yaşamak için sabırlı olmak önemlidir, bazı durumlarda büyünün tam olarak işe yaraması için birkaç hafta veya birkaç ay beklemek gerekebilir.
11 Düğüm Büyüsü Hangi Amaçlarla Kullanılır?
11 düğüm büyüsü, genellikle insanlar arasındaki iletişimi güçlendirmek veya sevgi bağı oluşturmak için kullanılan bir büyüdür. Ancak amaçlar sadece bunlarla sınırlı değildir. - Bir kişinin size olan sevgisini artırmak - Eski bir aşkı geri getirmek - Arkadaşlık veya iş ilişkilerini güçlendirmek - Bir evlilik veya ilişkiyi daha güçlü hale getirmek - Kötü niyetli kişilerden korunmak ve onların size karşı olan kötü niyetlerini durdurmak Bu amaçlar için 11 düğüm büyüsü uygulamak için birçok farklı yöntem mevcuttur. Bunlar arasında kişiye özgü büyüler de bulunabilir. Ancak hangi yöntemi kullanırsanız kullanın, bu tür büyülerin etkisini artırmak için dikkatli olmanız ve bir uzmana danışmanız önerilir. Aksi takdirde, yan etkileri durdurmak zor olabilir. Büyü Amaçları Uygulama Yöntemleri Bir kişinin size olan sevgisini artırmak Adınızı ve doğum tarihinizi kullanarak kişiye özgü bir büyü yapılabilir Eski bir aşkı geri getirmek Sevgilinizin fotoğrafını kullanarak, ona geri döndürmek için bir büyü yapılabilir Arkadaşlık veya iş ilişkilerini güçlendirmek Kırmızı mum kullanarak bir büyü yapılabilir Uygulamak istediğiniz büyünün amacına uygun yöntemi seçmek oldukça önemlidir. Bunun yanı sıra, büyüyü yapacak kişinin bilgili, deneyimli ve dürüst biri olması gerekir. 11 Düğüm Büyüsü Kaç Gün Etki Gösterir? Bir kişiye yapılan 11 düğüm büyüsü, birçok amaç için kullanılabilir. Bu, büyüyü yapan kişiye ve amaçlarına bağlıdır. Ancak, insanların en çok merak ettikleri konulardan biri, 11 düğüm büyüsünün ne kadar sürede etkisini gösterdiğidir. Gerçekten de, 11 düğüm büyüsü kaç gün etki gösterir sorusu, pek çok insanın aklını kurcalayan bir konudur. Maalesef, bu sorunun tek bir cevabı yoktur. 11 düğüm büyüsünün etkisinin ne kadar sürdüğü, birçok faktöre bağlıdır. - Birincisi, büyüyü yapan kişinin yeteneği ve deneyimi önemlidir. - İkincisi, büyüyü yaptırmak isteyen kişinin niyeti ve enerjisi büyük bir etkiye sahip olabilir. - Üçüncü olarak, hedef kişinin durumu ve enerjisi de büyünün etkisini belirleyen önemli faktörlerden biridir. Genellikle, 11 düğüm büyüsü 1 hafta ile 21 gün arasında etkisini gösterir. Ancak, bazı durumlarda etki süresi daha kısa veya daha uzun olabilir. Bu nedenle, büyünün etkisi ne kadar sürer diye sormadan önce, büyüyü yapan kişinin yeteneği ve deneyimini dikkate alarak hareket etmek önemlidir. Özetle, 11 düğüm büyüsünün ne kadar süre etkili olacağı büyük ölçüde kişisel faktörlere ve şartlara bağlıdır. Ancak büyüyü yaptıran kişi, büyünün etkisini belirlemede çok önemli bir rol oynar. Büyüyü yaptırmadan önce, iyi düşünmek ve doğru bir şekilde hareket etmek büyük önem taşır. Büyüler ile ilgili yazılarımızı da inceleyebilirsiniz. Read the full article
0 notes
ahmetcumhur-blog · 3 years
Text
Anton ÇEHOV / BAHİS
Karanlık bir sonbahar gecesiydi. Yaşlı banker, çalışma odasında bir ileri, bir geri yürüyor, on beş sene önce yine bir sonbahar akşamı verdiği bir partiyi hatırlıyordu. Partide pek çok zeki insan vardı ve bu insanların arasında ilginç konuşmalar geçiyordu. Konuşulan şeylerin başında ölüm cezası geliyordu.
Aralarında gazetecilerin ve entelektüellerin de bulunduğu misafirlerin büyük çoğunluğu, ölüm cezasını tasvip etmiyordu. Böyle bir cezayı modası geçmiş, ahlâka aykırı ve Hıristiyan devletler için yakışıksız buluyorlardı.
İçlerinden bazılarına göre ölüm cezasının yerini müebbet hapis almalıydı. Bunun üzerine ev sahibi banker: “Sizinle aynı fikirde değilim.” dedi. “Ne ölüm cezasını ne de müebbet hapsi denedim; ama birine öncelik tanısaydım, müebbet hapisten daha ahlakî ve daha insancıl olan ölüm cezasını tercih ederdim. Ölüm cezası adamı bir seferde öldürür; fakat müebbet hapis yavaş yavaş öldürür. Hangi cellat daha insancıldır? Sizi birkaç dakika içinde öldüren mi, yoksa canınızı uzun seneler içinde alan mı?”
Misafirlerden birisi: “Her ikisi de aynı gayeyi hayatı almak güttüğü için, eşit derecede ahlâka aykırıdır, diyerek görüşünü belirtti: “Devlet, Allah değildir. İstediği zaman eski haline getiremeyeceği bir şeyi alma hakkı yoktur.”
Misafirler arasında yirmi beş yaşlarında genç bir avukat da vardı. Kendisinin fikri sorulduğunda:
“Ölüm cezası da, müebbet hapis de aynı derecede ahlâka aykırıdır; ama ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydım, kesinlikle ikincisini seçerdim. İyi veya kötü bir şekilde yaşamak, hiç yaşamamaktan daha iyidir.” şeklinde konuştu. Hararetli bir tartışma başlamıştı. O günlerde şimdikinden daha genç ve sinirli olan banker, birden heyecandan coştu. Yumruğunu masaya vurdu ve genç adama bağırarak: “Doğru değil! İki milyonuna bahse girerim ki, sen hapiste tek başına beş sene bile kalamazsın.” dedi. Genç adam ise: “Sözlerinde ciddîysen, bahsi kabul ediyorum; ama beş değil 15 sene hapiste kalacağım.” diyerek karşılık verdi. “On beş mi? Kabul!” diye haykırdı banker. “Ortaya iki milyon koyuyorum, beyefendi.”
“Anlaştık. Sen milyonlarını ben de özgürlüğü mü ortaya koyuyorum.”
Böylece bu delice ve abes bahse girildi. Sayılamayacak kadar milyonları olan şımarık ve havalı banker bahisten memnundu. Akşam yemeğinde genç adamla alay etmekten kendini alamamıştı: “Hey genç adam! Vakit varken iyi düşün. Benim için iki milyonun bir önemi yok; ama sen hayatının en güzel üç-dört senesini kaybedeceksin. Üç-dört diyorum; çünkü daha fazla kalamayacaksın. Seni mutsuz adam! Şunu da unutma ki; gönüllü hapis, mecburî hapisten çok daha zordur. İstediğin zaman özgürlüğüne kavuşabilme hakkının olduğunu bilmen, hapis hayatını zehir edecektir. Senin adına üzülüyorum.”
Bulunduğu yerde bir ileri bir geri yürüyen banker, şimdi bütün bunları tüm canlılığıyla hatırlayarak kendi kendine: “Bu bahsin amacı neydi? Bu adamın hayatından 15 sene kaybetmesinin ve “benim iki milyonumu çarçur etmemin iyi yanı ne ki? Bu bahis, ölüm cezasının, müebbet hapisten daha iyi veya daha kötü olduğunu kanıtlayabilir mi? Hayır, hayır. Bütün bunlar saçma ve anlamsız. Benim açımdan, şımarık bir adamın kaprisi; onun açısındansa, paraya karşı duyulan açgözlülükten başka bir şey değil…”
Sonra da bunu takiben olanları hatırladı. Genç adamın, hapis yıllarını bankerin evinin bahçesindeki kulübelerden birinde sıkı nezaret altında tutularak geçirmesi kararlaştırılmıştı. Genç adamın, 15 sene boyunca kulübenin eşiğinden dışarı bir adım bile atmaması, insanları görmemesi, insan sesi duymaması ve ne mektup ne de gazete okuması temel şartlar olarak belirlendi. Bir müzik aleti ve okuyacak kitapları olabilecek, mektup yazmak isterse yazabilecek, ve yine isterse içki ve sigara içebilecekti. Genç adam dış dünyayla olan tek bağlantısını, sırf bu amaç için açılacak olan küçük bir pencere vasıtasıyla sağlayacaktı. Siparişlerini notlar halinde yazarak istediği her şeyi -kitap, müzik, içki vb. dilediği miktarda alacaktı; ama bunları sadece belirlenen bu küçük pencereden temin edebilecekti. Anlaşmada, genç adamı hapiste son derece münzevî bir hâle sokmak için her ayrıntı ve bu durumla ilgili sayılabilecek nerdeyse her türlü ıvır zıvır şey şart koşulmuştu ve süre 14 Kasım 1885’te saat 12’de bitecek şekilde kararlaştırıldı. Genç adamın orada tamı tamına on beş sene kalması en temel mecburiyetti. Sürenin dolmasına iki dakika bile bu şartların çiğnenmesi anlamına gelebilecek en ufak bir teşebbüs, bankerin iki milyon ödemekten kurtulmasını sağlayacaktı.
Hapsin ilk yılında genç adamın aldığı kısa notlardan anlaşıldığı üzere, kendisinin yalnızlık ile bundan kaynaklanan kimi bunalımlardan epeyce çektiği belliydi. Kulübeden gece gündüz piyano sesi duyuluyordu.
Mahpusumuz, içki ve sigara istemiyordu. İçkinin arzuları canlandırdığını, arzuların da, bir mahpusun en büyük düşmanı olduğunu ve bunun yanında, hiçbir şeyin iyi bir içki içip de hiç kimseyi görmemekten daha üzücü olmadığını yazmıştı. Sigara ise, odanın havasını bozuyordu. İlk senesinde getirdiği kitaplar, çoğunlukla hafif nitelikli, karmaşık bir konuya sahip aşk romanları, heyecan dolu ve hayal ürünü hikayeler, v.b türden şeylerdi.
İkinci senesinde artık kulübeden piyano sesi gelmez oldu ve mahpusumuz da okumak üzere sadece dünya klasiklerini sipariş etti.
Tumblr media
Beşinci sene müzik sesi yeniden duyuluyordu ve mahpusumuz içki istiyordu. Pencereden seyredenler, genç adamın bir sene boyunca, yemek, içmek, yatmak ve sıklıkla esneyip kendi kendine konuşmaktan başka bir şey yapmadığını söylediler. Kitap okumuyordu. Bazen, geceleri bir şeyler yazmaya koyuluyor, saatlerce yazıyor ve sabahleyin de yazdıklarını yırtıyordu. Kulübeden pek çok defa ağlama sesleri duyuluyordu.
Altıncı yılın ikinci yarısında mahpusumuz, istekli bir şekilde dünya dilleri, felsefe ve tarih üzerine çalışmaya başladı. Kendisini ateşli bir şekilde bu çalışmalara adadı, O kadar ki, bankerin sipariş edilen kitapları getirmekten canı çıkmıştı. Genç adamın isteği üzerine, dört senelik zaman diliminde 600 küsur cilt kitap getirtildi.
Tumblr media
İşte bu dönemde banker, genç adamdan aşağıdaki mektubu aldı: “Sevgili Gardiyanım, Bu mektubu sana altı dilde yazıyorum. Bu dilleri bilen insanlara gösterin. Onlara okutun. Eğer bir tane bile yanlış bulmazlarsa, bahçede havaya ateş açmanızı rica ediyorum. Bu ateş, emeklerimin boşa gitmediğini gösterecektir. Bütün çağların ve ülkelerin dâhileri farklı dilleri konuşur; ama hepsinin içindeki ateş aynıdır. Ah keşke, ruhumun onları anlayabilmekten duyduğu o korkunç hazzı bilebilseydiniz.” Mahpusumuzun arzusu yerine gelmişti. Banker, bahçede iki el ateş ettirdi.
On senenin ardından genç adam masada hareket etmeden oturuyor ve İncil haricinde bir şey okumuyordu. Dört yılda 600 ciltlik kitabın hakkından gelmiş bir adamın, anlaması kolay ince bir kitap üzerinde neredeyse bir senesini sarf etmesi bankere tuhaf geliyordu. İncil’i, teoloji ve dinler tarihî üzerine kitaplar takip etti.
Tumblr media
Hapis hayatının son iki yılında mahpusumuz fark gözetmeksizin çok miktarda kitap okudu. Kimi zaman doğal bilimlerle meşgul oluyor, bazen de Byron’un veya Shakspeare’in eserlerini istiyordu. Kimya, tıp kılavuzu, roman, felsefe ve teoloji üzerine sipariş edilen bu kitaplarda bazı notlar vardı. Adamın okumaları, denizde kendi gemisinin enkazı arasında yüzen ve kendi hayatını kurtarmak için bütün hırsıyla bir direğe tutunmaya çalışan bir kişinin hâlini hatıra getiriyordu.
Yaşlı banker bütün bunları bir bir hatırlayarak şöyle düşündü: “Yarın saat 12’de adam yeniden özgürlüğüne kavuşacak. Anlaşmamıza göre ona iki milyon ödemem lazım. Bu parayı ödeyecek olursam benim için her şey biter. Tamamen iflas bayrağını çekerim.” On beş sene önce bankerin sayılmayacak kadar çok parası vardı. Şimdi ise, servetinin mi yoksa borçlarının mı daha fazla olduğunu kendisine sormaktan korkuyordu. Borsada tehlikeli işlere atılması, riski yüksek spekülasyonlarda bulunması ve sonraki yıllarda bile atlatamadığı kolayca heyecana kapılma huyu; yavaş yavaş talihinin kötüye gitmesine ve onurlu, korkusuz, kendine güvenen milyoner bir bankerden; orta çaplı ve borsanın her iniş-çıkışında tir tir titreyen birine dönüşmesine sebep olmuştu. Başını ümitsizlikle ellerinin arasına alan banker: “Lanet olası bahis! Şu adam niye ölmez ki? Daha 40 yaşında. Yakında, son kuruşumu bile elimden alacak; sonra evlenecek; hayatını yaşayıp, borsaya yatırım yaparken, ben de ona bir dilenci gibi kıskançlıkla bakıp ondan her gün aynı cümleleri işiteceğim: “Hayatımdan duyduğum mutluluktan ötürü sana minnettarım. Bırak da sana yardım edeyim.” “Hayır hayır, bu kadarı da çok fazla. İflastan ve rezillikten kurtulmamın tek çaresi bu adamın ölmesi olacak.’” diye homurdandı.
Saat üçü vurduğunda banker etrafı dinlemeye koyuldu. Evde herkes uyuyordu ve dışarıda titreyen ağaçların hışırtısından başka bir şey duyulmuyordu. Gürültü çıkarmamaya çalışan banker, ateşe dayanıklı kasadan, 15 senedir kapısı açılmamış odanın anahtarını aldı, paltosunu giydi ve evden dışarı çıktı. Bahçe soğuk ve karanlıktı. Yağmur yağıyordu. Nemli, soğuk bir rüzgâr esiyor, hayır esmiyor uğulduyor ve ağaçlara rahat vermiyordu. Banker gözlerini iyice kıstı; fakat ne toprağı, ne beyaz heykelleri, ne kulübeyi ne de ağaçları net olarak görebiliyordu. Kulübenin bulunduğu noktaya giderek iki kez bekçiye seslendi. Cevap yoktu. Belli ki, bekçi soğuktan korunmak için kendine bir barınak aramış ve şimdi de mutfakta veya serada bir yerlerde uyuyakalmıştı. Yaşlı banker: “Amacımı gerçekleştirmek için cesaret edersem, nasıl olsa öncelikle bekçiden şüphelenirler.” dedi. Karanlıkta basamakları ve kapıyı fark etti ve kulübenin girişine doğru ilerledi. Sonra el yordamıyla yolunu bulmaya çalışarak ufak bir koridora girdi, bir kibrit yaktı. Kimsecikler yoktu. Odada üzerinde yatak olmayan bir yatma yeri, köşede ise dökme demirden yapılmış soba vardı. Kapıda karşılaştığı hemen her şey, mahpusun odasının nerdeyse hiç bozulmamış olduğunu gösteriyordu. Kibrit söndüğünde, heyecandan titreyen yaşlı adam, küçük pencereyi gözetlemeye başladı. Mahpusun odasındaki mum etrafa loş bir ışık veriyordu. Mahpus sandalyede oturuyordu. Sırtı, saçları ve elleri dışında bir şeyi görünmüyordu. Masada, iki koltukta ve masanın yanındaki halıda, pek çok kitap saçılmış, açık vaziyette duruyorlardı.
Beş dakika geçmiş ve mahpus bu süre içerisinde bir kere bile kımıldamamıştı. Belli ki, on beş senelik hapis hayatı ona uzun süre kımıldamadan oturmayı öğretmişti. Banker, eliyle pencereye hafifçe vurdu; ama mahpustan bir karşılık gelmedi. Bunun üzerine banker kapının mührünü dikkatlice söktü ve anahtarı deliğe soktu. Paslı kilit kulak tırmalayıcı bir ses çıkardı ve kapı gıcırdadı. Banker hemen bir ayak sesi ve şaşkınlık çığlığı bekliyordu; ancak üç dakika geçmesine rağmen oda aynı sessizliğini muhafaza ediyordu. Artık içeri girmeye karar verdi. Masada normal insanların aksine, bir adam hareketsiz bir şekilde oturuyordu. Saçları bir kadınınki kadar kıvır kıvır olmuş ve sakalı dağınık bir hâl almıştı; adam adeta bir deri bir kemik kalmıştı ve bu hâliyle bir iskeleti hatırlatıyordu. Yüzü toprak renginde sarı, yanakları çukur, sırtı uzun ve dar, kıllarla kaplı başını dayadığı elleri o kadar zayıf ve narindi ki, bu manzaraya sadece bakmak bile insana ürkütücü geliyordu. Saçlarına pek çok ak düşmüştü ve bir deri bir kemik ve ihtiyar görünümlü hâlini gören hiç kimse bu adamın henüz kırkında olduğuna inanmazdı. Uyuyordu. Eğilmiş başının önünde masada, güzel bir el yazısıyla bir şeyler yazılmış bir tomar kağıt vardı. Banker: “Zavallı yaratık! Uyuyor ve büyük ihtimalle yakında kavuşacağı milyonların hayalini kuruyor olmalı. Yapmam gereken tek şey, bu yarı ölü adamı tutup yatağa atıp yastıkla boğmak. Böylece en dikkatli uzman bile, herhangi bir cinayet emaresi bulamayacaktır.” diye düşündü. “Ama önce buraya ne yazmış onu okuyalım. “Banker masada duran kâğıdı alarak okumaya başladı: “Yarın saat 12’de özgürlüğüme kavuşup diğer insanlarla arkadaşlık edebileceğim; ama bu odadan ayrılıp güneş ışığı görmeden önce sana birkaç şey söylemem gerek. Her zamanki gibi beni şu anda da gören Allah’ın huzurunda sana gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim ki; özgürlüğü, hayatı, sağlığı ve kitaplarında yer alan dünyanın güzel şeylerinin hepsi artık ayaklarımın altında, onları hor görüyorum. “On beş senedir cîddî ciddî maddî hayat üzerine inceleme yapıyorum. Ne dünyayı ne de insanları görüyorum; ama gönderdiğin kitaplarda güzel kokulu içecekler içtim, şarkılar söyledim, ormanlarda geyik ve ceylanlar avladım, kadınları sevdim.
Tumblr media
Şâirlerinin ve dâhilerinin büyüsünün meydana getirdiği ve bulutlar kadar uçuk güzellikler, geceleri beni ziyaret etti ve kulağıma, aklımı fırıl fırıl döndüren muhteşem hikâyeler fısıldadı. Kitaplarında Ebruz ve Mont Blanc dağlarının zirvelerine tırmandım ve oradan güneşin doğuşunu ve akşamları altın sarısı ve kızıl renklerle gökyüzünü, okyanusları ve dağların zirvelerini kaplamasını gördüm. Orada başımın üstünde çakan ve fırtına bulutlarını yaran şimşekleri seyrettim. Yemyeşil ormanları, tarlaları, denizleri, gölleri, şehirleri gördüm. Sirenlerin çıkardığı sesleri, çobanların kavallarının ezgilerini işittim. Benimle Yaratıcı hakkında konuşmak için yere inen güzel meleklerin kanatlarına dokundum. Kitaplarda, kendimi dipsiz kuyulara, gerçekleşen mucizelere, vahşi ölümlere, yakılıp yıkılmış şehirlere, yeni dinlere, fethedilen krallıklara doğru savurdum. Gönderdiğin kitaplar bana bilgelik verdi. İnsanoğlunun, çağlar boyunca ürettiği dur durak bilmeyen düşünceler, zihnimde adeta küçük bir pusulanın içine sıkıştı. Şimdi senin sahip olduğun her şeyden daha bilgili olduğumu biliyorum.
Netice itibarıyla kitapları, bilgeliği ve bu dünyanın sunmayı vaad ettiği bütün lütufları küçümsüyorum. Hepsi bir serap gibi değersiz, kısa, aldatıcı ve yanıltıcı. Onurlu, bilge ve ince biri olabilirsin; ama ölüm seni yeryüzünden silerken, senin de yer altında gezinen fareden farkın olmayacak ve senin neslin, tarihin, ölümsüz dehâların; maddi dünyayla birlikte yanacak veya donacak. Sen aklını kaybettin ve yanlış yolu seçtin. Yalanları doğru, çirkinliği güzel kabul ettin. Sen ancak, elma ve portakal ağaçlarında bu meyveler yerine kurbağa ve kertenkele yetişirse veya güller, terli at gibi kokmaya başlarsa şaşırırsın. Bu nedenle dünyayı cennete değişen sana ve senin gibilere şaşırıyorum. Seni anlamak istemiyorum. Senin birlikte yaşadığın şeyleri küçümsediğimi iyice anlaman için, bir zamanlar cennet gibi bir hayatın başlangıcı olarak gördüğüm iki milyondan vazgeçiyorum. Kendimi parayı alma hakkından mahrum etmek için, kararlaştırdığımız vakitten beş dakika önce buradan çıkacağım ve böylelikle anlaşmamızı ihlâl edeceğim; sen de bana herhangi bir şey ödemek durumunda kalmayacaksın.”
Banker, kâğıdı yavaşça masaya bıraktı; bu tuhaf adamı başından öptü ve ağlayarak kulübeden çıktı. Başka hiçbir zaman, hatta borsada çok ciddî bir kayba uğradığında bile kendisini bu kadar aşağılık hissetmemişti. Evine döndüğünde yatağına yattı; fakat gözyaşları ve o içinde bulunduğu hissiyat uyumasına mani oluyordu.
Ertesi sabah bekçi, soluk bir yüzle bankerin yanına koştu ve kulübede yaşayan adamın pencereye tırmanarak bahçeye atladığını, oradan da kapıdan dışarı çıkarak kaybolduğunu gördüğünü söyledi. Banker hemen hizmetçileriyle birlikte kulübeye gitti ve adamın kaçtığından emin olmak istedi. Meydana gelebilecek lüzumsuz konuşmaları önlemek amacıyla, içinde milyonlardan feragat edildiğinin yazılı olduğu kâğıdı masadan aldı ve eve ulaşır ulaşmaz ateşe dayanıklı kasasına kilitledi.
Öylesine bir macera ve çekişmeli bir inat duygusuyla başlayan bir bahisten hayatın ve hayat sonrasının hakikatine ulaşmış, erdemli bir bilge doğmuştu.
Tumblr media
Anton ÇEHOV
13 notes · View notes
yazamazokur · 3 years
Text
SEYİR
PİRAYE (2019)
Tumblr media
Seyir eden misin. seyreden mi bu alemde? diye bir soru ile başlıyordu romanımız ve tabiki bu soru ile beni cezbetmeyi çoktan başarmıştı. 3 kısımdan oluşan romanda Mina'nın önce kayboluş, sonra Ma ile tanışıp kendini bulma, sonunda da başarı hikayesini okuyorum. Birinci kısımda yapma Mina, bir kadın kendine bu kadar haksızlık etmez diye kızıp duruyorum, ikinci kısımda ise Ma ile karşılaşıp kendini gerçekleştirme yolunda bir kişisel gelişim kitabına giriş yapıyorum ve en son tabiki mutlu son.
Seyir: Kendini sürekli tekrar eden, okuması kolay, kişisel bir gelişim kitabının roman halidir.
1 KURBAN: Her şey ,onlar böyle olduğu için böyle..
''Düşünmüyorsun,düşüyorsun.Düşündüğünü zannediyorsun,ama sadece yoklukta biraz daha irtifa kaybediyorsun.Çıkabilmek için sözüm ona düşündükçe,hr gün biraz daha nefessiz boğuluyorsun.Sen düşünmüyorsun, düşünmek, var olabilmek ile olur ancak.Sen var mısın? ''20
Mesele birşey olma değil: mesele sen olmayan herşeyden soyunup,en başta sende Ol denmiş olanı yaşamaktır. 70
Yaşamak da zaten budur.Oysa sende ''ol'' denmiş olan kim,bilmiyorsun. Bir çakma kimlikte hergün ordan oraya savruluyorsun.Anlaman lazım,buraya ya kendin olursunya yok olursun.Kendinden başka bir şey olmaz; ancak ortada sürüklenen, tanımlanamayan bir yokluk olursun.Se yok isen,senin bir yaşamın nasıl olur? İşte bak, yoklukta debelenip duruyorsun.Kendine gel! Kendine... Gel'' 71
Bu yaşamı hergün biraz daha oyuğa dönüşen kadını istemiyorum. Derinlerde bir yerlerde biliyorum, böyle olmamalı.Başka bir yol olmalı! 91
2 BEN: Herşey ben böyle olduğum için böyle..
Nefesi tutmamıza sebep olan durumu kontrol edebiliyor muyuz? Hayır.Oradayız, o anla karşı karşıyayız.Her nefesi tutup olan ve o ana direndiğimde, içinden geçilmemiş bir deneyim olarak hücre hafızamda yer alıyor.Geçip gidemiyor o deneyim,bende hapsoluyor.Yani o direndiklerimizin yarattığı duygular, endişe, korku, acı hapsoluyor hücre hafızamda. Ya da çok mutlu olup gitmesin istediğin deneyimler.Mümkün mü kontrol etmek ,tutabilmek onları? Hep aynı kalan, geçip gitmeyen ne var şu alemde ? Nefesimizle o deneyimin içinden keyifle yaşayıp geçebilecekken;o kayıp duygusunu , o eksiklik, yokluk, yaşam boyu o boşluğu kapatacak çareleri bulmak isteyen beklentiyi gömüyoruz.Yani iki taraftan da acı geliyor, iki taraftan da öbek öbek yük yükleniyoruz...Ve her gömü,zihin için bir daha karşılaşılmaması gereken bir malzeme... 108
Yaşamın da birşeylerin değişmesini istiyorsan , öncelikle şikayet etmekten vazgeçeceksin.Tümüyle... Şikayet insanın başvurduğu en alçatıcı yöntemlerden biri. Şikayet kendini oluşturan tatszı gerçekliğe , bir başkası ya da başkalarının sebep olduğu plavrasına dayanmak,bu sebeple kendine acımak ve kendine yetmiyormuş gibi, bu ne kadar kurban olduğun masalına karşındakini de inandıa çabasından başka bir şey değildir ve bence insanın muhteşemliği göz önüne alınırsa çok üzücü. 118
Öncelikle yaşamın getirdiğini kabul edeceksin.Durum ne ise kabul. Kabul etmek demek ' Aman ne güzel' demek değil, o an önündeki ne ise onunla barış içinde olmandır. Direnmemektir. Reddetmemektir. 119
Yaşam anlardan oluşur, ya o an ile bir, onun içinde yerini almış, onu yaşayan ve deneyimleyen bilinçsin ya da ona direnen, karşı koyan, ayrı olmaya çalışansın. O zaman yaşamda olamazsın .İçinde olmadığın bir şeyi yaşayamazsın. Var olamazsın.Yoksun Mina.Direndiğin her an yoksun yaşamda. Mesele hiçbir zaman ne yaptığın değildir, nasıl yaptığın, kim olduğundur. 120
Zihin bir hikaye yazıyor sen de inanıyorsun,İnandığın şeyi yaşarsın, bunu giderek daha çok anlayacaksın. Sigarasız kafanın çalışmayacağına inanıyorsan, çalışmaz.Bitti keyfe gelince...İlk sigaranı hatırla keyif almışmıydın? 132
Bu dünyada geçici olmayan hiçbirşey yok.Her şey değişiyor, şekil değiştiriyor ya da gidiyor.Bunu bilerek izle. 'Bu da geçecek eli mahkum 'de. Yaşam sana her an ne getirirse, onu yaşarsın, geçip gider.Bir deneyim daha kazanırsın, yaşarsın.Anın getirdiği ile savaşırsan,direnirsen ve olmasın,gelmesin ya da olduğunda,Ben bunu istemiyorum,bunu kaldıramam,buna dayanamam diye direnirsen gelmesine izin vermiyorsun demektir.Ki bu da geçip gitmesine olanak vermez.Sen direnir durursun,direndikçe yapışır kalır sana ve seni dize getirir.Mutlaka ama mutlaka o geçip gidemeyen enerji seni içten içe bir şekilde tüketir. 134
Nahoşluktan başlayıp yükselerek,acıya gelene dek olumsuz diye adlandıracağın her deneyim göreceksin ki geçecek.Ve sen biraz daha güçlenmiş olarak ilerleyeceksin. 134
Sıkıştığını hissettiğin her an ,senden hemen yersiz bir terslik veya alaycılıkla,dahası kibirle bir sıçrama geliyor, fark ettin mi? 141
Fark et kendini. Saçma geliyor, çünkü zihnin anlamıyor.Anlamayınca bunu bir tehdit gibi algılıyor, sen de hemen böyle zevzekçe tepki veriyorsun.Bi dur.Ne çıkacak benim ağzımdan, diye bi dur çıkarmadan evvel. Bir bak. Tepki makinası olmakla, gerçek bir insan olabilmek arasında fark var. 141
Mutluluk hissediyorsan, mutlu oluyorsun.İşte insan olandır.Ne olmak istiyorsa olabilendir. Oluşu deneyimlemek için, birşey olmayı deneyimlemek için tasarlanmıştır. 146
Benim her an istediğim tüm kainatı işletebilir mi? 147
Yaşam her an senin önüne gelen andır.Artık önündedir ve bunda bir seçim hakkın olamaz.O anda olur. Ancak, yaşam dediğim başka bir şeydir. Yaşamım benim o anla nasıl birleştiğimle oluşur. Anladın mı? Yşam oluyor, o yaşamda sen,o anda ne, kim olacaksın? O an ile sen nasıl birleşecek, ona sen ne katacaksın? Anda ne verecek,ne alacak ve sonuçta ne deneyimleyeceksin? 148
Her saniye öfke ve yargı saçan bir tepki makinası olmaktan vazgeçebilmek adına, sadece izliyorum ve zihnimden gelen yorumları fark ediyorum, o anda oluyorum.Kendi başıma yazdığım koca bir yalan nihayet bitti. 168
Böyle yürünüyor bu yol işte Mina. Gerçeklikten koparan her bir düşünce ve inanç , sorgulanmalı ve temizlenmeli .Temizlenmeli ki, zihin de özgürleşsin.Tekrar tekrar getirmesin sana. 173
Meseleleri mesele etmezsen mesele kalmaz. 174
Sevdiğin şeyleri yapacaksın Mina.Ertelemeyeceksin, boş vermeyeceksin, her an keyif, neşeve sevgi hissetmek Can'a sorumluluğundur. 174
İnsan bilinçte yukarı çıkamadığı ve zihniyle özdeşleşme ıstırabına dayanamadığı için daha da bilinçsizleşmeyi seçiyor, daha çok uyumayı ve bunun için herhangi bir yolla kendini uyuşturmayı. Ama maalesef, bu her seferinde her şeyi daha da acı yapıyor. 182
Çok güzel başlayan akşam, bir süre sonra bir kabusa dönmeye başladı.Ayrı olma hali.Hatırlayabildiğim en yoğun his bu. Ancak bu ayrılık, eksik hissetme ve eksik olmaya dayanıklı bir ayrılık.Öyle bir hal ki, eksik olanı fazla olana karşı öfkelendiripve aynı zamanda karşı olma haline sokup savunma ihtiyacını da beraberinde getiriyor. Bu nedenle zihnimin yağdırmaya başladığı acımasız kıyaslamalar ile, çok ait olarak, hatta ev sahibi gibi diyebileceğim hislerle başaldığım akşamda, onlardan kendimi giderek ayrı hissetmeye başladım. 195
Sen onlar gibi değilsin.195
Yabancı kalmış gibiyim, kendimi iyice ayrık otu gibi görmeye başlıyorum. 195
Her geçen gün ortaya çıkan bu kadını tanımaya çalışıyorum.Ne ister?Ne sever? Onun yaşamı nasıl olmalı? O kadar bağlantımı kaybetmişim ki kendimle, bu aymış kafamla, huzur, dinginlik ve hatta neşe hissederek kendimle vakit geçirmek büyük bir yenilik benim için. Yepyeni ve çok sağlam bir dost edindiğimi fark ediyorum. Birlikte vakit geçirmekten giderek daha da hoşlandığım bir dost, ne yaparsak yapalım birlkte keyif aldığım bir dost. Yalnızlık kavramı ne denli bir palavra bir dram malzemesiymiş yine zihinde yaratılan. Yalnız olmaz ki insan... Hep kendi ile bir, kendi ele birlikte. 212
İnsanoğlu denmiş dilimizde ben bunu ''insan oluş'' diye değiştirmek isterdim. 213
Şükür diyor, şükür.Hiçbir şeyi hatırlamazsanız bile bunu hatırlayın.Ne olursa olsun şükredin.Neden? Çünkü şükrettiğin an, var olana odaklanıyorsun demektir, yoksunluk yok demektir, hoop merkezdesin evdesin demektir. O zaaman otomatikman yaşam dengede, hayrına akar. Çok önemlidir Şükretmek! 230
Bütün mesele nereye odaklandığındır. Çünkü odakalandığın ne ise, o olurun. Bir durum istediğin gibi değilse, iki seçenek vardır.Ya problem diye isimlendireceğin alana odaklanırsın ya da çözüm alanına. Bu iki alan birbirinden tamamen ayrı alanlardır. 232
Ben çok şansızım, diye inanıp ne kadar şanslı olduğunu deneyimleyen bir inan olabilir mi ha? Sen de o yok bu yok dersen hep yapmış olduğun gibi sadece yokluk görür, onu yaşarsın. 233
Odağını çözüm alanına çevireceksin.Bilinçli olarak seçim yapacaksın. 233
Tek bir soru , niyet yeterli: '' Ben şimdi ne yapabilirim?' Bu soru öylesine büyük bir güç içerir ki, her şeyi değiştirir Mina. Çünkü seni problem alanından alır, çözüm alanına odaklar.Zihin, zevzeklikle uğraşacağına, anda akıl olarak çözüm için çalışmaya başlar ve odaklanma arttıkça hoop gelsin olasılıklar. 233
Biz buraya deneyimlemeye geldik. 234
Bir insan bunu nasıl yapabilir diye yargılarsan hoop kendini aynısını yaparken bulursun. 235
Olandan sen sorumlu değilsin ama olanın kendine yaşattığından sen sorumlusun. 241
Mina, bu alemde aslında tüm sistem beklemeye dayanır.Sorarız ve bize cevabın gelmesini bekleriz.Ya da olması gerekenin olmasını bekleriz. Beklediklerimizle ilgili cevaplar, fırsatlar geldiğinde yaşama cevap vererek ilerlesek daha çok kendimiz olarak yaşamda hep daha fazla vererek ve alarak ilerleyebiliz. Ama eğer kapına gelmeden, yani vakti gelmeden harekete geçerse insan , ben olduracağım derse ki zihin sayesinde bu hata hep yapılıyor, o zaman suratına patlar konular.Zihin hep hızlandırabileceğini zanneder; çözebileceğini, zorlayarak başarabileceğini falan filan. 272
Şu yaşamda tek bir şey söyle , ne yapalım da iyi yaşayalım deseler; '' İyi hissetmeye bakın'' derim. 282
Yaşam bir seyir esasında.Peki seyir eden misin, seyreden mi? İnsan her ikisi de! 290
3 BİR : ''Her şey bir''
Kendinden ters yönde hızla yol almak ve bir dahageriye dönüş yolunu bulamamak.Bulabilmek için çırpındıkça daha çok kaybolmak. Nasıl bu denli kaybolmayı başardığını ve neden bir türlü dönüşü bulamadığını anlayamadığın için de giderek büyüyen, artan, griftleşen kurbanlık hikayelerinin içinde nefesszi kalıp boğulmak. Çare diye ilişkilere, maddelere, işe, yemeye, alışverişe, paraya, estetiğe, kısaca yapışılacak, iyi hissetmek adına medet umulacak ne varsa yapışmak. Çünkü bilinçsiz insan için, bu dünyada bir kurban olarak kendisi dışında her şey iki gruba ayrılır: Kurban edenler ve çare olabilecekler.Oysa bu dünyada ne seni kurban eden ne de çare olabilecek bir ey yoktur kendinden başka. 298
Özgürlüğün bilinmezlği, içerisini zaten bildiğin hapihaneden, cehennemden daha korkunç gelebilir insana. Zihin tanıdık olanı sever Mina 308
En yargıladığımız insanın dahi inandıklarına bir an inansak, aynen onun gibi davranırız. 315
Merhamet etmeli insan. Merhametin içinde ne yapabilirim sorusu barındırdığından, sorumlulukla o kişinin durumun aşifa katma olasılığımızı yaratır. 337
Dönüşüm adım adım gerçekleşen bir süreç. Yolda yürümektir muhteşem olan, çünkü her adımda gerçeğini, gerçekten yaşamın benzersizliğini, kıymetini biraz daha idrak edersi. 343
28.09.2021
13 notes · View notes
mustafasalihbozok · 3 years
Text
Bektaşi der ki: "Rakı ağızdan değil, kulaktan içilir. Biz ona içki değil, dem deriz!"
Oturursun masaya, garson bir şişe rakı getirir, mezeleri sıralar, kadehini doldurur, içersin! Hayır, rakı öyle içilmez... Rakının nasıl içileceğini, ya da nasıl içilmeyeceğini bilelim...
Rakı güneş batmadan içilmez. Duvara bakılarak içilmez. Rakı keyif için içilir, dertlenmek için içilmez. Rakı sohbet için içilir. Rakı, şakadan, nükteden, işletmeden anlamayan bayır turplarıyla içilmez. Rakı gürültüyle içilmez. Rakı çabuk içilmez, içip masadan kalkılmaz. İçmeye başlamadan önce bir şeyler yemeli. Tercih zeytinyağlılardır. Zeytinyağı, mide dolmaya başladıkça üste çıkarak, alkolün genzinize doğru gelmesini engeller...
Rakı masasında bira, şarap gibi başka alkollü içecekler (masada sosyetik hanımefendiler olsa dahi) olmaz...
Rakı yalnız başına içilen bir içki değil, meze ile birlikte yavaş (sindire sindire) içilen bir içkidir. Mezesiz rakı içilmez. Ben akşamcıyım, öyle bir kadehlik keyfim var diyorsanız gidin bira filan için...
Uğurlu yemeği her nevi ızgara balık (çupra, levrek, istrongilos), uğurlu nağmeleri nihavend ve rast makamından sanat musikisi eserleri, uğurlu çalgıları da akordeon, keman ve ud olan rakının, uğurlu cl'si 70'dir...
Herhangi bir marka rakı içilirken başka bir markayı övmemek önemlidir; aksi yapıldığında, o an yudumlanana hakarette bulunulmaktadır ki, yanlıştır...
Tam yağlı koyun peynirinin üzerine kırmızı toz biberle renklendirilmiş sarımsaklı zeytinyağı süslemesi, turşu gibi ekşi mezeler de yine rakının kendine has tatlı nefasetini dengeler, damarlarınızı büzer anasonla dost olur, buna misal olarak da lahana turşusu verilebilir.
En büyük mezesi muhabbettir... Muhabbet konusu "bi kız vardı, beş yıl sevdim, yüzüme bile bakmadı..." gibi duygusal ağırlıklı olabileceği gibi, "bu güneş niye hep doğudan doğuyor batıdan batıyor..." gibi yarı-felsefi konular da olabilir..
Rakının ana mezeleri dışında, ekstra mezeleri de vardır, bir de "göz mezesi" vardır ki... tahmin ettiğiniz değil; bakın o nedir? Yahya Kemal, her akşam sofrasını "kuş sütü eksik" kurdurur, ama çoğuna el bile sürmezmiş. Lakin sürsün, sürmesin hepsi hesaba yazıldığı için şef garson, bir gün "kıyak yapmış", sofraya kırmızı turp koymamış.. . Yahya Kemal gelmiş, oturmuş masaya söyle bakmış garsonu çağırmış:
-Nerede kırmızı turp?
-Efendim dikkat ettim yemiyorsunuz da...
-Onların bazıları benim göz mezemdir!
Usul, adap bilen en genç kişinin saki olması adettendir, büyüklere (ki büyüklük kavramı orada anlam bulur) sakilik yaptırılmaz... Ev sahibi olsa bile...
Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır...
Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da (konmasa daha iyi olur ama) buz konur...
Şişede kalan son rakı damlasına kadar eşit paylaştırılır, daha da içmek isteniyorsa, bu paylaştırma ritüeline girilmeden, yenisi sipariş edilir...
Rakı bardağı boş beklemez... Evet, masadan kalkarken bile dibinde biraz bırakılır...
İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınır ki akciğerler de nasibini alsın... Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır... Bülent Ersoy öyle içiyor diye bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir...
Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan rakı kadehleri masadan kalkmaz... Rakı sofrasında kadeh yalnızca bir defa tokuşturulur. Hadi bakalım hoş geldiniz vb. falan diye... Bundan sonra kadeh tokuşturulmaz, sadece kaldırılır...
Masaya yeni birisi eklendiğinde tekrar kadeh tokuşturulabilir...
İnsan keyiflenir ve güzel sohbetlere yönelir... Yani hem anlatır, hem dinler... Böylece rakı sofrası en az iki kişinin katıldığı toplu bir eylem; karşılıklı konuşmalara dayandığı için demokratik bir forum; evrensel ve kişisel sorunların ortaya getirildiği, fikir alıp verilen, insanın kendisi ile yüksek sesle düşünerek hesaplaştığı bir tür psikolojik grup terapisi olmaktadır...
Rakı sofrasında planlı, programlı ciddi işler konuşulmaz. Geyik muhabbeti yapılır, memleket kurtarılır, anılar tazelenir, dedikodu yapılır...
Rakı sizi ne zaman sarhoş edeceğini zamanında söyleyen bir içkidir, bunu fark ettiğiniz zaman yanınızdakilere söylemeli, ya da izin isteyip kalkıp gitmelisiniz, ama eğer sizin kalkmanız masayı dağıtacaksa ölseniz bile orayı terk etmeyin... Çünkü rakı masasından tuvalete gitmek için bile zar zor kalkılır, hoş karşılanmaz...
Bağıra çağıra, Böğüre öğüre konuşulmaz... Sakin olmak, efendi takılmak gerek...
Rakı masasına avuç içiyle ya da yumrukla vurulmaz...
Unutulmamalıdır ki rakı sofrası saygın bir cemiyettir... Buraya katılan, hem bu meclise kabul edildiği için saygı gören bir kişiliğe sahip demektir, hem de diğerlerine karşı saygılı olmak zorundadır...
Herkes rakıyı erkekler içer zanneder. Oysa bence rakıyı en güzel kadınlar içer.
Rakı kadındır, kadın da rakı.
Birbirlerinin halinden, tadından anlarlar.
Hiç konuşmadan anlaşırlar.
Yalnızlık zor ve çekilmez geldiğinden ikisine de, yanlarında mutlaka balık ve peynir ararlar.
Ufak tefek tatlardan ve hatta acılardan da haz aldıklarından, yanında mezesi olmadan duramazlar.
Kadının içindeki beyazdır rakı.
Buğudur, dumandır. Mesafedir.
Hem şeffaftır, hem bulanık. Temkin ister.
Alışmak için zaman ister, alıştın mı da dikkat ve özen ister.
Kadın o yüzden pek güzel içer rakıyı.
Kadınlığının içinde saklanan erkektir rakı. Güçtür. Meydan okumadır.
Elinde rakıyı erkek gibi tuttun mu, gözdağı verdirendir.
Dik durmaya zorlar adamı.
Eşitliktir rakı.
Doğu'nun içindeki Batı, Batı'nın içindeki Doğu'dur. Anadolu'dur.
Anadolu kadar yaşlı, onun kadar çeşitli, renklidir.
Politikadır, yenilen kazıktır, şikayettir, isyandır.
Kalabalık sevdiğinden doğurgandır.
Bir kişi başlarsın bazen içmeye, bakmışsın olmuş masada 10 kişi.
Hiç bilmediğin nağmeleri öğretir rakı.
Bildiklerini unutturur. Mucizedir.
Türk sanat müziğidir. Durup dururken ağlatır, olmadık yerde kahkaha attırır.
Kadın ruhludur rakı. Daldan dala her türlü duyguyu tek kadehte yaşatır.
Kafayı buldun mu, bet sesindeki buğulu nağmedir rakı.
Masadan kalkmadan, yıkılmadan, rezil olmadan darmaduman olmaktır.
Kadın gibidir rakı diyorum ya, çünkü içmeyi bilmeni ister rakı.
Kolay değildir. Dalgaya gelmez, hassastır.
"Şerefe!" dedin mi, o sofrada anlatılan her şeyi sır gibi tutacağına dair "şeref sözü" verdiğin namustur rakı.
Kandırılmak istemez. Yalandan haz etmez.
Gerçekleri ortaya döker rakı.
Hesaplaşmadır.
Yüzleşmedir.
Rahatlamadır.
Rakı-balık masasında yoksa kadın, masadaki erkeğin dilindedir, havasında vardır.
Rakı kadınsız olmaz. Haremlik selamlık durmaz.
Bir tek önyargı rakıyı erkek içer zanneder.
Rakıyı erkek gibi kadın da içer.
Bu toprakların parçasıdır rakı. Dil, din, ırk, köken bakmaz, tanımaz, ayrımlarla uğraşmaz.
Uhu'dur rakı; birleştirir.
Sarı Zeybek'tir, Yeşil Efe'dir, eskiden kalma ama Yeni'dir rakı.
Beyaz leblebimizdir.
Geçmişten bugüne, bugünden geleceğimize mirastır. Gelenektir.
Yasak tanımaz. Özgürdür.
Hicazdır, nihavenddir. "Makberdir", "Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin" diyerek hayata avaz avaz tutturandır.
Deşarjdır, "İkinci bahar"ımızdır bizim.
"Kalamış"tır.
Bizimdir, bizdendir. Eskimiz, yenimiz, tarihimizdir.
Yadigardır.
Sözünü esirgemeyen kadın gibidir.
Benim gibidir...
Rakı.
Şerefinize, Sıhhatinize!
Alıntıdır!
Tumblr media
9 notes · View notes
selenofill · 3 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Müjde Bilir – Sevgili Didem, ilk kitabın İnkılap 2000 Şiir Ödülü’nü almıştı ve “Grapon Kağıtları” adını taşıyordu. Kısa bir süre önce de ikinci şiir kitabın “Ah’lar Ağacı”  (Everest Yay.) yayımlandı. Kitaba adını veren uzun şiirde “(…) Ne diyecektin, ne söyleyecektin/Şairlerin şahı olsan,/bir AH’dan başka./Ah benim nergis kokulu cehaletim/Bana yılarca, bunca sözü boşa söylettin./AH!” diyorsun. Nasıl bir yolculuktur, seni, “ah!” sesine getiren?
Didem Madak- Grapon Kağıtları’ndaki şiirleri yazdığım dönemi izleyen üç seneye yakın bir dönemde iki şiir dışında hiç şiir yazmadım. Hiç o dönemdeki kadar çok ah demedim. Sürekli ah dediğim için uyarırlardı beni çevremdeki insanlar. Ah denmez derlerdi, af denir. O dönemde hep sıkıntıyı azalttığına inanılan hediyeler verildi bana. Akik taşlı yüzükler, muskalar falan. Sabrı öğütleyen bir kum saati bile hediye edilmişti. Herhalde şimdi de bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilemenin vakti geldi. Virginia Woolf’un Orlando’sunu çok severim. Orlando yıllarca göğsünde taşıdığı ve bir meşe ağacından esinlenerek yazdığı şiiriyle ünlü olur ve bir ödül kazanır. O zaman kitabını kendisine esin veren meşe ağacının altına gömmeye karar verir. Ve simgesel cenaze töreninde şöyle bir konuşma yapmayı planlar: ‘Bunu bir armağan olarak görüyorum diyecektir, toprağın bana verdiklerinin toprağa geri dönmesi olarak.’ Galiba ben de bütün birikmiş ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüm. Bu yüzden ‘Ah’lar Ağacı’ bir şiirden çok bir ağıt olabilirdi esasında. Kendi acısıyla dalga geçen ve gülerek acı çeken bir kadın ani bir manevrayla şiiri ele geçirdi ve en başta ‘iç ses’ diye söylenen ağlak kadınla, ‘Yıldırım Gürses’ diye cevap verip dalga geçti. Ve aptal aptal güldü bir de buna. Şimdi ‘Ah’lar Ağacı’nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara.’ ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere…
Kitapta yer alan özgeçmişinde, “ruhunu ütüsüz ve buruşuk gezdirmeyi” sevdiğinden söz ediliyor. Hemen hemen bütün kadınlar ütü yapmaktan nefret eder, ama neredeyse hiçbir kadın ütüden kaçamamıştır. Şöyle de yazmışsın: “(…) Karnabahar kızartmıyordu asla/başroldeki kadınlar.” Bir kadın için ütüden kurtulmak -eğer başrol oyuncusu değilse- bu kadar kolay mı? Şiir yazıyor olmanın bu kurtuluşa katkısı nedir?
Sevgili Müjde sen de bilirsin, bazı kadınlar pasaklıdır. Bu tip kadınların kocaları işe, buruşuk gömlekler ve kopuk düğmelerle giderler. Herkes bu bahtsız kocalara acır. Sanki bir karışıklık olmuş gibidir, bir erkeğe ait olabilecek bir ruh, bir kadının vücudunda dünyaya gelmiştir. Sanki bazı meseleleri gizlemek konusunda, yüzyıllardır süren bir anlaşma var gibidir kadınlar arasında. Bu gizi, bilinmeyeni anlamaya çalışmak ve bunu dil aracılığıyla sorgulamak, daha ziyade erkeğe özgü bir çaba gibi görünür. Bazen de ölümcül sonuçlara sebep olabilir böyle bir çaba, bir kadın için. Sylvia Plath Üç Kadın’da şöyle der mesela: “Bu adamlara takıyorum ben/Nasıl da kıskanıyorlar düz olmayan her şeyi! Dünyayı/Kendileri gibi düz yapabilecek kıskanç tanrılar onlar.” Evet, sanırım hiçbir kadının ütüden kaçamamasına yarayan bir mekanizma işler durumda. Ben bundan başlangıçta çok bilinçsiz ve el yordamıyla kaçtım. Yazmak bu kaçışta bence çok önemli rol oynadı. Kafamın daha da karışmasına neden oldu. Bir dönem komik ve çocukça tercihler yaptım: Gerçi çabuk vazgeçtim bu karardan, ama benden önce yazmış kadınlara çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Sanırım bu söyleşiyi bir erkekle yapıyor olsaydım bana böyle bir soru yöneltilmezdi. Çünkü özgeçmişimde yer alan bu bölüm, bıyık altından gülünüp geçilecek kadar basit görünürdü ona. Ama senden böyle bir soru bekliyordum. Teşekkür ederim.
Adını şu an hatırlayamadığım bir zenci kadın şair şöyle demiş: Erkekler özgür iradeyi efendi efendi tartıştılar, bizse çığlıklar atarak tartıştık onu.
Çoğu kadın kendileri için önceden planlanmış güvenli bir hayata sığınır. Bu hayatın sonu baştan bellidir. Bir kadın bunun dışında seçimler yapmaya kalkıştığında, fena halde zora sokmuş olur kendini. (Haklısın, başrol oyuncusu olabileceği maddi manevi imkânların içine doğmamışsa eğer.) Çoğunluğu kendini gizleyen, koruyan, gardını alan, ürkmüş insanların yaşadığı bu ülkede bir kadın olarak bana ait bir hayatım olsun diye gösterdiğim çabaya ve kendi serüvenime haksızlık edemem. Bu yüzden hayatımı samimiyet ve cesaretle anlatmak benim için önemli. Benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.
Şiir ütüden böylece kurtuldu madem, yaşlanmaktan da korkmayacak o halde! “(…) Çizgili olsun, buruşsun yüzü,/Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım” dediğini hatırlatmak istiyorum.
Niçin şiir yazmaya başladığımı düşündüğümde şunu fark ettim: O dönem şiir bana, herkesten ve her şeyden çok özgürlük vaat ediyordu. Yaşlanmak da benim için bir özgürlük vaadi aslında. Bu yüzden eteklerinin ucundan sarkan paçalı donlarına aldırmadan, örtmeden – gizlemeden dolmuşa binmeye çalışan, önüne gelen erkeğe yardım etmesi için elini uzatan yaşlı teyzelerin durumu bana çok büyüleyici gelmiştir hep. Yaşlı bir kadın hayatının bir dönemini kadın olarak geçirmiştir, ama artık tam bir kadın değildir. Yani bir kadın gibi kendini gizlemek, korumak zorunluluğu yoktur. Yaşlandığım vakit, şiirimin değişebileceğini düşünüyorum. Gecenin bir vakti kimsenin ilgisini çekmeden bir meyhaneye oturup, herkesin suratını inceleyebilirim o zaman. En fazla, bu buruşuk suratlı kadının niye kendilerini inceleyip durduğunu düşünürler. Sonra çok içip masada sızmama yakın, heyy kocakarı, derler bana, kapatıyoruz, hadi evine git. Genç bir kadın için tam bir yalnızlık mümkün olmuyor aslında. Eskiden cebimde bir falçata taşırdım mesela. Gecenin üçünde hiç korkmadan, arkamdaki ayak seslerini kollamadan, sokaklarda yalnız dolaşabilmek benim şiirime çok şey katabilir gibi geliyor. Yaşlanınca daha rahat ederim diye düşünüp, yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmıyorum. Ne kendim ne de şiirim için. Ben sanırım yaşlanınca şu kabına sığamayan, çatlak ihtiyarlardan olacağım. Zaten şu an yazdığım şiirler beni, torunlarıma hayatımı anlatmak zahmetinden kurtaracak. O zaman haliyle gece ikiye kadar oturaklı, derin şiirler yazacağım, o saatten sonra da torunlarımla diskoya falan gideceğim. Herkesin ‘kaçık ihtiyar’ı ayıplamasını şiddetle istiyorum.
Sanki içini döküyorsun beyaz kağıtlara… Samimi hislerini itiraf ediyorsun… Kendinle, tanrıyla konuşmandan… Işıl’la, teyzenle ya da benimle paylaşmandan sanki pek farkı yok bunun. Kalemi eline aldığında -başka bir deyişle, yazının düşünsel süreci eyleme dönüştüğünde- neler oluyor peki? Bir çırpıda mı yazıyorsun şiirlerini? Sence samimiyet kurgulanamaz bir şey midir?
Bachmann, içten gelen herhangi bir zorlama olmaksızın, şiir yazabileceğine ilişkin bir kuşkuya kapıldığı vakit, şiir yazmayı bıraktığını söylemiş bir söyleşisinde. Bence şiirde samimiyet şairin içinden gelen bir zorlama ile ilgili. Önümüzde duran bir metnin şiir olup olmadığına karar vermek için nasıl bazı kesin ölçüler bulamıyorsak, bir şiirin samimi olup olmadığını anlayacak kesin ölçülerden söz etmemiz mümkün değil. Bunu ancak hissedebiliriz.
Benim açımdan en zor olanı yazmaya başlamak, bir şiir yazabileceğimi hissettiğimde çoğunlukla bir yığın kaçış yolu buluyorum, gezmeye gidiyorum, TV izliyorum. Yalnız değilsem kesinlikle yazamıyorum. Bu yüzden yalnız yaşamadığım dönemlerde şiirlerimi gece herkes uyuduktan sonra yazardım. Bazen yazma ihtiyacıyla kâğıdı kalemi elime alır, saatlerce yazarım. Ama bu yazılanlardan asla şiir çıkmaz. Bazen de bir mektup yazmaya başlar kısa bir süre sonra şiir yazarım. Yazmaya başladığımda ne yazacağım konusunda en ufak bir fikrim olmuyor çoğunlukla. Sadece yazmaya başlıyorum. Bir süre sonra benim ‘kalemin açılması’ dediğim bir durum ortaya çıkıyor, o zaman hiç zorlanmadan, kontrol etmeden yazıyorum. O zaman müthiş rahatlıyor ve hızlı yazıyorum. Bazen ağlıyorum. Genelde sayfalarca yazıyorum. Çoğunlukla sanki az sonra ölecekmişim gibi paniğe kapılıyorum yazarken. Sanki ölmeden önce itiraf etmem gereken bazı önemli meseleler varmış gibi hissediyorum. Bu yüzden sanki artık kaybedecek bir şeyim yokmuş gibi geliyor. Her şeyi söyleyebilirmişim gibi geliyor. O zaman her gün işe giderken karşılaştığım, boyozcunun yanında durup, boyoz yiyen insanları hayranlıkla seyreden o kara köpeği, puf böreği gibi tombik elleriyle kabak seçen ev hanımlarını, ucuzluktan alınmış bayramlıklarıyla kendilerinden pek memnun olan o bayram çocuklarını hatırlıyorum. O zaman onları sandığımdan çok sevdiğimi anlıyorum. Hepsi şiirime sızıyor o zaman. Hayat beni büyülüyor. Yazarken hayatı sandığımdan çok sevdiğimi, ona hayranlık duyduğumu anlıyorum. Aslında az sonra ölecek birinin gözleriyle dünyaya baktığımızda hayatın her yerinden şiirin fışkırdığını görürüz, önemli saydığımız çoğu şeyin önemini yitirdiğini görürüz. O zaman anlamsız bulduğumuz küçük gündelik hayatımızın aslında anlamlı olduğunu hissederiz. Ben sanırım böyle bir itkiyle yazdığım için biraz telâşlı yazıyorum. Doğaçlama bir şiir. Yazdıklarımı sonradan okuduğumda çoğunu yırtıyorum. Ben şiirde toptan eksiltme yöntemini takip ediyorum. Bazen cesaretimi toplayıp, eli yüzü düzgün bir kâğıda temize çekip, biraz düzeltiyor, kardeşime gösteriyorum. Ondan geçerse başkalarına da gösteriyorum. Kardeşim edebiyat öğretmeni en zoru ondan geçmek. Okuldaki öğrencileri ve ben bir kader birliği içindeyiz.
Samimiyet meselesi bence yanlış anlaşılıyor, insan ne kadar kendi hayatından söz ederse o kadar samimi sanılıyor. Edip Cansever, Stefan, Lusin, Cemile ve Seniha’nın hayatlarından muazzam şiirler kurdu, samimiydi. Sonuna kadar. Çünkü o bu hayatların şiirini yazma zorunluluğu duyuyordu. M. C. Anday çok sevdiğim ‘Güneşte’ kitabında samimiydi. Samimiyet şairin kendi deneyimine, düşünsel sürecine denk düşecek şiiri yazması demek bence. Şiirinin arkasında durabilmesi demek. Bazen özentili, güzel söz söyleme hevesiyle veya can sıkıntısıyla yazıldığı belli olan şiirler okuyorum. Şiire soruyorum o zaman: Hani ya senin şairin nerde? İyi şiir şairinin parmak izi gibidir. Tanırsınız hemen.
Şiire giden pek çok yol vardır. Önemli olan hangi yoldan gittiğimiz değil, şiire ulaşıp ulaşmadığımız. Birbirimizin tuttuğu yolu beğenmeyebiliriz, o zaman birbirimizi eleştiririz. Ama bazen bir öfke nöbeti esnasında yazıldığı izlenimini veren yazılar okuyorum. Üzülüyorum. Her türlü eleştirinin muhatabı olabilirim ama, öfkenin asla. Keşke feyz aldığımız üstatların bilgeliğinden de nasibimizi alsak.
Kaybolmaktan söz edelim mi biraz? “(…) Kapının arkasında yokum demiştim/Ve divanın altında da.” diyorsun. Ama biz, saklambaç oynamayı bütün çocuklar sever elbet, diyemiyoruz. “Bulamazsınız ki artık beni, hayatın ortasında.”diyerek öyle çabuk büyüyorsun ki “Bir kız çocuğunun hayalleri” şöyle dursun sanki hızla göçüp gidiyorsun: “(…) Vasiyetimdir/Dalgınlığınıza gelmek istiyorum/Ve kaybolmak o dalgınlıkta.” Sevgili kardeşim, yoksa kaybolduğun yerde mi saklı şiirinin sandığı? (…) kim dokunsa şiire/Eline bir kıymık saplanacak”mı hep?
Çocukken kuzenimle evcilik oynuyorduk. Dövme işini abartıp bebekleri yerden yere çalmaya başladık. Teyzem, ne yapıyorsunuz dedi, onların da canı var. Biz şaşırıp duraksadık. Onlar canlı değil ama, dedik. Evet ama demişti teyzem, siz onları canlı farz ediyordunuz döverken. Oyun oynarken hep böyle bir risk vardır, oyunun kuralları size bir sınır çizer. Saklambaç oynayan kimse, bulunmayı kabul ederek saklanır. Oysa kaybolmak bir oyun değildir. Bir ilgisizlik söz konusudur. Gaip arkasında ne olup bittiğini bilmez, nereye gider, ne yapar, onu neler bekler bilmez. Gaip nereye gideceğini bilemediğinden gitmeyi planlamadığı adreslere gider, görmeyi arzu etmediği bir yığın insan görür. İşte böyle rastgele gezdiği için (aradığının ne olduğunu bilmese bile) bulma şansı vardır. Neyi anlaması gerektiğini bilmese bile anlama şansı vardır. Kaybolmanın mütevazı bir cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü insan kaybolunca kendini bir daha hiç bulamayabilir. Böyle bir risk her zaman vardır. Çoğu insan gaip aslında, farkında değiller sadece. Paralarının içinde, rahatlıklarının içinde, okudukları kitaplarının ve bildiklerinin sarhoşluğu içinde çok gaip görüyorum. Ben sadece farkındayım kaybolduğumun. Bu yüzden her gün aynı soruyu soruyorum: “Baştan, baştan/bu ceza ne güne sürecek böyle?”
Ben çoğumuzun dünyaya biraz dalgın baktığını görüyorum. Hepimiz birbirimizin dalgınlığında kayboluyoruz. Sanırım tüm dünyayı işgal etti dalgınlık, şimdi de iktidarda. Bizler şanssız şairleriz aslında, hepimiz bu dalgınlıkta kaybolacağız. Bu çağdan bir Şeyh Galip çıkmayacak. Bize ‘çok alametler belirdi’ dışında bir şey söyletmeyecek bu çağ. Ben sadece açıkça görünen bu durumu kabulleniyor ve istiyorum.
“(…) Allahla samimi oldum/Geçen üç yıl boyunca.” demişsin. Doğal olarak şiirlerinde de hissedilen bu samimiyet seni nasıl etkiliyor? “Çoktandır öksüz olan dünya”ya ve insana bakışını nasıl belirliyor?
Dostoyevski sanırım Ecinniler’de şöyle bir laf etmiş: İnananlar her zaman inanmadıklarından, inanmayanlar da her zaman inandıklarından şüphe ederler. Sanırım Tanrı işte o şüphede saklıdır. Onun her yerde ve hiçbir yerde oluşu, onu nerede bulacağımızı bilmememiz bizim kendimize çarpmamıza sebep olur. O zaman ‘gök boş nereye bağlasam atımı’ deriz. Allah’la samimi oluşum öyle uhrevi sebeplere falan dayanmıyor, tam aksine çok basit bir sebebi var: Yaşama içgüdüm. 26 yaşıma kadar her istediğimi yaptım, bu neye mal olursa olsun. Sonra bir gün yolun sonuna geldiğimi hissettim.
Kendime dur demem gerekiyordu. İnsan ya ölerek ya da yaşamaya karar vererek kendini durdurabilir. Ben yaşamaya karar verdim. Bu yüzden Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimse kalmadığı için, konuştuğumdu. Hani adam uçurumdan düşerken bir dala zor zahmet tutunmuş ve dua etmeye başlamış: Kurtar beni Allahım, ne olur kurtar. Bakmış ses soluk çıkmıyor, bağırmış: Başka kimse yok mu? Yalnızlığının ucuna varan, Tanrı ile konuşmaya başlar ve orada başka kimse yoktur. İster istemez şiirlerimde de bu konuşmanın izleri var. Tasavvufun önerdiği iç yolculuğu, önemli bir olanak olarak görüyorum kendi açımdan. Tasavvuf insanı günahkâr, aciz bir kul konumundan uzaklaştırıyor.
Sanırım dervişliğin edebiyatını yeterince yaptık, artık onu yeni bir yorumla yaşadığımız çağa ve hayata katmamız lazım. Dervişlik havuz başında, âlemleri seyre dalmak anlamına gelmiyor yalnızca. Bence artık dervişlik, maçoluk yarışması yapılan bir masada, ‘ben kestiricem, zaten bir işe yaramıyor’ diyen bir adamın ‘iktidarsızlığında’ saklı. Himaye ve işbirliği kabul etmedikleri için boynu vurdurulan, derisi yüzülen dervişleri hatırlamakta saklı. Artık kapılanacak kapı kalmadı. Bizi çağıracak ses kalmadı, ‘çağrıldım, geldim’ diyemeyiz artık. Ahlayıp, oflayıp, ben diyerek kendimi herhangi birinden daha çok acı çekiyor sanışımla, ben dervişlikten ne kadar uzağım. Acımı sessizce çekeceğim bir yol bulursam, dervişlik işte orada saklı. Kırılan kalbimizin hesabını tutmaktan sıkılıp, kırdığımız kalplerin hesabını tutarsak, belki orada saklı. Fuzuli’nin söylediği gibi ‘iyi ile kötü sayma işi bitince mescid de birdir meyhane de.’ Belki dervişlik, bu sayma işini bitirmemde saklı.
“Ahlar ağacıyım, gibisi fazla./Başka bir şey istemem/Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,/Hesabımı tam vermekten başka.” (…)Vasiyetimdir:/Bin ahımın hakkı toprağa kalsın.” diyen sevgili şair, sanki son sözlerini söyleme çabası içindedir. Peki “ne diyecek”tir, “ne söyleyecek”tir bundan sonra?
Evet yaşlanmak benim için bir ütopya gibi. Yaşlanınca ‘kötü bir efendinin elinden kurtulmuş bir köle gibi olacağım.’ Minibüs edebiyatında meşhur bir laf var hani: Hızlı yaşa, genç öl, cesedin güzel olsun. Genç ölemediğim için hızlı yaşlanmaya başladım sanırım.
İnsan eğer bir sırdaşı varsa ve her şeyini paylaşıyorsa, onu çok sevmekle birlikte bu paylaşımın kendisi için tehlikeli olduğunu da düşünür. Neden her şeyimi anlatıyorum ona diye sorarsın kendine, anlatmamalıyım, bazen kendime bile söyleyemediklerimi ona niye söylüyorum. Ne diye kurcalayıp duruyor her şeyi, diye düşünürsün. Acı söyleyen dostlardan hızla uzaklaşıldığını çok gördüm. Eğer biriyle çok yakın ve içli dışlıysan ilişkin gitgide gerilir. Ne onla ne de onsuz durumu çıkar ortaya. Benim şiirle ilişkim buna benziyor biraz. Ben ona, bana bunca lafı boşa söyletiyorsun, diyorum. O da bana asıl konuşmasan kötü olurdu, diyor.
Bir münzevi olma yolunda biraz erken ve biraz hızlı ilerliyorum. Bu seçim değil, tamamen beceriksizlikten kaynaklanıyor. Gitgide daha çok susuyorum. Kitap okuyorum, sonra ebru teknesinin başına geçip ebru ile uğraşıyorum. Suyun üzerine resim çizmek beni rahatlatıyor. Bazen yemek yapıyorum. Bazen yatağımda bir taşa dönüştüğümü hissediyorum. Dünyanın bir yerlerinde benim ulaşamadığım bir hafiflik olduğunu düşünüyorum.
Susmam için bir bedel ödemem gerekseydi susardım. Ama gerekmez. Susmanın sağlayacağı rahatlığı çok özlüyorum, ama rahat batar bana biliyorum. Tam olarak susamıyorum. Bu yüzden mutlaka ‘Ah’lar Ağacı’nı gömeceğim bir yer bulacağım.
Bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilerim. Vesselam.
13 notes · View notes
muteriz · 3 years
Text
Son 2 hafta nasıl geçti inan bilemiyorum.
14 günün her gecesi ağladım,on dört gündür yas tutan biri gibi.
Demir parmaklıklar ile çevriliydi dört yanım, nefretten örülmüş parmaklıklar.
Uzvuma her değişinde yanık izleri bırakan, acizliğimi yüzüme çarpan prangalar.
Oradan oraya savruluşuma şahit olup bu tek perdelik yıkımı ayakta alkışlayanların her bir el çırpışında bir mumu daha söndürdüm karanlığımda.
Kimse, istisnasız kimse sizi gerçekten sevmez. Ve insan doğumunda, yaşamında da olduğu gibi son nefesini verirken de yalnızdır.
Evet zor oldu kabullenmek, biliyorum.
Omuzlarım düşük bedenim kambur gezdim, ruhum Bu yükü çok zor taşıyordu.Hani bir sürü yol kat edip yere çökerek ölen atlar gibi.
Öğrenmek, insanlar hakkında : kahpelikleri hakkında Yalnızlık hakkında öğrenmek canımı, yaramı kanatıyor.
Yüzüme çarpıla bir tokat sillesi ile titreyen bedenim, ikinci silleyi de birazdan yiyeceğinden bir haber, şaşkın ve dolu gözlerle, mânâ aramak adına tokadın sahibine bakıyordu.
Sahi, hayatın gözleri var mıydı?
Barındırdığı bunca pisliği, hayal kırıklılıklarını, ipte sallanan bedenleri görüyor muydu?
4 notes · View notes
megadi · 4 years
Text
soğuk bir ekim ayında kırık yatağımın üstünde elimde ikinci el bir bilgisayar ile oturuyorum neden gündüzlerden bu denli saklanıyorum? Aklımda kendim adına hiçbir şey yok neyde iyiyim neyde kötüyüm en ufak bir fikrim yok. Yalanlarla üzüntülerle dolu bir hayatın içinde saçmasapan gerçeklere tutunup yaşamaya çalışıyorum. Kendimle ne yapacağım büyük bir probleme dönüşüyor. Düşüncelerimi kendi kendime durduramadığımın farkına daha yeni varıyorum her gün kafamdan trilyonlarca şey dur durak bilmeden geçip gidiyor ve ben ancak birkaçını tutup yakalayabiliyorum. Yoksa beynime bile hükmedemiyor muyum? 
kendimi bildim bileli yalnızlık duygusuyla savaşıyorum tam gitti yakamı bıraktı dediğim anlarda ben çepeçevre sarıp hareket etmemi bile engelliyor. Hıçkırıklarım boğazımda birbirine karışıyor. Yalnız kalma düşüncesi tüm benliğime soğuk soğuk terler döktürüyor. Ruhum sevgiye ilgiye bu derece aç iken gerçekten yaşayamıyorum.
Tek istediğim derin bir nefes alabilmek 
1 note · View note
nesrin-c · 5 years
Photo
Tumblr media
"Saat 12’de Madımak Oteli’ne vardım. Lobide Arif Sağ çalıyordu. Aziz Nesin iki koruma polisiyle birlikte odasındaymış. Otelde etkinlikler için Sivas’a gelmiş 70 kişiyle birlikte çeşitli asker aileleri de kalıyormuş. Arif Sağ’ın türkülerini bir süre dinledikten sonra 12.30-13.00 sularında Ali Çağan ve Hasret Gültekin’le otelin dışına, yemeğe çıktık. Hasret, yemekte o günün gazetelerinden ve radikal islamcıların dağıttığı cihat bildirilerinden söz etti. Birlikte bildiriyi okuduk. Yemeğin sonlarına doğru, Cuma namazından çıkan 400-500 kişinin sloganlar atarak yürüyüşe geçtiğini gördük; hemen otele döndük. Otelin önünde birkaç polis memuru vardı. Gösterici grup bir süre otelin önünde oyalandı, sonra Kültür Merkezi’ne doğru gitti. Otelde kültür merkezindeki olayları tartıştık. Saat 14.30’du, polisten, Valiliğin, “etkinlikleri iptal ettiği” haberini öğrendik. Bu sırada birkaç polis “Sizi otelden alalım, şehir dışına çıkaralım” dedi. İçeride birtakım tartışmalar oldu, sonra otelden çıkmak için gecikildiğini fark ettik. Bu arada yine az sayıda bir grup askerin otelin önüne açılan yolları kestiğini görünce, hepimiz bir parça rahatladık. Çoğunlukla lobideyiz. Dışardaki az sayıda asker ve polise rağmen, Kültür Merkezi’nden dönen gösterici grup, otelin 20-25 metre önünde toplandı. Aziz Nesin hâlâ odasında. Garsonların lokantadan getirdiği yemek bile odasına çıkartılmadı, hangi odada kaldığı öğrenilmesin diye. Bu sırada Pir Sultan Abdal Tiyatrosu oyuncuları ve semah ekibi otele geldi. Dışarıda slogan ve tekbir sesleri gitgide yoğunlaşıyordu. Bir ara, grubun dağıldığı ve yeniden Kültür Merkezi’ne doğru gittiği haberini aldık. Bir süre sonra polis telsizinden Kültür Merkezi’nin önünde çatışma çıktığını duyuyoruz: Arif Sağ konserini ve “Medya ve Emperyalizm” konulu paneli dinlemeye gelenler, gösterici grubu püskürtmüşler. Gösterici grup bu kez yeniden otele yönelmiş, bu arada da, birileri, belki de polis, göstericilere karşı koyanları otobüslere bindirip Ali Baba Mahallesi’ne götürmüş. Otelin önünde yeniden toplanan göstericiler “Vali istifa”, “Burası Moskova değil”, “Şeytan Aziz”, “Kanımız aksa da zafer islamın”, “Dönmeye değil ölmeye geldik” ve “Şeriat gelecek her şey bitecek” gibi sloganlar atıyorlardı. Bu sırada Arif Sağ telefonla ulaşabildiği bütün resmi makamlara hayatlarının tehlikede olduğunu, güvenlik tedbirlerinin yetersiz kaldığını bildiriyordu. Otele ilk taş, Arif Sağ’ın telefonla konuştuğu sıralarda atıldı ve lobinin ön cephesindeki camlar aşağı indi. Bunun üzerine, lobide toplananlardan bir grup üst kata çıktı. Gençler ellerine geçirdikleri, masa, dolap, yangın söndürücüsü gibi eşyayla lobide barikat kurmaya başladılar. Otelde kalanlar sokağa penceresi olan odalardan uzaklaşıp koridora ve merdivenlere sığınıyorlardı. Otele atılan taşlar giderek artıyordu. Birden, yangın ihtimali konuşulmaya başlandı. “Su lazım olacak” diyerek, bulunan her türlü kap suyla doldurulup bir kenara konmaya çalışıldı. Aynı sıralarda çevre illerden “takviye birliklerin yola çıktığı” haberi yayıldı. Hepimiz umutlandık. Bir ara Arif Sağ’ın, sokağa bakan odasına çıkıp göstericilerin fotoğrafını çektim. Henüz ikinci kez deklanşöre basacaktım ki yeni bir taş yağmuru başladı. Tekrar koridora döndüm. Herkes birbirine “moralimizi bozmayalım, kendimizi kaybetmeyelim” diyordu. Başta Asım Bezirci olmak üzere hemen herkes, herhangi bir linç ihtimaline karşı kendilerini savunmak üzere şişe, sandalye bacağı gibi etrafta ne varsa yanlarına alıyordu. Artık dışardakiler çevrede buldukları taşları bitirmiş, kaldırımları söküyorlardı… Bazıları da otelin karşısındaki binalara çıkmışlardı. Çatılarda buldukları saksıları ve kiremitleri tekbir sesleriyle otele doğru fırlatıyorlardı. Gençler otelin girişine kurdukları barikatın gerisinde beklerken, bir grup gösterici, polis barikatını aşıp içeri girdiler. Korkunç gürültülerle birlikte kısa bir süre büyük bir mücadele yaşandı ve grup püskürtüldü. Aynı şeyi birkaç kez tekrarladılar… Sivas’a semah gösterileri yapmak için gelmiş olan bu gençlerden hemen hiçbiri canlı dönemedi Ankara’ya… Lobide bu çatışmalar olurken Aziz Nesin de eline bir demir çubuk almış, odasından çıkmıştı. Bu sırada fotoğraf çekerken kireç gibi yüzüyle bir kadın yanıma yaklaştı ve “Bunları çekiyorsun ama hiçbirisini göremeyeceğiz” dedi. Takviyenin gelmesinden yavaş yavaş umudumuz kesiliyordu. Bu sıralarda Aziz Nesin, Erdal İnönü ile görüştü. İnönü’ye telefonda güruhun sesini ve camlara fırlatılan taşların sesini dinletti. Erdal İnönü yanıt olarak “Her türlü tedbirin hızla alındığını” söylemiş. Aynı anda Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu otelin önüne gelmişti. Kalabalığa hitaben kısa bir konuşma yaptı. “Biz Sivaslılar olarak bu konuda yeteri kadar tepkimizi gösterdik, artık dağılın” dedi. Gösterici grup, Aziz Nesin’in kendilerine verilmesi yönünde sloganlar atıyordu. Ayrıca Kültür Merkezi’nin önüne dikilen halk ozanı anıtın da yıkılıp otelin önüne getirilmesini ve burada yakılmasını istiyorlardı. Bunun üzerine belediye başkanı heykeli yıktırıp otelin önüne getirtti. Anıtı, otomobillerden çektikleri benzinle tutuşturup yaktılar. Aralarında Arif Sağ’ın otomobilinin de bulunduğu birçok otomobili ateşe verdiler. Otelin içine yoğun bir gaz kokusu yayıldı. Saat sekize geliyordu. Bu kokunun nereden geldiğini anlamaya çalışıyorduk ki elektrik kesildi. Koridor ve merdivenler gözgözü görmez bir karanlığa büründü. Aşağıda gençler içeri girmeye çalışanlarla mücadele ederken, genç kızlar dördüncü kata çıkarıldı. Ben o sırada üçüncü kattaydım. Bir toz bulutundan başka bir şey seçemiyordum. Artık cesaret ve umut tümüyle tükenmişti. Birileri alt kattan “Çantalarınızı alın, gidiyoruz” diye seslendi. Çantalarımızı alıp el ele tutuştuk. Birinci kata doğru indik. Birinci kata geldiğimizde aniden bir parlama ortalığı aydınlattı. Birinci kattaki odalar yanmaya başlamıştı. Bez topaklarını gaza ve benzine bulayıp yakmışlar ve içeri atmışlardı. İçeride her şey zaten sentetikti ve bir anda yangın yayıldı, her yer dumana boğuldu. Bütün kontrolümüzü yitirmiştik. Herkes çığlık çığlığa bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. O sırada aşağıdan “İçeri giriyorlar” diye bir ses duyuldu. Birden panik doruğa ulaştı. Sıcak ve duman dayanılmaz haldeydi. Nefes almakta güçlük çekiyorduk. Ben birinci katla ikinci kat arasındaki merdivenlerde kalakaldım; ikinci kata çıkanlar da korkunç bir alevle karşı karşıyaydılar. Artık çığlıktan başka bir şey duyulmuyor, alevlerden başka da bir şey görünmüyordu. Olaylar başlamadan önce karikatürlerindeki deve kuşu simgesini ne kadar çok sevdiğini bana uzun uzun anlatan Asaf Koçak’ın yanımda olduğunu fark ettim. “Üst kata çıkalım” dedi. Ben yerimde çakılıp kalmıştım, çıkamadım; O çıktı ve orada öldü! Birinci katın koridorundan dipteki odalara doğru yürüdüm. O sırada hissettiğim sonsuz bir yalnızlık duygusuydu, kendi kendime “Bitti” dedim. Herhalde artık nefes alamıyordum, ama birden bir serinlik çarptı yüzüme; karanlığın içinde bu serinliğe doğru yürüdüm; vardığım yer, penceresi hava boşluğuna bakan bir odaymış. İçeride başkaları da vardı. Bu serinliği izleyip gelen 31 kişi Sivas’tan canlı ayrılacaktı. Bir süre sonra pencereden aşağı, boşluğa atladık. Öteki binanın iki penceresi bu hava boşluğuna bakıyordu, pencereleri zorladık. Burası Büyük Birlik Partisi Sivas İl Merkezinin pencereleriymiş. Bir süre sonra camlar açıldı ve içerideki birkaç adam, bizi oraya almak yerine küfredip bağırmaya başladı. Ben adamlardan birinin ellerine sarıldım, yaşamak için oraya girmem şarttı. Ama onlar bunu anlamıyormuşcasına ellerine geçirdikleri sopalarla beni ve benimle birlikte boşluğa atlamış olanları ittiriyorlardı, ısrarla…”Sizi buraya biz mi çağırdık, ne haliniz varsa görün” diyorlardı. Biz yine de ağlayarak yalvarmayı sürdürüyorduk. Oteldeki çığlıklar dinmemişti. Tam o sırada partinin il yöneticilerinden yaşlı bir adam pencerenin önüne geldi ve elini bana uzatıp “Gel kızım” dedi; 31 kişinin hayatını kurtarıyordu… Yaşadığımıza hâlâ inanamıyorduk. Koridorda sıkıştığımızı sanmıştık, kurtulamayacağımıza inanmıştık. Oysa tersine umutla üst katlara çıkanlar öldü. Partide geçirdiğimiz bir saat içinde bunun böyle olduğunu bilemiyorduk, çünkü otelin üst katlarındaki sesler kesilmişti, zannetmiştik ki itfaiye geldi ve onları kurtardı. Kurtulamadılar… Aslında Aziz Nesin de dahil, içeridekilerin kurtulup kurtulamadığını bilemiyorduk. Sonradan öğrendiğimize göre alevler ve duman iyice yükseldiğinde Aziz Nesin ve Lütfi Kaleli otelin dördüncü katına kadar çıkmışlar. Atılan taşlara rağmen pencerelerden sarkarak yardım istemişler. Üstünde bir itfaiye eriyle birlikte araç yaklaşmış, o arada “O ölecek olan adam, onu kurtarmayın” diye sesler çıkınca itfaiye eri geri inmiş. Ama bu arada zaten yolu yarılamış olan Aziz Nesin ve Lütfi Kaleli aracın üstüne inmişler. O arada bir saldırgan elindeki sırıkla Aziz Nesin’e hücum etmiş ve dengesini bozmuş; Aziz Nesin kafasını ciddi şekilde yaralamış. Hemen Kayseri’ye doğru yola çıkmışlarsa da Aziz Nesin çok kan kaybettiğinden üniversite hastanesine yönelmişler. İlk yardım yapılmış, sonra “bilinmeyen bir yöne doğru” gitmişler. Bir kandırmaca yaşatmışlar saldırganlarla Aziz Nesin arasında… Bütün bu ölüm korkusu içinde bir de “tuhaflıktan” söz etmek lazım. Bir insanın varlığının ne kadar anlamlı olduğunu düşündüm, unutmak hiç mümkün değil. Aziz Nesin’e, biri telsizli komiser, öteki otomatik silahlı iki polis koruma vermişler. Olayların patlak verişinden bir süre sonra silahlı olan gözden kayboldu. Telsizli komiser ise bizimle birlikte canını dişine taktı; barikattaki gençlerle birlikte saldırganlara karşı koydu, hava boşluğuna açılan pencereden inmemizi sağladı, sanki en yakın dostlarıymışız gibi davrandı hep… Unutmak mümkün değil…” Alıntı..
90 notes · View notes
senfonikankara · 5 years
Text
Beethoven, Senfoni No.9
Tumblr media
Beethoven’in 9. senfonisinin 7 Mayıs 1824’de gerçekleşen ilk seslendirmesinin 19. yüzyıl bestecileri üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Tarihteki ilk koral senfoni Peter Winter’in 1814 yılında seslendirilen Schlacht-Sinfonie’sidir. Ancak bu yapıt, tek bölümlü yapısı ile senfonik müziğin gelişim basamaklarının dışında tutulur. Bu sebeple ilk koral senfoni olarak değerlendirilebilecek 9. Senfoni, diğer pek çok devrimci özelliği de göz önünde bulundurulduğunda, müziğin ulaştığı doruk noktalarından biri olarak kabul edilir. 
Eserin siparişi 1817 yılında Londra Filarmoni Topluluğu tarafından verilmişti. Beethoven’in 1818 kış sezonu boyunca Londra’da kalması ve bu süre zarfında iki yeni senfoni bestelemesi isteniyordu. Sanatçı böylelikle dokuz ve onuncu senfonilerini yazmak üzere çalışmaya başladı. Ancak aynı dönemde ilk gençliğinden beri hayranı olduğu Schiller’in bir şiiri üzerine bir kantat yazmayı da, ki bu fikrini çok uzun yıllardır ertelemişti, planlıyordu. Sonuçta bu üç ayrı proje, ancak 1824 yılında, tek bir yapıt olarak sonuçlandı. Eserin yazılmasına neden olan ilk siparişe sadık kalınarak bu senfoninin hakları Londra Filarmoni Topluluğuna satıldı. 9. Senfoninin kazandığı büyük başarının ardından Beethoven 10. Senfonisini yazmaktan vazgeçti. Sonunda kendisi de ikna olmuştu; 9. Senfoni onun insanlığa söylemek istediği son sözlerdi. O güne değin sanatçıya büyük şöhret kazandıran, henüz hayattayken müzik tarihinin en önde gelen bestecileri arasında yer almasına neden olan eserleri hep çalgısal müzikler olmuştu. 22 yaşında sıradan bir genç olarak geldiği Viyana’da, diğer yüzlerce yetenekli besteci arasından sıyrılmasını sağlayan, onun sonatları, senfonileri ve yaylı dörtlüleriydi. Şan müziği konusunda yaptığı en önemli girişim olan Fidelio operası ise büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Peki öyleyse neden son sözleri olarak bir koral senfoni seçmişti? Bu zor soruya bir yanıt olmasa da bir ipucu bulabilmek için dönemin siyasi özelliklerine ve Beethoven’in zaman içerisinde bu özelliklere sanatıyla verdiği tepkilere bakalım.
15 ve 16. yüzyıllarda yapılanmaya başlayan kapitalist sistem 18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da etkinliğini kesin olarak hissettirmeye başlar. Artık siyasi güç, toprak sahibi aristokratların ve toprağın gerçek sahibi Tanrının temsilcisi kilisenin değil; paralı ordularıyla dünyanın dört bir yanında kurdukları sömürgelerden elde ettikleri ucuz hammaddeyi fabrikalarda işleyip satan burjuvazinindir. Yüzyıllardır ticaret yollarına sahip olarak dünyanın hakim gücü olan Osmanlı İmparatorluğu bu yeni ekonomik sistem karşısında gerilemeye başlar. Avrupa devletlerinin dünyanın yeni üstün gücü olabilmeleri için siyasi sitemin değişmesi gerekmektedir. Öyle de olur; Fransız Devriminin ardından cumhuriyet kurulur. Artık eşit haklara sahip özgür bireyler vardır.
Bu temel siyasi değişikliklere paralel olarak sanatçının ve sanatın tanımı değişir. Artık sanatçılar kiliseye veya bir aristokrata hizmet ederek değil yapıtlarını maddi bir değer karşılığında sunarak var olmaktadırlar.
18. yüzyıla kadar bir aristokrat eğlencesi olan opera daha geniş kitlelere seslenmeye başlar. Mozart gibi büyük dehaların eserleri bir kenarda tutulursa, dramatik içerik zayıflamaya başlar. Fransız Devriminin ardından ise görselliği ön planda tutan, devrim ideallerini heyecanla yüksek perdeden haykıran bir ton benimsenir. Aydınlanma Çağının dünyevi gerçekçilikle biçimlendirilmiş insan aklını ön planda tutan felsefeleri ise daha çok çalgısal müziğe yön verir. Konser salonlarının gözde türü olan senfoni ancak akılla kavranabilen yapısı ile ön plana çıkar.
Beethoven’a Viyana’da saygın bir besteci rütbesini getiren ilk senfonileri, aydınlanma felsefesinin gözettiği akıl ile devrim heyecanını başarıyla bir araya getirebilmiştir. Ancak bu eserleri meydana getiren temel etki siyasi bir taraftarlık değil, sonsuzlukla kucaklaşma arzusundaki insanın dizginlenemez özgür iradesidir. İşte bu etki sonuçta politik güçle çatışır. 1802 yılında devrim heyecanıyla yazılmaya başlanan ve devrim kahramanı Napolyon’a adanan üçüncü senfoni, akılla kavranan müzikal biçimin sınırlarını uç noktalara taşır. Ancak bu kahramamn kendisini imparator ilan etmesinin ardından yaşanan derin hayal kırıklığıyla Napolyon’un ismi, 1805 yılındaki ilk seslendirmeden önce, eserin kapağından kazınarak silinir. Beethoven’in bu yaptığı aslında 19. yüzyıl sanatçısının kısa ve net bir tanımıdır: bağımsız ve yalnız. 1809 yılında Napolyon’un Viyana kuşatması altında yazılan 5. Piyano Konçertosunun ikinci bölümünde bu yalnızlık açık bir biçimde duyulabilir.
Sanatçının 9. Senfoniyi yazmaya başladığı tarihte Napolyon diğer Avrupa devletleri karşısında yenilmiş, devrim ve cumhuriyet idealleri tüm Avrupa’da kökleşmiş, bu ideallere inanan ancak yaşanan büyük yıkımlardan ürken aydınlar arasında ulusal sınırları aşan bir bağ oluşmuştur. Bu bağ uluslararası düzeyde insani değerleri gözeten bir anlayıştır. Ancak “tüm insanların kardeşliği” gibi bir düşünce, o dönemde ancak Johann Gottfried Herder, Goethe, Schiller ve Beethoven gibi sanatıyla sonsuzluğa dokunmuş, böylelikle insanlığın aydınlanmasının ne demek olduğunu gerçekten anlamış çok az sayıda aydın tarafından kavranabiliyordu. Zenginliğini sömürmeye dayandıran, bunu da ancak sömürdüğü kültürleri aşağılayarak aklayan siyasi erk ve onların yönettiği geniş kitleler için ise bu kavramın anlaşılabilir bir tarafı yoktu.
İşte Beethoven’in insanlığa iletmek istediği son sözlerinde müziği ve sözü bir arada kullanmasının sebeplerinden biri bu olmalı. O dönemde pek çok insana yabancı olan bu kavramı yalnızca sözlerle açıklamaya çalışmak imkansızdı. Opera gibi ifadesi belirli bir metnin dramatik yapısıyla sınırlı bir eser yetersiz kalacaktı. Yalnızca çalgısal bir eser de anlatmak istediklerini ifade edemeyecekti. Çünkü Beethoven’in kesin olarak iletmek istediği bir mesaj vardı. Başka bir deyişle söylemek istediği şeyin gücü tek başlarına hem müziği, hem de sözleri aşıyordu.
Ancak eserin en çarpıcı özelliklerinden bir diğeri çok geniş çaplı yapısıdır. Yukarıda açıklamaya çalıştığım özelliklere sahip bir 19. yüzyıl sanatçısı olan Beethoven, ilk dönemlerinden itibaren eserlerinde bölümler arası farklılıkları aşan bir yapı elde ederek bütünsel bir sanat eseri yaratmanın yollarını aramıştır. 9. Senfonide de bölümleri ayrı ayrı ele almanın bir anlamı olamaz. İlk üç bölüm hem bir sonraki bölümü hem de eserin beynini teşkil eden final bölümünü hazırlar.
Eserin oldukça dikkate değer bir girişi vardır. Örneğin bir kahramana adanmış olan üçüncü senfoni büyük bir mi bemol majör akoru ile başlar. Bu akor kararlılığı ve otoriteyi simgeler. 9. Senfoni ise bu otoriter yapıya çok uzak bir biçimde belirsiz bir dörtlü aralıkla başlar. Bu aralık tüm insanlığı kucaklayan bu dev eserin altına serilmiş bir kilim gibidir. Bu girişin ardından sonat formundaki birinci bölüm gelir. Bu bölüm re minör tonunda başlayıp re majörde biten yapısıyla aydınlığa doğru yapılan yolculuğun başlangıcı gibidir. İkinci bölüm bu yolculuğun esrik coşkusunu ve ortadaki majör orta bölümü ile bu coşkuyla ulaşılan insanlık sevincini betimler. Üçüncü bölüm ulaşılan yerin huzurunu ve dinginliğini taşıyan bir tema ve onun çeşitlemelerinden oluşmuştur. Artık gerçeğin kapısına dek gelinmiştir.
Oradan içeri girildiğinde dördüncü bölüm başlar. Ancak dördüncü bölüm başladığında huzur yerini şiddetli bir reddedişe bırakır. O ana kadar duyulan tüm temalar hatırlanır ancak hepsi reddedilir. Kabul edilen ise koral teması olur. Schiller’in şiirinin dört kıtası çalgısal olarak orkestra tarafından duyurulur. Ardından Beethoven’in yazdığı sözlerle (Dostlarım, isterseniz bu duyduklarınızı değil daha hoş ve neşeli olanları söyleyelim) bas reçitatif, Schiller’in şiirini söylemek üzere koroyu çağırır. Orkestranın seslendirdiği interlüdlerle çeşitlenen temanın ardından, ilk bölümde ilk kıtanın kullanılmayan son dörtlüğü yeni bir temayla seslendirilir: “Kucaklaşın ey milyonlar, bu öpücük tüm dünyayadır, Kardeşlerim bu ışıldayan gök kubbenin ötesinde, Bizleri seven babamız olmalı”. Daha sonra ilk koral teması ve bu yeni tema fügal bir yapıda işlenerek eserin eşsiz finaline ulaşılır.
Dr. Onur TÜRKMEN
5 notes · View notes