Tumgik
#kitab-ı mukaddes
diyariedebiyat · 11 months
Text
BAUDELAİRE’İN KÖTÜLÜK ÇİÇEKLERİ
Baudelaire’de kötülük kavramını ve kötülüğün kaynağını anlayabilmek için kutsal dinlerde sözü edilen ilk günah kavramına ve yaradılış felsefesine göz atmak yerinde olacaktır.
Baudelaire’de kötülük kavramını ve kötülüğün kaynağını anlayabilmek için kutsal dinlerde sözü edilen ilk günah kavramına ve yaradılış felsefesine göz atmak yerinde olacaktır. Kutsal Kitap’ın yaradılış bölümünde insanın (Âdem) yaradılışıyla beraber, Allah insana ölümsüz bir ruh verir ve onu güzel bir cennet bahçesine yerleştirir. Buradaki her şey artık insanın emrindedir. Daha sonra, bu cennette…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yalnzardc · 2 years
Text
Kur'an-ı Mübin'den önceki semavi kitaplar, zamanların geçmesiyle birçok tahrifata maruz kalmış, hatta asıl nüshaları tamamen elden çıkmıştır. Tevrat'ın tahrif edildiği Bakara suresinin 75. Ayeti kerimesinde açıkça bildirilmiştir. Bugün Kitab-ı mukaddes adıyla bilinen kitaplar ise ilahi kitaplara has olan ulvi mahiyetten uzaktırlar. Dört büyük kitaptan Zebur, Musa (as) ın şeriatı üzerine inmiş ve Tevrat'ın hükümlerini nesh etmemiştir. Onda şiir vezni üzere mevizeler (vaazlar) vardı.
İncil'e gelince, Tevrat'ın bir takım şer'i hükümlerini nesh etmiş ve kuvvetli rivayetlere göre İsa (as) zamanında yazılmamış, Hz. İsa yazılı bir İncil bırakmamıştı. Şu anda Hıristiyanların elinde bulunan ve resmi olarak kabul edilen dört İncil vardır. Bunlar Matta, Luka, Markos ve Yuhanna İncili olarak adlandırılırlar. Hristiyan âlimlerine göre bu dört İncil, Hz. İsa'ya Allah (cc) tarafından indirilen İncil olmayıp, bu şahısların, Hz. İsa'nın hayatıyla ilgili bilgileri kendilerine göre toplamalarından ibarettir. Bu şekilde yazılan incillerin sayısı yetmişten fazladır. Hz. İsa'dan 70 yıl sonra, ilk İncili Matta yazmıştır Bugünkü mevcut en eski İncil nüshası yunancadır. Hz. İsa'nın dili ise Aramca idi.
5 notes · View notes
mehmet23sblog · 2 years
Text
AMENTÜ
İman ettim anlamında, iman esasları hakkında kullanılan tabir.
Amentü kelimesi Arapça olup 'amene" fiilinin nefs-i mütekellim vahdesi (di'li geçmiş zamanın 1. tekil şahsı)dır. Türkçe'de "inandım" demektir. Terim olarak ise, iman esaslarını ifade için kullanılır. Zira Arapça'da inanç esaslarını topluca bildiren cümleler "amentü" kelimesiyle başlamaktadır ki şu cümlelerdir: "Amentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusulihi ve'l-yevmi'l-ahiri ve bi'lkaderi hayrihi ve şerrihi mine'llahi teala". Bu cümlelerin Türkçe karşılığı şöyledir: "Ben, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna inandım." İşte müslümanın amentüsü yani inanç esasları bu cümlelerde formüle edilmiştir. Bu formül elbette ayet ve hadislere dayanmaktadır. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "...Fakat birr (kişiyi Allah'a yaklaştıran her iyi şey), Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden (in bu imanı)dır..." (el-Bakara, 2/177). Bu ayette ve Nisa suresinin şu ayetinde Cenab-ı Allah iman esaslarından beşini bir arada zikretmektedir. "Ey iman edenler! Allah'a, O'nun peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a iman (da sebat) edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkar ederek kafir olursa, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır. " (en-Nisa, 4/136) Cenab-ı Allah bu ayette müminlere, Allah'a, O'nun peygamberi Hz. Muhammed'e, peygamberine indirdiği Kitab (Kur'an)'a, daha önceki peygamberlere indirdiği mukaddes kitaplara inanmalarını emretmekte ve Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar edenlerin doğru yoldan tam olarak sapıp kafir olduklarını bildirmektedir.
Ömer (r.a.)'den sahih senetle rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), iman esaslarını altı madde halinde bildirmiştir. Cibril hadisi* diye meşhur olan bu hadise göre Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber'in yanında ashabdan bir kısmının bulunduğu bir zamanda insan kılığında gelmiş ve Hz. Peygamber'in dizinin dibine oturarak İslam, iman, ihsan ve kıyamet hakkında bilgi edinmek ve bunları ashaba öğretmek istemiştir. İmanla ilgili soruya Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bir de hayrı ve şerri ile kadere inanmandır." Cebrail de "doğru söyledin" diye tasdik etmiştir. (Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davud, Sünnet, 15; Tirmizi, İman, 4; İbn Mace, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 51...) Hz. Peygamberin bu ve benzeri hadislerinde, iman esaslarını altı madde halinde bildirmesiyle, iman esasları Amentü dediğimiz cümlelerde altı madde halinde ifade edilmiştir. Ehl-i Sünnet mensuplarınca ondört asırdır bu maddeler iman esasları olarak kabul edilmiş ve bu hususta icma-ı ümmet* tahakkuk etmiştir.
Her ne kadar iman esaslarını bildiren ayetlerde (el-Bakara, 2/177; 285; en-Nisa, 4/136..) kadere iman zikredilmemişse de kadere ve kazaya iman, Allah Teala'nın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın gereğidir. Bu sıfatlara inanma zarureti olduğu gibi bu sıfatlara iman da kaza ve kadere inanmayı gerekli kılar. Kaza ve kadere inanmak demek, iyi kötü, hayır fer, acı tatil her şeyin Allah'ın bilmesi, dilemesi, takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır. Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de mevcut bir takım ayetler kadere inanmamızı istemektedir. Mesela: "Şüphesiz biz, her şeyi bir takdir ile (kaderle, bir ölçüye göre) yarattık" (el-Kamer, 54/49), "O (Allah), her şeyi yaratıp ona bir nizam vermiş "mahlukatın mukadderatını tayin etmiştir." (el-Furkan, 25/2). gibi ayetler bunlardandır. Kaza ve kadere imanla ilgili ayet ve hadisler birbirini teyid ederek kesinlik ifade eder.
Bir insanın mümin sayılabilmesi, önce Allah'ın varlığına ve birliğine inanmasıyla gerçekleşir. Kısaca "La ilahe illallah * Muhammedün Resulullah" kelime-i tevhid*ini (birleme cümlesini) diliyle söyleyip kalbiyle buna inanan İslam'a ilk adımını atmış olur. Ancak hemen belirtelim ki bu cümle ile bütün iman esasları özlü ve toplu bir şekilde ifade edilmiş olur. Allah'ı yegane ilah tanıyan ve Hz. Muhammed'i O'nun elçisi (peygamberi) kabul eden kişi, Hz. Muhammed'in Allah tarafından getirdiği hükümlerin ve esasların tamamını toptan kabullenmiş ve benimsemiş demektir. Zaten İslami bir terim olarak iman şöyle tarif edilmektedir: "Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen İslami esasların, hükümlerin ve haberlerin doğru ve gerçek olduğuna gönülden, tereddütsüz inanmak ve bunların yeryüzünde uygulanmasından yana olmaktır." Bu inanca sahip kişiye de mümin denir. Bütün bunlara iman edip uygulanmasını istemeyenlerin imanı yok hükmündedir.
Demek ki mümin sayılabilmek için sadece Allah'a inanmak yetmiyor. Allah'a inanmakla beraber Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna ilahi emir ve yasakların insanlar arasında uygulanmasının lüzumuna inanmak gerekiyor. Yine, amentü esasları dediğimiz imanın şartlarına yani Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak icab ediyor. Hatta bunlar da yeterli olmayıp; bunlarla beraber Kur'an ve mütevatir hadislerle bildirilen ve halkın, derin bir tefekkür ve muhakemeye ihtiyaç duymadan bilebileceği dini hükümlere de inanmak ve uygulanmasını istemek zarureti vardır. Mesela, beş vakit namazın farz olduğuna, rekatlarının belli sayıda olduğuna, Ramazan orucunun, zekatın, gücü yetene hac etmenin farz olduğuna; haksız yere insan öldürmenin, şarap içmenin, ana-babaya asi olmanın, hırsızlık ve zina etmenin faiz ve yetim malı yemenin, vb. haram olduğuna inanmak şarttır...
İman bir bütün olup bölünme kabul etmediğinden, mümin sayılabilmek için bütün bu saydıklarımıza topluca ve herbirine ayrı ayrı inanma ve yeryüzünde bu hükümlerle hükmetmenin gereğini kabul etme mecburiyeti vardır. Bu, inanılması zaruri hususlardan birinin inkarı, tamamını inkar sayılmaktadır ve kafir olmaya sebeptir. Hiç kimseye, iman konuları arasında bazılarına inanmak ve bazılarını reddetmek hakkı tanınmamıştır. 'Biz bazılarına inanırız, bazılarına inanmayız' demek küfürdür. (el-Bakara, 2/85; en-Nisa, 4/150-151).
Amentü esaslarının mana ve mahiyeti hakkında özetle şunları söylememiz mümkündür: 1) Allah'a inanmanın manası şudur; Allah'ın var olduğuna; birliğine, eşi, dengi, benzeri olmadığına; yegane yaratıcı olduğuna; O'ndan başka bir ilah bulunmadığına; Allah'ın Kur'an'da bildirilen yüce sıfatlarına, her türlü kemal sıfatlarla muttasıf her türlü eksikliklerden uzak olduğuna; oğlu, kızı bulunmadığına; hiçbir şeye muhtaç olmadığına... vb. inanmak, 2) Allah'ın gözle görülmeyen nurani ve ruhani yaratıkları olan meleklerin varlığına inanmak, 3) Allah'ın, insanlar arasından, kendisiyle kulları arasında elçilik yapan peygamberler seçtiğine ve bunlardan ismi Kur'an'da bildirilenlerin tek tek peygamberliğine inanmak, 4) Allah'ın, peygamberlerden bazılarına kitaplar indirdiğine, bunlardan özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen Kur'an'a ve Kur'an'da zikredildiği üzere Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'a, Hz. Davud'a indirilen Zebur'a, Hz. İsa'ya indirilen İncil'e inanmak, 5) Ahiret gününe, kıyametin kopacağına, dünya hayatının son bulacağına, herkesin öleceğine ve tekrar diriltileceğine; hesaba, Sırata, Mizana, Cennet'e, Cehennem'e... vb. inanmak, 6) Kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak gerekmektedir.
Mümin sayılabilmek için bunlara toptan inanma gereği olduğu gibi, her birine ayrı ayrı inanmak da zaruridir. Bunlardan ve zarurat-ı diniyye (kesin dini emir ve yasaklar)dan herbirine inanmak gerekir. Bunlardan birini inkar, tamamını inkar sayıldığından, küfürdür. Zira imanda bölünme olmaz.
"Kalbinde arpa (zerre) ağırlığınca iman olduğu halde "La ilahe illallah" diyen Cehennem ateşinden çıkar (Cennet'e girer)" (Buhari, Tevhid, 19; Müslim, İman, 316, 325, 326; Nesai, İman, 18; Tirmizi, Birr, 61) hadisinin anlamı şudur: Cidden az bir imana sahip kimse Cehennem'de ebedi kalmaz. Cezasını çektikten sonra Cehennem'den çıkarılır, Cennet'e sokulur. Burada "az bir imanı olan" demek, "inanılması gerekenlerden bazılarına inanan, bazılarına inanmayan" demek değildir. İman bir bütün olduğundan, bu küfürdür. Müminler, iman esaslarına inanma açısından eşittirler. Ancak, imanlarının kuvvetli ve zayıf oluşları açısından farklıdırlar. Bir de İslam'ın emirlerinin yerine getirilmesi açısından farklıdırlar. "Kalbinde en küçük iman bulunan"dan maksat, zayıf bir imana sahip olup amellerde kusur eden demektir. Helal saymaksızın bazı haramları işleyen, farzları terk edenler cezalarını çektikten sonra Cennet'e gireceklerdir. (el-Ayni, Umdetu'l-Kari, Beyrut, (t.y), I, 168, 172, 173).
Şunu da belirtmek gerekir ki; bu ve benzeri hadislere bakıp da gayr-i müslimlerin (Ehl-i Kitab'ın) Cennet'e gireceğini sanmak imkansızdır. Çünkü -Allah Kur'an-ı Kerim'de onların kafir olduğunu açıkça bildirmiştir. (el-Maide, 5/17, 72-73; Nisa, 4/151-152). Cennet'i hak etmenin ilk şartı imandır. İman da, önce Allah'a Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmak ve bütün Kur'ani hükümlerin hiçbirin ihmal etmeden, eksiksiz olarak toplumda uygulanmasını istemekle gerçekleşir
2 notes · View notes
mantikutayr · 2 years
Photo
Tumblr media
stoa ve öhemerizm, klasik dönem yahudi katkısı, kitab-ı mukaddes tenkidinin ilk günleri ve ilk hrıstiyan apolojiler, 8.- 14 yüzyıllar müslümanların katkıları, 18.veya yy aydınlanmacılığı ve paganizmin yüceliği, 19. ve 20 yüzyılın ilk çeyreği: tarihselciliğin yükselişi ve dinlerin kökeni problemi, pan-babilon okulu, çağdaş akımlar ( din denomenolojisi, yapısalcılık psikolojik yaklaşımlar, perennial felsefe veya dinlerin aşkın birliği) gibi konu başlıkları olan -kürşad hocanın diğer kitaplarında olduğu gibi-  harika bir yol haritası.
‘’..duyguları ve önyargıyı paranteze alan dinler tarihi, kendine has bir metod olarak bugün de yaygınca kullanılmaktadır.. nasıl bir bakış açısına sahip olursa olsun, gerçekte dinle ilgili yapılan bütün çalışmalara tarihe veya dinler tarihine başvurmamak imkansızdır.’’ 
‘’..comparative religion’un ( mukayeseli dinler tarihi ) amacı, dinleri yalnızca geriye doğru değil, fakat aynı zamanda paralel bir şekilde yatay düzlemde de ele almayı öngörüyordu.’’ 
arka kapaktan: ..kürşad demirci bu eseriyle tarih boyunca ortaya çıkan dinler tarihindeki meseleleri, bu meselelere yaklaşımların temel mantığından yola çıkarak tartışır. dinler tarihi araştırmalarındaki tasvirî yaklaşımlara teorik bir zemin kazandırma gayreti ile kaleme alınan bu eser; kutsal, mitoloji, semboller gibi dinî fenomenler üzerine çalışan sosyal bilimleri de ilgilendiren ilginç tespitlerde bulunuyor. yazara göre, dinler tarihi çalışmaları milattan önce 5. yüzyıla, greklere kadar uzanan bir süreci kapsamaktadır. bu süreçte din bilimlerinden olan dinler tarihi, hem dinin hem de bilimin kullandığı kavramların etkisinde bugünlere gelmiştir. elinizdeki eser de yukarıdaki süreci esas alarak dinlerin kökeni, mahiyeti ve geleceği konusunda yapılan çalışmaları anlamlı bir bütün halinde sunmayı amaçlamaktadır.
5 notes · View notes
yasamkaynagi-blog · 4 years
Link
1 note · View note
lafahra · 5 years
Text
Tumblr media
Kur'an hem bir kitab-ı şeriat,
hem bir kitab-ı dua,
hem bir kitab-ı hikmet,
hem bir kitab-ı ubudiyet,
hem bir kitab-ı emir ve davet,
hem bir kitab-ı zikir,
hem bir kitab-ı fikir,
hem insanın bütün hâcât-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek,
câmi' bir Kitab-ı Mukaddes....
-Risale-i Nur
*İşarat-ül İ'caz
52 notes · View notes
mutmain1blog · 5 years
Text
Tumblr media
KUR'AN, BÜTÜN DİNÎ KİTABLARA FAİKTİR
Alman âlimlerinden ve müsteşriklerinden Jochahim Du Rulph (Yoahim Dü Raf) Kur'anın sıhhate verdiği ehemmiyetten bahsederken şu sözleri söylüyor:
İslâmiyetin, şimdiye kadar Avrupa muharrirlerinden hiçbirinin nazar-ı dikkatini celbetmeyen bir safhasını bahis mevzuu etmek istiyorum. İslâmiyetin bu safhası, onun sıhhati muhafaza için vukubulan emirleridir. Evvelâ şunu itiraf etmek lâzımdır: Kur'an, bu nokta-i nazardan bütün dinî kitablara faiktir. Kur'anın tarif ettiği basit fakat mükemmel sıhhî kaideleri nazar-ı dikkate alırsak; bu mukaddes kitab sayesinde, bütün dünyanın bazı kısımlarıyla; haşerat mahşeri olan Asya'nın, müdhiş bir tehlike olmaktan kurtulduğunu görürüz. Müslümanlık nezafeti, temizliği, nezaheti bütün sâliklerine farz etmekle, birçok tahribkâr mikropları imha etmiştir.
Jochahim
Nurun İlk Kapısı - 224
3 notes · View notes
nisaakademi · 2 years
Photo
Tumblr media
Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatüh. Nisâ Akademide belirlediğimiz “Kur’ân-ı Kerim Kavramları” derslerini Ahlak ve İnsan bahisleri olarak ikiye ayırmıştık. Katılımcılarımızla Ahlak bahsini bitirmiş ve şimdi İnsan bahsine başlamış bulunmaktayız. Kur’an-ı Kerimin ipini nereden tutarsanız tutun ve neresinden bakarsanız bakın çeşitliliği ve büyük bir hikmeti muhakkak bizlere sunmaktadır Biz bu dönemi bereketle ve büyük bir ufukla geçiriyoruz Elhamdülillah. Üstad Bediüzzaman’ın Kur’ân-ı Kerîmi anlattığı sözlerinin bir kısmını sizlere de sunmak istiyoruz; “Islâmiyetin mâ ve ziyasi; #ve nev-i beserin hikmet-i hakikiyesi; ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürsidi ve hâdîsi; ve insana hem bir kitab-i seriat; hem bir kitab-i dua; hem bir kitab-i hikmet; hem bir kitab-i ubudiyet; hem bir kitab-i emir ve davet; hem bir kitab-i zikir; hem bir kitab-i fikir; hem bütün insanin bütün hâcât-i mâneviyesine merci olacak çok kitaplari tazammun eden tek, câmi bir kitab-i mukaddestir; Hem bütün evliya ve siddikîn ve urefâ ve muhakkikînin muhtelif mesreplerine ve ayri ayri mesleklerine, herbirindeki mesrebin mezâkina lâyik ve o mesrebi tenvir edecek ve herbir meslegin mesâkina muvafik ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-i semâvîdir." #Nisaakademi #Kuranıkerim #islam #ihsan #iman https://www.instagram.com/p/CY1LkrgD4mD/?utm_medium=tumblr
1 note · View note
horozmehmetemin · 3 years
Text
Tumblr media
BİRDEN FAZLA EVLENMEK İSTEYEN KİŞİ EŞİNDEN İZİN ALMALI Mİ?
- Evli ve iki çocuk babasıyım, ama ikinci evlilik yapmak istiyorum. Birinci eşimin izni veya rızası olması şart mı?
- Poligami (çok evlilik) hakkında bilgi verir misiniz?
- Evli bir erkeğin, başka bir kadını çok sevmesi ve evli olduğu bayandan ayrılmasının mümkün olmadığı bir durumda, birinci hanımına söylemeden sevdiği kadının da razı olmasıyla, o kadınla nikâh kıyabilir mi?..
CEVAP
Birden fazla evlenmeyi düşünen erkek, eşler arasında davranış, geceleme, adalet, giyim, ihtiyaçları giderme ve diğer konularda aralarında hiç bir fark gözetmeyeceği konusunda kesin kararlı ise ve ikinci bir evliliğe ihtiyaç hissediyorsa evlenmesi caizdir. Aksi durumda ise nikahın geçerliliğine mani olmasa bile adaleti tesis etmediği için günaha girmiş olur. Eğer bu şartlara riayet etmezse haram işlemiş ve kul hakkına tecavüz etmiş olur.
Allah, Kur'an-ı Kerim'de birden fazla evliliğe müsaade etmiştir. Ancak adaletli olunamayacak durumlarda tek evliliğin yapılmasını istemiştir. Bu nedenle gerekli olmadıkça birden fazla evliliğin doğru olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü birden fazla evlilik durumunda eşit davranmanın nerdeyse imkansız olduğunu, en azından çok zor olduğunu ve her erkeğin işi olmadığını görmekteyiz.
Bununla beraber ikinci bir evliliğin zorunlu olduğunu düşünen birisinin de şahitler yanında nikah kıyabileceğini ve akrabalarına haber vermesinin farz olmadığını ifade edelim.
Çok eşlilik İslam'ın getirdiği bir sistem değildir. İslam öncesi dünyada yaygın olan ve sınır tanımayan bir şekildeydi. Kadının zaten hiçbir konuda fikir beyan etmesi bile mümkün değildi. İslam dini böyle bir ortamda ortaya çıktı ve bu çok eşliliği yirmi-otuzdan dörde indirdi. Buna da çeşitli şartlar getirdi. Bu konuda eşler arasında adaletin sağlanması gibi ağır şartlar getirdi. Aksi takdirde bir hanımla evlenmenin daha sağlıklı olacağını tavsiye etti.
İslam dininin çok evliliğe ruhsat vermesinin önemli hikmetleri vardır. Toplumlarda azımsanmayacak derecede var olan hastalık, iki cins arasındaki nüfus orantısızlığı gibi faktörler bu hikmetlerden bir kaçıdır. Örneğin, Batı medeniyetinde, hanımı felç de geçirse, deli de olsa, bir erkek ikinci bir hanımla evlenemez. Bu sebeple de gayrimeşru yolların kapısını açmak zorunda kalmıştır. Genellikle erkekler savaşa katılırlar. Bu savaşlarda erkeklerin ölmesi ve –özellikle ahir zamanda- bir hikmete binaen doğumlarda kız çocukların sayısının daha fazla olması kadınların ister istemez bekâr kalmasına sebep olmaktadır. İşte, gerek ağır ve müzmin hastalıklar sebebiyle olsun, ister kızların sayıca daha fazla olmasından dolayı olsun, bazen çok evlilik zorunlu hale gelebilir. Aksi takdirde, aile yuvası bir yandan erkek için cehenneme dönerken, diğer yandan birçok kadın, bu kutsal evlilik hakkından mahrum kalır. Bu ise, toplusal barışı zedelediği gibi, ahlâkı da deforme eder.
İşte İslam'ın çok evlilikle ilgili verdiği ruhsat bu yaraları tedavi etmeye yöneliktir. Bu asırda, mümkün oldukça, fertlerin tek evlilikle yetinmeleri daha uygundur. Bu durum onları zulümden, mutsuzluktan, hukukî yönden illegal eş ve çocuklarının haklarını zayi etmekten korur. Çok evlilik söz konusu olduğu takdirde, formel hukuk açısından eski eşinden izin alması gerekmiyorsa da, ailede saygı ve sevginin devamı adına böyle bir izin ve rızanın alınması daha uygun düşer.
ÇOK EVLİLİK
Eski Mısır Hukuku: Koca bazı şartlar altında birden fazla kadınla evlenebilirdi.
Babil Hukuku: Hamurabi kanunlarına göre, zevce çocuk doğurmazsa veya ağır bir hastalığa tutulursa, koca odalık alabilirdi.
Çin Hukuku: Kocanın serveti müsait olursa, ikinci derecede zevceler alabilirdi. Şu kadarki, bu kadından doğacak çocuklar, birinci ve asıl zevcenin çocukları sayılırdı.
Eski Brehmenler: Vichnou kitabına göre, erkekler bulundukları sınıflara göre bir, iki, üç veya daha fazla kadınla evlenebilirdi. Apastamba kitabında ise, bu konuda tahdit vardı, kadın vazifelerini hakkıyla yerine getirebiliyor ve erkek çocuğu da oluyorsa, koca ikinci bir kadınla evlenemezdi. Manu düsturlarında, bir adam, ilk zevcesini kendi toplumsal seviyesinde seçmesi lazımdı, ikinci zevcesini, daha alt tabakalardan alabilirdi.
Eski İran: Çok evlilik kabul edilmişti.
Roma Hukuku : Odalık almak, kanuni nikah olmaksızın yaşamak vardı.
Kitab-ı Mukaddes : Eski Ahid'de Davud (as)'ın bir çok kadınla evlendiği zikredilir. Eski Ahid'de çok evlilikten bahseden başka yerler de vardır. Müsevilite de çok evlilik vardı.
Yeni Ahid'de (İncil), birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir madde yoktur. Ancak tek zevce ile yetinmenin iyi olacağına dair tavsiyeler vardır.
Birden fazla evlenme, Hristiyanlık aleminde XVI. asra kadar normaldi.
İslam'dan önceki Arabistan: Çok evlilik konusunda hiç bir tahdit ve sınır yoktu. Erkek istediği kadar kadınla evlenebildiği gibi, aralarında zevce değişimi bile olurdu.
İSLAM'DA ÇOK EVLİLİK
Cenab-ı Hak buyuruyor:
"Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdir de) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır."(Nisa, 4/3)
Ayette açıkça görülmektedir ki, birden fazla -iki, üç, nihayet dört- kadınla evlenme; mutlaka yapılması gerekli farz ve vacib kabilinden bir emir değil, bir müsaadedir. Ancak bu izin, kadınlar arasında tam bir adalet yapmaya bağlanmış, Bir tek zevce ile yetinmenin, adalete en yakın ve en doğru yol olduğu belirtilmiş; adaleti yerine getiremeyeceğinden korkanın, tek kadınla yetinmesi emredilmiştir.
ÇOK EVLILILIK KONUSUNDA ISLAM PRENSIPLERI
1) Adetin sınırlandırılması: Cahiliye devrindeki erkeğin hudutsuz evliliğine sınır getirilmiş. Bu ayetin nuzulünden sonra Resulullah (asm)'ın emriyle dörtten fazla hanımı olanlar, fazlalarını boşadılar.
2) Eşler arasında adaletin gözetilmesi: Zevceler arasında adalet, yedirme, içirme, giydirme, barındırma, kocalık muamelesi, sevgide gösterilecektir. Yalnız şu varki, insanın sevgi hususunda tam bir eşitlik gösterebilmesi, imkansız denecek kadar zordur. Kadının çeşitli fiziksel ve ruhsal özellikleri sevginin derecesindeki farklılıkları meydana getirecektir. Erkek ne kadar eşitlik konusunda çaba harcasa da bunu başarması imkansız derecesindedir.
Cenab-ı Hak buyuruyor:
"Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa, 4/129)
Bu ayet-i kerimeyle Cenab-ı Hak erkekleri kadınlarına sevgi ve muhabbet hususunda mutlak bir eşitlik göstermekten afvetmiş. Sadece erkeğin bir tarafa bütün bütün meyledip ötekinden yüz çevirmesini yasaklamış, elinden geldiği kadar eşit davranmaya çalışmasını emretmiştir.
Peygamber Efendimiz (asm) birden fazla evlilik konusunda şu önemli ikazı yapmıştır:
"İki zevcesi olup da birine tamamen meyledip diğerini ihmal eden kimse, kıyamet gününde, bir yanı felçli olarak gelir." (İbn-i Mace, Nikah, 47; Mişkâtü’l-mesabih, 2/196)
Kadın, yaratılışı itibariyle erkeğini normal şartlar altında ikinci bir kadınla paylaşmaya razı olmadığı gibi, hiçbir kadın da mecbur kalmadan evli bir erkekle hayatını birleştirmek istenmez.
Çok (dörde kadar) evliliğin hak olduğuna inanmak imanın gereğidir. Ancak, buna inanmak kadının, kocasının kendi üzerine evlenmesini onaylayarak rıza göstermesi, tasvip etmesi zorunluluğunu getirmez.
Hiçbir mümin babadan da kızı üzerine damadının ikincisi, üçüncüsü veya dördüncü kadını almasını olgunlukla karşılaması beklenemez. Kadının kıskançlık fıtratı ve babalık şefkati buna engeldir.
Nitekim Peygamberimizin (asm) kızı Hz.Fatıma (r.anha), kocası Hz. Ali (ra)'nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimizin terbiyesinde büyüyen Hz.Fatıma (r.anha)'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı, Allah Resul�� (asm) onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü (asm), damad (asm)ı Hz.Ali (ra)'nin bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma (r.anah)'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz.Ali (ra)'nin Fatıma (r.anha)'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır.
Allah Resulü'nün (asm) bu davranışında, Müslüman kız ve babalarının damadın ikinci evliliğine karşı çıkabilecekleri hususunda ruhsat vardır denilebilir.
Sözün özü: İslam çok evliliği ne emir ne de tavsiye etmiştir. Sadece bazı zaruri hallerde müsaade etmiştir. Zaten yukarıdaki olayı naklettikten sonra diyecek bir şey olmasa gerek.
(Bu yazının hazırlanmasında büyük ölçüde, Mehmet DİKMEN tarafından kaleme alınan "İslam'da Kadın Hakları" isimli eserden ve Merhum Elmalı'nın Tefsirinden yararlanılmıştır.)
"Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdir de) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır." (Nisa Suresi / 3) Bu ayette geçen cariyeler ile kastedilen nedir?
Günümüzde bu mesele, " islam her gun biriyle gonul eglendirmeyi mesrulastiriyor" seklinde algilaniyor. Bu konudaki ruhsat, ruhsatin hangi sartlara ve donemlere bagli oldugu kismi es gecilip sadece erkegin salt yere goge sigmayan sehvetini(=insanimizin ifade ettikleri) teskin etmesinin, yani flortun ve capkinligin, zinanin resmiyete dokulmus, islamdaki "arka kapisi" olarak dusunuluyor. Nitekim "her gun sevgililerinden biriyle yatan bir erkegin bunu nikah altinda yapmasinin mantiken ne farki var" seklinde sorulara muhatap olduk..
Yazinizda bahsettiginiz eski donem milletlerinde de cok evliligin var olduguna dair bilgilerin, okuyucular tarafindan "islam yeni bir sey getirmedi, zaten cok evlilik vardi. Islam da onu devam ettirdi" seklinde algilanmis olmasi kuvvetli gorunuyor.
Fakat gercek tabiki boyle degil.
Islamla birlikte Cok evlilik asla "tesvik edilmemistir". Onceki kavim ve milletlerin yapageldikleri ahlaksiz ve sinirsiz evlendirilme de asla "tasvip edilmemistir". Islam tarihinde bu uygulamanin gelmesine bakacak olursak, Islamin birden fazla evliligi destekledigi degil, aksine flortu yasaklayip es sayisini azaltma hususlarina bakarak evlilikte "tek eslilige yaklasan" bir tavir sergiledigini goruruz.
Sinirsiz ve kuralsiz es kavramindan islam sayesinde bu 4'e kadar "indirilmis"tir. Pek cok ornege bakarak da bunun simdilerde bahsedildigi uzere " ne guzel islamda 4'e kadar yol var, kimse beni tutamaz" seklinde duusnuldugu uzere erkeklere bir "ikram" olarak bahsedilmemistir.
Islam sehvete calisan bir kurum degildir; ailenin dunyevi ve uhrevi saadetini temel alan duzenlemeler koyar. Sartlara gore farkli ruhsatlarin olmasi, islamin kolayligindandir. Bunun nedenle, cesitli kosullarla karsilasan muslumanin bocalamamasi icin aciklanmistir.
Cok evliligi Hz.Muhammed (s.a.v)zamanindaki ornekler de bu yondedir. Sorularla islamiyet editorunun de belirttigi uzere cok evlilik hem erkek hem kadin fitratina "cok agir" bir durumdur :
"Hiçbir mümin babadan da kızı üzerine damadının ikincisi, üçüncüsü veya dördüncü kadını almasını olgunlukla beklenemez. Kadının kıskançlık fıtratı ve babalık şefkati buna engeldir.
Nitekim: Peygamberimizin kızı Hz.Fatıma, kocası Hz.Ali'nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimizin terbiyesinde büyüyen Hz.Fatıma'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı Allah Resulü onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü, damadı Hz.Ali'nin bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz.Ali'nin Fatıma'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır."
Islamin getirdigi evlilik kavrami ; eslerin birbirini koruyucu ve destek olmasi gerekliligini on planda tutar. Ahiret kazancinin dunyada temin edilmesinin bir araci olarak gorur. Bu yuzden evlenilecek kiside olcut yuz guzelligi, mali ve parasi, soyu ve adi degil ; "dini yasantisinin guzel olmasi" olarak belirlemistir. Islamen en guzeli dinen en guzel olanla es deger olduguna gore; amac "islam adina evlilik" oldugu takdirde "dinen en guzel es" ile birlikte olundugunda baska es dusuncesi zaten akla gelmeyecektir.
Talep edilen Ikinci, ucuncu ve dorduncu evliliklere niyetin tek sebebi bilindigi uzere baska bedenlerle de seks yapma arzusudur. Sehvet ise gecici bir unsurdur. Bu sebeplerle yapilan evliliklerin 20 sene sonrasinda problemlere sebebiyet verebilecegi aciktir. Islam tarihinde cok evliligin yapildigi ornekler de savas sonrasi kadin sayisinin erkek sayisina mislinin cok olmasi, kadinlarin ihtiyaclarini giderip onlari gozetmeye yonelik orneklerdir.
Bunu haricinde de evlilikler tabiki yaygindi. Lakin bunu donemin toplumunun yasayis tarzi cercevesinde degerlendirmek gerekir. 20 ve belki daha fazlasi ese sahip olmanin normal oldugu bir arap toplumunda eslerin birden 4'e indirilmesi bile tepkiyle karsilanmis, 4'ten fazla esi olanalr eslerini bosamak durumunda kalmistir. Hal boyleyken "Size bir es daha hayirli ve selametiniz icin daha efdaldir" denilse Peygambere "cok fazla istiyorsun" tabirinden tepkiler elbetteki olacakti.
Gecici heves ve durtuler ancak bu dunyada, hatta bu dunyanin bile belirli bir kisminda bizi tatmin eder. Her ne sekilde olursa olsun, evlenilecek kisinin secimini islamin gosterdigi sekilde yapan kisi hem bu dunyada hem de uhrevi hayatinda saadeti yakalayacaktir.
Vesselam.
İslam Dini boşanmaya müsaade etmekle beraber hoş karşılamamıştır. Evliliğin sona ermesi ya talak ile olur, ya da fesih ile. Bunlarda şu yollarla gerçekleşir:
1- Erkeğin hanımını boşaması ile.
2- Erkeğin boşama hakkını kadına vermesinden sonra, kadının kocasını boşaması ile.
3- Lian sebebiyle. Yani, birbirinden şüphelenen karı koca bir birlerine zina isnadında bulunurlarsa, karşılıklı yeminleşirler ve lanet okuyarak ayrılırlar.
4- Hanımı müslüman olan kocanın islamı reddetmesi ile nikah sona erer.
5- Karı kocadan birinin dinden çıkmasıyla.
6- Erkek veya kız çocuğu velileri tarafından bülüğa ermeden nikahlanırsa, büluğa erdiğinde nikahını devam ettirme veya yok sayma hakları vardır.
7- Bir birlerine denk olmayanların mahkeme kararı ile ayrılmasıyla.
8- Kadında veya erkekte bulunan bir cinsel arıza veya başka kusurlardan dolayı mahkeme kararı ile ayrılma.
Geniş bilgi için bakınız: Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı, 9/259-500
aleynama
Evet bu konu hem Hadis kitaplarında hem de Tarih kaynaklarında geçmektedir:
İslâm’a göre kız-erkek ayırımı yoktur. Ve Allah Resûlü bunu bizzat kendileri göstermiştir. Nasıl ayrım olabilir ki, birisi Hz. Muhammed ise diğeri Hz. Hatice’dir. Biri Adem ise diğeri Havva’dır. Biri Ali ise diğeri Fâtıma’dır.
O Fâtıma ki, Allah Resûlü’nün kızıdır. Kıyamete kadar gelecek bütün Ehl-i Beyt’in anasıdır. O bizim de anamızdır..!
İşte Allah Resûlü, bu incelerden ince Fâtıma yanına gelince hemen ayağa kalkar, onun elinden tutup getirir ve kendi oturduğu yere oturturdu. Hâlini-hatırını sorar, onu sever, okşar ve gönderirken de yine aynı iltifatlarla gönderirdi.(1)
Bir ara Hz. Ali, Ebu Cehil’in kızıyla evlenmek istemişti. Gerçi bu mübarek kadın da ağabeyi İkrime gibi İslâm’a girmiş ve sonsuzluk kervanına katılmıştı; fakat bu evlilik muhtemelen Fâtıma’yı rahatsız edecekti. Belki de Hz. Ali böyle bir evliliğin Hz. Fâtıma’yı bu şekilde rahatsız edeceğini hiç ama hiç düşünmemişti. Fâtıma gelip durumu Allah Resûlü’ne arzedip üzüntüsünü dile getirince, O’nu mahzun gören İki Cihan Serveri, çok üzülmüş ve hemen minbere çıkmış ve şu hutbeyi irad buyurmuşlardı: “Duydum ki, Ali, Fâtıma’nın üzerine evlenmek istiyormuş. Eğer Ali bu düşüncesinde kararlı ise, Fâtıma’yı boşamalıdır. Zira bu durum Fâtıma’yı üzmektedir. Fâtıma ise benden bir parçadır. Onu üzen beni üzmüş olur. Onu sevindiren de, beni sevindirmiş demektir.”
Bu sözleri dinleyenlerin arasında Hz. Ali de vardı... Derhal evvelki düşüncesinden vazgeçti ve Fâtımasının yanına döndü.(2)
Zaten Hz. Ali, Allah Resûlü’nün kızını gözünün akı gibi aziz tutuyor, onun kendisine karşı böylesine bağlı olduğunu bilen Fâtıma da hiç şüphesiz O’nu canından çok seviyordu. Aslında bu ince kadının, sanki, evliyâ ve asfiyaya nüvelik etmesinin dışında da bir misyonu yok gibiydi.. gözleri hep babasında ve O’nun davasındaydı. Allah Resûlü, son demlerinde O’na vefatını haber verdiğinde cihanı velveleye veren ağlamasının; ve ilk vefat edip kendisine kavuşacak olanın da, o olduğunu söyleyince bayram sevinciyle gülmesinin başka türlü izahı da mümkün değildi.(3) Evet, baba onu, o da babasını çok seviyordu. Ancak, Allah Resûlü, Fâtıma’yı severken de dengeyi korumasını biliyor, hep ölçülü hareket ediyor ve onu, insan ruhunun yükselmesi gereken âlemlere göre hazırlıyordu. Çünkü ebedî beraberlik ancak orada olacaktı. Kızı Fâtıma ile Allah Resûlü, ancak 25 sene beraber olabilmişlerdi. Evet, Hz. Fâtıma, Allah Resûlü’nün irtihalinden altı ay sonra vefat etmiş ve vefat ettiğinde de ancak 25 yaşındaydı.(4)
(1) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 98; Buhârî, Menâkıb, 25; Mecmau’z-Zevâîd, 9/203
(2) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 93-96
(3) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 98, 99; Buhârî, Menâkıb, 25
(4) Mecmau’z-Zevâid, 9/211; İbn Sa’d, Tabakat, 8/29; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/379
0 notes
ahmetduzen · 4 years
Photo
Tumblr media
Suudi Arabistan Kralı Faysal kendisine Kur'an-ı Kerim hediye etmiştir. Arapça dili üzerine çalışmış ve Kur'ân Arapçası'nı öğrenmiştir. 1976 yılında yazdığı "Kitab-ı Mukaddes Kuran ve Bilim" adlı kitabı dünya çapında milyonlar satmış ve O'nu büyük bir üne kavuşturmuştur. Özetle, kutsal kitaplar ile bilimi karşılaştırmış ve sadece Kur'an'ı Kerim'in bilimle uyumlu olduğunu tespit etmiştir. Bugünki Kur'ân Hazret-i Muhammed'e (a.s.m.) vahiy olunan kitabın aynısıdır. Halbuki, İncil ile Tevrat hakkında birçok şüpheler ileri sürülmektedir. Profesör Doktor, Yazar ve Egyptologist, (Morris) Maurice Bucaille. #mauricebucaille (Zile, Tokat) https://www.instagram.com/p/B_hKdycDbmAVLEnlCrZoK6Z_PEdFuEppy9PdHk0/?igshid=gq2o4whgsr7n
0 notes
masumcetin · 7 years
Photo
Tumblr media
     Lam önündeki kâğıda yine ustalıkla ilk bakışta düz bir çizgi sandığım uzun bir Elif harfi yaptı. Konuyu değiştirmek istediğini anladım. “Hurufi inancında Elif harfinin çok özel bir yeri vardır,” dedi. “Elif tecellidir.”     Kâğıda çizdiği Elif harfine baktım. Bir kılıç gibi keskin ve estetikti.     “Her şeyin kelimelerden oluştuğunun kabul edildiği bir inanışta ilk harf elbet önemli olmalı.”     “Doğru,” dedi Lam. “Elif tüm harflerin başlangıcı ve tüm varlığın tohumu olarak kabul edilir. Bütün kelimeler harflerden teşekkül etmiştir ve bütün harfler de Elif harfinin sesinden ibarettir. Bu özelliğiyle de ‘bir’ rakamına benzer. ‘Bir’ rakamının bütün sayılara yayıldığı gibi, Elif de bütün harflere yayılır. Her şey ona ilişir ama o hiçbir şeye ilişmez.”      “Hiçbir harfe ilişmez derken ne demek istiyorsun?”      “Elif harfi yazıda başka bir harfle bitişmez, başka harfler ona bitişir. Bu yüzden elif harfine mukaddes harf denir, yani başkasına ilişmekten uzak olan harf anlamında.”       Düşünceli düşünceli kafamı salladım.       “Yani yalnız bir harf Elif.”       Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı.      “Yalnız denemez aslında. Çünkü Elif ne onlardandır, ne de onların dışında. Zatı münezzeh bir harftir.” (s.260).                                                                                                     ***            Gece kafamı yastığa koyduğumda bugün Lam’ın anlattıklarını ve Lamelif harfini düşündüm. Elif ve Lam birlikte lamelif’i oluşturuyorlardı.      İki harfin birleşmesinden oluşmasına rağmen bir bütün oluşturacak kadar bir’di Lamelif. Lam’la bir olmak fikri… Lam’ını bulmuş Elif olmak fikri ne kadar güzeldi.      Tek ve bir olmak… Lamelif olmak (s.264).
Gülfem Pamuk, Kitab-ı Siyah Kalem
52 notes · View notes
brieffarmnerdhoagie · 5 years
Text
Tumblr media
BİRDEN FAZLA EVLENMEK İSTEYEN KİŞİ EŞİNDEN IZİN ALMALI Mİ?
- Evli ve iki çocuk babasıyım, ama ikinci evlilik yapmak istiyorum. Birinci eşimin izni veya rızası olması şart mı?
- Poligami (çok evlilik) hakkında bilgi verir misiniz?
- Evli bir erkeğin, başka bir kadını çok sevmesi ve evli olduğu bayandan ayrılmasının mümkün olmadığı bir durumda, birinci hanımına söylemeden sevdiği kadının da razı olmasıyla, o kadınla nikâh kıyabilir mi?..
CEVAP
Birden fazla evlenmeyi düşünen erkek, eşler arasında davranış, geceleme, adalet, giyim, ihtiyaçları giderme ve diğer konularda aralarında hiç bir fark gözetmeyeceği konusunda kesin kararlı ise ve ikinci bir evliliğe ihtiyaç hissediyorsa evlenmesi caizdir. Aksi durumda ise nikahın geçerliliğine mani olmasa bile adaleti tesis etmediği için günaha girmiş olur. Eğer bu şartlara riayet etmezse haram işlemiş ve kul hakkına tecavüz etmiş olur.
Allah, Kur'an-ı Kerim'de birden fazla evliliğe müsaade etmiştir. Ancak adaletli olunamayacak durumlarda tek evliliğin yapılmasını istemiştir. Bu nedenle gerekli olmadıkça birden fazla evliliğin doğru olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü birden fazla evlilik durumunda eşit davranmanın nerdeyse imkansız olduğunu, en azından çok zor olduğunu ve her erkeğin işi olmadığını görmekteyiz.
Bununla beraber ikinci bir evliliğin zorunlu olduğunu düşünen birisinin de şahitler yanında nikah kıyabileceğini ve akrabalarına haber vermesinin farz olmadığını ifade edelim.
Çok eşlilik İslam'ın getirdiği bir sistem değildir. İslam öncesi dünyada yaygın olan ve sınır tanımayan bir şekildeydi. Kadının zaten hiçbir konuda fikir beyan etmesi bile mümkün değildi. İslam dini böyle bir ortamda ortaya çıktı ve bu çok eşliliği yirmi-otuzdan dörde indirdi. Buna da çeşitli şartlar getirdi. Bu konuda eşler arasında adaletin sağlanması gibi ağır şartlar getirdi. Aksi takdirde bir hanımla evlenmenin daha sağlıklı olacağını tavsiye etti.
İslam dininin çok evliliğe ruhsat vermesinin önemli hikmetleri vardır. Toplumlarda azımsanmayacak derecede var olan hastalık, iki cins arasındaki nüfus orantısızlığı gibi faktörler bu hikmetlerden bir kaçıdır. Örneğin, Batı medeniyetinde, hanımı felç de geçirse, deli de olsa, bir erkek ikinci bir hanımla evlenemez. Bu sebeple de gayrimeşru yolların kapısını açmak zorunda kalmıştır. Genellikle erkekler savaşa katılırlar. Bu savaşlarda erkeklerin ölmesi ve –özellikle ahir zamanda- bir hikmete binaen doğumlarda kız çocukların sayısının daha fazla olması kadınların ister istemez bekâr kalmasına sebep olmaktadır. İşte, gerek ağır ve müzmin hastalıklar sebebiyle olsun, ister kızların sayıca daha fazla olmasından dolayı olsun, bazen çok evlilik zorunlu hale gelebilir. Aksi takdirde, aile yuvası bir yandan erkek için cehenneme dönerken, diğer yandan birçok kadın, bu kutsal evlilik hakkından mahrum kalır. Bu ise, toplusal barışı zedelediği gibi, ahlâkı da deforme eder.
İşte İslam'ın çok evlilikle ilgili verdiği ruhsat bu yaraları tedavi etmeye yöneliktir. Bu asırda, mümkün oldukça, fertlerin tek evlilikle yetinmeleri daha uygundur. Bu durum onları zulümden, mutsuzluktan, hukukî yönden illegal eş ve çocuklarının haklarını zayi etmekten korur. Çok evlilik söz konusu olduğu takdirde, formel hukuk açısından eski eşinden izin alması gerekmiyorsa da, ailede saygı ve sevginin devamı adına böyle bir izin ve rızanın alınması daha uygun düşer.
ÇOK EVLİLİK
Eski Mısır Hukuku: Koca bazı şartlar altında birden fazla kadınla evlenebilirdi.
Babil Hukuku: Hamurabi kanunlarına göre, zevce çocuk doğurmazsa veya ağır bir hastalığa tutulursa, koca odalık alabilirdi.
Çin Hukuku: Kocanın serveti müsait olursa, ikinci derecede zevceler alabilirdi. Şu kadarki, bu kadından doğacak çocuklar, birinci ve asıl zevcenin çocukları sayılırdı.
Eski Brehmenler: Vichnou kitabına göre, erkekler bulundukları sınıflara göre bir, iki, üç veya daha fazla kadınla evlenebilirdi. Apastamba kitabında ise, bu konuda tahdit vardı, kadın vazifelerini hakkıyla yerine getirebiliyor ve erkek çocuğu da oluyorsa, koca ikinci bir kadınla evlenemezdi. Manu düsturlarında, bir adam, ilk zevcesini kendi toplumsal seviyesinde seçmesi lazımdı, ikinci zevcesini, daha alt tabakalardan alabilirdi.
Eski İran: Çok evlilik kabul edilmişti.
Roma Hukuku : Odalık almak, kanuni nikah olmaksızın yaşamak vardı.
Kitab-ı Mukaddes : Eski Ahid'de Davud (as)'ın bir çok kadınla evlendiği zikredilir. Eski Ahid'de çok evlilikten bahseden başka yerler de vardır. Müsevilite de çok evlilik vardı.
Yeni Ahid'de (İncil), birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir madde yoktur. Ancak tek zevce ile yetinmenin iyi olacağına dair tavsiyeler vardır.
Birden fazla evlenme, Hristiyanlık aleminde XVI. asra kadar normaldi.
İslam'dan önceki Arabistan: Çok evlilik konusunda hiç bir tahdit ve sınır yoktu. Erkek istediği kadar kadınla evlenebildiği gibi, aralarında zevce değişimi bile olurdu.
İSLAM'DA ÇOK EVLİLİK
Cenab-ı Hak buyuruyor:
"Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdir de) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır."(Nisa, 4/3)
Ayette açıkça görülmektedir ki, birden fazla -iki, üç, nihayet dört- kadınla evlenme; mutlaka yapılması gerekli farz ve vacib kabilinden bir emir değil, bir müsaadedir. Ancak bu izin, kadınlar arasında tam bir adalet yapmaya bağlanmış, Bir tek zevce ile yetinmenin, adalete en yakın ve en doğru yol olduğu belirtilmiş; adaleti yerine getiremeyeceğinden korkanın, tek kadınla yetinmesi emredilmiştir.
ÇOK EVLILILIK KONUSUNDA ISLAM PRENSIPLERI
1) Adetin sınırlandırılması: Cahiliye devrindeki erkeğin hudutsuz evliliğine sınır getirilmiş. Bu ayetin nuzulünden sonra Resulullah (asm)'ın emriyle dörtten fazla hanımı olanlar, fazlalarını boşadılar.
2) Eşler arasında adaletin gözetilmesi: Zevceler arasında adalet, yedirme, içirme, giydirme, barındırma, kocalık muamelesi, sevgide gösterilecektir. Yalnız şu varki, insanın sevgi hususunda tam bir eşitlik gösterebilmesi, imkansız denecek kadar zordur. Kadının çeşitli fiziksel ve ruhsal özellikleri sevginin derecesindeki farklılıkları meydana getirecektir. Erkek ne kadar eşitlik konusunda çaba harcasa da bunu başarması imkansız derecesindedir.
Cenab-ı Hak buyuruyor:
"Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa, 4/129)
Bu ayet-i kerimeyle Cenab-ı Hak erkekleri kadınlarına sevgi ve muhabbet hususunda mutlak bir eşitlik göstermekten afvetmiş. Sadece erkeğin bir tarafa bütün bütün meyledip ötekinden yüz çevirmesini yasaklamış, elinden geldiği kadar eşit davranmaya çalışmasını emretmiştir.
Peygamber Efendimiz (asm) birden fazla evlilik konusunda şu önemli ikazı yapmıştır:
"İki zevcesi olup da birine tamamen meyledip diğerini ihmal eden kimse, kıyamet gününde, bir yanı felçli olarak gelir." (İbn-i Mace, Nikah, 47; Mişkâtü’l-mesabih, 2/196)
Kadın, yaratılışı itibariyle erkeğini normal şartlar altında ikinci bir kadınla paylaşmaya razı olmadığı gibi, hiçbir kadın da mecbur kalmadan evli bir erkekle hayatını birleştirmek istenmez.
Çok (dörde kadar) evliliğin hak olduğuna inanmak imanın gereğidir. Ancak, buna inanmak kadının, kocasının kendi üzerine evlenmesini onaylayarak rıza göstermesi, tasvip etmesi zorunluluğunu getirmez.
Hiçbir mümin babadan da kızı üzerine damadının ikincisi, üçüncüsü veya dördüncü kadını almasını olgunlukla karşılaması beklenemez. Kadının kıskançlık fıtratı ve babalık şefkati buna engeldir.
Nitekim Peygamberimizin (asm) kızı Hz.Fatıma (r.anha), kocası Hz. Ali (ra)'nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimizin terbiyesinde büyüyen Hz.Fatıma (r.anha)'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı, Allah Resulü (asm) onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü (asm), damad (asm)ı Hz.Ali (ra)'nin bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma (r.anah)'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz.Ali (ra)'nin Fatıma (r.anha)'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır.
Allah Resulü'nün (asm) bu davranışında, Müslüman kız ve babalarının damadın ikinci evliliğine karşı çıkabilecekleri hususunda ruhsat vardır denilebilir.
Sözün özü: İslam çok evliliği ne emir ne de tavsiye etmiştir. Sadece bazı zaruri hallerde müsaade etmiştir. Zaten yukarıdaki olayı naklettikten sonra diyecek bir şey olmasa gerek.
(Bu yazının hazırlanmasında büyük ölçüde, Mehmet DİKMEN tarafından kaleme alınan "İslam'da Kadın Hakları" isimli eserden ve Merhum Elmalı'nın Tefsirinden yararlanılmıştır.)
"Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdir de) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır." (Nisa Suresi / 3) Bu ayette geçen cariyeler ile kastedilen nedir?
Günümüzde bu mesele, " islam her gun biriyle gonul eglendirmeyi mesrulastiriyor" seklinde algilaniyor. Bu konudaki ruhsat, ruhsatin hangi sartlara ve donemlere bagli oldugu kismi es gecilip sadece erkegin salt yere goge sigmayan sehvetini(=insanimizin ifade ettikleri) teskin etmesinin, yani flortun ve capkinligin, zinanin resmiyete dokulmus, islamdaki "arka kapisi" olarak dusunuluyor. Nitekim "her gun sevgililerinden biriyle yatan bir erkegin bunu nikah altinda yapmasinin mantiken ne farki var" seklinde sorulara muhatap olduk..
Yazinizda bahsettiginiz eski donem milletlerinde de cok evliligin var olduguna dair bilgilerin, okuyucular tarafindan "islam yeni bir sey getirmedi, zaten cok evlilik vardi. Islam da onu devam ettirdi" seklinde algilanmis olmasi kuvvetli gorunuyor.
Fakat gercek tabiki boyle degil.
Islamla birlikte Cok evlilik asla "tesvik edilmemistir". Onceki kavim ve milletlerin yapageldikleri ahlaksiz ve sinirsiz evlendirilme de asla "tasvip edilmemistir". Islam tarihinde bu uygulamanin gelmesine bakacak olursak, Islamin birden fazla evliligi destekledigi degil, aksine flortu yasaklayip es sayisini azaltma hususlarina bakarak evlilikte "tek eslilige yaklasan" bir tavir sergiledigini goruruz.
Sinirsiz ve kuralsiz es kavramindan islam sayesinde bu 4'e kadar "indirilmis"tir. Pek cok ornege bakarak da bunun simdilerde bahsedildigi uzere " ne guzel islamda 4'e kadar yol var, kimse beni tutamaz" seklinde duusnuldugu uzere erkeklere bir "ikram" olarak bahsedilmemistir.
Islam sehvete calisan bir kurum degildir; ailenin dunyevi ve uhrevi saadetini temel alan duzenlemeler koyar. Sartlara gore farkli ruhsatlarin olmasi, islamin kolayligindandir. Bunun nedenle, cesitli kosullarla karsilasan muslumanin bocalamamasi icin aciklanmistir.
Cok evliligi Hz.Muhammed (s.a.v)zamanindaki ornekler de bu yondedir. Sorularla islamiyet editorunun de belirttigi uzere cok evlilik hem erkek hem kadin fitratina "cok agir" bir durumdur :
"Hiçbir mümin babadan da kızı üzerine damadının ikincisi, üçüncüsü veya dördüncü kadını almasını olgunlukla beklenemez. Kadının kıskançlık fıtratı ve babalık şefkati buna engeldir.
Nitekim: Peygamberimizin kızı Hz.Fatıma, kocası Hz.Ali'nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimizin terbiyesinde büyüyen Hz.Fatıma'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı Allah Resulü onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü, damadı Hz.Ali'nin bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz.Ali'nin Fatıma'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır."
Islamin getirdigi evlilik kavrami ; eslerin birbirini koruyucu ve destek olmasi gerekliligini on planda tutar. Ahiret kazancinin dunyada temin edilmesinin bir araci olarak gorur. Bu yuzden evlenilecek kiside olcut yuz guzelligi, mali ve parasi, soyu ve adi degil ; "dini yasantisinin guzel olmasi" olarak belirlemistir. Islamen en guzeli dinen en guzel olanla es deger olduguna gore; amac "islam adina evlilik" oldugu takdirde "dinen en guzel es" ile birlikte olundugunda baska es dusuncesi zaten akla gelmeyecektir.
Talep edilen Ikinci, ucuncu ve dorduncu evliliklere niyetin tek sebebi bilindigi uzere baska bedenlerle de seks yapma arzusudur. Sehvet ise gecici bir unsurdur. Bu sebeplerle yapilan evliliklerin 20 sene sonrasinda problemlere sebebiyet verebilecegi aciktir. Islam tarihinde cok evliligin yapildigi ornekler de savas sonrasi kadin sayisinin erkek sayisina mislinin cok olmasi, kadinlarin ihtiyaclarini giderip onlari gozetmeye yonelik orneklerdir.
Bunu haricinde de evlilikler tabiki yaygindi. Lakin bunu donemin toplumunun yasayis tarzi cercevesinde degerlendirmek gerekir. 20 ve belki daha fazlasi ese sahip olmanin normal oldugu bir arap toplumunda eslerin birden 4'e indirilmesi bile tepkiyle karsilanmis, 4'ten fazla esi olanalr eslerini bosamak durumunda kalmistir. Hal boyleyken "Size bir es daha hayirli ve selametiniz icin daha efdaldir" denilse Peygambere "cok fazla istiyorsun" tabirinden tepkiler elbetteki olacakti.
Gecici heves ve durtuler ancak bu dunyada, hatta bu dunyanin bile belirli bir kisminda bizi tatmin eder. Her ne sekilde olursa olsun, evlenilecek kisinin secimini islamin gosterdigi sekilde yapan kisi hem bu dunyada hem de uhrevi hayatinda saadeti yakalayacaktir.
Vesselam.
İslam Dini boşanmaya müsaade etmekle beraber hoş karşılamamıştır. Evliliğin sona ermesi ya talak ile olur, ya da fesih ile. Bunlarda şu yollarla gerçekleşir:
1- Erkeğin hanımını boşaması ile.
2- Erkeğin boşama hakkını kadına vermesinden sonra, kadının kocasını boşaması ile.
3- Lian sebebiyle. Yani, birbirinden şüphelenen karı koca bir birlerine zina isnadında bulunurlarsa, karşılıklı yeminleşirler ve lanet okuyarak ayrılırlar.
4- Hanımı müslüman olan kocanın islamı reddetmesi ile nikah sona erer.
5- Karı kocadan birinin dinden çıkmasıyla.
6- Erkek veya kız çocuğu velileri tarafından bülüğa ermeden nikahlanırsa, büluğa erdiğinde nikahını devam ettirme veya yok sayma hakları vardır.
7- Bir birlerine denk olmayanların mahkeme kararı ile ayrılmasıyla.
8- Kadında veya erkekte bulunan bir cinsel arıza veya başka kusurlardan dolayı mahkeme kararı ile ayrılma.
Geniş bilgi için bakınız: Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı, 9/259-500
aleynama
Evet bu konu hem Hadis kitaplarında hem de Tarih kaynaklarında geçmektedir:
İslâm’a göre kız-erkek ayırımı yoktur. Ve Allah Resûlü bunu bizzat kendileri göstermiştir. Nasıl ayrım olabilir ki, birisi Hz. Muhammed ise diğeri Hz. Hatice’dir. Biri Adem ise diğeri Havva’dır. Biri Ali ise diğeri Fâtıma’dır.
O Fâtıma ki, Allah Resûlü’nün kızıdır. Kıyamete kadar gelecek bütün Ehl-i Beyt’in anasıdır. O bizim de anamızdır..!
İşte Allah Resûlü, bu incelerden ince Fâtıma yanına gelince hemen ayağa kalkar, onun elinden tutup getirir ve kendi oturduğu yere oturturdu. Hâlini-hatırını sorar, onu sever, okşar ve gönderirken de yine aynı iltifatlarla gönderirdi.(1)
Bir ara Hz. Ali, Ebu Cehil’in kızıyla evlenmek istemişti. Gerçi bu mübarek kadın da ağabeyi İkrime gibi İslâm’a girmiş ve sonsuzluk kervanına katılmıştı; fakat bu evlilik muhtemelen Fâtıma’yı rahatsız edecekti. Belki de Hz. Ali böyle bir evliliğin Hz. Fâtıma’yı bu şekilde rahatsız edeceğini hiç ama hiç düşünmemişti. Fâtıma gelip durumu Allah Resûlü’ne arzedip üzüntüsünü dile getirince, O’nu mahzun gören İki Cihan Serveri, çok üzülmüş ve hemen minbere çıkmış ve şu hutbeyi irad buyurmuşlardı: “Duydum ki, Ali, Fâtıma’nın üzerine evlenmek istiyormuş. Eğer Ali bu düşüncesinde kararlı ise, Fâtıma’yı boşamalıdır. Zira bu durum Fâtıma’yı üzmektedir. Fâtıma ise benden bir parçadır. Onu üzen beni üzmüş olur. Onu sevindiren de, beni sevindirmiş demektir.”
Bu sözleri dinleyenlerin arasında Hz. Ali de vardı... Derhal evvelki düşüncesinden vazgeçti ve Fâtımasının yanına döndü.(2)
Zaten Hz. Ali, Allah Resûlü’nün kızını gözünün akı gibi aziz tutuyor, onun kendisine karşı böylesine bağlı olduğunu bilen Fâtıma da hiç şüphesiz O’nu canından çok seviyordu. Aslında bu ince kadının, sanki, evliyâ ve asfiyaya nüvelik etmesinin dışında da bir misyonu yok gibiydi.. gözleri hep babasında ve O’nun davasındaydı. Allah Resûlü, son demlerinde O’na vefatını haber verdiğinde cihanı velveleye veren ağlamasının; ve ilk vefat edip kendisine kavuşacak olanın da, o olduğunu söyleyince bayram sevinciyle gülmesinin başka türlü izahı da mümkün değildi.(3) Evet, baba onu, o da babasını çok seviyordu. Ancak, Allah Resûlü, Fâtıma’yı severken de dengeyi korumasını biliyor, hep ölçülü hareket ediyor ve onu, insan ruhunun yükselmesi gereken âlemlere göre hazırlıyordu. Çünkü ebedî beraberlik ancak orada olacaktı. Kızı Fâtıma ile Allah Resûlü, ancak 25 sene beraber olabilmişlerdi. Evet, Hz. Fâtıma, Allah Resûlü’nün irtihalinden altı ay sonra vefat etmiş ve vefat ettiğinde de ancak 25 yaşındaydı.(4)
(1) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 98; Buhârî, Menâkıb, 25; Mecmau’z-Zevâîd, 9/203
(2) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 93-96
(3) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 98, 99; Buhârî, Menâkıb, 25
(4) Mecmau’z-Zevâid, 9/211; İbn Sa’d, Tabakat, 8/29; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/379
0 notes
kafkasli · 7 years
Note
Kızım olacak bir kaç tane isim önerisinde bulunur musun kardeşim?
Öncelikle; Allah bağışlasın. Vatanına, milletine, dinene, soyuna layık ve sadık bir evlat eylesin.Açıkcası haddime değil lakin öneri olacaksa; öyle yeni moda isimler olmamasını öneririm babalarınızın, annelerinizin, aile büyüklerinin isimlerinde biri öncelikli olsun Sonrasında Osmanlı'da ki hanım sultanlar veya Padişahlarımızdan birinin ismi olabilir 3. Bir tercih olarak iki isim vermeniz. Bir Türk ismi bir de Kitab-ı mukaddes de geçen isimlerden uygun olan bir isim olabilir Erkek ise Muhammed Ertuğrul Kız ise Zeynep Adile Gibi... Ama illa eski isimlerden biri olsun
7 notes · View notes
Quote
RİSALE-i NUR, NASIL BİR TEFSİRDİR?
Tefsir, Kur’an-ı Kerim’in lafızlarından kastedilen manaları beşer takati ölçüsünde açıklamak demektir. Kur’an’ın en yetkili müfessiri, Hz. Peygamber’dir (s.a.v.).
“Sana da, ey Resulüm, bu Zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın”
(Nahl 44) ayeti bunu açıkça belirtir.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Kur’an hakkında üç mühim görevi vardı. Bunların birincisi tebliğ, ikincisi tebyin yani açıklama, üçüncüsü ise tatbiktir. Hz. Peygamber Kur’an’daki mücmelleri açıklamış, müşkülleri gidermiş, çok genel olan hükümleri sınırlandırmış (umumu tahsis etmiş), sorular üzerine cevap sadedinde bazen vahiy gelmiş, bazen kendisi açıklama yapmış, ondaki hükümlerin nasıl tatbik edileceğini göstermiştir.
Ashab-ı Kiram, Kur’an’ın muayyen ayetlerinin açıklanmasına ihtiyaç duyar, Hz. Peygamber Efendimiz’in açıklamalarıyla maksatlarına erişirlerdi. İlerleyen asırlarda Müslümanların açıklanmasına ihtiyaç duydukları ayetlerin sayıları arttı. 2. ve 3. asırda yazılmış tefsirlere bakarsak, sure ve sure içinde ayet sırası gözetildiğini, fakat ayetlerin ekserisi hakkında herhangi bir açıklama veya rivayet yerleştirilmediğini görürüz. Ancak Hicri 3. asrın sonlarında bütün ayetlerin tefsir edilmeye başlandığına şahit oluyoruz.
Bu alanda elimizde olan ilk tefsir eseri Taberî’nin (ö. 310/923) tefsiridir. Bu tarz devam ederken bazı tefsirciler, muayyen konular hakkında tefsir yapmayı faydalı bulmuşlardır. Zira aslında her müfessirin 6666 ayeti yeniden tefsir etmesine ihtiyaç da yoktur. Müfessir, kendi zamanının ihtiyaçlarını gidermeye öncelik vermeli, kendi zamanının ihtiyaçlarına ihtimam göstermelidir. Bu konudaki ayetleri özellikle ve ayrıntılı olarak açıklamalıdır. Bunun dışında kalan pek geniş alanı, başka müfessirlerin eserlerine havale etmelidir.
Risale-i Nur, manevi bir tefsirdir
Dinî ilimlerin öğretiminin zayıfladığı, insanların himmetlerinin ve dinî ilimlere ayırabildikleri zamanın azaldığı bir dönemde, işe en sağlam yerinden başlamak gerekiyordu. İşte Üstad Bediüzzaman’ın tefsiri, dinin temeli olan; Allah Teala’nın varlığı, birliği, sıfatları, melekler, kitaplar, nübüvvet, vahiy, ahiret hayatı gibi meselelerde, güçlü açıklamalar yapmıştır. Bunları yaparken, diğer tefsirlerdeki gibi farklı kıraat vecihleri, esbab-ı nüzul, i’rab, lügat vb. yönlerini açıklamamıştır. Bu konular önemsiz olduğundan değil, bu hususta ayrıntılı açıklamaların bulunduğu geniş tefsirlere havale ettiğinden ötürü böyle yapmıştır.
Kur’an’ın tefsirini, başlıca ikiye ayırma görüşü İmam Gazali, İbn-i Kayyim ve Muhammed Abduh gibi zatlar tarafından da vurgulanmıştır. İşte Risale-i Nur,
“manevî tefsir”
kabilindendir. Manevî tefsir bazılarının zannettiği üzere, “işarî tefsir” demek olmayıp, lafızdan çok, manayı esas alan, manaları anlatmaya yönelen tefsir tarzıdır.
Üstad Bediüzzaman
“Risale-i Nur, Kur’an’ın çok kuvvetli hakiki bir tefsiridir”
der, bazı kimseler bunun ne manaya geldiğini bilmediklerinden, Üstad, şöyle bir açıklama yapma ihtiyacı hisseder:
“Tefsir iki kısımdır: Birisi, malum tefsirlerdir ki Kur’an’ın ibaresini, kelime ve cümlelerinin manalarını beyan, izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise Kur’an’ın imanî hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan, ispat ve izah ederler. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel (çok kısa) bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannit feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.”
(Şualar, s. 434)
Bir misal verelim: Besmele-i Şerife’yi tefsir eden mutad tefsirler
“isim”
kelimesinin manaları, etimolojisi,
“ba”
edatının işlevleri, Besmele’nin sure başlarındaki hükmü, Fatiha’nın başındaki besmeleyi namazlarda okumanın hükmü, Rahman ve Rahim isimlerinin anlamları gibi konularda bilgi verirler. Bu bilgiler, bir evin binası durumundadır. Fakat o binadan tam yararlanabilmek için evde bulunması gereken eşya ve yiyecek gerekir ki bunlar da manevî tefsir mesabesindedir.
Risale-i Nur, Sözler kitabının Birinci Söz’ü ve makam münasebetiyle onun peşine konulan bir parçada, Besmele’nin insana gerçek kimliğini verdiğini, onu dünyada Yüce Yaratıcı’nın bir müfettişi makamına yükselttiğini, bu manevî kablo ile insanı sonsuz kudret sahibine bağlayarak ona muazzam bir enerji kaynağı ve şahsî gücünden binlerce defa fazla bir güç kazandırdığını, kainatı şenlendiren ve bütün yaratıkları insana amade kılan sırrın
“rahmet”
olduğunu; koyun, inek gibi hayvanların da “Bismillah” diyerek rahmet feyzinden bir süt çeşmesi hâline geldiğini, bahçelerin “Bismillah” diyerek hadsiz sebze ve meyveleri içinde pişirdiğini, kâinatı dolduran o rahmete ulaşmanın yolunun
“Rahmeten lil âlemin”
olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) terbiyesine girmek olduğunu anlatır.
Bu konuda verilebilecek çok sayıda örneklerden biri de Birinci Lem’a’dır. Hz. Yunus’un (a.s) denizde balık tarafından yutulması zahirî bir hadisedir. Bediüzzaman, bu gerçekten hareket ederek her birimizin ondan daha müşkül durumda olduğumuzu, balığın onu yuttuğu gibi nefs-i emmaremizin de bizi yutup ihtiraslarımıza hapsettiğini, dalgalı dünya denizinde boğulmamak için, balığı bir denizaltı gemisi gibi bize hizmet ettirecek bir hâle gelmemiz için Hz. Yunus gibi tam bir teslimiyetle Yüce Rabb’imize sığınmamız gerektiğini güzelce anlatarak bu kıssayı nasıl okumamız lazım geldiğini bildirir.
Bu tarz tefsire duyulan ihtiyacın daha fazla olduğu, ayrıca geniş kitlelerin bunu daha kolayca anladıklarını söylemeye hacet yoktur.
Risale-i Nur, Kur’an’dan mülhem midir?
Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi, eserini yazarken yanında Kur’an-ı Hakîm’den başka kaynak bulunmuyordu. Bazen bir konudaki ayetleri derinden derine tefekkür eder, onları tekrar tekrar okur, her tekrarında yeni yeni feyizler alır, sonra Kur’an’dan mülhem olarak (ilham alarak) sür’atli bir şekilde o konuyu açıklar, yanındaki talebelerine yazdır��rdı. Bu eserleri şahsının malı olarak düşünmediğinden, fazileti Kur’an’a râci olup Kur’an hakikatlerine hizmet ettiğinden, bunların ehemmiyetini belirtir, insanların bu eserleri dikkatli bir şekilde okumalarını tavsiye ederdi.
O, bu konuda şöyle diyor:
“Manevi bir elektrik olan Risale-i Nur dahi, ne Şark’ın malumatından ve ne de Garp’ın felsefe ve fünunundan iktibas edilmiş bir nur değildir. Daha doğrusu, semavi olan Kur’an’ın Şark ve Garp’ın fevkindeki yüksek mertebesinden iktibas edilmiştir.”
(Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 76)
Üstad’a göre Risale-i Nur’un Kur’an’dan mülhem olduğunun şu gibi delilleri vardır: Üstün ikna kabiliyeti, farklı seviyedeki insanlara hitap edip herkesin kendi durumuna göre yararlanmasını sağlaması, muhtevasının zenginliği, müellif âdeta bir yerden okuyormuşçasına süratle söylemesi, söylediğinin yanındaki talebeler tarafından hızla yazıya geçirilmesi, Külliyat’ın müellifinin havsalasının çok ötesinde bir genişliğe sahip olması.
Risale-i Nur, getirdiği misaller ve diğer bazı özellikleriyle derin hakikatleri sade insanlara bile anlatır. Hâlbuki o gerçekleri, büyük âlimler bile
“anlaşılmaz ve anlatılamaz”
deyip, değil geniş kitleye, yüksek seviyedeki insanlara bile anlatamazken, Risale-i Nur etkili ve duygulu bir şekilde anlatır. Demek, Risale-i Nur’daki (sühulet-i beyan) kolay anlatım, şüphe yok ki ilahî inayet eseridir ve onun müellifinin hüneri olamaz. (Mektubat, s. 348)
Şunu unutmayalım ki Kur’an-ı Hakîm, Allah Teala’nın bal arısına ve sair hayvanlara bile ilham ettiğini, Allah’ın kelimelerinin tükenmek bilmediğini bildirir. Kendisini Kur’an’a veren bir müminin, onun
“tükenmek bilmeyen bedî manalarına”
mülhem olmasında yadırganacak bir taraf bulunamaz. Sıradan insanların bile, iradeleriyle olmayan bazı durumlar hakkında
“kalbime doğdu”,
“içime doğdu”
tabirlerini kullandıklarını çokça görürüz.
Risale-i Nur’un, Kur’an anlayışına getirdiği yenilik
Risale-i Nur’un üzerinde durduğu temel konulardan biri Kur’an’ın hakkaniyeti, yani gerçeğin ta kendisi olmasıdır. O, insanlara iyice temellendirilmiş bir Kur’an anlayışı vermeye büyük özen gösterir. Kur’an’ın klasik tarifi şöyledir:
“Allah Teala tarafından Hz. Muhammed’e (s.a.v.) vahyedilmiş, tevatürle nakledilmiş, Mushaflarda yazılmış, tilavetiyle ibadet olunan, mu’ciz kelamullahtır.”
Bu, Kur’an hakkında belirleyici bir çerçeve çizen mükemmel bir tariftir.
Fakat Kur’an’ın işlevlerini ve ondan nasıl yararlanmak gerektiğini göstermek için Bediüzzaman, başka bir tarif daha yapar. Aslında pek teksifî (yoğun) olmakla beraber yine de uzun sayılabilecek bu tarifinden bazı cümleleri (sadeleştirerek) verelim:
Kur’an, bütün âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’ın kelamıdır. Kıyamete kadar gelecek bütün insanlara yönelttiği ezelî hutbesidir. Görünen âlemde, görünmeyen gayb âleminin lisanıdır. İslam medeniyetinin güneşi, temeli ve mimarî projesidir. Uhrevi âlemlerin mukaddes haritasıdır. İnsanlığın hakiki hikmeti (felsefesi)… İnsanlığı mutluluğa götüren gerçek mürşididir.İnsana hem hüküm ve hukuk kitabı, hem dua ve ibadet kitabı, hem hikmet kitabı, hem fikir kitabı, hem zikir kitabı, hem insanın bütün manevi ihtiyaçlarına merci olacak çok kitapları içeren kapsamlı bir kitab-ı mukaddestir.
”(Sözler, s. 383)
Bir başka eserinde de, hangi yönünden bakılırsa bakılsın, Kur’an’ın bütün insanlığa ebedi ufuklar açan mükemmel bir rehber olduğunu şöyle temellendirir:
Kur’an’ın altı yönü de doğruluğunu gösterir: Üzerine oturduğu zemin, delil sütunları üzerine oturur. Üstünde mucize olduğuna dair parıltılar bulunur. Arkasını semavi vahyin gerçeklerine dayandırır. Önünde gösterdiği hedef, dünya ve ahiret mutluluğudur. Sağ tarafında aklı konuşturup tasdikini alır. Sol tarafında temiz kalplere ve vicdanlara hitap eder, fıtratın şahitliğini alır.
” (Şualar, s. 134)
Bediüzzaman’ın tefsirde izlediği usul
Üstad Bediüzzaman hemen her bahsi, bir ayet-i kerime ile başlatır. Böylece yazacağı şeylerin, o ayetin feyzinden bazı katreler olduğunu gösterir. Fakat ayetin mealini vermez. Diğer tefsirlerin yaptığı tarzda açıklamalara girişmez. Onları önemsiz gördüğünden değil, öteki tefsirlerde zaten yapıldığından ötürü onlara havale eder. Anlatırken akla hitap eden deliller gösterir, bazen misaller verir, bazen hikâye zikreder. Kur’an’dan başka kaynağa müracaat etmez. Yeri geldiğinde hafızasından ilgili hadis-i şerifler nakleder. Bu, onun hayatının son otuz beş yılını sürgün ve hapislerde geçirmesine verilebilir.
Fakat bunun ötesinde o, İmam-ı Rabbanî’nin (rh.a)
“Tevhid-i kıble et!”
“ tavsiyesini tutmak için böyle yaptığını şöyle anlatıyor:
““Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki bütün tarikatların başı, bütün gezegenlerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Ona sarıldım. Nakıs istidadım, elbette layıkıyla o mürşid-i hakikiden en mükemmel şekilde istifade etmese de, yine de Kur’an’ın feyzini, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’an’dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız birtakım ilmî meseleler değil, aynı zamanda kalbî, ruhî, hâlî olan imanî meselelerdir. Ve pek kıymetli ilahî irfan hükmündedir.”
(Mektubat, s. 331)
İşaratü’l-İ’caz tefsirinde ise farklı bir usul takip etmiştir. Öteki klasik tefsirler gibi sure ve ayet sırasını gözeterek ayetleri açıklamış, ayetler içinde cümlelerin, cümleler içinde kelimelerin tam yerinde olduklarını, Kur’an’ın belagat inceliklerini, üslup özelliklerini göstermekle beraber bilimsel tefsir ile sosyolojik tefsirin mükemmel örneklerini vermiş, Kur’an’ın mucize olduğunu çeşitli yönlerden ortaya koymuştur.
Önsözünde belirttiği gibi, ona göre, fertler ne kadar âlim de olsalar, Kur’an’a mükemmel tefsir yapamazlar. Onun için çeşitli alanlarda uzmanların teşkil edeceği yüksek bir heyetin bu işi yapması sağlanmalıdır. Ancak, zorlayıcı şartlar bu eserini devam ettirmesine mâni olmuş, bir numune olmak üzere bir ciltlik tefsir elimizde kalmıştır. (Bu konuda güzel bir kitaptan geniş bilgi alınabilir: Dr. Niyazi Beki, Kur’an İlimleri ve Tefsir Açısından Bediüzzaman Said Nursi’nin Eserleri, İstanbul 1999)
Bediüzzaman, nasıl bir hizmet ifa etmiştir?
Bediüzzaman Said Nursî, Müslümanların başlıca fikir ve maneviyat merkezleri olan medrese, mektep ve tekkenin işlevleri arasında tam bir irtibat sağlamıştır. Ona göre bunlardan her birinin kendilerine mahsus alanları vardır. Fakat bir koordinasyon ile zaman zaman bir araya gelip müşterek gayeye hizmet etmelidirler. Bunu, üç ayrı odasının ortadaki büyük salona açıldığı bir ev benzetmesi ile ifade eder. Kendisinin de ilk yetişme ortamı olan medresenin zahirî, sağlam ilim ölçüleri; okulun temsil ettiği modern bilimler ve üçüncü olarak da nefis terbiyesi ve kalbe yönelen maneviyat eğitimi, ona göre vazgeçilmez üç unsur olup ahenk içinde Müslüman toplum içinde yerlerini almaları gerekir.
Fikir öncülüğünü yaptığı birçok müesseseler, okullar, yayın evleri, gazete, radyo, televizyon, kitap, dergi çalışmaları ile onun temennilerinin gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Allah Teala onu garik-i rahmet eylesin, Müslümanları onun böylesi güzel irşatlarını uygulamaya muvaffak buyursun.
Dücane Cündioğlu: “Risale-i Nur, kendi suretiyle, kendi hakikatiyle muhterem ve muhteşemdir”
Kur'an'ı tefsir faaliyetini bir 'ilim' haline getiren, Tefsir'i
"İlm-i Tefsir"
olarak adlandırmamızı mümkün kılan en temel cihet, hiç şüphesiz bu faaliyetin öncelikle 'tedvin' edilmiş olması, yani cihet-i vahdet-i zatiye ve araziyesine istinaden bir mevzuunun, maksadının, mebadi ve mesailinin bulunmasıdır. Günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak, bilgi'nin bilim haline gelmesi için o bilginin tedvin edilip 'müdevven' hâle gelmesi, bir usule, bir yönteme kavuşması gerekir. Nitekim bir İlm-i Usul-i Tefsir mevcut olduğu içindir ki İlm-i Tefsir de mevcuttur.
Ne var ki önce faaliyet meydana gelir, sonra o faaliyet birtakım kaideler vasıtasıyla bir usule kavuşur. Önce faaliyet, sonra kaide ve en nihayet usul. Evet, önce tefsir faaliyeti, tefsir teşebbüsleri meydana gelmiş, muhtelif yorumlar ortaya çıkmış, daha sonra bu faaliyetleri bir kaide, bir usul altına almak zarureti baş göstermiştir.
Tefsir kitaplarının 'dirayet', rivayet tariklerine istinaden ikiye ayrılması ise tamamen itibaridir. Günümüzde geçerli
"tefsir kitapları"
nın tarihine ilişkin
"fırkacı"
şablon, esas itibariyle Ignaz Goldziher'in bir marifeti olup ne yazık ki M.H. Zehebi tarafindan meşrulaştırılmış ve yaygınlaştırılmıştır: Fıkhi Tefsir, Tasavvufi Tefsir, Felsefi Tefsir, vb.
İmdi, herhangi bir metnin veya metinler mecmuasının bir tefsir eseri olarak sayılıp sayılmaması için, o metinlerde yer alan satırların Kur'an-ı Kerim'e istinad veya temas ya da Kur'an'ı tefsir ediyor olması kâfi değildir. Çünkü İslam âlimlerinin bütün eserleri şu veya bu derecede zaten Kur'an tefekkürünün mahsulüdür, pekala Kur'an ayetlerinin tesiriyledir. Mesela İmam Gazali'nin 'İhya'sı, Muhyiddin b. Arabi'nin 'Füsus'ul-Hikem'i, Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin 'Mesnevi'si de bu açıdan birer tefsir teşebbüsüdür. Ama gerçekte bu eserlerin hiçbiri
"tefsir kitabı"
değildir. Yani bu eserler Tefsir İlmi açısından tedkik edilebilir, mesela Mesnevi'den, Mesnevi'nin bölümlerinden adeta bir tefsirden istifade edilebilir gibi istifade de edilebilir. Lakin içinde tefsir addedilebilecek pasajların bulunması, Mesnevi'yi 'tefsir kitabı' kılmaz. Tıpkı bazı hadis-i şerifleri de şerhediyor diye onun bir
"Hadis Şerhi Kitabı"
kabul edilemeyeceği gibi.
Tefsir Usulü itibariyle Kur'an-ı Kerim'in bir
"mantuk"
u, bir de
"mefhum"
u vardır. Bu nokta-i nazardan mesela "Mesnevi-i Şerif, Kur'an'ın mantukundan ziyade mefhumunun tefsiridir" diyebiliriz. Ancak bir eserde, ayetlerin veya hadislerin mefhumuna dair tefsir ve şerh teşebbüslerinin yer alması, o eseri -dikkat ediniz lütfen-
"tefsir veya şerh kitabı"
yapmaz. (Ayetlerin yorumuna 'tefsir', hadislerin yorumuna 'şerh' denilmesinin bile bir hikmeti vardır.)
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin asar-ı hasene-i muhalledesi
"Resail"
(Risaleler) ism-i şerifiyle şöhretyab olmuştur. Üstadımızın yazdıkları birer risaledir ve
"Risale"
de esasen ism-i has olmayıp ism-i cins'e delalet eder ve pek tabii ki 'Füsus' gibi, 'Mesnevi' gibi, 'Mektubat' gibi 'Risale/Resail' nevi de makbul ve muhterem bir yazım türüdür. (Sibeveyh'in eserinin adı 'Kitab'dı; İmam Şafii'nin eserinin adıysa 'Risale". Birer ism-i has yani.) Bir eserin türü belirlenirken sadece muhtevası değil, yazım tarzı da nazar-ı itibara alınır; alınmalıdır.
Hasılı, benim nazarımda, Resail, Kur'an'ın kısmen mantukunu ve cümleten mefhumunu tefsir eder amma o bir "tefsir kitabı" değildir, olmasına da lüzum ve ihtiyaç yoktur. O kendi suretiyle, kendi hakikatiyle muhterem ve muhteşemdir. Bu makamda, suret maddeden, hakikat mecazdan üstündür. Madde ve mecaza değil, suret ve hakikate itibar ise, hiç şüphe yok ki ilim ve insafın şanındandır. Bir eserin nev'inin şahsına/ferdine münhasır olması, gayet nadiren vaki olur bir keyfiyettir. 'Güneş' bir nev'in adıdır. Birden fazla güneş olması mümkin ve caizdir. Lakin bu imkan ve cevaza rağmen yine de hakikatte bir tek güneş vardır. İşte bu yüzdendir ki güneşimizin nev'i, şahsına münhasırdır.
Güneşi yıldızlar listesinin arasına dahil etmeyi, onu yıldızlardan bir yıldız haline getirmeyi bazıları 'marifet' addedebilirler. Bendeniz edemem.
Prof. Dr. Niyazi Öktem
Risale-i Nurlar’da Allah'ın kainatı bir ayna olarak yaratması anlayışı  vardır
Her şeyden önce ben bir ilahiyatçı değilim ve Risale-i Nur Külliyatını da derinliğine bilmiyorum. Bilebildiğim kadarıyla Said Nursi'nin İslam ilahiyatına tefsir açısından katkısı olarak Allah'ın kâinatı bir ayna olarak yaratması anlayışı  vardır. Bu yaklaşım  akılla imanın sentezi olarak da karşımıza gelmektedir.
Allah-u Teala, kendinin aksi, aynası olarak bu evreni yaratarak kendini tanımak istemiştir. İnsana akıl ve irade vererek de bu tür bir var oluşu idrak edebilme olanağını sağlamıştır. İdrak süreci imtihan alanı olarak tezahür eder. Aklı bulandıran  ögelerden kurtulabilmek için önce imanla işe başlanmalı, imtihan alanına akıl daha sonra dâhil edilmelidir.
Ayna felsefesi, diğer bir tasavvufi eğilim olan
“Sudur”
felsefesinden farklıdır. Sudur'da fışkıran, kendini ortaya koyan tanrı anlayışı vardır.Oysa
“Ayna”
da yansıma söz konusudur. Sudur mekni, Ayna bir anlamda müteal bir tasavvuf anlayışını yansıtır.
Said Nursi'nin tefsirinde yukarıdaki hususlar vardır. Bu konumuyla Bediüzzaman, 20. yüzyılda Türkiye coğrafyası açısından önemli bir düşünce adamıdır.
2 notes · View notes
kitapindiroku · 7 years
Text
Antik İsrail’in İnancı ve Tarihi & Kitab-ı Mukaddes Bağlamında Bir Giriş Kitabı pdf indir pdf indir
Antik İsrail’in İnancı ve Tarihi & Kitab-ı Mukaddes Bağlamında Bir Giriş Antik İsrail’in kökenleriyle ilgili giderek artan çekişmeli tartışmalarda George Mendelhall’in bu kitabı değerli ve kararlı bir çalışma. Yazar, İsrail’in nasıl İsrail olduğunu gösteren resmi oluşturmak için arkeolojik keşiflerle birlikte Kitâb-ı Mukaddes maarifini ve Dilbilim’i ele alıyor. Artık, Kitâb-ı Mukaddes’e aynı gözle bakamayacaksınız. -Amy Dockser Marcus, The View from Nebo: How Archaelogy Is Rewriting the Bible and Reshaping the Middle East’ın müellifi ve Wall Street Journal yazarı Yirminci yüzyılın en yaratıcı ediblerinden biri, arkeolojik araştırmalardan yararlanarak sosyolojik bir yaklaşımla, İbrahim’den İsâ’ya Antik İsrail’in İnancı ve Tarihi’ne yeni bir ışık tutuyor. Yaşadığımız zamanlara ilişkin imalarıyla aydınlatıcı ve büyüleyici bir eser. -Bernhard W. Anderson, Eski Ahid İlahiyatı Onursal Profesörü, Princeton İlahiyat Fakültesi Mendenhall, Tunç Çağı Yakın Doğu’sunu irdeleyerek çıktığı yolda, Mûsâ’nın “On Emir”i ile başlayan, Tanrı’yı İsrâil’in biricik ve gerçek kralı sayan ve on iki kavim birliği ile doruğuna ulaşan İsrâil dinî tarihinin izlerini sürüyor. Ardından, İsrâil’in monarşiye tehlikeli dalışını ve kaçınılmaz başarısızlığını, umutsuz reform girişimlerini ve ağır sürgün dersini konu ediyor. Arkeolojik buluntular, antik metinler, resimler, haritalar ve çizimler eşliğinde, Kadim İsrâil’in Dini ve Tarihi, okuyucusunu, kadîm dünyayı ve dinin bugün dünyamızı nasıl şekillendirdiğini değerlendirmeye davet ediyor.
Antik İsrail’in İnancı ve Tarihi & Kitab-ı Mukaddes Bağlamında Bir Giriş Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
Photo
Tumblr media
Velilik ile Delilik Arasında Bir Hiç: Neyzen Tevfik
Felsefemdir kitab-ı imânım, Taparım kendi rûhumun sesine. Secde eyler hâkikatim her ân, Kalbimin âteş-i mukaddesine.
Akıl Hastanesi’nde bir Deli, Meyhane’de bir Veli, mezhepte Bektaşi, Dergahta Mevlevi, Abdülhamit’e karşı bir küfürbaz, Atatürk’ün sofrasında bir Diyojen.  Sokaklarda kimsesiz bir çocuk, han odasında bir derbeder. Crotona’da  Pisagor, Kahire’de Kaygusuz Abdal. Pir yolunda talip zor yolunda anarşist…
Bu yazıda Neyzen Tevfik’i anlatmaya çalışacağız ama bilelim ki bunu başaramayacağız. Anlatılamayan adamı anlatamadığımız için kendimizi başarılı sayacağız. 
Özdemir Asaf’ın deyimiyle 
“Bütün metrelerin ve santimlerin,  bütün kiloların ve gramların,  bütün rakıların  ürktüğü adam”
Sadrazam Talat Paşa, bir gün Neyzen Tevfik'e devlet dairelerinin birinde katiplik önerir. Neyzen Tevfik: “Katip olacağım da ne olacak?” diye sorar. Teşekkür beklerken böyle bir soru ile karşılaşınca şaşıran Talat Paşa, memurluk katlarını alttan üste sıralar: “Önce şu, sonra bu…”  Neyzen'in hala hoşnut olmadığını sezince de, şöyle sürdürür: “Daha sonra vekil, nazır, kim bilir belki de sadrazam…” Neyzen'in yanıtı yine bir soru olur: “Ya sonra ?”  Talat Paşa, bir an duraksar, “sonrası” padişahlıktır çünkü. İster istemez: “Hiç !” der. Bu yanıt karşısında güler ve şöyle der Neyzen Tevfik: “Ben bugün de “hiç"im! Sonu "hiç” olduktan sonra, onca zahmete katlanmaya ne gerek var ?”
19’ncu yüzyılın sonu ile 20’nci yüzyılın ilk yarısına denk gelen 74 yıllık bir yaşamı bir kent dervişi olarak yaşayan bu derbeder kimdi? Nereden gelip nereye gidiyordu..? Hangi duraklarda durmuş, kimlerle yürümüştü.?  
Asıl adı Tevfik Kolaylı olan Neyzen Tevfik 1879’da Bodrum’da dünyaya geldi. 13 yaşında babasının görevi nedeniyle İzmir’in Urla ilçesine taşındı.19 yaşında İstanbul’a geldi. 23 yaşında Mısır’a gitti. 29 yaşında tekrar İzmir’e döndü. Ardından da yine yolu İstanbul’a düştü. Yaşamını yitirdiği 28 Ocak 1953 yılına kadar hayatı çoğunlukla İstanbul’da geçti. 
Hiç, Hiççilik felsefesi, Melametilik, Kalenderilik  geleneği Neyzen Tevfik’in yaşamına, eserlerine  damgasını vuran en belirgin özelliktir. Üzerinde “Hiç” yazan kolyeyi sürekli boynunda taşırken Ney’i dudağından, Mey’i elinden düşürmedi. 
Neyzen Tevfik şimşek gibi çakan hiciv eserleri, duman gibi içimize çöken Ney’i ile yaşamını Alevi, Bektaşi, Mevlevi tasavvufundan damıttığı birikimlerle adeta nakış nakış işlemişti. Kendini yeniden doğurup var etmişti. Melamet hırkasını giyip Hiç’e varmıştı. Bir Hiç olarak çok şey yapmıştı. 
Hiç’leşmeye doğru yürürken uğradığı duraklarda Ney ve  Mey vardı. 
Neyzen’in NEY’İ: Neyzen Tevfik daha çocukken Bodrum'daki bir kahvede gezici dervişlerle karşılaşmıştı. Onların üflediği Ney daha o yaşta Neyzen’in içine işlemişti.“Bektaşilikte evren seslerin toplamından oluşur. Ney sesi mistik ve tasavvufi çoğaltmaya yatkındır. Yaşama akan bir sestir, Ney’deki…”
“Bir ot idin, kamış oldun, ney oldun. feryadına karşılık hey hey oldun Su, kök, filiz, asma, üzüm, mey oldun. Her katreni bana umman edersin.”
Neyzen’in MEY’İ: Neyzen Tevfik’in yaşamında Mey yani içki hem gerçek anlamıyla hem de tasavvuftaki mecazi anlamıyla vardır. Yani, aşk ve şevk halinde olma. Mey’in tasavvuftaki anlamlarından biri bilgidir. “Öyle bir bilgi ki insanı vecd durumuna getirir. Sıvı akıldır Mey. Meyhanede tanrı ile bir aşk ilişkisi yaşarsın. Beden dem olduğunda (MEY) ruhlar uyanır, ses olur..(NEY) “   Neyzen’in HIRKASI:Neyzen Tevfik felsefi olarak Melametilik geleneğine bağlıdır. Yani melanet hırkası giymiştir. “Melametilikte örgütlülük, toplu eylem ve söylem yoktur. Bireysel  başkaldırı esas alınır. Heirhangi bir toplum, devlet, örgütlülük , otoritenin önerdiği giysinin giyilmemesini, bunun yerine Melamet Hırkası’nın giyilmesini salık verir. “Kınayanların kınamasından korkmayacaksın. İçinden gelen şeyi herhangi bir sansüre tabi tutmadan söyleyeceksin. “
Ben melamet hırkasını kendim giydim eğnime Ar ü namus şişesini   taşa çaldım kime ne
Neyzen’in BEKTAŞİLİĞİ:  Neyzen Tevfik kent Bektaşilğine bağlıdır. İzmir’de, İstanbul’da Bektaşi tekkelerinde kalmıştır. Bektaşiliğin beş önemli üniversitelerinden biri Kahire’de Mukaddime Tepesi’ndeki Kaygusuz Abdal Dergahı’dır. Neyzen de Mısır yıllarında Bektaşiliği iyice içselleştirmiştir. Bektaşilikteki metafizik tanrıya eleştiri ve ödünsüz tartışma geleneği  Neyzen Tevfik’i Hiçliğe yöneltirken aynı zamanda hiciv sanatındaki ustalığına da etki yapmıştır. Bektaşilikte bağlamanın önemi, söz ile sesin  birbirinin öğretmeni kabul edilmesi de Neyzen Tevfik’in “Ney” yüklediği anlamı pekiştirmiştir. 
Meşrebim Mollayi Rumi, mezhebim Bektaşi’dir.  Ta ezelden yandı dilde bu çerağ-ı manevi 
Neyzen’in DELİLİĞİ: 1940'lardan itibaren ölene kadar sık sık Bakırköy Akıl Hastanesi'nde  kaldı. Hastane’nin 21 no'lu koğuşu Neyzen’e ayrılmıştı. Bu koğuşu bir çalışma odası gibi kullanarak üretmeye devam etti. Tasavvufta delilik özel bir meziyettir. Gerçek, hakikat, marifet ancak delilik halinde yakalanabilen bir olgudur. Sen yeni bir bilgi edindiğinde bilgi içerek heyecanlanıyorsan kan hareketin hızlanır. Isıtıcı aracın olan kalbin çalışır, ısı yükselir, gönül suyu buharlaşır. Su iken kontrol edebilirsin ancak buhar durumunda kontrol edemezsin kendi üzerindeki denetimi yitirirsin. Bu delilik halidir. 
Neyzen’in HİCVİ: “Hiç”liğe bağlı olan Neyzen her türlü sisteme,. Örgütlülüğe, devlete, otoriteye karşı durmuştur. Ancak, otoriter yobazlığa karşı olduğu için Atatürk’e ve laik Cumhuriyete destek vermiştir.  İçinden geldiği gibi etkili hiciv şiirleri yazmıştır. Bu nedenle hakkında tutuklama kararları çıkmış, hapishanede yatmış hatta bir ara gıyabında idama mahkum edilmiştir. Nef'i ile birlikte hiciv edebiyatının en önemli ismi olan Şair Eşref Neyzen’in hocası sayılır. Mısır’da Şair Eşref ile birlikte kalmıştır. “Hiciv, bozuk düzende doğruyu ihbar etme sanatıdır. 
Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler; Kimi hırsız, kimi alçak, kimi deyyus! dediler… Künyeni almak için, partiye ettim telefon, "Bizdeki kayda göre, şimdi o meb'us!” dediler…
Neyzen’in ESERLERİ: Neyzen Tevfik’in iki yayınlanmış kitabı vardır. Bunlardan biri Azab-ı Mukaddes, Diğeri ise Hiç’tir. “İnsana benzemeyen tanrıyı inkar edeceksin. Ortaya çıkan boşluğu insanla dolduracaksın. Tanrıyı içine alacaksın. İçindeki tanrı artık senin vicdanındır. Senin canındır., senin gibi acı çeker. Acıların toplamıdır. Aşk yolunda yani tanrı yolunda yürürken çekeceğin acı seni terbiye eden temel öğretmendir. Hiç, görünmeyen yanımızdır. Batıni ve iç yanımızdır. Gönül ve vicdan yanımızdır. Hiç yanımızdır. Bir vicdandır. Kendini kendi gönlünden yenden doğurtman gerekiyor.bunun için de önce yok olman gerekir. “
Neyzen'in ÖLÜMÜ: Neyzen Tevfik 28 Ocak 1953'te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Tasavvuftaki söylemiyle hakka yürüdü. Cenaze töreni O’na yakışır şekilde yapıldı. Profesöründen, işçiye, memurundan sokak çocuklarına, üst düzey bürokratından ev kadınına her kesimden İstanbullular cenaze namazında saf tutmuştu. Kartal Mezarlığı’ndaki kabrinin mezar taşında şöyle yazıyor: 
Sen Surete bakmakla hüküm verme sakın, gel sireti gör Hakkı temaşa ediyor, hep Neyzen’i sarhoş görüyorsan ne çıkar  Meyhanede bak kabeyi inşa ediyor
“Tasavvuftaki Kabe, Arabistan’daki Kabe değildir. Gönül’dür Kabe…İnsan kıbledir, gönül Kabe’dir.”
Neyzen bize bir dünya bıraktı. Sokaklarında eyvallah etmeden dolaşabileceğimiz, meyhanelerinde tanrıyla kelam edeceğimiz, şanın şöhretin, sınıfların, üstünlüklerin, varlıklı olmayla yoksulluğun olmadığı estetik bir dünya… Neyin  sesiyle uyanmış, meyin sıvısıyla yıkanmış bir cennet…
Görünmeyen yanımızın ermişi ve bir  Kent Dervişi. Şair, besteci, tiyatrocu, oyuncu. Her şey ve Hiç: Neyzen Tevfik
(Yön Haber)
15 notes · View notes