Tumgik
#çiçekli dallar
resimlerin-dili · 14 days
Text
Tumblr media
197 notes · View notes
ahmetcumhur-blog · 1 year
Text
Yalnızlık, Sende Barınmalıysam
Ey yalnızlık, sende barınmalıysam,
karmakarış yığınlar arasında olmasın.
Kasvetli binalara tırmanırken ıslanmış
doğanın gözlem evi, kuytudan gelen.
Çiçekli bayırlarda kristal kabarması
nehrin, uzaklık gibi görünen, beni diri tut.
Sergide dallar arasından sıçrayan karaca
korkutur yaban arıyı kovan çiçeğinde vızıldayan.
Memnun izlerken bu görüntüleri seninle,
tatlı karşıtlığı masum bir zihnin henüz,
incelmiş düşüncelerinin imgesi kelimeleri,
gönlümü hoş tutan. Ve emin ol,
insanların en yüksek bahtiyarlığı,
kaçıp kurtulması iki akraba ruhun
peşini bırakmayandan.
Tumblr media
John Keats
youtube
Mutlu geceler 💙🎶🙋‍♂️
15 notes · View notes
bil-lahza · 2 years
Text
"Ey yalnızlık, sende barınmalıysam, karmakarış yığınlar arasında olmasın. Kasvetli binalara tırmanırken ıslanmış doğanın gözlem evi, kuytudan gelen. Çiçekli bayırlarda kristal kabarması nehrin, uzaklık gibi görünen, beni diri tut. Sergide dallar arasından sıçrayan karaca korkutur yaban arıyı kovan çiçeğinde vızıldayan. Memnun izlerken bu görüntüleri seninle, tatlı karşıtlığı masum bir zihnin henüz, incelmiş düşüncelerinin imgesi kelimeleri, gönlümü hoş tutan. Ve emin ol, insanların en yüksek bahtiyarlığı, kaçıp kurtulması iki akraba ruhun peşini bırakmayandan."
-John Keats
5 notes · View notes
edebibiryolculuk · 2 years
Text
'Bir hayaldi belki de sadece
Bile bile kışın ortasında
Zamansız çiçek açan dallar gibi
Sessizliğe ses
Yürekte sıkışıp kalmış
Binlerce harf sıra beklerken
Nokta en öne geçmiş gibi
Hedefi tam on ikiden vuracakken
Rüzgar ters yönde esmiş gibi
Suskunluk kuyusundan tam çıkacakken Ayağın takılmış düşmüşsün gibi
Bir hayaldi belki de sadece
Zamansız baharı getiren çiçekli dallar gibi..'
5 notes · View notes
vurguni · 1 year
Photo
Tumblr media
Sevdanın dili. İnsan bir gönüle secde ederse Ömrün baharında güller dillenir Dört mevsimi hak için yola giderse Dizler aşka gelir yollar dillenir Dostluğa ter olsun emek hizmetin Yıkılsın kapısı kötü şöhretin Verilir hesabı elbet servetin Meyvede çiçekli dallar dillenir Doğa kadledene olmazsak yamak Katliama sessiz kalmazsa ahmak Renga renk doğaya kesip kıymassak Sahra aşka düşer çöller dillenir. Üreten emeği kurban gitmeden Çoban kavalıyla sürü güdmeden İnsan halka varsa riya etmeden Kor ateşi sönmüş küller dillenir. Gönül, sevdasını yele salsa'da Dillerde sevdanın tadı kalsa da Alemin gözünde güzel olsa da Sevgiyle sarılan beller dillenir. Hele bir çözülse sevdanın dili Serpilir dört yana günüller gülü Aşka yürür o gün halkların yolu Halayda kol kola eller dillenir. Vurguni olurmu hiç sevdanın yönü Yaşarken unutma geçmişi dünü Dostca yaşar isek gelen her günü Gönül sazı çalan teller dillenir... Abdullah Oral.... https://www.instagram.com/p/CmQ71zlsa6N/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
berat-im · 3 years
Text
BETER OL
Bana gam kasavet, veren sevdiğim,
Yaprağını döken, gülden beter ol.
Derdi bana reva, gören sevdiğim,
Sazlarda inleyen, telden beter ol.
Senin de olmasın halini soran,
Beni insafsızca derdiyle yoran,
Kış günü başını taşlara vuran,
Boz bulanık akan, selden beter ol.
Bu gönül bağını perişan eden,
Ele uydun kıymetimi bilmeden,
Her saat hüsnüyle ateşi giden,
Zamanla eriyen, külden beter ol.
Boyun büktüm vardım senin destine,
Merak etme göz koymazlar postuna,
Şehit düşen bu gönlümün üstüne,
Aşkınla titreyen, tülden beter ol.
Benden kaçıp ara sıra görünen,
Yüzüme bakmağa her an erinen,
Çile çekip diyar diyar sürünen,
Bulanık çaydaki, milden beter ol.
Yüzün hiç gülmesin eller içinde,
Bülbülsüz kalasın güller içinde,
Baharın çiçekli dallar içinde,
Kuruyup incelen, daldan beter ol.
Bilemedim Nemrut mu var soyunda,
Vefakarsın sebat ettin huyunda,
Bir orman içinde dere boyunda,
Kovanı yarılan, baldan beter ol.
Gurbet elde sevdasıyle yatıran,
Dert gölüne beni atıp batıran,
Çok günahkar cenazeler götüren,
Yerinden kalkmayan, saldan beter ol.
Bu engin aşkımın bulunmaz dibi,
Kış geçip gitmedi dinmedi tipi,
Sahibi çıkmayan bir mektup gibi,
Üstündeki kara, puldan beter ol.
Kanlı gözlerimi kapladı buğu,
Ateşim sönmedi bulamadım su,
Tanrıdan dileğim kara gözlüm bu,
Aşkınla tutuşan, kuldan beter ol.
Tumblr media
36 notes · View notes
telepatik · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
sarı kalanşo çiçeklerimin dalları aşağıya doğru sarkmış. ortada bir yerde bağlayıp toparlayayım diye baktım,, dallarının orta yerlerinden minik kökler çıkmış. sap kısmından kesip köklerin toprağa değmesini mi sağlamam gerekir acaba diye düşündüm, ama çok saçma olurdu o da çünkü öyle olunca ortada yapraksız dallar kalıyor,, bitkicilerin youtube'una koştum tabii ki. kalanşolar sürgün veriyorlarmış ve bu sürgünlerden çoğaltım yapılıyormuş. gerçekten de sürgünlerin kökleri çıkmış, daha bitkiden bile koparmadan?? oralara sürgün denildiğini de yarım saat önce öğrendim
a101'den aldığım sarı çiçekli kalanşo harikalar yaratıyor, annemle babamın aldığı pembe çiçekli kalanşo ofiste mahvoldu :( onu da kurtarmaya çalışıyorum. kalan kısmından birkaç sürgün vermiş o da, en büyüğünü kestim ama köklü kısmını tam alamamışım,, neyse ama çıkar oradan da kökü herhalde? öyle umuyorum, olmazsa denemeye devam ederim
2 notes · View notes
seyyahe-iavare · 3 years
Text
Bilinçaltı ne tuhaf bir şey..Geçenlerde Yeşil Bey'in gördüğüm yeşil pullu payetli kalemi, son zamanlar içinde bulunduğum koşuşturmalar, gelinlik, bindallı, kına meselesini düşünmek, ağaçların çiçeklenişini karıştırıp öyle efsana bir rüya gördüm ki :) Bunları zaten lütfen sadece rüyada görebileyim dedim:) Gelinin kızkardeşi olmam hasebiyle kırmızı pullu payetli bir elbiseyle mekana giriş yapıp sonra aynı elbisenin yeşilini buluyorum üzerimde. Baya da neşeli mutlu geziyorum ortalıkta o tipimle :) Sonra damat gelinliği son dakika yetiştiriyor diyorum ki bunu yetiştiremeseydin seni mahvedecektim. Çok üzüldü kardeşim çok endişelendi senin yüzünden diyorum. Kır düğünü sonra bahçeye iniyoruz. Ağaçlardan çiçekli dallar yerlerden çiçekler topluyor damat beyazlardan topla beyazlardan diyorum. Sonra Kardeşimi mutlu gözlerle o güzel gelinliğin içinde süzülürken görünce rahatlayıp damadı da hadi yırttın diye teselli ediyorum :) Biri bana neden kırmızı pullu bir elbise giydiğimi sorunca da ömrümce olamayacağım birşey söyleyip: Baldızım ben baldız diyorum :) En orjinal tarafı işin sonunda gelin ben çıkıyorum nasıl olduğunu anlamadan. Bilinçaltım ne anlatıyon acaba bana senin senden başka kardeşin yok mu diyon me yapıyon cidden😅
17 notes · View notes
babcess · 3 years
Text
seni çiçekli bir bahçede bırakalı, çiçekli ama geniş, kalabalık ve yazları pek ziyaret edilmeyen bir bahçede bırakalı içimde kazdığım tünelden sürekli kendime kaçıyormuşum. bunu bilsen üstüme yıkılacağımı da bilirmişsin çünkü senin bilmediğin hiçbir şey yokmuş. keşke biri bana yapma deseymiş, eminim kimseyi dinlemezdim ama keşke biri benim için endişelenseymiş.
neyin üstüne koşarsam hep daha hızlı dendi. hadi daha hızlı hadi biraz daha çabala hadi hadi hadi. hangi suya daldığımın, hangi suya yüzme bilmeden daldığımın önemi yok herkes bana sen yaparsın dedi. neyi yapacağımı bile bilmiyorum herkes sırtıma tıptıp yapıp beni kendime doğru kazdığım tünele birkaç santim daha itti. sonunda ne bulmayı umuyordum bilmiyorum ama işte bir itiraf; bazen sen ağlayamazsın ağlayan bir köpek ayağının dibini bulur. sen kargalar isimli bir öykü okurken tepene kargalar doluşur. evren bizimle gözümüzün içine baka baka konuşur. bunu anlamam yirmibeş sene sürdü.
sen yüzüme baktığında anlamıştın. taktığım küpelerden ki küpe takmaktan nefret ederim, hep havadaki sol kaşımdan, sana sitemle bakışımdan, içindeki kırığın kestiği yerden anlamıştın. çok tuhaf biriyim ve sadece sana yakalanmıştım. şimdi diyorum ki seni çiçekli bir bahçede bırakmadan önce iyi ki senin ulaşabileceğin kadar ulu orta bir yerde acımış canım.
bir şeyler oldu ve istemeden kabuğumu kırdım. kabuğumu kırarken kendimi kırdım evimi kırdım sanki, sanki bütün dünya çatırdamış gibi oldu yemin ederim bak böyle hissettim, neye baksam çatlağından su sızan o bardağı düşünmeye başladım, gözümüzün içinde dallar varmış, ben onları da çatlak sanıyormuşum, bunu da çok sonra öğrendim. kabuk diyordum, kabuğumu kırdım. yenisini ördüm sonra, kendime pencere açmayı öğrettim, çünkü kimse senin için endişelenmese de sen çok değerliymişsin, babamla sorunumu çözmem gerektiğini birkaç kez duydum, birkaç kez ama üst üste. çözemedim, olsun, kalbimden gereksiz bir duvarı yıktım, balkonu mutfağa kattım, biraz geniş alanlar, anlarsın, içimiz sıkılmasın yani artık geniş alanlar.
annemden ve kendimden başka kimseye güvenmiyorum. ben dikdörtgen bir taşa yenilsem de annemin tarafını tutuyorum. bizim gemimiz battı. herkesin gemisi batabilirdi çünkü. kabul edince sanki kendi başımı okşadım.
anlatamasam ağlar mıydım, ağlardım. bunu bilen tek kişi artık yok. kendimi ikna etmek için yazdım. kendimi ikna etmek için yazdım. kendimi ikna etmek için.
1 note · View note
resimlerin-dili · 1 year
Photo
Tumblr media
252 notes · View notes
golgelerdekaybolma · 4 years
Text
Tumblr media
Boşversene sen niye beklemeli
Sıktı artık bu kent beni
Çekip gitmeliyim hiç düşünmeden
Bulmalıyım aradığım o yeri
Şiirmiş, bilgelikmiş her neyse
Ne varsa benden kalsın geride
Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de
Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu
Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde
Nerdesin ey benim hergün yeniden doğan oğlum
Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
Orda uçsuz bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu.
Öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir gelişmedir
Tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi hiç tanımadığım
Oteller, genelevler, nar ağaçları
Dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar
Satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı
Ve bir yağmur öncesinde belli belirsiz
Üç beş çocuğun birbirini çağırdığı
Sopasını düşürdüğü bir dilencinin
Unutup gittiği sonra ses çıkarmadan
Anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı
İner gibi ben de
Örgüsünden başını kaldıran bir kadının
Gözlerinde
Nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya
Bulacağım elbette aradığım o yeri
Yıllar yılı tuttuğum aklımda
Hani salkımlar içinde bir ev vardı
Eski bir gemici feneri asılıydı kapısında
Duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu
Yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki
Eksilmiş gibi ağzımda bir dişim
Yerini dilimle oynaya oynaya
Dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara.
Geçerim kuduğum hayallerin altından
Bir gökkuşağının altından geçermiş gibi
Budakları kalın ellerimi andıran
Asmaların yanıbaşından
Yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla
O geçimsiz akşamla
Ve mutlaka kayalardan doğmuş olan
Göğün mavi yapamadığı bir şahin
Başımın üstünde tek başına.
Kırmızı dallar, göğe uzanır çitler
Yıldızları birbirinden ayıran
Bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir
Yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan
Ey gün batımı! benden duymuş olma bu yakınmayı
Bir gül bana kendini kopardı verdi
Daha dün akşam, daha dün akşam.
Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür
Ben onu yüreğimle görmüşüm anlaşılan
Çözüldü artık o büyü, yanımda
Sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran
Üstelik çoktan buldum aradığım o yeri
Tam yedi kez doğan güneşlerin altında
Bir yitip bir yükselen sıradağların ardından.
Yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
Dişleri tenime geçse yaz rüzgarlarının
İzine pek rastlamasam
Ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
Bunu bir daha sorsam
Ne çıkar bir daha sorsam
Sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
Ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
Benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
Kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam.
Edip Cansever
2 notes · View notes
yurekbali · 6 years
Audio
“Gözlerin açıldığında başlar yeni bir hayat, gerinir dünya, oturur kahvaltısına, dersimiz Güzellik der. Homeros’tan başlayalım hayata, geçmişe gittikçe yaklaşılır yarına, göğsümde şiirden bir uyku, kollarım, çiçekli dallar...” - Turgay Fişekçi, Yeni Yıl (Sevgi Bağları)
64 notes · View notes
vurguni · 2 years
Photo
Tumblr media
Yollar Kalmadı. Öyle bir zamana geldik ki dostlar Halini arz eden dinler kalmadı Kölelik her yerde meydanda postlar Meyvede çiçekli dallar kalmadı.. Husumet çoğaldı kötülük meğil Mümin müşrikkine diyorki eğil İslam aleminde, ülkede değil Hakka yürüyecek kullar kalmadı Ne vakıf ne kurs ne cami koydu Müslümana taçiz nasılda uydu Diş ile damaklar haramla doydu İnsanlığa giden yollar kalmadı.. Cihat yayıldıkca uşaklık moda Parsellendi vatan satıldı, yâd'a İnsanı sevmeye, koydular kota Aşk ile saracak beller kalmadı.. Adalet belinden kırık ülkenin Hayal dünyasında hep kaygan zemin Koca coğrafyaya yayılmış bir kin Hakca sarılacak kollar kalmadı.. Kapımda köpekde yitirmiş yüzü Boynunda tasması dilinde gezi Arılarda bozdu petekde özü Yaylalarda eski ballar kalmadı Kavgayla harcandı en güzel günler Anılarda kaldı coştuğum anlar Vurguni nerede o mutlu günler Geriye dönecek, yıllar kalmadı.. Abdullah Oral... https://www.instagram.com/p/Cf8fP6vMRGu/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
aysenilla · 2 years
Text
Tumblr media
Ben evimin kadını değilim sevgilim, senin kadının da değilim; ben kadınım ve can yoldaşı olalım isterim birbirimize.
Bisiklete binmeyi severim mesela sen mandolin çalmayı sever misin peki, ya da en en azından bir mandoline dokunmayı?
Altın günlerine gitmem kesinlikle; dağları, nehirleri, ormanları gezerim. Ya sen? Gelir misin benimle bir gölün yanı başında sere serpe uzanmaya…
Üşüttüğünde çorba içiririm sana sıcacık; bana bir şey olsa, kedimize bakar mısın benim gibi?
Ütüden nefret ediyorum sevgilim; sen de hiç olmazsa arabalarla arana mesafe koymayı dene arada bir olur mu?
Masa tenisi oynayalım seninle sık sık; bir de kitap okuyalım görme engelli dostlarımıza…
Ben arkadaşlarımla takılayım bazı akşamlar; sen de arkadaşlarınla takıl, -bu beni mutlu eder çok…-
İkimizin de canı bira içmek istemeyebilir aynı anda; birimiz bira içsin, diğerimiz çay mesela…
Çok iyi pilav yaptığım söylenemez sevgilim; sen de siyasetle ilgili bu kadar iddialı konuşmasan?
Bazen türkü dinlemek istemiyor olabilirim; caz dinlemem seni rahatsız etmemeli…
Tut ki evlendik ve çok istemekle birlikte çocuğumuz olmuyor; ben seni incitmem hiçbir zaman, sen de beni incitme lütfen…
Bir gün yatalak olabiliriz, sen ya da ben… Mümkündür yani, ben seni bırakmam…
Ben bazen alıp başımı giderim sevgilim; sen de alıp başını gidebilirsin. Kendimizi ve birbirimizi dinlendirmemiz, soluklandırmamız gerekir bazen…
Her konuda aynı fikirde olmayabiliriz seninle; ama birbirimizi dinleyelim her zaman...
Beni eleştirme herkesin içinde; seni eleştirmek aklımdan bile geçmez herkesin içinde…
Bir de şunu unutma isterim; ne ben senin annenim, ne de sen benim babamsın!
Ütüden nefret ederim ama sen ütü yaparsan, içtenlikle teşekkür ederim sana…
Çok iyi pilav yapamıyorum, ama eğer dibi tutmuşsa senin yaptığın pilavın, dert etmem bile bunu…
Bir kitap alalım ve bir deniz kıyısında ya da çay ocağında hiç fark etmez; aynı anda okuyalım isterim beraber o kitabı. Sen bir sayfanın üçüncü satırında ol, ben beşinci satırında, ne gam…
Yüzüne bakınca bahar bahçeler görmek isterim, sen de benim yüzüme bakınca çiçekli dallar görüyorsan ne mutlu bize…
Ben evimin kadını değilim sevgilim, senin kadının da değilim; ben kadınım ve can yoldaşı olalım isterim birbirimize.
Ben seni yüreciğimle, can halimle, birbirimizi bütünleyebildiğimizce sevdim sevgilim…
Ergür Altan
1 note · View note
simurguvercinka · 2 years
Text
Boş versene Sen Niye Beklemeli
Boş versene sen niye beklemeli Sıktı artık bu kent beni Çekip gitmeliyim hiç düşünmeden Bulmalıyım aradığım o yeri Şiirmiş, bilgelikmiş her neyse Ne varsa benden kalsın geride Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde Neredesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum Sevginin çoğul oğlu Senin ülkende yalnız bütün özlemler Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla Orda uçsuz bucaksız Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu. Öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir gelişmedir Tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi hiç tanımadığım Oteller, genelevler, nar ağaçları Dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar Satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı Ve bir yağmur öncesinde belli belirsiz Üç beş çocuğun birbirini çağırdığı Sopasını düşürdüğü bir dilencinin Unutup gittiği sonra ses çıkarmadan Anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı İner gibi ben de Örgüsünden başını kaldıran bir kadının Gözlerinde Nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya Bulacağım elbette aradığım o yeri Yıllar yılı tuttuğum aklımda Hani salkımlar içinde bir ev vardı Eski bir gemici feneri asılıydı kapısında Duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu Yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki Eksilmiş gibi ağzımda bir dişim Yerini dilimle oynaya oynaya Dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara. Geçerim kurduğum hayallerin altından Bir gökkuşağının altından geçermiş gibi Budakları kalın ellerimi andıran Asmaların yanıbaşından Yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla O geçimsiz akşamla Ve mutlaka kayalardan doğmuş olan Göğün mavi yapamadığı bir şahin Başımın üstünde tek başına. Kırmızı dallar, göğe uzanır çitler Yıldızları birbirinden ayıran Bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir Yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan Ey gün batımı! benden duymuş olma bu yakınmayı Bir gül bana kendini kopardı verdi Daha dün akşam, daha dün akşam. Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür* Ben onu yüreğimle görmüşüm anlaşılan Çözüldü artık o büyü, yanımda Sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran Üstelik çoktan buldum aradığım o yeri Tam yedi kez doğan güneşlerin altında Bir yitip bir yükselen sıradağların ardından. Yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam Dişleri tenime geçse yaz rüzgarlarının İzine pek rastlamasam Ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye Bunu bir daha sorsam Ne çıkar bir daha sorsam Sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam Ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği Benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi Kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam. *Howard Fast
-Edip Cansever
Tumblr media
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 3 years
Text
Rafael Alberti / Garcia Lorca'nın şiirsel gelişiminde, Granada ve Fuente Vaqueros sokaklarında çalınan gitarların çok etkisi olmuştur
Tumblr media
İspanya İç Savaşı'nda faşistler tarafından 38 yaşında öldürülen Federico Garcia Lorca, şair, oyun yazarı, ressam, piyanist ve besteciydi. 1927 kuşağının sembol ozanlarından olan Lorca'yı aynı kuşağın ozanlarından Rafael Alberti anlatıyor.
Madrid Öğrenci Yurdu'ndaydım. 
Yurt, Madrid'in biraz dışında, yine bir zamanlar orada kalmış olan Juan Ramón Jimenéz'in, şiirlerinde "Uzun Kavaklar Tepesi" diye adlandırdığı yeşil bir tepenin üzerindeydi. Bu adı vermesinin nedeni, bahçeyi çevreleyen ve başkente su sağlayan bir kanalla kesilen kavaklıklardı.
Yurdun gösterişsiz yatak odaları ve ağaçları, yüzyılın başlarından Lorca'nın karanlıklara gömüldüğü trajik 18 Temmuz gününe dek, yeni ve özgür bir İspanyol ruhunun ve bu ruhun yarattığı en iyi yapıtların ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştu. Özgür eğitim kurumlarının ortaya çıkışıyla doğan, 14 Nisan Cumhuriyeti'yle önem kazanan kültürün çekirdeğini oluşturan bu öğrenci yurdu, en büyük İspanyol sanatçılarının beşiği olmayı sürdürmüştü. Garcia Lorca'dan önce burada kalanlar arasında Ramón Menéndez Pidal, Antonio Machado, Juan Ramon Jimenéz, Miguel de Unamuno, Ortega y Gasset ve Américo Castro'yu sayabiliriz.
Hukuk öğrencisi olmak korkunç bir şeydi onun için
Federico, ailesi tarafından 1919'da bu yurda gönderildi. Madrid'e, -Granada rüzgarlarının ve ırmaklarının çok iyi bildiği gibi- kanının tek ve doğal eğilimini izleyen bir ozan olarak değil, bir öğrenci olarak gelmişti. Arada sırada kayıplara karışan bir felsefe, edebiyat ve hukuk öğrencisiydi. Ne var ki hukuk öğrencisi olmak korkunç bir şeydi onun için ve mezuniyeti ancak 1923 yılında, Granada Üniversitesi'nde gerçekleşecekti.
Garcia Lorca'nın kaldığı ve şiirin vatanına dönüştürdüğü bu yurt, on yıl boyunca, İspanyol entelektüel yaşamında yeni adlar ortaya çıkarmış ve bu yeni adlar, yarımadanın içinde ve dışında ün kazanmış ve saygı görmüş eski ustaların yerini almaya başlamıştı. Malagalı ozanlar José Morena Villa ve Emilio Prados; o zamanlar bile olgun yaşta sayılabilecek ressam Salvador Dali; sinemacı Luis Bunuel ozanın şen odasını her saat dolduran hayran öğrenciler topluluğunu oluşturuyorlardı ve Federico'nun en iyi iletişim kurduğu dostlarıydılar.
İki güçlü akıntının birbirine karışması gibi
İki ozanın ilk kez birbiriye tanışıp ellerini uzatması, iki güçlü akıntının karşı karşıya gelip birbirine karışması gibidir. Lorca'nın şiir konusundaki yeteneğini onunla karşılaşmadan çok önce biliyordum ve ellerimizi ilk kez birbirimize uzattığımızda belleğimde şu dizeler kanat çırpıyordu:
Ve ışıksız
yoksul yıldızlar,
-ne acı, ne acı,
ne yazık!-
terkedilmişler
solgun bir maviliğe.
Ne acı, ne acı,
ne yazık!
Yapıtlarına aldığını hiç görmediğim bu eski, dostluk öncesi dizeler! Bunlar benim için yüzü ve bedeni olmayan bir  ozanın, ağaçsız bir esintinin, nereden geldiği belirsiz bir fısıltının imgesiydiler. Bu görünmez ozanla ve şiirleriyle ilk tanışıklığım 1922 yılında bir yaz günü, Guadarrama Dağları'nda olmuştu. Acaba nasıl biriydi Federico? Onu gören ve konuşan var mıydı? Ne zaman tanıyabilecektim kendisini? O zamanlar bunun iki yıl sonra gerçekleşebileceğini bilmiyordum kuşkusuz.
Yeşil, sana sevdalıyım yeşil.
Yeşil rüzgar. Yeşil dallar.
Önceki şiir nasıl gözümün önüne daima, düşte yaşatılan bir ozanın, Guadarrama çamlarının ve otlarının kokusuyla birlikte bir görüntüsünü getiriyorsa, Romancero Gitano'nun ("Çingene Romansı") bu dizeleri de yaşamım boyunca bana, dostluğumuza kapı açan Madrid Öğrenci Yurdu'nu anımsatacaktır. 1924 yılının sapsarı bir Ekim gününde, ozan Morena Villa mı yoksa ressam Salvador Dali mi olduğunu bugün tam anımsayamadığım biri tanıştırmıştı bizi:
- "Rafael Alberti..."
Federico, kahkahalar ve abartılı mimiklerle kesilen, tanımı olanaksız bir sözcük yığını içinde kucaklardı tanıştırılan kişiyi ve de tüm dünyayı.
-"Tanıyorum ben seni. Nasıl tanımam! İki yıl önce açtığın bir resim sergisine gelmiştim. -Bir yandan da sırtıma vuruyor ve soluk almamı engelleyecek derecede sıkıyordu beni-. Tabii ya! Murcia'da, La Verdad'da şiirlerini de okumuştum. Yalan mı? Söyle yalan mı? Granada'da yaşayan amcan sana 'Alberti, Küçük Alberti' derdi. Görüyor musun nasıl da biliyorum seninle ve ailenle ilgili her şeyi?"
Resimde çiçekli bir dere kıyısında uyuyor olayım
Ve kahkahalar atarak yeniden gülmeye başlıyordu. "Sana bir ödev vereceğim" diye sürdürdü konuşmasını, "Bu, ressam olan Rafael Alberti'ye vereceğim bir ödev. Bana bir resim armağan etmeni istiyorum. Bu resimde ben, çiçekli bir dere kıyısında uyuyor olayım. Ve bir Bakire -Güzel Aşk Bakiremiz- zeytin ağacının tepesinde görünsün. Bunu yatağımın başucuna asacağıma söz veriyorum sana. Ve bir gün Endülüs'ten, Fuente Vaqueros'dan geçersen -ki şu andan başlayarak davetlisin oraya- söylediklerimin doğru olduğunu gözlerinle göreceksin."
Şaşkın ve coşkulu bir biçimde onayladım. Hemen o gece başlayacaktım ödevime. Her ne kadar şiire olan ilgim resme duyduğum ilgiden fazlaydıysa da, onu geniş bir düzlükte, çiçeklerle çevrelenmiş olarak ve Bakiremize gülümserken resmetme düşüncesi sarıyordu kafamı...
Biz böyle konuşurken, öteki arkadaşlar kuşatmaya başlamıştı çevremizi. Bu öğrenciler, onun belki de tam anlayamadıkları şiirlerini daha sonra kahvelerdeki ve üniversitedeki edebiyat toplantılarında yineliyorlardı.
Şiir söylediğinde büyülü bir hava yayıyordu çevresine
O zamanlar Garcia Lorca ipince bir delikanlıydı. Alnı geniş ve uzundu. Siyah saçları bazan, Romancero'sundaki Antonio Camborio gibi alnına düşerdi. Teni esmerdi ve zeytinlikler açısından en zengin topraklar olan Endülüs'de çok kullanılan bir deyimle "zeytin yeşiline" çalıyordu. Yüzünde neşeli bir ifade yoktu ama ansızın kahkahaya dönüşebilen geniş bir gülümseme yayılıveriyordu hemen. Davranışlarında bir canlılık, bir sevecenlik vardı ve konuştuğunda, şiir söylediğinde, bir oyundan bölümler okuduğunda ya da piyano eşliğinde şarkı söylediğinde, dinleyicilerini sımsıkı kendine bağlayan büyülü bir hava yayıyordu çevresine. Garcia Lorca her yerde bir piyano bulurdu. Bu ahşap öğrenci yurdundaki konferans salonunda da kendisi için hep açık duran büyük bir kuyruklu piyano vardı. Eğer bugün hâlâ duruyorsa, kapağını kaldırdığımızda, İspanya'nın yıllardan bu yana süregelen romans ve şarkılarını içinde sakladığına tanık olabiliriz. Federico'nun sesi ve elleri o piyanonun kapağı içinde gömülüdür hâlâ.
İspanya'nın seslerini Lorca'nın derin ırmağından yükselirken duymak
Yurdun, hanımeli kokusunun sardığı o pencere kenarındaki köşesinde duran kuyruklu piyano, Federico'nun büyük yeteneğini herkesten daha iyi anımsayacaktır kuşkusuz.
Ah yurttaki güzel günler! Baharlarda ve yaz başlarında akşamüstleri ve geceleri piyanonun çevresinde toplanıp, İspanya'nın sayılması olanaksız gizli zenginliklerinin derin, hüzünlü, sabırsız ve neşeli tüm farklı seslerini, Lorca'nın derin ırmağından yükselirken duymak! Ulusal şiirimize, kendi kaynaklarımıza yönelmenin o coşkulu dönemi!
Bazan yine o piyanonun başında, öğrenciler arasında yapılan zevkli folklorik yarışmalara -ya da sınavlara- tanık oluyorduk.
-"Bu şarkı nereden, bilin bakalım!" derdi Federico, bir yandan da dizeleri okurken:
Mónléon'un gençleri
Erkenden gittiler saban sürmeye
- Ay, ay!
erkenden gittiler saban sürmeye...
Eski şarkı ve romanslarımıza giderek artan bir tutkuyla sarıldığımız o ilk yıllarda, bunların çıkış noktasını bilmek pek güç bir iş değildi bizim için.
-"Bu Salamanca bölgesindendir" diye yanıtlardı orada bulunanlardan biri.
-"Evet, bayım. İyi bildiniz" diye onaylardı Federico, yarı ciddi yarı şakacı bir tavırla.
Yine zaman zaman, bahçedeki kavakların ya da zakkumların altında şiir yarışmaları veya yeni şiirlerle ilgili söyleşiler yapılırdı. Ve ben ilk kez orada, gençliğin verdiği ürkeklikle, Marinero en Tierra'dan ("Karadaki Denizci") parçalar okumuştum. Arada sırada bazı yabancı ozanların, Paul Valéry, Claudel, Aragon, Eluard, Teixeira de Pascoaes gibi yabancı ozanların sesleri de karışırdı bizim seslerimize.
Federico, sonsuz tatilde olan bir öğrenci gibi, yaz iyice gelip de şiirlerinde onca sözünü ettiği Granada ve Fuente Vaqueros'a gidene dek, yılın büyük bölümünü işte bu ortamda geçirirdi. Gittiği yerdeyse kendisini bekleyen, Madrid'in piyanosu ve kültür ortamı değil, avlu ya da sokaklarda çalınan ve şiirsel oluşumuna büyük katkıda bulunan gitarlardı.
-"Kuzenim, ağaçlar başlarını salladığına göre yakında fırtına çıkacak. Hoşçakal."
"Kuzenim". İşte öğrenci yurdundaki o ilk tanışmamızda, o aydınlık Endülüslü yüzüyle ve hiç bırakmadığı o çingene tavrıyla böyle vedalaşmıştı benimle.
Federico Sevilla'da ya da Sevilla Federico'da!
1927'de, Cordobalı büyük ozan Luis de Góngora'nın üç yüzüncü ölüm yıldönümünün coşku içinde yaşandığı o yılda, kuşağımızın öteki yazarlarıyla birlikte Garcia Lorca ve ben de bu Endülüs kentine çağrıldık. Bizi orada buluşturan edebî bir toplantıydı ama, asıl çeken neden, büyük boğa güreşçisi dostumuz Ignacio Sánchez Mejias'dı. Edebiyata olan büyük tutkusu ve ilgisi nedeniyle bizi, Manzanares Irmağı'nın bomboş kıyılarından, Sevilla'daki Guadalquivir Irmağı'nın çiçekli kıyılarına çekmişti.
Federico'nun şarkı ve romansları Sevilla'da büyük bir ün yaptı. O sıralar henüz yayınlanmamış olan Romancero Gitano'yu okuması müthiş ve neredeyse boğa güreşçilerindeki kadar bir coşku ve alkış tufanı yarattı. Endülüs'ün onurunu yücelten ve şiirlerinde sürekli olarak Sevilla'dan ve Guadalquivir Irmağı'ndan söz eden Lorca'nın bu tutkusuyla kendilerinden geçen dinleyiciler, kravatlarını ve ceketlerini çıkarıp ona atma çılgınlığına kapılacak kadar ileri gittiler.
Camboriolar'ın hem oğlu, hem
         yeğeni
Antonio Torres Heredia,
boğaları görmeye gidiyor
Sevilla'ya
elinde bir söğüt dalıyla.
Granada'nın iki ırmağından biri kandır, ağıttır öteki
Endülüs kentleri arasındaki masum çekişmeyi ateşlendiren daha sarsıcı, daha şaşırtıcı bir şey olamazdı. Federico "Romancesoru"sunu Sevilla'dan başlatmıştı! Bir boğa güreşinden söz ederken Sevilla'dan başlamak! Banamejili bir çingeneye, Cordobalı bir gence yeğlemişti bunu. Garcia Lorca'nın şiirsel amacı çok masumdu ve bölgesel çekişmelerden kesinlikle uzaktı ama, bu rastlantı, bir Granadalı'nın bu tutumu, kentlerini kıskanan Sevillalılar'ı sevinçten çıldırtmaya yetmişti.
Sonra Lorca, Granada'sının iki ırmağı olan Barro ve Genil üzerine yazdığı dizeleri okumuştu:
Guadalquivir Irmağı'nın
sakalları nar rengi.
Granada'nın iki ırmağından
biri kandır, ağıttır öteki.
Bugün onu Alcazar'ın kıraç bahçelerinde, müzenin Zurbaran beyazlıkları önünde ve Santa Cruz bölgesinin kireçli labirentinde anımsamanın büyük hüznü!
Bu yolculuk sırasında Garcia Lorca, o zamanlar Sevilla'nın en ilginç kişisi olan Fernandó Villalón Daóiz'i de tanıdı. Sığır çiftliği sahibi, kont, büyücü, tanrıbilimci, hipnotizmacı ve tek kitabı olan bir ozan. Bu ilk kitabını ancak kırk sekiz yaşında tamamlayabilmişti. Güç boğa güreşçiliği mesleğinin başlangıcında, Sanchez Mejias'ın koruyucusu da oydu. Birkaç ay önce bana yapılan tanıştırma işlemini şimdi Sanchez Mejias Federico'ya yineliyordu:
-"Don Fernando Villalón Daóiz, Endülüs'ün tek kitaplı ozanı."
Federico ile Villalón hemen arkadaş oldular. Villalón öğleden sonra ikimizi kenti dolaşmaya davet etti. Sevilla'nın karışık sokaklarından, tehlikeli dönemeç ve virajlarından Fernando'nun kullandığı arabayla geçtik. Zavallı Garcia Lorca'nın yüzündeki dehşet ifadesini hiçbir zaman unutamayacağım. Arabalara olan korkusu ancak Pablo Neruda'nın, ya da, ... ya da benim arabalara olan korkumla kıyaslanabilirdi. Çünkü Villalón bize, gelecekteki şiiri "El Kaos"un dizelerini okuyup açıklarken ellerini direksiyondan çekiyor, virajları çılgınca bir hızla dönüyordu.
Federico'nun güzelliklerden yaralı döndüğü yolculuk
Yine aynı gece, Ignacio'nun şehir dışındaki "Pino Montana" adlı villasında toplandık. Kahkahalar, bağırışlar, kucaklaşmalar, itişmeler, Federico'nun "Fernando'nun Başarılarını" kutlama yöntemleri olan tüm bu davranışlar, Sevilla'daki Giralda Kulesi'nden duyulabilirdi.
Sığır çiftliği sahibi -ozan Sanchez Mejias'ın kendisini oturttuğu köşede Lorca'ya Murillo'nun tablolarını keşfetme konusundaki gizli gücünü, tatlı sularda deniz kızı avlayabileceğini, boğaların gözlerini yeşile dönüştürebileceğini, pınarların suyunu kurutabileceğini anlatıyordu. Ve bu sonuncuya onu inandırabilmek için, Jerez de la Frontera yakınlarında küçük bir köy olan "El Cuervo"ya gidip kuruyan pınarları gözleriyle görmesini öneriyordu.
Ah Ignacio'nun evindeki o güzel ve etkileyici gece! Dost ozanların, iyi insanların gecesi! Çok içtik o gece ve şiirlerimizi okuduk. Góngora'nın büyük yorumcusu Dámaso Allanso, Don Luis Góngora'nın Primera Soledad ("İlk Yalnızlık") adlı kitabından 1091 dizeyi ezbere okudu. Daha sonra Ignacio, gitarist Manuel Huelva ile birlikte Cante Jondo'nun en büyük dehalarından Manuel Torres'in geldiğini bildirdi. Manuel Torres'in güzel sesi yanında sözcükleri de çok şaşırtıcıydı.
- Nereden buluyorsun bu sözcükleri? diye sordum.
- Bazılarını ben uyduruyorum, ötekileri de arayıp buluyorum.
Manuel Torres okuma yazma bilmiyordu ama şarkıcılığı kusursuzdu.
Federico o yolculuktan yaralanmış, hatta yaralanmıştan da beter döndü. Ancak, güzelliklerden yaralıydı.
İlk tiyatro yapıtını izleyicilerin anlamadığını gülerek anlattı
1920 ya da 1921'de Federico ilk tiyatro yapıtını sahneledi:
El Maleficio de la Mariposa. Bu yapıtını tanımıyorum, sanırım Garcia Lorca onu hiç yayınlamadı. Ancak kahramanlarının böcekler olduğunu biliyorum. Federico, bu oyunun gösterimiyle ilgili bir olayı gülmekten yerlere yatarak anlattı. İzleyicilerin büyük bir bölümü oyunu anlamamıştı. Oyundaki küçük böceklerden biri, "Bebek Curianito" ya da "Bebecik" diye adlandırılıyordu. "İşte" diye anlatıyordu Garcia Lorca kahkahalar arasında, "Bebecik çok neşeli bir biçimde 'Bugün kahvaltıda bir sinek yedim' dediğinde, izleyicilerden biri öfkeli bir sesle bağırdı: 'İğrenç!', 'Tiksindirici!'."
İyi bir ozan olan Federico aynı zamanda kendisine gülmeyi de bilirdi ve bu olay onu çok eğlendirmişti.
Sevilla, uyan kalk ayağa, / Uyan ki boğulmayasın ırmakta
Federico, Titeres de Cachiporra adlı oyununu İrene Lopez Heredia ile eşi bay Mariano Asquerino'ya okuyordu. Don Cristobal'in erotik tutkusu "Rosita"nın şarkısını piyano eşliğinde söylüyordu:
Sevilla, uyan kalk ayağa,
Uyan ki boğulmayasın ırmakta...
O sırada Heredia, anlama yeteneğinin büyüklüğüne güvenip büyük bir jestle zeki kocasına döndü ve bir yorum yaptı:
- Ama bu Dona Rosita ne kadar da numaracı bir kadın, Mariano! Ne kadar da numaracı!
Şarkısı kesilen Federico, şaşkın bir biçimde kalakalmıştı. Yine de nezaket gereği okumasını sürdürdü. Bu toplantıda çiftin çok sevdiği kocaman, Terranova cinsi bir de köpek vardı. Salonun ortasını kristal bir masa süslüyordu. Heredia'nın o beklenmedik yorumundan sonra daha yeni kendini toplayan Federico coşkuyla okumasını sürdürürken, derin bir dikkatle onu dinliyor gözüken Asquerino ansızın karısına bağırdı:
- Otuz iki, İrene, otuz iki! Ne harika!
- Ne diyorsun, Mariano? diye sıçradı zeki karısı.
Ve kültürlü, görgülü koca şöyle dedi:
- Köpek, İrene! Masanın çevresinde otuz iki tur attı! Her zamankinden daha çok!
İnanılmaz, aynı ölçüde hüzün verici ve yorum gerektirmeyen bir olay.
'Beş dere olmuş kan çeşmesi' yeryüzüne yayılıyordu
Sanki bunu bana daha yeni söylemişler gibi... Haberi dinliyorum ve sanırım bunu kulağımdan çok gözlerimle yapıyorum. Bu korkunç haberin sığması için geniş bir yere ihtiyaç var ve hiçbir şey, bir dehşet anında büyüyen gözlerden daha derin olamaz. Madrid'de, sanatçıların ve yazarların kaldığı bir evin bahçesinde vermişlerdi haberi. Şu anda yüzü anımsamıyorum, yalnızca sesi ve gözlerimin büyümesi aklımda. Granada'dan gelen bir işçiydi, adını da unuttum. Kaçıp gitmek isteyen birinin sesiydi...
- Doğru mu, doğru mu söylediğin?
Sessizce sorulmuştu bu soru ve az sonra, yalnız benim değil, bize yaklaşmakta olan herkesin sesi avluyu doldurdu.
- Doğru mu, doğru mu?
Hiçbirimiz inanmak istemiyorduk. Ancak o gece tüm kalemler büyük bir öfkeyle bu trajediyi haykırmağa başladı. İşte o günden başlayarak, Granadalı ozanın imgesi tüm dünyayı sardı. Romancero'sundaki 'beş dere olmuş kan çeşmesi' gibi yeryüzüne akıyordu.
Ertesi sabah, Federico'nun sesine çok benzediği için beni etkileyen bir ses, neredeyse onun sesi, telefonla beni aradı:
- Doğru değil, doğru değil. Hiçbir şey yapmayın. Hiçbir şey yazmayın. Federico'nun sağ olduğu ve bir yerde gizlendiği biliniyor.
Konuşan, ozanın çok sevdiği kızkardeşiydi.
Susacağımıza söz verdik. Hiçbir şey yazmayacaktık. Ancak tüm dünyayı bu sözün kapsamına alamazdık kuşkusuz. Korkunç haber, fısıltılarını en gizli köşelere ulaştırana dek her yana yayılıyordu. İçimiz öfke, protesto ve lanet doluydu ama yine de bir umut kırıntısı besliyorduk:
- Doğru olabilir mi? 
Yine bu küçük umut kırıntısı, Pen Kulüp Başkanı H. G. Wells'i Granada askeri valisini aramaya yöneltti. Verilen yanıt, sıradanlığıyla, kesin olanın en iyi kanıtıydı ve hiçbir kuşku bırakmıyordu. Kaba ve küçümser bir tonla şöyle demişti Espinoza: "Bu bayın nerede olduğunu bilmiyorum".
Uzun bir süre, Garcia Lorca'nın, Sierra Nevada'nın güç ulaşılır bir bölgesinde veya bir konsoloslukta gizlendiği ya da İspanya dışında küçük bir İsviçre kasabasında olduğu fısıldandı kulaktan kulağa. Ancak gerçekten gizlendiği yer toprağın üstünde değil altındaydı. Ve yüreği orada, dünyaya yeşillikler katacak ve hiç solmayacak simgesel bir ağacın köklerini salıyordu.
(Rafael Alberti / İspanyolcadan kısaltarak çeviren: Tülin Şenruh / Yeni Düşün dergisi / Ekim 1988)
0 notes