Tumgik
#eşyanın ruhu
bilgeyim · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Söylesene, bir ev ne zaman yuva olur? Tuğlaları döşeyip, boyayı çekince mi? Yoksa çayı demleyip perdeleri çekince mi?
Yeditepe İstanbul
52 notes · View notes
mesutbahtiyarolacak · 2 years
Text
Tumblr media
Aşk olmayan evde, giderek azalıp yok olan bir parfüm, buharlaşarak uçup giden su gibi eşyanın ruhu da yok oluyor. Maddenin anlamı kalıyor geriye. Tek başına ve aşksız yaşayan bir adamın evinde ise eşya evin efendisi kesiliyor. Musluklar bozuluyor, sandalyeler eklem yerlerinden ayrılıyor, koltuklar ihtiyarladıkça ufalan insanlar gibi küçülüyor sanki. Eşya yalnızlıkta çok ses veriyor.
22 notes · View notes
wehuzunngeldi · 3 years
Text
Aşk olmayan evde, giderek azalıp yok olan bir parfüm, buharlaşarak uçup giden su gibi eşyanın ruhu da yok oluyor. Maddenin anlamı kalıyor geriye. Tek başına ve aşksız yaşayan bir adamın evinde ise eşya evin efendisi kesiliyor. Musluklar bozuluyor, sandalyeler eklem yerlerinden ayrılıyor, koltuklar ihtiyarladıkça ufalan insanlar gibi küçülüyor sanki. Eşya yalnızlıkta çok ses veriyor.
14 notes · View notes
doriangray1789 · 3 years
Text
Bilimsel anlamda RUH yoktur. Düşünce ve hatıraların beyninde, duyguların çeşitli salgı bezlerinde oluşur, biyolojiktirler.
Descartes ruhu “eşyanın zıddı olan düşünen şey” olarak tanımlar.
Spinoza ruhtan “ilahî cevherin özellik ve tarzı” olarak söz eder.
Leibnitz ruha “kendi içine kapalı monad (teklik) alevi” adını verir.
Lessing ruhu “sonsuz soluk” olarak ifade eder.
Kant ruhu “mutlak olanı idrak etmenin imkânsızlığı”yla niteler.
Fichte ruhu “bilgi ve fiil” olarak ifade eder.
Hegel ruhu “fikrin (idea) gelişiminin kendisi” olduğunu söyler.
Schelling ruhu “mistik kudret” olarak tanımlar.
Nietzsche ruhu “kudretin iradesi” olarak ifade eder.
Freud ruhu ego ile süperego arasındaki fark olarak belirtir.
Jaspers ruhu varoluşla tanımlar.
Heidegger ruhu “orada olmak” olarak ifade eder.
Bloch “geleceğin kökenindeki gerçekleşme” olarak ifade eder.
Sokrat'a göre insan ruhu görünmez ve ölümsüzdü, bedeni sevk ve idare eden ruhtu.
Platon ruhu kişinin özü, nasıl davranacağımıza karar veren varlık olarak kabul etmiştir. O, bu özü, varlığımızın cismani olmayan (cisimler âleminde yer işgal etmeyen) ve ebedi tarafı olarak ele almıştır. Çünkü Platon'a göre, bedenler ölse de ruh yeni bedenlerde sürekli olarak tekrar doğmaktadır (reenkarnasyon)
Aristo da Sokrat ve Platon’un yolunu izlemiştir.
4 notes · View notes
slmdy · 3 years
Text
YAMASIZLIK SORUNUMUZ
Ya da, ( İnsani ilişkilerimiz)
Tumblr media
. Eski zamanlarda yamalı elbise ve pantolon giymek kuşkusuz fukaralık göstergesiydi; fakat bana göre yama denen şey, fukaralığın ötesinde insanın eşyayla ilişki biçimini de gösteren önemli bir semboldü. Daha açıkçası, yama, sahip olduğumuz eşyaya atfettiğimiz kıymetin göstergesiydi. Çünkü o eşya, her şeyden önce kıt kanaat imkânlarla elde edilmişti ve bu yüzden kıymetliydi. Diğer taraftan, o eşya hayatımızın bir döneminde bize refakat etmiş ve böylece anı galerimize girmişti. Dolayısıyla hayat hikâyemizde az çok bir hatırası olduğu için de önemliydi. Bu yüzden, geçmiş yıllarda ne elbise, gömlek, pantolon gibi giyecekleri ne de başka türden eşyaları sırf modası geçtiği ya da modeli eskidiği için bir çırpıda kaldırıp atmaya gönül el vermezdi.
Peki, şimdi de böyle mi? Ne yazık ki bugünün dünyasında eşya ve insanla ilişkide yamanın yeri yok. Yama derken kastettiğimiz şey, hem hakiki manada yama hem de kısmen mecazi manada tamir, onarma ve kurtarma… Gerçi hısım, akraba, dost, arkadaş, yâr, yârenle ilişkilerde yama sorun olarak görülebilir; elbette gönül ister ki tüm insani ilişkilerimiz yırtıksız, yamasız devam etsin; fakat maalesef böyle olmuyor; çoğu ilişkide küçük büyük yırtıklar meydana geliyor. İşte yamasızlık dediğim sorun tam da burada kendini gösteriyor. Nitekim şimdiki yaşam kültürümüzdeki en temel davranış biçimlerinden biri, derhal kaldır at, yenisine bak… Sahip olduğumuz bir eşyayı kaldırıp atmamız için eskimesine veya bozulup işlev görmemesine gerek yok; çoğu zaman aynı eşyanın daha yenisinin ve yeni modelinin piyasaya çıkması yeter sebep… Peki, bu ne demek, tepeden tırnağa tüketim ve israf demek… Eşyayla ilişkimizdeki tüketim ve israf kültürünün insanla ilişkimize de yansıdığı şüphe götürmez bir gerçek… Daha açıkçası, içinde bulunduğumuz zamanlarda, insani ilişkimizin de çoğu zaman tüketim ve israf kültürüne dayandığı, çoğu ilişkiyi kurtarma adına hemen hiçbir adım atılmadığı, dahası “Gidene ağam, gelene paşam” anlayışının hâkimiyet kazandığı ve insanların adeta haraç mezat satılıp bir çırpıda harcandığı aşikâr bir gerçek…
Bütün bunlar tek kelimeyle hayırsızlık. Ne yazık ki insan ve eşyayla ilişkimizi belirleyen israf ve harcama kültürüyle ilgili hayırsızlıktan hemen her birimiz az çok nasibini almış durumdadır. Çünkü içinde bulunduğumuz zamanın ruhu çoğu zaman manevi-ahlaki ruhumuza galebe çalmaktadır. Bu habis ruh sürekli olarak şimdiki zamanı kıymete bindirmekte, bu yüzden de sahip olduğumuz şey şimdiki zamanda anlık denebilecek bir kıymet ifade etmektedir. Hatırlama, saklama, koruma, şayet bozulduysa onarma gibi insani çabalar gerçek hayat alanımızda hatırı sayılır bir yer işgal etmemektedir. Bir şeye sahip olur olmaz harca tüket refleksi tüm benliğimizi ve davranış reflekslerimizi domine etmektedir. Hem eşyayla hem insanla ilişkimizi belirleyen bu harcama ve tüketme arzusu kişilik ve karakterimizde huysuzluk, mızmızlık, hırçınlık, tatmin olmazlık gibi ciddi arızalar meydana getirmektedir.
Şayet erdemli insan olmak gibi bir gayemiz varsa ya da erdem ve erdemlilik bizim için bir anlam taşıyorsa, eşya ve insanla ilişkilerimizde “Al, çok kısa bir süre kullan; sonra da bir çırpıda kaldır at” şeklindeki davranış tarzını en kısa zamanda terk etmek, bunun yerine “yama” metaforundan hareketle kadir kıymet bilme, değer verme, onarma, saklama, koruma gibi ahlâkî fiillerin ahlaklı faili olmaya azami çaba göstermek gerekir. Bununla birlikte kimi insanlarla ilişkimizde yamanın da hiçbir şekilde onaramayacağı sorunlar söz konusu olabilir. Yamanın onaramayacağı sorun yırtık değil, hiçbir dezenfektan ve mikropsavanla bertaraf edilmesi mümkün olmayan necisliktir. İstisna kabilinden de olsa bu tür ilişkileri derhal hayatın çöp sepetine atmak ve eğer mümkünse enfeksiyöz atıklar gibi yakmak gerekir. Bütün bu söylediklerim her şeyden önce kendime yönelik bir öğüt ve nasihat kabilindendir. Zira daha iyi, daha erdemli, daha olgun bir insan olma çabası öncelikle nefsi hesaba çekmeyi muciptir.
10 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing – 98. Bölüm
Mega // Drive
Bölüm 98: Acayip Oyun Planı, Kapılar Cenin İblisin Hırsızı İçin Açık
Xie Lian şaşırdı, tozla kaplanmış bir resim gibi eski anıları temizlemeye çalıştı ancak hala çok muğlaklardı. Ellerini gevşetti ve çiçeği aldı, ciddi ve suskundu. Hua Cheng fırçasını bıraktı ve sessizce mürekkebi öğüttü. “Ne oldu?”
“…” Xie Lian gülümsedi. “Hiç. Sadece çiçek çok tazeleyici, hep sevmişimdir.”
Tapınaklarda ve saraylarda çiçek adakları görmek yeni bir şey değildi. Sadece insanların çoğu parlak mor ve kırmızı çiçekleri kullanırdı, yeni kopartılmış çiçeklerden büyük buketleri veya el yapımı hiç solmayacak sahte çiçekleri. Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian tekrar konuştu. “Yoksa ‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’ böyle çiçeklere mi uzanıyor?”
Hua Cheng gülümsedi. “Ge ge tanrıların önsezisine sahip.”
Kahkahaların arasında, ikisinde en sonunda şiiri tamamlamayı başardılar ve konu hala aynı dört mısraydı. Hua Cheng beğeniyle izlemek üzere aldı, halinden oldukça memnun görünüyordu. “En. Oldukça güzel. Çerçeveleteyim.”
Onun ‘oldukça güzel’ dediğini duyunca Xie Lian bir ‘ne’ sesi çıkarttı. Ardından ‘çerçeveleteyim’ gelince bir kez daha ‘ne’ dedi. “Duvara asmayı düşünmüyorsun değil mi?” Merhum öğretmenleri Xie Lian bu dizelerde parmağının olduğunu bilseler, muhtemelen zombi olarak hortlarlardı. Ancak Hua Cheng karşılık olarak sadece güldü. “Hayır. Kendim için saklayacağım. Bunu hiç kimseye göstermem.”
Tam bu sırada ikisi aniden dışarıdan yükselen bir dizi zayıf çığlığı işittiler:
“YANGIN!”
“YANGIN!”
“ZEVK KÖŞKÜ YANIYOR!”
QianDeng Tapınağının ana salonu inanılmaz sessizdi ve her ikisinin de duyuları normalden güçlü olduğu için, sesleri duydukları anda hemen birbirlerine baktılar ve Xie Lian söyleyiverdi. “Yine mi Zevk Köşkü yanıyor?”
‘Yine’ diyerek nasıl bir aptallık ettiğini fark ettiğinden sözler çoktan ağzından çıkmıştı. Hua Cheng ise endişelenmişe benzemiyordu ve acelesiz bir şekilde dizeleri bir kenara kaldırdı. “Endişelenmene gerek yok. Ge ge sadece otur ve keyfine bak. Hemen dönerim.”
Sanki Xie Lian öylece oturup bekleyebilirmiş gibi. “Ben de seninle geliyorum!” dedi ve aceleyle peşinden giderken biraz kötü hissetti, Nasıl ben her geldiğimde Zevk Köşkünde yangın çıkabiliyor? Talihsizlik Tanrısı sıfatı tekrar tasdik edilmek üzereydi. Her ne kadar bu kez onunla hiçbir ilgisi olmasa da, artık eseflenmek onda alışkanlık haline gelmişti. İkisi aceleyle Zevk Köşküne gittiler ve yol boyunca tüm ana sokak ağır bir dumanla kaplanmıştı, küçük iblisler ve canavarlar koşuşturup su kovaları taşırken çığlık atıyor ve uluyorlardı. Hua Cheng ve Xie Lian’ın geldiğini gördüklerinde hepsi seslendiler. “LORDUM! SİZ EFENDİMİZ KENDİNİZİ ‘İÇ YORMAYIN, YANGIN BÜYÜK DEĞİL, ÇOKTAN SÖNDÜRDÜK!”
Hua Cheng görünür bir tepki vermedi, ama Xie Lian ise rahat bir nefes verdi ve nazikçe karşılık verdi. “Şükürler olsun! Emeğinize sağlık.”
Küçük iblisler herhangi bir minnettarlık beklememişlerdi ve ‘emeğinize sağlık’ sözlerini hem de lordlarının arkadaşı söylemişti, bu nedenle hepsi zevkten dört köşe oldular. “ZOR DEĞİLDİ! ÖNEMSİZ Bİ ŞEY!”, “GÖREVİMİZ!”
Ancak o zaman Xie Lian onun minnettarlık göstermesinin aslında uygunsuz olduğunu fark etti, çünkü söz konusu yerin efendisi kendisi değildi. Ancak Hua Cheng’in kendisi bir şey söylemediği için, Xie Lian’ın söylemesi çokta kötü sayılmazdı. Zihnen kendini azarladı ve endişelenmeyi bıraktı. İkisi Zevk Köşküne girdiler ve yangının çıktığı yere baktılar ve sahiden sadece küçük bir yerdi, önemsiz küçük bir evin köşesinden fazlası zarar görmemişti. Bu kadar çabuk sönmesine şaşmamalıydı.
Ancak bu onaylandıktan sonra Xie Lian’ın etekleri tutuştu, Hua Cheng’e döndü. “Kundakçı cahil, pervasız bir şey yapmaya çalışmıyordu ve amacı her yeri ateşe vermekte değildi, daha çok bir hile gibi, herkesin dikkatini başka yöne çekmeye çalıştı.”
Ama eğer öyleyse neden dikkat dağıtmaya ihtiyacı vardı.
Xie Lian bir anda anlayıverdi. “CENİN RUHU!”
Öncesinde, Zevk Köşkünden ayrılıp uzunca bir süre yürüdükleri halde hala cenin ruhunun haykırışlarını ve ağlamalarını duymuşlardı, hıçkırıkları çok keskindi, bazen annesine bile seslenmişti. Ama şimdi, o ses gitmişti!
İkisi kontrol etmek için hızla Zevk Köşkünün ana salonunun dışındaki yan odalara geçtiler. Ayrılmadan önce Hua Cheng gelişigüzel bir şekilde içinde cenin ruhu bulunan kil kabı masanın üzerine koymuştu ve önlerinde, kil kap hala oradaydı, ama Xie Lian uzanıp tuttuğunda, anında ağırlığının değiştiğini anladı; çok hafifti. Açtığında, beklediği gibi, içi bomboştu.
Kil kabın içindeki şeyin mührü kendiliğinden kırabilmesine imkan yoktu. Xie Lian hemen konuştu. “Birisi cenin ruhunu serbest bıraktı.”
Hua Cheng ise hiçte telaşlı görünmüyordu. “Çalındı. O şeyi kelebekler ağır şekilde yaralamıştı. Kendi başına uzaklaşamaz.”
“O zaman başa çıkmamız kolay olacak.” Xie Lian devam etti. “San Lang, Zevk Köşkünde mülkü devriye gezen muhafızlar var mı? Şüpheli birisini görüp görmediklerini soralım.”
Hua Cheng. “Hayır yok.”
“…” Xie Lian gözlerini kırpıştırdı. “Yok mu?”
“Evet. Hiç olmadı.” Hua Cheng cevapladı.
Geçen sefer Zevk Köşkünde dolaşırken hiç muhafız görmemesine şaşmamalıydı. Xie Lian çok iyi gizlendikleri için onları göremediğini bile düşünmüştü, ama sahiden hiç muhafızın olmadığı aklına gelmemişti. Hafifçe dondu. “Zevk Köşkü konusunda bu kadar mı ihmalkarsın?”
Hua Cheng sordu. “Ge ge, Zevk Köşkünün kapılarına hiç dikkat ettin mi?”
Xie Lian bir an düşündü ve cevapladı. “Hayır, dikkat etmedim. Kapılarla ilgili özel bir durum mu var?”
“Doğru.”
Hua Cheng yan odadaki kapıları işaret etti. “Eğer kişi yerin sahibi değilse, kendisine ait olmayan, içeride bulunan şeyleri alamaz, tek bir eşya bile olsa kapılar açılmayacak ve içeride kilitli kalacaktır.”
Xie Lian geçen sefer Zevk Köşküne geldiği zamanı hatırladı ve o zaman tüm kapıları zarla açması gerektiğini, en son çıktığında ise Rüzgar Ustasının bir hortumuyla çatıyı yükseltmiş ve ‘kapıları’ pas geçmişlerdi. Her biri mekana tecavüz içeren anılardı ve Xie Lian hatırladıkça sürekli düşünmeyi bırakması gerektiğini tekrarlıyordu, oldukça utanmış hissediyordu. Bir an durdu, ardından sordu. “O zaman diyelim ki San Lang benden bir şey çaldı ve Zevk Köşküne koydu, eşyanın gerçek sahibi ben olduğum halde geri alamaz mıyım?”
Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Elbette hayır. Bir kez benim elime geçtiyse artık benimdir. Ama beni yanlış anlama ge ge, sana ait hiçbir şeyi çalmam.”
Xie Lian boğazını temizledi. “Tabi ki. Biliyorum. O yüzden ‘diyelim ki’ dedim. Ayrıca… Zaten çalınmaya değer hiçbir şeyim yok…”
Hua Cheng’in şakası burada bitti. Gülümsedi ve devam etti. “Yani, benim haberim olmadan kimse benden bir şey çalamaz. Dolayısıyla muhafızlara ihtiyaç yok.”
Xie Lian’ın ilk düşüncesi cenin ruhunu çalan kişinin kapılardan geçmediği ve farklı bir yöntem benimsediği oldu. Ama etrafa bakınca yan odadaki tavanda herhangi bir hasar göremedi, yerler yepyeni görünüyordu, duvarlar da sorun yoktu, hırsızlığa dair hiçbir iz yoktu. Daha tüyler ürpertici bir ihtimali düşünmekten kendini alamadı:
Yoksa cenin ruhunu çalan kişi hala dışarıya çıkmamış ve bu odanın içerisinde miydi?
Her ne kadar odada saklanılacak bir yer olmasa da, bu dünyada görünmez olmanın pek çok yöntemi vardı. Belki de tam olarak şu anda hırsız yanlarındaydı ve sessizce her hareketlerini izliyordu. Xie Lian dikkatle gözlemledi, etraftaki herhangi bir tuhaflığa karşı tetikteydi. Ancak gözleri de içgüdüleri de ona odada üçüncü bir kişi veya iblis olmadığını söylüyordu. Farklı bir düşünceye yönelmesi gerekebilirdi. Tam bu sırada Hua Cheng kıkırdadı. “Ge ge’nin endişelenmesine gerek yok. Cenin ruhu hırsızını bulmak için benim kendi yöntemlerim var.”
Oldukça kendinden emin görünüyordu. Xie Lian ona döndü ve bir an düşüncelere daldıktan sonra, kendisi de rahatlatıcı bir şekilde iyimser düşünmeye başladı.
İkisi sessizce beklediler. Bir süre sonra gürültülü sesler yaklaşmaya başladı ve hayaletler, iblisler ve canavarlardan oluşan büyük bir grup içeriye doluşmaya başladı, uçuşan kuş sürüsü gibi yan odanın dışında toplanıyorlardı. “Lordum! Lordumuzun isteği nedir, bizi n’çin çaardı?”
Bu kalabalık en aşağı bin kişiydi ve eğer Zevk Köşkünün geniş bahçeleri ve odaları olmasa hiçbir yere sığamazlardı. Onları getiren kişi ise maskeli adamdı ve Hua Cheng’e hitaben konuştu. “Lordum, bugün sokakta görünen herkes buraya getirildi. Hayalet Şehir kapatıldı, kimse dışarıya çıkamaz.”
Geçen seferki genç adamın sesiyle aynıydı ve Xie Lian ona gizlice bakmaktan kendini alamadı. Hayaletler ağlıyorlardı. “Lordum! Yangını çıkaranı buldunuz muuğ?”
“Bir şey çaldııını bile söylüyolar! Yaşamaktan bıkmışta gene ölmek mi istiyo bu!”
“ARSIZLAR! YANGIN KUNDAKLAYIP Bİ ŞEYLER ÇALIYOLAR, BÜYÜK ATAMIZA BULAŞMAYA  CÜRET ETMEK NE! LORDUMUN ONLARIN PEŞİNİ BIRAKMASINA İMKAN YOK?!”
“…”
Her ne kadar kalabalığın bahsettiği kişi o olmasa da, geçen sefer yangın çıkaran, birisini çalan ve Hua Cheng’in peşini bıraktığı kişi olarak Xie Lian binlerce ok tarafından deliniyormuş gibi hissediyordu ve boğazını temizledi, gittikçe daha da suçlu hissetmeye başlamıştı. Hua Cheng’e gizlice bir bakış attı, ama tesadüfen okunamaz gözlerle ona bakmakta olan Hua Cheng’le göz göze geldi ve Xie Lian anında bakışlarını kaçırdı. Ardından Hua Cheng’in düz bir şekilde konuştuğunu duydu. “Cenin ruhunu çalan, öne çık, vaktimi boşa harcama.”
Kalabalık çalkalandı. “Bizden biri mi?”
“Ben dışardandır dediydim…”
“Kim bu, hemen çıksın öne!”
Bir an sonra herkes yatışmaya başladı ama kimse öne çıkmadı. Hua Cheng tekrar konuştu. “Çok iyi. Tahmin edildiği gibi cesuruz yine. Erkekler sola, kadınlar sağa, ayrılın ve sıraya girin.”
Her ne kadar iblisler ve hayaletlerin kafası karışsa da, Hua Cheng’in sözlerine itaat etmemeye cüret edemezlerdi ve hemen söyleneni yaparak iki büyük gruba ayrıldılar. Erkek iblisler sol tarafa sıkışırken sesleri sertti; sağa geçen kadın hayaletlerin ise her biri cilveli ve işveliydi. Hua Cheng ve Xie Lian bakıştılar, doğrudan sağ tarafa geçerek hayalet kadınlara doğru yürüdüler, inceliyor, tek bakışlarıyla onar kişiyi tarıyorlardı. Pek çok adımın ardından Xie Lian bir kadın hayaletin yanından geçerken hafifçe durdu. Bu kadın hayalet uzun bir elbise giymişti, yüzü kat kat beyaz tozların altında gizlenmiş, korkutucu derece solgundu, gerçek yüzü tanımlanamaz haldeydi. Ancak abartılı güzel yüzü nasılsa tanıdıktı ve Xie Lian seslendi. “Lan Chang Hanım?”
Kadın hayalet şaşırdı, sanki hayalet görmüş gibiydi. Sahiden bu kadın Hayalet Şehrin sokaklarında ona asılan, yaban domuzu kasapla dövüşen ve onun ‘kaldıramıyorum’ lafına gülerek herkese yayan hayaletti.
Şaşkınlığını atlattıktan sonra ellerini kalçalarına dayadı ve başını kaldırdı. “Ne? Kaldıramıyom diyen sendin! Sana kaba’atim olmadı! İntikam arayıp beni lorduma mı ispikliycen?”
Her ne kadar kadın hayalet ve iblisler biraz gergin olsalar da, onu duyunca hepsi usulca kıkırdadılar. Hua Cheng de oraya geldi ve her ne kadar yüzünde anlaşılmaz bir ifade olsa da, kadın hayalet Lan Chang yine de biraz korkmuş gibiydi, mahcup göründü ve daha fazla laf çıkarmaya çalışmadı. Xie Lian nazikçe konuştu. “Böyle bir şakayı hanımım kime isterse yapabilir. Ancak cenin ruhu pek çok kişiye zarar verdi, dökülen kanlar ağır ve kendi haline bırakılmamalı, lütfen geri verin.”
Yüzündeki ağır makyaja rağmen Lan Chang’ın yüzü bariz şekilde soldu. Aceleyle geriledi, ama kadın hayaletlerin ortasında durduğu için yakalanmadan önce pek uzaklaşamamıştı, kaçma şansını kaçırdığı için tek yapabileceği haykırmaktı. “NE DEDİĞİNİ BİLMİYOM! NE CENİN RUHU?”
Xie Lian işaret etti. “Lütfen geri verin.”
“NEYİ? BENDE DEĞİL! Lordumun evinde beni hırsızlıklan suçluyosun, ama herkes lordumun evinden bi şey çalınamacanı bilir. Alınan şey dışarı çıkarılamaz!”
Kalabalıktaki herkes katılıyordu, evet, aynen öyleydi, hepsi biliyorlardı ve yaban domuzu kasap bile homurdanıyordu. Lan Chang ekledi. “Zevk Köşkündeki yangın yeni çıktı. Ben sokaktaydım ve ordan hiç ayrılmadım. Eğer bi şey çalsam saklayacak vaktim olur muydu?” Konuşurken kollarını açtı ve boş ellerini gösterdi, hatta hiçbir şey saklamadığını kanıtlamak için elbisesini bile kaldırdı. Ancak Xie Lian işaret etti. “Hanımım geçen sefer karşılaştığımız zaman hava buz gibi olmasına rağmen çok ince giyinmiştiniz. Bugün hava güzel ama neden elbiseniz uzun? Bu değişiklik nereden çıktı? Yoksa bir şey mi saklıyorsunuz?”
O söyledikten sonra iblisler de fark etmişlerdi, Lan Chang normalde teşhir edici giysiler giyerdi ve Xie Lian’ın ‘ince’ demesi fazlasıyla terbiyeli bir yorumdu. Sokaklardayken neredeyse göğsünün hepsi görünürde olurdu. Ancak bugün bacaklarını ve belini tamamen kapatan uzun bir elbise giyiyordu, son derece tuhaf bir durumdu. Ayrıca öncesinde Hua Cheng Xie Lian’ı Hayalet Şehrin sokaklarında dolaşmaya götürdüğünde ve herkes etraflarında fır dönüp, onlara yiyecekler verirken, hep gösteriş yapmayı ve sokakta olay çıkartmayı, tutkuyla “SORUN BENDE DEİL, KALDIRAMAYAN O!” diye belirtmeyi seven Lan Chang’ı hiç görmemişlerdi, bu yüzden herkes tedirgin olmuştu.
Xie Lian yavaşça açıkladı. “Sana ait olmayan bir şeyi almadın; kendinden bir parçayı aldın sadece. Cenin ruhu şu anda karnında!”
Eğer cenin ruhunun hırsızının kaçma şansı yoksa ve odada da bulunmuyorsa, geriye tek bir mantıklı açıklama kalıyordu: hırsız rahatça kapılardan geçmişti.
Eğer cenin ruhu çoktan doğmuş olsa, o zaman bir çocuk olurdu, bağımsız bir kişi. Ancak cenin ruhu henüz miadını doldurmadan zorla annesinin karnından alınmıştı, bu nedenle annesi onu karnına geri koymuştu, o zaman doğal olarak ona ait bir şey sayılıyordu. Hayır, aslında cenin ruhu doğrudan onun etiydi, bedeninin bir parçasıydı. Sonuçta anne ve çocuk arasındaki bağ güçlüydü ve bu şartlar altında, tek bir bedenlerdi, bu nedenle kadın hayaletin hiçbir zarar görmeden çıkması ve rahatça Zevk Köşkünden ayrılması normaldi.
Bu nedenle cenin ruhunu çalan kişi bir kadın olmalıydı, aynı zamanda da çocuğun annesi. Hayalet Şehri kilitlemek, ardından yangından sonra şehirde dolaşan tüm kadın hayalet ve iblisleri burayı getirmek onları doğrudan suçluya ulaştırmıştı. Aynı zamanda, Hua Cheng yan odaya girdikleri anda tüm bunları düşünmüş olmalıydı.
Aniden, Lan Chang bir çığlık attı ve delirmişçesine kendi karnına sarıldı.
 Çevirmen: Nynaeve
130 notes · View notes
yantekerlek · 4 years
Note
Yeryüzünde yaratılan canlı yahut cansız herşeyin ruhu vardır. 😊 çektiğiniz videolarda gözüme ilişti de kitaplara biraz sert davranıyorsunuz sanırım. Eleştiri amaçlı değil yanlış anlaşılmasın iyi günler dilerim güzel kardeşim 😊
yoo eleştiri amaçlı. neden eleştiri olduğunu kabul etmiyorsunuz. bal gibi de, insan gibi eleştirmişsiniz. "kitaplara öyle sert davranmayın." demenin güzel bir biçimi. eşyanın bir ruhu olduğuna katılmıyorum. eşyayı Allah'ın verdiği akılla üretiyoruz, sonra ona anlamlar yüklüyoruz. kendi ruhumuzdan biraz ekliyoruz içine. onları biri yerine sertçe bıraktığında, zarar vermiyor olsa dahi canımız yanıyor. ruhumuz acıyor.
üç adet video üzerinden bir şeyler sanabiliyoruz birileri hakkında. saniyelik videolar olması ve sizin çözümlemeye gitmeniz biraz şaşırttı. ama sonra dedim ki insanlar donmuş saniye olan fotoğraflar üzerinden bile nelere karar veriyorlar fotoğraf sahibi hakkında nelere. bunu ben de yapıyorum. kanılarımıza nasıl vardığımızsa öyle uzun bir hikaye ki. geçelim.
mesela siz kitaplarımı nasıl incelikle yerleştirdiğimi, evdeki rutubete, minik böceklere ne çok kızdığımı bilmiyorsunuz. aile üyelerimden biri kitaplarıma yaklaştığında önlerine göğsümü siper ettiğimi "dur, hangisini istiyorsan söyle ben vereyim" dediğimi bilmiyorsunuz. kitabı eline verdikten sonra alan kişiyi takip edip bulunduğu odada işim varmış gibi yaparak kitapların sayfasını nasıl çevirdiğini kontrol ettiğimi, kitap kapağını büküyorsa "yaaaa bükmesene be kardeşim bükülür mü?" dediğimi bilmiyorsunuz. "amma kıymetli kitabın varmış" denerek kitabın kucağıma bırakıldığını bilmiyorsunuz. onu bağrıma bastığımdan da haberiniz yok maalesef :)
kitaplarıma zarar vermediğimden emin olmasam kendime kızardım. ama eminim. hızlı hareket eden bir insanım. hız da şiddet getiriyor. kitapları hızlıca alıp hızlıca bırakmama dikkat etmeniz dileklerimle. yanlış anlama ihtimaliniz nedir bilmiyorum. ama ben de güzel bir eleştiriye bir cevap yazmış oldum. bilmiyorsunuz bilmiyorsunuzlar hınçla öfkeyle cevap veriyormuşum hissi uyandırabilir. ve fakat öyle değil. hayırlı günler dilerim ben de 🌸🌿
3 notes · View notes
uzunburakefendi · 4 years
Photo
Tumblr media
. "Yenilikçiliği kimseye kaptırmayanların ötekilerden çok daha çabuk eskimek gibi garip bir özellikleri vardır." syf.32 . "Sana anlatılanın aslında üç aşamalı olduğunu unutma; önce anlatan tarafından biçimlendiğini, sonra dinleyen tarafından yeniden biçimlendiğini, öyküdeki ölmüş adamın ikisinden de sakladığı şeyler olduğunu." syf.57 . "Bütün nesneler aynı nesne dizgesine bağlıdır, çünkü insana özgü algılamanın birliği, eşya denen şey her neyse eşyanın birliği, hepsi aynı şeydir. Gerçek olan tek sayı birdir, gerisi tekrardan başka bir şey değildir." syf.111 . "Önce bir tek düşünce imgesi, derken başka bir tanesi bilincin kıyılarında çatlar ve biz çağrıştırılan şeyin ya da varlığın izine düşeriz; yıkılmış bir yaşamın serseri artıkları; sürüne sürüne ilerleyip sonra üzerleri göz göz benekli kanatlarını açan hantal düş imgeleri. Bunlar, bu yaşamlar asıl konunun altına düşülmüş dipnotlarından başka bir şey değildir." syf.184 . "ruh bir varoluş biçiminden başka bir şey değildir -sürekli bir durum hiç değildir-, dalgalarını bulur ve izlerseniz her ruh sizinki olabilir. Ölümden sonraki yaşam denen şey, istediğiniz ruhu, hatta birbirininkinden farksız azap yüklerinin bilincinde bile olmayan istediğiniz sayıda ruhta bilinçle yaşamak yeterliliğidir belki de - başka bir şey değil." syf.215 #vladimirnabokov #sebastianknightıngerçekyaşamı #çeviri #fatihözgüven #iletişimyayınları #kitap #neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri https://www.instagram.com/p/B-5Azc3J7VL/?igshid=132rvhkywe425
2 notes · View notes
simamotosan · 4 years
Text
Tumblr media
Nasıl da sahipsiz bu kıyafetler şimdi ! Eşyanın da ruhu varsa ya bilmediğimiz henüz keşfedilmemiş !
2 notes · View notes
rauhnachte · 5 years
Text
birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki. o görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince ve sert kabukla aşındı. artık hiçbir şeye inanmıyorum, hatta şimdi eşyaların ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum. avludaki taş havana parmağımla vursam ve sorsam: sabit misin, muhkem misin. evet diye cevap verse bilmem inanır mıyım..
24 notes · View notes
Text
HAZRETİ İNSAN - Rabia Christine Brodbeck
Tumblr media
Kendisine yaratıcı tarafından “Her şeyi senin için, seni kendim için yarattım” diye hitap buyuran hazreti insandır. Hazreti insan! Allah'ın halifesi…
Tumblr media
İNSANIN YARATILIŞ SIRRI
Büyük mutasavvıf Ahmet Şem'ani'nin şöyle bir yorumu vardır; “Melekler ’ Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın’ dediklerinde Allah ü Teala buyurdu ki: ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim.’ Bir diğer ifade ile 'Ben biliyorum ki onları bağışlayacağım. Siz onların itaatsizliğini biliyorsunuz, halbuki ben affediciliğimin farkındayım. Siz hamdinizde, kendi fiilinizi ortaya koyuyorsunuz, fakat ben affımda Kendi ihsanımı ve cömertliğimi izhar ediyorum. Ben sizin bilmediğinizi, yani Benim onlara sevgimi ve onların Bana olan sevgilerindeki samimiyeti biliyorum. Her ne kadar zahirde iyi işleri yerlerde sürünse de, bâtında Bana olan sevgileri saftır. Ne olurlarsa olsunlar, Ben onları seviyorum.”
Hz. Mevlânâ, Allah'ın, sevgili kullarına olan rahmet ve merhametini tarif ediyor: “Allah ile iki tane ben bir arada olamaz. Sen 'Ben’ diyorsun O da 'Ben’ diyor. Ya sen O'nun önünde öl, ya da O senin önünde ölsün; o zaman ikilik gidecektir. Ancak, Hayy, Ölümsüzdür. O'nun subjektif veya objektif olarak ölmesi mümkün değildir. O öyle büyük ve sınırsız bir Merhamet ve Muhabbet sahibidir ki eğer mümkün olsaydı O, ikiliğin gitmesi adına senin için ölürdü. Ancak, ölmesi mümkün olmadığı için sen öl ki tecelli buyurup Kendini sana göstersin de ikilik gitsin”
Aşk, Allah'ta var olmaktır.
Tumblr media
HAZRETİ ADEM (AS)
“Ve Âdem'e bütün eşyanın -varlıkların- isimlerini öğretti” [Bakara:31] ayetinde anlatıldığı gibi Kendi sıfatlarının hepsini ve Esma-i Hüsna'sını O'na nakşetti.
Âdem(as) ilk yaratıldığında, Allah kalbi tüm mahlûkatın içindeki en mukaddes makam olarak şekillendirdi. Allah buyuruyor ki: “Ben ne cennetime ne dünyaya sığdım..Sadece bana muti kulumun kalbine sığdım.” Allah insanın kalbini bir kâinat olarak halk etti ve bu yüzden de orayı Kendi evi yaptı. Orayı Kendi ilahi nurunun güzelliğinin ve ilahi sırlarının aksedebileceği bir ilahi ayna olarak yarattı. Hz. Mevlânâ şöyle buyuruyor: “Âdem saf bir nur ile göründüğü için esmâların sırrı ve ruhu ona göründü.”
Allah (cc) Âdem(as) için küçük bir itaatsizlik yaratıp yasak ağacı meyvesinden yedirdi ki öğrenmek ve öğrenen bir kul olmak için dünyaya inmek zorunda kalsın. Yüce yaratıcısından başkası da onun öğretmeni olmadı.Bu yüzden de insan ile Rabbi arasındaki ebedî ilişki, Âdem'in ilk öğrenci, Rabbinin de ilk öğretmen olduğu bir ilişki oldu. Neticede, bütün insanlar Rableri ile O'na muhtaç yaratılmışlar olarak ilişki kurmak zorundadırlardır; rehberlik edilecek, beslenecek, korunacak ve O'nun kudsi hikmet ve gücü ile eğitilen yaratılmışlardır.
Cennetten Rabbi tarafından sürülmek insana ayrılık acısı verir. Bu eylemi yoluyla Cenab-ı Hakk insana olan aşkını tezahür ettirmek istemektedir. Cenâb-ı Hakk Kendisinin arzulanan hedef olmasını istemiştir ve bunun için insanı doğumundan itibaren Kendisinden ayırır ve bu ayrılık acı verir. O'ndan ayrılış acısından daha büyük bir ıstırap yoktur. Ve O'na kavuşmaktan daha büyük bir mutluluk da yoktur. Cennetten sürülmek bir ceza değildir. Aksine Rabbimiz insanı eğitmek ve onu yüceltmek, şeref, kemâl ve gerçek aşk makamlarına çıkartmak istiyor. Yani cennetten çıkarılmak muhtaciyetin tam olarak başladığı yerdir.
Yani insanın bu gezegendeki varlığı tamamıyla eğitim amaçlıdır, çünkü manevi tekâmül dünyasındayız. Ayrılık acısı kalbimizdeki aşk tohumunu besleyecek, yalnız Rabbimize karşı olan arzumuzu artıracaktır. Bu sayede sürekli O'nun arayışı içinde olacağız. Kifayetsizliğimizi, güçsüzlüğümüzü ve hiçliğimizi idrak ederek de O'nun azameti ve şanı ile güçlenecek ve büyüyeceğiz.
Ayrıca Âdem(as) cennette iken bir görevi, işlevi, sorumluluğu yoktu. Şerefli Hilafet göreviyle tezyin kılınması için meleklerin âleminden, tahtının bulunduğu cennetten çıkarılması gerekiyordu ki gelmiş geçmiş en büyük vazife ile vazifelensin; dünyada Hakk'ı temsil etmek.
Allah buyuruyor: “Ey gök ehli olan melekler! Siz kendi masumluğunuza güveniyorsunuz, oysa onlar Benim Rahmetime güveniyorlar.”
Dünya hayatı yaşamaksızın Âdem (as) Allah'ın kendisine öğrettiği ilahi esmanın mânâsını ve kıymetini anlayamayacaktı. Cennette, kendi zaaflarını, düşüklüğünü ve kifayetsizliğini anlamaksızın Allah'ın güzelliğini ve kemâlatını nasıl tadacaktı ki? Kendi gündelik yaşamında hudutları, kısıtlamaları ve kendi benliğinin kararlılığını tecrübe etmeden Allah'ın sıfatlarının sonsuzluğunu nasıl bilecekti? Kendi itaatsizliği olmaksızın Allah'ın keremi, merhameti, rahmeti ve affediciliğini nasıl hissedecekti?
Dahası var: O, kulluğunu ifa etmeksizin aşkın sırrına eremeyecekti. Uzaklık olmadan aşk ateşinin lezzetini tadamayacaktı. Acı, niyaz ve gözyaşı olmaksızın aşlın hakikatini idrak edemeyecekti. Yalnızlığı ve ayrılığı tatmasaydı, tevhidin tadını bile bilemeyecekti. Burada bir hikmet var. Melekler ya da hayvanlar gibi diğer yaratıklar kurbiyyetin yüce hazzını, ayrılığın ve uzaklığın yakıcı ıstırabını tadamazlar. Bu yüzden manevî gelişmeden nasipleri yoktur. İdrakin hoş tadı onlara verilmemiştir. İnsanı bu kasar biricik kılan ebediyete müteveccih olan manevî gelişim sürecidir. Bir diğer ifade ile insanın tasarımında sınırsız bir gelişim imaknı mevcuttur.
Ahmed Şem’ami şu yorumu yapıyor: “Burada gizli bir sır var. Melekler saf ve masum olduklarını gördüler. Ama Adem, aczini anladı. Melekler, ‘Biz Seni takdis ve tenzih ederiz, ayrıca senin rızan için de günah işlemeyiz’ dediler. Hz. Adem de, ‘Ya Rabbi, biz nefsimizi zulmettik’ dedi. Allah Adem’e, Allah’ın indinde hata ettiğini ilen klişinin hataya düşmesinin, saf olduğunu bilen kişinin saflığından daha makbul ve mergub olduğunu gösterdi. Bu nedenle Cenab-ı Hakk Adem’i mescud, secde edilen kılarken meleklere de sacidlik sıfatını verdi.
Tumblr media
EBEDİ TAZELİK
Kaynakta ebedi bir tazelik var! Aşk yolu dönüş yoludur. Eğer varlığımızın köklerine geri dönersek, bütün  varoluşun kaynağını bulıursak, insanooğlunun bütün mizacını ve kim olduğumuzun gerçek anlamını kavrayacağız. Gerçek aşıklar her an ebedi tazelik içindedir. Bu nedenle onların huzurunda oturmak, hayat çeşmesinden içmek gibidir.
Tumblr media
AŞKIN SIRRI
Esas görevimizin aşkın sırrını keşfetmek olduğunu söylemek istiyorum. Zira bizler Rabbimizin bize duyduğu sevgiden dolayı varız. Cümle varlığın kaynağı aşktır.
Hz. Mevlana şöyle tavsiye buyuruyor: “Suyu aramak için fazla vakit harcama, onun yerine susuzluğu ara! Susuzluğu bulunca sular aşağıdan yukarıdan fışkıracaktır.
Tumblr media
ÇAMUR İLE NUR ARASINDA
İnsan sinesinde bir ikilemle doğdu! Bedeni maddeden yaratılmışken ruhu Cenab-ı Hakk’a aittir. Bu nedenle insanın kendi içinde bir buluşma yeri vardır. Bu mekan çamur ile nurun, beden ile ruhun, madde ile mana arasındaki sırrı oluşturur. İnsanın bu dünyaya gelişi, ruhun beden maddesiyle bağlantı kurmasından başka bir şey değildir.
“Eğer bir mekanın çöp sepeti yoksa orası eksiktir. Yüce bir mekanın yanında mutlaka bir çöp sepeti olmalıdır ki; o mekanda toplanan bütün çöp ve pislik oraya atılabilsin. Aynı şekilde Cenab-ı Hakksaf nurdan bir kalp yarattığında, bu nefs-i emmareyi çöp sepeti olarak onu yanına koymuştur. Cehaletin kara lekesi de safiyet mücevheriyle aynı kanatlaral uçar. Doğru bir okun, eğri bir yaya ihtiyacı vardır. Ey Kalp! Sen doğru ok gibi ol! Ey nefs eğik bir yayın şeklini al! Kalbe safiyet giysisini giydirdiklerinde, kalbe cehalet ve günah kara lekesini gösterirler ki, kendisini hatırlasın ve ne olduğunu bilsin. Bir tavus kuşu bütün tüylerini açtığında her tüyden ayrı bir zevk alır. Ama aşağıya eğilip ayaklarına baktığında utanır. İşte cehalet kara lekesi o tavus kuşunun ayaklarıdır ki, daima seninle kalır”
Tumblr media
TEVHİD VE TASAVVUF
Muhyiddin Arabi Hazretlerinin dediği gibi: “Velayet Şeriate uymakla kazanılır, fiiliyatsız boş tefekkürle değil...Gerçek Tasavvuf beş vakit namazdan ve rabıta-i mevtten ibarettir. 
Cümle mevcudat O’nun nuru ve ruhundan yaratılmıştır ve bütün parçalar bütüne dönmek ister.
Tabiat, kainar, dünya ve insan bütüne dönme çabasındadırlar. Bütün yaratılmışlar O’na taparlar, O’nu arzularlar, O’nun şanını zikreder ve O’nunla tevhid haline kabuşmak için gayret gösterirler.
Kur’an bir gelin gibidir.Peçeyi çekmene rağmen kendisini sana göstermez. Kur’an’ıaraştırıp da hiç bir tat almadıysan bu peçeyi kalırma yöntemin yüzünden senin kabul edilmemen demektir. Eğer peçesine asılmayı bırakır da rızasını ararsan, tarlasını sularsan, her an hizmetinde olup da onu razı edecek her an mücahedede bulunursan sana senin ziyade gayretlerine gerek kalmadan kendisini ifşa edecektir.
Bir anlığına çekilmiş olan dünya resmini seyretmeye doyamazlar.
İnsanın dünyevi varlığının kıymet ve anlamını bilmek cennetin hazinesini bilmeye denktir. Daha kesin ifade ile, insanı yaşamındaki görevi cenneti tekrar keşfetmek ve yaşamaktır. Bu gizli hazinedir. Bundan dolayı ona  dünyevi varlığında verilen zaman ahiret için bir prova niteliğindedir, çünkü gizli hazineyi ancak bu dünyada bulabilir. Bu da cennetin hoş tadının burada ve şimdi verildiği anlamına gelir. İnsan ahiretin meyvelerini bu dünyadaki yaptığı iyilikler nispetinde alacaktır.
Sultanü’l Evliya Hz. Abdulkadir Geylani (ks) bize şu tavsiyeyi lutfediyor: “Manevi kültür (tasavvuf) uzun konuşmalarla kazanılmaz; aç kalmakla ve nefse aşina olup hoş gelen şeylerin terkiyle kazanılabilir”
Sufi Evliya Sidi Hamza el Kadiri el-Boutchichi’nin söylediği gibi; “Gerçek ilim sadecetevazu sayesinde elde edilebilir.Bu ilme giden yol, tıpkı bir kişinin akarsudan su içmek istemesi gibidir: Su içebilmek için başını aşağıya eğmek zorundadır. Su, en aşağıları arar, bu yüzden biz de suyu taklit etmek zorundayız.”
Tumblr media
CEMAL
Senin Cemal’inin görmemiş olan kendi aklını kıblesi yapar. Kör bir adam elinde lamba yerine teneke taşır.
İnsanın cehaletini Hz. Mevlana muhteşem bir şekilde tarif buyuruyor: “Ekmek dolu bir sepet kafanın üstünde dururken kapı kapı dolaşıp kırıntı arıyorsun, kendi kafana bak da bu baş dönmesinden kurtul. Git de kendi kalbinin kapısını çal! Ne diye kapı kapı dolaşıyorsun?
Hz. Arabi şöyle buyuruyor: “Yaratılmış ilk nurun, yani nurun kaynağının gölgesi yoktur. Allah’ın Hakikat’ini ancak bu nur ile görür anlarız.
Yüce Rabbimiz merhametini gazabı içinde, Cemalini celali içinde, tevhidini ayrılık içinde gizler. 
Gözyaşları kalbin incileridir. Allah için dökülen gözyaşları cehennemi söndürür.
Güneşin kavurucu sıcağı ve bulutların nemi, dünyayı taze ve hoş tuttuğu için, siz de zekanızın güneşini aydınlık ve gözünüzü gözyaşlarıyla parlak tutun..
Tumblr media
21. YÜZYILDA HAKİKAT’İN DİRİLİŞİ
Mümin olan kişi kendi bölünmez sırrındaki ilahi merkeze varırsa Hakikat’te makro kozmosun kalbi, mikro kozmosun ise dış kainat olduğunu bulacaktır.
Tüm ilimler Allah’tan gelir. Hakikatte, işin temelinde bilimsel bilgi ve ilahi ilim birdir. Bu iki tür ilim aynı hakikatin iki yarı görüntüsüdür. Gerçekten de her iki alan da içsel konuları araştırmaktadır.
Mesela fizik çalışmak Allah’ın koyduğu kanunları incelemek, onun mahlukatı nasıl işlettiğine dair tefekkür etmek demektir.
İlahi ilim ve bilimsel bilgi tektir. Bilimsel bilgi ve din ilmi bir müminin kalbine ne kadar girerlerse, o kişi yaratılmışlara o özellikle Sevgili Yaratıcısına o derecede saygı gösterir.
Zamanın en büyük sultanı Yavuz Sultan Selim Han’ın yüksek tespitinden ne kadar bahsetsek az gelir: “Padişah-ı cihan olmak bir kuru kavga imiş, bir veliye bende olmak cümleden ala imiş.”
Onun melket-i Rabbaniyyesinde hayretten hayrete düşüyoruz ve en yüksekbir idrakle O’nunla, O’na ve O’nda seyahat ediyoruz.
Artık ruhlarımıza göç vizesi verelim, ana yurduna büyüleyici bir seyaat için onu serbest bırakalım.
1 note · View note
semebaaz · 2 years
Text
Eşyanın Ruhu - Psikolojik Yazılar / 2
Eşyanın Ruhu – Psikolojik Yazılar / 2
Psikolojik yazılar Serimin ikincisi bu yazı. Birinci yazıya Hangi Renksin? / Psikoloji Yazıları – 1 sekmesinden ulaşabilirsiniz. Öğrendiğimiz şeyleri her zaman kitap, kalem ya da defter vasıtası ile öğrenemiyoruz bu hayatta. Eşyanın ruhu bize fazlasını fısıldıyor hayatın. Mesela ne kadar yükseğe hızlı çıkılırsa daha hızlı düşüleceğini bize tahterevalliler öğretiyor. Dengesi bozulan şeylerin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
belkidebirharfimben · 3 years
Text
Celal korkutucu güzelliktir
Mürşidim bir yerde "Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar, dört arş-ı İlâhîsi var..." diyor. Bunlardan 'dördüncüsü'nü de "Emir ve irâdenin arşıdır ki unsur-u havadır..." diyerek tesbit ediyor. Ben, "Allahu'l-a'lem!" kaydını unutmadan konuşursam, burada söylenileni bir nebze 'rüzgarın tabiatına bakarak' çözebildiğimi zannediyorum. Sıcağından soğuğuna, esintisinden fırtınasına, melteminden ayazına cümle rüzgarlarda aynı çevik-çalak hizmetin tezahürü var. Yani, sürekli emir bekliyor, hem alıyor ve hem de hemen ittiba ediyor bir ahlakı var rüzgarların. Böyle eliçabuk bir hizmetkârın üzerinden de elbette 'emir' ve 'irade'nin okunması daha kolay oluyor. Hem de zaten onun bu hali, yoğunluğu, mesaisi, telaşı, böyle bir aynalıkta istihdam edildiğini gösteriyor. Sanki. En doğrusunu Sahib-i Arş-ı Âzam bilir.
Yine "İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur..." diyor Bediüzzaman. Şunun düşündürdüklerini de burada arzetmek belki yazıyı uzatacağından, eteğini öperek, bana sırlı gelen bir ayet-i kerimeye dair konuşmak istiyorum. Ancak, hepten de ümidini kesmeyeyim arkadaşım, belki o ayeti konuşurken bu bahse de değinmiş olacağız. İnşaallah. Evet: A'râf sûresi 57. ayettir peteğinden ballanmak istediğim. Orada bir kısacık mealiyle buyruluyor ki:  "Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız."
Ayetin bize evvelemirde söylediği açık: Diriliş hakikati kainatta her an yaşanmakta. İnsanoğlu, eğer merak gözünü açıp da bakarsa, zaten haşir hakikatini kainatın her anında müşahade etmekte. Yani: Topraktan yeniden yeniden bedenini kaldıran, yeniden yeniden meyve veren, yeniden yeniden başak çıkaran, yeniden yeniden köklerinden yeşeren canlıları görmekte. Elhamdülillah. Bunlar arzda her an olmakta. Toprak emanet edileni hatırlamakta.
Düzen eşyanın hafızasıdır. Tekerrür bu hafızanın tezahürüdür. Kur'an'da gösterilen ayetleri tefekkür etmesini bilen her mü'min için, 'haşir' sırf kıyametten sonra yaşanacak insana özgü bir hâdise değil, varlıkta sürekli tekerrür eden kanundur. Kıyametten sonraki dirilişse bu kanunun mâkul, mümkün, hatta beklenir tekrarıdır. Nasıl ki havaya atılan her nesne düşer. Nasıl ki kaynatılan her su buharlaşır. Nasıl ki şartlarına uyulduğuna su üstündekini yüzdürür. Bunlarda dün-bugün-yarın ayrımı gözetilmez. Aynen öyle de şartları oluştuğunda Allah'ın bir emriyle cümle ölüler dirilir. Toprak altındakini unutmaz. Zaten hep dirilmektedir. Haşir Risalesi'nin merkezi/ruhu sayılan Rum sûresinin 50. ayeti aynı 'muhyi'l-mevta' yasasına dikkatimizi çeker: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah'tır. Onun gücü herşeye yeter!"
Sırası geldi. Analım: Mürşidim arşlardan birincisini şöyle tarif eder: "Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır." Şimdi üç arşımız tamam oldu. Yani yukarıdaki ayette üç arşa dair de izler bulduk. 1) Rüzgarların müjdeciliğini işittik. 2) Rahmetin gönderilmesine neşelendik. 3) Topraktan meyvelerin çıkarıldığına sevindik. Peki dördüncüsü? Dördüncüsü de ayette geçiyor aslında. Ama üstü biraz daha örtülü şekilde. Nasıl? Meyvelerin olgunlaşması için gereken dördüncü şeyi düşündüğünüzde hemen gülümsüyor. "Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur." Öyle ya: Işığın bahşı olmadan meyveler pişirilmez ki. Böylece arşlarımız tamam oldu. Dört arşımız birden bir ayet-i kerimenin içine sığdı. Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı olandan ne 'yaş' arşlarımız ne de 'kuru' arşlarımız kaçabildi.
Fakat, arkadaşım, şu 'rüzgarların müjdeciliği' de sanki başka bir kanuna dikkatimizi çağırıyor. Hani yine Kur'an'da buyrulur: Cenab-ı Hak Zülcelal-i ve'l-İkram'dır. Yani celalî tecellilerinin içi ikramlarla doludur. Bunu bize bahsimize misafir olan yağmur da söyler: Gök gürlediği zaman insan işitir: Zülcelal'dir. Yağmur yağdığında hisseder: Ve'l-İkram'dır. Hatta Mesnevî-i Nuriye'de celal-cemal ilişkisine dair ufuk açıcı şu tesbitte bulunulur: "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Misal: İnsan baharda şöyle bir kıra çıkıp koca bir gelincik tarlasıyla karşılaşsa heybetinden irkilir. Güzelliğin türdeki görünüşü şiddetli gelir. O yüzden bazı ârifler derler: Celal korkutucu güzelliktir. Yani tezahürürün şiddeti insanın hayretine sebep olmuştur. Ancak tarlanın içine girilse, tek tek gelincikler görülse, ele alınsa da bakılsa, farkedilir ki: Cemalîdir. Nazenin bir heybeti vardır.
İşte, şimdi diyorum ki arkadaşım, artık hayatımızdaki herşeyi bu tezahürler eşliğinde tefekkür etmeliyiz. Yani rüzgarların soğukluğu/şiddeti arkalarından gelen rahmeti görmemize engel olmasın. Onların o çabuk çabuk hizmetlerindeki gelişigüzellik(!) fehmimizi aldatmasın. Bu işlerde bir düzen var. Bu düzende bir tesbit var. Bu tesbitte bir kanuniyet var. Hayatındaki gelişigüzellikleri(!) ömrünün rüzgarı gibi göremeyenler, ne yazık, rahmeti sezemiyorlar. Gelişigüzellik diyoruz ya, katıldığımızdan değil, kuşatamadığımızdan. Sanatın şekli kitabete vardığında okumanın şekli de bütünü kuşatmaya mecbur olur. Yahut da yine Bediüzzaman'ın o müthiş cümlesine uğramalı: "İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."
Ben, rüzgara uğradım da yağmura vardım, sen başka şeylerden yola çıkıp farklı sonuçlara varabilirsin. Ancak her nereyi bu gözle zevketsen balından kaçamazsın. Çünkü bu bal da bir kanuniyettir. Allah rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Bugün nasıl bir düzenle hareket ettiğini çözemediğimiz emirler-iradeler yine dizginleri o Rahman u Rahim'in elinde piyadeler. Başka yöne gitmiyorlar. Başka yöne götüremeyecekler. Arşların birbirinden farklı hükümlerini/tezahürlerini karıştırıp rüyalarını zehirleme. Emirlerin çabukluğunu çözemeyip rahmetin varlığını da inkâr etme. Bu ölüler elbette dirilecekler. O vaadinden dönmez. Âmin.
0 notes
brieffarmnerdhoagie · 4 years
Text
Tumblr media
😠LÂİKLİK😠
Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi Allah'ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, lâiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kiliseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din... Böyle bir İslâm, Allah'ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm'ın Allah'ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm'la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm'ın, adından başka İslâm'la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, "her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah'ın Dini'ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini" müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah'tan, bu hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.
Hıristiyanlık, Bizansın resmî dini haline gelip devlet dini haline dönüşünce, Hz. İsa hakkında uydurulan ve tahrif edilmiş İncil'e geçirilen: "Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrının hakkını da Tanrıya veriniz" cümlesinde ifadesini bulan anlayış, insanı iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarını yerine getirmek zorunda bulunan, efendilerinin buyrukları çatıştığında duruma göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almıştı. Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve saltanatı giderek güçlenmişti. İşte Kiliseye karşı, Kilisenin zulüm ve zorbalığına karşı ayaklanan insanların tavırları lâiklikle izah edilmeye başlandı.
Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz gelişmenin sonucu olarak; insanın hayatın her alanında ve tüm ilişkilerinde dini dışlamayı ve dini yalnızca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalması şartıyla dine saygılı olduğunu ifade etmek erdemliliğini (!) esirgemeyecek hale gelmiştir. İşte "lâiklik" denilen şey budur.
"Lâik" (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; "lâiklik" de, dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda lâiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, iç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratıcımız'ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir dengesi, bir âhengi vardır.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir. Lâiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan "Sezar"a teslim ederken; bunun dışında kalanını artık ne kalıyorsa Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani "insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı" (33/Ahzâb, 4) gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz "İslâm dünyası" adı verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda lâik uygulamalar söz konusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır. Bu lâik uygulamaların söz konusu olduğu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu şekilde lâikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine kurulu düzeni korumak ve lâikliğin elden gitmemesi adına mâruz bırakılmak-tadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan müslümanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Lâikliği temel alarak, şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: "Lâiklik zaten insanların ferdî hayatlarına karışmamaktadır. Lâiklik denilen şey, yalnızca dinin siyasal alandan uzaklaştırılmasını hedef alır. Dolayısıyla ferdî planda kişinin dinin esaslarına riâyet etmesi ile etmemesi arasında lâiklik açısından bir fark bulunmamaktadır." Bu itiraza cevap şudur: Zaten lâikliğin çıkmazı ve bütün lâik ve beşerî düzenlerin göz önünde bulunduramadığı, dikkatten uzak tuttuğu nokta budur. İnsan her şeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir bütün teşkil etmektedir. Siz bu bütünü ayırıp farklı otoritelerin emrine vermeye kalkışacak olursanız, ayrılmaması gerekeni ayırmış, bölünmemesi gerekeni bölmüş olursunuz. Üstelik bu bölme ve ayırmanın pratikte gerçekleştirilmesinin imkânı yoktur. Ya sizin bu ayırmanız fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırı olduğu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır, ya da pratikte ortaya çıkan durum ile iddia arasında bir tutarsızlık olacaktır. Söz konusu tutarsızlık ise, fiilî durumun kastı aşması, hatta onu geride bırakması şeklinde ortaya çıkar. Lâik tezin uygulaması siyasal alanı aşarak eğitim alanına, hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taşacak, insan, hayat ve kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayışını, yönelişlerini belirlemeye kalkışacaktır.
O halde lâikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz: Lâiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah'tan alınması tezini teklif ve emreden İslâm'ın tam karşısında yer almaktadır. Lâiklik, Allah'tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; lâikliğin dinsizlik anlamına gelemeyeceğini söyleyerek, hem lâikliğin anlamını kaydıran, hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla asıl lâikliğin İslâm'da olduğunu ileri süren ve bunun için birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler İslâm'ı saptırmakta, Hak Din'i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem lâik hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm'la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.
Lâiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm'ın ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer ünvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, lâik düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah'ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan "teokrasi" de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan teokrasi de Kur'ân-ı Kerim gözüyle lâiklikle ve diğer bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Lâiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur'ân, inanılan düzenin pratiğe yansımasını "ibâdet" diye adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O'ndan başka kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gayet açık ve en ufak bir te'vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: "Ey Âdemoğulları, Ben size; 'şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol budur' diye açıklamamış mıydım?" (36/Yâsin, 60-61) Lâiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Müslüman ise, "dini yalnızca Allah'a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah'a ibâdet etmekle" (98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5) yükümlüdür.
Günümüzdeki lâiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş lâikler, 14 asır önceki müşriklerin halefleridir. "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin' denildiğinde onlar: 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter' derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?" (5/Mâide, 104) Görüldüğü gibi, tavır ve yaklaşımlar arasında, günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarının atalarının izini takip etme anlayışında fark yok. Değişen yalnızca yasaların konusu olan objeler ile bu yasaların konuluş şekli. Câhiliyye dönemi müşrikleri bir ya da birkaç kişiden ibaret olan atalarının izinden gitmekte ısrarlı olduklarını belirtirlerken, çağdaş câhilî lâikler ise, yasamalarının alanını alabildiğine geniş tutmaktadırlar. Zaman zaman atalarının yolunun izlenmesinin gerektiğinden söz etseler bile, halk irâdesinden, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden, parlamenter sistemden... dem vurmayı ihmal etmezler.
Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. İnanç düzenini vicdana hapsedip bırakmanın imkânı yoktur. İnanç elbette hayatı da düzenleme safhasına er ya da geç mutlaka geçer. İnsanların fert ve toplum olarak inançlarıyla bağdaşmayan bir hayat sürdürmelerine imkân yoktur. İnsan, ya inandığı gibi yaşayacak veya yaşadığı gibi inanacaktır; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle olduğu gibi, hayatın belirli alanlarını belirli güçlerin emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir şekilde sürüp gitmesini beklememiz mantıkla da bağdaşmaz. Fıtrata aykırı bir beklentidir bu. Nasıl ki kâinatta Allah'tan başka bir ilâh bulunsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktı, ya da bu ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalışacaktı. (23/Mü'minûn, 91; 21/Enbiyâ, 22) Aynı şekilde insan, hayatını da Sezar ile Tanrı arasında paylaştırmaya kalkışıp birisine dünyayı, öbürüne dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarı arasına hapsetmeye kalkışırken; diğerine de bütün alanlarıyla, hatta hayat ve kâinat yorumları, dünya görüşleriyle birlikte dünya hayatını verecek olursa, hiçbir şey yerli yerinde kalmaz, kalamaz.
Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çıkan Allah'ın hâkimiyeti, o mü'minler tarafından hayatın her alanında aynı şekilde hâkim kılınmak istenecektir. Çünkü inancı ve dört duvar arasında yaptığı ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide ibâdet ettiği Allah'a aynı şekilde câmi dışında da itaat etmek zorunda olduğunu, bütün beşerî otoriteleri redetmekle yükümlü olduğunu, namazından, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya da imanından, Kur'ân'ından, mutlak doğru söylediğine ve doğruyu getirdiğine iman ettiği peygamberinden öğrenmektedir. Kimi zaman da Sezar'ın ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin kendisi açısından tehlike arzeden bir hale geldiğini sezerek mantığına uygun müdâhalelerde, hatta çeşitli engellemelerde bulunacaktır. Ayrıca, kendi anlayış ve kanaatlerine uygun olarak kurumlarını şekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykırı herhangi bir uygulama olmamasına, eğitim sisteminden ve hatta emrindeki câmi görevlilerinden kendi lâik anlayışına ters insanlar yetişmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar, Sezarlığının herhangi bir şekilde tehlikeye düşmemesi, sonunu hazırlayacak herhangi bir gelişmenin olmaması için elinden gelen her türlü tedbire başvurmayı ihmal etmeyecektir. Toplumun lâikliğe ters bir şekilde örgütlenmesine, yapılanmasına fırsat tanımadığı gibi, fertlerin de egemen lâik düzeni her şeyiyle benimseyen kişiler olarak yetişmesini sağlamaya çalışacaktır.
Bütün bunların anlamı şudur: İnsanlar kendi irâdeleriyle inançlarını seçme imkânına erişemeyeceklerdir. Kendilerine dayatılan düzeni seçmekten başka ciddî bir alternatife sahip olmayacaklardır. Bu ise, lâik düzenlerin dillerinden düşürmedikleri "fikir ve inanç özgürlüğü"nün, temeli olmayan, pratikte varlığından söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, lâik düzenlerin yakın ve uzak geçmişteki uygulamaları ile halihazırdaki lâik sistemlerin tümünün Müslüman-lara, inandığı gibi yaşamak isteyenlere yaptıkları uygulamalar, baskılar, bütün boyutlarıyla açık ve gizli devlet terörü bunun açık bir göstergesidir. İnsanın kalbinde, kafasında yer eden inanç ile yaşadığı hayat arasında mutlaka bir uyum sağlamak ve bunun arayışı içerisinde olmak, insan olmanın bir gereğidir. Lâikliğin Sezar ve Tanrı ikilemi, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırıdır. O nedenle insanı böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakmak, insanın insanlığına zulümdür. Âdil olan, insanın Kur'ân-ı Kerim'in açıkça ifade ettiği şekilde, iman ve küfürden istediği birisini tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasıdır, bunun sağlanmasıdır. İşte "dinde zorlama yoktur" hükmünün anlamı budur. Zaten bu ifadenin akabinde, "artık, doğru yol ile eğri yol birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilecek hale gelmiştir." (2/Bakara, 256) diye buyurulması da net bir şekilde bunu ifade etmektedir.
Hükmetmek hakkı Yaratanındır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda yarattığı her şeyin varlığını sürdürmesi için gerekli kanunları da koymuş bulunmaktadır. İnsanlar ve cinler gibi mükellef yaratıkların dışında kalan bütün varlıklar, Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu yasalara ister istemez uymakta, Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu bu değişmez kanunların (sünnetullahın) dışına hiçbir şekilde çıkmamaktadır. İnsan ise, zaman zaman Allah'ın kendisi için tayin ettiği ve irâdesini ona uymak doğrultusunda kullanmasını, tercih etmesini istediği şeriatinin dışına çıkmakta, şeriati hayatının her şeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kılmayı kabul etmemektedir. Böylelikle insan, başka birtakım mercilerin yasalarını, teşrîlerini kabul etmektedir. Kur'an, hukuk belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini, o varlıkları Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir.
Lâik yaklaşımın tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamları sınıfı dışında kalanların Allah'ın şeriatine rağmen değer, yargı ve yasalar koymalarından ibaret değildir. Lâik yaklaşım, zihniyet ve yöntem-lerin, yaklaşım ve uygulamaların bir diğer musîbeti ve sakıncası, siyasetin dışında bırakıldıkları kabul edilen din adamları sınıfının da şu veya bu şekilde değer, yargı ve yasalar koymaya kalkışmaları-dır. Lâik ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve emirlerini Sezarlardan alması, lâikliğin din-devlet ayrımı iddiasında da samimi olmadığını göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren lâik rejimler, dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemekteler. Bu yüzden lâik devletlerde lâik bir din, devlet dini ortaya çıkmakta, İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, kuşa çevrilip tahrif edilmiş bir din ortaya çıkarılmaktadır. Deve kuşu misali, din özgürlüğü konusunda lâiklik hatırlanırken; devletin dine müdâhale etmemesi konusunda ise, helvadan putları olan lâiklik, lâik rejimler tarafından yenilip yutuluvermektedir. Nasıl putperest düzenlerde put adına konuşan mâbet hizmetkârları, kâhinler ya da büyücüler, put adına tasarruflarda bulunuyor, çeşitli yasalar, yargı ve değerler vaz ediyor idilerse, lâik sistemlerin din adamları sınıfı da aynı tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini iddia ettikleri dinin aslî mesajı ile bağdaşmayan hükümleri, kendi hevâ ve arzularına göre, inananlarına "din" diye takdim edebilmektedirler.
Kur'an, din adamlarının yaptıkları bu işin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bunu da Allah'ın şeriatine rağmen teşrî diye nitelendirmekte, bu eylemde bulunmayı rablik iddiası, bu eylemleri meşrû kabul etmeyi de din adamlarını rabb kabul etme olarak değerlendirmektedir. "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki tek bir ilah'tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı..." (9/Tevbe, 31)
Haham ve râhiplerini nasıl rabler edindiler? Onları rabb edinmeleri sonucunda onlara ibâdet şekillerinden herhangi birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktı. Çünkü herkesin de bildiği gibi, yahûdiler de hıristiyanlar da din adamlarının önünde secdeye kapanmıyorlardı. İşte Adiy bin Hâtem-i Tâî (r.a) böyle bir şey bilmediğini söyleyince, Hz. Peygamber: "Allah'ın hükümlerine aykırı olarak bilginlerinin helâlı haram, haramı helâl yapmalarına rağmen onlara tâbi olmalarının, bunu kabul etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduğunu" (Tirmizî, Tefsir (9. Sûre) 10) açıklamıştı.
İşte, Allah'ın şeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde, fesat, şirk ve inkârın belli bir alana hasredilmesine imkân olmadığını, bu buyruklardan ve onların tanığı durumunda olan tarihte ve günümüz-de yaşananlardan açıkça anlayabilmekteyiz. İnsanın Allah'tan müstağnî olması, O'na şu ya da bu şekilde muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan lâiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir tutarsızlıklar yığınıdır. Lâiklerin: "din gibi kutsal bir değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir" şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasına ve vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine yapılabilecek en büyük hakaret, ona karşı işlenebilecek en büyük zulümdür. "Siyaset"i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz, ne diye o çamura gırtlaklarınıza kadar batmaktasınız? Çamurdan gerçekten kurtulmak istiyorsanız, kendinizi Rahman ve Rahim olan Allah'ın dininin şefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet, fazilet ve ahlâk simgesi kucağına teslim ediniz, kurtulursunuz...
İslâm'da Lâiklik Yoktur:
Lâiklik, geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir: Evvelâ İslâm'da batıda bilinen şekliyle bir "din adamları" sınıfının varlığı sözkonusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif bir rol oynamaların-dan söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir. İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu, dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O'nun insanların dünya ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen olan İslâm'da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için gerek duymadıkları fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de, günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde bulunan Kur'an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum, aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur'an'ın içeriğine gelişigüzel dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur'ân-ı Kerim müslümanların ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında lâik bir düşünüşün etkisi ile ayırım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları kabul etmez. Çünkü Kur'an, bunların hepsinin aynı şekilde ve hepsine ayırım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm'da dünya işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah'a ya da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir.
Kur'ân-ı Kerim'de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur'an'ın en azından bir defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur'an'ın "Dinde zorlama yoktur" ilkesi ile, "Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin" gibi buyruklarının İslâm'ın da lâikliği kabul ettiğine delil olarak gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı sözkonusudur. Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.
0 notes
hetesiya · 4 years
Text
Sosyalizme Çağrı (Marksizm Hakkında) – Gustav Landauer – 11
Marksizm 6
Dönemimizin tarihi açısından, Pierre Joseph Proudhon’un 1848 yılı Fransız Şubat Devrimi sonrasında kendi halkına adalet ve özgürlük toplumu kurmak için ne yapması gerektiğini anlattığı zaman hatırlanmaya değer bir andı. Proudhon, hala, bütün yönleriyle, zamanının tüm devrimci yoldaşları gibi, 1789’da haricen patlak vermiş ve o zamanlar hissedildiği üzere karşı devrim ve müteakip hükümetler tarafından daha başından bastırılmış olan devrim geleneğinde yaşıyordu. Proudhon dedi ki: Devrim feodalizme son verdi. Feodalizmin yerini yeni bir şeyler almalıydı. Feodalizm, Devletin ekonomi alanındaki bir düzeniydi, bağlılıkları açıkça ifade edilmiş askeri bir sistemdi.  Özgürlükler yüzyıllar boyu feodalizmin altını oymuştu; sivil özgürlükler giderek daha fazla zemin kazanmıştı. Fakat bunlar, eski düzeni ve güvenliği de, eski birlikleri ve cemiyetleri de tahrip etmişti. Birkaç insan yeni özgürlük ve hareketlilik sayesinde zengin olurken, kitleler zorluğa ve güvencesizliğe maruz kalmışlardı. Hem herkes için özgürlüğü koruyup, genişletip ve yaratıp hem de güvenliği, mülk ve yaşam koşullarının büyük eşitlenişini, yeni düzeni nasıl gerçekleştirebiliriz?
Proudhon, devrimin, militarizme yani hükümete son verip vermeyeceğini; görevinin politikayı toplumsal yaşamla, politik merkeziyetçiliği ekonomik çıkarların doğrudan birliğiyle, insanlara hükmeden değil işle ilgilenen bir ekonomik merkezle ikame etmek olup olmadığını devrimcilerin henüz bilmediğini söyler.
Görünürde sıkı olan bilimin adamı Marx, gelişmenin yasa koyucusu ve dikte edeni idi. Bununla ilgili beyanlarda bulundu. Ve kendisi gelişimi belirlediğine göre o kesin olmalıydı. Olaylar bitmiş, kapalı, ölü bir gerçeklik gibi hareket etmeliydi. Bu yüzden Marksizm bir doktrin ve adeta dogma şeklinde var olur.
Proudhon diyor ki, siz Fransızlar, küçük ve orta ölçekli çiftçilersiniz, küçük ve orta ölçekli esnafsınız; tarımda, sanayide, ulaşımda ve iletişimde faalsiniz. Şu ana kadar bir araya gelmek ve birbirinizden korunmak için krallara ve onların memurlarına ihtiyaç duydunuz. 1793’te devletin kralını lağvettiniz ancak ekonominin kralını, altını elde tuttunuz. Böylelikle ülkede bela, düzensizlik ve gelecek kaygısı bıraktığınız için kralların ve memurlarının ve orduların geri dönmesine izin vermek zorunda kaldınız. Otoriter aracıları defedin. Parazitleri ortadan kaldırın. Çıkarlarınızın dolaysız birliğinden emin olun. O zaman feodalizm ve devletin varisi olan bir topluma sahip olacaksınız.
Altın nedir? Sermaye nedir? Bu, bir ayakkabı, masa ya da ev gibi bir şey değildir. Bir şey değildir, gerçek bir şey değildir. Altın, ilişki için bir işarettir. Sermaye insanlar arasında ilişki olarak ileri geri giden bir şeydir. İnsanlar arasında bir şeydir. Sermaye itibardır; itibar, çıkarların karşılıklılığıdır. Şu anda devrim içindesiniz. Devrim – heves, güven ruhu, eşitlenme coşkusu, bütün için gayret arzusu – sizin başınıza geldi, sizin aranızda oluştu: kendiniz için doğrudan karşılıklılık yaratın. Hiçbir parazit, vampir-benzeri aracı olmadan kendi çalışmanızın üretimi ile birbirinize gittiğiniz bir kurum tesis edin. O zaman hiçbir vasi otoriteye ne de en yeni beceriksizlerin, Komünistlerin, bahsettiği siyasi hükümetin mutlak iktidarının ekonomik yaşama aktarılmasına ihtiyaç duymayacaksınız. Görev şudur: ekonomik ve kamusal yaşamda özgürlüğü öne sürmek ve yaratmak ve zorluğun, güvenliksizliğin, eşyanın sahipliği değil de insan ve köle-sahipliğinin hâkimiyeti olan mülkiyetin ve tefecilik olan faizin lağvedilmesi için eşitlenmeden emin olmak.  Bir takas bankası yaratın!
Takas bankası nedir? Özgürlük ve eşitlik için dışsal bir biçimden, objektif bir kurumdan başka bir şey değildir. Kim faydalı bir işle uğraşıyorsa – çiftçi, esnaf, işçiler birliği – hepsi, basitçe, çalışmaya devam etmelidir. İşin örgütlenmeye, diğer bir deyişle otoriteler tarafından emredilmesine ya da millileştirilmesine ihtiyacı yoktur. Halkın ihtiyaç duyduğu her şeyin üretimi sırasında marangoz mobilya yapar; ayakkabıcı çizme yapar; fırıncı ekmek pişirir vs. Marangozsun, ekmeğin mi yok? Elbette ki fırıncıya gidip fırıncının ihtiyacı olmayan sandalye ve dolabı teklif edemezsin. Takas banka git ve siparişlerini ve ürünlerini evrensel geçerli çeke dönüştür. Proleterler, ücret için çalışmak üzere müteşebbise bundan böyle gitmek istemiyor musunuz? Bağımsız olmak mı istiyorsunuz? Fakat ne atölyeniz, ne aletleriniz ne de yiyeceğiniz mi var? Bekleyemiyorsunuz ve kendinizi hemen mi kiralamanız gerekiyor? Lakin müşterileriniz mi yok? Diğer proleterler, siz proleterler, hepiniz, sömürücü simsarların aracılığı olmadan ürünlerinizi birbirinizden satın almak istemez misiniz? Sonra kendi alım-satımlarınızdan emin olun, siz ahmaklar! Müşteri muteberdir. Müşteri bugün adlandırıldığı üzere paradır. Sıralama her zaman yoksulluk-kölelik-iş-ürün şeklinde olmak zorunda değil midir? Karşılıklılık, eşyanın yönünü değiştirir. Karşılıklılık doğanın düzenini yeniden sağlar. Karşılıklılık paranın kurallarını kaldırır. Karşılıklılık birincildir: çalışmak ve ihtiyaçlarını karşılamak isteyen tüm insanlara imkân veren, insanlar arasındaki ruhtur.
Proudhon, hiç suçlu aramayın, herkes suçludur, diyor. Bazıları köleleştirir ve diğerleri en temel ihtiyaçları alıp götürür ya da en az ihtiyacı geride bırakır yahut acenta ve denetmenler olarak köleleştiren efendilere hizmet eder. İntikam ruhu, öfke ya da yıkıcılıktan meydana gelmeyecektir, yeni toplum. Yıkım, yapıcı bir ruh ile gerçekleştirilmelidir. Devrim ve muhafaza etme birbirini dışlamaz.
Eski Romalıları taklit etmekten vazgeçin. Jakobit[1] diktatörlük rolünü geçmişte oynadı fakat tribünlerin büyük tiyatroları ile güzel davranışlar sizin toplumunuzu yaratmaz. Gerçek hayatta yürütülmelidir. Faydalı nesneleri yeterli miktarda yaparsınız; faydalı şeyleri adil dağılım ile tüketmek istersiniz; o halde doğru bir biçimde takas etmelisiniz.
Çalışma ile yaratılmamış şeyin, der Proudhon, değeri yoktur; işçiler kapitalistlerin üstünlüğünü yaratmıştır ve siz yarattığınız değerleri saklayıp kullanamazsınız çünkü siz yalıtılan ve mal sahiplerinin servetini artıran ve böylelikle onlara köleler ve mülk üzerinde iktidar sağlayan mülksüz insanlarsınız. Fakat bu durumda o, sadece imtiyazlının elindeki birikmiş malın mevcut stoklarına bakmanın ve de bunları sadece siyaset ya da şiddet yoluyla onlardan almayı düşünmenin ne kadar çocukça olduğunu söyleyebilir. İşçiler tarafından yaratılan değer her zaman değişir, her zaman dolaşımdadır. Bugün değer, kapitalistten tüketici olarak işçi aracılığıyla kapitaliste geri döner; değer, kapitalistten tüketici işçilere gitsin fakat onlardan tekrar kapitalistlere değil, aynı işçilerin, üreten işçilerin ellerine dönsün diye kendinizin karşılıklı davranış biçimini dönüştürerek yeni kurumlar tesis edin.
Proudhon tüm bunları, benzersiz bir güçle, ciddiyet ve coşkunluğun, tutkunun ve objektifliğin büyük bileşimi ile kendi halkına söylemişti. Proudhon, devrim, çözülme, geçiş ve kapsayıcı ve temel önlemler olasılığı anında yeni toplumu yaratacak, hükümetin son yasası olacak ve hükümeti söylendiği gibi geçici hükümet yapacak bireysel adımları ve kararları önermişti.  
Ses oradaydı fakat dinleyiciler yoktu. Doğru zaman oradaydı fakat geçip gitti ve şimdiyse sonsuza dek yok oldu.
Proudhon biz sosyalistlerin yeniden keşfettiği şeyi; sosyalizmin her zaman mümkün ve her zaman imkânsız olduğunu biliyordu. Sosyalizm, doğru insanlar onu istediğinde diğer bir deyişle onu eyleme koyduğunda mümkündür ve insanlar onu istemediğinde ya da sözüm ona onu isteyip ona göre harekete geçemediğinde imkânsızdır. O yüzden bu adamın sesi duyulmadı. İnsanlar onun yerine incelediğimiz ve reddettiğimiz yanlış bilimi sunan, sosyalizmin kapitalist büyük sanayinin doruk noktası olduğu ve çok az kapitalistin şimdiden neredeyse sosyalist olmuş kurumların özel mülkiyetine sahip olduğunda geldiğini, böylelikle birleşmiş proleter kitlelerin özel mülkiyeti toplumsal mülkiyete geçirmesinin kolay olacağını öğreten bir başka sesi duydu.      
Sentez adamı Pierre Joseph Proudhon yerine, analiz adamı Karl Marx duyulmuş ve dolayısıyla çözülme, çürüme ve çöküşün devam etmesine izin verilmişti.
Analiz adamı Marx, kendi kelime haznesinde hapsedilen sabit, katı kavramlarla çalıştı. Bu kavramlarla Marx, gelişim yasasını açıklamak ve adeta zorla kabul ettirmek istedi.
Sentez adamı Proudhon kapalı kavramsal kelimelerin yalnızca daimi devinim için sembol teşkil ettiklerini bize öğretti. Kavramları akan devamlılık içerisinde eritti.
Özellikle detaylara hevesli olan ve Marksizm eleştirileri sıklıkla bizim eleştirilerimizle örtüşen sözde revizyonistler – bu eleştirileri büyük ölçüde anarşistlerden, Eugen Dühring ve diğer bağımsız sosyalistlerden almış olmaları da şaşırtıcı değildir – asıl taktikleri olarak adlandırılabilecek bir şeylere tedricen âşık oldular. Bu şekilde Marksizm ile birlikte sosyalizmi de, neredeyse son izine kadar reddettiler. Şu anda kapitalist toplumda işçi sınıfını parlamento ve ekonomik araçlar üzerinden teşvik edecek bir parti kurma sürecindeler.
Görünürde sıkı olan bilimin adamı Marx, gelişmenin yasa koyucusu ve dikte edeni idi. Bununla ilgili beyanlarda bulundu. Ve kendisi gelişimi belirlediğine göre o kesin olmalıydı. Olaylar bitmiş, kapalı, ölü bir gerçeklik gibi hareket etmeliydi. Bu yüzden Marksizm bir doktrin ve adeta dogma şeklinde var olur.
Proudhon, şey-kelimeleriyle ilgili hiçbir sorunu çözmeyi istememiş; hareketleri belirleyen kapalı şeyler ve ilişkiler, apaçık bir varlık, oluş, kaba görünürlük, görünmez değişim yerine ve son olarak – en olgun yazılarında – toplumsal ekonomiyi psikolojiye dönüştürmüştür. Öte yandan psikolojiyi de kaba bireysel psikolojiden – ki bireyden yalıtılmış bir şey çıkarır – insanı bir dizi sonsuz, bölünmez ve ifade edilemez oluş şeklinde tasavvur eden toplumsal psikolojiye dönüştürmüştür. Bu bakımdan Proudhonizm diye bir şey yoktur, sadece Proudhon vardır. O halde Proudhon’un belli bir an için hakikatle ilgili söyledikleri, şeylerin on yıllardır devam etmesine izin verildiği günümüzde, artık uygulanamaz. Geçerli olan yalnızca Proudhon’un düşüncelerinde baki olandır; kendisine ya da geçmiş herhangi bir tarihsel ana körü körüne dönmek için hiçbir girişimde bulunulmamalıdır.  
Marksistlerin Proudhon hakkında söyledikleri, yani onun sosyalizminin küçük burjuva ve küçük çiftçi sosyalizmi olduğu, bizim de tekrar etmemize izin verin, tamamen doğrudur ve onun en yüksek unvanıdır. Onun sosyalizmi, diğer bir ifadeyle, 1848 ila 1851 arası sosyalizmi, Fransız halkının 1848 ila 1851 arası sosyalizmidir. O anda mümkün ve gerekli olan sosyalizm idi. Proudhon, bir Ütopyacı ya da bir peygamber değildi; bir Fourer de değildi, Marx da. Eylem ve kavrama adamı idi.
Burada açıkça 1848-1851 yıllarının adamı olan Proudhon’dan bahsediyoruz. Bu adam şöyle söylemişti ve yaşadığı çağ onun böyle söylemesi için teşekkül etmişti: “Siz devrimciler, eğer bunu yaparsanız, büyük dönüşümü başaracaksınız.”
1848 yılının adamından olduğu kadar öğrenecek şeyimiz olan sonraki yılların adamı, devrimden sonra söylediği devrimci konuşmaları, beyhude melodramatik ya da pornografik bir öz-taklit ile tekrar etmeyi istemedi. Her şeyin kendi zamanı vardı ve devrim sonrasındaki her an, geçmişin büyük anında yaşamları durmamış herkes için devrim öncesi zamandı. Proudhon, aldığı pek çok yaradan kaynaklı kanamaya rağmen yaşamaya devam etti. O zaman şunu sordu kendisine: “Ben, eğer yaparsanız dedim; fakat neden yapmadılar?”  Cevabını buldu ve sonraki çalışmalarında bu cevabı yazdı. Bu cevabın bizim dilimizdeki karşılığı şudur: “Çünkü ruh yoktu.”
Ruh, o zaman da yoktu ve 60 yıldır da yok ve hiç olmadığı kadar derine batıp kayboldu. Şu ana kadar gösterdiğimiz her şey bir cümle ile özetlenebilir: Tarihte öngörülen sözüm ona doğru anı beklemek bu hedefi daha da uzak bir tarihe ertelemiş ve bulanık bir karanlığa itmiştir; ilerlemeye ve gelişmeye duyulan güven gerilemenin adı idi ve bu “gelişme” dış ve iç koşulları yozlaşmaya daha da çok adapte etti ve büyük değişimi hiç olmadığı kadar uzak kıldı. Marksistler, insanlar kendilerine inandığı sürece “Henüz zamanı değil!” derken haklı olacaklar ve asla daha az değil, her zaman daha fazla haklı olacaklar. Bir deyişin, bu deyiş söylendiği ve çabucak duyulduğu için doğru olduğunu söylemek yaşamış ve meydana gelmiş en korkutucu çılgınlık değil midir? Ve herkesin oluşu, sanki nihai, tamamlanmış bir oluşmuş gibi ifade etme girişiminin, insanların zihinlerinde bunun güç kazanması halinde biçim ve yaratıcılığın güçlerini eninde sonunda zayıflatmak zorunda olduğunun farkına varması gerekmez mi?
Marksizme yılmadan saldırmamızın sebebi budur. Bu yüzden işin peşini bırakamayız ve ondan tüm kalbimizle nefret etmeliyiz. Marksizm bir tarif ve bilim değildir. Öyleymiş gibi davranmaktadır; fakat acizliğe yadsıyıcı, yıkıcı ve sakatlayıcı bir çağrı, irade eksikliği, teslimiyet ve kayıtsızlıktır. Sosyal Demokrasi’nin detaylar üzerinde arı-gibi çalışması – laf arasında söyleyelim Sosyal Demokrasi, Marksizm değildir – bu yetersizlik onun yalnızca öteki yüzüdür ve yalnızca sosyalizmin orada olmadığını ifade eder zira sosyalizm küçük ve büyük meselelerde bütünü hedefler. Bu tür bir detaylı olmayan çalışma sadece kasırgadaki bir kuru yaprak gibi mevcut anlamsızlığın döngüsünde, sadece pratiğe geçirilen, sürüklenişi reddedilecektir.
Marksistlerin düşündüğü gibi sosyalizmin gelmek zorunda olmadığını söyledik. Şimdi şunu söylüyoruz: çeşitli halklar tereddüt etmeye devam ederse, kendileri açısından sosyalizmin bundan böyle hiç de mümkün olmadığı zaman gelebilir.
Özellikle detaylara hevesli olan ve Marksizm eleştirileri sıklıkla bizim eleştirilerimizle örtüşen sözde revizyonistler – bu eleştirileri büyük ölçüde anarşistlerden, Eugen Dühring ve diğer bağımsız sosyalistlerden almış olmaları da şaşırtıcı değildir – asıl taktikleri olarak adlandırılabilecek bir şeylere tedricen âşık oldular. Bu şekilde Marksizm ile birlikte sosyalizmi de, neredeyse son izine kadar reddettiler. Şu anda kapitalist toplumda işçi sınıfını parlamento ve ekonomik araçlar üzerinden teşvik edecek bir parti kurma sürecindeler. Marksistler, Hegel tarzında bir ilerlemeye inanırken, revizyonistler Darwin tarzı bir evrimin taraftarıdırlar. Artık felakete ve aniden oluşlara inanmıyorlar; kapitalizmin ani bir devrim ile sosyalizme dönüşmeyeceğine fakat tedricen daha katlanılabilir bir biçim alacağına inanıyorlar.
Bunlardan bir kaçı sosyalist olmadıklarını kabul etmeyi tercih edebilir ve parlamentarizme ve parti politikalarına, oy toplamaya ve monarşizme adaptasyonlarında şaşırtıcı bir biçimde başarılı olabilirler. Diğerleri ise kendilerini hala tümüyle sosyalist olarak görebilir. Bunlar, işçilerin özel durumlarında, sözde endüstriyel anayasalcılık sayesinde işçilerin üretimdeki payında ve tüm ülkelerde demokratik kurumların genişlemesi sayesinde kamusal ve yasal koşullarda daimi, yavaş ve fakat durmayan bir iyileşme gördüklerine inanırlar. Hem kabul ettikleri hem de kısmen sebep oldukları Marksist doktrinin başarısızlığı üzerinden kapitalizmin hâlihazırda sosyalizm yolu üzerinde bulunduğunu ve bu gelişmeyi enerjik bir biçimde teşvik etmenin de sosyalistlerin görevi olduğu sonucunu çıkarırlar.  Bu görüşleriyle, Marksizm’in ilk başta söylediği şeyin çok da uzağında düşmezler. Sözüm ona radikaller de her zaman aynı yol üzerindeydiler ve sadece bu görüşün devrimcilikle kırbaçlanmış ve bir araya gelmiş seçmen kitlelerine söylenmemesi dileğine sahiptirler.
Marksistlerin revizyonistlerle olan gerçek ilişkisi şu şekildedir: Marx’ın ve onun en iyi havarilerinin aklında, koşullarımızın tamamı kendi tarihsel bağlamları içerisinde yer aldığı ve bunların genel kavramlar altında toplumsal yaşamımızın detaylarını düzenlemeye çalıştığı vardır.  Revizyonistler, yerleşik genellemelerin yeni doğan gerçekliklerle örtüşmediğini çok net gören fakat yine de çağımızı külliyen, yeni ve temelde farklı bir şekilde anlamaya ihtiyaç duyan karakteristik şüphecileridirler.
Marksizm, bir süre için, çok sayıda ıskat edilmişin kendi yoksulluğunun, doyumsuzluğunun farkına varmasına ve topyekûn bir değişim için ideal bir haleti ruhiyeye yol açmıştır. Bu süremezdi çünkü söz konusu bilimsel aptallığın ektisi altında kitleler beklemeye yönelmiş ve herhangi bir sosyalist faaliyet yapamaz hale gelmiştir.  Bu şekilde, kitleler, siyasi ve demagojik yöntemlerle sürekli cesaretlendirilmemiş olmasalardı, tedrici bir dinginlik ve sakinlik çoktan kitlelere geri dönerdi. Revizyonistler erken kapitalizmin en kötü barbarlığının ortadan kalktığını, işçilerin proleter koşullara daha da alıştığını ve kapitalizmin hiçbir şekilde kendi çöküşüne yakın olmadığını şimdilerde görüyorlar. Elbette bizler, bunların tamamında,  kapitalizmin sürdüğü muazzam tehlikeyi görüyoruz. İşin aslı, işçi sınıfının durumu – bir bütün olarak görüldüğünde – iyileşmemiştir. Aksine yaşam daha da zor ve nahoş bir hal almıştır. O kadar nahoş bir hale gelmiştir ki işçiler neşesizleşmiş, ümitsizleşmiş ve ruh ve karakter bakımından yoksullaşmıştır. Fakat en önemlisi sosyalizm için mücadele, doğru mücadele, münhasıran acıma hislerine ya da öncelikle belli bir insan sınıfının kaderine bağlı olmaz. Toplumun temellerinin tümden dönüşümü ile ilgilidir. Hedefi yeni bir yaratımdır.
Bizim işçilerimiz bu halet-i ruhiyeyi giderek kaybetmiştir (zira hiçbir zaman halet-i ruhiyeden daha fazlası olmamıştır),  çünkü Marksizmde çözülme ve iktidarsızlık unsurları başından itibaren öfke kuvvetlerinden daha güçlüydü ve herhangi bir olumlu içerikten de yoksundu. İşçi sınıfının, Tanrının ya da tarihsel zorunluluk gereği gelişimin seçilmiş insanları değil, daha ziyade en şiddetli acı çeken insanların bir kısmı olduğunu hâlihazırda bilenler açısından revizyonizm fenomeni ve onun hoşgörülü şüpheciliği sadece eylemsizlik, kararsızlık ve kitlelerin rehaveti üstündeki “ideolojik üstyapı��dır ve işçi sınıfı sefalete eşlik eden ruhsal değişimler yüzünden bilgi elde etmeyi en zor iş olarak görecektir. Bu alandaki tüm genellemelerden kaçınmak en iyisidir. İşçi sınıfı oldukça farklıdır ve acının çok farklı insanlar üzerinde her zaman çok farklı etkileri olur. Fakat acının büyük kısmı birinin kötü durumunun kavranmasıdır ve en azından bu ölçüde hiç acı çekmemiş kaç proletarya vardır!
Devrim başarısız olduktan sonraki zamanlarda, devrimden önceki bu altmış yıl boyunca,  ilişkilerin nasıl değiştiğini biliyoruz. Bunlar kapitalizmin uyumunun, proleterleşmenin on yılları idi ve pek çok açıdan hâl-i hazırda kalıtsal hale gelmiş gerçek bir adaptasyondu. İnsanlar arasındaki ilişkilerde bozulma vardır ki bireysel insanlara ait pek çok bedenin şimdiden fark edilir bir biçimde çürümesine dönüşmüştür.
Yeryüzü neredeyse tümüyle keşfedildi, çok geçmeden neredeyse tamamı iskân edilecek ve buralara sahip olunacaktır. Şu anda ihtiyaç duyulan şey, bildiğimiz insan dünyasında daha önce hiç var olmamış gibi bir yenilenmedir. İşte bu, bizi çok daha fazla etkilemesi gereken bu yeni şey, zamanımızın belirleyici özelliğidir.
Burada bahsettiğimiz muazzam bir tehlikedir. Marksistlerin düşündüğü gibi sosyalizmin gelmek zorunda olmadığını söyledik. Şimdi şunu söylüyoruz: çeşitli halklar tereddüt etmeye devam ederse, kendileri açısından sosyalizmin bundan böyle hiç de mümkün olmadığı zaman gelebilir. Buna rağmen insanlar birbirine karşı çok aptalca, çok alçakça hareket edebilir. Tümüyle esarete teslim olabilir ve kendi gaddarlıklarını kabul edebilir: Tüm bunlar insanlar arasında bir şeydir, kendilerine kararlı, canlı duyguların hizmet etmesi halinde işlevsel ve gelecek nesilde ya da hâlihazırda yaşayan insanlarda değiştirilebilen bir şeydir. Toplumsal ya da genellikle söylendiği gibi psikolojik ilişkiler meselesi olduğu müddetçe bu durum henüz kötü değildir. Kitlesel sefalet, yoksulluk, açlık, evsizlik, psikolojik yılgınlık ve ahlak bozukluğu ve zevk düşkünlüğü, aptalca lüks, militarizm, ruhsuzluk – hepsi, oldukları halleriyle kötüdürler, isabetli bir doktor gelirse yaratıcı ruhtan, büyük devrimden ve yenilemeden (regeneration) çıkarsa bunları tedavi edilebilir. Fakat tüm zorluk ve baskı ve ruhsuzluk insanlar arasında bir şeyler olmaktan çıkarsa, ruhta bulunan ilişkiler bozulursa, adına ruh dediğimiz insanlar arası ilişkiler kompleksine bundan böyle rahatsızlık vermezse, kronik yetersiz beslenme yerine, alkolizm, uzun süreli acımasızlaşma, sürekli tatminsizlik, akut ruhsuzluk (ki ruh ve sosyal yapı açısından önemi, ağı açısından örümceğin önemi gibidir) bireysel bedenlerde kapsamlı etkilerle birlikte değişimlerle sonuçlanırsa, o zaman hiçbir çare yardımcı olamayacaktır ve halk ya da halkların tüm kesimleri yıkıma mahkûm olabilecektir. Halkların her zaman yok olması gibi, onlar da yok olacaktır: diğer, sağlıklı halklar bunların efendileri olur ve halkların karışımına dönüşür ve hatta bazen de kısmi imha yaşanır – eğer, en azından diğer, sağlıklı halklar hala yaşıyorsa. Kimse uluslar tarihinin ilk dönemlerinden analojilerle ucuz oyunlar oyamamalıdır. Çünkü zamanı geldiğinde, şeyler, gene, sözde ulusların göçü denilen zamanlarda yaptıkları gibi ilerlemek zorunda değildir. İnsanoğlunun başlangıç zamanlarında yaşıyoruz ve bu yeni başlamış insanoğlunun sonunun başlangıcı olabileceği tümüyle göz ardı edilemez. Belki de hiçbir çağ gözlerinin önünde dünyanın sonunun bu kadar tehlikeli bir biçimde belirdiğini biziler kadar görmemiştir.
Gerçek ilişkiler kompleksi bakımından insanoğlu, dışsal bağlarla ve içsel çekimle ve ulusal sınırları aşan dürtüyle bir arada duran bir dünya toplumu elbette ki henüz mevcut değildir. Fakat bunun vekilleri oradadır ve bunlar bir ersatz’dan daha fazlası olabilir. Bunlar, başlangıç olabilir: dünya pazarı, uluslararası anlaşmalar ya da hükümet politikaları, uluslararası örgütler ve çeşitli türde kongreler, küre çevresinde trafik ve iletişim, bunların hepsi, eşitlik olmasa bile, en azından çıkarların özümsenmesini, gelenekleri, sanatı veya sanatın modaya uygun yedeğini, teknoloji ruhunu, siyasi biçimleri daha da çok yaratmaktadır.  İşçilere de bir ulustan diğerine giderek daha fazla ödünç verilmektedir. Dahası tüm ruhsal gerçeklikler – din, sanat, dil, genelde ortak ruh – orada ikişerli bulunmaktadır ya da bize doğal bir zorunluluk gereği ikişer ( birincisi birey ruhunda nitelik olarak ya da meleke olarak ve ikincisi insanlarla yaratıcı örgütler ve birliklerin iç içe geçtiği bir şeyler olarak) görünmektedir. Tüm bunlar özensiz bir biçimde ifade edilmiştir. Geçiş yaparken düzeltilebilecek olan hemen yapılacaktır fakat bu zamanda bu dil eleştirisi uçurumunun ve fikirler teorisinin (ikisi de birbirine aittir) derinine inemeyiz. Tüm bunlara şunu söylemek için değinildi: medeniyet (humanitas), humanité, humanity ve beşeriyet – ki bunlara şimdilerde göstermelik merhametli bir lütuf, zayıflatılmış ve derinlik yoksunu bir ifade ile “insaniyet”(humaneness) diyoruz – tüm bu kelimeler, aslen sadece bireyde yaşayan ve hükmeden insanoğluna atfedilmekteydi. Bir zamanlar, en azından Hıristiyanlığın tam zamanında çok güçlü bir şekilde vardı, fiziken çokça hissediliyordu. Özdeş toplum olarak mütekabiliyet bireyde temerküz eden ve bireyler arasında büyüyen beşeriyete geldiğinde ancak dışsal anlamıyla gerçek beşeriyete varabileceğiz. Bitki tohumunda bulunur, tıpkı, tohumun, atalarına ait bitkilerin sonsuz zincirinin cevheri olması gibi. İnsanoğlu hakiki varlığını bireyin insaniliğinden alır. Bireyin insaniliğinin sadece geçmişin sayısız neslinin varisi olması da tıpkı böyledir. Olan şey oluştur, küçük evren (mikrocosm), evrendir (macrocosm). Birey halktır, ruh toplumdur, düşünce birlik bağıdır.
Fakat bildiğimiz birkaç bin yıllık tarihte insanoğlu ilk kez tam anlamıyla ve tam kapsamlı olarak haricen birleşmek istiyor. Yeryüzü neredeyse tümüyle keşfedildi, çok geçmeden neredeyse tamamı iskân edilecek ve buralara sahip olunacaktır. Şu anda ihtiyaç duyulan şey, bildiğimiz insan dünyasında daha önce hiç var olmamış gibi bir yenilenmedir. İşte bu, bizi çok daha fazla etkilemesi gereken bu yeni şey, zamanımızın belirleyici özelliğidir. Tüm dünyada insanoğlu yaratılmak istemektedir ve bunu, eğer birleşmiş insanoğlunun başlangıcı, sonu olmayacaksa, insanoğlunun başına güçlü bir yenilenme geldiği o anda istemektedir. Önceden bu tür bir yenilenme genellikle geri kalandan ve kültürel karışımdan ortaya çıkan yeni halklar ile ya da göç alan yeni ülkelerle özdeşti. Halklar birbirine ne kadar çok benzerse ülkeler o denli yoğun iskâna tabi oluyordu ve dışarıdan veya içeriden bu tür bir yenilenme için umut da o kadar az oluyordu. Hâlihazırda kendi halklarımızdan ümit kesmek isteyenler ya da en azından zihinlerin radikal yenilenmesi için dış dürtünün ve canlı enerjinin dışarıdan, şifalı uykularından yeni uyanmış eski halklardan gelmesi gerektiğine inananlar, hala, Çin, Hindu ya da belki Rus halkları için umut inşa edebilir. Bazıları, çocuksu Kuzey Amerikan barbarlığı arkasında belki de hala saklı kalmış bir idealizmin ve fevkalade patlak verecek coşkun bir ruha ait fazla enerjinin olduğunu yine de ümit edebilir. Ancak 40 ya da 50 yaşlarında olan bizlerin bu romantik beklentiler yüzünden gene de hayal kırıklığı yaşayacağımız ve Çinlilerin Batıyı taklitte Japonya’yı takip edeceği, Hinduların salt çürüme kanallarına hızlıca geri kaymak, vs. için yükseleceği akla yatkındır. Asimilasyon çok hızlı ilerlemektedir. Medeniyet ve medeniyetle birlikte gerçek fiziki ve psikolojik çöküş yayılmaktadır.
Vaktiyle çürüyen rafine medeniyetten ve taze kandan yeni bir başlangıç çıktığı gibi, yeniden yükselişe geçeceğimize dair kesin, yanılmaz işaretler var mıdır? İnsanoğlunun, sonradan olacağı şey: ulusların sonu için geçici, kusurlu bir kelime olmadığı kesin midir? Şimdiden yoz, pervasız ve köksüz kadınlar ve onların erkek eşleri hafif meşrepliği yere göre sığdıramıyor ve aileyi, çeşitli, özgür ve sınırsız birliktelik hazzıyla, babalığı da annelik devlet sigortası ile ikame etmek istiyorlar. Ruh özgürlük ister ve onu içerir.
İhtiyacımız olan cesareti ve ivediliği elde etmek için kendimizi bu boşluğa bırakmalıyız. Bu sefer yenilenme bilinen herhangi bir zamana kıyasla daha güçlü ve farklı olmalıdır. Sadece kültür ve beraberinde yaşamın insani güzelliğini arıyor değiliz. Bir çare arıyoruz; kurtuluş arıyoruz. Yeryüzünde bugüne kadar var olmuş en büyük dışsal katman yaratılmalıdır ve bu katman, imtiyazlı tabakada – küresel insanoğlu – şimdiden hazırlanmaktadır. Yine de bu, harici bağlarla, anlaşmalarla ve hükümetsel yapı ya da korkunç buluş olan dünya devleti ile gelemeyecek, ancak en küçük grupların, yukarıdaki tüm toplulukların yeniden tesis edilmesi ve en bireysel bireyselcilik ile gelecektir. Şümullü bir toplum inşa edilmeli ve inşa küçük ölçekte başlamalıdır; tüm mıntıkalara uzanmalıyız ve bunu da ancak çok derin kazarsak yapabiliriz zira bundan böyle dışarıdan daha fazla yardım gelemez. Artık işgal edilmemiş hiçbir toprak yoğun kalabalık halkları yerleşmeleri için davet etmeyecektir; insanoğlunu tesis etmeliyiz ve bunu ancak insanilikte bulabiliriz. Bunun da sadece bireylerin gönüllü ilişkisinde ve doğal olarak birbirlerine yakınlaşan, aslında bağımsız insanlar topluluğundan yükselmesini sağlayabiliriz.
Ancak şimdi biz sosyalistler rahat bir şekilde nefes alıp kaçınılmaz zorluğu, görevimizi, varlığımızın bir parçası olarak kabul edebiliriz. Şimdi, fikrimizin bizim benimsediğimiz bir fikir değil de bizi seçim yapmaya – ya peşinen insanoğlunun gerçek yıkımını tecrübe etmeye ya da bu yıkımın çevremizde aşınan başlangıçlarını seyretmek veya kendi eylemimizle yükselişin ilk başlangıcını yapmaya – sevk eden çok güçlü bir dürtü olduğunu içten bir kesinlikle hissediyoruz.
Burada muhtemel bir gerçekliğin bir kuruntusu olarak tehdit etmesine izin verdiğimiz dünyanın sonu elbette ki neslin ani olarak tükenmesi değildir. İçinde karşı konulamaz türde bir kaide bulma eğilimi ve analojiye karşı uyarıda bulunuyoruz çünkü kimi çöküş dönemlerinin ardından gelen büyük dönemleri biliyoruz. Durumu gözümüzde canlandırdığımızda, hangi emsalsiz hızla ulusların ve sınıfların bu kapitalist medeniyette birbirine daha da benzer hale geldiğini;  proleterlerin nasıl sıkıcı, uysal, kaba, dışsal ve artan ölçüde alkolik olduğunu; dinlerini kaybetmeleri ile her tür içsel hissi ve sorumluluğu nasıl kaybettiklerini; tüm bunların fiziki etkilerinin nasıl olduğunu; üst sınıfların siyaset, kapsamlı görüş ve belirleyici eylem açısından güçlerini nasıl kaybettiğini; sanatın züppelik, modaya uygun değersiz ve arkeolojik ve tarihsel taklit ile nasıl ikame edildiğini; nasıl eski din ve ahlak ile her sıkı standardın, her kutsal ittifakın, her karakterin sağlamlığının kaybedilmekte olduğunu, kadınların yüzeysel kösnüllük ve renkli, dekoratif şehvet girdabına nasıl çekilmekte olduğunu; doğal düşünülmemiş nüfus artışının tüm halk katmanlarında azalmaya nasıl başladığını ve bilim ve teknolojinin rehberliğinde çocuksuz seks ile ikame edildiğini; sorumsuzluğun, hâkim koşullar altında neşesiz iş yapmayı artık kaldıramayan proleterlerle vatandaşlar arasındaki tam da en iyi unsurları nasıl istila ettiğini görüyoruz. Eğer tüm bunların toplumun her katmanında nevroza ve histeriye dönüşmeye başladığını nasıl görüyorsak, o zaman kişi, iyileşme için, yeni kurumların yaratılması için kendisini toplayacak olan halkın nerede olduğunu sormalıdır. Vaktiyle çürüyen rafine medeniyetten ve taze kandan yeni bir başlangıç çıktığı gibi, yeniden yükselişe geçeceğimize dair kesin, yanılmaz işaretler var mıdır? İnsanoğlunun, sonradan olacağı şey: ulusların sonu için geçici, kusurlu bir kelime olmadığı kesin midir?  Şimdiden yoz, pervasız ve köksüz kadınlar ve onların erkek eşleri hafif meşrepliği yere göre sığdıramıyor ve aileyi, çeşitli, özgür ve sınırsız birliktelik hazzıyla, babalığı da annelik devlet sigortası ile ikame etmek istiyorlar. Ruh özgürlük ister ve onu içerir. Ruhun böyle birliktelikleri aile, kooperatif, profesyonel grup, topluluk ve ulus olarak yarattığı yerde özgürlük vardır ve insanoğlu da burada vücut bulabilir. Fakat ruhun yerini almış tahakkümün, cebri kurumlarında ruh yerine şimdilerde neyin köpürmeye başladığını biliyor muyuz, bu ikameye katlanabileceğimizden emin olabilir miyiz? Ruhsuz özgürlük, kösnül özgürlük, sorumsuz haz özgürlüğü? Ya da tüm bunların kaçınılmaz sonucunun en dehşetli eziyetler ve yalnızlık, en dermansız zayıflık ve hissiz umursamazlık mı olacak? Acaba bir coşkun duygu ve yeniden doğuş anı ve büyük kültürel topluluklar federasyonu devrinin anını hiç yaşayacak mıyız? Şarkıların insanlarda yaşadığı, kulelerin birliği ve coşkuyu cennete taşıdığı ve ruhlarında halkın temerküz ettiği insanları yüceltmek suretiyle büyük işlerin halkın büyüklüğünü temsil etmek için yaratıldığı zamanlar hiç olacak mı?
Bilmiyoruz ve bu yüzden buna teşebbüs etmenin görevimiz olduğunu biliyoruz. Geleceğin sözde biliminden şu anda tamamen kurtulduk. Sadece hiçbir gelişme yasası olmadığını biliyor değiliz. Güçlü tehlikeyi, şimdiden çok geç kalmış olabileceğimizi, tüm teşebbüslerimizin ve eylemlerimizin belki de artık yardımcı olamayabileceğini dahi biliyoruz. Ve bu yüzden kendimizdeki, tüm bilgilerimizdeki son bağlarımızı da atıp kurtulduk, daha fazlasını biliyor değiliz. Tarif edilmemiş ve belirsiz bir şeyler önünde ilkel bir adam gibi duruyoruz. Önümüzde hiçbir şey yok ve her şey yalnızca kendi içimizde var: bizde gelecekteki insanoğlunun değil geçmişteki insanoğlunun realitesi ya da etkinliği var; dolayısıyla bu realite ya da etkinlik aslen içimizde var. Başarı bizim içimizdedir. Bizi yolumuza koyan aldatılamaz görevimiz içimizdedir. Yapılanın ne olması gerektiğinin imgesi içimizdedir. Süflilik ve sefaleti geride bırakma ihtiyacı içimizdedir. Adalet hiç şüphesiz ve amansız içimizdedir. Karşılıklı yanıt arayan ahlak ve herkesin çıkarını tanıyan akıl içimizdedir.
Burada yazıldığı gibi hissedenler, en büyük cesareti en büyük ihtiyaçtan doğanlar, her şeye rağmen yenilenmeye teşebbüs etmek isteyenler – şimdi onların toplanmasına izin verin; çağrılanlar onlardır; uluslara ne yapılması gerektiğini söylemeleri ve halkların işe nasıl başlayacaklarını göstermeleri için onlara izin verin.
Çev: Nesrin Aytekin
[1] İngiltere kralı 2. James yanlısı.
https://itaatsiz.org/?p=5532
0 notes
wishfornight · 7 years
Text
Elindeki taş daha güvenilirdir, belirli yasalar dahilinde hareket eder; seni hiç yanıltmaz, attığında her zaman yere düşer. Tek başlarına nesnelerin hepsi böyledir. Hepsi bu yasaya bağlı kalırlar ve kendilerinden bekleneni yaparlar. Bunların sayıları arttıkça toplamları kadar bir bedeni etkileseler de bir ruh için durum aynı değildir. Bir kere olsun attığım taş yere düşmeseydi, bir kere olsun kendimi ateşin içine atıp da ateş beni yakmasaydı birçok şeyde olduğu gibi benim hayatımın da tek yasası “ tesadüf” olurdu. Öngöremediğim bu şeyler tarafından kuşatıldım; aynı yoldan defalarca geçtim; bazen rastlaştık, bazen rastlaşamadık. Düşünsene taş attığımda bazen yere düşseydi, bazen düşmeseydi öznelerin ve nesnelerin birbiriyle ilişkisinin özü gibi eşyanın özü de saçmalık ve tesadüf olurdu. Ne kadar az şeyle bağ kurarsan o kadar öngörün artar. Her insanın da ayrı ayrı kendi yasası var; ki bu ihlal edilebilecek, bir sınır gibi aşılabilecek bir şey değildir. Dolayısıyla her insan aslında kendinden bekleneni yapar, sen bilmesen de bu böyledir. Nesneler ağırlıkları ölçüsünde birbirlerinden daha önce veya daha sonra düşerler. Bir kere olsun bir yaprak bir demir bilyeden daha önce yere düşmemiştir. Bir kere olsun benimle aynı anda düşmedin, ortamdan havayı çıkarsak aynı anda yere çakılabilir miydik peki? Şu hava, su, toprak hangimize daha insafsız davranıyor? Bunların her biri bizi daha doğru tartıyor, bekletmiyor; düşüş, boğulma, çürüme hiç duraksamadan gerçekleşiyor. İnsan ruhu böyle değil; bir gün sana cehennemi boylatacak da olsa ve bunu bilse bile; bekletir, her bir parçanı ayrı ayrı tartar, ölçüp biçer ve bunlar için tek bir cehennem yerine her biri için ayrı ayrı birçok cehennem hazırlar; her bir parçan ayrı ayrı düşer, ayrı ayrı yanar ve geriye en değersiz parçayı seçer, her şeyi unutur ama bunu unutmaz, seni bundan bilir; o da bir toz gibi havada süzülür. Bu ruhtan umudu kesip, umudu duraksamalarda ararsan tesadüflere sığınırsın; asla düşüş tamamlanmadığı için sonunu göremezsin, o yüzden kendini bazen daha yukarda, bazen daha aşağıda zannedersin. Sürekli bu kuraya dahil olursun; sana sunulan iki kibrit çöpü de uzundur, o baştan karar vermiştir seni mahvetmeye. İçinde asla daha derine varamadığın, sırf bulanık suyun dibini göremediğin için, bir kere gözün bir yeşilliği seçti diye, orada hep cehennem çukurunda olmuş da olsan, ısrarcı davranıp senin için hazırlanmış, hazırlayanın bile farkında olmadığı, içinde tozların uçuştuğu bir odadan çıkma umuduyla başka kapıları açmaya yeltenirsin; ki seni o odada yaktı, boğdu, çürüttü ve o odada uçuşuyor küllerin. Bu odaya bir pencere aç, benden kalanlar dışarı savrulsun; zihninde bu şekilde kalmayayım; sen beni bilmezsen ben de seni bilmem, sen beni tanımazsan ben de bu odayı ve düşüşü unuturum. Tanrı, ruhuma bir delik aç; şu taş kadar kesin ve değişmez olabileyim…
1 note · View note