Tumgik
Text
3 takıntılı 7. oğul 37 yaşında!
Hayat sayılardan ibarettir 
Ve sayılar büyülüdür...
İlk nefesiyle saymaya başlar insanoğlu ve son anına kadar devam eder.
Günlerimiz sayılıdır ve kimse bilmez sona kaç gün yakın olduğunu.
Kadın bedeninde 13 kapı, insan dilinde 17 kas bulunur.
Normal bir DNA sarmalı 46 kromozomdan oluşur
ve kutsal kitapların anlattığı gökyüzü 7 katlıdır.
  Bilim ve dinin tek uzlaşı noktasıdır sayılar.
Dünya ve evren matematik üzerine kuruludur.
Allah’ın 99 ismi vardır müslümanlara göre ve 66 O’nu temsil eder.
Hıristiyanlık 3’ün kutsallığı üzerine temellenmiştir.
Baba, oğul, kutsal ruh 3 eder, İsa çarmıha tam 3 paslı çiviyle gerilmiştir
ve ölmeden söylediği bir değil tam 7 son söz vardır.
Yahudiler 10 emire göre yaşar
Ve haftanın sadece 6 günü çalışırlar.
  Astrolojide her gezegenin bir sayı karşılığı vardır ve 1 güneşi, 9 Neptün'ü temsil eder.
Edebiyat hayat gibi sayılar üzerinde yükselir.
Çünkü alfabenin harfleri sayılıdır.
Tam 7 nota vardır müzikte.
Ve dünyadaki tüm resimler 3 ana renk ile yapılmıştır.
  Sayılar büyülüdür evet
ama bazıları diğerlerine göre fena halde ayrıcalıklıdır.
Bazen sadece onlara bakarak hayatın anlamı bulunabilir
Herkesin kendine ait bir sayısı vardır bir de
Kimileri 7'yi sever kimi 9'u
kimi ise İlahi Komedya'yı 33 dizelik 3 ana bölümde kurgulayan Dante gibi
müzik dünyasının muhteşem adamı Jack White gibi 3'te bulur hayatın anlamını...
  “3 başka şekilde elde edilemeyecek ikonik, mistik bir mükemmelliği temsil ediyor benim için. Bir masanın düşmemesi için en az 3 ayağı olmalı. 3 Trafik ışığı var. Araba lastiği 3 civatayla durabiliyor. Her şey 3 elementten oluşuyor hayatta ve o yapıyı oluşturan 3’ün ne olduğunu bulursanız doğru yoldasınız.” diyor White. Döşemecilik yaptığı dönemde kumaşı zımbalarken -"kumaşı tutturmak içine en az üç yerden zımbalamak gerek, sağ,sol ve orta"- keşfettiği bu mistik bilgiyi hayatının her alanında, yaptığı her işte kullandığını kimseden saklamıyor.
Şarkıları kimsenin fark edemeyeceği 3’lü yapılardan oluşuyor. 3 babaya sahip: öz babası, Tanrı ve Bob Dylan. Jack White III ya da kısaca III diye atıyor imzasını. Üzerinde 3 rakamının yer aldığı giysiden penaya pek çok eşyaya sahip. Plak şirketinin adı Third Man Records. Bu isim aynı zamanda White’ın idollerinden biri olan, şarkılarında adını andığı, davul setlerinin üzerine filmlerinden sahneleri poster olarak yapıştırdığı Orson Welles’in rol aldığı ‘The Third Man’ adlı filme bir gönderme.
The White Stripes zamanında konser standlarında satılan Triple Incophone adlı müzik aletinin sadece 3 inchlik plaklar çalması bir tesadüf değil. Jack White sayıları seviyor ve muhteşem şarkı sözlerine bakılırsa sayılar da onu…
Son albümü Blunderbuss’ta Sixteen Saltines, artık bir futbol marşı haline gelen 7 Nation Army,  “Well there‘s 3 people in the mirror / And I’m wondering which one of them I should choose” diyen 300 MPH Torrential Outpoor Blues, “God gave 7 minutes right to ya” diyen Bone Broke ve White’ın hem müzikal hem de genetik şifrelerinin açılımını yapan Ball and Biscuit’teki “It’s quite possible that I’m your 3rd man/ but it’s a fact that I’m the 7th son” dizeleri ise sayılar ve White dendiğinde ilk akla gelenler.
  Jack White’ın isminin gelmiş geçmiş en iyi rock müzisyenleri arasında sayılmasının nedeni kimilerine göre 3 rakamının gücünü iyi kullanması, kimilerine göre ise tuhaf takıntıları. Ama aslında Kanada, Polonya ve İskoç kökenli, 10 çocuklu, Detroit'li Katolik bir ailenin 7. oğlu olan bu tuhaf adamın başarısının kaynağı takıntıları ve herkesden farklı bakış açısından çok yaratıcılığı ve disiplini. Bu yüzden her türlü abartılı iltifatı hak ediyor. 
Şöhret takıntısı yok Jack White'ın. Hiç bir şeyi daha fazla tanınmak için yapmıyor. The White Stripes'de yarattığı müzikal ve görsel sunum, ünlerinin doruğundayken çıktıkları ve sadece Kanada'nın ücra kentlerindeki salonlar, meydanlar, otobüslerde, kimi zaman tek notadan oluşan konserler verdikleri ve 'Under Great Northern Lights' adıyla belgeselleştirilen turne bunun kanıtlarından biri. 
The White Stripes'ın yanı sıra kurduğu The Racounteurs ve yerini hiç çekinmeden Kills'den Alison Mosshart'a bırakıp davulun başına geçtiği Dead Weather, country gruplarıyla yaptığı düetler, yapımcı olarak çıkardığı albümler...Her biri için sonuna kadar harcıyor emeğini Jack White. Kimseyi umursamadan yoluna devam ediyor. Hiç bir şeyi kanıtlamak zorunda hissetmiyor kendini. Bu yüzden de solo albümünü milyonlarca insana ulaşmasını istediği ve hayran olunası bir müzikal geleneği temsil ettiği için kendi şirketi yerine Colombia Records'dan çıkardığını saklamıyor. 
Onun için müzik dünyasının muhteşem döşemecisi demek yanlış olmaz. 16 yaşında başladığı döşemecilikte yaptığı şeyi şimdi müzikte devam ettiriyor White. Geleneksel yapıların üzerine onları bozmayan ama kendi zevkini yansıtan, onları hem tanıtıp hem yeniden yorumlayan yeni kılıflar geçiriyor. Ve bu yapıları içine gizli notlar bırakıyor dinleyicisi için bulamayacaklarını bile bile...
Gitar çalmaya da döşemecilikle aynı yerde ve zamanda başlamış Jack White, aile dostları Brian Muldoon’ın atölyesinde. Jack gitarı geliştirdikçe Muldoon onun yeteneğini kavramış ve ikili 'Upholsterers / Döşemeciler' adı altında bir grup kurup bir de single çıkarmışlar. Bu single şeffaf kutulara konarak döşemelerini yaptıkları koltukların içine gizlenmiş. “Henüz bulup getiren olmadı” diyor Jack White bir röportajında gülerek. Zaten bulunmasını istemediği kesin. Onun amacı yaratıcılığını kullanarak kendine özgü hayallerini gerçekleştimek. Nisan ayında çıkan Blunderbuss adlı ilk solo albümünde yer alan 'Freedom at 21' şarkısının 1000 adet CD kopyasını albümden 1 ay önce balonlara bağlayarak gökyüzüne yollaması bunun en güzel örneği. Sadece 5 kişinin eline geçmiş gökyüzünden inen şarkılar ama White atmosferde yok olan  995’den çok bulan 5'in bunu hayatının sonuna kadar unutmayacağıyla ilgileniyor. Onun için bu evinin her köşesine astığı iç doldurulmuş hayvanlar gibi detaylarla gerçek kıldığı hayal dünyasının bir parçası.
Blues, country, bluegrass gibi geleneksel müzikal yapılara büyük bir tutkuyla bağlı White. Plak şirketinden eski yeni country yıldızlarının plakları çıkıyor, bu plakların kimi zaman yapımcılığını üstleniyor kimi zaman vokalistliğini. Ona göre bu bir tür görev. “Geçmişteki sanatçıların hepsinin kendine göre başkaldırdığı bir şey vardı. Elvis cinselliğin bastırılmasına isyan ediyordu, Dylan ölümsüzlüğe. Ben ise teknolojiye ve romantizmin ölümüne isyan ediyorum” diyor. Jimmy Page ve The Edge ile yer aldığı Davis Guggenheim'ın muhteşem belgeseli 'It Might Get Loud' onun bu yönünü ve iki gitar efsanesinin yanına kendi kuşağından neden bir başkasının değil de onun seçildiğini çok iyi anlatıyor. The Edge ve Page'le birlikte yaşadığı bu deneyimin, onlarla karşılıklı çalmanın ona bir tür 'aileye kabul' ritüeli gibi geldiğini söylüyor White. Gelenek ve eski onun için çok önemli. Her şeyi en primitif haliyle seviyor. Bu yüzden en sevdiği şarkı Son House'un hiç enstrüman kullanılmayan 'Grinning in Your Face'i ve tam da bu yüzden bir kereste parçası ve bir gazoz şişesine ip bağlayarak olağanüstü güzel gitar sesleri çıkaran müzik aletleri yapabiliyor. 
Müzikte romantizmi temsil ettiğini düşündüğü plaklara karşı ciddi bir takıntısı var White'ın. "Plak dokunulabilir, romantik, müziğe, sanatçıya, her şey bir yana şarkıya hürmet eden bir deneyim. ipod ve itunes buna sahip değil. Onlar her şeyi kolay kılıyor. Bunu anlamıyor değilim. Benim de bir ipodum var. Ama gerçek formatları bırakıp görünmez bir çağa adım atmayı da kabul edecek değilim. Diğer insanlar da benim gibi düşünüyor olmalı ki geçen yıl son 10 yılın en çok plak satılan yılıydı" diyor Jack White.
Bu sevgisi sadece sözde değil. White'ın yaşadığı Nashville'de bulunan ülkenin en büyük plak üreticisi United Record Pressing'in üçüncü büyük müşterisi Third Man Records. 1949 yılından beri piyasada olan ve 1999 yılında, The White Stripes albümlerinden beri Jack White ile çalışan şirket Third Man için çok farklı ürünler yaratıyor. White'ın eski karısı model ve şarkıcı Karen Elson'ın şeftali kokulu albümü, karanlıkta parlayan Halloween 45'likleri, içiçe geçmiş 12 inch LP ve 7 inch single'dan oluşan ve ancak isveç çakısıyla ayrılan triple-decker'lar bunların arasında en çok dikkat çekenler.  Third Man Records'un 'Your Turntable's Not Dead / Pikabınız Ölmedi' sloganı boşuna değil yani. 
İşte tüm bunlar ve daha fazlası onu sadece bir rock müzisyeni, starı ya da şarkı sözü yazarı olarak tanımlamanın yetersizliğinin kanıtı. Jack White gerektiğinde takdim ettiği kartının üzerinde yazdığı gibi bambaşka bir şey. O, John A. White III, D.D.S. — Accidentist and Occidental Archaeologist.
Yaptığı işlerle de kesinlikle duruşunun hakkını veriyor. Kendine benzeyen, yaratıcılığını hayatının önüne koyup yaşayan insanlarla bir araya gelmeye bayılıyor. Bir internet dergisi ona seçtiği birinin onunla röportaj yapacağını söyleyince herhangi birini değil aya Neil Armstrong’dan sonra ikinci ayak basan adam olan Buzz Aldrin’i seçiyor. Solo albümü için online yayınlanacak American Express Unstaged konserini Gary Oldman’ın yönetmesini istiyor, Third Man Records’da Tom Jones’dan Wanda Jackson’a Alabama Shakes’den Radiohead’e tanınmış tanınmamış pek çok insanla çalışıyor. 
Plak şirketinden çıktığı için en çok gurur duyduğu plak hayranı olduğu bilim adamı Carl Sagan'a ait. Jack White ve arkadaşları besteci John Boswell’in ‘A Glorious Dawn’ı eşliğinde Hawking ve Sagan’ın seslerini plağa kaydetmişler. White’ın en büyük hayallerinden biri bu plağı uzayda çaldırmak. Bir balonun taşıdığı pikabın göky��zünde çalışmasın istiyor ama iğnenin yer çekiminden etkilenmeden nasıl plağın üzerinde duracağı onun için de henüz bir muamma. 
   En önemlisi de Jack White'ın bunlardan hiç birini izleyicisine kendini göstermek, birilerine kendini tanıtmak için yapmaması. O hayatı kendine ait tuhaf detaylarıyla yaşıyor. Renkler de onun bu hayattaki oyuncaklarından biri. The White Stripes’ın beyaz-kırmızı yapısı White’ın ünlü olmak için keşfettiği bir şey değil. 18 yaşına gelmeden kurduğu döşemecilik şirketi 'Third Man Upholstery’nin renkleri sarı ve siyah. Tıpkı plak şirketinin ana renkleri gibi. Mottosu ‘Your furniture’s not dead” olan bu şirketini bir estetik sunum olarak yarattığını söylüyor Jack White. Kıyafetlerinden kullandığı kamyona kadar her şeyin sarı ve siyah olduğu bu şirkette faturalarını pastel boyalarla yazmış ve diğer döşemecilik şirketlerini hedeflediği şiirlerini tamir ettiği mobilyaların içine yerleştirmiş. “Mısırlı masonların piramitlere yerleştirdikleri taşlardan birine mesaj bırakması gibiydi”diyor White gülerek mobilyaların içine bıraktığı o şiirler için.
Third Man Records da bir estetik sunum aslında. White’ın eski bir şeker fabrikası üzerine kurduğu şirkette batıya bakan tüm duvarlar kırmızı ve doğuya bakan tüm duvarlar mavi. Kırmızı, siyah ve beyazın dünyadaki en güçlü renkler olduğunu düşünüyor. Şirkette çalışanlar çalışanlar sarı - siyah üniformalar giyiyor. Kızların çoğu da kızıl saçlı. Zira Jack White tam bir kızıl saç manyağı. Adına şarkılar yazdığı (White Moon, Take Take Take) büyük aşkı Rita Hayworth-aynı zamanda Orson Welles'in eski karısı- gibi eski karısı Karen Elson'da kızıl.
  Jack White ilk solo albümü Blunderbuss için ise mavi rengi seçmiş. Uzun zamandır piyasaya çıkan en iyi albümlerden biri olan Blunderbuss eksiksiz tüm şarkılarıyla şimdiden bir klasik olma yolunda. Kendini zorlamadıkça hiç bir şeyden tat alamadığını söyleyen, kolay güzelliğe arkasını dönen White albümü iki ayrı grupla yapmış. Şu anda devam eden dünya turnesine de bu iki grupla çıkmış. Bu gruplardan biri erkek diğeri ise kadınlardan oluşuyor. White, konserlerinde bir set list kullanmıyor Yani ne çalacağı önceden belli değil. Üstüne üstlük hangi konsere hangi grubu sahneye çıkaracağını son dakikaya kadar kendisi bile bilmiyor. İki grupla iki farklı şekilde yorumluyor şarkıları. Her bir grup için kostümleri ayrı. Usta müzisyenlerden oluşan kadın grubu Peacocks mavi elbiseleriyle sahneye çıktığında Jack White’da özel diktirdiği soluk mavi takımlarıyla gitarını eline alıyor. Erkek grubuyla ise siyah dar tişört ve pantolonu tercih ediyor genelde. Bu yüzden bir Jack White konseri asla bir diğer konser gibi olmuyor. Kimin ne zaman nerede ne yapacağı, kiminle nereye çıkacağı belli değil. White hem sahnede hem de albümlerinde dinleyicisi için aynı coşkuyu yaratabilen ender müzisyenlerden biri. 
Blunderbuss ölüm temalı bir albüm bu yüzden albüm kapağındaki resimler akbabalarla dolu. Hayatındaki vedaların üst üste geldiği bir döneme denk gelmiş albüm.Bu yüzden ölümü ve aşkı çok başka hikayelerle sorgulayıp, her şarkıyla ayrı bir soru soruyor/sorduruyor ve 'gerekirse' yanıtlıyor Jack White.  
Dropping like feathers like flies like flocks of birds together
Even alone you can not stand still to tell tales under this weather
dizeleriyle başlıyor albüm tıpkı kartonetin başındaki şiir gibi ve 
How long is life supposed to be?
Would it kill you to wait so long? 
One day mysterious, one day perfect, one day gone...
diyerek devam edip sonlanıyor. 
En önemlisi de Jack White'ın muhtemelen 33'ten sonra en seveceği yaşına denk geliyor
Zira 9 Temmuz yani dün sayı takıntılı, 3 hayranı 7. oğul tam 37.yaşına girmiş bulunuyor.
Doğum gününün kutlu ve sayılı günlerin bol olmasını diliyoruz. 
İyi ki doğdun Jack White, müzik dünyasının tuhaf, takıntılı, dahi döşemecisi!
İyi ki varsın sensiz hayat gerçekten tatsız olurdu!
2 notes · View notes
Text
YOLDA
Deliler yaşadıkları yerin pusulasıdır. Gösterdikleri yön hiç şaşmaz. Faulkner’ın pek sevdiği  deyimle ‘birinci sınıf bir yazar’, bu pusulaya bakarak bulur gitmesi gereken yönü. 
Sıradan hayatlar, toplumsal kurallar ve çekirdek aile mutluluklarından çıkmaz muhteşem anlatılar. Maalesef çıkmaz… Peter Pan bile bir aile trajedisi vesilesiyle yazılmıştır. Çünkü ‘mutlu düşünceyi yakalamak” için bile bir bedel ödemek gerekir. O bedel de karanlığı sevebilmektir, en azından sevmeyi öğrenmek... Aydınlığı bulabilmek için gereklidir bu…Öğrenmek ve sevmek yani…
Buradan yola çıkarak rahatlıkla söyleyebiliriz o zaman, hiç kimse Amerika’yı Jack Kerouac kadar sevmemiştir… Saman yüklü tren vagonlarından, eski püskü bir kamyonetin arkasından ya da koldan vitesli, su gibi benzin yakan hurda bir arabanın camından öylesine izleyerek… Dilencileri, meczupları, tren rayları, çölleri, insansız kasabaları, tozlu benzin istasyonları, acılarını alkolün avuntusunda dindirmeye çalışan güzelliği kaçıklığından gelen kadınları, hayata tuhaf bir mesafeden bakan erkekleri, içlerine yer etmiş burjuva ahlakını ayrılamadıkları eşyalarını doldurdukları demirleri paslanmış bebek arabalarında bir caddeden diğerine götüren evsizleri ve tabii ki delileriyle…
Yolda’da anlattığı “Yaşamak için çıldıranlar, konuşmak için çıldıranlar, kurtarılmak için çıldıranlar, aynı anda her şeyi birden arzulayanlar, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki mavi ışığı görenlere, ‘vay canına’ dedirten o muhteşem sarı maytaplar gibi yanan, yanan, yanan”lara kimse onun kadar yakın olmamıştır…
Onları iyi, belki de Kerouac'tan bile daha iyi anlatan başkaları vardır elbette. Ama hiç biri Kerouac kadar onlarla birlikte yanmaya meyilli değildir. Bu yüzden aradan geçen onca yılın ardından Kerouac hala Keroac’tır, 'Yolda' ise hala yoldadır…
Tumblr media
Bu henüz yolda olma durumu kitabın ve yazarının günümüze kadar bozulmadan aynı tazelikle gelebilmesinin en önemli nedeni kuşkusuz. Beat kuşağının takipçileri için de kutsal kitaplarının bu şekilde korunması elbette mutluluk verici. Ancak böylesi bir metnin artık farklı bir yerlerde konaklaması ve tabuları delip geçmek pahasına–en değişime açık gruplar en kapalı olanlardır çünkü- cesurca yorumlanması gerekiyor.
Bunu yapmaya gönüllü pek çok insan oldu bugüne kadar. Ama hiç biri Francis Ford Coppola kadar inatçı çıkmadı. O, tam 31 yıldır bu kitabı filmleştirmek için bekliyor. Çünkü 1979 yılından beri kitabın tüm sinemasal hakları ünlü yönetmenin American Zoetrope şirketinin elinde! Bu sinirleri geren bekleyişin kaynağında ise metnin görsele aktarılma zorluğunun ötesinde Coppola'nın mükemmeliyetçiliğinin yer aldığını söylemek mümkün.  
Ünlü yönetmen tam 31 yıldır filmi çekmek için pek çok kez adım attı, senaristlerle çalıştı, oyuncularla konuştu ama tüm bu başlangıçlar belirli noktalarda yarım kaldı. "İstediğim gibi olmayacaksa hiç olmasın" düsturuyla hareket eden Coppola bir film için bu kadar yıl beklemeyi de umursamadı. Ve nihayet doğru zaman geldi! Yönetmenin şirketi ilk defa ‘Yolda’ ile ilgili net açıklamalar yapıyor. Hatta oralardan gelen bilgiler doğruysa film bu ayın başında çekilmeye başlandı bile. Hem de ‘Motorsiklet Günlükleri’ filmiyle tanıdığımız Brezilyalı yönetmen Walter Salles tarafından.
Görünen o ki, Coppola sonunda bunun bir ekip işi olduğunu ve farklı senarist, yönetmen ya da oyuncularla çalışmanın işi bir yere götüremeyeceğini anladı. Çünkü kitabı pek çok senariste uyarlatmaya çalışan ama hiç birini beğenmeyen yönetmen, senaryo işini de Salles’in ‘Motorsiklet Günlüğü’nü uyarlayan  Jose Riviera’ya devretmiş. Yol hikayeleri ve uyarlama üzerine başarısı tecrübeyle sabit daha sağlam bir ekip bulunamazdı elbette. Bu yüzden başta Coppola olmak üzere herkes Kerouac’ın alter egosu Sal Paradise tarafından anlatılan ve yakın arkadaşı Dean Moriarty –elbette Neal Cassady-ile yaptığı bu yolculuğun hikayesini nasıl aktaracağını merakla bekliyor. İşi takip edenler  filmin en az kitap kadar sağlam bir kitleye sesleneceğini düşünüyor. Her ne kadar metnin şiirselliği bu işi biraz zorlaştırsa da... Bir Kerouac uzmanı olan David Brinkley'de bu nedenle 'Yolda'yı filmleştirmenin riskli olacağı görüşünde. “Yolda’yı okuyanlar onun Birleşik Devletler’e bir güzelleme olduğunu bilir…" diyor Brinkley ve ekliyor "O kitap, sıfatlarından tanımlamalarına kadar bir çocuğun ülkesine aşkını anlatır… Saf şiirdir…” 
Bir şiirin nasıl uyarlanabileceğini ya da uyarlanamayacağını önümüzdeki yıl film gösterime girdiğinde hepimiz öğreneceğiz kuşkusuz. Eğer Coppola yine yarım bırakmazsa tabii... 
Tumblr media
YOLDA’NIN HİKAYESİ
 "Senin yolun hangisi oğlum? Mübareklerin yolu mu, delilerin yolu mu, gökkuşağının yolu mu, süs balıklarının yolu mu, yoksa her yol mu? Herkes için her yerde bir yol var nasılsa. Kim nerde nasıl?”
Beat kuşağı denince akla ilk gelen isimlerden biri olan Jack Kerouac’ın efsanevi kitabı On The Road geçtiğimiz yıllarda Amerika’da sansürsüz olarak tekrar basıldı. Yazıldıktan altı yıl sonra, 1957’de yayınlanabilen ve ilk yılında 3.5 milyon satış rakamına ulaşan bu ilginç kitabın en büyük özelliklerinden biri ise yazılış şekliydi kuşkusuz.
Kerouac kitabını 3.5 metrelik ruloları birbirine yapıştırarak elde ettiği ve bir cetvel yardımıyla kesip biçerek daktilosuna takılacak boyuta getirdiği 37 metrelik rulo bir kağıda yazmıştı. Üstelik bu orijinal metin herkesin bildiği On The Road’dan epeyi farklıydı.  Ama orijinalinin içeriğini bilen ünlü beatniklerin yıllar yılı kitap hakkında ‘değiştirilmemiş hali buna bin basar’ yollu açıklamaları kar etmedi. On The Road yıllarca ilk basımındaki sansürlü haliyle çıkarılmaya devam etti. Satışları da yarattığı tartışmalar da yıllar boyunca hiç azalmadı. Bir şehir efsanesi haline gelen ve içeriği hakkında sürekli mitler yaratılan orijinal metin ise uzun yıllar boyunca meraklı gözlerden uzak kaldı.
Oysa Jack Kerouac her ne kadar yaşantısı ve yazdıklarıyla tartışma yaratan bir yazar olsa da kitabını 37 metrelik bir ruloya yazmayı tasarlarken amacı kesinlikle gündem yaratmak değildi. Ünlü yazar sadece daktiloyla çalışırken kağıt değiştirmenin gereksiz ve zor bir iş olduğu, yaratıcı süreç esnasında aralardaki bölünmelerin metnin ve sözcüklerin gücünü öldüreceğini düşünüyordu. Zaten daktilosuna rulo kağıdı yerleştirip yazmaya başladıktan tam 3 hafta sonra -kahve ve benzedrin desteğiyle de olsa- kitabını bitirmesi, söylediklerinin kanıtı oldu. Edebiyat tarihinde bir ilk olan ‘Kerouac tekniği’ sonraları pek çok yazarı da derinden etkiledi. Edebiyatçıların ötesinde, beat takipçileri ve her kesimden okuyucu bu orijinal metnin içreğini merak edip durdu. Ama hiç kimse 90’lı yılların sonuna kadar bu çok özel metinden haber alamadı. Bilinen tek şey yazarın ölmeden önce evinde kaldığı arkadaşı Lucien Carr’ın köpeğinin kitabın giriş ve final bölümlerini yemiş olduğu ve kitabın uzun yıllardır New York Halk Kütüphanesi’nde saklandığıydı. Rulonun yasal sahibi ise en az Kerouac’ın yaşantısı kadar karışıktı. Kerouac 1969 yılında öldükten sonra mektupları, yazıları ve On The Road rulosundan oluşan arşiv, üçüncü eşi eşi Stella’ya, o ölünce kardeşi John’a ve John’dan da oğlu Tony Sampas’a miras kalmıştı. İşte edebiyat tarihinin bu en önemli metinlerinden birinin 2001 yılında gün ışığına çıkması da bu ‘pek duygusal’ yeğen Tony Sampas tarafından gerçekleştirildi.
Tumblr media
Tony Sampas 2001 yılında neredeyse herkes 37 metrelik bu ruloyu unutmuşken ortaya çıkıp orijinal ‘On The Road’un artık okuyucuyla buluşması gerektiğini söyleyerek herkesi şaşırttı. Sampas’a göre rulo güvenlik amacıyla yıllardır kilit altında tutulmaktaydı ama edebiyat tarihi açısından bu çok önemli metni daha fazla saklamanın bir anlamı yoktu. Ve çok önemsiz bir ayrıntı da olsa ‘ailenin mali durumu pek iyi değildi, ödenmesi gereken faturalar’ vardı. Bu duygusal açıklamanın ardından 37 metrelik rulo meşhur Christie’s müzayede salonunda açık artırmayla satışa sunuldu. Açılış fiyatı 1 milyon dolardı ve herkes gözlerini kitabı alacak olan paralı sanat severe çevirerek beklemeye başladı. Müzayede salonunun uzmanlarından Chris Coover’ın ‘Ben Kerouac’ı Kafka, Joyce ve Proust’la aynı ligde değerlendiriyorum. Biz sadece çok önemli yazarların el yazmalarını satarız’ açıklaması ise satışın atışmalı geçeceğinin habercisi oldu. Gerçekten de kitabın satışı çok hararetli oldu.Yıllar önce aynı müzayede salonunda Kafka’nın 1920 basımı Dava’sına dökülen milyon dolarlara yakın bir para -2.2 milyon dolar olduğu söyleniyor- bir sanatsever tarafından gözden çıkarıldı ve On The Road sahibini buldu.
Ama sanatsever hiç de tahmin edildiği gibi bir edebiyat fanatiği değildi. Popüler kültüre dair ne varsa koleksiyonuna katmayı kendine ilke edinmiş İndianapolis’li bir futbol takımı sahibi James Irsay 37 metrelik ruloyu koltuğunun altına sıkıştırarak Elvis Presley ve Stevie Ray Vaughan’ın gitarlarının da bulunduğu koleksiyonun raflarından birine yerleştiriverdi. Artık herkes pop kültür meraklısı bu kaba saba adamın eline geçmesiyle orijinal metnin sonsuza kadar karanlıkta kalacağını düşünmeye başlamıştı ki, Irsay kitabı asla Kerouac hayranlarından uzak tutmayacağını ve gerekirse orijinal metnin sansürsüz olarak basılması için elinden ne gelirse yapacağını açıklayarak herkesi şaşırttı. Ve yine kimse ondan sözünü tutmasını beklemezken James Irsay 2004 yılında On The Road rulosunu Amerika turuna çıkardı. İlk turneye çıkan kitap olma özelliğini taşıyan On the Road, Amerika Birleşik Devletleri’nde tam 13 noktada beat hayranları tarafından coşkuyla karşılandı. Verdiği sözlerin sonuncusunu da Irsay geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdi. On The Road’ın 37 metrelik rulosu harfi harfine ‘On The Road:The Original Scroll’ adıyla basılarak nihayet okuyucusuyla buluştu. Okuyanlar kitabın ilk basımındaki halinden gerçekten farklı olduğunu söylemenin ötesinde, şimdiki içeriğiyle edebiyat tarihinde pek çok şeyi değiştireceğini de savunuyor. Kerouac yaşasaydı kitabının başına gelenlere ne derdi bilinmez. Ama kitaptaki Dean Moriarty karakterine ilham veren yakın arkadaşı Neal Cassady’ye bir mektubunda ‘Şimdiye kadar yazdığım en iyi kitap’ sözleriyle bahsettiği On The Road bu maceranın sonunda artık özgürce yoluna çıktı. 37 metrelik rulo ise Elvis’in gitarının yanında gün sayarken sanırız en çok Kerouac’ın daktilosunda takılı olduğu günleri özlüyor.
Kerouac’ın sevgilisi Joyce Johnson’dan On The Road
Tumblr media
  On The Road’un orijinal metni yayınlanır yayınlanmaz medya eski beat kuşağı üyelerinin kitapla ilgili görüşlerini geniş bir şekilde yayınlamaya başladı. Joyce Johnson da bu isimlerden biri. Johnson, beat kuşağının yazdıklarıyla edebiyat tarihini derinden etkileyen Allen  Ginsberg ve Jack Kerouac gibi üyelerinden biri olamasa da, tanıklık ettiği dönemlerin değerini hala koruyabilen önemli üyelerinden. Orijinal metni çıktıktan sonra, daha yeni okuma şansına erişen ve büyülendiğini söyleyen Joyce Johnson’a göre üç haftada yazılan bu efsane kitap aslında çıkmadan çok daha önce yazarı tarafından  tasarlanmaya başlamıştı. Kerouac’la 21 yaşında genç bir yazar adayıyken tanışan Johnson’a göre On The Road’un çıkışındaki en önemli etken Jack Kerouac’ın beat kuşağının gurusu sayılan Neal Cassady ile tanışması idi. ‘Jack 1947 yılında Neal’le tanıştıktan sonra iki yakın arkadaşın otostopla yollara düşmesine dair bir kitap tasarlamaya başlamıştı. Fakat yıllar içinde karakterini ve anlatacağı hikayeyi iyiden iyiye oturtabilmek için gerek tek başına gerek Neal’le birlikte ülkenin büyük bir bölümünü otostop yaparak gezdi. Kitap bu yolculuklarda oluştu. Yıllar yılı düşünülerek tasarlandı’ diyen Johnson’a göre, Cassady hayatın içindeki sıradan duruşuyla bile olağanüstü bir roman kahramanıydı. Kerouac, Cassady’yi kaybettiği kardeşinin yerine koymuştu ve onunla ayrı yerlerdeyken bile mektuplaşmaya devam ederek ana karakterini adım adım oluşturmuştu. Kerouac’ın bu tutkusu sayesinde de Neal Cassady’yi bir kuşağın kahramanı haline getiren meşhur On The Road karakteri Dean Moriarty ortaya çıkmıştı. Ama Johnson’a göre beat çevresinin gerçek yaşamını hiç bir sansür uygulamadan, olduğu gibi kağıda döken Kerouac kitabı yazdıktan sonra basılması için beklemek zorunda kalmıştı. Rulo kağıtları editörün nasıl okuyacağını soran yayıncılardan, içeriğin çok sert olduğunu söyleyenlere kadar pek çok kişiyle altı yıl boyunca uğraşmak zorunda kalan Kerouac en sonunda 1957’de bir editörle beraber çalışarak, orijinal metni tek sayfalara geçirmiş ve içerikte bir takım değişiklikler yapılmasına göz yummuştu.
Cassady için ‘Neal konuşurken vurucu sözler kullanır ve çılgınca bir fikirden diğerine atlardı. Arka sokak külliyatına ve argosuna da ciddi bir biçimde hakimdi. Ve tüm bunları şiirsel bir dille anlatabilmeyi beceriyordu. Ama tüm anlattıkları kağıt üzerine döküldüğünde kaba ve kötü duruyordu’ diyen Johnson yazısında Cassady’nin gerçekten de beat kuşağı için çok önemli bir karakter olduğu konusunda herkesle hem fikir. Ama kitabın başarısındaki asıl maharetin de Jack’in Neal’deki özellikleri çok çarpıcı bir şekilde yansıtabilmesine bağlıyor.
Beat’lere dair...
Tumblr media
  (Hal Chase, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, William S Burroughs, Morningside Heights, New York City,  1944 sonları ya da 1945'in başı. Bu fotoğraf çekildiği sırada Allen ve Hal West 115th Street'de bulunan Joan Vollmer apartmanında bir odayı payaşıyordu.  William and Jack bu odanın sürekli ziyareçsiydi.) 
"Üç arkadaş bir jenerasyon eder mi?"
*Beat kuşağı aslında bir grup Amerikan edebiyatçısının 1950’li yıllardan 60’ların başına kadar geçen bir dönemde yarattığı fenomene denk düşen bir terim. Hippileri hazırlayan kuşak olarak anılan beatler hiç bir zaman tüm bir kuşağa malolacak kadar kalabalık olmadı. Fikirleri kitlelerce kabul görse de aslında beatler bir kaç yazarın belirli bir fikir çerçevesinde bir araya gelip sonraları aralarına katılmak isteyen başka yazarlarla kalabalıklaşmasından başka bir şey değildi. Hatta bu durum sonraları bir kuşak olarak anılan grubun önemli isimlerinden Gregory Corso ve Gary Snyder  tarafından ‚üç arkadaş bir jenerasyon etmez’ yollu espirilere de neden oldu.
*Grubun çekirdek kadrosu William Burroughs, Allen Ginsberg, Jack Kerouac’dan oluşuyordu. Beatler kalabalıklaşsa da bu kadronun yaratıları her zaman en önemlileri oldu. Allen Ginsberg’in hala çok sevilen Howl’u, William Burroughs’un Naked Lunch’ı ve Kerouac’ın On The Road’u beatnikler tarafından her zaman baş tacı edilen en önemli eserler arasında oldu. Grup, manifestosu sayılan yazıyı 1952 yılında New York Times’da yayınlayınca kitlelerce tanınmaya başlandı.
*Gruba sonradan katılan önemli isimlerden Neal Cassady diğerlerinden sınıfsal olarak farklı ve eğitimi neredeyse olmayan ilginç bir kişilikti. Pek çok kez evlenmesine rağmen bir dönem eşcinsel olan Allen Ginsberg’le de beraber olan Cassady büyüleyici karakteriyle beatlerin hemen hepsini etkileyip kitaplarında bir şekilde yerini alan önemli bir isimdi. Kerouac’ın yakın arkadaşı olarak onunla uzun zaman Amerika’yı otostop yaparak beraber gezen Cassady, On The Road’da Dean Moriarty, diğer Kerouac kitaplarında ise Cody Pomeray ismiyle geçti. Kerouac’ın desteğiyle yazmaya da başladı ama hiç bir zaman iyi bir yazar olamadı. Bir kahraman ve olağanüstü bir ilham perisi olarak beatlerin unutulmaz isimleri arasında anıldı.
*Ginsberg’e göre‚ beat bir tür çıplaklığa düşüvermek ve bu düşüşle beraber dünyayı daha özel ve sezgisel bir yoldan görme şansına sahip olmaktı. Bu yüzden beatler her zaman için yaşamın içinden gelen her şeyi kirli ve pis demeksizin en doğal haliyle alıp yine doğaçlama bir şekilde ortaya koymayı tercih ettiler.
 *Beatlerin hippi kuşağını eserleriyle hazırlamasında iki dönemin yaş olarak tam ortasında kalmış insanların etkisi büyüktü.“Beat olmak için çok gençtim hippi olmak için ise çok yaşlı diyen’ ve Guguk Kuşu’nun da yazarı olan Ken Kesey bu isimlerden biriydi. Kesey sonraları Merry Pranksters adlı bir grup kurararak rengarenk boyadığı Furthur otobüsüyle Amerika’yı dolaşmıştı. Kesey’nin bu yüzden beat ve hippi kuşakları arasındaki en önemli bağlantı olduğu her zaman söylendi. 
5 notes · View notes
Text
YUNAN İÇ SAVAŞI'NDA BİR TÜRK KOMÜNİST
Tumblr media
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali NTV Belgesel Kuşağı'nda gösterilen pek çok güzel belgeselden biriydi Mihri Belli’nin Yunan İç Savaşı’na katılımını anlatan ‘Kaptan Kemal: Bir Yoldaş’ı. Memleketimizin bu anlı şanlı komünistinin çok az bilinen macerasını anlatan film sayesinde ben de siyasi tarihimize damgasını vurmuş Mihri Belli’yle bir röportaj yapabilme olanağını yakalamıştım. Bu röportaj kendisinin sağlık durumu nedeniyle oğlu Hayrettin Belli’nin ve Sevim Belli’nin çabaları sayesinde yazılı olarak gerçekleşti. Ama Mihri Belli’nin yanıtları o kadar içten ve yazılı da olsa kendisiyle söyleşmesi o kadar keyifliydi ki yüz yüze gelmiş kadar olduk.
Yakın tarihin bu çok az bilinen ilginç hikayesini geçmişin sayfalarında toza dumana karışmadan bir kez daha buraya koymak istedim. Gazetede yer azlığından kısaltmak zorunda kaldığım söyleşinin tam halini burada yayınlıyorum ilk kez. 
Tumblr media
'Kaptan Kemal, Bir Yoldaş' adlı belgeseli seyretme imkanınız oldu mu? 
Bir kere başlığın 'Kapetan Kemal' olması lazım, Yunanca'da 'Kapetan', kaptan değil kumandan anlamına gelir. Gerillalara ‘andart,  gerilla şeflerine ‘kapetan’ denirdi. İspanyolcadan gelen gerilla sözcüğü yoktu o zamanlar. Filmi, bundan birkaç ay önce seyredebildim ama son hali miydi bilmiyorum. 'Hiç gençlik resmimi koymamışsınız' demiştim. Acaba koydular mı? Ama o döneme ait bir resmimi bulmak zor biraz çünkü dağda resim çektirmezdik. İşgüzar bir adam vardı resim çeken. Onun çektiklerini imha etmiştik. Adam sonradan casus çıktı. Ama ondan birkaç yıl önce Edirne’de yedeksubay askerlik yaparken epeyi resmimiz var.
Yönetmen Fotos Lamprinos’la ilk ne zaman tanıştınız ve kendisi hayatınızın bir dönemini belgesel haline getirmek istediğinde neler hissetiniz?
Fotos bizim eve geldi bir Türk rejisör arkadaşla beraber. O zaman tanıştık. Böyle bir talepten bahsettiğinde: “Bir sürü insan öldü, biz tesadüfen ölmedik, belgesel yapma işi bize kaldı” diye düşünmüştüm. Oysa ben “Gerilla Anıları-Rigas’ın Dediği” isimli konu ile ilgili anı kitabını 1987’de yazmıştım. Önce korsan basılmış, sonradan belge yayınlarından çıktı. Yunancası ise daha yeni basıldı.  
Belgeselin hazırlık aşamalarında yönetmenle beraber mi çalıştınız yoksa yönetmen hazırladığı  taslağı sizin onayınıza mı sundu?
Hiç  beraber çalışmadık. Bir taslak falan da görmedim. Sorsalardı  fikrimizi söylerdik. Ama biz bu film işlerinden anlamayız. 
Yunan İç Savaşı’na nasıl katıldınız peki?
İleri Gençlik Birliği davasından 1944’te hapse düştüm. O zaman İstanbul İktisat Fakültesi'nde meşhur hoca Neumark'ın asistanıydım. Onun derslerine girip anlattıklarını tercüme ediyordum. Nurosmaniye Camii'nin iki minaresi arasına 'Saraçoğlu faşisttir' yazılı mahya (pankart) asmıştık. Beraber olduğumuz arkadaş Tahsin Berkem düşerek yaralandı. Polis kan izini sürerek bizi buldu. Bizi İleri Gençlik Birliği Davası'na soktular... 9 ay o zaman 1. Şube'nin bulunduğu Sansaryan Han'da gözaltında tecritte kaldım. Sonra Harbiye Cezaevi'nde 2 yıl... Çıkışta sürgüne gidecektim ama Amerika'dan kaptan arkadaşım Tom Criton olarak gemisiyle İstanbul'a gelmişti. 'Paris'e gidiyorum' diye laf çıkarıp, onun gemisi ile Marsilya'ya kaçtım. Oradan da Paris'e… Paris'te Yunan Komünist Partisi'nden arkadaşlar Türkçe gazete çıkarabilecek birini arıyorlardı. Bana “Biri var mı?” diye sordular. “Benim” dedim. Türkiye'de tutuklamalar başlamıştı zaten. Yurda dönüp, aktif bir görev yapabilme olanağımız yoktu. Sofatya üzerinden Batı Trakya yani Rodop dağlarına ulaştık. Bulgaristan’dan Rodop dağlarına beraber geçtiğimiz adamın, meşhur kumandan Lassanis olduğunu sonradan öğrendim. Savaşta beni grup kumandanı yaptılar, grubun adını da Osmanlı taburu koydular. 
Tumblr media
Daha önce Yunanistan’da bulunmuş muydunuz bu gidişten önce?
Belgeselde de söyledim benim Yunanistan’a ilk gidişim 16 yaşında, lise talebesi iken mekteple beraber olmuştur. Orada geçirdiğimiz 15 günde hepimizin bakışı değişmişti zaten. Karşılamalarından Türk mihmandarın konuşmasını “yaşasın Yunanistan” diye bitirmesini, Yunan yetkililerin “Yaşasın Türkiye” demesini yadırgamıştım. 15 gün sonra, geziden dönerken yapılan törende tüm kalbimle “yaşasın Yunanistan” sloganına katıldım.  
Bu savaşa katıldığınızda kaç yaşındaydınız?
Yunanistan’a 1946 sonunda ayak bastım. 1915 sonu doğumlu olduğuma göre 31 yaşındaymışım.
Komünistlerin dağda verdiği bu mücadelenin sebebi neydi peki? 
Yunanistan’da bu ordu aslında Hitler Almanya’sının işgaline karşı oluşmuştu. Zaferden sonra Yunanistan İngilizlere kaldı ve İngilizler andartlar komünist diye ilk iş olarak Alman işbirlikçiliği yapmış faşistlere silah dağıtıp işbirlikçi faşistlerden nizami ordu kurdular. Bunlar da evlerine dönmüş olan direnişçileri tek tek evlerinde avlamaya başladılar. 1 mayıs mitinginde de bir provokasyonla yüzlerce insan öldürülünce parti dağa çıkma kararı almıştı. Tüm Yunanistan’da kırsal bölgeler ve dağlar tamamıyla bizim elimizdeydi. Gümülcine’ye, İskeçe’ye girip çıkabiliyorduk. Dönemden söz etmek gerekirse, Avrupa’nın yarısı sosyalizme yönelmişti. İtalya ve fransa’da Komünist Partiler, amerikan işgali olmasa egemendiler. Tüm dünyada insanlar kısa zamanda, eşit ve özgür yaşayacak umudu vardı. O sıralarda Avrupa’da süren tek savaş bizimkisi idi. Asya’da da Çin devrimi de sürmekte idi. 
Size orada Kaptan Kemal diyorlarmış. Bunun özel bir nedeni var mı?
Lambros koydu benim adımı.  Kuzey bölgesi siyasi kumandanı idi. “Sana bir isim lazım” dedi. “Burada Türkler, Pomaklar Kemal adını severler, adın Kemal olsun”. Mustafa Kemal’i kastediyordu. 
Orada ne kadar kaldınız, bu kaldığınız dönemde neler yaptınız ve ne zaman geri döndünüz Türkiye’ye?
Önce 2 yıl. Sonra yaralandım 6 ayım Bulgaristan ve Sovyetler’de geçti 3 ameliyat oldum. Sonra tekrar döndüm kısa bir süre için. Önce siyasi komiserdim. Türk ordusunda 3 yıl yedeksubaylık yaptığımı  öğrendiklerinde askeri işler verdiler. En kısa zamanda da bizim “Osmanlı Taburu” kuruldu.
Yaralanınca beni bir katırla biri kadın biri erkek iki andart taşıdı. Bulgar sınırına gelince Bulgar askerleri de katıldılar. “Yaralı Türk, taşıyanlar Yunan ve Bulgar, işte Balkan Federasyonunu kurduk” dedim onlara. 
Belgesel için Yunanistan’a geri dönüp savaştığınız yerleri ve o dönemdeki arkadaşlarınızı  yeniden görmüşsünüz doğru mu?
Evet, hayatta olanlardan bazılarını gördük. Onların hatırladıkları, benim hatırladıklarım harmanlandı. Eski günleri yad ettik. Gerilla’ya yardım eden afacan çocuklar vardı, şimdi 70’lik olmuşlar… 
Aradan o kadar yıl geçtikten sonra belgesel için yaptığınız bu geri dönüş siz neler hissetirdi?
Ondan bir iki  yıl  önce de gezmiştik o dağları. O yıllarda durup düşünecek, hatta uyuyacak vaktimizin olmadığını, dağların güzelliğini seyretmeye fırsat bulamadığımızı düşündüm. O 2 yıl boyunca sanırım 2 saatten daha uzun bir uyku hiç  uyumamıştım, o da dalların  üstünde. O iki yılda ayak yıkamak dışında hiç bot çıkarmadım.   
Arkadaşlarınız hala sizin gibi inançlarından taviz vermeden yaşamaya devam ediyor mu?
Benim karşılaştıklarım ediyorlar. Ama yıllara yenilip alakası kesilenler de var. Yine de hepsi partili…
Türkiye'nin şu andaki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkenin görece bağımsız olduğu çocukluk ve gençlik dönemlerimizden sonra Türkiye 1950'lerden beridir peyk. Bugün her zamankinden daha fazla bağımlı. Tekeller ve emperyalistler işine gelmeyecek hükümeti 1 günde ekonomik olarak devirecek kadar güçlü.
Günümüzde genç insanların politika ile ilgilenmemesi Türkiye'nin geleceği açısından bir dezavantaj oluşturuyor mu sizce? 12 Eylül rejimi hala devam ediyor. Halkın üzerinde büyük bir yıkım bıraktı, özellikle en bilinçsiz kesimlere de büyük korku saldı. Siyasetten uzak gençler bunun eseri. Türkiye'de nesiller 30 yıldır 12 Eylül tezgahının bedelini ödüyor. Bu gidişle daha da ödeyecek. Genç nesli pasifize edip güdük ve kadersiz bırakmak ancak 12 Eylül gibi işbirlikçi ve emperyalist çıkarlara hizmet eden bir düzenin ürünü idi. Gençleri siyasetten korkutarak ülkenin geleceğini ipotek altına almak vatanı satmaktan, farklı bir şey değil.
Tumblr media
(Fotoğrafta 1968-1969 yılında Küçükesat’taki evlerinde Belli ailesi. Mihri ve Sevim Belli'nin yanındakiler düz koyu renk tişörtlü olan Hayrettin Belli. Diğeri ise o zamanlar 7-8 yaşlarında olan şimdi Fransa'da kalp cerrahlığı yapan Dr. Emre Belli. Bu ev o yıllarda o ev bütün Dev-Genç’lilerin akşam görüşmeye geldikleri yerdi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi dönemin tanınmış isimleri İstanbul’dan her geldiğinde Belli ailesini bu evde sık sık ziyaret ederdi.)
Tumblr media
Fotos Lamprinos / Yönetmen  Kaptan Kemal yani Mihri Belli'nin Yunan İç Savaşı'na katılmasıyla ilgili hikayeyi Mayıs 2007'de bir arkadaşımdan tesadüfen öğrendim. Kısa bir süre sonra da bu konuyu belgesel olarak işlemeye karar verip çekimlere başladım. Çekimlerin bir bölümünü İstanbul'da yaptık bir bölümünü de Mihri Belli ile onun savaşa katıldığı bölgelere giderek gerçekleştirdik. Belli filmde bize hem olayları anlattı hem de bu olayları anlattığı anı kitabından bölümler okudu. Ayrıca bu çekimler boyunca o dönemlerde birlikte olduğu bazı arkadaşlarını da gördü. Benim için filmin en ilginç yanlarından biri  Yunanistan'daki gösterimlerde izleyicilerin verdiği tepkilerdi. İzleyicini geri dönüşü çok etkileyiciydi. Çok iyi izlenimler aldık ve herkes belgeseli çok beğendi.
MİHRİ BELLİ KİMDİR? 
Mihri Belli, 1916���da Silivri’de dünyaya geldi. Babası Kurtuluş Savaşı yıllarında Trakya Direnişi’ni yönetenlerden Urfalı Mahmut Hayrettin Bey‘dir. 
Marksist düşünce ve devrimci eylemle 1936′da iktisat okumaya gittiği Amerika’da tanıştı. Orada gençlik ve işçi hareketlerine katıldı. Bir süre Missisipi’de zenci yarıcılar arasında faaliyet gösterdi. 1940′da Türkiye’ye döndü. TKP ile ilişkiye geçti. Belli yurda döner dönmez o sıralarda İstanbul il sekreteri olan ilk okul arkadaşı David Nea aracılığı ile illegal Türkiye Komünist Partisi’yle ilişki kurdu.TKP saflarında faaliyet göstermeye başladı. 1942 yılı sonlarında TKP’nin Merkez Komite üyeliğine getirildi. 1943-1944 yıllarında İstanbul üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Ordinasıus Profesör Fritz Neumark‘ın asistanlığını yaptı. Orada İleri Gençler Birliği‘nin kurucu ve örgütleyicilerinden biri oldu. 1944′de İlerici Gençler Birliği koğuşturmasında tutuklandı, iki yıl hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. 1946′da yurt dışına çıktı. Yunan içsavaşına gerilla olarak katıldı. Demokratik Ordu saflarında tabur komutanlığına kadar yükseldi. Çatışmalarda iki kez yaralandı. Bulgaristan ve Sovyetler Birliği’nde tedavi gördü. 1950′de Türkiye’ye pasaportsuz girmekten ve tabanca bulundurmaktan tutuklandı ve kısa süre hapis yattı. Serbest bırakıldıktan sonra ertesi yıl, ünlü 1951 TKP tefkifatında tekrar tutuklandı. Yargılandı ve 7 yıl hapis ve iki yıl dört ay mecburî ikamet cezasına mahkum edildi. Mihri Belli ilk kez 1960'larda legal olarak, kendi adıyla konuşma ve yazma olanağını elde etti. “Türk Solu“ ve “Aydınlık Sosyalist Dergi“ adlı yayın organlarının yayınlanmasına yardımcı oldu. Bu dönemde de konuşma ve yazılarından dolayı iki kez tutuklandı, aylarca hapis yattı. Mihri Belli bu dönemde ünlü Milli Demokratik Devrim (MDD) tezlerini geliştirdi. Arkadaşlarıyla birlikte kitlesel bir nitelik kazanmaya baþlayan gençlik hareketinin Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi liderleriyle ilişkiye geçti. MDD kısa süre içinde gençlik hareketi içinde belirleyici bir etkinlik sağladı ve Türkiye’de, Avrupa ve Amerika’dan farklı olarak, 68 kuşağı gençlik hareketinin devrimci ve Marksist bir nitelik kazanmasında belirleyici rol oynadı.
12 Mart 1971 darbesinin ardından yakalanmamak için yurt dışına çıktı. Bir süre Filistin Kurtuluş Örgütü’nün konuğu oldu.. Ardından Türkiye’ye giriş yaptı. Ama birkaç ay sonra tekrar yurtdışına çıkarak Batı Avrupaya geçti. Orada bir süre kalarak “Yurtsever “ dergisinin yayınlanmasına yardımcı oldu. Ecevit’in önderliğindeki CHP’nin en büyük parti olarak çıktığı 1973 seçiminde Türkiye’deydi. 
1974 Af Yasasından sonra arkadaşlarıyla birlikte 1975′de Türkiye Emekçi Partisi’ni kurdu. 1979′da kendisine suikast giriþiminde bulunuldu. Saldırıda ağır yaralandı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, 1981 sonlarýna doðru yurt dışına çıktı. Bir süre Ortadoğu’da kaldı. “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” nin kuruluşuna katıldı. Oradan İsveç’e geçti. 1992′de Türkiye’ye döndü. 
1996′da ÖDP, 2002 de de SDP kurucusu oldu. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde Emek Barış Demokrasi Bloku – DEHAP listesinde İstanbul 1. bölgeden aday oldu. 2005te 50 yıl önce yaptığı portreler, “Hapisaneden Çizgiler” adı altında sergilendi.Toplam 11 sene hapis, 18 sene zorunlu sürgün yaşadı.(www.mihribelli.com'dan alıntı)
ARTICLE IN ENGLISH
A TURKISH COMMUNIST IN GREEK CIVIL WAR
It was definitely the most interesting film in the 29th International İstanbul Film Festival. Not only because it was showing the unknown side of a Turkish political hero, but it was lightning a very dark area about European countries’ near past that young generation would hardly know. 
I’m talking about the documentary about Mihri Belli, ‘Captain Kemal: A Comrade’ of course! In his film, director Fotos Lampirinos focuses on the year 1946 in which Belli attended the Greek Civil War. Belli is one of the most important figures in the political arena of Turkey. He’s a tough communist and in spite of his age he’s still in the zone with his comments, sayings, works and even with his existence. I made an interview with him when the film released at the festival in 2008. As he was ill we made the interview with the help of his son Hayrettin Belli.  Here’s that ‘talk’. Not face to face but I now it’s all from heart.
Did you watch ‘Captain Kemal, A Comrade’?
Before all else, I have to say that the Turkish name of the film is not completely true. It has to be ‘Kapetan’ instead of  ‘Kaptan’. ‘Kaptan’ means ‘captain’ but ‘kapetan’ means ‘commandant’. We were calling guerillas ‘andart’ and their chiefs as ‘kapetan’ then. Guerilla- which is a spanish word – was not in the daily use.
And about the film… I watched it a few months ago. But I dont’t know if it was the final version or not. I told them to add some of my  younger photograps to the film. Did they add? I don’t know… It’s hard to find a photo of me which belongs to those years. We were not taken photos at the mountains during the war. There was one busybody who were taken photos of us. We destroyed his photos. Afterwards we’ve learned that he was a spy.
 When did you first meet Fotos Lampirinos? And what did you think about the documentary idea?
Fotos came to my house with a Turkish director. When he told me about the film, I thought that “So many people died,  I’m alive so that it’s my work to be done, to tell the things.” Anyway,  I wrote my memories about those years long ago: ‘Guerilla Memories- What Rigas Said’ published in 1987.
How did you attend the Greek Civil War?
I was in prison in 1944 because of the ‘Progressive Youth Association' case.
What was the reason?
I was the assistant of the famous professor Neumark at İstanbul University -Economics. We hang a banner between the two minarets of Nurosmaniye Mosque with a friend. ‘Saraçoğlu is a facist’ was written on the banner and Saraçoğlu was the president of Turkey at that time. When we were hanging it my friend Tahsin Berkem had fallen and got injured. The police had followed the blood and caught us.
I stayed in Sansaryan Han* nine months and then transferred to Harbiye Prison. Afterwards they decided to send me to exile but I escaped to Marseille with a ship. Tom Criton, the captain of the ship, was my friend. From Marseille, I went to Paris. There I met with friends from the Greek Communist Party. They were looking for someone who would publish a turkish newspaper. I got the job.
At that time I didn’t have a chance to go back Turkey and have an active position in politics. So I deçided to go with them. First, out of Sofatya we went West Thrace. Then we got Rodop Mountains. When we reached the place, I attended the war. They made me the group commandant and named this group ‘Ottoman Troop’.
How old were you at that time?
It was 1946 and I was 31 years old
Why they called you Kemal?
Lambros named me. He was the north side’s political commandmant. ‘You need a name’ he said and added ‘ Here, Turkish and Pomak people love the name Kemal. So your name will be Kemal’ He was impliying Mustafa Kemal Atatürk of course.
What was the reason of that war?
Army we were fighting against was formed shortly after the II. World War. In Greece, German occupancy finished and England occupancy began. They told everyone that andarts are communists and they formed an army consisted of German collaborators. This army started to kill resistance groups when they were returning home from the war places. In 1 May meeting with a provocation they killed hundreds of people. So that Communist Party decided to go to the mountains.
Those were interesting times of the history. Half of the European countries have been oriented towards socialism. The communist parties are dominant in spite of American occupancy. We were honestly believing that all the people in the world would be equal and free soon. Greek Civil War was the only war in Europe at that time. 
How many years did you stay there?
At first, 2 years. Then I got injured and stayed 6 months in Bulgaria and Soviet Union. I’ve  underwent operation 3 times. When I got better I turned back. But it was a short stay. I was a political commisioner at first. Then, they learned that I worked as a reserve officer in Turkish Army, they started to give me military jobs. There were so many beatiful anecdotes about those times.
For example?
For exameple when I got injured two andarts transported me, a man and a woman. When we got the Bulgarian border, Bulgarian soldiers helped them to carry me. I told them “Injured is Turkish, transporters are Greek and Bulgarian. At last we formed the balkan federation here’.
 (1968-1969 Bellis are in their home at Küçükesat, Ankara. Mihri and Sevim Belli. Their children Hayrettin Belli (dark tshirt) and Emre Belli (who is a heart surgeon in France now.) This house was a gathering place for communists and revolutionists at that time)
For this film you’ve returned to Greece and saw your friends...
 Yes, I saw a few of them. We talked about the old days. There were smart little kids who were helping us. I saw them too. They all became at least 70.
How did you feel when you saw them after all those years?
We have travelled to those mountains two years before. I thought the same thing when I went for the documentary again: The mountains' beauty! At those years we didn’t have time even for sleeping. During my first 2 years I slept maximum 2 hours. I never picked my boats off except for washing.
Your friends there… Still just like you? Strong beliefs and hard work for politics…
The ones I met are just like me. But of course there are some who discontinued a connection with politics. But they are all partisans still.
Fotos Lamprinos / Director
I heard the story of Mihri Belli from a friend in May 2007. Shortly after, I decided to shoot his story as a documentary. We made some of the shootings in İstanbul and some of them at the places which war took place. Mihri Belli came with us to those places and told us the events. He met with his friends there. The most interesting part of the film for me is the audience’s reaction in Greece. Come backs were awsome. All liked the film so much.
NOTES
 *Sansaryan Han
Sansaryan Han used as a inn for years. Turkish police department used this place as their office during 40’s. Almost all poltical prisoners of time has been stayed there. One of them was Mihri Belli. The building is known as ‘torturehouse’ by  public and people who stayed there.  It is used as a court of law now. 
**Who’s Mihri Belli?
He was born in 1916 in Silivri, Turkey. His father was Urfalı Mahmut Hayrettin Bey. He had directed  the Thrace resistance during the Turkish War of Indepence. Mihri Belli went to America for education in 1936. He met the marxist and communist idea there. He attended to youth, black and worker movements. When he returned to Turkey in 1940 he became a member of Turkish Communist Party. Then he started to work at university. He was the assistant of Professor Neumark. After 4 years of work, he sent to prison because of the ‘Progressive Youth Association’ case in 1944. He attended to Greek Civil War as a guerilla.
He returned to Turkey in 1950. He got caught because of travelling without passport and with a gun. He released shortly after. But in 1951 he again caught by police because of the Communist Party Case. He wrote so many books and articles. Because of his thoughts he was accused so many times. He was also active in 68 movements in Turkey.
After the 12 March 1971 Turkish coup d'état he went overseas. For a time he was the guest of the Palestina Liberation Organization. He formed the Turkish Worker Party in 1975. He assasined in 1979. After the 1980 Turkish coup d'état he went overseas again. He lived in Middle East and Sweden for a while. In 1992 he returned to Turkey. From that year on he is living in İstanbul. In 2005 he exhibited the portraits he made under the name of  ‘Drawings From the Prison’. During his life he stayed in prison for 11 years and in exile for 18 years.
5 notes · View notes
Text
OSCAR'IN EN DİŞİ HALİ
Tumblr media
Erkek egemen Hollywood’un kapılarını nicedir zorlayan yetenekli kadınlar bu yıl ki Oscar ödüllerine de adaylıkları ve aldıkları ödüllerle damgasını vurdu. Ama tüm bu başarılarına rağmen Hollywood semalarında kabul görmeleri hala yapımcıların ve stüdyoların onlara şans vermesiyle mümkün. Bunu kanıtlamak için Amerika ve dünya medyasının Oscar törenlerinden yansıttığı görüntülere bakmak yeterli. Gazete ve televizyonlarda sadece parıltılı elbiselerin kırmızı halı geçişleri, kim kimin sevgilisi olmuş dedikoduları ve ödül töreninin modaya yaptığı katkılar konuşuluyor.
Gerçi bu yıl ki tören diğerlerine oranla biraz daha renkli geçti. Terk edilmiş eski eş Kathryn Bigelow, milyonlarca dolar gişe hasılatı yapmış filmi 'Avatar'la yarışan eski kocası James Cameron’u alt etti. 82 yıllık Oscar tarihinde ilk kez en iyi yönetmen ödülünü alan kadın oldu üstelik. Hem de Dünya Kadınlar Günü’nde! Manşet patlatmayı pek seven medyada haberler arka arkaya yayınlanmaya başladı. Bu karmaşada hiç kimse küçük bir bütçeyle üstelik 2008 yılında çekilmiş, ilgisizlikten geçtiğimiz yıla kadar Amerika’da gösterime bile girememiş bir filmin neden bu kadar çok ödüle boğulduğu konusunda herhangi bir yorumda bulunmadı. Çünkü böyle bir duruma kafa yorabilmek için önce genel olarak Hollywood’da kadınların durumlarına, yapımcıların onlara bakış açısına; özel olarak da  Kathryn Bigelow’a Irak Savaşı’nda bir bomba imha timinin hikayesini anlatan ve her nedense bir takım kişiler tarafından ‘savaş karşıtı’ olarak nitelenen 'Hurt Locker / Ölümcül Tuzak' adlı filmine ve Oscar ödüllerini veren Akademi’nin ne menem bir şey olduğuna bakmak gerekiyor.
Tumblr media
Bu konuya yabancı olanlar için Oscar ödüllerini veren Akademi üzerine birkaç söz söylemek gerekiyor öncelikle. Resmi açıklamalara göre AMPAS yani ‘Academy of Motion Picture Arts and Sciences’ 5000’in üzerinde üyesi olan  bir organizasyon. Yüzde 22 gibi bir çoğunluğu oyuncular oluşturuyor. Akademi hiçbir zaman üyeleri ile ilgili bir açıklama yapmıyor. Örneğin yıllık olarak hala üye kabulü yapan bu organizasyonun  üye sayısı nedense resmi rakamlara göre 2007 yılından beri hiç artış göstermemiş. Ayrıca gizli üyelerin mistik birleşimi şeklinde gerçekleştiğini tahmin ettiğimiz oylamalarda kimin kime nasıl oy verdiği bir muamma. Akademi ile ilgili söylenecek en net ama resmi kaynaklarda geçmeyen tek şey bu organizasyonun kesinlikle muhafazakar olduğu ve sektördeki ‘öteki’leri hiç mi hiç sevmediği. Amerikan halkının aile yapısını, devlet sistemini ve hükümetin her türlü eylemini, bireylerin stabilizasyonunu sağlamaya yönelik tüm çalışmaları – tıpkı Hollywood gibi- Akademi’de destekliyor. Ama bunu yaparken fazla göze batmak istemeyen her gizli örgütün yaptığı şeyi yapıyor, nabza göre şerbet veriyor!
Örneğin Amerikan Başkanı Barack Obama iken şişman, zenci, AIDS hastası bir kızın hikayesini anlatan ‘Precious’un bu yıl pek çok dalda aday olarak gösterilmesi Akademi’yi iyi tanıyanlar için şaşırtıcı değil. Ödül alamaması ise hiç değil! Yıllardır basit gişe filmleriyle ünlenmiş temiz aile kızı Sandra Bullock’un Hellen Mirren, Merly Streep ve Precious’daki performansıyla insanı kendine hayran bırakan Gabourey Sidibe’yi geride bırakarak En İyi Kadın Oyuncu seçilmesi ise ise gerçek bir Akademi klasiği. Buradan anlaşılacağı gibi Akademi bir filme ya da kişiye genel bakış açısına uygun olmadığı halde ödül veriyor ya da onu aday gösteriyorsa bunun mutlaka ama mutlaka bir başka nedeni vardır. O nedeni de çok uzaklarda aramak gerekmez hemen burnunuzun dibinde duruyordur. Geçtiğimiz Pazar akşamı yapılan ödül töreninden Kathryn Bigelow’un bir erkek çekse bu kadar çok ödül alamayacak filmi ‘Hurt Locker’la 6 ödülü birden kucaklaması da bunun en net örneği. Aynı zamanda Oscar ödülleri ile ilgili bir başka gerçeğe de işaret ediyor Bigelow’un durumu: Akademi abartmayı sever!
Tumblr media
Kathryn Bigelow ve filmine genel bir bakış atmadan önce elbette Hollywod’da kadının durumuyla ilgili biraz bilgi vermek gerekiyor. Kadınların yazdıkları senaryolar ve çektikleri filmler uzun zamandır Hollywood’un en  çok gişe yapan işleri arasında yer alıyor. Sunday Times Culture’ın konuyla ilgili yazısında kullandığı iki yıl önceki rakamlardan örnekler verelim: 2008 yılında en iyi senaryo Oscar’ı alan Diablo Cody’nin ‘Juno’su, 7 milyon bütçeyle çekilmesine rağmen yapımcısına tam 124 milyon dolar getirmiş. Oysa aynı yıl çekilen ‘No Country for Old Men’ 61 ve ‘There Will Be Blood’ sadece 31 milyon dolar hasılat yapabilmiş. Bu noktada yazının seyrinin ‘Hollywood’u kadınlar ele geçiriyor’ teması üzerinden devam edeceğini düşünenler hayli yanılıyor. Çünkü kadınlar kazandıkları başarıya rağmen Hollywood  semalarında hala ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor. ‘Senaryo yaz ama film çekme!’ Hollywood’un kadınlar için belirlediği kuralların sadece biri. Ama yapımcıların kadınlara tanıdıkları bu alan da tahmin edildiği kadar geniş değil. 82 yıllık Oscar tarihinde yazı kategorilerinde tam 133 kadın aday olmuş ama sadece 21’i ödül alabilmiş. Erkekler ise 1200 adaylık 230 ödülle elbette önde gidiyor. 2008 yılında tüm yönetmenlerin yüzde 9’u,  yazarların yüzde 12’si, yapımcıların yüzde 23’ü kadın. Setteki çalışan kadınların oranları ise hayli düşük.  2006 yılında çekilen filmlerin yalnızca yüzde 6’sı kadınlara ait. Bu rakam 2000 yılında yüzde 11 imiş. Yani 6 yıl ileriye gittiğinizde kadın yönetmenlerin sayısında yüzde 5’lik bir düşüş görüyorsunuz!
Tumblr media
Culture’ın muhabirine göre bu düşüşün ve stüdyoların kadın yönetmenlerle çalışmak istememesinin pek çok nedeni var. Filmler için çok önemli olan ilk hafta gişe hasılatı bu nedenlerden biri. Çünkü istatistiklere göre filmlerin ilk hafta izleyicileri genelde genç erkeklerden oluşuyor. Stüdyolar erkek bir yönetmenin bu tür bir izleyiciyle çok daha iyi anlaşacağını düşünüyor. Büyük bütçeli ve önemli filmlerin riske girmemek için her daim erkekler tarafından çekilmesi isteniyor. Ayrıca yapacağınız işin ne kadar iyi olduğu ya da bütçesinin ne olduğu da eğer kadınsanız bazen bir işe yarayamayabiliyor. Kadın yönetmenlerin ancak 7-8 yılda bir film çekebilmesinin sebebi de bu. 1999 yılında Hillary Swank’a en iyi oyuncu Oscar’ını kazandıran ‘Boys Don’t Cry’ın yönetmeni Kimberly Peirce ikinci filmi ‘Stop-Loss’ için sekiz yıl beklemek zorunda kalmış. Callie Khouri’nin iki filmi arasında ise altı yıl var. Khouri, ‘Thelma ve Lousie’ gibi klasik sayılabilecek önemli bir hikayenin senaristi olmasına ve ilk filmi 2002 yapımı ‘Divine Secrets of the Ya-Ya Sisterhood’ ile büyük başarı kazanmasına rağmen ikinci filmi ‘Mad Money’yi 2008'de çekebilmiş. Yukarıdaki liste istediğiniz kadar uzayabilir: ‘Waitress’in yönetmeni Adrienne Shelley, ‘Talk To Me’ ile tanıdığımız Kasi Lemmons, ‘The Name Sake’in Mira Nair’i, ‘2 Days in Paris’in Julie Delpy’si, ‘Me and You and Everyone We Know’la sevdiğimiz Miranda July, Julie Taymor ve  Susanne Bier… Bu kadınların festivallerde ve gişede kazandıkları başarının hiçbir anlamı yok. Çünkü yeni bir film çekmek için her zaman sıfırdan başlamak zorunda kalıyorlar. Ve elbette Kathryn Bigelow… O da ‘Hurt Locker’ı çekebilmek için tam 8 yıl bekledi.
Yeri gelmişken söyleyelim bu yazının amacı ne kadın sanatçı, kadın yazar, kadın yönetmen klişesini parlatıp onaylamak ne de kadınların hala hak ettiği saygıyı görmüyor olduğunu anlatmaya çalışmak. Bu ayrı bir yazının konusu olacak kadar kapsamlı ve üzerine uzmanların söz söylemesi gereken bir konu. Yazının tek yapmaya çalıştığı şey Bigelow’un 6 ödülü birden kucaklayışının kapı arkasında neler olduğuna bakabilmek ve böylece sektör çarklarının nasıl çalıştığına dair biraz fikir edinebilmek. Bu da tüm bu söylenenlerin yanı sıra Hurt Locker’i gerçekten gören bir gözle irdelemeyi gerektiriyor kuşkusuz.
Tumblr media
Kathryn Bigelow Hurt Locker ile En İyi Yönetmen ödülünü almadan önce sadece üç kadın bu ödüle aday olabilmişti. Bunlar 1977’de ‘Seven Beauties’ ile Lina Wertmüller, 1994’te ‘Piano’ ile Jane Campion ve 2004’te ‘Baba’ Coppola’nın ‘armut dibine düşer’ örneği olan kızı Sofia Coppola ve filmi ‘Lost in Translation’. Hiç biri ödül alamadı elbette. Ta ki Kathryn Bigelow  savaş karşıtı olduğu iddia edilen ‘Hurt Locker’la ortaya çıkana  kadar.
Bigelow, Oscar ödül töreninde heyecandan eli ayağı titrerken yaptığı konuşmada bir yandan hiç kimsenin yapamadığı bir şeyi gerçekleştirmenin heyecanını yaşıyor diğer yandan da başına gelenlere inanmaya çalışıyordu. Bu yüzden de ‘savaş karşıtı!’ Hurt Locker’ı Irak ve Afganistan’da hayatlarını riske atan kadın ve erkek tüm askerlere adayıverdi. Bigelow’un bu kadar ödülü birden kucaklamasını Akademi’nin abartmasıyla ve Hurt Locker’ın alttan alta verdiği aşağıda göz atacağımız mesajlarla açıklayabiliriz. Ama En İyi Yönetmen ödülünü alan ilk kadın olmasının birincil nedeni ödülünü veren Barbara Streisand’ın kurduğu cümlede gizliydi: ‘Artık zamanı gelmişti’. Elbette öyleydi... O güne kadar Bigelow dışında bu ödüle en yakın duran kişi Sofia Coppola’nın tek şanssızlığı ise Akademi’nin o zamanlar yani 6 yıl önce  böyle bir ödül vermeye hazır olmayışıydı! Peki oyları veren kurulu bir anda bu duruma hazırlayan şey acaba neydi? Irak Savaşı üzerine çekilen ilk film olma özelliği taşıyan Hurt Locker mı? Yoksa Bigelow’un James Cameron’la pek tatlı görünen yarışında ona tanınan bir şans mı?
Sorunun yanıtı tamamen politik bir meseleye dayanıyor: Irak Savaşı ve Amerika’nın bu savaşa bakış açısı. Seçildikten sonra Irak ve Afganistan’daki askerlerini geri çekeceğini söyleyen Barack Obama aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen bu sözünü gerçekleştiremedi. Ülkede bulunan 98 bin askerini 50 bine indirmeyi planlayan ve bunun içinde Irak’taki seçimlerin sonuçlarını bekleyen Bay Başkan, seçimin ardından Ağustos sonuna kadar muharebe misyonlarının sona ermiş olacağını söyledi ve ekledi “Irak güvenlik güçlerine tavsiye ve destekte bulunmayı ve Iraklı ortaklarımızla terörle mücadeleye yönelik operasyonları sürdüreceğiz. Ve tabii sivil halkla birlikte kendi güçlerimizi de koruyacağız!” Obama’nın bu açıklamasında ne demek istediği açıkça ortada. Ve bu çok ortadaki gerçek bölgede bulunan Amerikan askerinin duruşunun bir şekilde yumuşatılmasıyla gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Tıpkı 'Hurt Locker' filmi gibi Obama hükümeti de savaş karşıtlığını dünya aleme ne kadar ilan ederse etsin temelinde bölgede bulunmasının yanlışlığından çok orada bulunan adamlarını ve onların durumlarını öne çıkarmaya çalışıyor.
Tumblr media
Senaryosu Irak savaşında gazeteci olarak görev yapan Mark Boal tarafından yazılan Hurt Locker’da Bigelow, Irak’taki EOD (United States Army Explosice Ordnance Disposal) olarak adlandırılan bomba imha ekiplerinden birinin içine kamerasını daldırıyor. Savaş bir uyuşturucudur cümlesiyle başlayan film Bigelow’un dokümanter havası veren görüntüleri eşliğinde her bir materyalin potansiyel bir tehlike taşıdığı Irak’ta imha ekibini gözlemeye başlıyor. Aksiyon filmlerinden kazandığı deneyimi bu alandaki yeteneği birleştirerek hikayeyi ustalıkla aktaran yönetmenin filmine çekim, tempo ya da teknik bir nedenle itiraz etmek mümkün değil. Hatta film o kadar sürükleyici ki bir süre sonra siz de kendinizi savaşın içerisinde hissedip bomba imha eden askerlerle içiçe buluyorsunuz. Sivil halk filmde bomba patlatan, zavallı askerleri öldürmeye çalışan, tehlikeli ve kenarda durup yabani yabani olup biteni seyreden vahşiler olarak gösteriliyor. Bu karmaşanın içinde takım lideri William James’in psikopat dalgalanmaları ise bir süre sonra izleyiciye etkileyici gelmeye başlıyor. Film başından sonuna Amerikan askerinin ruh durumuna odaklanmış vaziyette devam ediyor: ölümden korkan asker, tehlikenin üstüne atlayıp psikopata bağlayan arıza asker, normal hayatını artık hiçbir şekilde sürdüremeyen asker, sivil halktan çocuklarla top oynayan sevecen asker, ailesini kurup bu cehennemden kurtulmaya çalışan asker… Ve liste uzayıp gidiyor. Sonuç ise tam bir felaket: filmi izleyen kişi sonunda başını kaldırdığında Amerikan askeri ile inanılmaz bir empati kuruyor.
‘Savaşın taraflarından birinin hikayesinin anlatılmasının nesi yanlış? Askerin psikolojik durumu bir filmde yansıtılamaz mı?’ diyenler olabilir. Ancak burada sorun henüz bitmemiş bir savaş üzerine söz söyleniyor olması. Filmin senaristi Mark Boal geçtiğimiz günlerde bununla ilgili bir açıklama yaparak filmdeki görüntülerin CNN’deki kadar gerçekçi olduğunu, bir çok filmin savaş bitmeden gösterilmediğini ama kendilerinin bu noktada farklı davrandıklarını açıklamıştı. Boal'un bu açıklamayı yaparken farkında olmadığı şey şuydu kuşkusuz: Bitmiş bir savaşın üzerine yorum yaparken taraf olursunuz. Bitmemiş bir savaşla ilgili söz söylemek ise propogandadır. Yani hali hazırda devam eden bir şeyi ve onun içindekileri bir nedenle haklı çıkarırsanız onların destekçisisiniz demektir. Üstüne üstlük aldığ��nız ödülü adadığınız o askerler arasında Lynndie England gibi Ebu Garib hapishanesinde mahkumlara akıl almaz yöntemlerle işkence yapan yüzlerce kişi varsa…
Tumblr media
Bigelow’un filmde anlattıkları 50 sene sonra belki başka bir anlama gelebilir ama şu anda oradaki askerlerin tüm yaptıklarını Irak halkının yaşadığı acıları görmezden gelerek haklı çıkarıyor. İşte tam da bu yüzden eski eşi James Cameron’un yine bir 'Irak güzellemesi' olan 'Avatar’ına galip geldi. Akademi’nin normal zamanda ödüle boğacağı 'Avatar', 'Hurt Locker’ ın verdiği mesaj karşısında yenik düştü. Gerçi Cameron’da Avatar’da Irak halkını simgeleyen Omatikaya halkını yine bir Amerikalı kahramana kurtartarak Hollywood sınırlarını zorlamamayı seçmişti. Ama yine de filminin içinde taşıdığı mesaj Akademi’nin hoşuna gidecek türden değildi. Amerika’nın tercihi bağımsızlığını öyle veya böyle kazanan bir ‘Omatikaya’dan çok orayı işgal eden askerleri anlamaya yani kendini bağışlatmaya yönelikti çünkü.
Sonuç olarak içindeki gerçeklik konunun uzmanları tarafından tartışılan, ödüllere boğulan ama neden böyle olduğu bir türlü anlaşılamayan, savaşa karşı olduğu söylenen ama işgalci askerleri kurban gibi gösterme potansiyeli taşıyan ve üstüne üstlük adını da Vietnam Savaşı'nda ortaya çıkmış argo bir sözcükten alan tuhaf bir filmle karşı karşıyayız. Üstelik bu filmin yönetmeni bizim ülkemizde dahi eleştirmenler tarafından savaş karşıtı bir film yaptığı için övülüyor. Dünya Kadınlar Günü'nde 82 yıldır kimsenin başaramadığı bir şeyi başarmış olmakla baş tacı edilen bu kadının aslında suçlu değil de saf olduğunu düşünmek istiyor insan. Ne diyelim Kathryn Bigelow'un ve savaşlarda çoluğunu çocuğunu kaybetmiş, işgal altındaki ülkesinde yaşama savaşı veren tüm kadınların Dünya Kadınlar Günü -geçmiş de olsa- kutlu olsun! İnsanlık için küçük ama kadınlar için olağanüstü bir ilk adımdı doğrusu! Ne de olsa 'Artık zamanı gelmişti'...
ARTICLE IN ENGLISH
OSCAR SENT TO HURT LOCKER 
The talented women who pound the doors of men ruling Hollywood made their marks on this year’s Oscar’s with their nominations and awards. But in spite of this success, their acceptance to Hollywood is still in the hands of the producers and the studios. And in all fairness, we can say that Hollywood is not eager to work with women even today. In order to understand the position, you can look at the Oscar ceremony. The journalists just interested in the red carpet walk, who’s dating who gossips and the ceremony’s support to the fashion. So the public… Of course this year’s ceremony was a little bit different.
Director Kathryn Bigelow beat her ex husband James Cameron who was also in the race with his blockbuster movie Avatar. Bigelow became the first woman who won the Best Director award in Oscars’ 82 years. Her film won 6  important awards and it all happened in 8th March, on the Woman’s Day! All of these things were very important for media so that nobody think about the facts of Bigelow’s film Hurt Locker’s success. Because in order to comment correctly on such a situation you have to know women’s posititon in Hollywood and the Academy’s working rules very well. Also you have to understand what Bigelow’s ‘war opponent!’ film says and wants to say indeed. 
According to the statistics, AMPAS (Academy of Motion Pictures and Arts) is an organisation which has over 5000 thousand members. 22 percent (1311 members) of these members are actors. But nobody knows anything about their identity. This organization accepts members regularly ever year but when you look at the member population you can still see the numbers of 2007. And also voting system of Academy is a big mystery however it seems just democratic.
The organization uses the proportional represantation to select nominees for each category. Academy uses this system to create a diverse slate of nominees that reflects the preferences of the large spectrum of film artists who make up the organization’s branches.
The voting in Academy goes like this according to the Fair-Vote which is a voting and democracy research center: All members vote on Best Picture, while peers vote for nominees and winners in the other non-specialized categories. Each nominating ballot has five numbered slots of each member only gets one vote, they are entitled to choose up to five potential nominees, in order. In case their favorite nominee is eliminated, their vote counts toward their second choice. Academy members can support an unlikely candidate, as their vote will count for their second choice if their first choice is eliminated. Any potential nominee that is supported by 20% of the voters will get 1 of the 5 nominations. With more than 5,000 ballots expected to be returned to the Academy in the Best Picture category, the magic number of first-choice votes for a would-be nominee for Best Picture is a little more than 1000. In fact the exact quota is a bit lower than 20%. In order to find the lowest number of votes needed to win one of five nominations, the Academy divides the total number of votes by six (not five), and adds one more vote to that figure. That is 16.6% plus one more vote. Once the five nominees are chosen by proportional representation, another ballot is sent out to all Academy members. This time, preferential voting is not allowed. Whoever gets the most votes wins the Oscar and there is no need to get a majority of votes. That really seems democratic at fist sight but it’s not. Proportional represantation is somehow a difficult system that voters have so much difficulties when they don’t choose in direction of majority.
Besides this voting system the most important thing you have to know about the Academy is its conservatism and the traditionalism of excluding ‘the others’ in the cinema industry. American people’s traditional family structure, government’s politics and movements are all supported by Academy just like its reflection Hollywood. But while doing this it always find a way to treat people in a way calculated to please them. For example it’s not a big surprise to see the nomination of ‘Precious’ which tells a dramatic story about black people on the ground of a black, fat and sick girl while Obama is the President. Also it’s not surprising to see ‘Precious’ taking no awards. Another example is Sandra Bullock who won the Best Woman Actor award when the other nominates are Helen Mirren, Merly Streep and wonderful ‘Precious’ actress Gabourey Sidibe. This is a perfect Academy classic to give Bullock the award that she’s not a good actor indeed but represents ‘the girl in the next door’ for America. As is understood if Academy gives an award to someone that doesn’t fit its opinion then there’s certainly another reason for giving it. Hurt Locker is  a perfect example for this ascertainment. This film and its 6 awards also designates something else: The Academy loves to exaggerate! 
Of course before talking about Bigelow’s film we have to inform you a little bit about the women’s posititon in Hollywood. Shortly we can say women are still the second-class citizens in the eyes of the studios. Of course  the film and scripts of them are loved by large audiences and most of them hit the box office. But it doesn’t change the reality. Two years ago on Sunday Times Culture there was a an article that points the women’s position in Hollywood. The numbers in it are very interesting: In 2008 Diablo Cody’s ‘Juno’ which is awarded for the Best Script writing had a 7 million budget and brought 124 million dollar to its producer. Same that year ‘No Country for Old Man’ got 61 million and ‘There will Be Blood’ got only 31 million dollars to the studios. But in spite of their success ‘write a script but don’t shoot a film’ is the general rule of Hollywood for women. And that writing area is not that large as you guess. A few years ago
9 percent of directors, 12 percent of writers and 23  percent of producers in Hollywood were women. In 2006, 6 percent of films made by women. But when you go back 6 years you can see a 5 percent regression: in 2000  11 percent of the films were made by women. In Oscar History for writing categories 133 women nominated and only 21 got the award. Of course men are at the front line as usual with 1200 nominations and 230 awards.
There are reasons why studios don’t want to work with women. Box office receipts are the main reason. According to the statistics the first week’s auidence is mostly young men. Studios think that men directors understand the audience better than women. Also producers think it’s risky giving a huge budget film to a woman. That’s why women directors make their films with 6 or 7 year breaks. There are so many examples for this. In 1999 when Hillary Swank got the Best Actress Oscar with ‘Boy’s Don’t Cry’. Kimberly Peirce, the director of the film, thought that things would be different in the future. But she had to wait 8 years for her next film ‘Stop-Loss’. There is 6 years between two films of director Callie Khouri despite her succesful screenplay ‘Thelma and Lousie’. You can lengthen the list as you wish: ‘Waitress’s director Adrienne Shelley, Kasi Lemmons with ‘Talk To Me’ ‘The Name Sake’s Mira Nair, ‘2 Days in Paris’s Julie Delpy’, Miranda July who we know with ‘Me and You and Everyone We Know’, Julie Taymor and Susanne Bier… And of course Kathryn Bigelow. She also had to wait for Hurt Locker for 8 years.
By the way, the reader must know that the purpose of this article is neither to  burnish the ‘women artist’, ‘women director’ or ‘women something else’ cliche nor to tell women’s diffucilties in a men ruling world. This is another article’s subject that has to be told by sociologists, academics etc…. The main theme of the article is to look at the other side of the 6 Oscars Kathryn Bigelow got and working of the system. And while doing this of course we have to analyze ‘Hurt Locker’ with really different eyes.
Before Kathryn Bigelow, there were only 3 women who were nominated for the Best Director Award in Oscar History: In 1977 Lina Wertmüller with ‘Seven Beauties’, in 1994 Jane Campion with ‘Piano’ and of course in 2004 ‘like father like son’ Sofia Coppola with ‘Lost in Translation’. Of course none of them took the award. Till Kathryn Bigelow and her film which was telling a story about the continuing Iraq War came on the scene.   
Of course this award is a big surprise for Bigelow that you can see her confusion while taking the Oscar statue. She was so excited that she dedicated the awards of her ‘war opponent!’ film to all the men and women who serve in war. But what was the real reason for her taking the Best Director award? Was it Academy’s exageration? This was one thing. But the main reason of her taking this award was in the sentences of Barbara Streisand who gave her the statue: ‘The time has come’. Of course the time has come. The Academy has to give this award to a woman. But why didn’t Sofia Coppola take the award? What was the difference between the other 3 nominees and Bigelow? Was that because of the film’s ‘war opponent’ skills? Or was the race between James Cameron and Kathry Bigelow seem so sweet?
The answer of these questions are totaly political: the continuing Iraq War and U.S. government’s political point of view to this war. Obama promised to withdraw the American troops in Iraq before he was elected. But he didn’t keep his promise for months. The U.S. military was planning on maintaining its current 98,000 boots on the ground in Iraq elections. President Barack Obama has ordered 50,000 troops to leave Iraq by 31, Aug, 2010 with the remainder pulling out by the end of next year under an Iraqi-American security agreement. “Our forces will have three tasks: train, equip, and advise the Iraqi Security Forces; conduct targeted counterterrorism operations; and provide force protection for military and civilian personnel” remarked The White House.
The meaning of these sentences are so clear that they don’t need an underline. Just like ‘Hurt Locker’, Obama and the U.S. government seem like ‘war opponent’ but they are not. The government doesn’t think about civilians, just cares the U.S. military forces. And Kathryn Bigelow dedicates her awards to all who serve in this war!
Mark Boal is the scriptwriter of ‘Hurt Locker’. He was telling a team’s story who serve in Army Explosive Ordnance Disposal EOD bomb squad in Iraq. The script is mostly based on an article about one of the bomb experts, Sergeant Jeffrey S. Sarver, entitled ‘The Man in the Bomb Suit’ which was written by Boal and published in Playboy magazine in 2005. But Boal didn’t accept this. He insists on that his story is totally a fiction. (Five days before Academy Awards ceremony Master Sergeant Jeffrey S. Sarver announced he was suing the producers of the ‘Hurt Locker’ because the screenwriter based the main character and virtually all sitautions in the film on events involving him. But the producer’s spokesperson has reiterated the screenplay is fictional.)
The film opens with a quote from former New York Times Iraq expert Christopher Hedges: ‘War is a drug’ and it continues with near documentary style scenes of Bigelow. She reflects her talent and experience of action movies and tells the story perfectly. There is no way to say something bad about the film technically. It was so well shooted that after a time you find yourself near that bomb team. Civilians are shown us as bombers, murderers, dangerous brutals who were just watching the things happen. And in this chaos the team leader William James’s psychopath fluctuations seem so sympathetic to the audience after a time! Film mainly focuses on the moods of the soldiers: the soldier who has fear of death, the soldier who is brave, the soldier who wants to leave this jungle to return his normal life, soldier who plays football  with civilians, soldier who doesn’t have the sense of fear and so on… The result is a disaster: after the film you just emphatize with these soldiers
Some can say ‘What is the problem of telling these kind of stories? Somebody has to say something about these soldiers’ situtaion in war!’ But the problem about the film is to tell a story on a continuing war. If you comment on a war that is ended, you will be the side. But saying something about a continuing war is propoganda. By doing this you will be the supporter of that thing! And besides, if you dedicate your ‘war opponent’ film to all who serve in the army you can think that there are so many soldiers in that army who was convicted in with torture and prisoner abuse like at Abu Gharib prison in Baghdad.
Perhaps 50 years later Bigelow’s film means something different. But now its point of view puts a bomb on the civilians’ pain and justifies the U.S. military forces. I think this is the reason why Bigelow beat her ex husband’s million dollar box office hit Avatar which is also an allegory of Iraq war in Oscar race. Academy doesn’t like the message of Cameron’s film as against ‘Hurt Locker’. Though Cameron was not so brave in Avatar that he made the Omatikaya people rescue (who symbolizes the Iraqians) by the help of the one from the occupying forces (guess who?). He didn’t press the border of conservative Hollywood. His film is on Omatikaya people’s side one way or another. So that he took just a few unimportant  awards.
As a result ‘Hurt Locker’ has 6 big awards but its reality still discussed by the experts of the situation. It’s war opponent but the director dedicates it to the military forces. It shows the occupiers as victims and also it carries a name that is a phrase which is used in Vietnam war used by soldiers to tell ‘in trouble or at a disadvantage; in bad shape’. Also this film’s director became the first woman who took the Best Director award on the  Woman’s Day. In this chaos and with all these mind confusing datas we want to think that she’s just innocent not guilty. But it’s really difficult to comment like this on ‘Hurt Locker’ and Bigelow. Then there’s one thing to do: (Though we passed the date) congratulate Bigelow and for all the civilian women in Iraq who lost their husbands, children, relatives and neighbours for their Woman’s Day. The award was one small step for mankind but one giant leap for womankind. The time has come…
0 notes
Text
HER SOKAKTA BİRİSİ OLMAYI DÜŞLEYEN BİR HİÇ KİMSE VARDIR
26. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nden aldığı ‘Sinema Onur Ödülü’ dolayısıyla geçtiğimiz yıllarda istanbul'da da boy gösteren Paul Schrader sinema fanatiklerinin çok iyi tanıdığı, Amerikan sinemasının en ünlü senaristlerinden biri. Çektiği önemli filmlerle yönetmenlik anlamında da kendini kanıtlayan Schrader, İtalyan asıllı Amerikalı yönetmen, büyük Usta Martin Scorsese’nin filmlerinin de deyim yerindeyse ‘kadrolu senaristi’. Taxi Driver, Raging Bull, The Last Temptetaion of Christ gibi çok önemli Scorsese filmlerinde imzası olan Schrader en önemli başarısını da Robert De Niro ve 12 yaşında rol aldığı filmdeki oyunculuğuyla bir dönem ahlak tartışmalarına konu olan Jodie Foster’ın yer aldığı Taxi Driver’la elde etmişti.
Hollanda göçmeni Protestan ve dini bütün bir ailenin çocuğu olarak kapalı bir çevrede yetişen Schrader sinemaya ilk kez 19 yaşında gitmesine rağmen en büyük başarısını 26 yaşında yazdığı senaryosuyla kazanan şanslılardan. Yaptığı işlerle sinema tarihine damgasını vuran bu efsane isimle kısa süreli İstanbul ziyaretinde ben de konuşma fırsatını yakalamıştım. Kendisinin sıkı bir hayranı olarak sorular sorarken elim ayağıma dolaşsa da, Schrader yazdığı karakterlerin ‘cool’ tavrıyla sorularımı yerinde karşılayıp yine onlar gibi kısa ve öz cevaplarla taşı gediğine oturttu. İşte 'On every street in every city, there's a nobody who dreams of being a somebody. He's a lonely forgoten man desperate to prove that he's alive' daki o 'hiç kimse'lerden birinin; sinema tarihinin en sağlam, psikopat, arıza ve özel karakterlerinden Travis Bickle'ın yaratıcısı ile o keyifli sohbetten bir bölüm...
Tumblr media
Biyografinize göre ilk kez sinemaya 19 yaşında gitmişsiniz. Bu doğru mu?
Kilise geçmişi olan bir insanım. Dini bir ortamda büyüdüm ve bulunduğum çevrede sinema çok da ilgi gören bir şey değildi. Yine de çok şey kaçırdığımı düşünmüyorum. Çünkü ben zaten altmışların Avrupa sinemasıyla ilgileniyordum.
Auto Focus gibi kült filmleriniz olmasına rağmen insanlar sizi daha çok senarist yanınızla tanıyor. Siz en çok hangisini yapmayı tercih ediyorsunuz?
Benim için her ikisi de eşit. İkisini yapmaktan da keyif alıyorum,
Taxi Driver’ı yazdığınızda 26 yaşındaydınız. İlk işlerinizden biri olmasına rağmen büyük bir başarı kazandınız. Sonraki işlerinizde bu başarıdan dolayı endişelendiğiniz oldu mu hiç?
Böyle bir endişeyi hiç yaşamadım. Taxi Driver’la o kadar erken bir yaşta başarı kazanmak benim için çok büyük bir şanstı. Bu benim hayatımı oldukça kolaylaştırdı. Çünkü ilerleyen yaşlarda yakalanan başarı insanı daha çok endişelendiriyor.Ama erken yaşlarda kazanılan başarı insanın gelecek hakkında endişelenmesini engellediği gibi istediği işleri yapması konusunda da kolaylık kazandırıyor.
Taxi Driver’ın kült karakteri Travis Bickle sinema tarihinin önemli figürlerinden biri haline geldi. Travis’i yazarken kendi hayatınızdan esinlendiğiniz noktalar oldu mu?
Tam olarak değil. Travis benim sadece bir yanım. Ama çok karanlık bir yanım. O filmi yazdığım sıralarda bir filmkoliktim. Filmler benim için adeta bir terapiydi. Bu esnada kurmaca bir öykü yazmanın insanın duygularını dışarı vurabilmesi için çok güzel bir yol olduğunu fark ettim.
Tumblr media
Yazdığınız karakterler nerede olurlarsa olsunlar hep ‘öteki’. Bu tarz insanları anlatmayı mı seviyorsunuz?
Evet. Ben çelişkisi olan karakterleri seviyorum. Ne yapmak istediğini çok fazla bilemeyen, hayattan almak istediğini beceremeyen karakterler hoşuma gidiyor.Mesela Taxi Driver’da ki Travis Bickle,bir taksinin içerisinde, etrafı sadece bir camın ardından gören ve kötü düşüncelerini bu camın arkasından bu dünyaya yansıtan biri. benim dini bir geçmişim olduğunu söylemiştim. 1968 yılında taşradan Los Angeles’a geldiğim zaman kimi zaman ben de Travis’in hissettiklerini hissetmiştim.
Bir röportajınızda senaryoyu kafanızda bitirip yazmaya oturduğunuzu söylemişsiniz. Hikaye bittikten sonra yazım aşamasında sizden bağımsız olarak karakterlerinizin başka bir yola gitmek istediği oluyor mu hiç? Ya da karakterlerinizle bu tarz bir iletişim kuruyor musunuz?
Hayır endişelendirmiyor. Bence hayata asıl yön veren tanrı gizemi değil davranışlarınızın gizemidir.Son filmim Walker’ın sonunda bir cinayet işleniyor ama filmdeki tüm karakterler bunun cinayet değil bir gizem olduğunu söylüyor. Bence de bu böyle.
Ozu, Bresson gibi yönetmenlere ve minimalist sinemaya olan ilginizi biliyoruz. Biraz bundan bahseder misiniz?
Daha önce de söylediğim gibi benim sinemada favorim altmışların Avrupa sineması. Hep bu tür filmler yapmak istedim. Bu anlamda klasik Amerikan filmleri çeken tipik bir Amerikan yönetmeni sayılmam. Bu bana özel bir kariyer getirdi.
Tumblr media
Senaryo yazarları genelde çalıştıkları yönetmenlerle kimi konularda anlaşamaz. Sizin en rahat çalıştığınız yönetmen kim?
Dört filmini yazdığım Martin Scorsese tabii! Onunla yaptığım işler hem çok güzel oldu. Scorsese ile çalışmak çok güzel bir duygu. Onunla beraber çalışırken tek kişi gibiyiz. Asla iki ayrı kişi gibi davranamıyoruz. Oysa çok farklı geçmişlerimiz var. ben Hollanda kökenliyim o İtalyan; ben taşradan geliyorum o şehir insanı; o Katolik ben Protestanım. Birbirimizden çok farklıyız ama birbirimize çok benziyoruz. Ben onun gibi düşünebiliyorum, o da benim kafamdan geçenleri anlıyor. Çok uyumlu çalışıyoruz.
1 note · View note
Text
ETİK YOLCULUK: TANRI'NIN BEKLENMEDİK DANS DERSLERİ
Nükleer araştırmaların sonucunun gezegeni erken bir sona götüreceği teorilerinden tutunda insan ırkının en iyi ihtimalle birkaç on yıl daha yaşayabileceğini söyleyen gazete haberlerine pek çok felaket senaryosu dolaşıyor ortalıkta. Bunun yanı sıra süregelen ve yeni başlayan savaşlar, katliamlar ve küresel ısınmanın bizi ne zaman yok edeceği gibi en az diğerleri kadar önemli pek çok başka sorunda mevcut. Tüm bu karmaşanın ortasında da gündelik hayatının sıkıştırdığı kapanın içinde olan biteni şaşkın bir şekilde izleyen insanoğlu duruyor…
Herkesin ne yapacağı konusunda kafası hayli karışık. Kimileri umutsuz, ‘zaten herşey bitti bari son günlerimizin tadını çıkaralım’ havasında, kimileri de iyimser yaklaşımlarını hala koruyarak ‘nefes alıyorsak umut var’ diyor. İşte bu umutlu kitlenin başlattığı çalışmalardan biri de son yılların en çok takip edilen trendlerinden biri haline geldi: etik yolculuk ya da bir diğer adıyla sorumluluk turizmi. Peki bir tatil ya da yolculuğu etik yapan faktörler nedir? Bize kimler yardımcı olabilir? Bu tarz bir yolculuk fazladan bir duş alarak yok ettiğimiz yağmur ormanlarını geri getirip, savaşlarla yok ettiğimiz dünyayı eski haline döndürebilir mi? 
Tumblr media
Etik tatil ya da sorumluluk turizmi aslında vicdanı rahatsız turizmcilerin öncülüğünde başlayan, çevreye ve dünyaya duyarlı insanlarında destekleyerek kitlelere yaydığı bir trend. Pek çok alt başlığa sahip ama genel olarak bu tarz yolculuklarla hedeflenen şey net: günlük hayatımızda dünyaya ve burada olanlara gösterdiğimiz hassasiyeti yolculuk ve tatillerimizde de devam ettirebilmek. En önemlisi de tatil ve yolculuklara harcadığımız paraların doğru kaynakların eline geçmesi. Alt başlıklarda tam bu noktada ortaya çıkıyor. Bunlardan biri dünyanın her yerinde kapitalizmin giderek öldürdüğü yerel halkların üretimini dolayısıyla üretimlerini desteklemek. İnsan haklarına saygılı, çevreye duyarlı ülkelerin turizm gelirlerini artırarak bunu önemsemeyen diğer ülkelerinde en azından turizm gelirlerini artırabilmek adına bu konularda olumlu adımlar atmasını sağlamak. Tüm bunların yanı sıra sorumluluk turizmin bir diğer özelliği de tatil ya da yolculuk süresince somut ve gözle görülür bir şeyler yapmak isteyenlerle yardıma ihtiyacı olanların buluşması. Bunu isteyener için Kamboçya’daki çocuk tacizini önlemek için çalışmaktan Ukrayna’daki öksüzlere okuma yazma öğretmeye kadar pek çok seçenekde mevcut. Bunları hazırlayana gerekli araştırmaları yapıp iki tarafı buluşturan birkaç önemli kurumda var elbette. Bunlar arasında en bilineni www.ethicaltraveller.com adresinden hizmet veren Ethical Traveller ve www.responsibletravel.com. Ayrıca bu tarz yolculukları bağımsız olarak yapmak isteyenler için bağlantı kurup, onları bilgilendiren www.realgap.co.uk gibi sitelerde mevcut.
Tumblr media
Ethical Traveller’ın üç yılda bir dünya ülkelerini insan hakları, çevre duyarlılığı ve benzeri konularda değerlendirerek hazırladığı listede yine böyle bir yolculuk yapmak isteyenlerin gözdesi. 2006 yılından beri devam etmekte olan etik yolculuklar dünya turizmcilerinide harekete geçirmiş durumda. Çünkü uzmanlar 2006 yılından beri yapılan sorumluluk turizmi yapan kitlenin sayısının giderek arttığını ve bu sayının 2010 yılında 2,5 milyonu bulacağını söylüyor. Duyarlı azınlığın yanı sıra lüksten sıkılıp egzotizmi tercih eden genel turist kitlesi de artık etik yolculukları tercih ediyor. Geçtiğimiz yıl kasım ayında Londra’da toplanan World Travel Market’te buluşan turizmciler bu yüzden tam bir gününü sorumluluk turizmine ayırdı ve konuyu ayrıntılarıyla irdeleyerek neler yapılabileceğini belirledi. Takipçisinin daha çok Avrupa ülkeleri olduğu etik turizme Amerika’da kayıtsız kalmış değil. Geçtiğimiz yıl ‘Us Tour Operators Association / Amerikan Tur Operatörleri Birliği’nin kurduğu ‘Responsible Tourism Comitee/ Sorumluluk Turizmi Komitesi bu ilginin önemli bir göstergesi. İşin bir başka boyutu ise bu tarz turizmin yapıldığı bölgelerdeki durum.
Yerel halk liderleri ülkelerine gelen turistlerin yüzde birinin bile etik yolculuk yapmasının hayatlarını tamamen değiştirebilceği görüşünde. Bunun ön güzel örneklerinden biri de Laos. Laos’un fakir bölgelerine 13 000 etik turistin gelmesi ve burada tam 320 bin dolar harcaması yöre halkı ve civar köylerin kaderini tamamen değiştirmiş durumda. Alım gücü oldukça düşük olan fakir köylüler bu sayede doğal güzelliklerini korumak için para harcamanın ötesinde gıda, ilaç ve yaşama standartları konusunda çıtasını hayli yükseltmiş durumda. Tayland’da sorumluluk turzimini devlet olarak destekleyen ülkeler arasında yer alıyor. Ülkede çalışmalar yapan ‘Community Based Tourism Institute (CBTI) / Toplumsal Kökenli Turizm Enstitüsü’ 50’nin üzerinde yerel toplulukla çalışıyor ve kendilerine gelen turistleri bu bölgelere yönlendiriyor. Uzun lafın kısası şu sıralar parasının nereye gittiğini, nerelerde kullanıldığını ve şu dünyada bir işe yarayıp yaramadığını merak eden pek çok sorumluluk sahibi insan etik bir tatil yapabilmek için bu tarz yolculukları tercih ediyor. Sloganları ise geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz ünlü yazar Kurt Vonnegut’un bir sözü “Beklenmedik yolculuk önerileri Tanrı’nın size verdiği dans dersleridir”*. Duyarlı olun ya da olmayın. Kimbilir belki farklı bir dans dersi size de iyi gelebilir.
Tumblr media
ETİK GEZGİNİN İLK 10’u
Etik tatil yapmak isteyenlere hizmet veren Ethical Traveller’ın çalışmalarından biri de üç yılda bir hazırlanan ‘Dünyayın Etik Tatil Yapılabilecek 10 Ülkesi’ni belirlemek. Bu yıl açıklanan liste de her zamanki gibi Arnavutluk’tan Zimbabwe’ye 70 ülkenin arasından seçildi. Bu seçimde dikkat alınan üç ana nokta sosyal adalet, çevrenin korunması ve insan hakları uygulamalarıydı. Bu ülkelerin her birinin bu açılardan mükemmel olmadığını ancak gelişme gösterdiklerini ve diğer 70 ülke arasında bu gelişmeyle sivrildiklerini söylüyor Ethical Traveller yetkilileri. İşte etik gezginin önümüzdeki günlerde gönül rahatlığıyla gidebileceği ülkeler.
1-Arjantin
2-Bolivya
3- Bulgaristan
4-Şili
5-Kosta Rika
6-Hırvatistan
7-Estonya
8-Namibia
9-Nikaragua
10-Güney Afrika
7 notes · View notes
Text
SOUL KITCHEN
Tumblr media
Soul Kitchen, Fatih Akın’ın uzun zamandır çekmeyi düşündüğü bir film aslında. Ama bugüne kadar yüzlerce röportajda dillendirildiği halde çekilememesinin tek nedeni var: kader! Akın’ın filminin ana cümlesi olarak John Lennon’ın ‘Life is what happens to you while you are busy making other plans’ cümlesini kullanması bu yüzden filmin hikayesinin gidişatını anlatmaktan öte bir anlam da taşıyor. Çünkü Fatih Akın eğer Duvara Karşı ile Altın Ayı almayıp uluslararası arenada tanınan bir isim haline gelmemiş olmasaydı Soul Kitchen’ı o zamanın yönetmen ve yazar birikimiyle belki de bambaşka bir şekilde çekmiş olacaktı.
“Bir gecede uluslararası bir yönetmen olmuştum. Üzerimde büyük bir beklenti vardı. Hemen İstanbul Hatırası için 14 sayfalık bir sinopsis yazıp finanse ettik. O bizim kiralarımızı ödedi” diyor Akın bir röportajında ödül sonrası yaşadıklarını anlatırken. Ama Soul Kitchen’ın yerini ‘İstanbul Hatırası’nın alması ikincisinin birincisinden daha kolay çekilir ve düşük bütçeli bir iş olmasından kaynaklanmıyor. Soul Kitchen’ın ötelenmesinin en önemli nedeni ‘auteur’ olarak tanınmaya başlamış bir yönetmen için basit hatta çok hafif bir hikaye olarak görülmesi. Zaten Akın’da bunu inkar da etmiyor. Kendisiyle ilgili çekilen ‘Bir Film Yolcusunun Güncesi/ Tagesbuch Eines Filmreisenden’ belgeselinde söylediği sözler bunun en önemli kanıtı: “İyi’yi önemli, ciddi ya da siyasi kelimeleriyle tanımlarım”.
O zaman insanın aklına ister istemez şu soru geliyor: 2007 yılında ‘iyi’yi bu sözcüklerle tanımlayan Fatih Akın’ı iki yıl sonra Soul Kitchen’ı çekmeye yönlendiren şey neydi? Hikaye sıkıntısı mı, rahatlama isteği mi yoksa üzerindeki baskılara başkaldırma arzusu mu? Belki hepsi belki de hiçbiri…Bunun yanıtını en iyi kendisi verebilir. Ama Soul Kitchen’ın gişede ve festivallerde kazandığı başarılar, başkaldıran her çocuğun bekleyeceği ödüller de değil doğrusu…Gişede kazandığı başarının bana göre sebebini bir önceki yazıda anlatmıştım. Ama sektörün içinden insanların tepkilerini açıklamak biraz zor. Venedik Film Festivali’nde jüri özel ödülü alan film için başkan Ang Lee’nin ‘Bu ödülü Fatih’e cesaretinden ötürü verdik’ demesi hayli manidar. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun sinema sektörü hiçbir zaman cesur olanı ‘anında’ ödüllendirmemiştir. Burada ise devreye çok önemli ve hepimizi ilgilendiren bir başka soru giriyor: Çağımızda başarı kazanabilmek için iyi olmak yerine belirli isimler ve kurumlar tarafından onaylanmak mı gerekiyor?
Tumblr media
Elbette burada Akın’ın yeteneği ve yaptığı işlere bakarak bir değerlendirme yapmaktan çok onun ortaya çıkardığı örnek üzerinden giderek başarı kavramını irdelemek önemli. Çünkü Akın’ın aşağıdaki sözleri artık iyi olanın ne olduğu konusunda yapılan değerlendirmelerde kantarın topuzunun iyice kaçtığının kanıtı: “ Bu hikayeyi çok uzun süre ciddiye almadım. Başarımın kölesi olmuştum. Cannes’da da ödül kazanınca, ne yapacağım dedim. Canım bu filmi çekmek istiyordu, ama entelektüel eleştirmenleri şaşırtabilirdim bu konuyla… Yaşamın Kıyısında’yı çekerken vefat eden ortağım Andreas Thiel bana “İstediğini yap ve kim ne diyecek diye bakma. Dürüst davranırsan her şey iyi olur” demişti. Onun sözü benim için bir hayat dersi oldu.”
Bu sözler gösteriyor ki günümüzde artık en özgür olması gereken ‘sanatçı’ bile özgür değil. İyi ve farklı bir şey yapan ya görmezden geliniyor ya da başarılı sayılıp sistemin içine dahil edilerek eli kolu bağlanıyor. Şirketlerin, kurumların, önemli isimlerin, festivallerin, yarışmaların, eleştirmenlerin bize belirlediği alanlar dahilinde üretebiliyoruz ancak. Ve bundan şikayet etmemek için hep daha fazla çalışarak ruhumuzdaki açığı kapatmaya çalışıyoruz. Fatih Akın’ın da yaptığı gibi ‘cemiyetin’ onaylamadığı bir şey yaparken doğru olduğuna inansak da ellerimiz titriyor. Yani artık sanatçılar birbirlerinden değil ‘egemenlerin’ gösterdiği yoldan giderek derdini anlatabiliyor. Bunu aşabilen ve kendi yolunda giden isimler elbette var. Ama bunların sayısı o kadar az ki, arkadan gelen pek çok insanın cesaret toplamasına yeterli olmuyor. O yüzden, bu yönlendirme çağında, hangi sebeple olursa olsun beklentiler yerine kendi isteklerini öne çıkarmak bir keyif değil zorunluluk olmalı. Tıpkı Fatih Akın’ın Soul Kitchen’da yaptığı gibi. Yapılan ne olursa olsun insanın tek kıstası kendisi olmalı. Kendiyle yarışmalı ve kendine karşı oynamalı. Hayal kırıklığına uğrayacağını bilse de. Son sözü bu yüzden William Faulkner'ın söylemesi gerekiyor: "Hepimiz mükemmeli yaratma hayali peşinde hayal kırıklığına uğradık. Yani, bizleri, imkansızı parlak bir şekilde becerememeyi teme alarak değerlendiriyorum. Bence yazdıklarımı tekrar yazsam, eminim daha iyi yazardım. Bu bir sanatçı için en sağlıklı yaklaşımdır. Onun için sürekli yazar, tekrar dener, her seferinde bu kez mükemmeli bulacağını düşünür. Elbette bulamaz çünkü yaptığı kafasındaki hayale uyduğu anda boğazını kesip mükemmeliyetçiliğin kulesinden atlayıp intihar etmekten başka bir şey kalmaz elinde."
3 notes · View notes
Text
HER YEMEK TARİFİ MUTLU SONLANAN BİRER HİKAYEDİR
Tumblr media
Temel zorunlulukları bir zevk haline getirmek tanrının insana lütfudur. Elbette bu cümlenin doğruluğu da tüm genellemeler gibi tartışılır. Ama en azından yapmadan yaşayamayacağımız şeyleri düşündüğümüzde genellemelerin de yanlış saatler gibi kimi zaman doğruyu gösterebileceğini anlarız. “Yemek yemek ve sevişmek bizi insan olarak yaşatan şeyler. Yemek yemezsek ölürüz. Seks yapmazsak, çoçuk olmazsa da insanoğlu ölür. Yemek yerken bir zevk alıyoruz sevişmede de durum aynı” diyor Fatih Akın da kendine has Türkçesi ve insanı gülümseten üslubuyla! Bu yüzden yılların yorgunluğundan ve üzerindeki yoğun başarı baskısından kurtulmak için yeni filmi ‘Soul Kitchen’ın hikayesini yemek, aşk, mutluluk üçgeninde kurması kesinlikle tesadüf değil.
Hepimiz rahatlamak istediğimiz zaman mutfağa yöneliriz ve yemek kuşkusuz ‘basit hayatların mucize kurtuluşu’ndan öte bir konudur. Kendine ait bir felsefesi vardır. Coğrafyaya göre değişkenlik gösterir. Hayata ve içindeki ‘an’lara renk katar. Çünkü insanoğlu geçmişi duyularının izin verdiği şekilde anımsar. Belleğinin çekmeceleri ‘O olay’ ya da ‘bu eşya’lardan çok ‘eski sevgilinin parfümünün kokusu’, ‘delici bakışların yarattığı yürek sızısı’ ya da ‘annenin yaptığı lahana sarmasının tadı’ gibi donelerle doludur. Maalesef ve de ne mutlu ki insanın hissettiği her şey bir ömür arkasından gelir. Zaten sinema ve edebiyatta da ‘masterpiece’ sayılan tüm işler hayatın genel akışını bırakıp bu duyuların izinden gidenlerden çıkar çoğu zaman. Marcel Proust’un meşhur ‘Madeleine kurabiyelerini’ kim unutabilir? Virginia Woolf’un pişirilen yemeğin kokusunu alabileceğiniz sofralarını hangi edebiyatsever göz ardı edebilir? ‘One cannot think well, love well, sleep well, if one hasn not dined well’cümlesinin sahibi olan bir romancı olarak Woolf yemek ve gerçeklik üzerine ciddi şekilde kafa yormuş isimlerden biridir üstelik. Bunu sadece ‘Kendine Ait Bir Oda’ kitabında yer alan aşağıdaki satırlara bakarak bile anlamak mümkündür.
Tumblr media
“Romancıların, bir yolunu bulup, yemekli toplantıların söylenmiş zekice bir söz ya da yapılmış bilgece bir davranış sayesinde istisnasız unutulmaz olduklarına bizi inandırmaları anlaşılmaz bir durumdur. Ama yenen yemekler üzerine nadiren birkaç söz ederler. Çorbadan, balıktan ya da ördekten herhangi bir önem taşımazlarmış gibi hiç söz açmamak, hiç kimse bir puro ya da bir bardak şarap içmezmiş gibi susmak, romancı geleneğinin bir parçasıdır.
Ama ben burada o geleneğe karşı çıkma hakkını kullanıp bu kez öğle yemeğinin, çukur bir tabağa gömülü, okul aşçısının üzerine karbeyazı bir krema yaydığı, kimi noktaları bir dişi geyiğin gövdesinin yanlarındaki benekler benzeri kahverengi lekelerle dağlanmış bir dil balığıyla başladığını söyleyeceğim. Ardından keklikler geldi, ama bu, bir tabağa yerleştirilmiş birkaç yolunmuş kahverengi kuşu aklınıza getirdiyse, yanılıyorsunuz. Bol ve çeşitli türden keklikler, birbiri ardına sıraya dizilmiş, tatlı ve acı soslardan ve salatalardan oluşan maiyetiyle birlikte geldiler; garnitür patatesler demir paralar denli ince ama sert değil, Brüksel lahanaları gül koncaları denli katmerli ve leziz. Ve rosto ile maiyeti de bir tam halledilmişti k,i sessiz garson peçetelerle taçlanmış, dalgaların arasında köpük köpük yükselen öyle bir tatlı önümüze koydu ki, diğer yemeklerin hepsi unutuldu gitti. Buna sütlaç deyip pirinç ve nişasta ile arasında ilişki kurmak hakaret sayılırdı.
Bu arada şarap bardaklarının yanakları bir sarı bir kırmızı kesilmiş, boşalıp boşalıp yeniden doğmuştu. Böylece adım adım, ruhun tahtı denen belkemiğinin oralarında bir ışık yakıldı, ama dudaklarımızdan fışkırdığında ya da somurulduğunda zeka parıltısı diye adlandırdığımız küçük bir elektrik değildi bu; yerin altından yükselen,daha derin, daha ince bir ışıma, entelektüel fikir alışverişinin zengin sarı aleviydi. Pırıldama zorunluluğu yoktu. Kendinden başka kimse olma zorunluluğu yoktu….Yaşam ne denli güzel görünüyordu, meyveleri ne denli tatlıydı, öfkeler, üzüntüler ne denli boştu, kişi bir sigara yakıp pencerenin önündeki koltuğun yastıklarına gömüldüğünde, dostluk ve kişinin kendi cinsinden olanların eşliği ne denli hayranlık uyandırıcıydı.”*
Tumblr media
Fatih Akın’ın Soul Kitchen filmiyle ilgili yazılan bir yazıda Virginia Woolf’un uzun uzun alıntılamamın bir nedeni var elbette. Bunu anlamak için de önce filmi seyretmiş olmak ve yukarıdaki metni Virginia’nın bitmek tükenmek bilmez virgüllerinin soluğuna saygı göstererek okumanız gerekiyor. Çünkü Soul Kitchen yukarıdaki metinde yer alan tüm öğeleri farklı bir sanatçı duyarlılığı ve daha basit bir anlatımla görselleştirmiş bir film. Metin aynı zamanda Fatih Akın’ın filminin bu kadar basit bir hikayeyi anlatmasına rağmen neden bu kadar ilgi çektiğinin ve gişede sağlam bir başarı kazandığınında yanıtı. Filmi iyi seyredenler Woolf, yemeğe önem verme inceliğinden yoksun bularak romancıları eleştirdiğinde, Soul Kitchen’nda yemeğe saygı bekleyen aşçı Shayn’ı görmüş olmalılar. Dalgaların arasından köpük köpük yükselen tatlı kesinlikle hikayeye damgasını vuran afrodizyak tatlıdır. Akın’ın çektiği mutfak sahneleri yemeğin betimlendiği yukarıdaki cümlelerin birer yansımasıdır. Filmin çok beğenilen müzikleri Virginia’nın ruhundan gelen cümlelerin kendi içinde yarattığı müzikten farklı değildir. Ve son olarak da bu kadar basit hikayeye sahip bir filmin neden bu kadar ilgi çektiğini ve şamatayla karşılandığını merak edenler yine yukarıdaki metinde ‘yemek sonrası içimizden yükselen ışığın’ anlatıldığı bölümü bir kez daha gözden geçirebilirler ki bir kez daha tekrar etmekte fayda var: “Yaşam ne denli güzel görünüyordu, meyveleri ne denli tatlıydı, öfkeler, üzüntüler ne denli boştu, kişi bir sigara yakıp pencerenin önündeki koltuğun yastıklarına gömüldüğünde, dostluk ve kişinin kendi cinsinden olanların eşliği ne denli hayranlık uyandırıcıydı.”
Hayat böyledir… Bazen insan Woolf’un dediği ve bu filmde Fatih Akın’ın da harfiyen yerine getirdiği gibi sadece kendisi olmak ve bunun tadını çıkartmak ister. Güzel bir yemeğin ardından camın önünde bir sigara telleyip yaşanan tüm acılara karşın yaşamanın ne kadar güzel ve hayranlık verici olduğunu düşünmek ve buna sonsuza kadar inanmak ister. Her yemek sonu mutlu biten bir hikayedir ne de olsa. Ve böylesi hikayeleri paylaşmak güzeldir. Bize ve kendine bunu unutturmadığını için sağol Fatih!
ARTICLE IN ENGLISH
"Every recipe is a story with a happy ending..."
Turning/transforming the basic obligations of daily life to pleasure is God's favour for human. Of course this sentence's truth can be relative as all generalizations. But if you think about the things that 'you have to do' as a human, you just can see that a generalization has the possibility to show the truth sometimes just like a wrong clock which tells the exact time at least two times a day.
"Eating and making love are the things that make us human. If you cannot make sex you cannot have children so the human kind will be destroyed. We're feeling great pleasure when we eat same as we make sex" says director Fatih Akin about his new film Soul Kitchen. It's not surprising that he combines love, food and happiness in his new story in order to escape from the pressure of his huge success. The kitchen is the first place for all people who is bored and want to relax! Food is something more than 'simple life's miraculous escape'. It has a philisophy. It changes place by place. Food is the thing that colors the life and its moments. Because the human remembers the past with his feelings not with the events...
The drawers of the memory is full of 'ex girlfriend's odour' or 'heart aches of that  bitter sweet look' or 'mother's that famous food's taste' rather than this thing or that... Unfortunately and how happy also, everything you feel in a life time comes after you. And it's not a suprise that all the masterpieces in arts just like cinema and literature are the ones that go after these feelings' shadows. Who can forget Marcel Proust's madeliene cookies? Which reader cannot notice Virginia Woolf's marvellous dinners or lunchs in her books that you can smell and taste all the food on the table just with reading. Virginia is one of the most important writers  who think and work so much on the relationship of food and reality.
**"It is a curious fact that novelists have a way of making us believe that luncheon parties are invariably memorable for something very witty that
was said, or for something very wise that was done. But they seldom spare a word for what was eaten. It is part of the novelist's convention
not to mention soup and salmon and ducklings, as if soup and salmon and ducklings were of no importance whatsoever, as if nobody ever smoked a
cigar or drank a glass of wine. Here, however, I shall take the liberty to defy that convention and to tell you that the lunch on this occasion began with soles, sunk in a deep dish, over which the college cook had spread a counterpane of the whitest cream, save that it was branded here and there with brown spots like the spots on the flanks of a doe. After that came the partridges, but if this suggests a couple of bald, brown birds on a plate you are mistaken. The partridges, many and various, came with all their retinue of sauces and salads, the sharp and the sweet, each in its order; their potatoes, thin as coins but not so hard; their sprouts, foliated as rosebuds but more succulent. And no sooner had the roast and its retinue been done with than the silent servingman, the Beadle himself perhaps in a milder manifestation, set before us, wreathed in napkins, a confection which rose all sugar from the waves. To call it pudding and so relate it to rice and tapioca would be an insult. Meanwhile the wineglasses had flushed yellow and flushed crimson; had been emptied; had been filled. And thus by degrees was lit, half-way down the spine, which is the seat of the soul, not that hard little electric light which we call brilliance, as it pops in and out upon our lips, but the more profound, subtle and subterranean glow which is the rich yellow flame of rational intercourse. No need to hurry. No need to sparkle. No need to be anybody but oneself. We are all going to heaven --in other words, how good life seemed, how sweet its rewards, how trivial this grudge or that grievance, how admirable friendship and the society of one's kind, as, lighting a good cigarette, one sunk among the cushions in the window-seat."
Of course I have a reason to quote Woolf so long in an article about Fatih Akin's Soul Kitchen. In order to understand why, first you have to see the film and then you have to read the quotation above with a tolerant respect to the breathe of 'seeming endless commas and sentences' of Virginia. Because according to me, Soul Kitchen is a different version of the sentences above which is simplified and reflected from Akin's mirror. When Virginia tells about the novelists that hasn't got a respect on food in their writings you can see the mad Shayn of Soul Kitchen in her irony and anger. Look at this 'Beadle himself perhaps in a milder manifestation, set before us, wreathed in napkins, a confection which rose all sugar from the waves. To call it pudding and so relate it to rice and tapioca would be an insult.' Wouldn't it remind you that afrodisiac desert that puts a bomb to the Kitchen?
All the sentences of Woolf are mirrors of the 'making food scenes' from Soul Kitchen. And the music of the film which takes our hearts certainly are not different from the music and the rhytm of the sentences of Virginia: outbursting! And finally, the reason of the simple story with a huge success is nothing more than that light we feel after a good meal which the writer tells. The examples can be listed like this page by page. But those ones are enough to prove the similarity of the pieces. And the things they want to tell: Life is just simple... Sometimes one just want to feel it. After a good meal he wants to smoke and think that life's how brilliant and gorgeously beatiful despite the pain, death, heart aches and etc... As Virginia said: “No need to hurry. No need to sparkle. No need to be anybody but oneself. We are all going to heaven --in other words, how good life seemed, how sweet its rewards, how trivial this grudge or that grievance, how admirable friendship and the society of one's kind, as, lighting a good cigarette, one sunk among the cushions in the window-seat."
As a result every recipe is a story with a happy ending. And sharing this kind of stories is good and a mission and responsibility also in these days of the world. Thanks Fatih!
**Virginia Woolf / A Room of One's
5 notes · View notes
Text
MUTFAKTAN NOTLAR
Tumblr media
*Soul Kitchen'la ilgili en ilginç notlardan biri Yunanistan ve İtalya'daki sol hareketin desteğini alması. Fatih Akın'ın kendisini de şaşırtan bu durumu şu sözlerle anlatıyor: "Tamam ben eski komünistim falan ama ilgi göstermelerinin nedenini önceleri anlayamamıştım. Sonradan fark ettik ki Zinos karakteri işçi sınıfını temsil ediyor. Emlakçı Neumann'da kapitalistleri... İşçi sınıfı ile kapitalist savaşa giriyor ve işçi sınıfı kazanıyor. Bunu bilerek yazmamıştık açıkçası."
*Filmin çekim aşamasında senaryo henüz bitmemişti. Hikayedeki ayrılık teması yüzünden çekimleri yapraklar dökülürken çekmek isteyen Akın zaman geçtikçe aynı görünümü yakalayamayacağından korkarak filme başladı. Bu yüzden set yönetmen için hayli yorucu oldu. Bir yandan çekimler yapılırken diğer yandan senaryo yazarak tamamlandı film.
*Filmin müzikleri için 4,5 euroluk milyonluk bütçenin yüzde 10’u ayrıldı. Ancak Fatih Akın çok istediği halde filmle aynı adı taşıyan The Doors’un ‘Soul Kitchen’ şarkısını kullanmadı. Çünkü grup üyeleri şarkının coverı için bile 100 bin dolar istedi.
Tumblr media
*Fatih Akın önümüzdeki günlerde nasıl bir film çekeceği konusunda konuşmak yerine ‘Sürpriz’ demeyi tercih ediyor. Yeni filmiyle ilgili söylediği birkaç done ise hayli ilgi çekici “60’lı yıllardaki Bertolucci veya Leone stilinde dört saatlik uzun bir film yapacağım. Ama biraz bekleyecek, çünkü dinlenmem gerek.”
*Soul Kitchen Türkiye’de üçüncü haftasında 62 bin kişi tarafından izlendi. Bu rakamla Duvara Karşı’nın ülkemizdeki gişe rakamlarını henüz geçemedi ama zaten asıl şaşırtıcı olan filmin Avrupa’daki başarısı. Fatih Akın’ın geçtiğimiz günlerde filmin facebook sayfasında açıkladığı rakamlara göre Almanya’da beşinci haftasında 838 bin kişi izlemiş Soul Kitchen’ı. Halen daha gösterimde olduğunu hesaba katarsak önümüzdeki haftalarda bir milyonu yakalaması kesinlikle şaşırtıcı olmayacak. Diğer Avrupa ülkelerinin rakamlarını tek tek yazmaya gerek yok ancak filmin İtalya’da ilk haftasında 100 bin kişi tarafından izlendiğini söylemek yeterli.
*Fatih Akın ilk filminden itibaren mutfağı sinemasında özel olarak kullanan bir yönetmen. Bunun en önemli nedeni ise akademide eğitim aldığı yıllarda özellikle sinema ve yemek ilişkisi üzerine eğitim almış olması. Kısa ve Acısız’ın yemek çekimleri üzerine konuşurken bu çalışmayı şu cümlelerle anlatır Akın: “Hamburg Güzel Sanatlar Akademisi’nde bir araştırma filmi yaptık. Bu film için 6 ay süresince yemek sahneleriyle ilgili seminerlere katıldık. Özellikle yemek yeme sahnelerine odaklanmış pek çok film izledik. Profesörlerim yemek yemenin bir iletişim biçimi ve erotik bir eylem olduğunu kafalarımıza enjekte ettiler.”
Gerçekten de Akın’ın tüm filmlerinin olmazsa olmazlarından biridir yemek sahneleri ve genelde izleyici bunu çok hissedemese de erotizm ve yemek ilişkisi üzerine göndermelerde bulunur yönetmen. Bu sahnelerin en ünlüsü ve filme en sağlam yedirilmişi ise kesinlikle Duvara Karşı’da Sibel Kekilli’nin yemek yapma sahnesidir. Bu sahnenin bu kadar çok sevilmesinin nedeni üzerindeki müzikle görüntülerin uyumunun yanı sıra bir yemek yapma sahnesiyle seks, aile, şehvet, tutku, mutluluk gibi birbirleriyle çok da bağıntılı olmayan durumları ardı ardına izleyiciye hissetirebilmesidir.
1 note · View note
Text
ELEMENTARY MY DEAR WATSON!
Tumblr media
"Hava yağmurlu. Parke taşlı ıslak sokakta gecenin de etkisiyle göz gözü görmüyor. Aristokratlar hafta sonu düzenlenen av partilerine katılmak için şehirden ayrılmış. Halk geç vakitte iyice tekinsizleşen karanlık sokakları terk edip çoktan evlerine çekilmiş. Londra sisler altında bir hayalet şehir...  Arada bir geçen atlı arabaların düzenli tıkırtılarına, yıpranmış eski ceketlerinin koltuk altlarına akşam postasını sıkıştırmış çocukların cinayet haberlerini duyuran cılız sesleri eşlik ediyor. Bastonuyla kaldırımları dürte dürte köşeyi dönen kişi Oscar Wilde olabilir. Onun hemen sağından geçmekte olan ve şüpheli bakışlarıyla kadınları süzen tuhaf adam da galiba Karındeşen Jack.
İki adamın arasından hızla sıyrılıp kırmızı tuğlalı iki katlı bir evin önünde duran kişinin kim olduğu ise şüpheli. Orta boylu, bıyıklı, elinde siyah büyükçe bir çanta var ve oldukça telaşlı görünüyor. Dik ve keskin bakışları onun netlik ve kararlılık gerektirecek bir mesleğe sahip olduğunu söylüyor. Lacivert takım elbisesi, füme rengi trençkotu  ve şapkası hem iyi bir kazancı olduğunun hem de bir büroda çalıştığının işareti. Adam duvarındaki pirinç levhada 221B yazan kırmızı tuğlalı evin kapısını çalıyor. Kapıyı açan kadın onu içeriye buyur ediyor. Adam ana kapıdan emin adımlarla girip, loş bir koridorun sonuna doğru ilerliyor ve koridorun sonundaki eski görünümlü kapıdan içeriye teklifsizce dalıveriyor. Geniş ve yüksek tavanlı oda yanan şöminenin de etkisiyle hayli sıcak; camları kaplayan ağır kadife perdelerin ise rengi solmuş. Ortada duran masanın üzerine özenle kesilmiş gazete kupürleri, garip malzemeler ve ağzına kadar dolu bir kül tablası var. Köşede bir keman kutusu duruyor. Tütün ve kahve kokusunun birbirine karıştığı odanın cama bakan kanepesinde uzanmış uzun boylu yakışıklı adam kafasını çevirme ihtiyacı bile duymadan "Gel Watson" diyor "Ben de seni bekliyordum." Bu esrarengiz adam 20. yüzyılın en önemli hayali kahramanlarından biri olan Sherlock Holmes. Dikkatli gözlerler bakanlar odanın bir köşesinde isteksizce vakit öldüren bir başka adam daha görebilir. Bu kişi Holmes'un yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle'dır ve kendisi can sıkıntısından yarattığı karakterin kölesi olmuş talihi tartışılır bir yazardır.
Tumblr media
Doyle'ın talihinin tartışılıyor olmasının nedeni elbette Sherlock Holmes... Muhafazakar bir ailenin çocuğu olan ama katolik okulunu 16 yaşında agnostik olduğu gerekçesiyle terk eden bu ilginç adam  başlangıçta sadece kendisini oyaladığı için yazıyordu. Ama Edgar Allen Poe'nun meşhur karakteri Augusto Dupin ile üniversitedeki hocası Joseph Bell'den esinlenerek yarattığı Sherlock Holmes sayesinde her şey bir anda değişti. Öyle ki Doyle, Holmes'tan bıkıp onu öldürdüğü zaman bile okuyucularının muhalefetiyle karşılaşacaktı. Artık maceraları heyecanla takip eden kitle Doyle'ın zekası yerine Holmes ve tüm maceralarında yanında olan Doktor John H. Watson'ın önünde eğiliyordu. Watson'ın varlığı ise Holmes'la zeka ve analiz yeteneğini yarıştırmak değil yaptıklarıyla övünmeyi sevmeyen bu ketum İngilizin maceralarını kayda geçirmekti. Bu yüzden Watson'ın Doyle'la arası Holmes'tan daha iyiydi.  Holmes tekten gitmeyi seven bir karakterdi. Hayatında tek bir kadın olmuştu: zeki, güzel, cesur ve becerikli Irene Adler. Süreğen tek bir düşmanı vardı: kötülerin kötüsü Profesör Moriarty, tek kardeşi üst düzey bir bürokrat olan Mycroft'tı. Onun dışında bir akrabası olup olmadığını kimse bilmiyordu. Kokain ve afyon bağımlısıydı. Hastalık derecesinde titiz ve takıntılıydı. 221 Baker Caddesinde Mrs Hudson'ın kiracısıydı. Baktığı davalardan elde ettiği gelirle yaşıyordu ama kimse onun ne kadar kazandığını bilmiyordu. Her yönüyle toplumdan ayrılan, farklı bir gözle bakıldığında itici bile sayılabilecek bu tuhaf adamı insanların gözünde bu kadar önemli kılanın ne olduğu ayrı bir tartışma konusu elbette. Ancak herkes onun üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen dünyanın en tanınmış edebiyat kahramanlarından biri olduğu konusunda hem fikir . Üzerine kitaplar yazılıyor, araştırmalar yapılıyor ve filmler çekiliyor. Holmes'u konu alan ve hayli tartışma yaratan çalışmalardan  biri de halk arasında 'Madonna'nın eski kocası ve çocuklarının babası' olarak tanınan yönetmenedinen Guy Ritchie. Genelde düşük bütçeli filmlerle harikalar yaratmayı seven bağımsız yönetmen geçtiğimiz yıl çekilen ve cuma günü ülkemizde de gösterime giren 'Sherlock Holmes'la ticari sinemanın sularına  yelken açtı. Üstelik bu açılımla yepyeni bir tartışma da yarattı: Sherlock Holmes eşcinsel mi?
Tumblr media
Bu tartışma filmde Holmes'u canlandıran Robert Downey Jr.'ın David Letterman'ın şovunda Holmes'un maskülen bir eşcinsel (a butch homosexual) olduğunu ve yönetmen Ritchie, Watson'ı canlandıran Jude Law ile birlikte ikilinin ilişkisini bu temel üzerinde kurduklarını iddia etmesiyle başladı.  Filmin gösterime girmesinden hayli önce yapılan bu açıklama halen daha gündemde. Bu durumdan en çok rahatsız olan taraf ise filmin yapımcısı olan Warner Bros ve Sherlock Holmes'un Amerika'daki haklarını elinde bulunduran Andrea Plunkett. Warner Bros tamamen muhafazakar seyircisini kaybedecek olmanın kaygısı ile davranırken Plunkett bu duruma eserin özüne aykırı olduğu için karşı çıktığını söylüyor ve ekliyor: "Homoseksüellikle ilgili bir sorunum yok. Ama bu tarz doğru olmayan iddiaların kitabın ruhuna zarar verdiği düşüncesindeyim. Robert Downey Jr'ın yaptığı açıklamanın kara mizahın anlayışının bir ürünü olduğunu düşünüyorum." Bu tartışmalar alevlendikçe filmle ilgili beklentilerde enteresan hale geliyor kuşkusuz. İkinci bir Borekback Mountain bekleyenlerden tutun da bu tartışmayı eşcinsellere karşı önyargının bir sonucu olarak görenler çoktan birbirine girmiş durumda. Oysa senaryoda Holmes ve Watson'ın birlikte olduklarını gösteren bir sahne yok. Anlamı tartışılır imaların bulunduğu bir kaç sahne var. Aşağıda görülenlerde bunlardan bir kaçı:
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Peki yakın dost olan, gerektiğinde aynı yatağı paylaşan ve birbirinden gerekmedikçe ayrılmayan Holmes ve Watson gerçekten eşcinsel mi? En azından karakterleri yaratan Conan Doyle'ın böyle bir iddiası var mı? Sandalyelere bile bacakları görünmesin diye elbise giydirilen muhafazakar ötesi Viktoryen dönemde yazarın böyle bir imada bulunabilmesi elbette çok kolay değil. Ancak önemli olan böyle bir şey söylemek isteyip istememesi. İşin aslı Conan Doyle yıllar ötesinden böyle bir imanın önüne çıkabileceğini öngörerek kitaplarından birinde Watson'ın ağzından bir açıklamada bulunmuş. 'The Adventure of the Creeping Man' adlı kitapta Dr Watson'a söylettiği şu sözler bunun en önemli kanıtı: "Holmes alışkanlıkların adamıdır. Ben de onlardan biriyim...güven duyabileceği bir yoldaş...zihnini keskinleştirecek bir bileği taşı. Onu canlandırıyorum."   Yani Doyle Sherlock Holmes'un aslında eşcinsel olmadığını, her bağımlılığın ve birlikteliğin seksüel ya da aşki temalar üzerinden değerlendirilemeyeceğini anlatmaya çalışıyor. Ancak bakış açısı elbette yönetmene ait. Kişisel görüşümüz Holmes'un gerçekleriyle Ritchie'ninkilerin çatışıyor olması. Ve bu iki ayrı uç arasındaki dengenin hassas bir şekilde kurulmaması. Holmes'u yıllarca sivri burunlu, uzun suratlı, soğuk İngiliz yakışıklılığıyla tanıyıp sevmiş sadık okurlarının filmdeki Holmes'daki salaş, bohem ve kaygan havayı sevmemesi bile bunun en önemli kanıtı. Holmes'u kendine sezgileriyle karakterize edip de bunu sağ salim başarabilecek en iyi yönetmenin Tim Burton olabileceğine en az bizim kadar Ritchie'de inanmış olmalı ki fragmanda bile Robert Downey Jr. 'Burton yönetiminde feminene kayan Johnny Depp' olmaktan kurtulamıyor. Ancak eleştiriler ve tartışmalar her ne olursa olsun bunun kaymağını yiyecek olanın yüzyılların şöhretine bir çentik daha atacak Holmes olduğu kesin. Ama kendisinden daha muhafazakar oln ve etrafındakilerinin neler söylediğiyle fazlasıyla ilgilenen 'klasik vatandaş' Watson bu dedikodulara karşı dostu kadar soğukkanlı yaklaşabilecek mi orası tartışılır. Bu konuda kesin olan tek şey Holmes'un klasik cümlesiyle konuya son vereceğini tahmin ediyoruz: "Elementary, my dear Watson." 
PS:
Freud ve Holmes meslektaş mı?
Tumblr media
Freud ve Holmes... İlk anda birbirleriyle ilgisiz görünen bu iki ismin aslında pek çok ortak özelliği var. İlk olarak psikanalizin de kabaca dedektiflik yöntemlerinden ve ayrıntılarından beslendiğini göz önünde bulundurursak bu iki ismin meslektaş olduğunu söylemek bile pekala mümkün. İkisi de kokain kullanıcısı, batıla karşı, rasyonel ve her ikisinin de kadınlarla arası pek iyi sayılmaz. Sherlock Holmes bağımlılıklar ve kadınlarla ilişkilerde zayıflık konusunda Freud'dan bir kaç gömlek daha üstün, kabul. Çünkü kendisinin kokainin yanı sıra afyon ve tütün gibi başka alışkanlıkları da var. Ayrıca hayatında var olan tek kadın bildiğimiz kadarıyla Irene Adler. Freud'unsa kadınlarla arası nispeten daha iyi. Ancak ikilinin benzerlikleri de hayli fazla. Her ikisi de görenlerce 'buz gibi' nitelendirmesiye karşılanabilecek kadar cool, çok çeşitli ve tuhaf konularda fazlasıyla bilgi sahibi ve kendi döneminin resmi kurumları ve fikirleriyle savaş halinde. Freud'un çeşitli konularda sahip olduğu farklı bilgileri yazılarında görmek mümkün. Holmes ise ansiklopedi maddelerini ezberleyecek, dünya üzerindeki tüm tütünler ve sigara külleri üzerine araştıma yapacak kadar işinde titiz. Her ikisini de bilmediği hemen hemen hiç bir şey yokmuş gibi görünüyor. Bugüne kadar konunun meraklılarınca çokça işlenen ve örnekleri çoğaltılabilecek bu benzerlikler silsilesi 1975 yılında yazılan bir romanada ilham kaynağı olmuş. Nicholas Meyer'in yazdığı ve filme de uyarlanan 'The-seven-percent-solution' hayal gücüyle bile olsa birbirine çok benzeyen ve farklı dönemlerde yaşamış olan bu iki adamı bir araya getiriyor. Filmde Holmes maceralarından tandığımız Dr. Watson ve Profesör Moriarty de yer alıyor. Zaten ikilinin karşılaşması da  Watson'ın Holmes'u kokain bağımlılığından kurtarmak için Freud'a götürmesi ile gerçekleşiyor.
2 notes · View notes
Text
İSTANBUL'DAN KATMANDU'YA HİPPİ YOLCULUĞU
Tumblr media
‘Dünyanın daha iyi bir yer olması için uğraştık. Yaptıklarımızla tarihi değiştirdik. Gençtik, kibirliydik, pervasızdık, iki yüzlüydük, cesurduk, aptaldık, inatçıydık, dik başlıydık ve haklıydık!’ Bu cümleler 1997 haziranında, hippilerin dünyayla tanıştığı 1967 yazının 30. yıl kutlamalarında eski hippilerden Abbie Hoffman tarafından söylendi. O kutlamadan ve o çok meşhur yazdan bu yana 40 yılı aşkın zaman geçti. Artık dünyanın daha iyi bir yer olması için uğraşmakla bunu sağlamak arasında ne gibi farklar olduğunu tartışabiliriz. Etrafımıza baktığımızda savaşlar, katliamlar, açlıktan ölen insanlar görüyoruz. Bu gördüklerimizin aslında bizi daha iyi daha güzel bir dünya kurmaya davet eden John Lennon’a ‘Aman biz hayal etmeyelim. Siz ettiniz olanları gördük’ deme hakkını tanıyor olması gerek ama tanımıyor. Çünkü şu anda gördüğümüz ve yaşadığımız en kötü şey bile 40 küsur yıl önce milyonlarca genç insanın daha iyi bir dünya kurmak için ellerinde çiçeklerle çıktıkları o muhteşem yolculuğun değerini düşürmüyor.
Tumblr media
Ellerinde sihirli değnekleri yoktu ama dokundukları her şeyi değiştirdiler, arkalarını büyük güçlere dayamadılar ama inandıkları şeyler uğruna sonuna kadar gidebildiler. Hayal etmek ve inanmak en çok onların yaşadığı dönemde anlamını buldu. Anne babalarının da içinde bulunduğu pek çok insan tarafından uyuşturucu kullandıkları, aşka ve özgür sekse inandıkları için kıyasıya eleştirildiler. Yine de hiçbir kuşak inançlarını hayata geçirmek için onlar kadar inat etmedi. Farklıydılar ve değiştirme gücüne sahiptiler çünkü yola bu amaçla çıkmamışlardı. Budist öğretinin onlara söylediği gibi kendilerini akışa bıraktılar ve akış onları gitmeleri gereken yere götürdü. 1967 yılında Haziran ayı sonunda beat kuşağı olarak da bilinen bir grup insanın San Fransisco Haight Ashbury’de başlattıkları hareket internetin ve teknolojinin olmadığı bir çağda en özel ve kişisel iletişim yollarından biri olan müzikle yayıldı. Hippiler gittikleri her yere müziklerini götürdüler, dillerini bilmedikleri insanlarla müzikle iletişim kurdular ve gittikleri yerlerden aldıkları sesleri müziğe dönüştürüp ülkelerine götürdüler. Bu sayede doğu ve batıyı tanıştırarak bugünkü globalizm kavramının temellerini attılar. O kuşağa ait insanların kimisi öldü kimisi inançlarına bağlı kaldığı bir yaşam sürdürüyor ve kimisi de liberalizmin ‘bırakınız geçsinler kapıları’nın başını tutuyor. Ama bu kuşağın efsanesi hala dimdik ayakta. Bunun en önemli sebebi ise bulundukları yerlerden dışarıya ve aslında kendi içlerine yaptıkları yolculuk. Bu hem gerçek hem de mecazi bir yolculuk aslında:bir kuşağın yolculuğu ve bu yolculuğun somutlaştığı Sultanahmet Katmandu seferi.
Tumblr media
2008 yılında tüm dünya hippi kuşağının ortaya çıkışının 40.yılını kutlarken bu yolculukla ilgili pek çok belge ve bilgi tozlu arşiv dosyalarından çıkarak hak ettiği yeri buldu. Dünyanın pek çok ülkesinden yabancı yazar ve araştırmacı bu yolculuğun derinlerine inebilmek için İstanbul’a gelip gitti ve bu ülkeler arası yolculuklar devam ediyor.  Bu araştırmacılardan biri olan ünlü yazar Rory Maclean’in Magic Bus: On the Hippie Trail from Istanbul to India adlı kitabı gördüğü büyük ilgi nedeniyle genişletilmiş basımıyla tekrar piyasaya çıktı. Türkiye’de ise pek çok insan bu yolculuğun belgeselini çekmek için çalışmalarına devam ediyor. Ben de hippilerin 40. yılı şerefine bu özel yolculuğun önemli tanıkları ve araştırmacılarıyla konuşarak kutsal yolculuğun sırlarına vakıf olmaya çalıştığım eski bir dergi yazımı biraz revize ederek paylaşmadan edemedim. Aralara bu yolculuğu yapmış olan şimdinin ihtiyar delikanlı ve hippi hatunlarının resimlerini koymayı da ihmal etmedim tabii...
Tumblr media
Toto – Tuğrul Akgün: ‘Zerrin mi Janis mi?’
Hippilerle ilk tanışmam 1960’lı yılların başında oldu. Okuldan arkadaşlarımızla Sultanahmet’te hippilerin uğrak yeri olan Pudding-shop’ta buluşuyorduk. O zamanlar İstanbul epeyi renkliydi ve büyük bir değişim vardı. Mini etek modası vardı. Erkekler saç uzatmaya başlamıştı. Levi’s 501’ler yeni çıkıyordu. Hippilerin gelişiyle bu değişim katmerlendi. O zamanlar Sultanahmet bir karnaval alanı gibiydi. Pek çok ünlü hippinin  bu yolculuğa katılmak için geldiğini duydum. Bizzat görmedim ama Ian Anderson ve Janis Joplin’i görenler olmuş. Janis sandıkları Zerrin Özer de olabilir! Çünkü o buralara gelirdi daha ünlü değildi o zamanlar ve Janis’e çok benzerdi.
Tumblr media
Rory Maclean-Yazar: ‘Bu bir kuşağın kendi içine yaptığı bir yolculuktu’
Amerika’nın 2001 yılı sonunda Afganistan’ı işgal etmesinin ardından hippilerin 60’larda yolculuk yaptığı güzergah bir kez daha açıldı. Ben  de o dönemin ruhunu yakalayabilmek, öykülerine erişebilmek ve aslında Sultanahmet’ten Katmandu’ya yapılan basit bir yolculuğun neden ‘bir kuşağın yolculuğu’ olduğunu anlayabilmek için bu yolculuğa onların gittikleri yerlerden geçerek çıkmaya karar verdim. Yolculuğu yaptıktan sonra da aldığım notlar ve araştırmalarımla kitabı yazdım. Kitap çıktıktan sonra bu yolculuğu yapmış pek çok insan bana mektuplar yazdılar. Bu mektuplarla birlikte bana ellerindeki materyalleri gönderdiler.Ben de bu belge ve bilgileri ay sonunda Penguin’den çıkacak kitabın yeni baskısı için kullandım.
Bu yolculuğun özel olmasının sebebi batılı gençlerin özelinde bir kuşağın kendi hayatlarına  ve iç dünyalarına yaptıkları bir yolculuk olması. Bu gençlerin pek çoğu altmışların tüketici toplum kültürünü reddetmişti ve yolculuk sayesinde daha eski ama sakin başka kültürlerle tanıştılar. İslam, Budizm, yoga ve meditasyon gibi kavramlarla karşılaştılar. Ayrıca Ersin Kalkan’ın araştırmam için yaptığımız röportajda bana söylediği önemli bir noktayı burada tekrarlamak istiyorum: Hippilerin asıl etkisi yolculuktan sonra başladı. Avrupa hep tek bir renk olmaya alışmıştı: beyaz, tek din biliyordu Hıristiyanlık, batı tarihin yunan ve roma tarihiyle başlayıp bittiğine inanıyordu. Hippilerin farklı kültürlere olan merakı ve araştırmaları geri döndükleri Avrupa’yı tüm uygarlıkların anası Mezopotamya ile tanıştırdı ve Avrupalı’lara bildiklerinin çok da doğru olmadığını anlattı.
Tumblr media
Mahmut Aksak – Turizmci: Sultanahmet – Katmandu yolculuğu tur operatörü
Ben 1969 yılından beri turizm işiyle ilgileniyorum. O yıldan beri de Sultanahmet ve buradan yapılan yurt dışı yolculuklarla ilişkimiz devam ediyor. O dönemde sol görüşlü TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı) vardı. Onlar bu yolculukların Avrupa ayağı olan Magic Bus firmasıyla sıkı bağlantıları içindeydi. Biz de onlarla birlikte çalışıyorduk. Onlar arıyorlardı bizi kaç kişilik grup olduğunu söylüyorlardı ve bizde ona göre otobüsleri ayarlıyor yolculuğun organizasyonunu yapıyorduk.  O yolculuğa işim gereği hippilerle beraber pek çok kez çıktım. Sultanahmet Katmandu arası yolculuk on beş gün sürerdi ama yolcularımızın isteğine göre bu süre uzayabilirdi de. Kimileri bazı yerlerde kalır bir sonraki otobüsle devam ederdi yola. 302 otobüslerle giderdik. Sabah yedide Sultanahmet’ten çıkardık, Bolu üzerinden Ankara, Sivas, Erzincan, Erzurum, Tebriz, Tahran, Meşet, Herat ve Kabil üzerinden Kandahar’a geçerdik. Kabil’de bir mola verir Lahor üzerinden Yeni Delhi ve sonra da Katmandu’ya varırdık. Bu yolculuğu 11 sene yaptık ama İran’daki rejim değişikliğinden sonra yol da bitti yolculukta. Ama hippileri İstanbul hiç unutmadı. Genç ve etraflarıyla ilgili çocuklardı. Araştırmayı seviyorlardı ve gittikleri yerlerin kültürlerini özümsemeye çalışıyorlardı. Bize çok şey kattılar ve gittikleri yerlerden çok şey öğrendiler. Öğrendiklerini de ülkelerine götürdüler.
Tumblr media
Namık Çolpan- Pudding-Shop’un sahibi: ‘Fischer ve Clinton gelirdi'
Pudding shop ilk 1957 yılında açıldı. Önceki adımız Lale Pastanesi’ydi. Ama buraya gelen yabancılar özellikle de yoğun olarak gelen hippiler adını söyleyemiyordu. Bu yüzden buranın ismi ‘Pudding shop’ olsun dediler. Biz de itiraz etmedik. Bizim dükkanın uğrak yeri olmasının sebebi kahvaltı vermemizdi. O zamanlar Sultanahmet çevresinde kahvaltı ve yemek bulabileceğiniz iki üç yerden biriydi burası. Ama sonra yemek yenilip çay içilen bir yerden öte bir haberleşme merkezi haline geldi onlar için. Bunun için buraya bir de pano koydular. Yol arkadaşı arayanlar, birbirlerine ulaşmaya çalışanlar bu panoya not bırakırdı. Hatta bazen yurt dışından çocuklarını merak eden, onlara ulaşamayan anne babalar arar not bırakırdı. Biz de panoya asardık isteklerini. Çoğu müzisyendi ve oturup hep beraber müzik yaparlardı. Sonradan buraları görmeye gelenlerle karşılaştım. Hepsi çok iyi yerlere gelmiş. Mesela şimdiki Almanya Dışişleri Bakanı Max Fischer’i ben o zamanlardan hatırlıyorum. Hippiyken gelmişti buraya. Hatta geçtiğimiz yıllarda bakan olarak yaptığı bir gezi sırasında dükkanın önünden geçerken camını açıp el salladı. Clinton’da gelmişti hippiyken. Ben görmedim ama görenler var. Zaten sonradan ziyarete de geldi buraya Amerikan Başkanı olduktan sonra.
13 notes · View notes
Text
GUERRILLERO HEROICO
Tumblr media
"Ben bir hayırsever ya da mesih değilim bayan.Sadece inandığım şeyler için savaşıyorum" demişti Ernesto 'Che' Guevara annesine yazdığı 15 Temmuz 1956 tarihli mektubunda. Ama kendine daima bir kurtarıcı arayan insanoğlunun elinde onun istediği şeye dönüşmekten kurtulamadı. Artık Che, bir saat, bir votka şişesi ya da bir tişört...Yapmak yerine yapılmışı göstermekle yetinen ve asla yeteri kadar inanca sahip olmayan bir kuşağın oyuncağı. Bunu kanıtlamak içinse tek bir örnek vermek yeterli: Guerrilero Heroico...
Ünlü Kübalı fotoğrafçı Alberto Korda'nın 'Kahraman Gerilla' anlamına gelen bu fotoğrafı 2008 yılında  ‘Korda’nın objektifinden Che: Bir Portrenin Devrimle Başlayıp İkonla Biten Öyküsü’ adlı bir sergiye de konu olmuştu. Sergi dünyanın her yerinde devrimin simgesi olarak kullanılan ve yıllar içinde bir tüketim nesnesi haline gelen fotoğrafın üzerinden devrimcilikten ikonluğa geçiş yapan Che’yi sorguluyordu. Serginin küratörü Trisha Ziff’e göre Korda'nın söz konusu fotoğrafının bu kadar beğenilmesinin nedeni Che’nin 'İsavari' duruşunu vurgulamasıydı. Sergi insanoğlunun yüzlerce yıllık mesih arayışının simgesi olan bu fotoğrafın kullanıldığı afiş, film, ses, giysi ve eşyaları bir araya getiriyordu. Daha önce İngiltere’deki Victoria ve Albert Müzesi’nin yanı sıra ABD, İtalya, İspanya, Hollanda ve Portekiz’in önde gelen müzelerinde sanatseverlerle buluşan bu sergiyi görenlerin aklına ise hep aynı soru takılıyordu elbette: Bir fotoğrafın bu kadar çok şeyi değiştirebilmesinin nedenlerini Korda’nın fotografik yeteneklerinde mi aramak lazım yoksa onun doğru zamanda doğru yerde olabilme şansında mı? Yoksa tüm olan biteni 'Times are changing...' mottosuyla açıklamak mümkün müydü?
Tumblr media
Elbette Kübalı bir demiryolu işçisinin çocuğu olarak Havana’da dünyaya gelen Alberto Diaz Korda ‘kadınlarla tanışmak için’ fotoğrafçılığa başladığında görüntüleyeceği anlardan birinin kendisini 20. yüzyılın en önemli fotoğrafının yaratıcısı haline getireceğini bilmiyordu. Ünlü Küba’lı model Natalia Menendez ile evlendiğinde mesleğiyle ilgili kurduğu tüm hayallerin gerçek olduğunu sanmıştı. Ama fotoğrafçılık mesleği ona beklediğinden fazlasını getirdi. Korda’nın Revolucion adlı gazetede çalışırken Leica makinesiyle çektiği Che Guevara fotoğrafı 20. yüzyılın devrim simgelerinden biri olarak efsaneleşti. ‘Guerrilero Heroico / Kahraman Gerilla’ adlı bu fotoğraf inanılmaz derecede popülerleşerek devrimin simgesi haline geldi. İşin kötü yanı ise fotoğrafın popülerliği arttıkça Che’nin bir cenaze merasiminde çekilen bu görüntüsünün önce dolaylı yollardan sonra da doğrudan farklı şekillerde algılanmaya başlamasıydı. Kitleleri onların zaaflarıyla vurmayı çok iyi bilen reklamcılar fotoğrafı akla hayale gelmeyecek şekillerde kullandılar. Ve böylece Che’nin ‘Guerrillero Heroico’ adlı bu fotoğrafı bizzat Che’nin inançlarıyla ters düşen bir meta haline geldi.
Alberto Diaz Korda bu fotoğrafı 5 Mart 1960 yılında devrim karşıtı bir terörist atak sonucu ölen 136 Küba’lının cenazesi sırasında çekmişti. Aynı cenaze töreninde ünlü yazar Jean – Paul Sartre ve Simon de Beauvoir da vardı. Cenaze merasiminde Fidel Castro çok bilinen uzun konuşmalarından birini yaptı. Che ise son derece üzgündü ve cenazeye katılmak için gelen kalabalığı selamlamak için sadece bir an kürsüde göründü. Bu saniyelik çıkışı Korda iki fotoğrafla belgeleyebildi. İşte o fotoğraflardan biri ‘Guerrilero Heroico’ydu. Fotoğrafın değeri uzun süre anlaşılamadı. Hatta kayda değer ve kriterlere uygun bulunmadığı için gazetelerde bile yayınlanmadı. Korda’da fotoğrafı stüdyosunun duvarına astı. Fotoğrafın kaderi ise 1967 yılında ünlü fotoğrafçının kapısının elinde Küba hükümetinden bir tavsiye mektubuyla bir yabancı tarafından çalınmasıyla değişti. Mektup ünlü fotoğrafçıya Küba’lı yoldaşlarından geliyor ve adama iyi bir Che fotoğrafı vermesini rica ediyordu. Korda duvardaki Che resmini göstererek ‘Bu çektiğim en iyi Che fotoğrafı’ dedi ve olanlar oldu. Yabancı fotoğrafın iki kopyasını alıp alamayacağını sordu Korda’dan olumlu yanıt alınca da parasını vermek istedi. Adam ne de olsa bir yoldaş, devrimin sağduyulu bir destekçisiydi. Paraya ne gerek vardı ki!
Tumblr media
Korda elbette para istemedi ve adam da iki kopyasını aldığı fotoğrafla birlikte gitti. Korda bilmiyordu ama bu yabancı ünlü İtalyan yayıncı Giangiacomo Feltrinelli’ydi. Tanınmış bir komünistti ayrıca Boris Pasternak’ın Dr Jivago romanının el yazmalarını Sovyetler’de bulup Avrupa’ya getirtmiş ve bu sayede zengin de olmuştu. Yani bir 'yoldaş' olarak parayla ilişkisi fazlasıyla derindi. Korda fotoğraftan yıllarca para alamadı Bir süre sonra Che Bolivya’da öldürüldü ve dönemin hızının ve politik görüşlerin yoğunluğunun da etkisiyle Feltrinelli’nin poster olarak bastığı fotoğraf peynir ekmek gibi satılmaya başladı. Yayıncı fotoğrafdan kazandığı parayla ufak çapta bir servet edindi ama Korda’ya hiçbir şey göndermedi. Korda bu konuda itirazda da bulunamadı çünkü Küba henüz sanat yapıtlarının haklarının korunmasına dair imzalanan Berne Convention’a dahil olmamıştı.
Tumblr media
1997 yılında Küba Fidel Castro’nun saçmalık olarak gördüğü bu oluşuma imza attığında ise iş işten geçmişti. O dönem sualtı fotoğrafçılığına merak salan Korda’da konuyla ilgilenmedi. Ta ki 2000 yılında ünlü votka markası Smirnoff fotoğrafı reklamlarında kullanana kadar. O güne kadar sesini çıkarmamış olan Korda hemen şirkete dava açtı ve şöyle bir açıklama yaptı :”Che Guevara’nın uğrunda öldüğü görüşleri destekleyen biri olarak, bu fotoğrafın onun anısını yaşatmaya ve dünyadaki sosyal adaleti sağlamaya çalışanların kullanmasına karşı değilim. Fakat alkol gibi ticari nesnelerin reklamını yapmak için Che’nin şöhretini kullananların karşısındayım”.
Sonunda Korda açtığı davayı kazandı ve buradan aldığı 50 bin doları da “Eğer Che yaşasaydı o da aynısını yapardı” diyerek Küba Sağlık Sistemi’ne bağışladı. Ama fotoğrafın hikayesi hala devam ediyor. Edecek de... Çünkü mesihlerin akıl almaz renklere boyanarak pazarlandığı 21. yüzyılda yaşıyoruz. Ve her birimiz hayatlarımızı o mesihlerden biri olabilmek umuduyla çarkın dişlileri arasına gönül rahatlığıyla koymaktan rahatsızlık duymuyoruz. Yapılacak fazla da bir şey yok doğrusu... ***Çünkü 'daldan düşmesi için olgunlaşmasını beklediğimiz elma' ağacı sallamayı akıl edemediğimiz için çoktan pazar tezgahlarına düştü bile... Ona ulaşmak için önce bedelini ödememiz gerekiyor 'pazarcıya'...
Tumblr media
**"The revolution is not an apple that falls when it is ripe. You have to make it fall." -E.C.Guevara
0 notes
Text
HITCHCOCK: DAHİ Mİ PSİKOPAT MI?
Tumblr media
Genellemelerin doğruluğu elbette her zaman tartışılır ama varoluşlarının hayatımızı kolaylaştırdığı da  yadsınamaz  bir gerçek. Son günlerde efsane yönetmen Alfred Hitchock üzerine yapılan tartışmalardaki ağır ithamları da hayranları artık klişe haline gelmiş bir genellemeyle savuşturmaya çalışıyor: delilik ve dahilik arasındaki sınır incedir.
Hitchcok söz konusu olduğunda işin içinden çıkılamaması ve savunma adına böylesi bir genellemeye başvurulması  elbette gayet  doğal. Bunun için sadece efsane yönetmenin muhafazakar 'görünen'  özel hayatı ile zihnin sınırlarını zorlayan çatışmalar ve olaylarla dolu filmlerini karşılaştırmak yeterli. Üstelik Hitchcock kaygı, cinsellik ve ölüm gibi insanoğlunu hayli irrite eden temaları sıklıkla işleyen ve “Orta halli şeylerle işim yok. Sıradan ya da gündelik olanla uğraşmakta güçlük çekerim” sözlerini kendine düstur edinmiş bir yönetmen. Hal böyle olunca ufacık bir iddia bile bu nereden başladığı bilinmez tartışmayı alevlendirmeye yetiyor. Böylesi bir tartışmanın kime ne yarar sağlayacağı ve nasıl ortaya çıktığı da gerçek bir muamma. Yine de şu sıralar sinemayla uzaktan yakından ilgilenen herkes kim olduğu çoktan unutulan bir delinin herhangi bir kuyuya attığı taşı çıkarmaya çalışıyor. Bu operasyonun son örnekleri ise geçtiğimiz aylarda Times Online ve Sunday Times Culture'da neredeyse eş zamanlı olarak yayınlanan yazılardı. Özellikle Times'daki yazı aralarında Katolik ağırlıklı dini grupların da bulunduğu pek çok internet sitesi tarafından hayli tartışıldı. Çünkü yazıda kimi yerlerde  Hitchcock'un sinemasının temelinde dini geçmişinin yarattığı korku ve saplantıların yattığı ima ediliyordu. Sunday Times Culture'daki yazı ise işin dini boyutuna çok girmemiş ama sinema sektöründen insanlardan aldığı Hitchcock'la ilgili görüşlerin yanı sıra yazar ve sinema meraklısı Jonathan Coe'nun yorumuyla filmlerinin Hitchcock'un gerçek hayatında çektiği dayanılmaz acıların bir yansıması olduğunu söylüyordu.
Tumblr media
Hayli bilinen bir anekdottur. Alfred Hitchcock henüz on yaşlarındayken babası eline ufak bir not tutuşturarak onu karakola gönderir ve oğlundan notu orada bulunan polislerden birine vermesini ister. Notu okuyan polis ise babasının isteğini yerine getiren Alfred'i derhal hücreye atar ve belirli bir sürenin ardından da “kötü çocukların başına böyle şeyler gelir. Sakın unutma!” diyerek onu salıverir. Sonradan Alfred Hitchcock bunun babasının ilginç eğitim yönteminin bir parçası olduğunu anlar! Hitchcock'un çocukluğunda başından geçen bu ve buna benzer pek çok hikayenin ve onların yarattığı duygu salınımlarının hayatını nasıl etkilediği ve bu etkilenmenin yönetmenin filmlerinde kendini ne şekilde gösterdiği aşikar. Yanlış bir şey  yaptığında kendisini yatağının önünde saatlerce tek ayak üstünde bekleten annesinin sonradan filmlerine kaçık anne tiplemesi olarak girmesi ve Hitchcock filmlerinde kendini bolca gösteren kadın düşmanlığına kaynaklık etmesi bunun örnekleri arasında sayılabilir (bkz. Psycho/ Sapık'taki baş karakter Norman Bates). Peki tüm bunlar Hitchcock’u gazetelerimizin üçüncü sayfalarını alışılmadık eylemleriyle süsleyen psikopatlarla benzer kılıyor mu?
Sunday Times Culture'da yönetmeni  inceleyen Jonathan Coe'ya göre Hitchcock'ta çocukluk yıllarında gelişen bu sadist yönelimi hayli tehlikeli. Coe yönetmenin bu yöneliminin filmlerinde sıklıkla uyguladığı üstüne üstlük 'güzellere işkence et' olarak terimleştirdiği görüşünde. Yazar  'Psycho / Sapık'da Janet Leigh'in canlandırdığı karakterin yaşadıklarının diğer Hitchcock filmlerinin baş kadın karakterlerinin çektiği acılardan az olmadığını düşünüyor. Bununda ötesinde Coe bu sadizmin kesinlikle film karakterlreyile sınırlı olmadığı ve gerçek hayatada yansıdığını savunuyor. 'The Birds / Kuşlar' ve 'Marnie'nin yıldızı Tippi Hedren’ın Hitchcock setlerinde yaşadıklarıda bunun en güzel örneği. (Bilindiği gibi Hedren çektiği birkaç filmin ardından maddi ve manevi olarak zarar gördüğü gerekçesiyle Hitchcock filmlerinde oynamayı reddetmişti. Hitchcock'un bu yüzden kendisini 'kariyerini bitiririm' diyerek tehtid ettiğini yıllar sonra açıklayan Hedren gerçekten de ünlü yönetmene karşı geldikten sonra bir daha asla eski ününe kavuşamadı).
Tumblr media
Hayranları sadizm iddilarına karşı oldukça tepkili. Pek çok insan Hitchcock'un asla çektiği bir filmin senaryosunu yazmadığını bu yüzden de iddia edilen sapıklıkların kendisine mal edilemeyeceğini söylüyor. Karşı taraf ise buna cevabının doğrudan bir Hitchcok cümlesiyle veriyor "Ben biliyorsunuz yazar değilim. Ama birinin yazdığı senaryoyu alıp olduğu gibi resimlemek de bana göre bir iş değil. Onu iyi ya da kötü yanıyla benim öyküm haline getirmeliyim. Bu yüzden bir öyküyü yalnızca bir kere okurum. Temelde bana uyarsa alırım, kitabı tümüyle unutur, sinema yapmaya girişirim"
Peki cinsel sorunlarını,  ölüm korkusunu ve sapıklıklarını filmlerinde yansıtan ve izleyiciye de bulaştıran Hitchcock bu konuda ne kadar suçlanabilir. Bu noktada ondan yana olmayan kitle Hitchcock'u yine kendi silahıyla vurarak sorguluyor: Ayağından sakatlanıp bir camın önünde oturmaya mahkum olan 'Rear Window' filminin James Stewart’ın canlandırdığı gazeteci baş karakteri masumane başlayıp bir cinayete tanıklık ettiği bu eyleminde başlangıç noktasında olduğu kadar kadar masum kalabildi mi? Yani  korkularını ve kaygılarını, saplantılarını ve ruhunun derinliğinde sakladığı yaraları filmlerinde kullanmaktan neredeyse sadistçe bir zevk alan Alfred Hitchcock aslında ne kadar masum?
Bu konu elbette tartışmaların bir başka noktasını ister istemez çağırıyor. Bu da Hitchcock'un adalet ve doğruluk duygusunun kaynağı olan dini inaçları. Kimi isimler Alfred Hitchcock'un aslında bir sapıktan çok koyu bir Katolik olduğu ve filmleriyle bunu yaydığı görüşünde. Din ve Hitchcock incelemelerinin başlangıç noktası ise elbette yönetmenin babasının isteğiyle gittiği ve o ölür ölmez bıraktığı Cizvit okulu yılları.
Bu incelemeyi yapan isimlerden bir  tanesi 'Alfred Hitchock : A Life in Darkness and Light / Alfred Hitchcock: Karanlık ve Aydınlık Arasındaki Hayat' adlı kitabın yazarı Patrick McGilligan. McGilligan'a göre Hitchcock'un saplantılarını çözümleyebilmek için önce onun Katolik inancını algılayabilmek gerekiyor ki bu da iki aşamalı bir çalışma. Çünkü yazara göre ünlü yönetmenin dini inanışı kendini iki şekilde gösteriyor: batıl ve derin. McGilligan Hitchcock'un batıl olarak yansıttığı inanışını filmlerinde daha pervasız yansıttığı görüşünde. Ona göre Hitchcock 'derin' inancını filmlerinde üstü kapalı ama yoğun temalarla anlatmayı tercih etmiş. Patrick McGilligan ayrıca Hitchcock filmlerinde baş karakterlerin başına gelen garip olayların yönetmenin dünyevi adalet sisteminin yanlışlığından kaynaklandığına dair görüşünü destekleyen bir öğe olduğu  görüşünde. Bunu en net  şekilde ortaya koyan film ise yazara göre  'I Confess/ İtiraf Ediyorum'.  McGilligan Hitchcock'un bu filmde Quebec'te yaşayan Michael Logan adlı papazın çevresinde işlenen bir cinayet üzerinden dünyevi adaleti sorguladığını ve  tanrısal adaleti galip kılarak derin Katolik inancını tartışılmaz bir biçimde ortaya koyduğunu iddia ediyor. Yani Alfred Hitchcock sapık değil iflah olmaz bir ahlakçı.
Bu filmin Hitchcock'un en 'katolik' filmlerinden biri olduğunu düşünen sadece McGilligan değil. Aynı  zamanda film eleştirmeni de olan 'Through a Catholic Lens: Religious Perspectives of 19 Film Directors from Around the World  /Katolik Bakış Açısından Dünya Sinemasının 19 Yönetmeni' adlı kitabın yazarı peder Peter Malone'da aynı görüşte. Malone yönetmenin 1956 yılında çektiği  'The Wrong Man/ Yanlış Adam' adlı filminin de suç ve günah temaları üzerine fikirlerini hayli net yansıttığı görüşünde. Bir peder olarak Katolik inancı ve suçluluk duygusuyla ilgili pek çok konuşma yapmak zorunda kaldığını söyleyen Malone'a  göre  bu işi en en iyi yapan kişi tüm bağışlayıcılığıyla Alfred Hitchcock'tan başkası değil.
Ünlü yönetmenin dini yönüyle ilgili bu iyimser yaklaşımların ne kadar doğru olduğu ise hayli tartışmalı bir konu. Böyle olduğunu düşünenlerin verdiği örnek ise doğrudan Hitchcok'un yaşadığı bir olay. Anekdota göre Hitchcock İsveç'e yaptığı yolculuk sırasında arabayla bir köyün yakınlarından geçerken yanındaki kişiye parmağıyla bir noktayı işaret ederek  “Bu benim hayatımda gördüğüm en korkunç manzara” der. Korkunun üstadını neyin ürküttüğünü merak eden kişi baktığı yerde bir rahibin omzundan tuttuğu küçük bir çocukla konuştuğunu görür. Bu sırada Hitchcock camı açmış çocuğa “Kaç küçük çocuk. Hayatını kurtarmak için kaç” diye bağırmaktadır.
Tumblr media
Bu anekdota rağmen Hitchcock'un dini ne kadar önemsediği de biliniyor. Yönetmen hakkında resmi onay alan tek biyografi 1978 basımı 'Hitch: the Life and Times of Alfred Hitchcock / Hitch: Alfred Hitchcock'un Hayatı ve Dönemleri' adlı kitabın yabanı John Russel'da böyle olduğunu düşünüyor. “Hitch'in kızı Pat, Katolik bir başpiskoposun kuzeniyle evlendiğinde nasıl mutlu olduğunu görmeliydiniz” diyen Russel elbette ki röportajlarında dini geçmişinin kendisinde yarattığı suçluluk duygusundan yakınan Hitchcock'la çatışıyor. Ama Russel bu çatışmayı da ne söylerse söylesin ve ağırlığı ne olursa olsun Hitchcock'un tam bir Katolik olarak yaşayıp öldüğü konusundaki tespitiyle tartışmaya kapatıyor. Ünlü yönetmenin sürekli yaptığı kilise ziyaretleri, film setlerine rahip arkadaşlarını çağırması ve kiliselere yardımlar göndermesi de John Russel'ı doğrular nitelikte olaylar.
Bu konular üzerinde yapılan tartışmaların izleyenleri 'tavuk mu yuurtadan çıkar' sorusundan öteye götüremeyeceği bir gerçek. Üstelik Hitchcock cephesi çoktan beri filmlerindeki gibi 'sessiz ve tedirgin edici' bir platformda. İster sapık, ister ahlakçı isterse dünyanın en acı çeken kulu olsun Hitchcock'un filmleriyle insanların hayatında pek çok şeyi değiştirdiği bir gerçek. O çektiği söylenen acısını öyle veya böyle filmlerinde pay ederek anlattı ve çoktan gitmesi gereken yere gitti. Kendisiyle söyleşilerini bir kitap haline getiren Truffaut'nun  da dediği gibi “Ingmar Bergman çağında sinemanın edebiyatla eşdeğer bir sanat olduğu kabul edilirse Hitchcock'u Kafka, Dostoyevski, Poe gibi kaygılı 'sanatçılar' arasında saymak gerekir. Bu kaygı sanatçıları bize yaşamda yardım etmezler (çünkü yaşam onların kendileri için de zordur) işlevleri bize saplantılarını iletmektir. Böylece –ve belki de istemeden- bize kendimizi tanımada yardımcı olurlar. Bu da her sanat yapıtının temel amaçlarından biri değil mi?”
0 notes
Quote
The creator of 'www.goodmorningcolombus.com', `www.thejournalistic.com` and 'www.thegermanistic.com' is Özlem. She is a full-time dreamer, all-time story teller, part-time writer and some-time journalist generally living in Türkiye. [email protected]
0 notes