Piet Mondrian, Kumul Manzarası, 1910
Piet Mondrian, Kompozisyon 10 (İskele ve Okyanus), 1915
Herkesin yürüyeceği yol, gidebileceği yer ufku kadar, görebildiği ufku kadar, o ufka bakabildiği, o ufku görebildiği kadar ve o ufka bakabildiği, o ufku görebildiği biçimde.
Eskiler yataya ufkî deseler de... o ufuk kimileyin geçit vermeyecek, yol vermeyecek denli “dikey”, bir o kadar “iki boyutlu” görünür, zerrece açıklığı, aralığı olmayan kapalı bir kapı gibi, bir tuvalin “kendinde düzlemi” gibi.
Çünkü kimileyin üç boyutu görmek için, örtük ama gizil yolu görmek için, o iki boyutun içinden geçerek bakmak gerekir.
0 notes
o gemi bir gün gelecek mi? yahut aşağısı sakal yukarısı bıyık iken...
(B. Aksak’ın sadece bir dizi yazmamış, belli bir çapı olan bir edebiyat -yeryüzüne hiç uğramadan, Türk işi bir undergroundla ilahiyatla hiç alışverişi olmayan bir göksel güzel arasında, bir yandan paslaşıp, bir yandan da bir tarafın kale önünden diğerinin ceza sahasına, yorulmaksızın çalım ata ata top taşıyan bir nevi görsel edebiyat- yaratmış olma durumuna istinaden)
Diziye dair henüz ilk verilerde, iyi absürd olmanın, iyi edebiyat olma göstergesi olmasından dolayı, bu “iyilik” hali direkt göze ilişmişti, bununla beraber, bu biçimde nitelenmeyi hak edecek bir edebiyatın düşebileceği en büyük hata, -şimdiye kadar okuduklarımdan öğrendiğim bir şey varsa eğer- umut tacirliği yapmaktı. Zihnimde oturmayan mevzu da buradan çıktı. Kafa yorma gereksinimi, “buradaki görünen, gösterilen umut tacirliği, bilinçli bir biçimde var edilmiş bir olgu mu, yoksa yanlış anlaşılmanın ürünü mü?” sorusuyla baş gösterdi. O geminin beklenmesi bir umut etme, umuda sarılma meselesi miydi, gerçekten? Ekseri anlaşıldığı üzere, beklenen, hayal edilen ya da bulunup kaybedilmiş bir aşkın, maşukun gelişi miydi ya da beklediğimiz başka bir şeyin gerçekleşme ihtimali mi? Değilse, o gemi aslında neydi? Besleyen, destekleyen bir çok olgunun, repliğin yanı sıra, belki de önü sıra en çok bu bekleme hali düşündürdü beni.
Zamanında bihaber olduğum bu diziyi, diğer keyifleri ya da getirileri bir yana, en çok İsmail abi’yi anlamaya çalışma uğraşı içerisinde, ciddi ciddi izlemeye başlamışken buldum kendimi. Bir dizi karakteri olmakla beraber, Antonia’nın Yazgısı’nda Kancaparmak karakterinin yahut Köprüüstü Aşıkları’nda Dennis Lavant’nın, Öldürme Üzerine Küçük bir Film’de Miroslaw Baka’nın, Arizona Dream’de Vincent Gallo’nun, Kırmızı’da Lean Louis Trigtignant’nın canlandırdığı karakterlerin talep ettiği kadar emek talep etti benden, İsmail Abi. Bazı açılardan Behzat Ç. yüzeyselliğinde, ama yine aynı açılardan -ancak özünde çok derin olan, bu kadar net biçimde yüzeysel görünmeyi başarabileceğinden- Behzat Ç. derinliğinde olan bu karakter; onun kadar kol yende olan, ama arada “bu yen, burada necidir?” diye merakta olan bizlere, az buçuk burnumuzu sokma izni veren bu karakter; aslında Behzat kadar arıza olan, ama içini/içimizi karartacağına, etrafını/gönlümüzdeki gülüşü aydınlatan bu karakter için “bütünden görmek icap edince necidir, ne olsa gerektir?” diye sormaya başladım. Ancak gemi, dizide olduğu gibi, zihnimde de kilit noktadaki varlığını hep korudu.
“İsmail abime” bilmem kaç sezon, kıyıda o gemiyi bekletmenin, genelde anlaşılanın aksine, açık bir umut telkini olduğunu düşünmedim asla. Bana öyle gelen; böylesine saf bir umudu, somut gerçeklikte, ancak ve ancak, çocukların büyük çoğunda dahi bulunmayan güzellikte bir saflık ve masumiyetin besleyebileceğine yönelik bir telkindi. Çünkü ancak bu denli saf biri (her iki anlamda da demeyeceğim, çünkü arada taşı gediğine koydukça İsmail abi, anladık aslında nasıl bir izana, herkesin ve her şeyin içini, içinden geçerek görebilen bir izana sahip olduğunu) umudun uzattığı işkencenin realitesini ve niteliğini idrak etse bile, bu kadar ısrarla akıntının tersine gitmek isteyebilirdi. Ancak böylesi, yanına oturan azraile, “senin beklediğin yok mu?” diye sorabilecek kadar net ve sansürsüz olabilirdi. Ancak bu denli saf biri, müstakil ve özerk bir yalnız olarak aslında kaybedecek somut hiçbir şeyi olmadığı için aşırı net olabilen, bu netlik sayesinde de saflığını koruyabilen biri, kalbini karartmadan beklerse, beklentinin gerçekleşeceğine dair bir hayale -bile bile-sarılabilirdi. Son tahlilde İsmail abi, sıradan bir film, dizi vs. karakteri olmanın ötesindeydi, saflık deyince ilk elden aklımıza gelen bir Asteriks, bir Clementine, bir Vikingler, bir Heidi karakterinden de öteydi, doğrudan Küçük Prens’in, hatta -doğuştan kırık kalbiyle- Zeze’nin kendisiydi aslında... Ne kadar fanustaki balıksa, bir o kadar da küçük kara balıktı. Bile bile ladesti bir açıdan... Nitekim, 2000′lerin çocukları ile aramızdaki temel fark, izlediğimiz, okuduğumuz şey ne kadar safsa, o kadar saf olabilme ihtimali taşımamızdı. Ne kadar düşkünsek saflığımıza, o kadar bile bile ladestik aslında...
İsmail Abi, diziyi eceli gelmeden infaz eden baskın Sancho Panza kurnazlığına karşı, Don Quijote saflığıydı. Egemen kokuşma kültürünün gözünden “loser” olandı; ne kadar görmek istemesek, kendini o kadar gözümüze gözümüze sokan gerçek umut tacirinin/sömürgeninin gözünden, (saf gönlün güzelliğini görünüşe çıkardığından) belki de - bilmeksizin- “tekere çomak sokmuş olan”dı. Yokluğundan değil, zenginliğinden dolayı tok olan bir gönlün görünüşü olan bu adam, kefenin cebi olmadığı, bir tadı damağımızda kalan duyguları, bir de bünyemizdeki güzelliği yanımızda götürebildiğimiz için, bu minvalde, (Vedat Özdemiroğlu’nun haklı teşhisi ile kurnazlığın, vasatın zekası olduğundan hareketle) vasatın zekasına karşı gönlün galibiyetiydi ve bu haliyle hayatın gerçek galibiydi. -Kim bilir belki de, her şeye rağmen bu gönül güzelliğini koruyabilen bu haliyle, bana birini hatırlattığından, bu kadar kafamı ve gönlümü yormuştu.-
Sonra bir yerde olay örgüsü, o geminin bir bağlamda, gideni götüren ve bu gideni, asla gerisin geri getirmeyecek olan; sallanan kolların, kalkışta değil de, her zaman iş işten geçtikten sonra, ardından sallandığı Sessiz Gemi olduğunu söyleyiverdi. Taşlar, ancak o zaman bütünüyle yerine oturdu, aksayan şey, uyumunu, kıvamını buldu. En yumuşak karnından hasar almış bir daimi melek tadındaki bu çocuk, bir yandan da pek çoklarına “abi” olabilen bu çocuk için başka alternatif var mıydı?
Bu soruya cevaben gemi mevzusuna, alternatiflerine ve bu görsel edebiyatın nitelik tartışmasına geri dönersem:
Önce geminin benim anladığım değil de, genelin anladığı olduğunu varsayalım;
a) İsmail abi’ye “kıyıda bekleme” kalk, limana, hatta o da yetmez tersaneye git demekse olası alternatif; bundan ancak, “aramızda kalsın, örtük aşağılık kompleksinden muzdaripsin, ama istesen, bu 100 adımda piyasanın tozunu attırırsın” tadında, kapital bazlı kişisel gelişim kitabı çıkardı...
b)”Gemiyi bekleme, kendin gemi ol” demekse, doğrudan ucuz Hollywood edebiyatı olurdu.
c) “Gemiyi bekleyeceğine, teknelerin, takaların, yelkenlilerin tadına var” demekse, gönül fakiri avuntusu tadında -otur, seni oturttuğumuz yerdeci- bir kişisel gelişim öğüdü olurdu.
Benim anladığım anlamdan gidersem, a alternatifi -kendimden teşkil bir ignostiğin bünyesinde- tek anlama gelebilirdi: Mecnun’un Leyla’nın mezarı başında -Hamlet’in tiradı-öncesi yaptığı konuşma bunun bir yönü. Diğer yönüyse; o hale düştüğünde de “’ölürsem sen yoksun’ be hacı” diyor ya insan, “can simidine”, kimileyin de can simidi yapılan anılara, kulakta izi kalan sese, gözde izi kalan imgeye, yürekte kalan kokuya tutunarak... -ki ignostik açıdan: ölsem de yoksun ya-
b’nin bu bağlamda bir anlamı da işlevselliği de olmuyor.
c ise ancak, ikindiyi takiben imamın öğüdü...
Netice itibariyle, gerçek hayatta, -geri alınamaz, eğilip bükülüp başka bir açıdan bakılamaz bir terk edilme biçimi olarak- en sevilenin ölümüne karşı yegane savunmamızın, yegane avuntumuzun, yani can simidine tutunurken akıl sağlığını koruma zorunluluğunun bir teşbihi olarak anlıyorum, ben o geminin beklenmesini. Belki de hata bendedir, yanlış anlayan benimdir.
Her iki olasılıkta da aynı sorunun sorulması mümkün. Ekranda gördüğümüz gerçekliğiyle, bütünlüğüyle, gerçek olsaydı İsmail abi, kirlenmeyi bırak, üzerine tozun gölgesi düşmemiş kalbiyle. Ne yapabilirdi ki, fakirin ekmeğine sarılmaktan başka... adaletinin yedi ceddine ve de sülalesine ağız dolusu sövmeyi gerektiren bu dünyada. Bu güzellikteki bir insan için, öbür seçenek, şişelerin içine gemi maketi yapıp sonra da bu maketlerin birinin lombarından içeri, kendi içine büzüşmek olabilirdi belki. Bunun da açık ifadesi, fare dağa küsmüş....
Görünen durum ve o durumun ardındaki neden ne olursa olsun; işin aslı, sessiz gemiden, “fanusta nihayetlenen kayıp ruha” giden yol, gerçekçilik taşları ile döşenmişti. Bu görsel edebiyatı “iyi” sıfatı ile takdir etmemi sağlayan sezgi, gerekçeleri ile buluşmuştu. Zihnimde ayakta kalan mevzu, artık oturmaya, üstüne üstlük ayaklarını da uzatmaya karar vermişti.
Okuduklarımdan ve de yaşadıklarımdan öğrendiklerime dönme vakti de gelmişti, tekrardan. -“Peki, döngü olmak suç muydu?”-
Burada, dizi kisvesine bürünmüş bile olsa, iyi edebiyatın yoğun bazlı bir nevi kötümserlik üzerine oturması mevzusuna dönüyorum, bu döngü olma halinde. Meselenin özünde bu kötümserlik dediğimizin -kendine acımadan arın(dırıl)mış- net, zalim -hayat aslında absürdün daniskası olduğundan, absürdün temel koşulu olarak, en çok da kendine net ve kendine zalim- bir gerçekçilik; nesnelliğinin çapı, üreticisinin çapına bağlı olarak değişkenlik gösteren bir nesnel gerçekçilik olduğu noktasına dönüyorum. Ve işte bu yüzden de diyebiliyorum ki “çok büyük zalımdın Kafka”...
Not: En sevdiğimiz, fiziksel ve/veya ruhsal olarak en gereksindiğimiz ise bu hayatta ya da fiziksel ve/veya ruhsal olarak bize en gereksinen -evlat hariç-, en sevdiğimiz ise... bu, şu anlama geliyor: sevgi anlayışımızda -yahut sevgiyi aslında hiç anlamayışımızda- egosantrik bir kayma var demektir ve anlamayışımız da bu nedenledir. İsmail abi’yi o müstakil yalnızlığında bu kadar özel bir insan yapan belki de, bu kaymanın onun gönlündeki arazide hiç gerçekleşmemiş olmasındandır.
2 notes
·
View notes
smoke...
from the movie “smoke” by wayne wang& paul auster
48. INT: DAY. PAUL'S APARTMENT Morning. PAUL and RASHID sitting at the table, eating breakfast. RASHID is wearing a red T-shirt with the word "FIRE" emblazoned on the back in white letters. We catch them in mid-conversation. PAUL It's 1942, right? And he's caught in Leningrad during the siege. I'm talking about one of the worst moments in human history. Five hundred thousand people died in that one place, and there's Bakhtin, holed up in an apartment, expecting to be killed any day. He has plenty of tobacco, but no paper to roll it in. So he takes the pages of a manuscript he's been working on for ten years and tears them up to roll his cigarettes. RASHID (Incredulous) His only copy? PAUL His only copy. (Pause) I mean, if you think you're going to die, what's more important, a good book or a good smoke? And so he huffed and he puffed, and little by little he smoked his book. RASHID (Thinks, then smiles)
I mean, if you think you're going to die, what's more important, a good book or a good smoke??????
so I started to smoke regularly after I saw this movie; art is a dangerous and epidemic(!) thing
1 note
·
View note