Tumgik
#Yazma Tutkusu
yazmayolculugu · 1 year
Text
Neden Olmasın?
Neden Olmasın? Sanat bir pratiktir. Bireyseldir ancak sosyal olarak da yapılabilir. Sosyal olarak yapıldığında hem bireysel bir pratik gerçekleştirmiş oluruz, hem de sosyal bir pratik olarak toplumsaldır.
Sanat bir metot olarak kullanılabilir. Sanatın metodu yoktur, çünkü sanat bir metottur. Bir şeyi gerçekleştirmenin ya da bilgiye, o bilgiyi oluşturarak ulaşmanın bir yoludur. O bilgiyi pratik ederek, var ederek ulaşmanın; ulaşılamasa dahi teoride var etmenin; hayal etmenin bir yoludur. Tam da bu nedenle bir zeka işidir. Zeka ile ilgili bir uğraştır. Zekayı anlamaya ve geliştirmeye yönelik bir pratik olarak sanat, mekanizmasındaki davranışlar gereği bireyi ve toplumu geliştirici bir araç olarak kullanılabilir.
Empati, hoşgörü, katılımcı, özgürlükçü, ‘iyi’leştirici, ifadeden yana, kaynaştırıcı, farkındalık artırıcı, bir yanı keskin olsa bile eşik geçişlerinden sonra sakinleştirici…
Bu terimlerin bütününün aynı anda bir yerde durarak bir çağrışımın parçaları olduğunu kavramakta fayda buluyorum.
Bu kısmı, zihnimizde görselleştirmekten faydalanarak ifade etmek için bir benzetmeden yararlanmak uygun olacaktır; Plastik sanatlar pratiği de tıpkı müzik pratiği gibi bireysel olarak da yapılabilir, sosyal olarak da yapılabilir. En baştan hayal etmeye başlayalım:
Tek başına mırıldanan bir müzisyen düşünelim. Sadece sesini kullanarak müzik yapan bu kişi tek başına hiç ses olmayan bir yerde olsun.
Şimdi bu kişi sesini kullanmanın yanına bedenine vurarak ritim tutmasında eklesin.
Şimdi bu ritme şarkı sözlerini söyleyerek eşlik etsin.
Şimdi bir enstrüman çalsın.
Enstrüman ile birlikte şarkı söylesin.
Bu kez bir bilgisayar kullanarak pek çok enstrümanla müziğini yapsın, sözlerini kaydedip eklesin.
Gelin işi sosyalleştirmeye başlayalım:
Şimdi bu müzisyenin yanına bir müzisyen daha getirelim. İki kişi enstrümanları ve sesleriyle müzik yapsın.
Şimdi yanına bir kişi daha gelsin, hoş bir trio dinleyelim.
Dört olsun, beş olsun, sekiz olsun.
Bir grup müziği dinliyoruz.
İşin boyutunu biraz değiştirelim;
Şimdi müzisyenlerimizin sayısını elliye çıkaralım.
Biraz da orkestra müzik yapsın.
Orkestra.
Biraz hayal gücümüzü devreye sokalım.
Beş yüz kişi olsun.
Az mı?
1500 olsun.
Haydi 5000 olsun.
5000 kişi, 5000 enstrumanlık bir orkestra… Çok mu abartılı oldu?
Hayal gücümüzü daha devreye sokmadığımızı belirtmek için bir bilgiyi paylaşmam gerekiyor.
2013 yılında bir grup müzisyen bir araya gelerek Guinness rekorlarına dünyanın en büyük orkestrası olarak giriyor. Konuyu uzatmamak adına tüm detayları bir kenara bırakıp bu orkestranın müzisyen sayısına odaklanalım: 7548.
7548 müzisyen, 7548 enstrüman.
Evet, bu hayal değil. Bir gerçek.
Tam bu noktadan hayal kurmaya başlayalım.
500.000 müzisyenin oluşturduğu bir orkestra hayal edelim. Orta halli bir kentteki herkesin aynı anda müzik yaptığını düşünelim. Oldu ki bir takım araçlar üretmiş olalım, bu araçları kullanarak tüm kent tıpkı o rekordaki orkestra gibi bir eseri icra etmiş olsunlar.
Hayalleri büyütelim;
6.000.000 kişilik bir insan topluluğunun aynı anda müzik yaptığını.
Peki 100.000.000 kişi? Koca bir ülke kadar insan. Hayal edebiliyor muyuz?
Hangi iletişim araçları kullanılarak canlı bir performans yapabiliriz ki?
3.000.000.000 insandan oluşturalım bu orkestrayı.
3 milyar.
Tam bu noktada 3 milyar kişinin bir kıtada toplanıp aynı anda gökteki notalara bakarak bir eseri seslendirmesini hayal edersek bu biraz ‘din’ olur. Sanat distopyasından çıkabilmek adına sanatın şu iki değerini devreye sokmamızda fayda var: özgürlük ve özgünlük. Bu kadar büyük bir topluluğun bir ucunda farklı ritimler, diğer ucunda farklı sesler, öte ucunda farklı eserler çalsalar bunun ne zararı olabilir?
Bu noktada ‘eser’ önemini yitiriyor, ‘sanat pratiği’nin kendisi bir süreç olarak değerin merkezine doğru yerleşiyor. Burada önemli olan sanat yapmak. Süreç içinde gerçekleşen, zamanın bir bölümünü deneyimlenebilecek bir biçimi olarak ‘sanat’.
Tüm insanlık.
Yeryüzünde yaşayan ve yapmak isteyen tüm insanlarla birlikte, hep birlikte sanat yapmak.
Bir an bile olsa;
Neden olmasın?
-Prepathy, 19/05/2023
Konu: Uykuya dalmadan önce yakalanan düşünceler.
0 notes
umuthalavar · 1 year
Text
14.02.23
"Toplayıp hepsini bir cümleye yazmak istesem sığdıramam
Dağıtıp yazmak istesem ne kalem yeter ne de kağıt...
Susarım içime içime derdimi
Bir ben var benden içeri
O. halimden anlar ben dökmeden içimi...
Çok yorgunum. Nereden başlasam yazmaya ya da dökmeye bilemiyorum. Gerçi yazma yeteneğimi kaybetmeye başlıyorum. Kendimi saklaya saklaya bıraktı peşimi bu yazmak tutkusu. Eskiden kendimi kendim ifade ederken şimdilerde bir şarkıyı konuşturuyorum kendi yerime. Bazense susuyorum. Sustuklarımı bir tek O anlıyor. Sanırım bir insana bu yeter de artar diyorum kendime. Bazen de kanepede otururken tek başıma, başımı yaslayacak bir omuz olsaydı yanımda, diyorum. Sonra yiten hayatlar geliyor aklıma, hoş henüz hep benimleler uzaklaşmadı. Öyle bir ağlasam ki sel olup aksa tüm yüküm şu şehrin sokaklarından. Bir yandan da kalkıp bir çay koyuyorum kendime. Öyle ya, bir şekilde devam ediyordu hayat. Ama bu çayın tadı eskisi gibi değil. Devam ettiğim hiçbir şey eskisi gibi değil. olamaz da. Çünkü ben artık eski ben değilim. Her görüşmeden çıktığımda aynı insan olmadığım gibi. Görüşme sağladığım her danışanımın hayat hikayesini sırtıma böyle yükleniyorum işte. Sanki herkes bir düşünüyor da ben bin düşünüyormuşum gibi hissediyorum. Nasıl mı, anlatamam ki bunu. Ben artık hiçbir şey anlatamıyorum. Kendimi, kendime bile anlatamıyorum. Bunca olaydan sonra insanın dönüp dolaşıp derdi yine kendisi oluyor, fark ediyor musun? Kendi derdine dönüp bakamayanlar başkalarını gözlemeye ve eleştirmeye devam ediyor. Sen onlardan olma. Tek başına bir kenarda boynun eğik gözünde yaş kendi kendine yaslanmak zorunda olsan da dünya derdinin kendinden ibaret olduğunu bil ve başkalarını gözleme. Derdini gördükçe diğerlerini de göreceksin. Bir çıkış yolu bulacaksın belki. Belki bulamayacaksın. Bilmiyorum. Yola devam et. İllaki bir şey bulacaksın. Belki de o seni bulacak. Arayan mısın aranan mı yoksa ikisi birden mi zaman gösterecek.
5 notes · View notes
ikiyabanciyizz · 1 year
Text
İçimde büyük bir yazma tutkusu var ama o masaya oturamıyorum .
2 notes · View notes
sonmuzik · 2 years
Text
Hasan Ali Yücel Kimdir
Tumblr media
Hasan Ali Yücel Kimdir?
Atatürk’ün ölümünden sonra, 1938-1946 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı yapan Hasan-Âli YÜCEL, Cumhuriyet Döneminin, çok yönlü kişiliğe sahip seçkin bir eğitim, kültür ve siyaset adamı olarak kabul edilir. Hikmet Tuğsuz Kimdir? Bu kabulün gerisinde, kuşkusuz kısa sayılabilecek hayatına sığdırdığı programları ve ürettiği eserleri yatar. O, bu nedenle, anılmayı çok çok haketmiş Cumhuriyet büyükleri arasında yer alır. 1-ÇOCUKLUĞU VE EĞİTİMİ 1-1 Ailesi ve Toplumsal Çevre Hasan-Âli YÜCEL, bundan yüzüçyıl önce, 17 Aralık 1897’de İstanbul’da doğmuştur. Babası Ali Rıza Bey, annesi Neyire Hanımdır. Soyu, baba tarafından Giresun-Görele’nin Daylı Köyü’nden Ömer Efendi’ye , anne tarafından (IILSelim zamanında yaşamış) Kaptan İsmail Tosun Ağa’ya kadar uzanır. O’nun gelişiminde de -doğal olarak- içine doğduğu toplumsal çevrenin etkisi vardır: Anne ve baba ekonomik açıdan iyi koşullara sahiptir. Evlenmelerinden üç yıl sonra Hasan-Âli dünyaya gelir. Hem tek çocuk olarak, hem de hayli geniş bir aile ortamında büyür. Ne var ki, bir süre sonra baba Ali Rıza Bey; iş ortamının sorunları nedeniyle sık sık görevinden istifa eder; aile, değerli eşyaların satılmasmı gerektirecek kadar sıkıntılı günler yaşar. Hasan-Âli, çocukluğunun ilk yıllarında, ailesiyle Merkez Efendi Mahallesi’ndeki Yenikapı Mevlevihanesi ziyaretlerine katılır. Burada izlediği mistik makam ve fasıllar, dönüş törenleri, O’nun müzik yeteneğinin belirginleşmesinî sağlar. Çevrede “müzik Üstadı” olarak tanınan Mehmet Celaleddin Dede Efendi’nin yönettiği “müzik mektebi”nde eğitim görür. 1-2 Okul Yılları Hasan-Âli, 1901’de daha dört yaşındayken Laleli’deki Yolgeçen Mektebi’ne kaydedilir. Yazı yazma isteği oldukça fazladır. Bu nedenle, bir zorunluluk olmamasına rağmen, kendi kendine yazı yazmayı öğrenir. Edindiği bilgileri evdeki hizmetçilere ve evlatlıklara anlatmaktan zevk alır. Öğrenme ve anlatma zevki artık iyice belirginleşmiştir. Hasan-Âli, altı yaşlarında iken aile, Gümüşsuyu’nda yaptırdığı yazlık köşke taşınır. O da Topkapı Semti’nde bulunan Taş Mektep’e yazdınlır. 1906 yılında, dokuz yaşındayken Mekteb-i Osmanî’ye gönderilir. Burada ilgisini çeken yeniliklerle karşılaşır; örneğin, yazı tahtasını, haritaları ve sıraları görür; sınıf ortamıyla tanışır. Ayrı ayrı hocalardan ders görür. Bu arada Meşrutiyet ilan edilmiş (1908); hürriyet şiirleri, marşları ve şarkıları duyulmaya başlamıştır. Bunları zevkle ezberler ve söyler. Beş yıllık bu okulu 1911’de pekiyiden de üstün bir derece (Aliyyülala) ile bitirir. Okuma tutkusu oldukça gelişmiştir; Beyazıt kitapçılarından aldığı romanları -babasına rağmen- yutarcasına okumayı sürdürür. Mekteb-i Osmanî’den sonra, Hasan-Âli için Vefa İdadisi dönemi başlar, “İntikam Olsun” başlıklı ilk yazısını burada öğrenciyken yazar; “Mektepli” dergisinin açtığı yarışmaya katılır, 17 Ekim 1913’te yayınlanır. Ne var ki, son sınıftayken, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle askere alınır; okula ara vermek zorunda kalır. Önce asteğmen; sonra teğmen olarak toplam üç buçuk yıl askerlik yapar; 2 Aralık 1918’de terhis edilir. Hasan Ali Yücel Kimdir? Hasan-Âli, askerlik sonrası öğretimini Darülfünün’da tamamlama imkanı bulur. Liselerin son sınıfında okurken askere alınan gençlere böyle bir imkan tanınmıştır çünkü, îlkin Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırır. Bir yandan da İfnam gazetesinde çalışır. Türk Sesi gazetesinin kurucuları arasında yer alır. Ancak hukuk öğretimini, dersteki yöntemi yüzünden tartıştığı hocası Celalettin Arîf Bey’e kızgınlığı nedeniyle yarıda bırakmak zorunda kalır. Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’ne kaydolur. Artık Cağaloğlundaki Darülmuallimîn-i Aliye (Yüksek Öğretmen Okulu)’nin öğrencisi durumundadır. Bu dönemde, Hasan-Âli; Y.Kemal, A.Hamdi Tanpınar gibi şairlerle ikbal Kıraathanesi’ne gidip gelmeye başlar, İstiklal Savaşı’nın zor günleri yaşanmaktadır. Ortalıkta İnönü Savaşlarına ilişkin haberler vardır. Hasan-Âli, gazetesinde özellikle bu savaşlara ilişkin haberler verir; bunları söz konuşu kıraathaneye de ulaştırarak dostlarını bilgilendirir. Ayrıca, ulusal protesto hareketlerine, örneğin bunların ilki ve en büyüğü 23 Mayıs 1919’da düzenlenen Sultanahmet Mitinglerine katılır. Kendisini Edebiyat Fakültesi çevresinde oluşan düşünce tartışmaları içinde bulur. Mustafa Şekip (Tunç), İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) ve Mehmet Emin (Erişirgil)’in H.Bergson merkezli denebilecek tartışmalarını izler. Bu tartışmalarda sık sık A.Schopenhauer, J.Stuart Mili, H.Spencer, WJames gibi düşünürlerin fikirleri de ele alınmaktadır. Hasan-Âli, bu ve benzeri düşünürlerin fikirlerini kendi eserlerinden okuyamamanın sıkıntısını duyar (Bakanlığı döneminde, Tercüme hareketini başlatışmda bu deneyiminin rolü olmuştur.) Hasan-Âli’nin üzerinde etkisi olan hocalar arasında, Kuvay-ı Millî ye hareketini Akşam gazetesindeki yazılarıyla desteklemiş olan Necmettin Sadık (Sadak)’ın özel bir yeri olduğu söylenebilir. O’nu günlük gazetelerde yazı yazmaya özendiren, örneğin Akşam gazetesinde “Pazartesi Konuşmaları” başlığı altında köşe yazıları yazmaya yönelten Necmettin Sadık’tır. Hasan-Âli, Darülmuallimîn-İ Aliye’den “Ruh ve Beden” üzerine yaptığı tez niteliğindeki otuz sayfalık bir çalışmasıyla 1921’de mezun olur. Hasan Ali Yücel Kimdir? 2-1 İzmir Yılları Hasan-Âli, öğretimini bitirir bitirmez öğretmen olarak tayin edilemez, bu yüzden özel bir okulda bir süre ücretli ders vermek zorunda kalır. 1921 yılının sonunda, bazı hocalarının desteğiyle Edebiyat Fakültesi’nde öğrenci disiplinini sağlamak amacıyla oluşturulmuş inzibat memurluğuna atanır. Yaşı 25’tir; askerlik döneminden arkadaşı olan Necati (Tansel)’in kızkardeşi Refika Hanımla evlenir. Kısa bir süre sonra, İzmir Erkek Muallim Mektebi’ne Türkçe ve Edebiyat Öğretmeni olarak atanır. Kent, Yunan işgali ve zulmünün izleriyle doludur. Kötü koşullarda, 19 Aralık 1922’de öğretmenliğe başlar. Eşi İstanbul’dan İzmir’e gelir. Bir grup meslektaşıyla Muallimler Birliği ve Türk Ocağını kurar. Hasan-Âli, Mustafa Kemal ile İlk kez burada karşılaşır (2 Şubat 1923). Halkla yaptığı bir toplantıda, söz alarak Mustafa Kemal’e “mekteplerin yanında medreselerin devam edip etmeyeceği’ni sorar. Mustafa Kemal, kendisine, ilke olarak “eğitim birliği” ve “karma uygulama”dan söz ederek cevap verir. O’nun buradaki öğretmenliği uzun sürmez, işini bırakarak hamile eşiyle beraber İstanbul’a gelir. 2-2 İstanbul Yılları Bu yıllar, Laleli’de Kitapçı Ahmet Halil’in evinde kiracılıkla başlar. Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nde, alanıyla ilgisiz bir işte iki ay kadar çalışmak zorunda kalır. 1924’de yeniden mesleğine döner; ilkin Kuleli Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapar, ardından İstanbul Erkek Lisesi’ne felsefe öğretmeni olarak atanır. Sonraki ders yılında, varolan görevine ek olarak edebiyat derslerine de girmeye başlar. 1926’dan itibaren İstanbul Erkek Lisesi’nde felsefe ve içtimaiyat (Sosyoloji) öğretmenliği ile Galatasaray Lisesi malumat-ı vataniye öğretmenliği yapar. 1927’de sona eren öğretmenlik yıllarında, “Felsefe Elifbası”, “Süri ve Tatbikî Mantık”, Hıfzı Tevfik ve Hamamizade İhsan ile birlikte yazdığı “Türk Edebiyatı Numuneleri” adlı eserlerini yayınlayarak ilgililerin dikkatlerine sunar. 1926 yılında da Can ile Canan adım verdikleri ikizleri doğar. Gülümser adlı üçüncü çocukları 1936 doğumludur. Hasan Ali Yücel Kimdir?
Tumblr media
2-3 Müfettişliğe Atanışı 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasasının sonucu olarak, öğretim kurumlarının hepsi Maarif Vekaleti’ne bağlanmış, bu çerçevede, Mustafa Necati döneminde (1926’da) Maarif Emirlikleri kurulmuş ve ülke Mıntıkalara ayrılmıştır. 1927 başında, Hasan-Âli, Reşat Şemsettin (Sirer) ile birlikte “Mıntıka Müfettişleri” unvanıyla İstanbul Maarif Emirliğine verilirler. Hasan Ali Yücel Kimdir? Müfettişlik döneminde, Hasan-Âli, öncelikle “yazı ve dil sorunları” üzerine yoğunlaşır. T.Fikret’in batılılaşma (modernleşme) doğrultusundaki düşüncelerine ilgi duyar. O’nun “Tarihi Kadim-Doksan Beşe Doğru” adlı şiir kitabını latin harfleriyle yayınlamasının altında bu ilgi (ve hayranlık) yatmaktadır(Latin harfleriyle basılan ilk eserdir bu kitap). Hasan-Âli, 1929 sonunda İkinci Sınıf Maarif Müfettiş Umumiliğine yükselir. Maarif Emirlikleri kaldırılınca Maarif Vekaleti Teftiş Kurulu Üyesi olur. 1930’da Maarif Vekili Cemal Hüsnü (Toray), kendisini araştırma ve inceleme göreviyle Paris’e gönderir. Bu dönem, Hasan-Âli’nin “batı uygarlığıyla ilk kez karşılaşması” açısından önemlidir. Bu süre içerisinde, öğretim kurumlarını inceler ve Fransız kültürü üzerine araştırmalar yapar. Oradaki Türk öğrencilerin denetimiyle görevli müfettiş Salih Zeki ile beraber Londra’ya iki haftalık bir teftiş gezisinde bulunur. Salih Zeki geri çağrılınca müfettişlik görevi Hasan-Âli’ye verilir. Bu arada Fransızcasını geliştirmeye çalışır, opera ve tiyatro sanatlarıyla ilgilenir. 1930’un sonunda, geniş bir inceleme ve araştırma dosyasıyla Türkiye’ye döner. 1936’da bu incelemesini “Fransa’da Kültür İşleri” adıyla yayınlar. 2-4 Mustafa Kemal’le Gezi Demokrasiye geçiş denemesi çerçevesinde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasi’nın kapatılmasından sonra, Mustafa Kemal, ülke boyutunda bir denetleme gezisine çıkmıştır. Her bakanlık, O’na danışmanlık yapacak ve yönergeler çerçevesinde araştırmalarda bulunacak bir müfettiş görevlendirir. Maarif vekaleti de bu görevi 33 yaşındaki genç Hasan-Âli’ye verir. Mustafa Kemal, kendisin; İzmir’den hatırlar. Bu gezinin ilk durağı Kayseri’dir, Burada, Mustafa Kemal, ders dinlemek üzere kentin lisesine davet edilir. Girdikleri sınıfta felsefe dersi yapılmakta ve öğrencilerin önünde yazarı Hasan-Âli olan ders kitabı bulunmaktadır. Mustafa Kemal, hem öğretmenin anlatımını dinler, hem de ders kitabını inceler. Arapça terimler boldur, anlaşılma güçlüğü vardır. Akşam yemeğinde, Mustafa Kemal, Hasan-Âli’ye bu sorunu çözmeyi düşünüp düşünmediğini sorar. Bu görüşmede Hasan-Âli, dilde sadeleşme ve birliğin sağlanmasının kişisel girişimlerle değil, merkezi-kurumsal çalışmalarla oluşturulabileceği düşüncesinde olduğunu söylemiştir. Buna rağmen, bu doğrultudaki kişisel çabalarını sürdürmekten geri durmamıştır. Hasan Ali Yücel Kimdir? 3 Mart 1931’e kadar devam eden bu üç aylık gezi esnasında, Mustafa Kemal’le Hasan-Âli arasında oldukça anlamlı bir diyalog daha gerçekleşir. Mustafa Kemal, bir gün, yanında bulunanlara “Türk milleti ne zaman kendîni kurtulmuş sayabilir?” diye sorar. Yanındakiler doğal olarak görüşlerini bildirirler- Sonra Hasan-Âli söz alır; “Paşam,” der; “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş olur.” Mustafa Kemal, kendisine, “Bu çocuğun ileri attığı, üstünde bizi derin derin düşündürmeye değer bir fikirdir.” diyerek takdirlerim bildirir. 2-5 Türk Dili Tetkik Ccmiyeti’ne Desteği Söz konusuu denetleme gezisinden bir yıl sonra, dil devrimim doğru temeller üzerinde geliştirmek düşüncesiyle, 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur. Cemiyetin başkanı Samih Rifat, sekreteri Ruşen Eşref Günaydın), üyeleri ise Celal Sahir (Erozan) ile Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)’dur. Bu yılın Eylül’ünde, Dolmabahçe Saray’ında ilk Dil Kurultayı toplanır. Türk dilinin sorunları tartışılır, görüşler sunulur, ana program oluşturulur ve Merkez Heyeti seçilir. Kurultaydan sonraki ilk Merkez Heyeti toplantısında alt çalışma kolları oluşturulur. Hasan-Âli, Etimoloji Kolu Başkanlığına getirilir. Hasan-Âli, Güneş-Dil Teorisini gerçekçi bulmadığı için, bu çerçevedeki tartışmalara katılmamıştır. Bu yıl içinde Hasan-Âli yeni eserleriyle gündemdedir. “Mevlana’nın Rubaileri”, “Goethe: Bir Dehanın Romanı”, “Türk Edebiyatı’na Toplu Bakış” adlı kitaplarını yayınlar. Hasan-Âli, Goethe üzerine çalışması Türkçe’de ilk olması nedeniyle, Goethe madalyasıyla ödüllendirilir. Yaşar Nabi (Nayır)’ın dediği gibi, “aklıyla batıda, gönlüyle doğuda bir düşünce adamı” olan Hasan-Âli, 1930’lu yıllarda sanat, edebiyat, felsefe ve bilim üzerine yoğunlaşmış, yazılar yayınlamıştır. 2-6 Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü 1932 yılında, Hasan-Âli, batıdaki benzerleri örnek alınarak kurulan, öğretim üyeleri yurtdışında okumuş kişilerden oluşan Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne müdür olarak atanır. Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, kendisinin hem arkadaşı hem de meslektaşı eğitimci İsmail Hakkı (Tonguç) da öğretim üyesidir. Yakın bir işbirliği içindedirler. Bu dönemde, Hasan-Âli, 1917-1933 yılları arasında yazdığı didaktik şiirlerini “Dönen Ses” adıyla yayınlar. Bu şiirleriyle, çocuk edebiyatına katkıda bulunmuş şairlerden birisi olarak kabul edilir. 2-7 Politik Hayata Geçiş Hasan-Âli, 1933 yılı sonunda Maarif Vekaleti Orta Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne atanır. Bu dönemde, üniversiteye geçişteki önemi nedeniyle liselerde reform düşüncesi üzerine yoğunlaşır. Bu çerçevedeki araştırmaları ve düşüncelerini “Türkiye’de Orta Öğretim” adlı eseriyle ortaya koymayı dener. Genel Müdürlüğü döneminde, bir gün, Bakan Hikmet (Bayur)” mevzuata aykırı bir ricada bulunur; tartışırlar. Bunun üzerine, maddî bir güvencesi olmamasına rağmen istifa eder. Ancak Bakanın özür dilemesiyle görevine döner. Bu arada seçim tarihi yaklaşmaktadır. 1934’te Cumhuriyet Halk Partisi’ne dilekçe vererek “Milletvekili adayı olarak önerilmesi”ni sağlar; İzmir Milletvekili olarak Meclise girer. O’nun, özellikle 1935-37 yılları arasında yayınladığı yazıları hem eğitim ve kültür alanındaki yoğun ilgisinin belgesi, hem de Maarif Vekilliği’ne hazırlandığının göstergesi niteliğindedir. Hasan Ali Yücel Kimdir?
Tumblr media
3- HASAN-ALÎ YÜCEL’ÎN MAARİF VEKİLLİĞİ 3-1 Bakan Oluşu Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk ölmüş, Na’a’şını Büyük Millet Meclisi adına taşıyacak grup kur’a çekilerek oluşturulacaktır. Hasan-Âli Yücel, seçilen 12 Milletvekili arasındadır. Sevgiyle bağlı olduğu Atatürk’e karşı son görevini yerine getirir. 11 Kasım 1938’de İnönü Cumhurbaşkanı seçilir. 28 Aralık 1938’de, Hasan-Âli Yücel, 41 yaşında, iken istifa eden Saffet Arıkan’ın yerine, Celal Bayar kabinesinde Maarif Vekili olur. Özellikle Cumhurbaşkanı l.İnönü’nün desteğiyle, yakın çalışma ve dost grubunun katılımıyla büyük bir reform hareketi başlatır ve gerçekleştirir. Ülkemizin bugüne gelişinde, O’nun dönemindeki bu reformların yadsınamaz bir işlevi olduğu açıktır. 3-2 Reformlar 3-2.1 Kongre ve Şuralar Hasan-Alİ Yücel, l ve 2 Mayıs 1939 tarihlerinde, On Yılhk Neşriyat Sergisi ve Birinci Türk Neşriyat Kongresi’ni açar, Yazarlar, yayıncılar, eğitimciler, araştırmacılar, sanatkarlar, milletvekilleri, bakanlık görevlilerinden oluşan kongre, çeşitli alt gruplara aynlarak sorunlar ve öneriler üzerinde çalışır. 17 Temmuz 1939’da da bilim adamları, eğitimciler, yazarlar ve sanatçıların katıldığı, eğitim sisteminin ilkelerini ve okul programlarını belirlemek amacıyla Birinci Maarif Şürası toplanır. Böylece mill�� eğitimde çok önemli bir yeri olan bir gelenek başlatılır. 15-21 Şubat 1943 tarihlerinde de -yine Yücel’in başkanlığında- İkinci Maarif Şurası okullarda ahlak terbiyesinin geliştirilmesi gündemiyle açılır. Aynı yılın Ocak ayında Bakanlık’la öğretmenler arasında iletişimi sağlamak için Tebliğler Dergisi, Şubat’ında da İlköğretim Dergisi yayınlanır. 3-2.2 Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi 1930’lu yıllar içinde, güzel sanatlar alanında çeşitli adımlar atılmış; ulusal değerlerin oluşturulması ve geliştirilmesi doğrultusunda oldukça büyük mesafe alınmıştır. 31 Ekim 1939’da, Hasan-Alİ Yücel, söz konusu adımların sonucu olarak Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ni açar. Her yıl 31 Ekimde bir kere düzenlenen bu sergi Ankara’da kurulur ve bir ay devam eder. Sergiye, 1939’dan itibaren Maarif Vekilliği’nin yılda üç sayı yayınladığı Güzel Sanatlar Dergisinde yer verilir. Bu dergi, Türkiye’de renkli röprodüksiyonlan ilk kez vermesînden dolayı oldukça önemli bir işlev görmüştür. Günümüzde, resmi kurumlarda ve bankalarda bulunan zengin tablo ve resim kolleksiyonlarının büyük kısmının bu sergiye katılmış eserlerden oluştuğu düşünülürse, önemi daha İyi anlaşılır. 3-2.3 Basılı Yayınlar 3-2.3.1 Tercüme Bürosu Hasan-Âli Yücel, Birinci Neşriyat Kongresi’nde dünyayı, özellikle batıyı tanımak zorunluluğunun altını çizmiş, “bu zorunluluk, bizi geniş bir tercüme seferberliğine davet ediyor,” demiştir. Bu düşünceyle kurulan Tercüme Heyeti, ilk toplantısını 28 Şubat 1940’ta, Ankara’da yapar. Heyet, Dr. Adnan Adivar başkanlığında dört toplantı yapmış ve bir Daimî Büro” oluşturmuştur. Nurullah Ataç’ın yönettiği Büro’nun üyeleri arasında Saffet Pala, Sabahattin Eyüboglu, Sabahattin Ali, Bedrettin Tuncel, Enver Ziya Karal ve Nusret Hızır vardır. Kuruluşundan kısa bir süre sonra hızla çalışmalar başlar; 1946 sonunda, dünya edebiyatı klasiklerinden 496 eser Türkçeye çevrilir. Bu eserlerin yanında, özellikle felsefe ders kitabı sıkıntısı nedeniyle önemli kimi filozofların kitapları Türkçe’ye kazandınlır. 19 Mayıs 1940 yılmdan itibaren iki ayda bir Tercüme Dergisi yayınlanır. 3-2.3.2 Ansiklopedi ve Dergiler Maarif Vekaleti, Leiden’de İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nin çevirisini kararlaştırarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni görevlendirir. 13 Ciltlik bu ansiklopedi 1988’de tamamlanmıştır. Daha sonra adı Türk Ansiklopedisi olarak değiştirilen ve İlk resmî ve telif Türkçe ansiklopedi olan İnönü Ansiklopedisi’nin ön çalışmaları başlatılır. Bu ansiklopedi 33 cilt halinde -yıllar içinde- ancak tamamlanabilmiştir. Hasan Ali Yücel Kimdir? Ayrıca, 1943-54 yılları arasında da Celal Esat Arseven’in hazırladığı 5 ciltlik Sanat Ansiklopedisi yayınlanmıştır. 1939’dan itibaren İlköğretim 1939, Maarif Vekilliği Tebliğler Dergisi 1939, Teknik Öğretim 1940, Tercüme Dergisi 1940, Tarih Vesikaları 1941, Kadın-Ev 1943 ve Köy Enstitüleri 1945 gibi dergilerin çıkarıldığı görülür. 3-2.4 Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri yasası çıkarılarak Köy Enstitüleri kurulmaya başlanır. 1942-43 öğretim yılında, bu okullara öğretmen, yönetici, gezici başöğretmen, ilköğretim müfettişi ve kesim müfettişi yetiştirmek için, Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde Yüksek Köy Enstitüsü kurulur. Sayıları zamanla 21’i bulan Köy Enstitüleri, 1944’ten sonra yılda ortalama 2000 öğretmen yetiştirmiştir. Ne var ki, 1946’da bu öğretim kurumları -tartışma konusu olmaları nedeniyle kapatılmıştır. 3-2.5 Ankara Devlet Konservatuvarı Ankara Cebeci Semtinde, 1924’te Musîki Muallim Mektebi kurulmuştur. Sonra, Mustafa Kemal, müzik eğitimi alanında da reformlar istediğini belirtir. Niliayet, bir takım ön hazırlıklar yapılır; 20 Mayıs 1940’ta Devlet Konservatuvarının kuruluş yasası çıkarılır. Başlangıçta müzik ve temsil kolundan oluşan bu konservatuvarın ülkemiz sanat hayatında büyük etkisi olmuştur. Ayrıca, konservatuvar île Tercüme Bürosu arasında ilişki sağlanmış; çeviriler yoluyla Türk tiyatro yazarları ve oyuncuları için örnekler sunulmuştur. Günümüzün Senfoni Orkestraları, Devlet Tiyatroları ve Operaları (hatta bazı özel tiyatrolar) bu kaynaktan beslenerek oluşmuştur. 3-2.6 Dude Yenileşme Hasan-Âli Yücel, 1940-41 yıllarında, dilin Türkçeleştirilmesi ve bütün bilim dallarmın ifade aracı haline gelebilmesi doğrultusundaki çalışmalara ağırlık verir, ilkin, 6 Haziran 1941’de Birinci Coğrafya Kongresi’ni toplar. Sonra Gramer Komisyonu’nu toplantıya çağırır. Read the full article
0 notes
edebiyatsoylesileri · 3 years
Text
Suat Derviş / Unutulmaya direnen kadın
Tumblr media
Mücadelesine katıldığı işçi sınıfı da, mücadelenin teorisyenleri de kabullenmeyecekti onu. İşçiler için bir küçük burjuvaydı, teorisyenler içinse bir koket. Sonunda başaracaklardı da. Kimseler bilmeyecekti ismini, romanlarını ve çevirilerini. Feriköy Mezarlığı'nda, kırk birinci adada, bir çeyrek metrekarelik taşa sığdırılacaktı ona ait her şey.
Efendim' diye başlıyordu dört eylül bin dokuz yüz altmış sekiz tarihli mektup, daha doğrusu pusula. Bir film şirketi sahibine yazılmıştı, Fosforlu Cevriye senaryosundan kalan alacak, yüz elli lira isteniyordu. "Bu kadar küçük bir para için sizi hiçbir zaman rahatsız etmek istemezdim" deniliyordu, "Fakat yirmi gün evvel kocamı kaybettim. Bu kadar gülünç bir paraya ihtiyacım var". Pusulayı getirene bu paranın tamamı ya da bir kısmı verilmeli, geri kalanın ne zaman ödeneceği bildirilmeliydi. "Şimdi içinde bulunduğum perişanlığım geçer geçmez" diye eklenmişti, "Yeniden beraber iş yapma imkânlarını aramak için sizi göreceğim."Hangi film şirketine gönderilmiş, yazılırken neler hissedilmiş bilinmiyordu ama, Suat Derviş'e aitti bu pusula. Altında, onun imzası vardı. İstenilen para verildi mi ya da ne kadarı iletildi? Bu da bilinmiyordu. Ama, bir köşkte doğup, mürebbiyelerle büyüyen, Berlin Konservatuarı'nda müzik eğitimi alan, birkaç dil bilen, aristokrat kültürünü ileri yaşlarında savunduğu sosyalizmin yaşama biçiminde dahi koruyan, başına buyruk, bir o kadar da gururlu Suat Derviş için hiç de kolay olmamalıydı bu satırları yazmak. Üstelik de yaşamının son yıllarında...Babıâli'ye emeğin karşılığını öğreten oydu. Parasını almadan hiçbir gazeteye, dergiye yazmayacaktı. Fransızcaya çevrilen ilk Türk romanı ona, Suat Derviş'e aitti. Yaşama biçimi ve yaptıklarıyla döneminin ilerici, başarılı, renkli kadınlarından biriydi. Saracoğlu hükümeti, yabancı bir konuk geldi mi, onu çağırırdı teşrifat için. Yabancılar, Türk kadınlarının nasıl olduğunu onunla öğrenmeliydi. Bir yıldızdı kısacası. Ta ki, Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner'le evleninceye kadar. Bir de aynı düşünceleri paylaşıp bunu dile getirmişti ki, siyasi iktidarın işte buna tahammülü yoktu. Bundan sonra tutuklamalarla, sürgünlerle, cezaevleriyle tanışacaktı. Yoksulluk ve işsizlikle de.Onu aydınlıktan gölgeye taşıyan sadece siyasi iktidar da olmayacaktı. Hem mücadelesine katıldığı işçi sınıfı hem de mücadelenin teorisyenleri, kabullenmeyecekti Suat Derviş'i. İşçiler için bir küçük burjuvaydı, teorisyenler içinse bir koket. Sonunda başaracaklardı da. Kimseler bilmeyecekti ismini, romanlarını ve çevirilerini. Feriköy Mezarlığı'nda, kırk birinci adada, bir çeyrek metrekarelik taşa sığdırılacaktı ona ait her şey, "Suat Derviş. Doğum 1905 - Ölüm 1972."
Annesi de, babası da aristokrat ailelere mensuptu
On ağustosu, on bir ağustosa bağlayan geceydi. Küçük Çamlıca'da, eski bir Bizans manastırı üzerine inşa edilmiş köşkün üst katındaki odalardan birinde, genç bir adam odaya doluşmuş kadınlara emirler yağdırıyordu, "Suyu ısıtın", "Bezleri hazırlayın". Sancısını kesik çığlıklarla hafifletmeye çalışan kadın, adamın telaşlı hareketlerini izliyor, "Keşke bu kadar heyecanlanmasa" diye düşünüyordu. Doğum başlamıştı. Sultan Abdülaziz'in mabeyincilerinden Kamil Bey'le, yine bir saraylı olan Perensaz Hanım'ın kızı Hesna, sakindi. Hamiyet'in doğumundan biliyordu ki, her şey yolunda gidecek. Üstelik, bütün heyecanına karşılık kocası yaptıracaktı doğumu.İsmail Derviş Bey, Tıp Fakültesi'nde jinekoloji profesörüydü. O da bir paşazade, kimyager Müşir Derviş Paşa'nın oğluydu. Annesi ise Prenses Zeynep'in cariyelerinden, baş balerin Şevkidil Hanım'dı. Zeynep Hanım'ın verdiği bir ziyafette Şevkidil Hanım'ı dans ederken görmüştü Derviş Paşa. Zeynep Hanım'ın kocasından, bu cariyenin kendisine verilmesini rica etmişti. Nikahlı karısından ve iki odalığından on dört çocuğu vardı ama, şimdi Şevkidil Hanım'a vurulmuştu. Önce azat etmiş sonra da nikahlanmıştı kendisine armağan edilen Şevkidil Hanım'la. Dört çocuk da o doğurmuştu Derviş Paşa'ya. İsmail Derviş Bey, dördüncüsüydü ve Şevkidil Hanım, onu doğurduktan sonra kan kaybından ölmüştü. Belki de bu yüzden çocuğu kucağına alıp Hesna Hanım'ın, dingin yüzüne bakıncaya kadar telaşını yitirmedi İsmail Derviş Bey.
Hayatın başladığı yerde
Bu çocuk da kızdı. Hesna Hanım'la evlendiklerinin hemen ertesinde de bir kız çocuğunu, Nesrin'i evlat edinmişlerdi. Nesrin, daha sonraları, on yedisine geldiğinde ünlü bir pilota âşık olacaktı. Sevgilisinin evli olduğunu öğrenince bir genç kız romantizmi içinde, ölümü yeğleyecek, intihar edecekti. Yeni doğanın ismi, çok önceden kararlaştırılmıştı. Üç kez henüz kanı kurumamış kulağına fısıldandı, "Saadet, Saadet, Saadet".Mutlu bir çocuk olacaktı o. Kendisine saray terbiyesi gereği "Cicianne" dedirten Perensaz Hanım, "Cicibaba" Kamil Bey, ablası Hamiyet, mürebbiyesi Matmazel Ner, annesi, babası, Saadet'i, kanatları altında tutacaklardı hep. O korkmayacak, incinmeyecekti.Üç yaşına geldiğinde, sokaklardan odasına sızan, "Yaşasın hürriyet" çığlıklarını duyacaktı Saadet. Kalabalık, evlerinin önünde birikip, "Doktor, doktor gel, konuş..." diye babasını çağıracaktı. Sonra aralarında annesinin de bulunduğu bir çatana dolusu kadın yerleşecekti anılarına. Çatana, bir sarayın iskelesine demirleyecekti. Kadınlar, Sultan Abdülhamit'in kızlarından Zekiye Sultan'dan para isteyeceklerdi. Namık Kemal'in, "Vatan yahut Silistre" piyesinin sahnelenmesinde kullanılacaktı o para. Bu kadınlar kim miydi? İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde salt bu piyes sahnelensin diye kurulan kadınlar komitesinin üyeleri...
'Paşa Saadet'in öyküsü
Bir sabah, annesinin odasına çağırıp, bir bebek gösterdiler Saadet'e. "Kardeşin" dediler, "İsmi Feridun. Artık, sen de abla oldun." Abla olmak? Birden büyüyüvermişti işte. Sevinçle bahçeye koştu. O, kendisini gördüğünde, her zaman ayağa kalkan, "Paşam" diye tekmil ve selam veren Kadir Çavuş, ayak ayak üstüne atmış, bir iskemlede oturuyordu. Onu görmesine rağmen, yerinden kımıldamamış, selam da vermemişti. Kızdı Saadet. "Asker" dedi, "kalk, paşana selam ver". Omuzlarını silkti Kadir Çavuş. "Sahici paşa bugün doğdu" diye söylendi, "Burada, artık kız paşalar kalmadı!" Saadet'in kızgınlığı bir öfke krizine dönüştü. Yerden bir taş alıp fırlattı Kadir Çavuş'a. Tekmeledi, ağladı, küstü. Çavuşun bütün gönül alma çabaları boşa gitti. Barışmadı. Yıl, bin dokuz yüz dokuzdu.Uyandığında, kim olduğunu bilmediği bir kadının kolunun altındaydı Saadet. Gözleri, sürekli yer değiştiren onlarca muma alışmaya başlamıştı ki, dayısı Veysi Bey'in sesini duydu, "Hepiniz bu odaya giriniz. Yerlere yüzüstü yatınız, başlarınızı kaldırmayınız. Çocuklar kıpırdamasın". Saadet de yere yatırılmıştı, birisi, kıpırdamasın diye başını yere bastırıyordu. Bir ses duydu, "Saadet, korkma, ben buradayım".  Sonra silah sesleri duyuldu. Kadınların duaları doldurdu odayı. Ne kadar sürmüştü bu silah sesleri? Anımsayacaktı Saadet. Çok sonraları öğrenecekti, o gece, Türk tarihine "31 Mart Vakası" diye geçecek olan gerici ayaklanması yaşanmıştı.
Anılarını "Çocukluğum, meslek hayatım ve çektiklerim" başlığıyla yayımladı
Bütün bunlara karşın mutlu bir çocuktu. Hesna Hanım'la İsmail Derviş Bey'in ilişkilerinin sıcaklığıydı bu mutluluğu veren. İsmail Bey, "Annenizin üstünde ve ondan kıymetli, bu dünyada hiçbir şey yoktur" derdi. Öyleydi de. Hesna Hanım bir yandaydı, dünya bir yanda. Kavga ettiklerini hiç duymamışlardı. İyi ata binen, iyi kürek çeken ve yüzen bir kadındı Hesna Hanım. Hamiyet ve Saadet'i de yanına alıp, kardeşi Şekip Bey'in yalısından, balık tutmak için denize açılırdı. Ağladığı görülmüş şey değildi. Belki de Kafkas soyunun etkisiydi, sıkıntı ve felaket karşısında zaaf göstermezdi. Kızlarına da bunu öğretecekti. Biraz alaturka, biraz da alafranga piyano çalardı Hesna Hanım. Evlenmeden önce hikâyeler de yazardı. Bir yazısını okuyan Cenap Şahabettin beğenmiş ve Servet-i Fünun'da bastırabileceğini söylemişti. Evlenmek üzereydi Hesna Hanım, bu yüzden bu teklifin üzerinde bile durmayacaktı.Bütün bu yaşadıklarını, yıllar sonra, bin dokuz yüz altmış dokuz yılında kaleme alacaktı Saadet. Ama, bütün yazılarında olduğu gibi, Suat Derviş imzasıyla yayımlayacaktı. Daha sonraki yılların anılarını yazmaya ise ya zaman bulamamıştı ya da yazmaktan vazgeçmişti. Anıları, bin dokuz yüz seksen altı yılında Rasih Nuri İleri'nin önsözüyle "Gerçekler Postası"nda yayımlandı. "Çocukluğum, meslek hayatım ve çektiklerim" diye başlık atmıştı. Girişe de, "Anılarımı, daha doğrusu birçoğu müşterek olan anılarımızı, onları yazmamı çok istemiş olan, ama, artık hiçbir zaman okuyamayacak dostum, kardeşim, arkadaşım, Hamiyet ablacığıma armağan ediyorum" diye yazmıştı. Sonraki yaşamı ise sadece dostlarının ya da yaşamının belli sürelerine tanıklık edenlerin; Mihri Belli, Rasih Nuri İleri, Zihni Anadol, Kutber - Turgut Akalın, Hale - Mustafa Lütfü Kıyıcı'nın anılarında yer bulabilecekti. Onlar da birlikte yaşadıkları, gördükleri ve onun anlattıklarıyla ortaya çıkaracaklardı Suat Derviş portresini...
Nâzım Hikmet tarafından keşfedildi
Belki de annesinden geçmişti, çocukluğunda başladı Suat Derviş'te yazma tutkusu. Ama, gizliyor, kimselere göstermiyordu yazdıklarını. Bir gün nasılsa masanın üzerinde unuttu, yazdığı mensur (düzyazı) şiiri. Nâzım Hikmet, hemen hemen her gün görüştükleri komşuları ve arkadaşıydı. Hamiyet'in okuduğu Fransızca şiirleri dinlemeyi seviyordu. Ortaçağdan kalma, pek alışık olunmayan şiirlerdi bunlar. Yırtık pırtık, paçavralar içindeki insanları anlatıyordu. "Hadi" diyordu Hamiyet'e, "şu Legouve'yi oku".Nâzım Hikmet o gün de Dervişlere uğradı. Şiiri gördü. Suat'tan gizli bastırmak için Hesna Hanım'dan izin istedi. O da verdi. Yusuf Ziya Ortaç, o sıralar Alemdar gazetesinin sanat sayfasını yönetiyordu. Nâzım Hikmet'in kendisine getirdiği şiiri beğenip yayımladı. Eline tutuşturulan gazetede kendi yazdığı, "Hezeyan" başlıklı şiiri görünce utandı Suat. Sevincini çocukça kaprislerin, ağlamaların arkasına gizledi. Üstelik, darıldı da Nâzım Hikmet'e, kendisine böyle bir sürpriz yaptığı için. Bu ilk yazısı yayımlandığında on üç - on dört yaşlarındaydı. Yıllar sonra ise, yaşamının son üç yılını birlikte geçirdiği Hale ve Mustafa Lütfü Kıyıcı çiftine, Nâzım Hikmet'in kendisi için şiirler yazdığını söyleyecekti. Üstelik, "Nâzım Hikmet'in diyecekti, "isteyip de elde edemediği tek kadın bendim".İsmail Derviş Bey, özel eğitim aldırdı kızları Hamiyet ve Saadet'e. İkisinin de sesi güzeldi ve müziğe eğilimliydiler. Bu yüzden eğitimleri müzik üzerine sürdürülmeliydi. Almanya'ya gittiler hep birlikte. Hamiyet ve Saadet, Berlin Konservatuarı'nın şan bölümüne girdiler. İkisinin de sonraki yaşamlarını müzik belirlemeyecekti ama şan dersleri sayesinde kurtulacaklardı bir saldırıdan. Bin dokuz yüz kırklı yılların ortaları olmalıydı. Kocası Reşat Fuat Baraner tutuklanmıştı ve siyasi iktidarın baskısı vardı Suat Derviş'in üzerinde. Yine siyasi iktidarın telkinleriyle halktan da ona tepki gösterenler çıkıyordu. Yolda yürürken ya yüzüne tükürüyor ya da küfür ediyorlardı. Bir akşamüstü ablası Hamiyet'le birlikte yürüyüşe çıktılar Talimhane'de. Birkaç erkek peşlerine takıldı, "İşte komünistler bunlar" diyorlardı. Tecavüz etmekti amaçları. İki kardeş, terbiye edilmiş sesleriyle çığlık çığlığa bağırdılar. Saldırganlar da kaçmak zorunda kaldı.
Karanlık dehlizlerden gelen romanlar
Berlin'de Edebiyat Fakültesi'ne de devam etti Suat Derviş. Bir yandan da yazıyordu. Kara Kitap (1920) , Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923), Ahmet Ferdi (1923), Hiçbiri (1923), Behire'nin Talipleri (1923). Sennur Sezer'in, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan "Suat Derviş Yaşadı m��?" başlıklı yazısına göre Refik Ahmet Sevengil için bu romanlar, Türk edebiyatına karanlık ve karışık dehlizlerden geçerek gelmişlerdi. Üstelik, bir korku taşıyorlardı beraberlerinde ve Derviş'te de yeni olan buydu. Türk edebiyatının bir eksiği tamamlanıyordu. Yazılarını beğenip, gazetecilikte zaman harcamasına üzülen Vasfi Mahir Kocatürk ise, "üslupta Halide Edip'ten daha objektif ve daha modern olan bu hikâyeci, derinlik bakımından da pek aşağı kalmıyor" diyordu, "Küçük hikâyede çok muvaffak oluyor. Fakat bu güzel eserlerin sahibi Amerikan usulü gazetecilikten hoşlanıyor galiba".Hikâyeleri Almancaya da çevriliyordu Suat Derviş'in. Bir hikâyesi de bin dokuz yüz yirmi sekiz yılında Ukrayna'da bir dergide, Rusça yayımlanmıştı. Bin dokuz yüz otuz - otuz üç yıllarında Berlin Ullstein kuruluşunda çalıştı. Bu kuruluşun bir günlük gazetesinde, "Sultanın Karısı" romanı tefrika edildi. Beğenildi bu roman, çeşitli dillere çevrildi. Bu arada çeşitli günlük gazetelerde ve dergilerde de yazıyordu.
Profesyonelliğe Babıâli'ye o taşımıştı
Türkiye'ye döndüğünde yıl bin dokuz yüz otuz ikiydi. İsmail Derviş Bey ölmüştü ve artık hayatını kazanmak zorundaydı. Gazeteciliğe başladı. İkdam gazetesine kadın sayfaları hazırladı. Gazetecilik, Türkiye'nin gerçekleriyle karşılaşmasını sağlıyordu. Başka hayatları tanıyordu, aristokrasiden başka sınıfları ve onların yaşamlarını... Profesyonelliği Babıâli'ye o taşımıştı. Para almaksızın hiçbir yayın organına yazı vermiyor, çeviri yapmıyordu.Reşat Fuat Baraner'le evlendiği bin dokuz yüz kırk bir yılına kadar kimilerine göre iki, kimilerine göre de üç, yine evlilikle sonuçlanan, ilişki yaşamıştı. İlk kocası Selami İzzet Sedes, ikincisi ise Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu'ydu. Tepeli Ali Paşa'nın torunuydu Nazif Bey ve kendisiyle aynı sınıftandı. Bu iki ilişki nasıl başlamıştı, neden kısa sürmüştü, kimse bilmiyordu. Mustafa Lütfü Kıyıcı'ya bir üçüncü kişiden, onunla da evlendiğinden söz etmişti. Ankaralı bir kabadayıydı bu. Onunla olan ilişkisini anlatan sözcüklerinde hep bir övgü vardı ama, o da uzun sürmemişti işte.Reşat Fuat Baraner'le tanışması ise büyük olasılık Neriman Hikmet'in imtiyaz sahibi olduğu, bin dokuz yüz kırk ve kırk bir yılları arasında yirmi altı sayı yayımlanan "Yeni Edebiyat Dergisi"ndeki çalışması sırasındaydı. Derginin kapak yazısı Abidin Dino'nundu. İçindeki yazılar ise Ali Rıza Çelik takma adıyla Reşat Fuat Baraner'e, Suat Derviş'e, Zeki Baştımar'a, Naci Sadullah'a, Hüseyin Avni'ye, Hasan İzzettin Dinamo'ya, Sabahattin Ali'ye ve diğer yazarlara aitti. Kısa zaman sonra dergi, resmi sayılmasa da fiili olarak Suat Derviş'in yönetimine geçti. Sık sık sıkıyönetim mahkemesine çağrılıyordu yazılardan dolayı. Ya beraat ediyordu ya da zamanaşımına uğruyordu hakkında açılan davalar.
"Ben rütbesiz bir generalle evliyim"
Üç numara kesik saçları, esmer yüzü, geniş elmacık kemikleri, biçimli burnu, geniş alnı ve kor gibi yanan gözleriyle dikkat çekici bir erkekti Baraner. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın kardeşinin torunuydu. Evlendiler. Ama, bu evlilik önceleri gizlendi. Küllük Kahvesi'nde, Zihni Anadol'un da katıldığı buluşmalardan birinde, "Ne zaman evleneceksin, bu bekârlık daha çok mu sürecek?" diye sorulmuştu. Derviş de o çok bilinen şen şakrak sesiyle önce bir kahkaha atmış, sonra da "Ben bir askerle evliyim, hem de rütbesiz bir generalle" demişti.Suat Derviş, başka gazetelerle birlikte Vatan'da da yazıyordu. Vatan'da bir dizi yazı yayımlanıyordu Amerika'yı anlatan. Amerika'nın işsizler, yoksullar ülkesi olduğunu, on - on iki yaşındaki kızların fuhuşa sürüklendiğini söylüyordu yazarı. Merak etti Suat Derviş, "Mihri Belli'nin Devr-i Alemi" diye yayımlanan yazının yazarıyla, Belli'yle tanışmak istedi. Belli ise onu yıllar öncesinden tanıyordu. Mütareke yıllarıydı ve Belli altı yaşındaydı. Annesiyle birlikte Kuşdili çayırına gitmişlerdi. Annesi, kalabalık içinde genç bir kızı göstermiş, "Bak" demişti, "O, muharrir Suat Derviş Hanım".
Mihri Belli, Reşat Fuat Baraner ve Suat Derviş
Yıllar sonra o muharrir karşısına çıkınca şaşırdı Mihri Belli. Reşat Fuat Baraner'le tanışması da o muharrir sayesinde oldu. Savaş yıllarıydı ve iktidarda da tek parti, Çumhuriyet Halk Partisi, yani Milli Şef vardı. Tek muhalefet, Türkiye Komünist Partisi ise yeraltındaydı. İktidar, zaferden zafere koşan Almanlardan yana bir tutum içindeydi; Belli'nin anlatımıyla, "Alman atına" oynanıyor, "Bir demokrasi şımarıklığı, çapsızlığı" yaşanıyordu. İçerde görülen ise büyük bir sıkıntı ve açlıktı. O güne kadar illegal yayın çıkaran, fabrika kapılarına bildiriler asan TKP, hem savaşın gerçek yüzünü göstermek hem de varlığını daha geniş kesimlere duyurmak için yerüstüne ulaşmanın yollarını aramaya başladı. Bu, olsa olsa legal bir yayın olabilirdi.Bu amaçla bir de komite kuruldu. Mihri Belli, Suat Derviş ve Dr. M. Hulusi Dosdoğru da bu komitenin içindeydi. İlk yayın, ilerici, Kemalist bir yaklaşımla kaleme alınmıştı. "En Büyük Tehlike" başlığını taşıyordu ve Türkiye için en büyük tehlikenin faşizm olduğunu, Kemalist anlayışın hem İtalyan hem de Alman faşizmiyle bağdaşamayacağını vurguluyordu. Yazan ise, Reşat Fuat Baraner'di. İkinci yayın, Kurtuluş Savaşı'ndan o güne ilişkilerin anlatıldığı, "Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?"du. Kolektif bir çalışmadı ama yazarı Suat Derviş'ti. Nasıl başlayacağını bilemiyordu. Mihri Belli de o sıra Baraner'e, bin dokuz yüz otuz altıda, Amerika'ya giderken Paris'te, Atlantik Oteli'nde yaşadığı bir olayı anlatıyordu. Otelin restoranında yemek yerken, genç, uzun boylu bir adam gelmişti masalarına. Belli, "Kimsiniz siz" diye sormuştu. "Ben Sovyetler Birliği diplomatıyım" demişti adam, "Türk olduğunuzu öğrendiğim için geldim masanıza. Bizim için diğer ülkeler bir yanadır, Türkiye bir yana. Bir başka gözle bakarız Türkiye'ye". Konuşmaya kulak misafiri olan Suat Derviş, "İşte bununla başlayacağım yazıya" diye atıldı, "Ama, dip0lomatı kadın yapmalıyım. Yoksa, bana asılıyor sanırlar".
Sorguda sekiz aylık bebeğini düşürdü
TKP'nin legal yayınları bu iki yazıyla sınırlı kaldı. Bin dokuz yüz kırk dört yılında geniş çaplı bir harekât yapıldı komünistlere karşı. Hükümet, bir tek komünisti bile dışarda, sokakta, halkın arasında bırakmamaya kararlıydı. Tutuklandılar. Duruşmada, üzerinde bol bir asker kaputuyla kendilerine yöneltilen iddiaları yanıtladı Reşat Fuat Baraner:"Biz milletimizin harbe girmesini istemedik. Saracoğlu hükümeti sağcı olduğundan sahadan çekilsin dedik, halen de istiyoruz... Toplumsal düzeni devirme konusuna gelince; Türkiye'de toplumsal düzen burjuva bireysel düzendir. Biz Türkiye'de hakiki demokrasi düzenini istiyoruz. Meclis'in, hükümetin yeniden kurulmasını istemek, toplumsal düzeni bozmak demek değildir. Demokrasiyi kökleştirmek demektir..."Baraner, mahkeme heyetine kırk yedi sayfalık savunmasını okuduktan sonra yerine, Suat Derviş'in yanına oturdu. Suat Derviş de tutuklananlar arasındaydı. Sorguda, sekiz aylık bebeğini düşürmüştü ve hâlâ onun hüznü vardı üzerinde. Yüz kırk ikinci maddeden sekiz aya mahkûm oldu. Suçu, Zeki Baştımar'ı kocasının kaldığı eve götürmekti. Rasih Nuri İleri, Derviş'e yöneltilen suçlamaların asılsız olduğunu söylüyordu. Baştımar'ı, Baraner'in evine götüren kardeşi Ruhi Derviş'ti.Zihni Anadol, "Truva Atında İlk Akşam" isimli kitabında bu tutukluluk günlerinin anılarına şöyle değiniyordu:"Çok şık giyinirdi. Zarif kostümü, geniş kenarlı süslü hasır şapkasıyla tüm gözleri hayranlıkla üstüne çekerdi. O zamanın sayılı yazarlarındandı. Gazete patronları onun fikirlerini, toplumcu olduğunu bilmelerine karşı romanlarını tefrika etmek ve röportajlarını yayınlamak için sıraya girerdi... Şimdi Ankara Soğukkuyu hapishanesinin küçücük işkence hücresinin yarı açık kapısından gülerek bakan arkadaşlarımızdan yazar Suat Derviş Hanım işte buydu. Örgüsüne eğilmiş, başını kaçamak kaldırarak bana bakıyor, 'Ne var ne yok? Yeni bir şeyler var mı?' sorularını yöneltiyordu."TKP'nin Ankara teşkilatı kapsamında yargılanan Suat Derviş, mahkeme tutanaklarında yazıları kadar evliliğiyle de suçlanmıştı. Tutanaklarda, "Komünist propagandası yaptığından ötürü hakkında takibat açılmış olan tanınmış ve iki defa mahkûm olmuş bir komünist adamla fikren anlaşarak evlenmiş bulunan bir yazı yazanın, herhangi eli kalem tutanla mukayese edilemeyeceği mahkemece kabul edilmektedir" deniliyordu.
Ve kapılar kapanıyor
Salıverildiğinde dışarda onu bekleyen işler vardı. Bin dokuz yüz kırk altı yılında Cemiyetler Kanunu değiştirilmiş, sınıf esası üzerine de parti kurulmasına izin verilmişti. Dr. Şefik Hüsnü başkanlığındaki Türkiye Sosyalist İçi Köylü Partisi işte bu izin üzerine kuruldu. Bu yeni partinin tüzüğünü cezaevindeki komünistlere ulaştıran da Suat Derviş'ti.Ellili yıllara gelindiğinde iktidarda olan artık Demokrat Parti'ydi. Bütün iktidarlar gibi onların da tahammülü yoktu komünistlere. Bin dokuz yüz elli bir yılında Demokrat Parti, büyük bir komünist tevkifatı başlattı. Suat Derviş yine gözaltına alındı. Bu kez daha da kısa sürdü tutukluluğu ama, Baraner, davanın baş sanığıydı.Tüm bu olup bitenlere karşın toplum suskundu, Babıâli de. Üstelik artık Suat Derviş'e iş de vermiyorlardı. Ne bir dergi basıyordu yazılarını ne de bir gazete. Çevirileri bile geri gönderiliyordu. Takma isimlerle yazmaya başladı. Sadece kişisel ve mesleki dürüstlükleri yüzünden gerçek ismiyle yazılarını yayımlayanlar da vardı, örneğin çocukluk arkadaşı Ethem İzzet Benice. Ama, o kadar azdılar ki... Radyo skeçleri, sahne piyesleri yazıyordu ama bunları da kendi imzasıyla oynatamıyordu. Yıllar sonra, kendisiyle bir röportaj yapan Zihni Anadol'a "Bazı dostlarım benden bu piyesleri satın aldılar. Radyoda kendi imzalarıyla oynadılar. Piyes yazarları arasında ilk piyesini yazmış olduğum bile vardır zannediyorum. Kendisi bilir" diyecekti, "Çocuklara yazdığım dev masallarında imzamın bulunmasını engelleyenler ekmek paramı kazanmamı ve ismimi en verimli çağımda memleketimdeki okuyucularıma duyurmama mani olanlar, şimdi benim bin bir takma ismimin peşine düşsünler".Bütün bu tutumun altında Derviş'in devrimci, toplumcu ve sosyal adaletten yana olması vardı. Bu uğurda polis tatbikatına uğrayan, karakollarda sürünen altı yüz erkek arasında tek kadın yazardı. Üstelik, Ankara Caddesi'nde bir binada çalışmalarına başlayan Basın Sendikası'nı kuran beş gazeteciden biri ve başkanıydı. Bu koşullara bin dokuz yüz elli üç yılına kadar dayanabildi. Dava sürüyordu, sonunda yeniden tutuklanması olasılığı da vardı. Paris'e, kız kardeşi Hamiyet'in yanına gitti. Önce bir Almanla, bir binbaşıyla evlenmişti Hamiyet. Kısa sürmüştü bu ilişki. İkinci evliliğini, Danimarkalı bir işadamıyla yapmıştı. Kız kardeşini, hiç tereddütsüz koruması altına aldı.
Ankara Mahpusu on sekiz dile çevrildi
Yazmayı sürdürdü Suat Derviş. Hamiyet'in çevireceği ve Fransızcada ilk Türk romanı sayılacak olan Ankara Mahpusu'nu, Fosforlu Cevriye'yi yazdı. Büyük beğeni topladı Ankara Mahpusu, on sekiz dile çevrildi. Fransızca baskısına önsöz yazan Janine Bouırssounouse, "Bu kitabı okurken biz sık sık Gorki'yi, zaman zaman Steinbeck'i, bir Caudwell yahut bir Vittorini'yi düşünüyoruz; kitap bize, Binbir Gece Masalları'nı hatırlatmıyor" diye yazmıştı: "Duygu itibarıyla büyük Rus edebiyatına çok yakın olan Suat Derviş hep bu saydıklarımız gibi kahramanlarına yanaşıyor, onları tetkik ediyor, onların düşüncelerini özlü ve büyük bir doğrulukla veriyor". Le Monde'de, Coiplet'in yorumu ise, "Bu kitapta bir tesir aranırsa Gorki'nin tesiri bulunabilir" olmuştu, "Çünkü bu roman aynı sadelikle yazılmıştır".Hamiyet yanındaydı ama, gönüllü de olsa Paris'te sürgündü Suat Derviş. Çoğu zaman çocukluk anılarını yineliyorlardı; anneleri Hesna Hanım'ı, babaları İsmail Derviş Bey'i, Nâzım Hikmet'i, Matmazel Ner'i, Çamlıca'daki, doğdukları o köşkü. Bir türkü söylüyorlardı sık sık. Hem söylüyor hem de ağlıyorlardı: Nerde benim kekik kokan dağlarım / Gurbet elde hasret çeker, ağlarım...
Baraner'in oğlu Klaus'un peşinde
Reşat Fuat Baraner hâlâ cezaevindeydi. Bu kez gönderildikleri cezaevi Adana'daydı. Sevk haberi dış basında da yer almıştı. Birkaç ay sonra Almanya'dan bir mektup geldi Baraner'e. Gönderen oğlu Klaus'du, kendisinin seslenişiyle "Kılavuz". Mektubu sevinç içinde koğuş arkadaşlarına gösterdi. Turgut Akalın'ın da aralarında bulunduğu bir grup arkadaşına, Greta'nın ve oğlunun öyküsünü anlattı...Sovyetler Birliği'nde kaldığı bin dokuz yüz otuzlu yılların ortalarına doğru tanımıştı Alman Greta'yı. O da komünizme inanıyordu ve bilgisini, örgütlenme yöntemlerini geliştirmek için bu ülkeye gelmişti. Aynı okulda, Lenin Enstitüsü'ndeydiler. Aşıktılar birbirlerine. Bir de çocukları oldu. İkinci Dünya Savaşı başlamak üzereydi. Komintern, bir karar aldı. Bütün öğrenciler kendi ülkelerine dönecek, faşizme karşı halkı örgütlemeyi üstlenecekti. Baraner, İstanbul'a döndü, Greta ise bir yaşına henüz girmiş Klaus'la birlikte Almanya'ya gitti. Bir süre sonra Greta'nın Naziler tarafından öldürüldüğünü öğrendi. Klaus'tan ise o güne kadar bir haber alamamıştı...Suat Derviş'e yazdı olanları, Klaus'un Almanya'daki adresini de verdi. Derviş, Almanya'ya gidip, görüştü Klaus'la. Ona babasının bir fotoğrafını verdi, onun fotoğraflarını çekip Baraner'e gönderdi. Mektuplarla da olsa, Baraner ölünceye kadar sürdü baba oğulun ilişkisi.
Evimin efendisi benim
Bin dokuz yüz altmış üç yılında çıktı cezaevinden Reşat Fuat Baraner. Birkaç ay sonra da Suat Derviş, İstanbul'a döndü. Baraner, onun geleceği haberini alınca çocuk gibi sevinmişti. Partili bir marangoza birkaç parça eşya ısmarlamış, oturulabilecek bir ev kurmuş, bir de çeviri bürosu açmıştı.Suat Derviş döndükten birkaç hafta sonraydı. Rasih Nuri İleri, karısı Bedia İleri'ye, "Gel hadi, Reşat Abilere gidelim" dedi. Tam evden çıkmak üzereydiler ki, bir arkadaşları, Sevinç Özgüner geldi ziyaretlerine. Baranerler'e gideceklerini öğrenince Rasih Nuri İleri'ye "Sen gidebilirsin ama" dedi Özgüner, "Bedia'yı götüremezsin. Suat kadınları sevmez, evine de sokmaz." Şaşırdılar ama yine de gittiler. Bedia İleri biraz tedirgindi. İyi karşılandılar, sarılıp öpüştüler. Sonraları, İleri, Suat Derviş'e sorduğunda, öğrenildi işin aslı. Baraner cezaevinden çıktığında genç kuşak, Gençlik Birliği'nin üyeleri etrafını sarmıştı. Sık sık evine uğruyor, ortalığa, kendilerince bir çekidüzen veriyorlardı. Suat Derviş dönüp yeni bir ev açtıklarında aynı şeyi yapmaya, evi idare etmeye kalkışmışlardı. O ise "Evimin efendisi benim" demişti, "Burada ukalalık yapamazsınız. Reşat Abinizi de bu kadar çok seviyorsanız, gider iş yerinde görürsünüz". Gençler de kendi densizliklerini görmezden gelip, kadınların genel tutumu diye değerlendirmişlerdi. Misafirperverdi Suat Derviş ama, kendi kuralları vardı. Kimsenin asla çiğneyemeyeceği kurallardı bunlar...  Döndüğünde ablası Hamiyet de yanındaydı Suat Derviş'in. Sürekli kardeşiyle birlikte olması, yaşamını neredeyse ona adaması kocasıyla ilişkilerini bozmuştu. İstanbul'da da birlikte oturuyorlardı. Nazlı bir kadındı, dişilik yönü ağır basıyordu. Önüne ne konulsa yemediği gibi, sürekli mevsim dışı şeyler istiyordu Suat Derviş'ten. Birkaç yıl sonra, adeta açlıktan, kardeşinin kollarında öldü.
Hem aristokrat hem komünist
Çevresindekilerin pek görmeye alışkın olmadığı bir kadındı Suat Derviş. Kültürlüydü, görgülüydü. Sosyalizme inanıyordu ama, aynı zamanda bir aristokrat, bir Osmanlı hanımefendisiydi. Genç nesil komünistler de bu yüzden tahammül edemiyorlardı ona. Bir toplantıda Reşat Fuat Baraner'in eşi diye tanıtıldığında hemen sözü kesiyor, "Ben, yazar Suat Derviş'im" diyordu, "kimsenin karısı olarak yâd edilemem". Dostları arasında bile kocasını eleştirmekten çekinmiyordu. En parasız günlerinde, evde sadece bulgur pilavı pişse de sofra düzenine uyuyordu. Beyaz bir örtü yayıyordu masaya, ya bir çiçek ya da mumla süslüyordu. Mihri Belli'yle Sultanahmet'te buluştukları soğuk bir kış gününde ayakkabısının altı delikti. Ama, birkaç gün sonra Tokatlıyan Oteli'nde çay içecekti. Hale Kıyıcı'yla yürüyüşe çıktıkları bir gün, ceplerindeki son beş lirayla Divan Pastanesi'nde çay içmişlerdi.Reşat Fuat Baraner, bin dokuz yüz altmış sekiz yılında ikinci kez geçirdiği enfarktüsü yenemedi, öldü. Suat Derviş için bir yıkımdu bu. Hâlâ ona âşıktı ve tek bir şeye, onunla daha önce tanışmadığına hayıflanmıştı hep. Ama, kısa sürede toparladı kendini. Türkiye, yine sıcak günlerin içindeydi, bir şeyler yapılmalıydı. İki yıl sonra, bin dokuz yüz yetmişte, Neriman Hikmet, Mediha Özçelik, Necla Özgür, Asiye Aliçin, Fikret Elbe ve diğer arkadaşlarıyla Türkiye Devrimci Kadınlar Birliği'ni kurdu. Şişli'deki evi karargâh gibiydi. Mihri Belli, Deniz Gezmiş'le, Cihan Alptekin'le bu evin arka odasında buluşuyordu. Mustafa Lütfü Kıyıcı ve Mustafa İlker Gürkan da onun evinde yakalanmıştı.Kıyıcı ve Gürkan'la birlikte kendisi de götürülmüştü Birinci Şube Müdürlüğü'ne. Polisler geldiğinde Hale Kıyıcı da evdeydi. İlk çocuğunu doğurmasına birkaç hafta vardı. Suat Derviş, kendi çocuğunu sorguda düşürdüğünü anımsayıp paniğe kapıldı. Camı açıp bağırmaya başladı, "İmdat, hamile bir kadını öldürüyorlar". Bir süre sonra sakinleşti. Hazırlandı, ayna önünde bir kez daha çekidüzen verdi kendine, rujunu sürdü. Şubede kendisini sorguya çeken Şube Müdürü Ilgız Aykutlu tarafından ilk kez nezarete atıldı. Kültür Sarayı'nı yakmakla suçlanıyordu. Kısa sürede salıverildi.
Fosforlu Cevriye, biraz benim
Artık hastaydı. Son günlerinde daha çok içer olmuştu. Birileri geldiğinde içki şişesini etajerin üzerindeki çerçevenin arkasına saklıyordu. Bütün isteği Fosforlu Cevriye'yi tiyatroda sahnelenirken görmekti. Cevriye'yi de en iyi Gülriz Sururi canlandırabilirdi. Bu önemliydi onun için. Bedia İleri'ye bir gün, "Cevriye biraz benim" demişti, "Avrupa'daki yalnızlık hallerime benziyor". Bir başkasına ise Baraner'i cezaevinde ziyarete gittiğinde elinde karanfil ve tütün kesesi olan bir kadın gördüğünü anlatmıştı. İsmini de tam söyleyemiyordu ama aradığı Baraner'di. Sokaklardan geldiği belliydi kadının ama, güzeldi. Fosforlu Cevriye'de de, polisten kaçan bir adamla, ona sığınan, âşık olan bir sokak kadınının öyküsü anlatılıyordu. Engin Cezzar ve Gülriz Sururi'yle anlaştı. Romanı senaryolaştırıyordu ki hastalandı. Hem kalbi hem de yüksek tansiyonu soluk aldırmıyordu artık. Babasından kendisine kalan hakla, Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nde tedavi altına alındı. Çıktığında, son gücünü de harcayarak tamamladı senaryoyu. Ama, sahnelenişini göremedi. Son taşındığı evde, Tünel'deki Suriye Hanı'nda yirmi üç temmuz bin dokuz yüz yetmiş ikide öldü. Cenazesini Feriköy Mezarlığı'na komşuları taşıdı. Arkadaşlarının çoğu yoktu yanında. Kimi ya cezaevindeydi ya da kaçakta. Sonraları komşuları anlattılar, ölürken de mağrur ve sakindi. Yaptığı ve yaşadığı hiçbir şeyden pişman değildi. (Berat Günçıkan / Cumhuriyet Dergi / Sayı 469 / 19 Mart 1995)
14 notes · View notes
belkidebirharfimben · 6 years
Text
Sana iltifat eden seni esir almak ister
“Genelde olduğu gibi, bir kişinin kararlılığı, gücünü kalabalıktan alanların cesaretini kırmaya yetmişti.” Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar
Yazmanın onlarca motivasyon kaynağı içinde yalnız ‘beğenilmeye’ güvenmek, ‘teveccüh-i nas’a müptela olmak, en mantıksız iş. Elbette bu mantıksızlığın ‘mantıksızlık’ olduğunu anlamak için biraz törpülenmeniz gerekiyor. Görmezden gelinmeniz, bekletilmeniz, çeşitli imalarla uğraşmanız, hatta birkaç kez “Herkes de yazar oldu arkadaş!” hitabına maruz kalmanız yararlı oluyor.
Her nedense, her yazan, ilk yazmaya başladığı günlerde enerji kaynağı olarak ‘beğenilme’ veya ‘farkedilme’ arzusunu kullanır. (Ben de dahil.) Halbuki en marazlı başlangıç odur. İnsanı kullanılmaya en müsait kılan, yani ‘hakikati’ değil, ‘teveccüh edileni/edileceği’ söylemeye mecbur eden teveccüh-i nastır. Bediüzzaman’ın teveccüh-i nas ile arasına koyduğu mesafe, yani ondan kaçınmanın gereğine dair söyledikleri, sadece ihlassızlık merkezinde değil bence. Teveccüh tutkusu aynı zamanda fikrin/yazının kalitesini de mahveden birşey.
Şöyle ifade edeyim: Birisi birşeyler karalıyorsa ve bu karaladıklarına özeniyorsa, bu, ‘hakikate duyduğu saygıdan dolayı’ olmalıdır. Kalite bu yüzden aranır. “Allah güzeldir. Güzeli sever” hadisi sırrınca yaptığını güzel yapmak zaten ‘yapmanın’ omzuna yüklediği birşeydir. Sen bu birincil niyetin ardına ikincil bir niyet (ne bileyim ‘insanların beğenisini’ mesela) eklediğinde birincil niyetin gümlemeye başlar. Her yazı bir merkez etrafında şekillenmeye yatkındır çünkü. Etrafında dönebileceğin yalnız bir eksenin vardır. Merkezine kimi alırsan sözlerini o şekillendirir. Ya hakikatin kendisi yahut da teveccüh tutkusu. İkisi de sende kendi perspektiflerinden yeni bir hakikat yorumu inşa ederler.
“Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.”
İnsanların teveccühünün ayrıca bir ‘esir alıcı’ ve bir de ‘tembelleştirici’ yanı vardır. Size düzenli iltifat eden bir okurunuzu düşünün mesela. Ondan aldığınız her iltifatta sevindirik oluyor, bulutların üstüne uçuyorsanız, büyük problem. Zira tattıra tattıra bağımlısı yaptığı şeyi çekip ücret talep etmesi yakındır. İlk isteyeceği şey, korkmayın para değil, söylediğinizi, onun doğru bildiği ile çelişmeyecek bir şekilde ifade etmenizdir. Yani bükülmenizdir. Dilenciliğe hazır olun. Çünkü alışkanlıklarınız dilenciliklerinizin annesidir. Her dilenen de elbet bükülür.
“Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder.”
Tamam, bu ilk evrede, sizden birebir düşündüğü gibi şeyler yazmanızı istemez, ama yazdıklarınızın düşünceleriyle çelişmesini de istemez. (Açıkça çelişmesin en azından.) Bu noktada sizi biraz evriltir kendine doğru. Bağımlılığın ilk alameti hakkın hatırı dışında başka hatırların da ‘âli’ olmaya başlamasıdır. Onu kırmak istemezsiniz. Bazı cümleleri olması gerektiğinden, belki ilk yazdığınız halinden, daha yumuşak söylemeye başlarsınız. Halbuki ilk dersi kaçırmışsınızdır: Hz. Musa aleyhisselam ‘kavl-i leyyin’le söylettiren Allah’tır. Firavun’un iltifatı değildir. Ve Hz. Musa aleyhisselam, kavl-i leyyini bükülmek değil, hakikati, ‘hakikatten soğutacak bir damara basma ile söylememek’ olarak anlamıştır.
İltifatları neden seviyoruz? Eğer yaptığımız şeyin zaten gerçekten ‘becerdiğimiz’ birşey olduğunu düşünüyorsak, iltifatın varlığı veya yokluğu neyi değiştirir? Sanıyorum, iltifata tâbi olma, öncelikle yazarın özgüven eksikliğinin bir neticesi. (En azından kendimde böyle gördüm.) Yani muhtaçsın. Zayıfsın. Yaptığının iyi olduğunu bilmek için bir ikinci kişinin onayını arıyorsun. Yoksa yazdığının iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyorsun. O kadar başındasın bu işin. Acaba? Eğer buysa yalnız, böyleleri, en çabuk yazmayı bırakanlar olur. Çünkü kendileri de kendilerine inanmazlar zaten. Kısa bir ilgisizlik onları bitirmeye yeter.
Yeni yazarların tamamı böyle değil. Bir kategori daha açalım. Zira, ilginç olarak, yazma yolculuğunun en başındaki diğer bir grup insanlar, birileri yazılarımızı beğenmediğinde onlara dil çıkarmaktan ve “Seni kim beğenmiş?” demekten geri kalmıyoruz. (Okusun diye gönderdiğimiz halde.) Demek ki, aslında, yazdıklarımızın güzel olduğuna inanıyoruz. Eh, zaten inanıyoruz ki, yazıyoruz. Peki bu gösterme merakı nedir? En açık ifadesiyle: Zaaftır. İnsanlar beni sevsin, beni övsün, ben harikayım, ben muhteşemim şeysidir bu. Maskeye gerek yok. Yazılarını sağa sola gönderdikçe “Öff! Yapıştı bu da iyice. Her yazısını gönderiyor!” deyip insanların ardından güldüğü; haydi, gülmese bile sıkıldığı genç yazarlar böyle ortaya çıkar. Çünkü beğenilmeye niyet beğenilme ihtimalini öldürür.
“Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucb, riya ve gösterişledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalinölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et.”
Ben, bunun yerine, aynı yollardan geçmiş bir kardeşleri olarak genç yazarlara farklı bir motivasyon kaynağı öneriyorum: İnadına yazmak. Bunun beğenilmekten daha güçlü ve daha yazdırır bir güç olduğunu düşünüyorum. Nasıl? Birincisi; ezberbozan her düşünceniz, bir ezbere iliştiğinden dolayı, zaten ister istemez ‘okunulur’ oluyor. Yani ezberi bozulmasın isteyen, size cevap verebilmek için, okuyor. Ezberinin bozulmasına açık olan ise “Nihayet ezberimi bozacak malzeme ortaya konmuş!” diyerek sizi takip ediyor.
İnsanların, aslında o kadar da ehemmiyeti ve samimiyeti olmayan kuru tasdikini almaktansa, ‘insanları sarsmaya’ ne dersiniz? Okur-yazar ilişkisi anlamında değişen rolleri ise şöyle ifade edebilirim: Onlar sizin sırtınızı sıvazlamasın. Siz onları omuzlarından itin. Sarsılsınlar. Dünyanın kafalarının içindekinden ibaret olmadığını hissetsinler. Bu daha çılgınca ve yazdırır bir motivasyon kaynağı değil mi?
Teveccüh müptelası olursanız, insanlar tarafından beğenilmek istedikçe, beğenilmeyecek ve soğuk düşeceksiniz. Yazınıza iltifat edenler bile muhtemelen hiç okumadan, hatta biraz sorgulasanız yazınızın başlığını bile hatırlamadan “Kalemin güzel!” diyecekler. Açık söyleyeyim: Aldatılıyorsunuz. İdare ediliyorsunuz. Sizi sallıyorlar.
Okurlar, özellikle kendileri de yazar olan okurlar, onları sarsacak ve tahrik edecek şeyler yazmadığınız sürece size dikkat etmezler. Size ihtiyaç duymazlar ki okusunlar! Zaten kendileri yeterince güzel şeyler yazıyorlar. Bir gencin daha yetişmesi falan. Peh! İnanın bana kimsenin umurunda değilsiniz. Her taraf kum gibi yazar kaynıyor ve bu kazandaki hiçbir mısır tanesi diğerinin umurunda değil. (Piyasadaki tecrübelerimden bunu söylüyorum.) Ta ki can yakana kadar. Can yaktığınız zaman “Ne diyor bu?” diye okumaya başlıyorlar. Önce sizi değiştirmeye çalışıyorlar. Kendi reyleri yolunda kullanmayı deniyorlar. Değiştiremezlerse anlamaya başlıyorlar. Ama o bile umurunuzda olmuyor. Çünkü artık aradığınız o değil. Bunu aşıyorsunuz.
Bu yazıyı yazmamın sebebi bana yazılarını gönderen genç arkadaşlardır. Bu arkadaşları anlayamıyorum. Bana yazılarını göndermelerinden sonra, eğer yazdıklarında hata bulursam veya “Şunun altı boş kalıyor” gibi şeyler söylediğimde çok alınıyorlar. Sanki yapmam gereken sadece iltifat etmek. Ve ben bunu farketmiyormuşum gibi oluyor. “Ne yaptın sen? Rezil! İltifat edecektin!”
İnanın bana, bir sonraki maillerinde, üşenmeyip benim yazılarımdaki hataları bana yazanlar bile oldu/oluyor. İyi de ben zaten ne mal olduğumu biliyorum ki. Bunu senin bana söylemene gerek yok. Yazılarını sana gönderen ben değilim. Gönderen sensin. Ben birşey olduğumun iddiasıyla yazmıyorum o yazıları. Sadece kuyuya bir taş atmak istiyorum. Yüz akıllı o taşı çıkarmaya çalışırken bilgi üretsin diye. Bu kadarcık olsam bana yeter. Kuyuya taş atanla, kuyudan taş çıkarmaya çalışanın motivasyonları aynı değildir. Deli iltifatın nasıl esir alıcı birşey olduğunu zaten bilir.
9 notes · View notes
netbilge · 2 years
Text
Cevat Şakir Kabaağaçlı kimdir? Halikarnas balıkçısı kimdir?
Cevat Şakir Kabaağaçlı kimdir? Halikarnas balıkçısı kimdir?
Cevat Şakir Kabaağaçlı kimdir? Halikarnas balıkçısı kimdir? Cevat Şakir Kabaağaçlı veya tanınan adıyla Halikarnas Balıkçısı, Bodrum’a olan aşkı ile tanınan ünlü roman ve hikâye yazarıdır. Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan Halikarnas Balıkçısı, 17 Nisan 1890 tarihinde Giritte dünyaya gelmiştir. Kendine özgü yazma tekniği ve denize olan tutkusu ile muazzam bir edebiyat yaratan Halikarnas…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
edebiyatmuhabiri · 3 years
Text
Sevgi Soysal’la bir yokuşu tırmanmak
Bir edebiyat yokuşu. Böyle tanımlanabilir Atilla Birkiye’nin yeni romanı Sevgi Soysal ile Son Röportaj. Yokuşun rutinindendir nefes nefese kalmak ya da eğimi azaltmak için ‘s’ çizerek tırmanmak. Kimi zaman sonunda hayal kırıklığı vardır, kimi zaman tüm yorgunluğa değen güzellikler. Biriyle beraber tırmanıldığında dayanaktır eşlik eden, yalnız çıkılıyorsa iş başa düşmüştür. İnişte kendini salıvermek de rutindendir. Duygusu eşsizdir. Atilla Birkiye, adeta edebiyattan bir yokuş oluşturduğu romanında tüm bu gerekleri bir bir yaşatıyor okura.
Birkiye, Sevgi Soysal’ın son günlerini, o günlere tanıklık eden genç bir yazar adayı üzerinden anlatıyor. Dönemin edebiyat ortamını sunarken bir yandan da faşizme sürüklenen ülkeyi okura sürekli hissettiriyor. Genç yazar adayı dergileri, çeviriyi, yazıyı kendine sığınak bellerken okur da Sevgi Soysal ile Son Röportaj’ı kendi sığınağı yapıyor. Nasıl anlatmalı? Atilla Birkiye, bu kitabı okuyacak farklı farklı kuşaklara edebiyatın mutlu ve hüzünlü koca dünyasını hediye ediyor. Birkiye’nin romanında sunduğu edebiyat ortamına denk gelmiş olan kuşak hatıralarla, o dönemi ucundan yakalamış olanlar iyi ki demenin sevinciyle, o dönemi hiç bilmemiş olanlarsa geçmişin ve özenin yol göstericiliğiyle karşılaşacak.
Tumblr media
Edebiyat deryalarıyla buluşma
Roman, bir gencin edebiyat ortamına mütevazı girişiyle başlıyor. Genç yazar adayı, hocasının çeviri yaptığı dergiye, onun vesilesiyle, abonelere gidecek dergileri paketlemek, oranın havasını solumak için okuldan arta kalan vakitlerinde gidiyor. Birkiye’nin “Dergi” adıyla anacağı yer romanın önemli mekânlarından birine dönüşüyor. Aynı zamanda burası bir yayınevi. Dönemin edebiyatçılarının sıklıkla uğradığı Dergi’de, genç yazar adayı yazmayı, çevirinin inceliklerini Memet Ağbi dediği edebiyatçıdan öğreniyor. Edebiyat sohbetlerine kulak kabartarak yönünü çizmeye çalışıyor. Memet Ağbi, Memet Fuat’ın ta kendisi. Memet Fuat’tan sonra ağırlıklı olarak Selim İleri ve Asım Bezirci bir roman karakterine dönüşüyor. Genç yazar adayı, Dergi’de tanıştığı Melih Bey, Behçet Bey, Oktay Bey, Edip Bey gibi isimlerle orayı kendi için bir edebiyat okuluna çeviriyor. Geçen bu isimlerle edebiyatımızın en büyüklerinden bahsedildiğini hemen anlıyorsunuz.
Genç yazar adayının hayatına yön verecek olacak şey ise Sevgi Soysal tutkusu. Tante Rosa’yla başlayan okuma süreci gitgide bir yazarı merkeze almaya dönüşüyor. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti için yazdığı yazının Dergi’de yayımlanışıyla heyecan verici olduğu kadar kırgınlıkla dolu günler başlıyor. Genç yazar adayı, Soysal’la Şafak romanı için röportaj yapmak üzere Ankara’ya gidiyor. Atilla Birkiye, hayran olduğu yazarın hastalığından habersiz gencin Sevgi Soysal’la buluşmasının ruhsal detaylarını, Soysal’ın evini müthiş anlatıyor. Sonrasında röportajın yayımlanmadan Dergi’nin kapanmasının, Sevgi Soysal’ın ölümünün yarattığı kırıklıklar, içe kapanış romanı bambaşka bir noktaya taşıyor. Atilla Birkiye acemiliğin, gençliğin, yazma tutkusunun heyecanını, hüznünü ve endişesini etkileyici bir şekilde iç içe geçiriyor. Genç yazar adayını, baharın geldiğini zannedip erken yeşeren dallar gibi çiziyor adeta.
Atilla Birkiye’nin, Sevgi Soysal ile Son Röportaj’da peşine düştüğü önemli bir soru da var: Roman nedir? Bunun yanıtını hem dönemin edebiyat ortamındaki tartışmalarla, örneklerle hem de yazdığı bu romanla işaret ediyor. Bahsedilmesi gereken bir diğer konu, Atilla Birkiye’nin zaman kavramını kullanış biçimi. Romanın başkarakterinin belleğinin açılmasıyla dünü ve bugünü anlatıyor.
Sevgi Soysal ile Son Röportaj, gerçekle kurmacanın mükemmel şekilde birleştiği bir örnek. Okur olmanın, yazmanın hazzını taşıyanların bir arada olduğu romanda; incelikler, kırgınlıklar, terbiye, acemiliğe övgü, heves, nitelik her köşeden çıkıyor insanın karşısına.
Sevgi Soysal ile Son Röportaj Atilla Birkiye, Literatür Yayınları, 2020.
 https://www.kitap365.com/blog/3223/sevgi-soysal-la-bir-yokusu-tirmanmak
0 notes
bayrampasatv · 4 years
Text
Gezginlerle Röportaj | Büşra Damla Akpınar
Tumblr media
Bayrampaşa Tv Muhabirimiz Büşra damla Akpınar Gezgin Blogunda Röportaj verdi.. İşte o Röportajdan Kesitler... Gezitopya Röportaj köşesine hoşgeldiniz. Bugün sizlerle 6 ülke ve yaklaşık olarak 50 şehir gezen Büşra Damla Akpınar ile birlikteyiz.. Merhaba, öncelikle sizi tanımak isteriz. Bize kendinizden bahseder misiniz? Merhaba ben Büşra Damla Akpınar (19) istanbul ticaret odası MTAL lisesini bitirdim ve İstanbulda yaşıyorum. 4 yıl kadar Karate ile ilgilendim katıldığım maçalardan 2. Ve 3. Olarak madalyalar kazandım. Resim çizmek, boyamak en büyük tutkum. Kendimi geliştirmeyi, yeni insanlar, kültürler tanımayı çok seviyorum. Doğduğum günden bu yana kendimi keşfetmeye, tanımaya ve geliştirmeye çalışıyorum.Bu konuda hala çaba sarf ediyorum. Kendimi geliştirme sevdam 13 Yaşındayken CV yazma ve İş becerileri eğitimine gitmemle resmen en üst seviyeyi gördü. Çünkü o yaşta nasıl nitelikli bir insan olunabilir sorusunun cevabını öğrenmiştim.İlerleyen zamanlarda ve hala çok fazla eğitimlere katıldım hemde hiç ara vermeden. Çok fazla gönüllülük işlerinde de bulundum. Mesela örnek olarak Şifa Niyetine Tiyatro atölyesinde çocuklara işaret dili eğitimi verdim. Peki gezme tutkusu nasıl başladı? Ne kadar süredir seyahat ediyorsunuz? Gezme Tutkusunun bir süresi olduğuna inanmıyorum. İnsanın hep içinde olan bir his olduğunu düşünüyorum. Benim o içimde ki gezme, keşfetme duygusunu bulmamda ki en büyük yardımcım başta Annem olmak üzere bütün ailemdi. Gezme konusunda bana hala destek oldukları ve güvendikleri için minnettarım. cevap gibi gezmenin belli bir süresi yoktur yani kimse çıkıpta 20 ve 40 yaş arasında sadece gezebilirsin diyemez çünkü gezmek insanın içinde ki özgürlüktür. Dünyaya geldiğim günden beri 18 yaşına kadar hep Türkiye içinde gezdim durdum ve sonrasında Yurtdışı seyahatlerine başladım bu süre içinde 1 yıl oldu diyebilirim. Şu ana kadar kaç ülke / şehir gezdiniz? Bir sonraki gezi rotanız belli mi? Almanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, , Danimarka ve Türkiye olmak üzere 6 ülke gezdim. Gezdiğim Şehir sayısından tam emin değilim ama 50 şehir diyebilirim. Bir sonraki gezi rotamda , İtalya ve İspanya var ama maalesef Dünyamızda yaygın olan bu COVID-19 yeni tip virüsten kaynaklı bu rotamı ertelemem gerekiyor. Gezi rotalarına karar verirken dikkat ettiğin noktalar var mıdır? Varsa nelerdir? Çok fazla dikkat ettiğim bir nokta yok. Genelde gelişi güzel gideceğim ülkeyi seçerim ama çoğunlukla önceliği önemli ve en dikkat çekici en merak uyandırıcı tarihi yapıtları olanlara veririm. Seyahatini genellikle hangi ulaşım aracıyla yapıyorsunuz? Seyahat ederken ailen ne tepki gösteriyor?
Tumblr media
Devamı İçin = https://www.gezitopya.com/roportajlar/gezginlerle-roportaj-busra-damla-akpinar/ Read the full article
0 notes
serguzest · 5 years
Text
William'ın Tuhaf Hayal Dünyası
William Bennett genç bir yazardı. Zayıf, kalender bir yüzü vardı. Bu bezmiş, depresif suratı görünce, kainatın en ahmak insanıyla karşı karşıyaymışsınız gibi hissederdiniz. Gündelik yaşamda başarısızdı. Bir postaneye gidip birilerine mektup yollamak bile onun için büyük bir meseleydi. Daima tedirgindi.
En büyük tutkusu bilim kurgu öyküleri yazmaktı. Kafasında tuhaf teknolojiler geliştirir, sonra bunlar hakkında öyküler yazardı. Ama yazma yetisinin çok iyi olduğu söylemezdi. Yazılarında pek çok imla hatası bulunurdu. Doğal olarak, hiçbir dergi öykülerini yayınlamadı.
Bir bahar sabahı evden çıktı, ilk iş olarak bir sigara yaktı. Yol boyunca New York'un sıradan insanlarıyla karşılaştı. Fötr şapkalı adamlar, işe giden insanlar, evsizler, garibanlar, uzun etekleriyle kadınlar... İnsanları gözlemledi. iyi bir yazar böyle yapmalıydı değil mi? Sproul Road Street'e kadar yürüdü. Chelsea House yayınevinin önüne gelince kafasını kaldırıp yayınevinin tabelasına baktı, derin bir nefes alarak apartman kapısını açtı. Küf kokan bir mekan, duvardaki boyalar dökülmeye başlamış. Merdivenleri tırmandı. Yayınevi üçüncü kattaydı. Kapıyı tıkladı. Genç bir kadın açtı kapıyı.
-Bay Harold Bloom ile görüşecektim.
-Buyurun.
-Geçen gün öykülerimi bırakmıştım da.
Kağıt ve mürekkep kokusu. Koridorda, matbaadan yeni çıkmış kitaplar. Yayınlanacak metinleri daktiloya çeken insanlar, editörler.
-Buyurun, bay Harold Bloom sizi bekliyor.
Harold Bloom'un odası koridorun sonundaydı. William tedirgindi. Bu sefer yazdıkları kabul görecek miydi? Heyecanlandı. Ahşap kapıyı açınca kapı tıngırdadı. Harold Bloom masasına kurulmuş, gülümseyerek bakıyordu:
-William...
-Merhaba efendim.
-Gel otur, keyfine bak. Kahve içer misin?
-Teşekkür ederim, almayayım.
-Nereye koymuştuk senin öyküleri... Hah burada.
Harold Bloom dosyayı açıp, sanki daha önce okumamış gibi kağıtlara baktı. Ne söyleyeceğini önceden planlamıştı. Biraz bekledi.
-Dostum, heyecanlı ve tutkulu bir yazar olduğun aşikar. Yeni fikirlerin var. Ama çok fazla imla hatan var. Cümlelerin bozuk. Sana bu işin sırrını anlatayım mı?
-Tabii.
-Öncelikle iyi bir okur olman gerek. Kitap okuyor musun?
-Fırsat buldukça.
-Anladım. Daha fazla okumalısın.
Harold Bloom çekmeceden sigara paketini çıkardı, William'a sigara tuttu. sigaralarını yaktılar.
-Çok tuhaf fikirlerin var. Mesela şu: gelecekte tüm insanları bir araya getirecek bir bilgi networkünden bahsediyorsun. Nasıl bir şey bu? Pek anlamadım açıkçası.
-Efendim, biliyorsunuz radyo dalgaları sayesinde, millerce uzaklıktaki bir kaynakla bağ kurabiliyoruz. Bunu yazılı olarak başarabildiğimizi düşünün.
-Telgraf gibi mi?
-Hayır. Bir makine düşünün. İkimizde de bu makineden var. Farklı şehirlerde olsak bile, birbirimizle mesajlaşabiliyoruz. Bu makineyle şarkılar dinleyebiliyor, sinema filmleri izleyebiliyoruz.
-İlginç.
-Sinema ekranını düşünün. Odamda küçük bir ekran var, bir çeşit makine. Bu makine sayesinde tüm dünyayla iletişim kurabiliyorum.
Harold Bloom'un kaşları çatıldı.
-Ayrıca, cepte taşınan telefonlardan bahsediyorsun.
-Evet. Gelecekte telefonlarımız, cepte taşınabilecek kadar küçük olacak.
-Dostum, sanırım bir dahiyle karşı karşıyayım.
Harold Bloom bunu William ile dalga geçmek için söyledi, ancak William bu sözleri iltifat olarak aldı.
-Bence sen bilimle uğraşmalısın.
Sessizlik oldu.
-Sanırım edebiyat sana göre değil. Çok özel bir beynin var, farkındayım. Fakat okumayı sevmediğin aşikar. Üzülerek söylemeliyim, kitabını yayınlayamayız.
Belirsizliğin sona etmesi William'ı rahatlattı. Öykülerinin kabul görmemesine alışkındı. Sağ gözünde, küçük bir gözyaşı damlası belirdi.
-Anlıyorum. Sanırım kendimi geliştirmem gerek.
-Elbette. Her yazar başarısızlığı tatmıştır bir şekilde. Çok oku, yeniden dene.
-Daha fazla zamanınızı almayayım o halde.
-Seninle tanışmak zevkti.
-Teşekkür ederim.
William ayağa kalktı. Harold Bloom'un elini sıktı, dosyaları aldı ve odadan çıktı. Kulaklarında bir uğultu hissetti. Başarısızlığa alışıktı. Central Park'a gidecekti, mutsuz olduğunda böyle yapardı. Bir sigara yaktı.
0 notes
yazaribrahim · 5 years
Text
1 Mayıs-10 Mayıs tarihleri arasında doğanlar:
Zihinsel yetenekleri yüksek, aklını önemseyen, sezgileri kuvvetli. İlgi alanları yoğun, dünyayı gözlemlemekten hoşlanan.Konuşma ve yazma yeteneği son derece güçlü. İnsanları kolayca çözebilen. Değerlendirme gücü yoğun, organizasyon becerisi muazzam.Başkalarıyla çalışmaya müsait, uyumlu. Fazla detaydan hoşlanmayan. Özgürlüğüne önem veren. Konuşmasıyla karşısındakini etkileyebilen.
11 Mayıs-20 Mayıs tarihleri arasında doğanlar:
Gayet güvenilir, dürüst yaklaşımlara sahip. Güçlü ve derin duyguları olan. Aşk ilişkilerinde güvenilir, karşısındakine değer veren.Gerçekçi düşünebilen, kendine yeterli. Başarma tutkusu olan, çalışkan. Güzelliklere önem veren, kabalıktan hoşlanmayan. Keskin gözlem gücü olan.Başkalarının haksız sözlerinden etkilenebilen. Arkadaşlığa önem veren. Hedefine ulaştığında böbürlenmeyen. İyiliğin, vefanın kıymetini bilen.
21 Mayıs-31 Mayıs tarihleri arasında doğanlar:
Çok yönlü ve becerikli. Yargı ve mantık gücüne sahip. Yenilikten hoşlanan, yeni insanlar tanımaktan zevk alan.Bilgiyi önemseyen, meraklı ve öğrenmeye aç. Mantıklı, eğri ile doğruyu ayır etmesini bilen.Kıvrak zeka, konuşma kabiliyeti, kendini yönlendirebilen. Düşmanlarını yenmeye başarabilecek kadar akıllı.
1 Haziran-10 Haziran tarihleri arasında doğanlar:
Sosyal ilişkilerini önemseyen, akıllı davranabilen. Zeki, uzlaşmacı, hayatın güzel yanlarının tadını çıkarabilen.Nabza göre şerbet vermeyi bilen. Yeniliklerden hoşlanan. Değerli olanı bilen, duyarlı ve yapıcı davranabilen.Rahatına düşkün, sıradan şeylerden hoşlanmayan. Kaliteye önem veren. İnce, nazik, aşka önem veren. İyi niyetli, arkadaşlıklara önem veren.
11 Haziran-21 Haziran tarihleri arasında doğanlar:
Modern düşünebilen, tarafsız ve objektif düşünebilen. Manyetizması güçlü, arkadaşlık olgusunu önemseyen.Özgürlüğüne düşkün, mantıklı davranabilen. Orijinal herşeyden hoşlanan. Pek çok insanla anlaşabilen.Fikirleri bir çok insan tarafından beğenilen. Kuvvetli iradesi olan. Yaratıcı, bireylik duygusu gelişmiş, haksızlığa boyun eğmeyen.
22 Haziran-30 Haziran tarihleri arasında doğanlar:
Güvende yaşamak isteyen, empati yönü güçlü, duyarlı kişilik Ailesine, sevdiklerine önem veren. Koruyucu ve kollayıcı.Gerçeklerin peşinden koşabilen. İlişkilerde uzlaşmaktan yana olan. Duygusal değerlerine önem veren, etkileme gücü yüksek.Karşısındaki kişiyi kolaylıkla etkileyebilen, ruhunun derinliklerine inebilen. Kendini güvende hissetmediğinde tepkisel davranabilen.
1 Temmuz-11 Temmuz tarihleri arasında doğanlar:
Düşünce gücü yüksek, sezgileri mükemmel derecede yoğun. Bulunduğu alanı kötülüklerden arındırabilen, yenilikçi düşünebilen.Şüphelerini aydınlığa kavuşturabilen, kendini yenileyebilen. Yüzeyde olanlarla yetinmeyen, araştırmadan güvenmeyen.Zihnini ve iradesini kendi gelişimi için odaklamasını bilen. Güçlü iyileştirme gücü olan, güçlü olmayı, güvende olmayı önemseyen.
12 Temmuz-22 Temmuz tarihleri arasında doğanlar:
Artistik kabiliyeti olan, aydınlanmaktan yana. Sanata meyilli. Acıma ve şefkat duyguları yüksek. İdealist
Kendini inandığı bir şeye adayabilen, vizyonu yüksek. Kendini aşmak isteyen, duyarlı yüreğe sahip, özverili.
Özlemleri olan, hayal gücü yüksek. Duyu dışı algıları olan. Birçok insanla anlaşabilen, aşkta derin duygulara sahip.
0 notes
edebiyatsoylesileri · 2 years
Text
Leyla Erbil / Ben dili değil, dilin dilini kuruyorum
Tumblr media
Çeşitli kişilerin birbirlerine yazdıkları özel yaşam itiraflarıyla dolu mektuplardan oluşan Mektup Aşkları yayımlandığında epey yankı uyandırmıştı. Kitapla ilgili soruları yanıtlayan Leyla Erbil ise, "Romandaki çocukları analarıymışım gibi acıyarak, kızarak, severek yazdım" diyor. 
Dönem olarak neden daha yakın bir zaman kesiti değil de 1950'li yıllar? Yoksa "mektuplardaki aşktan" da mı yoksunuz uzun zamandır?
- Örgütsüz bir dönemde olmak koşuluyla daha yakın ya da çok daha gerilerde geniş bir takvimde oynatabiliriz aşkları (?) kanımca. Ama özel olarak Türkiye İş��i Partisi'nin kuruluşundan (1960) önceyi ya da kapatıldıktan sonrayı düşünmekte haklı olabilirsiniz. Gene de ben bu ilişkileri bir bakıma tarihsiz olarak yorumluyorum. Zira insan duygularında anında değişiklikler beklemek olası değildir. İnsanlar her  dönemde sevmek sevilmek, evlenmek isteyecekler, aşkı arayacaklardır. Hele uzun bir gelenekte gerçek bir sol örgüt disipliniyle eğitilmedilerse. Ancak o eğitimle yazgılarında değişiklikler umabilirdik. Çünkü aylaklığa doğru kayma eğilimi gösteren o çocuklar üniversite çağında, bir ikisi dışında sol bir partiye girme bilincine de sahipler. Zaten bu işin yanı bilindiğinden, insanın kendini kurtaracak özgürlük ortamlarına hiç izin verilmez ya...
Solcu bile olsak, bağrından çıktığımız sınıfın yanlışlarını barındırdığımızı düşünebilir miyiz?
Mektuplardan anlaşıldığı kadarıyla, kahramanlarınız hem kolay âşık oluyor, hem de toz kondurmuyorlar aşklarına; yanı sıra boy veren mutlak aşk kavramı ve tutkusu da bir başka özellikleri... Sadece Sacide farklı bir yol tuttururken, Jale'nin seçmeciliğinde de böylesi bir yaklaşımın etkisi gözleniyor... Aşkı, bu dogma yaklaşım mı imkansız kılıyor?
- Anlaşılan siz öyle kolay âşık olanlardan değilsiniz! İnsanlar toyken daha kolay kanar bilirsiniz. Yanı sıra boy veren mutlak aşk tutkusu ise burjuva ideolojisinin yıkadığı beyinlere işaret ediyor olmalı.
Jale'nin seçmeciliğini ayıplamayın, Ferhunde'nin mektubundan öğrendiğimize göre, kızcağız, (Jale) gizli örgüte alınmak için bile uğraşmış. Bence o sıra gizli örgüte sahip çıkanlar da Jale'yi seçmeyecek kadar seçmecilermiş. Acaba solcu bile olsak, bağrından çıktığımız toplumun ve sınıfın yanlışlarını üstümüzde barındırdığımızı düşünebilir miyiz? Evet Sacide farklı; o biraz lumpen, biraz piç. Ben daha çok ahlâkı belirleyen sistemin üzerinde duruyorum.
Romandaki çocukları analarıymışım gibi kızarak, severek yazdım
Gerçi yazma sürecindeki güçlükleri düşünebiliyorum ama, yazarken ne kadar eğlendiğinizi sormadan yapamayacağım; müthiş eğlenceli mektuplar var çünkü. "Teccal"ın yazarı "Zeki'nin Babası Abdullah" var örneğin...
- Bu romandaki çocukların tümünü de kendimmişim ya da analarıymışım gibi acıyarak, kızarak, severek yazdım. Aslında yazmak bana acı verir ama eğlenmekten, alay etmekten de kendimi alıkoyamam. Bütün kişiler, yazarın kendisi olduğuna göre, kendimle alay etmek de en sevdiğim işlerden biridir.
Ben dili değil, dilin dilini kurmakla uğraşıyorum
Son zamanlarda dil yanlışsız kitap okumak başlı başına bir şans. Mektup Aşkları'nın hemen ilk sayfalarında da yanlışlarla karşılaşıyoruz, ama bu yanlışların (daha üçüncü mektupta) bilinçle yapılmış olduklarını görerek utanıyoruz ilk kararımızdan. Ahmet'in, Sacide, Ferhunde ve İhsan'ın yanlışları"heyhat" yerine kullandığı "heyhay"lar... Hangisi daha zor, yanlışsız yazmak mı, yanlış yazmak mı?
- Kitabı beğenmenize sevindim. Öte yandan, yazdıklarını başkalarına düzelttirerek ortaya çıkaran ünlülerden söz ediyorsanız onları izlemiyorum! Doğrusu yanlışlı mı yanlışsız mı yazmanın zor olduğu hakkında hiç bir fikrim yok; ben dili değil, dilin dilini kurmakla uğraşıyorum. 
 İhsan'ın aşkı bulmasıyla birlikte gelişen Allah'ı yeniden keşfine ne diyorsunuz?
- İhsan! Onu çok sempatik buluyorum. O, yok sandığında bile bir yerlerde gizli tutuyordu tanrısını mutlaka. Ancak riyadan o da nasibini almıştı: Ankara'da Sacide'yle buluştuğunu neden saklamış olabilirdi ki Jale'den! Gene de Jale'ye tutkundur; kendine tutkun olduğu gibi; "yarı ben'im" diye sever onu. Hem hepimiz ummadığımız bir zenginlikle karşılaştığımızda üstüne titremez miyiz? Tahtaya vururuz, nazar boncuğu asarız vb... İhsan da Allah'a nazar boncuğu gibi sarılıyor. Anlaşılan karı (Jale) kendini yüksek satıyor.
Zeki, tanrıyı da tanrısızlığı da ölerek öldürene kadar çok çekti
Zeki'nin "Tanrı İnsanın Riyasıdır - İnsan Tanrının Riyasıdır - Riya İnsanın Tanrısıdır - Riya Tanrının insanıdır" diye nefis bir çeşitlemeyle süren felsefesi "tektanrıvardırodaölümdür" biçiminde noktalanıyor... Ötekilerin tersine aşkını dillendirmektense sanat ve felsefi söylemle iletmeyi yeğleyen Zeki'nin de başka bir yoldan "mutlak"a bağımlılandığını söylemek mümkün mü? Bir de onun hikayesi diğerlerine göre daha hüzünlü galiba.
- Evet tabii, her şey denönce de Zeki'nin babadan tevarüs ettikleri var. İrsiyetle bağımlılığı mutlak. O evde cezalandırıcı tanrı kol geziyordu. Jale'yle biraz yolunu aralar gibi oluyordu Zeki ama, Hıristiyan Batı - Müslüman Doğu çatışması bir yana, hastanelerde de şok gibi, ilkel yöntemlerden çok çekti Zeki; tanrıyı da tanrısızlığı da ölerek öldürene kadar...
Her hücresinden düşmanlıklar fışkırtan, büyüklük saplantılı bir toplum
Aşkı yeterince tanıyıp yaşayamadığımız bir gerçek; çoğu acının kaynağının aşksızlıkta yattığı da... Konuyu mektupların dışına taşıyabilir miyiz biraz?
- Gençken çok acı çekiliyor bu toplumda, yaşlılıkta da bir başka türlü ya... Boşu boşuna en güzel günlerini tüketiyor gençlik. Boşu boşuna arayışlarla, cinselliğini değerlendirip tanıyasıya dünyaya geldiğine bin kez pişman ediliyor; suçlanıyor, yargılanıyor, yüceltiliyor, aşağılanıyor. Her bir hücresinden düşmanlıklar, ağular fışkırtan, buyurganlık tutkularıyla karşısındakini mahvetmeye hazır, büyüklük saplantılı bir toplum bu. Tensel hazzın sağlayacağı güzellikleri, yaratıcılıkları bilmeden yitip gidebiliyor insanlar. Doğru deneyimleriyle yol gösterenlere kulak asmayıp, aynı hataları yineleyerek yaşlanmak gibi bir özrü de var insanlığın. Hele kadınlar! Korkup kaçanlar, özgürlük adına tabiatından şaşanlar! Oysa yaşamımızı, geleceğimizi, sağlığımızı zenginleştiren, güzelleştiren her duyguya her şeye açık olmalıyız... Ve yüzyüze gelmemiz gerek gerçekle; aşk denen cinselliği sorgulamalıyız yeniden. Önünde sonunda sınıflı bir toplumda gerçek insanın henüz var olmadığını kabul ettiğimize göre, gerçek aşkın var olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Yeni kuşakların kandırılmadan, gerçeği, yani yaşamı algılamalını kolaylaştırmalıyız diyorum ben.
Jale teoriyi en iyi bilendi ama yaşamı pek tanımıyordu
Jale şimdi yeniden evlenmiştir diye düşünüyorum, Reha veya o kimlikte biriyle. Kendi parasıyla kitabını da bastırmıştır belki. Bağışlanabilir kaçamakları da olmuştur ve şimdi, oturmuş, Ahmet'in, İhsan'ın, Zeki'nin, Ferhunde'nin mektuplarını okuyordur... Hatta Ahmet'i bile özlüyordur zaman zaman, ne dersiniz? 
- Jale, romandaki kişilerin arasında teoriyi en iyi bilendi sanıyorum. Teoriyi bilendi belki ama, yaşamı pek tanımıyordu. Baksanıza en güvenilir sandığı, seçtiği adamın ne mal olduğuna! Onca mektubu okudu da, "senin yüzünden ölücem işte", "hep işçilerin yüzünden işte", "hep ailenin yüzünden işte" diye tutturmuş, istediği olmayınca kusması gelen, ağlayan sızlayan nevrozun cehennemini çıkaramadı o mektuplardan! Haklısınız; onda o kafa, o naivlik varken başına herbirşeyler gelmiş olabilir... Ama Ahmet'i özleyeceğini pek sanmam! Bir kadını o denli soysuzca aşağılayan bir adama, olsa olsa tiksintiyle karışık bir acıma duyuyordur Jale. Bu romanın ikinci bölümünü yazsaydım, ona iki çocuklu, yaşlı, dul bir koca bulur evlendirirdim. Kocayla yatarken kâh İhsan'ı kâh Reha'yı düşünerek orgazm olmaya çabalardı... Zavallı yavrucak!..
(Bedirhan Toprak / Temmuz 1988 / Yeni Düşün dergisi)
0 notes
kamu365 · 4 years
Text
G-Tops’tan yeni tekli: “Without Emotion”
  2020 yılına “Dial” teklisiyle hızlı bir giriş yapan G-Tops, bu kez “Without Emotion” teklisiyle müzikseverlerle buluştu!
  Ocak ayında yayımladığı “Dial” teklisi ile dikkatleri üzerine çeken Bora Gündoğdu namı değer G-Tops’ın yeni teklisi “Without Emotion” Epic Istanbul etiketiyle yayımlandı. Bugün yayımlanan “Without Emotion” ile de kendi hayatından ilham alarak yazdığı sözleri ve cloud rap türündeki çarpıcı müziği ile tekrar müzikseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.
  Londra menşeili G-Tops, İngilizce sözleri ve şiirsel kafiyeleriyle dinleyiciyi etkilemenin yanı sıra söz yazımı tekniğine olan hâkimiyeti ile de dinleyiciden tam not alıyor. Sözleri G-Tops imzası taşıyan şarkının prodüksiyonun da ise Cem Seçkin ve Cem Munar yer alıyor.
  G-Tops Hakkında:
G-Tops, Wiz Khalifa gibi ana akım sanatçıların hayat tarzlarını benimseyerek The Notorious B.I.G, Eminem, N.W.A ve Wu-Tang Clan benzeri isimlerden etkilenip şiirsellik ve şarkı yazma konularında kendini geliştirmeye devam eden G-Tops, henüz 15 yaşında gerçek tutkusu rap’e yöneldi. Hayalini, sanatsal düşünce biçimiyle rap müziğini kullanarak gerçeğe dönüştürmeye karar verdi. Daha önce yayınladığı “Da Win G” albümüyle de dikkatleri üzerine çeken sanatçı, 2020 yılında yayınlayacağı şarkıların başlangıç noktası olan “Dial” ile müziğe sıradışı bakış açısını ortaya koymuştu. Önümüzdeki aylarda ise kelimelerle oynama tutkusundan aldığı keyfi hayranlarıyla paylaşmaya devam edecek.
Hibya Haber Ajansı
Hibya Haber Ajansı
The post G-Tops’tan yeni tekli: “Without Emotion” appeared first on Kamu365 | Dünya Gündemi.
from WordPress https://ift.tt/3huGaZU via IFTTT
0 notes
sizekitap · 4 years
Text
Labirentin Kabusu
Labirentin Kabusu Tarık Günersel Bence Kitap
yil önceki bir Iran Basveziri bin kitabini deve ile seyahatlerde yaninda bulundururmus. Bugün bir tablet yeterli. Degismeyen, okuma tutkusu. Yazma tutkusu bir yanki –sizin gibi titiz okurlarca beslenen. Birbirimize tesekkür edebiliriz.
Kitabın Adı:Labirentin Kabusu Kitabın Yazarı: Tarık Günersel Yayınevi: Bence Kitap Kodu: 9786054621286 Sayfa Sayısı: 404 Basım Tarihi: 1
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
0
devamı burada => https://sizekitap.com/kitaplar/siir/labirentin-kabusu/
0 notes
hepsione · 4 years
Text
OnePlus dünyanın en iyi telefonlarını yapmak istiyor. Doğru yolda.
OnePlus hikayesi yetersiz bir hikayeydi. Başlangıçtan bu yana şirketin hedefi, neredeyse çok pahalı olmayan güçlü, zengin özelliklere sahip cihazlarla dünyanın en iyi akıllı telefonlarını kullanmaktı. Elbette sorunlardan payını aldı, ancak şirket kısa sürede yüksek performansı ve düşük fiyatları dengeleme biçimiyle eş anlamlı hale geldi. Ama işler değişmeye başlıyor. OnePlus artık ucuz, hızlı telefonları ile sektördeki en büyük oyuncuların topuklarını kesmiyor. Şimdi Samsung gibi şirketleri kendi premium oyununda ve OnePlus 8 Pro’da yenmeye çalışıyorkanıttır. Bu yıl test ettiğim en iyi cihazlar kadar şık ve güçlü ve OnePlus’ın daha önce hiç uğraşmadığı, kablosuz şarj ve suya dayanıklılık için IP68 derecesi gibi bazı amiral gemisi özellikleri içeriyor.
Ancak bu ilerlemenin bir bedeli var: 8GB RAM ve 128GB depolama alanına sahip temel OnePlus 8 Pro, 900 $ ve 12GB RAM ve 256GB depolama alanına sahip tam donanımlı modelin 1.000 $ maliyeti. Konuyu koruyanlar için, bu Galaxy S20 ve geçen yılki en iyi OnePlus 7 Pro’dan 250 $ daha fazla. OnePlus’ın fiyat avantajı – şirketin kendisi için oluşturduğu kimliğin önemli bir parçası – artık büyük bir faktör değil. Bu önemli bir soruya yalvarır: Şirket bu sefer neye dayanmak zorunda? Hız. Hız bu telefonla her şey ve – spoiler uyarısı – şimdiye kadar 2020’nin en sevdiğim Android telefonu yapmak için yeterli.
özet
OnePlus 8 Pro, diğer 2020 amiral gemisi telefonlarının yaptığı gibi hile yapmaz, bu yüzden hemen ilginç görünmeyebilir. Yine de aldanmayın: Mükemmel performansı, iyi düşünülmüş yazılımı ve şimdiye kadar gördüğümüz en iyi akıllı telefon ekranları arasında OnePlus 8 Pro, giriş fiyatına değer harika bir akıllı telefon. Burada her şeyin mükemmel olduğunu varsaymayın – şirketin kamera seçeneklerinden bazıları şüpheli ve biraz daha büyük bir pil uzun bir yol kat ederdi. Buna rağmen, 8 Pro, endüstrinin sunabileceği en iyilere karşı şaşırtıcı derecede iyi bir şekilde yığılıyor ve hayranların favorisi olma yolunda ilerliyor.
Anahtar özellikler
OnePlus 8 Pro İşlemci Sekiz Çekirdekli Snapdragon 865 RAM / depolama 8 GB + 126TR / 12GB + 256 GB MicroSD kart desteği Hayır Ana ekran 6.78 inç Sıvı AMOLED, 60 / 120Hz yenileme hızı Ekran çözünürlüğü 1.440×3.168 (19.8: 9) Arka kameralar OIS özellikli 48MP f / 1.78 standart geniş kamera, 48MP f / 2.2 ultra geniş kamera (119.7 ° görüş alanı), 8MP f / 2.44 telefoto kamera, 5MP Renkli Filtre kamera Ön kamera 16MP f / 2.45 kamera işletim sistemi OxygenOS (Android 10 tabanlı) pil 4,510mAh Doluyor USB-C, Çözgü Şarjı ve 30W kablosuz şarjı destekler boyutlar 165.3×74.4×8.5mm Ağırlık 199g Parmak izi sensörü Evet, ekranda Su Yalıtım IP68 NFC Evet Kulaklık girişi Hayır
yapılandırmalar
OnePlus 8 Pro’yu düşünüyorsanız, yapmak için birkaç seçeneğiniz olacak. Birincisi ve en önemlisi, hangi varyantın size en uygun olduğu: Testlerimizin çoğunu 8GB RAM ve 128GB (899 $) standart model ile yaptım ve Galaxy S20’leri hala keserken mükemmel performans sunuyor. 12GB RAM ile üst seviye sürüm, daha düzgün çalışmadı, ancak 256GB depolama alanı ile birlikte geldiğinden, bir ton dosyayı etrafa taşımak isteyip istemediğinizi düşünmek için modeldir – veya belki de bir noktada .
Ayrıca bir renge karar vermeniz gerekir. OnePlus 8 Pro siyah, derin bir ultramarin mavisi ve yeni bir açık yeşil renkte geliyor. Bu son sürümü test ediyorum ve bu üçünün favorimdir, ancak “yeşil” bir yanlış adlandırma gibi görünebilir: Etrafınızdaki ışığa bağlı olarak, bitiş deniz tabanından deniz mavisine değişir, ki muhtemelen fotoğraflarımız.
Tasarım ve sergileme
OnePlus’ın akıllı telefon tasarımları yıllar içinde çok gelişti, ancak 2019’da en büyük sıçrama gerçekleşti. 7 Pro , OnePlus’ın daha önce gitmeye cesaret ettiğinden daha kalın ve daha ağırdı. Ekranı kenardan kenara uzanıyordu, görünürde çentik veya gözyaşı yoktu. En garip olanı, ön taraftaki kamerası telefonun içinde sıkışmış ve selfie’ler vaktinde ortaya çıkmıştı. Her şey OnePlus standartlarına göre garipti, ama aynı zamanda – daha iyi bir kelime eksikliği için – harika oldu. Bu yıl işler biraz farklı.
Birincisi, bu motorlu pop-up durumu gitti, yerini sol üst köşede geleneksel bir 16 megapiksel delik delme kamerası aldı. Normalde, böyle bir tasarım kararı üzerinde çalışmak için bir şey olmaz: Birçok akıllı telefon bugünlerde benzer bir yapılandırma kullanıyor. Yine de, geçen yıl bir OnePlus 7 Pro satın alan birçok insan tanıyorum, çünkü bu pop-up kamera gerçek, katkısız, uçtan uca bir ekran elde ettiğimiz anlamına geliyor, bu yüzden biraz hayal kırıklığı sadece doğal.
Değeri ne olursa olsun, OnePlus bana herkesin kamera kurulumundan hoşlanmadığını söyledi ve bu adil; hiçbir test potansiyel mekanik arızalar konusunda endişe duymayı kolaylaştıramaz. OnePlus, bundan kurtulmanın, 8 Pro’yu kesinlikle yıl modeliyle karşılaştırıldığında biraz daha ince ve daha hafif yapabileceği anlamına geldiğini söyledi. Ağırlık ve boyutlardaki ufak değişikliklerden bahsediyoruz, biliyorum, ama bana güven – telefonlarımızı kavramak için ne kadar zaman harcadığımızı düşündüğünüzde toplanıyorlar. Yine de, insanlar sevdikleri şeyleri sever ve OnePlus’ın daha geleneksel bir ekran kurulumuna geçtiğini görmek, kendim dahil bazı insanları hayal kırıklığına uğratır.
“Geleneksel ekran” dediğimde, mümkün olan en güçlü hava tırnaklarını kullandığımı unutmayın. Bu delik delme dışında, bu ekran hakkında neredeyse hiçbir şey geleneksel değil. İşte OnePlus’ın hız tutkusu odaklanmaya başlıyor ve bu yüzden telefon tüm yıl kullandığım en iyi şey olabilir.
OnePlus, bu kez Quad HD + (1440×3168) modelinde 6.78 inç AMOLED ile gitti ve başka ne diyebilirim? Mükemmel görüş açıları ve spot renklerin çoğalmasına benzeyen kesinlikle muhteşem bir panel – Samsung’un bunu yaptığını düşündüğünüzde sürpriz değil. Daha da önemlisi, tüm 120 kaydırma, Instagram gorging ve endişeli, karantina web taramanızın inanılmaz derecede pürüzsüz görünmesini sağlayan 120Hz hızında yenilenir. Daha yüksek yenileme hızlarında çalışacak şekilde güncellenen oyunlar da olağanüstü görünüyor, ancak şu anda mevcut olanların çoğu yok. (Yakında değişmesini bekleyin, şimdi böyle telefonlar bir kerelik niş bir özelliği daha yaygın hale getiriyor.)
Yüksek yenileme hızına sahip ekranlar bu kadar sıra dışı değil: Bazı üst düzey oyun telefonlarında bunlara sahip ve Samsung’un amiral gemisi Galaxy S20 serisi de var . 8 Pro’yu farklı kılan şey, ekranının en net, Quad HD + çözünürlüğünde 120Hz sunmasıdır – S20 sizi biri veya diğeri arasında seçim yapar. OnePlus’ın kurumsal kuzeni Oppo teknik olarak bu başarıyı ilk olarak Find X2 ile başardı , ancak OnePlus’ın Samsung’dan önce böyle bir ekran göndermesini beklediğimi söyleyemem.
Samsung hakkında konuştuğumuzdan, OnePlus 8 Pro, Galaxy S20 ile başka bir önemli, farklı türden olmayan özelliği paylaşıyor: Bu telefonlar, dokunma girişleri için ekranı saniyede 240 kez yoklıyor, yani hareket ettirdiğiniz an arasında neredeyse hiç gecikme yok parmağınızı ekranın üzerinde ve telefonun tepki verdiği andan itibaren. Yanıt o kadar hızlıdır ki, neredeyse ekrandaki pikseller yerine fiziksel nesneleri itiyorsunuzdur. Bunu “gerçekten şahsen görmeniz gereken şeyler” altında dosyalayın.
This slideshow requires JavaScript.
Bu hız hissini daha da yükseltmek için OnePlus oldukça garip bir yöne gitti: 8 Pro’ya özel bir hareket tahmini / hareket telafisi çipi verdi. Netflix ve Amazon Prime Video gibi uygulamalardaki videoların, filminizin birçok karesi arasındaki küçük boşlukları doldurarak daha pürüzsüz görünmesine yardımcı olan büyüleyici küçük bir şey. Bu egzotik görünebilir, ancak bunu daha önce gördüğünüzü garanti ederim: En sevdiğiniz şovların pembe operalara benzemesini sağlayan gerçekten korkunç TV hareket yumuşatma özelliğinin ardındaki aynı fikir. OnePlus adalet içinde özellik yapar işi – bu etkinleştirmeniz sonra tekme için biraz alır – ancak üzerinde bırakmak veya tamamen görmezden isteyip muhtemelen zaten biliyorsunuz.
Evet, bu harika bir ekran. 2020’de baktığım her ekrandan, her gün kullanmak istediğim ekran bu. Ancak bu kusursuz olduğu anlamına gelmez. Birincisi, ekranın kenarları telefonun kenarlarını biraz uzatıyor ve neden şirketlerin bunu yapmaya devam ettiğini anlıyorum. Sadece havalı görünüyor . Sorun şu ki, bu tasarım telefonun kenarlarının elinizin kenarına yanlışlıkla dokunmaya eğilimli olduğu ve genellikle belirli uygulama pencerelerini kapatmayı zorlaştırdığı anlamına geliyor. Bu sorun OnePlus’a özgü değildir ve bir dava ile kolayca çözülebilir, ancak beni asla rahatsız etmeyecektir.
Tekrar tekrar karşılaştığım diğer konu daha endişe verici. 8 Pro’nun ekranı açıkken, ekran içi parmak izi sensörü güzel çalışıyor. 8 Pro’nun ekranı kapalı olduğunda – ki bu sık sık olacaktır – bu sensör inanılmaz derecede pul pul olur. Telefonun kilidini açmak için kaç kez gittiğimi söyleyemem, çalışmasını bekledim, tekrar denedim ve biraz daha bekledim. Lazerle hıza odaklanan bir telefon için bu çok belirgin bir barikat. Değeri için, OnePlus sorunun farkında olduğunu ve yakında bir düzeltme yayınlamayı planladığını söylüyor; Bu gerçekleştiğinde bu incelemeyi güncelleyeceğim.
Kullanımda
Telefonun geri kalanı devam edemezse süper hızlı bir ekran fazla sayılmaz, ancak bu kesinlikle bir endişe değildir. 8 Pro’nun içinde 8 veya 12GB RAM ile birlikte takılan bir Snapdragon 865 var ve muhtemelen bu şeyin nasıl çalıştığını tahmin edebilirsiniz – Standart 8GB modelini test ediyorum ve muhteşem bir oyun yok, çoklu görev senaryosu yok, hiçbir şey ritmi atladı. Bunun sizin için yeterince hızlı olup olmadığı konusunda endişeleriniz varsa, olma. Nasılsa öyle. Daha sonra, aynı şey bugüne kadar test ettiğimiz herhangi bir Snapdragon 865 ile çalışan telefon için de geçerlidir ve çoğu insan muhtemelen böyle telefonları sınırlarına itmeye yaklaşmayacaktır.
OnePlus 8 Pro ayrıca her gün fark etmeyebileceğiniz şekillerde daha hızlıdır. Orada saklanan tüm depolama alanlarını göz önünde bulundurun: Daha önceki 7 Pro gibi, 8 Pro da daha yüksek okuma ve yazma hızları için UFS 3.0 kullanıyor. ( LG V60 ThinQ gibi biraz piyasa dışı cihazlardaha eski, biraz daha yavaş UFS 2.1 kullanın.) Bunun ötesinde, telefon, pil ömrünü daha az etkileyen daha yüksek hızlar vaat eden yeni LPDDR5 RAM de kullanıyor, ancak şu anda farkları tespit etmekte zorlanacaksınız. Daha acil olan endişe aslında ne kadar RAM’e ihtiyacınız olduğu. Temel modelde aldığınız 8GB, testlerimizde, özellikle sık kullandığınız uygulamaları sistem belleğinde tutan RAM Boost gibi özelliklerle, fazlasıyla yeterli oldu. Bununla birlikte, bir telefon satın alan ve kullanılamaz hale gelene kadar saklamayı planlayan türden biriyseniz, 12GB model daha güvenli bir bahis.
Gözlerinizin flash bellek standartları göz önüne alındığında, bilmeniz gerekenler şunlardır: 8 Pro, uzun bir süre boyunca alakalı kalacak kadar hızlı. Evet, bu seçeneklerden bazılarının faydalarını her zaman göremeyebilirsiniz, ancak hatırlanması gereken şey, bugünün aşırıya kaçmasının yarının gerekliliği olmasıdır. Uygulamalar ve Android’in kendisi daha karmaşık hale geldikçe, bu ekstra tavan boşluğu için minnettar olacaksınız. Şimdilik sadece rahatlayın ve kaya gibi sağlam bir performansın tadını çıkarın.
Şirketin hız sabitlemesi ağ bağlantılarına da uzanıyor. OnePlus 8 Pro, WiFi 6’yı destekliyor ve bu da zaten WiFi 6 ağ donanımına yatırım yapan birkaç kişiden biri iseniz harika. Ortak tarafta, ortak sıcak noktaları çalıştıran şirketler WiFi 6’yı daha fazla kucakladığında bazı önemli hız gelişmeleri görebilirsiniz. Ayrıca, şu anda T-Mobile’dan aldığım “tam 5G hızları” LTE’den çok daha hızlı olmasa da, OnePlus 8 Pro’dan tam 5G hız elde edeceksiniz. Yine de bu böyle – bu ağlar ete geçtikçe zamanla daha iyi olacak, ancak bazılarınız ciddi bir bekleyiş için olacak.
OnePlus’ın Verizon üzerinden daha ucuz OnePlus 8’in bir sürümünü satacağına dikkat etmeliyim . (Feragatname: Verizon, Engadget’in ana şirketidir, ancak söylediklerimiz üzerinde hiçbir kontrolü yoktur.) Pro’nun değil, bu cihazın Verizon’un süper hızlı mmWave 5G ağına değil A’ya erişimi olacak) mmWave duvarlara çok iyi nüfuz etmiyor temelde evde barınma için işe yaramaz ve B) bu başka bir inceleme için bir hikaye.
Şimdiye kadar, çok iyi, ama bir şeyi düzleştirelim: Bir şirket dünyanın en hızlı telefonunu yapabilir ve yazılımı enfiye olmasa bile yine de bombalanırdı. Android’in özel sürümleri söz konusu olduğunda insanların tercihleri ​​çılgınca değişiyor, ancak OnePlus’ın 8 Pro’nun OxygenOS ile harika bir iş çıkardığını düşünüyorum. Yüzeyde, basit ve temiz, ancak güç kullanıcılarının kazması için çok sayıda ince ayar ve araç var.
Birkaç dikkat çekmeye değer: Yazı tipi ve vurgu renkleri ile özelleştirebileceğiniz sistem genelinde karanlık bir tema var ve Zen Mode, sizi 20 dakika boyunca telefonunuzdan kilitlemek için geri dönüyor, böylece çok fazla endişe okumuyorsunuz teşvik edici haberler. Benim kişisel favorim? Kindle birikiminizde gezinirken göz yorgunluğunu azaltmak için ekranı değiştiren bir Okuma Modu. OxygenOS’a bu sefer çok fazla ekleme yapılmadı, ancak bu bana çok yakışıyor – OnePlus’ın oluşturduğu yazılım temeli Android yeni başlayanlar ve profesyoneller için çok uygun.
Dürüst olmak gerekirse, OnePlus’ın yüksek performanslı hırslarının 8 Pro’nun bataryasını çalmasını bekledim. Benim için sürpriz değil, aslında fena değil – harika değil, sana dikkat et, ama fena değil. Telefonu her birkaç dakikada bir alıp onunla uğraştığım günlerde 4,510mAh bataryasından yaklaşık 12 saat aldım. Yani ile eşit olduğunu Ultra Galaxy S20 ve aynı ekran ayarları ile çalışan onun 5,000mAh batarya. Telefonu yalnızca ara sıra kontrol ederseniz, işteyken yaptığınız gibi, ertesi sabaha kadar dayanması için tankta bile yeterli olabilir.
Bu, ekranın varsayılan Full HD + ve 120Hz modunda etkinleştirilmesiyle etkinleştirildiğini unutmayın. Maksimum çözünürlük ve yenileme hızına geçmeniz pil ömrünüzü ciddi şekilde etkiler. Tabii ki, kapak tarafı da doğrudur. Gücünüzü gerçekten korumaktan endişe ediyorsanız, Full HD + ‘ya gidebilir ve yenileme hızını 60Hz’e çevirebilirsiniz; deneyimlerime göre, size birkaç saat daha alıyor. Açıkçası, OnePlus’ın bu şeyde daha büyük bir pili sıkmasını tercih ederdim, ancak yaklaşık yarım saatte yüzde sıfırdan yaklaşık yüzde 50’ye kadar alabilen bir 30W Warp şarj cihazı ekleyerek biraz telafi eder. Bir OnePlus telefonu için bir ilk olan 30W kablosuz şarjı atın ve neredeyse çalıştığı kadar hızlı şarj eden bir cihazınız var.
Bazı kamera karışıklığı
Her zaman ağırlıklarının üstüne yumruk atmış olsalar da, OnePlus telefonlarının genellikle büyük bir uyarısı vardı: Kameralar asla bu kadar harika değildi. Bu değişmeye başlıyor. Şirketin bu kez çivilediğini söylemeyeceğim – kararlarının bazıları kesinlikle şüpheli – ama genel olarak önemli olan büyük gelişmelere bakıyoruz.
Zamanınızın çoğunu 8 Pro’nun standart geniş kamerasıyla geçireceksiniz, bu nedenle OnePlus’ın buna en fazla dikkat ettiği iyi bir şey. Şirket, optik görüntü sabitleme ve f / 1.78 diyafram açıklığı ile Sony’nin 48 megapiksel IMX689 sensörü ile gitti, ancak aldanmayın: Tam çözünürlüklü whopperlar yerine 12 megapiksel fotoğraflar çekmeniz daha iyi. Şu andaki durumumuz nedeniyle, çekim dışında çok fazla zaman harcayamadım .
Aldığım çekimler ümit vericiydi: Maksimum çekicilik için hızlanmayan bol miktarda detay ve doğal renk göreceksiniz. Düşük ışık performansı da sağlamdı ve karanlık köşelerde bile iyi ayrıntılar bulundu. Bu fotoğraflar Galaxy S20 Ultra gibi bir şeyden alacağınız kadar düpedüz tatmin edici değil, ancak bu sadece doğal. Samsung fotoğraf makineleri her zaman gerçeğin daha idealize edilmiş bir versiyonunu sunar; 8 Pro’nun çıkardığı gerçekçi sonuçlardan çok memnunum.
Diğer kameralar … iyi, ilginç mi? Örneğin, ultra geniş mercek OnePlus 7 Pro’nun ana kamerasıyla aynı 48MP sensörünü kullanır ve 120 derecenin tamamını yakalar. Bu şeyden aldığım fotoğraflar hoş bir sürpriz oldu: Renk üretimi neredeyse ana kameradaki kadar iyiydi, ancak ikisi arasında geçiş yaparken beyaz dengesinde bazı farklılıklar göreceksiniz. Galaxy S20’leri test ederken bizim için çok fazla ortaya çıkan bir sorun olan kenarlarda da çok fazla dikey bozulma yoktu. Tek gerçek dezavantajı, bu kameranın ana ayrıntılar gibi ince ayrıntıları yakalamaya uygun görünmemesi, ancak işin asıl amacı bu: Nitelikli şeyleri değil, süpürme manzarasını çekmek gerekiyordu.
Burada kayda değer bir özledim varsa, telefoto kamera. Şimdi, bazı iyi çekimler yapmayı başardım, ancak büyük bir uyarı var: Uzun menzilli kameralara sahip diğer bazı telefonların aksine, bu optik olarak hiç zoom yapmıyor . OnePlus bu şeyi sekiz megapiksel kamera olarak pazarlıyor, ancak bu teknik olarak doğru değil: Şirketin size “kayıpsız” 3x zum yaptığını söylediği sekiz megapiksele ulaşan 12MP bir sensör. Bu … biraz gergin. Sonuçlar kullanılabilir, ve onları ikinci bir düşünce olmadan Instagram’a gönderirdim, ancak doğal yumuşaklıkları bazı cansız fotoğraflar çekiyor. Bu ekstra aralığa gerçekten ihtiyacınız varsa, 30x’e kadar itebilirsiniz, ancak gerçekten – mümkünse konunuza yaklaşın.
Burada, ne olursa olsun, OnePlus’ın üzerinde durmaktan hoşlanmadığı bir kamera daha var. Bazı ilginç renk efektleriyle çekim yapmanızı sağlayan beş megapiksel bir sensör. Biraz daha fazla doygunluk veya siyah-beyazla çevrili bazı renk patlamaları olan fotoğraflar istiyorsanız, kullanmak istediğiniz kamera budur. Dürüst olmak gerekirse, bunun hangi pratik amaca hizmet ettiğinden emin değilim. Telefonlarda fiyatın bir kısmına mal olan benzer özellikler gördük ve sonuçlar tamamen aynı olmasa da, şirketin ne düşündüğünü merak etmem için yeterince yakınlar. Burada birkaçımız OnePlus’ın bu kamerayı sadece 8 Pro’nun dört arka kamerası olduğunu söylemek için eklediğinden şüpheleniyoruz ve şimdilik bu herhangi bir tahmin.
Hızlı bir şekilde not etmem gereken birkaç şey daha var: Selfie kamera yeterince iyi çalışıyor, ancak ideal ışıktan daha az bir şeyde oldukça yumuşak görüneceksiniz ve inanılmaz derecede çekim yapıyorsanız dahili bir makro modu yardımcı olabilir sıkı çekimler. Her zaman gerekli değildir, çünkü ana kamera konunuzun hemen yanında güzel bir iş çıkarır, ancak ekstra işleme bazı ince ayrıntıları ortaya çıkarır. Oh, ve Galaxy S20 ve LG V60 ThinQ’nun aksine, OnePlus 8 Pro 8K video çekemiyor – saniyede 60 kare hızında 4K videoda öne çıkıyor. Bu kağıt üzerinde harika değil, ama çoğu kullanıcı için kesinlikle büyük bir kayıp değil.
OnePlus 8 Pro’nun çılgın bir uzay zoom kamerası yoktur ve ikinci bir ekran ekleyemezsiniz. Bu, bu yıl şimdiye kadar gördüğümüz diğer amiral gemisi telefonları kadar ilginç değil ve açıkçası, ben bunun için varım. Hile yapmayı unutun: Temel özellikleri iyi ele alan bir telefon istiyorum ve mükemmel performansı, iyi düşünülmüş yazılımı ve şimdiye kadar gördüğüm en iyi akıllı telefon ekranlarından biri olan OnePlus 8 Pro bu faturayı güzelce uyuyor. Evet, burada her şey mükemmel değil. Hala şirketin kamera seçeneklerinden bazılarını alamıyorum ve biraz daha büyük bir pil uzun bir yol kat ederdi. 
Buna rağmen, 8 Pro, endüstrinin sunabileceği en iyilere karşı şaşırtıcı derecede iyi bir şekilde yığılıyor. OnePlus telefonlarının değerleri nedeniyle mükemmel olduğu, ancak bu düşünme tarzına yakalanmadığıydı. OnePlus 8 Pro mükemmel bir telefon dönemidir.
    OnePlus 8 Pro incelemesi: Hız her şeydir OnePlus dünyanın en iyi telefonlarını yapmak istiyor. Doğru yolda. OnePlus hikayesi yetersiz bir hikayeydi. Başlangıçtan bu yana şirketin hedefi, neredeyse çok pahalı olmayan güçlü, zengin özelliklere sahip cihazlarla dünyanın en iyi akıllı telefonlarını kullanmaktı. 
0 notes
keremulusoy · 4 years
Text
Külliyat araştırmalarında edebiyat tarihçiliğinin gereği olarak kronik çalışmaları önemli bir yer tutar. Bu metodu ters yüz edince tarih edebiyatçılığı diye bir kavram ortaya çıkar ki aslında var olmayan bu tanımlama İstanbul âşığı ve nevi şahsına münhasır bir ayrıntı tarihçisi olmakla maruf Reşad Ekrem Koçu’nun eserlerini işaret eder. Koçu’nun anlattığı tarih savaşların, fetihlerin, ganimetlerin tarihi değildir. Kılıç şakırtıları, süvarilerin nal sesleri ya da zafer marşları da işitilmez onun tarih yazılarında. O aleladenin, göz ardı edilenin, çoğu zaman değeri bilinmeyenin peşine düşmüş tuhaf bir İstanbul tarihçisidir.
Fetiş Bir İstanbul Tarihi Koçu için, tarihi edebiyata yaklaştıran muharrir, ayrıntıları anlatan adam ya da ötekinin tarihçisi gibi yakıştırmalar yapılmışsa da onun tarih anlayışının membaını gösteren en doğru tanımlama “İstanbul Tarihçisi” olduğudur. Koçu’dan önce Ahmet Rasim ve Ahmet Refik gibi isimler İstanbul tarihi üzerine çalışmalar yapmışsa da ‘hüsnüniyet’ dolu bir çabadan öteye gitmeyen bu mesailer İstanbul Ansiklopedisi’nin detay işçiliğinin yanına dahi yaklaşamazlar. Ansiklopedi bir Selçuklu ya da Osmanlı mimari işçiliği titizliğinde ince detay süslemeleri ve her bir fasikülünde külli bir üslup birliği ile âdeta yekpare bir tavırla inşa edilmiştir.
‘İstanbul Ansiklopedisi, Koçu’nun hayatının eseridir.’  tanımlaması yazarın ansiklopedi için yaptığı fedakârlıklar göz önünde bulundurulduğunda içi boş bir yakıştırma olmaz. Ömrünün büyük bir bölümünü yazımına, araştırma çalışmalarına, çizim ve resimlerine hatta basımı için gerekli finansmana adadığı ansiklopedi, yazarın ömrünün vefa etmeyişi nedeniyle ‘G’ maddesinin ortalarında yarım kalmıştır.
Reşad Ekrem’in tasavvurları daha öncesine dayansa da fiili olarak 1944 yılının Kasım ayında başlayan İstanbul Ansiklopedisi macerası 1973’e kadar sürecektir. Konu üzerine çalışan araştırmacıların işaret ettiğine göre 1951’den sonra yedi-sekiz senelik bir boşluk oluşmuş, bu süre zarfında yeni bir fasikül çıkarılmamıştır. Bu yüzden ansiklopedi çalışmalarında 1944-1951 yılları arası birinci dönem, 1958’den sonrası ise ikinci dönem olarak sınıflandırılır.
Fethin 500. Yılına Armağan Reşad Ekrem Koçu, eserin takdim yazısında “İstanbul Ansiklopedisi’ni beş kuşaktan beri hemşehrisi olmakla övündüğüm büyük şehrin Türkler tarafından fethinin beş yüzüncü yılına hediye etmeye ant içtim.” diyerek 1953 yılını işaret etmiş fakat bu ikbal takvimi çoğunlukla maddi çıkmazlar nedeniyle yirmi yıl kadar tehire uğramasına rağmen basımı katiyen a’dan z’ye tamamlanamamıştır. Üstadın ahir ömrü vefa etmeyince İstanbul’un kim bilir hangi latif güzelliklerini okumaktan mahrum kaldığımız ise büyük bir muamma olarak akılları kurcalar durur.
Koçu’nun, ansiklopedinin teksif edilmesi hususundaki ketum tavrı, öyle ki birtakım meslek erbabını sayfalarca uzunlukta anlatması, eserin tamamlanamamış fetiş bir kent tarihi olarak arşivlerde yer almasının en büyük nedenlerindendir. Asıl sekteyi ise finansman noktasında yaşayan Koçu, ansiklopedinin otuzuncu fasikülünün son söz yazısında okuruna bu konuda açıkça sitem ve serzenişte bulunur.
“Sonsuz takdirleriniz ve şahsıma gösterdiğiniz söz dostluğu kâfi değildir. Bana maddeten zahir olmanız lâzımdır. ‘Belediye almaz mı? Maarif yardım etmez mi? Parti el uzatmaz mı?’ diye bana akıl öğretmeye, yol göstermeye kalkmayın. 365 günde, yani koca yılda bir defacık efendim, bir defacık, kesenizi İstanbul Ansiklopedisi’ne açınız ve 1560 kuruş gibi, üç mavnacının Balıkpazarı’nda bir akşamlık rakı parasını vererek abone olunuz.”
İstanbul’un Kütüğünü Oluşturmak Reşad Ekrem Koçu, tıpkı şairin dediği gibi “Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahâdır” (Bu İstanbul şehri eşsiz değerdedir, paha biçilmez) diye düşünür. Şehre hayranlığını ölümsüzleştirmek için İstanbul Ansiklopedisi’ni yazmayı çok önceleri kafaya koymuştur. Kendi tabiriyle “İstanbul’un kütüğünü” meydana getirme işine 1940’ların başında girişir. İkinci Dünya Savaşı yıllarının dünya ekonomisini allak bullak edişi genç Cumhuriyeti de fazlasıyla etkilemiştir.
Tabinin ve karinin (yayımcının ve okurun) mülahazalar ve neşriyata (düşünce ve yayın ürünlerine) ayıracağı para kısıtlıdır. Birkaç yıllık arayışın ardından Cemal Çaltı adında en az Koçu kadar çılgın bir tüccar, ansiklopedinin mali külfetine talip olur. Koçu her ay otuz iki sayfadan mürekkep fasiküller halinde tamamlamayı planladığı ansiklopediyi bu tempoda yayımlayamaz. Yine de ilk dönem çalışmaları oldukça verimli ilerler.  Koçu’nun ansiklopedi üzerinde çalıştığı yazıhane Ankara Caddesi’nde Nallı Mescit’in yakınında yer alır. Çalışma bürosu ansiklopedinin sponsoru Cemal Çaltı’nın yetişemediği mali gereksinimlere el atan edebiyatçı, tarihçi ve bilumum münevverle dolup taşar. Kısa zamanda entelektüel bir buluşma mekânına dönüşen büro İstanbul Ansiklopedisi’ne girmesi gereken maddelerin tartışıldığı, fikirlerin ve tavsiyelerin bolca dillendirildiği bir yere evrilir. “Bârika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar” sözünün gerçekliğine şahit olan Koçu bu dönemde ciddi manada fasiküllere tesir eden bir beyin takımının katkılarıyla çalışmasını ilerletir.
Beş yıllık bir çabanın ardından henüz yirminci fasiküle varılmadan Koçu-Çaltı ortaklığı bozulur, ikili dostça ayrılır ve dünya yazın tarihinde eşi benzeri olmayan bu özgün kent tarihinin müzmin yalnızlığı başlar. Reşad Ekrem Koçu’nun tutkusu ve bulabildiği nispette maddi olanakları bundan sonra eserin yayım hızını belirleyecektir.
Tamamlanamamış Bir Rüya Reşad Ekrem’in tarih anlayış ve anlatış üslubunun bu kadar sevilmesinde ve onu çağının çok ötesine taşımasındaki en önemli husus, olayları basmakalıp bir nedensellik zincirinden sıyırarak anlatması ve gündelik hayata, basit insan hikâyelerine, şehrin nefaset ve insicamına eğilmesinden ileri gelir. Siyasi tarih Koçu’nun çok uzak durduğu bir türdür. Bu bakımdan İstanbul gibi kadim bir şehrin ansiklopedi maddelerine çoğu sıradan insan profilleri, esnaflar, satıcılar, kadınlar, çocuklar, sokaklar, camiler, bedestenler, meczuplar, nevcivânlar, hanendeler, sazendeler, çengiler, yangınlar, salgınlar, zelzeleler konu olur. Bu yüzdendir ki okur İstanbul Ansiklopedisi’ni formel bir tarih olarak görmez; İstanbul’un romanı sayar, ta içinde hisseder.
Her arşivcinin ya da bibliyofilin kütüphanesinde yer almasını arzuladığı İstanbul Ansiklopedisi Koçu’ya göre “Her şeyden evvel bu büyük beldenin üzerindeki Türk damgasını belirtmektedir. İstanbul’un 500. fetih yılına çok kalmamıştır ve bu yılda (1953) en müspet ve manalı eser İstanbul Ansiklopedisi olacaktır. Öyle ki İstanbul Ansiklopedisi; İstanbul tarihinin hazinesi, kütüphanelerin ziyneti, her İstanbullunun ve İstanbul severin satın alması gereken bir eserdir.” (İstanbul Sergisi’nde dağıtılan İstanbul Ansiklopedisi broşüründen-1949)
İstanbul mecnunu olan tarihçinin dünyada bir örneğinin daha az bulunduğu bir şehir ansiklopedisi yazma düşüncesinin müzmin bir tamamlanamayışa doğru sürüklenmesinin en önemli nedenleri, çalışmanın ilmi bir metoda göre ele alınmayışı, kaynakların ve maddelerin belirli bir önem sırasına göre değil yazarın beğeni ve ilgi seviyesine göre tasnif edilişi ve detaylara gömülmesiyle ilgili olduğu belirtilmektedir.
1970’lere gelindiğinde ansiklopedi maddelerine katkılar sunan kimi yetenekli yazarların eserden uzaklaşması zaten metotsuz ve el yordamıyla ilerleyen yazımın iyice kişisel bir forma hatta bilvasıta Reşad Ekrem otobiyografisine doğru evrilmesine neden olmuştur. 1973 yılında yayımlanan 173 sayılı fasikül dünya yazın tarihinde fetiş bir metin olarak yerini alan İstanbul Ansiklopedisi’nin son ürünü olur. ‘G’ harfinin ‘Gökçınar’ maddesinde basım çalışmaları durdurulur.
Merhum sanat tarihçisi Semavi Eyice’nin “İstanbul Ansiklopedisi Anıları” adlı çalışmasında belirttiği serzenişleri her koleksiyoncunun canıgönülden ‘keşke’ dediği cinstendir. “Reşad Ekrem Koçu, kendisine maddi destek sağlayanlardan ayrılmasa, ansiklopediyi lüzumsuz uzatan maddelere yer vermekten sakınsa, her şeyin üstünde düzenli bir yaşama sahip olsa ve bazı öncüleri gibi içkiye düşkün olmasa, daha bir süre ansiklopedisinin yayınını sürdürebilirdi.”
İstanbul Ansiklopedisi
Pertevniyal Lisesi Tarih Muallimi Reşad Ekrem Koçu
Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi için yaptırdığı portre çizimlerinden bir seçki
NOTLAR
İstanbul Mecnunu Bir Tarihçi: Reşad Ekrem Koçu Kimdir? Tarihi konularda yazdığı fıkra, roman, hikâye ve araştırmalarıyla bilinen fakat adı en önemli eseri olan İstanbul Ansiklopedisi’yle anılan Reşad Ekrem, 1905’te İstanbul’da doğmuş, Konya ve Bursa’da öğrenimine devam etmiştir. Cumhuriyet, Yeni Sabah, Milliyet, Hergün, Yeni Tanin ve Tercüman gibi gazetelerle Hayat Tarih Mecmuası, Resimli Tarih Mecmuası, Tarih Dünyası, Hayat, Yeşilay, Büyük Doğu, Hafta, Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul Enstitüsü Mecmuası vb. dergilerde makaleler yazarak geçimini sağlamıştır. 6 Temmuz 1975 tarihinde vefat etmiş ve Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedilmiştir.
İstanbul Ansiklopedisi 1973’ten itibaren Reşad Ekrem’in İstanbul Ansiklopedisi’ni tamamlayamadığı biliniyordu fakat ‘G’ harfinden sonrası için çalışmalar yaptığı 2010 yılında Koçu’nun vârislerinin tüm vesikaları üçüncü şahıslara devretmesiyle ortaya çıktı. Varaka incelendiğinde merhumun fasikül maddelerini ‘Z’ harfine kadar götürdüğü görüldü.
İstanbul Ansiklopedisi’nin Her Cildinin Başında Yer Alan Konu Başlıkları “İstanbul’un: Cami, Mescid, Medrese, Mekteb, Kütübhâne, Tekke, Türbe, Kilise, Ayazma, Çeşme, Sebil, Saray, Yalı, Konak, Köşk, Han, Hamam, Tiyatro, Kahvehane, Meyhâne.. Bütün Yapıları… Devlet Adamı, Âlim, Şâir, Sanatkâr, İş Adamı, Hekim, Muallim, Hoca, Derviş, Papaz, Keşiş, Meczub, Nevcivan, Nigâr, Hanende, Sazende, Çengi, Köçek, Ayyaş, Derbeder, Pehlivan, Tulumbacı, Kabadayı, Kumarbaz, Hırsız, Serseri, Dilenci, Kaatil.. Bütün Şöhretleri. Dağı, Bayırı, Suyu, Havası, Mesire Yerleri, Bahçeleri, Bostanları ve İlâh. Bütün Tabiat Güzellikleri ve Coğrafyası… Sokakları, Mahalleleri, Semtleri… Yangınları, Salgınları, Zelzeleleri, İhtilâlleri, Cinayetleri ve Dillere Destan Olan Aşk Maceraları… İstanbul’a Ait Resimler, Şiirler, Kitaplar, Romanlar, Seyahatnameler… İstanbul’a Gelmiş Yabancı Şöhretler…”  (Koçu’nun Yazdığı Şekliyle)
İnsanlara Dair Tarihin İzleri “Reşad Ekrem Koçu, siyasi tarihten pek söz etmez. Onun satırlarında hep gündelik yaşama, insan profiline, şehir belleğine, giyim kuşama, cinsi ayrımların getirdiği tuhaflıklara yani sözleşmelere, antlaşmalara, sınırlara dair değil, insanlara dair tarihin izleri takip edilir. Gelgelelim bu hâl, zaman zaman onun tarihçiliğini, aktardığı bilgilerin sağlığını tartışma konusuna çevirmiştir.”
Murat Belge’nin Reşad Ekrem Koçu hakkındaki değerlendirmesi…
Gündelik Hayatın Tutanakları “Öncelikle metinlerinin taşıdığı Türkçe lezzeti için okurum onu. Osmanlıca sözcükleri şimdi olduğu gibi öyle ulu orta kullanan insanların değil, belli bir dil duygusu, zevki ve zarafetiyle kullanan insanların döneminin yazarıdır o. Reşad Ekrem Koçu’nun bir diğer önemi, birçok tarihçi yazarın atladığı, önem vermediği, oysa dönem ruhunu ve atmosferini yansıtmada çok önemli olan nesnelere, eşyalara, ayrıntılara, âdetlere dikkat çekmesi, bir çeşit gündelik hayatın tutanaklarını sergilemesidir.”
“Murathan Mungan’ın Kendi Başına Olarak Bir Tarih: Reşad Ekrem Koçu” yazısından…
Yazan: Necati Bulut *Bu yazı Marmara Life 2019 / Kasım-Aralık sayısında yayımlanmıştır.
Bir Ayrıntı Tarihçisinin Gözünden İstanbul’u Okumak / Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi Külliyat araştırmalarında edebiyat tarihçiliğinin gereği olarak kronik çalışmaları önemli bir yer tutar. Bu metodu ters yüz edince tarih edebiyatçılığı diye bir kavram ortaya çıkar ki aslında var olmayan bu tanımlama İstanbul âşığı ve nevi şahsına münhasır bir ayrıntı tarihçisi olmakla maruf Reşad Ekrem Koçu’nun eserlerini işaret eder.
0 notes