Tumgik
Text
28.04.24 SATURNUS KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Tumblr media
93 yılında kurulan Danimarka’lı “Melodic Death/Doom” metal grubu “Saturnus” ikinci kez İstanbula geldi ve unutulmaz anlar yaşatarak ülkemizden ayrıldı. Burada verdikleri ilk konserlerini kaçırmıştım ama yurtdışında kısa sürede olsa kendilerini dinleme şansı yakalamıştım. Konu “Saturnus” olunca ya da Doom metal ve türevleri olunca diyelim, “kısa” kelimesinin bana göre cümlede yeri olmaz. Bu tarz grupların ortalama 7-8 dakika süren şarkılarını evde oturup dinlediğinizde bile eğer ruhunuz aşinaysa, bir sonraki şarkılarını hatta muhtemelen başladığınız uzun albümü dinlemeye devam etmeye karar verirsiniz. Moda girmişsinizdir artık ve bu hüzünlü, karanlık, depresif atmosfer girdap gibi sizi içine çeker, sizden epey bir süre alır. “Doom Metal” gruplarının konserine gelince ise konu bambaşka bir şeye dönüşür. Bu sebeple daha önceden çok kısıtlı bir zaman aralığında izleyebildiğim, severek dinlediğim “Saturnus” grubunu geçtiğimiz pazar günü iki buçuk saate yakın süre dinlemek (Yanlış duymadınız patron çıldırdı!) beni benden aldı... Bir ben vardır bende, benden içeru…
Tumblr media
Son albümleri “The Storm Within” ile aynı adı taşıyan parçalarıyla “Saturnus” sahneye çıkıyor. Uzun ve yorucu bir maratonun ilk etabı olan bu şarkının içerisinde konsere dair gerekli bütün spoiler’lar hemen hemen mevcut. Seyirci reaksiyonu kuvvetli, ortamda bir kasvet oluşmaya başlamış durumda. İçerisi kalabalık fakat hıncahınç dolu değil. Bir “Doom Metal” konseri için bence güzel bir şey. Kalabalıklarla paylaşılabilecek çok fazla bir şey yok, daha kişisel bir deneyim olarak adlandırabileceğim düşük tempolarda ki müzikle nispeten rahat bir ortamda kendinizi kaybetmek bana daha cazip geliyor. “Empty Handed” çok sevdiğim, nispeten hareketli bir Saturnus şarkısı. “Closing The Circle” “Inflame Thy Heart” “Softly On The Path You Fade” bu konser bir uzay yolculuğu gibi geçiyor, “Setlist” ilerledikçe modül bırakıyoruz, yola bilinçsizce devam ediyoruz, uzay boşluğu, karanlık, huşu, huzur… Hayranların yüzlerinden okunuyor.
Tumblr media
“Breathe New Life” …aynen öyle… İçinde bulunduğumuz modun özeti gibi. “Saturnus” karanlık enerjisini bize geçirmeyi başarıyor. Çok yetenekli gitaristleri, attığı uzun, iç parçalayıcı solalarla ruhumuzu delip geçiyor. Onun için grubun olmazsa olmaz, öne çıkan elemanlarından biri diyebilirim. Gitarlar, diğer bir ana öğe olan klavye ile birlikte tüm konser boyunca atmosferi en yüksek düzeyde tuttu. Davuluyla, vokaliyle tam bir “Doom” grubu, işte budur dedirttiler. Vokalin tişört seçimi (Konser bitene kadar adamcağız tişörtü çekiştirmek zorunda kaldı. Göbekten abi biliyorum. Kendimi çok özleşleştirdim seninle :)) ve çok nadir kaçan ritimler dışında konserde başka hiçbir problem yaşanmadı. İki buçuk saat boyunca konserin çeşitli anlarında, çeşitli yerlerinde de olsa (bu konser bol bol sigaraya çıkılmak zorunda kalındı.) “ruh” asla bozulmadı.
Tumblr media
“Forest Of Insomnia” ve “Truth” sonrası artık bir “Doom” klasiği olmuş belki de “Saturnus” grubunun en sevilen albümü Paulo Coelho’nun ünlü romanı “Veronika ölmek istiyor”la aynı adı taşıyan “Veronica Decides To Die” (Sosyal medyada konser için kitaptan bir alıntı yapılmıştı. “İnsanlar ancak koşullar el verdiğinde delirme lüksüne sahiptir.” çok sevdiğim bu kitaptan ve yazardan çok yerinde bir alıntı olmuştu.) albümünden “All Alone” ve diğer sevilen albümleri “Martyre“den “In Your Shining Eyes” akustik olarak çalınıyor. Seyirci reaksiyonunun belki de en yoğun olduğu anlardı, daha nicesi olacaktı.
Tam da bu kısımlarda ben uçuş modundayken, bulabildiği yere çökmüş, merdiven dibine oturan insanları görüp (Konser amacına ulaşıyor.) yıllar önce gitmiş olduğum “Empyrium” konserini aklıma getirdim. Konser oturmalı düzendeydi, insanlar oturdukları yerde transa girebiliyorlardı. Acaba bu konserde oturmalı düzende gerçekleşse nasıl olurdu diye düşündüm, (If’in balkon kısmında oturulacak yerler var gerçi ama daha küçük bir bölüm.) belki ileride denenebilir. Barda, pavyonda bile genelde “Bistro” tercih edip oturmaktan pek haz etmeyen ben için “Ayakta” olayı asla bir problem olmaz. Hatta bence oturmalı düzende “Metal Müzik” konseri de keyif vermez diye düşünürüm ama günümüz “Metal Müzik” Dünyasının, janralarının, gruplarının tarzları, müzikleri, performansları o kadar değişkenlik gösteriyorki artık her grup/sanatçı bazında ayrı aksiyonlar almak gerekiyor. Uzun Setlist’leri olan konserlerde ayakta durmaktan bitap düşmüş insanları görünce bazen içim parçalanmıyor değil, eh bizde yavaştan ehtiyarlıyoruz. Çeşitli alternatifleri olan mekanlar bu konuda avantajlı durumda.
Tumblr media
Uzun uzun “Saturnus” dinlemeye doyduğumuz bir gecede bu düşünceleri bir kenara bırakıp “Lost My Way” sonrası “Embraced By Darkness” çalan “Saturnus” büyüsünü dinlemeye devam ediyoruz. Grubun solisti Thomas, seyirciyle iletişimi kuvvetli son derece ponçik ve canayakın bir adam. Konserin ortalarında bir yerde aşırı heyecanlı bir hayranla, onun heyecanını söndürmeden son derece kibar bir şekilde konuştu. Kendisine “Sir” diye hitap etti. Kuzey memleketlerinin havasında suyunda hakikaten bir şeyler var ya da bu insanlar Türkiye’de gördükleri ilgiden aşırı derecede memnun kalıyor. Güzel bir şey. Koca beyaz sakalına kurban Thomas reyiz “A Father’s Providence” ile coşuyor. “Chasing Ghosts” ve “The Calling” sonrası buyurun cenaze namazına “I long”… Bu parçanın hakkı verildikten sonra beklenen an geliyor ve “Christ Goodbye” çalınıyor. Seyirci üzerinden ölü toprağını atıyor ve müthiş bir çoşkuyla gruba eşlik ediyor. “Horned Hand”ler havada, “Headbang”ler sahada. Görülmeye değer bir atmosfer…
Tumblr media
“Christ Goodbye” sonrası çok kısa bir ara veren grup “Encore”da “Murky Waters” çalarak konseri bitiriyor. Konser bitsede, Thomas (Tişörtünü değiştirdikten sonra) seyircinin arasına geleceklerini, fotoğraf, imza, söylemek istediğiniz bişeyler vs. gibi konular için geri döneceklerini söylüyor. Bu dediğini kısa bir süre içinde gerçekleştiriyorlar. Dostlarla sohpet ederken bir anda kendimi fotoğraf sırasında buluyorum. (Laklak yaparken önüm arkam insan olmuş, hayatımda ilk defa kendi isteğimle sıraya girmeden kendimi sırada buldum. Sıra bana gelmiş, bu bir mesaj olmalı.) Hoş bir tesadüf tabiki beklemeye başlıyorum ve “Saturnus” elemanları ile asla unutulmayacak, harika anılarımız oluyor. Daha önce söylediğim gibi hepsi tek tek son derece dost canlısı, canayakın insanlar. Özellikle Thomas çok yorgun gözüksede grubun enerji bombası gitaristleri indee, türlü sempatik hareketler sergileyerek fotoğraf ve imza seansına grubun tam gaz devam etmesine motive kaynağı oluyor. İyi müzik, şahane insanlar ve çok güzel anılarla birlikte mekandan ayrılıyorum. Gecenin özeti olarak kolaylıkla söyleyebilirimki “Saturnus” benim için her zaman özel bir yerde olacak. Gelecek konserlerde görüşmek üzere, sağlıcakla kalın dostlar!
Tumblr media
1 note · View note
Text
05.04.2024 DARK TRANQUILLITY KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Tumblr media
“Dark Tranquillity”, 2024 yılının aylar öncesinden “Sold Out” olan etkinlikler serisi kapsamında önce 4 Nisan Ankara, sonra 5 Nisan günü İstanbul Beşiktaş IF’te konserlerini verdi. İstanbullular olarak konsere bir, bir buçuk saat kala (Aylar öncesinden açıklanan saat 21.00 idi.) IF’in sokağında yerimizi aldık. Garip bir durum vardı, “Sold Out” olan bir konsere göre dışarıda fazla bir yoğunluk yoktu. Bu durumu kapının erken açılmasına bağladık fakat aksine, etkinlik alanını gören camlı bölümün önüne oturduğumuzda alanın içinin de fazla kalabalık olmadığını gördük. Bu insanlar neredeydi? Cevabı; grup sahneye çıktıktan sonra aldık. “DT”nin ilk üç şarkısı boyunca insanlar mekana giriş yapmaya devam etti, içerisi hınca hınç doldu.
Tumblr media
Mekanın nispeten geç dolmasının sebepleri; organizasyonun etkinlik saati, kapı açılış saati gibi bilgileri sosyal medya üzerinden geçmemesi, etkinlik gününün uzun bayram tatili öncesi son mesaiye denk gelmesi, Kadir gecesi günü konserin olması vs. olabilir. Sonuç olarak biz mekana girerken kapıda çok uzun bir kuyruk vardı ve dediğim gibi ilk üç şarkıdan sonra içeride nefes alacak yer kalmamıştı. Halimizden memnunduk, hatta epey memnunduk. Konser tek kelimeyle inanılmazdı. Bu yazıda konserden bahsederken ve “DT”nin inanılmaz performansını överken aynı zamanda muhteşem solistleri Mikael Stanne için ayrı bir parantez açacağım. Mikael; tavırları, güler yüzü, sosyalliği ve sosyal zekası, naifliği ve asla düşmeyen enerjisi ile bu parantezi hatta yazıyı, kocaman sayfaları, belki kitapları hak ediyor!
Tumblr media
Konserin benim nazarımda inişleri ve çıkışları vardı. Hoş bir giriş introsundan sonra (“Iron Man-Black Sabbath”) “Encircled” “Treason Wall” “Hours Passed in Exile” şarkıları başta dediğim gibi ısınma turları olarak geçti. “DT” İstanbul’da verdikleri bir önceki konserlerinden bu yana yeni bir albüm çıkarmadı. (Son olarak “The Last Imagination” isimli güzel bir Single yayınladılar. Önceki ziyaretlerinde 2020 çıkışlı “Moment” albümü ağırlıklı bir “Setlist” izlemişlerdi.
Tumblr media
Benim şahsen çok başarılı bulduğum bu albümden “Phantom Days” şarkısıyla konsere devam ettiler. Seyirci ciddi manada kıpırdanmaya başladı. “Terminus (Where Death Is Most Alive) ve az önce bahsettiğim yeni singleları “The Last Imagination” sonrası çalınan “Atoma” ile seyirci resmen ateşlendi. Artık geriye dönüş yoktu. Nispeten genç Bassçılarının performansı çok iyiydi. Tecrübeli klavyecileri atmosferi canlandırıyordu. (Davul ve klavyenin sesini hafif düşük bulsam da ses genel olarak iyiydi.) Gitaristleri ve Sololarına diyecek hiçbir şeyim yok, kaybolup gittim ama artık İsveçli sevilen dostlarımız “DT”nin enstrüman ekibini çok güzel bir noktaya koyup, Frontman’leri Mikael Stanne’den bahsetme zamanımız geldi çattı!
Biraz alakasız olacak ama sizlere yıllar yıllar önce İş Sanat’ta gittiğim bir “Fado” (Portekiz halk müziği.) konserinden bahsetmek istiyorum. Mariza isimli “Fado” sanatçısı konserin ortasında, uzun enstrümantel bir şarkıda sahneden seyircinin arasına inip herkesin elini tek tek sıkmıştı. (Herkesin!) Oturmalı bir seyirci düzeninde, bütün seyircilerin koltuklarının yanına gidip, gülümseyip onların ellerini sıkmak takdir edersiniz ki epey vakit almıştı. Kimse şikayetçi değildi, inanılmaz duygusal anlardı. Zaten enstrümantel bölüme geçmeden önce bu şarkıyı ve Portekiz ülkesi hakkında ki, Portekizli insanlar, Dünya insanları hakkında ki duygusallığını uzun uzun anlatmıştı. Herkes sakince, tek tek elinin sıkılmasını beklemişti. “Mariza”nın elini sıkarken onun yüzünde gördüğüm duygusallığı, insanlığı, güler yüzü ve naifliği daha önceden birçok defa karşılaştığım ve önceki yazılarımda bahsettiğim “Katatonia” grubundan Jonas Renkse dışında Mikael Stanne’de gördüm. (İsveç alçakgönüllülüğü bu olsa gerek :) Bu adam bir önceki konserleri sonrası “Dorock HMC”ye gidip sabaha kadar bütün insanlarla fotoğraf çektirmiş, muhabbet etmiş, bira içmiş, suratından bir saniye olsun gülümsemesini esirgememişti. Bu konser boyunca ve sonrasında da aynısı oldu. Dünya bir yana Mikael Stanne’in iyi niyet enerjisi bir yana! Sen Çok yaşa!
Tumblr media
“Nothing To One” “The Dark Unbroken” “What Only You Know” ve yine 2020 albümlerinden “Identical To None” ile “DT” ara vermeden tam gaz devam ediyor. Mikael’in bir dakika duracak hali yok, sadece bazen seyircinin aşırı reaksiyonu karşısında nutku tutulup sahneden iniyor, önde ki seyircilerle hoşbeş ediyor, seyirciye inanamaz bakışlar atıp yüzlerine gülümsüyor. Konser boyunca buna benzer birçok görülmeye değer an yaşandı. Bazı şarkılarda arka planda şarkı sözlerinin aşırı iyi görseller eşliğinde verilmesi seyirciyle etkileşimi arttırdı. (Bence daha fazla grubun daha fazla konserde kullanması lazım gerçekten hoş bir detay oluyor.) Başlarda ki görsellerde neredeyse hipnotize oluyordum, zor toparladım.
Tumblr media
“Sold Out” olan bir Metal müzik konserinde bir sürü arkadaşınızı, dostunuzu görüyorsunuz. Bu konserde onlardan biriydi, gerçekten keyifli muhabbetler yapıldı, eskiler yad edildi, abilerimiz, ablalarımız anıldı. (RIP BARON-Çağlan Tekil.) Birçok farklı duygu yaşandı... Konsere dönersek eğer, “Forward Momentum”la birlikte işler artık duygusal bir şekilde sertleşiyor. “Cathode Ray Sunshine” “State Of Trust” “Final Resistance” (Pek severim.) ve “Therein” sonrası grup yoğun alkış kıyamet eşliğinde sahneden kısa süreliğine iniyor. Herkes hep bir ağızdan grubu sahneye geri çağırmak için avazı çıktığı kadar bağırıyor ve nihayet zurnanın ZART! dediği yere geliyoruz…
Tumblr media
Melodiyi duyar duymaz beyninizde atom bombası gibi patlayan, sizi bir anda ayağa kaldıran, “Hassiktir” dedirten şarkılar vardır. Konu “DT” olunca yine birçok şarkı insanın aklına gelir tabi ama bir tanesi vardır ki zannetmiyorum herhangi bir Metal müzik dinleyicisi buna kayıtsız kalabilsin. “Lethe” ile “DT” sahneye dönüyor, ortalık… Pek anlatabileceğim gibi değil... Çakmak çakıp eşlik eden mi dersin? Alkış tutan mı? Kendinden geçen mi? Bağırıp çağıran mı? Bütün bu hezeyanlar geçtikten sonra tabiki yekvücut olup “Lethe” diye hep bir ağızdan grubun efsane şarkısına eşlik ediliyor.
Ne önceki konserde ne de uzun zamandır “DT” bu şarkıyı canlı çalmamıştı ve bu gecenin çalınan tek “Lethe” şarkısı bu olmayacaktı! Kendimizi özel hissediyoruz, “DT” Türkiye’yi, bizde onları gerçekten çok seviyoruz. “Lost To Apathy” tamamda artık “Misery’s Crown”da (Sanırım en sevdiğim “DT” şarkısı olabilir.) iyice dağılıyorum, artık ne olacaksa olsun! İyice kabarmış saçlarım ve koca bedenimle “Headbang” yaparken sanıyorum arkada en az on kişinin manzarasını sahil şeridine dikilen gökdelen gibi kapatmışımdır. Bunun için özür dilerim, yaradılış işte. Mağdur arkadaşlara saygılar, sevgiler.
Tumblr media
Konser bitiyor, bende bitmişim. Saçımı sakalımı toplamam on dakika falan sürmüştür. Dışarıya çıkabildiğimiz zaman biraz daha mekanın restoranında oturuyoruz. Muhabbetler, kritikler, şu konser var, bu albümü dinle vs. Bakıyoruz adamlar içeriden yavaş yavaş çıkıyor. Önceki konserden bol bol fotomuz olsa da fazlası göz çıkarmaz, koştur koştur Mikael’i yakalıyoruz. Tabiki bizi kırmıyor, ayaküstü hoş beş bile ediyoruz. (Arka fonda gülen bir dayı ve Tekel dükkanı manzaralı şahane bir Mikael’li fotoyu koleksiyona ekliyorum.) Ben bu naifliğe tekrardan hayran kaldım. Adam uçakta olsa “abi foto çektireydik” desen, herif uçaktan rahmetli Zeki Müren gibi atlar, seninle fotoyu çekilir sonra uçağa geri biner. O derece… Helal olsun sana Mikael, iyi ki bu Dünya’da senin gibi insanlar var!
Konser bitti, adamlar yorgundur şimdi otele geçerler, haydi bizde dağılalım saçmalığı içerisinde evlere gidiyoruz. Adamlar ne dağılması Dorock HMC’yi dağıtmaya gidiyor! Yetmiyor, Mikael sahnede “Razor INC.” ile birlikte iki tane “DT” şarkısı söylüyor, bunlardan biri “Lethe” oluyor. Ben böyle şey ne duydum, ne gördüm. Sabah olunca evde pişmanlıktan kendimi yedim yedim, duvara attım! Bir önce ki konserleri sonrası da yazının başında dediğim gibi Dorock HMC’de sabaha kadar oturmuşlardı. (Ah benim aptal kafam bok vardı evde.) “Razor INC.” den Başer’in Mikael’le olan sarılma görüntüleri bana teselli oluyor. Bu dostluk, bu anlayış, bu sevgi… Önceki gelişlerinde de şimdi de gözlerimi dolduruyor. Bize harika bir gece yaşatan, emeği geçen herkese çok teşekkürler! Çok yaşa “Dark Tranquillity” çok yaşa “Razor INC.” çok yaşa “Dorock HMC” Nice nice konserlerde Görüşmek üzere!
DOROCK OR DIE!
Tumblr media
3 notes · View notes
Text
24/5 MART PSYCHONAUT 4 KONSERİ (IF BEŞİKTAŞ)
Tumblr media
Yerde ayaklarımı uzatmış, sırtımı kanepenin ayaklarına yaslamış oturuyorum. Sağımda içi ağzına kadar dolu küllük, kenarından sarkan, sönmeye yüz tutmuş bir sigara. Solumda neredeyse bitmiş büyük bir şişe rakı (Bardak yok..) Önümdeki “Tv” ekranında “Loop”a alınmış, sürekli dönen “Lethargic Dialogue” klibi. Bir rakıya, bir sigaraya, arada bir de ekrana bakıyorum. Videonun başında elde dönen çakmak gibi başım dönüyor. Depresif düşünceler, bitik bir karaciğer, antidepresanlar, anksiyeteler, ilaçlar, mahvolmuş bir hayat, “Psychonaut 4”… 2015’te keşfettiğim “P4” (böyle deyince aklıma bir “DSBM” grubundan ziyade evdeki “Play Station 4 Pro” geliyor ama kısaltma işte.) “Youtube”da gördüğüm günden beri dinlemeye asla ara vermediğim bir “DSBM” grubu. “P4” Yukarıda anlattığım hikaye ve binlercesi gibi bir çok zor anımda bana arkadaşlık etti. Konsere geçmeden önce nedir bu “DSBM” sadece biraz sert müzikle harmanlanmış, üzgün ergen intihar girişimlerimi, yoksa fazlası mı? Biraz bunlara bakalım.
Tumblr media
“Depressive Suicidal Black Metal” 90’ların başında “Burzum” etkisiyle yeni şekillere bürünen Black Metal’in belki de en uç türlerinden biri. Ben şahsen tek albüm çıkarabilmiş olan “Silencer” grubu ve psikolojik vakaların en berbat donanımlarına sahip hasta ruhlu solistleri “Nattramn” ile “DSBM”le tanıştım. Bu müzikte, gruplarında, solistlerinde öyle hikayeler, öyle hezeyanlar var ki değme korku filmi senaryolarına taş çıkartır. Özellikle “Nattramn”ı hafif bir “google”larsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Bu tarz hikayeler okuyup birde bunlarla aşırı bağdaşan müziklerini dinlediğinizde, eğer sizde hafif, orta, şiddetli depresyon dönemleri geçirdiyseniz kendinizi bu işe fazlasıyla kaptırıyorsunuz. “Shining” “Lifelover” “Nocturnal Depression” “Apati” “Xasthur” “Happy Days” “Coldworld” “Thy Light” ve sayamayacağım diğerleri öyle gruplar ki, bunları acının müzikte şekil bulmuş halleri olarak yorumlayabilirim. Histeri krizleri yaşayan vokaller, hezeyan tarayan gitarlar, şarkıların arasındaki durulma bölümlerinde giren ilginç enstrümanlar, (Black metalde saksafon olur mu demeyin oluyor, güzelde oluyor.) zil kullanımı yüksek atmosferik davullar ve bazen şarkı aralarında, başında ya da sonunda giren diyalog bölümleri. Anlatılar, bozuk radyo konuşmaları, çocuk koroları, şarkıları…
Tumblr media
“P4” yukarıda saydıklarımı ve daha fazlasını icra eden bir grup. Artık üretim yapamayan “Silencer” (Nattramn’ın akıl hastanesi projelerini saymazsak.) ve “Lifelover”ın (Aşırı doz kullanımı sonrası ölen gitaristleri sebebiyle grup dağıldı.) yeri dolamayacak olsa da, “P4” bu tarzın ciddi bir takipçisi oldu ve bayrağı onlardan devraldı diyebilirim. (Saydığım iki grubunda önemli şarkıları “P4” tarafından son albümlerinde coverlandı.) Dinlemesi zor bir tarz olan, abilerimiz, ablalarımızın, genel metal müzik dinleyicisinin dahi çok anlamlandıramadığı “DSBM” hala kısıtlı bir kesim tarafından bağra basılsa da, yaşamak zorunda olduğumuz çağ gereği giderek daha fazla takipçi kazanan bir akım. Konser açıklandığında üzülsem mi sevinsem mi bilemedim, müthiş bir şaşkınlık yaşadım. Uzun zamandır dinlediğim bir grubu sahnede izleyecek olmak sevinç vericiydi fakat diğer yandan geçirdiğim zor zamanları hatırlamak ve o günlere geri dönmek acı verici olabiliyordu. Tamda böyle duygularla gittim konsere. İki arada bir derede… “DSBM” ve “sevinç” kavramları birbiriyle çok bağdaşmıyor zannedebilirsiniz fakat size şunu söyleyebilirim ki benim nazarımda “DSBM”in yalnızlık, ölüm, intihar güzellemesi, aşırı doz, kendine zarar verme, alkolizm, vs. temaları yanı sıra, insana destek olan, hayata devam etmesini sağlayan, “güç” veren bir tarafı da var.
Zor, katlanılamaz dönemler geçirdiğimde kendi kendime yıllar içerisinde geliştirdiğim belki hastalıklı sayılabilecek bir yöntemim var. Bu dönemlerde genellikle depresif şeyler okumak, izlemek ve dinlemeye meyilli olurum. Holokost filmleri, savaş anıları, özellikle Doom/Black metal müzikleri bana yardımcı olur. Dünyada, senin o an yaşadığın acıdan daha büyük dramların olması, senden çok daha zor durumda kalan insanların hikayelerine odaklanmak konuyu en azından biraz olsun senden uzaklaştırır, hafif bir rahatlama hissi getirir. “P4” Gürcistanlı bir grup ve tarzlarını “Post Soviet Black Metal” olarak tanımlıyorlar. Bu tanımlama bile tek başına benim dikkatimi çekmeye yetmişti. Oraya ne yazdılarsa bu adamlar onu yapıyor, yaşıyor. Biz hiçbir zaman kanatlarını sonuna kadar açmış, ideolojisini ve baskısını bütün topraklarına zorla yaymış, egemen, düşman bir kuvvet tarafından yönetilmek zorunda kalmadık. (Ruhun şad olsun büyük Atatürk!) Ama bu adamlar yıllar boyunca bunu yaşadı ve bu olayın etkileri onlarda izler bıraktı, yaralar açtı. İçlerinde belki hala o günleri yaşıyorlar, hatırlıyorlar. Bu gözlerinden bile belli oluyor, birçok jenerasyona yayılmış bir durum bu. Konser boyunca arka planda, logolarının gerisinde gösterilen eski Sovyet bloğu mimarisinden örmekler bu dediklerimi destekliyor. Mega, güçlü, haşmetli, soğuk bloklar, toplu konutlar, binalar… Şükürler olsun ki onları anlayamıyoruz, belki biraz hissediyoruz. (Mimari dışında…) Anlayabilecek durumlar yaşamadık. Onları anlamaya çalışmamız Nasılsın? “İyiyim” diyalogları kadar saçma bir çaba oluyor. Sovyetler birliği devri ve sonrası dönem acılarını bize geçiriyorlar ve ben yine bu tarz şeyler yaşamadığım için rahatlıyorum evet ama sadece bununla sınırlı kalmıyor. “P4” ve “DSBM” grupları sayesinde artık kendimi yalnız hissetmiyorum. Dünyanın neresinde olursa olsun, benimle benzer acıları ve durumları, hissiyatları paylaşan insanlar var! Evet, yalnız değilim ve bu çok büyük bir güç. Belki o yerilen intihar temasının, kendisini öldüren ya da zarar veren müzisyenlerin, bağımlılıkların tam aksine insanı yaşama bağlayan, devam etmesi için insana dayanak olan bir güç. Dibe vurduğunda ayaklarını sağlam bir şekilde yere vurup, hızla yüzeye doğru çıkma gücü…
Tumblr media
İŞTE OMUZ OMUZA JİLET ÇEKECEĞİMİZ AN!
Konsere giderken neyle karşılaşacağımı üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordum ama yalan yok bu kadar iyi geçeceğini düşünmemiştim. Konser normalde Pazar günü gerçekleşecekti fakat grubun uçaklarındaki bir sorun nedeniyle “P4” gecikti ve etkinlik ertesi güne ertelendi. Bu konuda seyircide sıkıntılar yaşandı. Şehir dışından gelenler biletlerini iptal etti, konser hafta içine alındığı için gelemeyenler oldu vs. Sonuç olarak beklenenden biraz daha az bir kitleyle konseri geçirdik. Bu durum “P4” ün performansına bir eksi yazmadı, aksine daha da istekli ve enerjik şekilde konserlerini verdiler. Bu aksaklık için özür dilemeyi de ihmal etmediler. Genç nüfus ağırlıklı kitle tam bir “DSBM” dinleyicisiydi diyemem, zaten bunu beklemezdim de. Merakından gelen dinleyicide çok vardı, birkaç parça dinlemiş olup grup hakkında az buçuk fikir sahibi olanda, her şeye, bütün şarkılara hakim olup en önde translara girende. Tarzın gelişimi açısından bu yaşananlar gayet olumlu. Gördüğüm kadarıyla herkes konserden memnun ayrıldı. Memnun ayrılmamak mümkün değildi adamlar gerçekten o kadar hissiyatlı çalıp söyledi ki, hep birlikte gerçek bir inanmışlık, kendini adama deneyimi yaşadık.
Tumblr media
“P4” ün ilk albümü “Have A Nice Trip”in yazının başında söylediğim gibi bende ayrı bir yeri vardır. Konser “Setlist”leri internette fazla dönmüyordu ve benim gördüğüm kadarki kısmında konserlerinde artık ilk albümden hiç parça çalmıyorlardı. Bu konserde daha ilk şarkıda, ilk albümden “Parasite” (en sevdiğim ikinci parçaları.) ile girmeleri tahmin edersiniz ki beni binlerce farklı duygu durum içerisinde bıraktı. Telefonla çekim yaparken telefonumda “Headbang” yaptı. İnanılmaz anlardı. “We Will Never Find The Cure” “Moldy” ve “Too Late To Call An Ambulance” konser öyle hissiyatlı, öyle derin duygularla geçiyor ki başka hiçbir şey anlatmama gerek yok aslında. Şarkı isimlerini okusanız yeter. David kendinden geçiyor, (zaten kendinden geçmesi ile tanınır…) şarkıları yerde sürünerek söylüyor, bağırıyor, kendini yerden yere vuruyor, çığlıklar, yardım çığlıkları, Allah’ın belaları! David, “Lifelover”dan “Kim Carlsson”a benzettiğim hareketler sergiliyor, ölüyor, bitiyor. Seyirciyle birkaç kelime dışında çok fazla “konuşamadığı” (İstanbul, helö, hıı..) için, konuşmaları ve seyirci iletişimlerini genelde gitar/vokalleri yaptı. Konserlerde bu durumu iyi ayırmışlar, güzel çalışıyorlar. David konuşma konusunda sazı eline alsa hepimizin tadı kaçabilir. Sen şarkını söyle, çığlıklarını at abi. Grubun aklıselim, beyefendi, papyonlu gitaristi konuşmaları yapar. Bize özel olarak yapacaklarını söyledikleri ikili acı seansı, gitaristin söylemesine göre “üzerine çok fazla çalışılmamış” “deneysel bir şey” beceremezsek bize kızmayın dedi fakat kızmak ne kelime, resmen nutkumuz tutuldu! Bu bir “Şov” olarak değerlendirilebilirse eğer ben böyle “Şov” görmedim diyebilirim. IF’in duvarlarından acı fışkırdı. Gidin bakın hala orada duruyordur. Acı mekana sinmiştir. Mahvettiler bizi…
Tumblr media
“Beautyfall” (2020) albümlerinden “Sana sana sana cura cura cura” (Türkçe okuyunca ne kadar manalı oluyor, eski sevgiliye sitem edilen bir nefret şarkısı gibi.) çalınıyor. Bu hezeyan sonrası “Tbilisian trajedisi”. Yukarıda sigaraya çıkmıştım, melodiyi duyar duymaz merdivenleri üçer beşer inerek koştum geldim. Gitarist bunu çalmadan önce sanki “sıradaki şarkıyı biliyorsunuz, bunun için üzgün hissetmiyorum” deyip güldü. Konuşmanın başını kaçırdığım için ben pek bir mana veremedim, anlayan varsa yeşillendirsin. Hayırdır yani kardeş burasıda İstanbul tragedyası, hepimizin acıları var, bunlarımı yarıştıracağız… Neyse. “Beware the silence” sonrası bana ikinci şok geliyor. Yine yazının başında bahsettiğim, yıllar boyunca Loop’a aldığım şarkı “Lethargic Dialogue” (en sevdiğim “P4” şarkısı.) canlı çalınıyor! Benim bira fondiplendi, saçlar açıldı, darmadağın olundu… (Boynum hala ağrıyor…) Bu konserde ses o kadar iyiydi ki (belki “P4” için fazla iyi bile sayılır.) başka hiçbir konserlerinde bu kadar iyi ses aldıklarını düşünmüyorum bile. “Personal Forest” “My Sweet Decadance” (bu şarkı hep birlikte söylendi, elimizde çakmaklar eksikti.) ve “Bad morning” sonrası grup sahneden iniyor. Bizim çocuklar organize tabi “hurraa” kapıya derken “P4” tekrardan sahnede “The Stooges” Cover’ı olan “I wanna be your dog” şarkısını çalıyorlar. Hopluyoruz, zıplıyoruz. Resmen bu gece, burada, bütün acıları si……z!
Tumblr media
“P4” muazzam bir acı resitali sonucunda sahneden iniyor. Tekrar gelmek için söz veriyorlar ve ben tekrardan geldiklerinde yine benzer bir performans sergileyeceklerini düşünüyorum. (Daha iyi diyemiyorum, bundan daha iyisi nasıl olur bilemiyorum..) Grup, kuliste biraz dinlendikten sonra önceden söz verdikleri gibi “Meet And Greet” için seyircinin arasından geçip “Merch” standının arkasına gidiyor. Uzun bir kuyruk “P4”ten imza almak, fotoğraf çektirmek için bekliyor. Sıranın sonu gelmiyor, herkes grupla kucaklaşmak, sarılmak, konuşmak istiyor. Seyirci duygusaldı, grup duygusal ve yorgundu. Bu işin tamamlanması zor gibi gözüküyordu. Dolayısıyla bir süre sonra “tamam artık yeter arkadaşlar” diyorlar ve kalan sırayı toplu fotoğraf çekimiyle kandırıp kulise dönüyorlar. Bir “DSBM” grubuyla fotoğraf çektirmek, sırıtırken “P4” elemanlarıyla fotoğrafının olması falan bunlar… Ne bileyim biraz “sırıtan”, çelişkili, konuyla bağdaşmayan şeyler gibi gelmiyor değil. (Benimde oldu gerçi kardeşim, anıdır neticede kehkeh…) Konser o kadar güzel geçti ki olumsuz bir not, gözlem, izlenim sunamıyorum. Bu sene Metal müzik konserleri açısından çok verimli geçiyor, birçok enteresan grupla, “Sound”la, janrayla karşılaşıyoruz, tanışıyoruz. Bu etkinlikleri gerçekleştirenlere hakaret etmek yerine bence tekrardan teşekkür edelim. Şartları, zorlukları, aksilikleri anlamaya çalışalım, anlamasakta saygı duyalım. Güzel memleketimizin, yaşamak zorunda kaldığımız şu boktan dönemlerinde adamlar sevdiğimiz, müziklerinde nefes aldığımız, gelmesi için belki dualar ettiğimiz grupları getirmeye çalışıyor. Bu işi ne kadar profesyonel şekilde planlarsan planla, iki taraflı aksilikler yaşanabiliyor, kriz yönetimi yapmak gerekiyor, hızlı aksiyonlar almak zoruna kalıyorsunuz vs. Üzüntüyü, hayal kırıklığını anlarım ama klavye başından küfür etmek nedir? Şartlar gereği konsere gelemeyeni anlarım ama tepki olsun diye sevdiğin bir grubun konserine gelmemek nedir? Her neyse gelmeyen çok şey kaçırdı bir kez daha bunu belirteyim. Konserin etkisi hala üzerimde ve “P4”ün şarkıları beynimde çalmaya devam ediyor. Tekrardan yoğun şekilde “DSBM” batağına düşüyorum. Kaçabilen kendini kurtarsın, benim için artık çok geç. “Too Late To Call An Ambulance”… Sevgiyle kalın, görüşmek üzere!
Tumblr media
3 notes · View notes
Text
GİBİ 5.SEZON 1.BÖLÜM (SİNEK) ÜZERİNE METAFORİK BİR YAZI
Tumblr media
Çoğumuzun sevdiği “Gibi” dizisinin yeni sezonu yayınlanmaya başladı. Her zaman çok ilgimi çeken, güldüren, düşündüren, bazen hüzünlendiren “Gibi” 5.sezonuna enteresan bir giriş yaptı. Hazır Pazar gününe kadar bir konser yokken, bölümü izledikten sonra kafamda canlanan şeyleri not almaya karar verdim. Evet, burası bir konser bloğu sayfası idi fakat “inside.thecityof.glass” arada bir neden böyle şeyler de yapmasındı? İnternette biraz yorumlara baktıktan sonra tam olarak benim hissettiğim şeyleri ifade eden birkaç kişiyle karşılaştım. Bölümün yayınlanması üzerinden henüz çok vakit geçmediği için, zamanla daha fazla ortak yorumla karşılaşacağımı düşünüyorum. Bu zaman gelene kadar kendi izlenimlerimi yazmaya başlayayım, sonra tekrardan konuşuruz.
-HOLY SPOILER-
Bölümde dönemin siyasi aktörleri üzerinden metaforik bir anlatım tercih ettiklerini düşündüğüm için, anlaşılırlığı arttırmak adına biraz kodlama ve açıklama yapacağım, daha sonrasında akış üzerinden devam edeceğim.
Başlarken, bölüm hakkındaki düşüncelerimde bilinmesi gereken şey bu bölümün sadece arkadaşlık ilişkileri, kıskançlık, çekememezlik, toplum gözünde yükselme ve düşme, çoğu bölümde yapılan “ufacık saçma bir olayın aşırı büyümesi” vs. “Gibi” şeylerin dışında aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin belirli bir döneminden itibaren neredeyse günümüze gelene kadar olan kısmının metaforik olarak anlatıldığıdır. Buna dayanarak bölüm içerisindeki ilk kodlamalar benim düşünceme göre aşağıdaki “Gibi”dir.
Yılmaz (Süleyman Demirel) (S.D.)
Ersoy (Turgut Özal) (T.Ö.) (Bu zaten bet bir şekilde gösteriliyor.)
İlkkan (Bülent Ecevit) (B.E.)
Suna hanım (Sovyetler birliği) (S.B.)
Genç çocuk (Halk)
Servet abi (Amerika Birleşik Devletleri) (ABD)
Misafirler (Diğer ülkeler) (D.Ü.)
Candan abla (Yeni Rusya)
Erol (Liyakat)
Neden bu şekilde düşündüğüme bölümün akışı içerisinde bakalım. İlerledikçe daha fazla kodlama ve birtakım siyaset tarihi açıklamaları yapmaya çalışacağım. Doğru olabilir, yanlış olabilir. Dediğim gibi kolektif bilinç içerisinde bunların hepsini ileride daha doğru noktalara koyabiliriz. Haydi başlayalım!
Tumblr media
BAŞLIYOR!
Yılmaz (S.D.) ve Ersoy (T.Ö.) bıkkın bir şekilde koltuklarında otururken, salonun arka kısmında, yemek masasında İlkkan (B.E.) misafirlerine Tarot falı bakıyor. Diğerlerinin aksine İlkkan’ın keyfi gayet yerinde. Önemli olaylardan bahsediyor, dışarıya açık, aksiyon halinde. İlkkan’ın misafirleri olan iki adet yaşlı teyzemiz, kendisini ilgiyle dinliyor. Tarot falını, İlkkan’ın ileri görüşlülüğü olarak yorumlayabiliriz. Karşısında oturan teyzeler de muhtemelen anlatılan dönem gereği eski Sovyetler birliğini (Komünizm ya da sol felsefe) temsil ediyorlar. Bir teyzemiz eski Sovyetler iken diğeri onun en büyük destekçilerinden belki Çin ya da Kuzey Kore vs. olarak konumlanmış olabilir. Neden böyle düşündüğümü bol bol açıklayacağım.  
Yılmaz ve Ersoy, arkadaki konuşma devam ederken yine sıkılgan tavırlarla bir sinek problemleri olduğundan bahsediyorlar. (Belki “Ecevit hâkim” sol politikalardan ya da arka planda kalmaktan sıkıldılar, yeni bir oluşum lazım.) Ersoy dört tane muz yediğinden ve Roma dondurmacısına gittiğinden bahsediyor (Çikita muzu memlekete ilk defa Turgut Özal getirmiş. “Roma” belki de Özal’ın dışa açık politikalarını, dış sermayeyi, özelleştirmeleri vs. vurgulamak için kullanılmış. Ya da müthiş politik, sosyolojik, ideolojik fikirlerin, jikler, izmler ve istlerin, her bokun o döneme dayandığını, oradan çıktığını belirtmek için.) Sovyetler birliğine benzettiğimiz Suna Hanım (S.B.) için İlkkan; “Suna ablacığım, sen olmasan bu Dünya yok olur gider, her şeyi bir arada tutan bir enerjin var” diyor. Sanırım gözümüzde bir şeyler canlanmaya başladı. Hakikaten de çift kutuplu, kısmen güç dengeli Dünya düzeni, birçok ulusu bir arada tutan Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte hapı yuttu. Sol ideoloji çöktü, kapitalizm yeni tanrımız oldu. Suna hanım, bakılan Tarot falı için ödemesi gereken ücreti İlkkan’a sorduğunda, İlkkan kendisinden para istemediğini, ücretsiz rehberlik yaptığını söylüyor. Para istenmemesi ve karşılıksız yardım gibi kavramlar Yılmaz’ın canını fazlasıyla sıkıyor. Para almadan bir iş yapılması, Yılmaz’a (Sağ ideoloji, kapital düzen, sermaye piyasası vs.) Tarot falı kadar anlamsız geliyor, bu işi kafasında anlamlandıramıyor.
Tumblr media
Evden kafeye geçildiğinde İlkkan’ı, karşısında oturmakta olan bir genç çocukla konuşurken görüyoruz. Çocuk İlkkan’ın kendilerine bir ümit olduğundan bahsediyor ve İlkkan’ı övüyor. Bu çocuğu köylü sınıf, tarım sınıfı ya da hiç bunlara da girmeden dümdüz “Halk” olarak konumlandıralım. Çocuğun bu övgüsüne daha fazla katlanamayan Yılmaz, İlkkan’a “paran var mı”? Diye soruyor. Yani bu işler, sevgi gösterileri, köylü şehirli el ele ayakları, sol ütopyalar bir yere kadar sürer. Senin paran var mı? Sermayen var mı? Bu değirmeni döndürebilecek misin? Ondan haber ver diyor. İlkkan, biraz parası olduğunu söylüyor. Yılmaz bunun üzerine sinek ilacı almaktan bahsediyor. Sinek burada önemli bir öğe olabilir. “ANAP” logosunu hatırlayalım. Petekten oluşan bir Türkiye haritası üzerine konmuş arı görseli gözünüzde canlanmıştır. Burada anlatılmak istenen şey arıyı sineğe benzetip bu yapıyı eleştirmek mi? Ya da “ANAP”tan belki ilelebet kurtulmak, bunu bir sorun olarak görmek? Veya tam tersine desteklemek fakat doğru kişiyle desteklemek mi bilinmez. Dönemi okuyalım ve büyüklerimizden dinleyelim. Sonuç olarak bu durum Yılmaz’ın fazlasıyla canını sıkıyor.
Tumblr media
Meşhur 3’lümüz yolda yürürken, bence bilinçli şekilde daha batılı bir “Cast” olarak seçilen (Hatta beyaz ABD’li denilebilecek, kafasında bir tek yıldızlı şapkası eksik olan Sam amca.) Servet abiyle (ABD) karşılaşıyor. (“Servet” seçimine dikkat.) Ersoy, Servet abiyi evlerine davet ediyor. (Yabancı sermaye ülkeye davet ediliyor.) Servet abi çok hevesli, motive “hemen gidelim” diyor. Yılmaz bu tutuma karşı temkinli yaklaşıyor. (Belki ülke henüz hazır değil.) Servet abiyi ilk başta bir bahane uydurarak uzaklaştırma ve içeriye almama gayesinde. Yılmaz ayrıca Ersoy’un kendisine hiç danışmadan “sürpriz bir inisiyatif alarak” bu işe kalkışmasına ayrıca kıl oluyor. Sonuçta Servet abi bu işe çok sinirleniyor, İlkkan naif bir şekilde özür diliyor. Yılmaz buna da kızıyor. Servet abi eve gelmek için şartları çok fazla zorluyor, niye gelemediğini kesinlikle anlamıyor, anlamamakta ısrar ediyor hatta neredeyse güç kullanacakmış “Gibi” tavırlar bile sergiliyor. Yılmaz evin içerisindeki (ülkenin içerisindeki) problemi anlatmak zorunda kalıyor. Sinek probleminden bahsedildikten sonra Servet abi durumu anlayışla karşılayıp bir sinek ilaçlama numarası veriyor fakat bu numara yalan yanlış uydurma bir numara. (ABD’nin meşhur yardım olmayan yardımlarından, verilen kredilerin bin misli faizle geri alımından, ödenemeyince verilen imtiyazlardan vs. bahsetmek için çok güzel bir anlatım, kuvvetli bir sahneleme.)
Tumblr media
Evimize geri dönüyoruz. Yılmaz, Ersoy’u Servet abiyi eve çağırdığı için azarlıyor. (İç siyasette konuşulmadan, ortak karar verilmeden, danışıklı dönüşümlü, kapalı kapılar ardında gizli kapaklı işler yapılmadan öyle dış sermayeye kucak açılmaz.) Ersoy tabi ki Servet abiyi savunmaya, zararı olmadığını anlatmaya, (özelleştirmeye, dışa açılmaya, borçlanmaya vs.) devam ediyor. (Ülkenin hayrına olacak.) Yılmaz böyle bir şeye müsait değilim derken, (en azından henüz) İlkkan misafirlerini (D.Ü.) beklediğini, seansının olduğunu, diğerlerinin içeriye gitmesi gerektiğini söylüyor. Bu, takdir edersiniz ki evin diğer liderleri tarafından kabul edilmiyor. Yılmaz bunun önceden konuşulması gerektiği kanaatinde. (Parlamento? Kapalı kapılar? Pazarlıklar?) Yılmaz burada muhafazakâr kanadı temsil ediyor. Geleni gideni olmadan, etliye sütlüye karışmadan, kendi küçük Dünyasında, evinde oturup televizyonunu izlemek istiyor. Misafirler geliyor, kartlar İlkkan tarafından yeniden dağıtılıyor. Kalabalık misafir ekibi içerisinde bu sefer Suna Hanım yok. Belli ki Sovyetler dağılmış. Bu misafir ekibini Avrupa birliği ya da diğer Dünya ülkeleri belki G8 vs. diye konumlandırabiliriz diye düşünüyorum. İlkkan övülmeye devam ediliyor. Yılmaz sıkılgan bir şekilde çoraplarını çıkarıyor (Muhafazakârlar kolları sıvadı) İlkkan bu işe çok sinirli. Bizi dış güçler önünde “takunyalarınla” rezil ediyorsun pozlarında. Bu ana kadar sessizce koltukta oturmakta olan Ersoy kapı zilinin çalmasıyla birlikte ayaklanıyor. Kapı Ersoy tarafından açılıyor ve sürpriz! Servet abi kapımızda! (Demokrasi geldi hanım!)
Ersoy tarafından hoşça karşılanan Servet abi, eve türlü bahanelerle davet edilmediği için çok kızgın. Herkesin içeride olduğunu öğrenmiş ve kapıya dayanmış. (X bir yerde önemli bir şey; savaş, kriz, maden, para, servet, vs. varsa eğer “ABD” orada olmadan olmaz.) En nihayetinde Servet abi içeriye Ersoy tarafından buyur ediliyor fakat öyle olmasaydı bile gerekirse zor kullanıp yine de içeriye girebileceğinin sinyallerini bize oyunculuk olarak veriyor. Bütün misafirler (Diğer ülkeler) İlkkan’la birlikte ayrı bir yerde, Servet abi Yılmaz ve Ersoy ayrı bir yerde konumlanmış durumda. Servet abi Yılmaz’ı azarlıyor, “herkes burada, ben nasıl yokum” diyor, Ersoy, Servet abiyi sakinleştirmeye çalışıyor. İlkkan’ın misafirlerle masada oturduğu sahne “Son akşam yemeği” tablosunu çağrıştırıyor, bu kısımda ayrıca bir metafor daha var.
Tumblr media
Burada dönen konu Servet abinin ilgisini çekiyor, seansın ücretini soruyor. Seansın ücretsiz olduğunu, “sevgi ve saygı karşılığında” bakıldığını Yılmaz’dan öğrendiğinde, Servet abi “iyi” diyor ve gözleri parıldıyor. Tam da bu noktada çok kritik bir an yaşanıyor. Servet abi belki gözüne İlkkan’ı kestirmişken, Yılmaz ayağıyla bir sinek yakalıyor ve olayın bütün seyri değişiyor! Yakaladığı şey belki “ANAP” belki başka bir aktör, belki iç ve dış siyasete yeni bir soluk, belki sermaye kazanımı, belki bunların hepsi ya da hiçbiri. Ama bence Yılmaz’ın yakaladığı ya da bulduğu esas şey “Liberalizm”… Bunu zaten ilerleyen bölümlerde yine bet bir şekilde gözümüze sokularak görme fırsatı yakalıyoruz. “Liberalizm” ve “Liberal” politikalar sayesinde birçok şey mümkün kılınabilir, anlatılabilir, sevimlileştirilebilir. Zaten günümüzde yaşadığımız birçok sıkıntıda yanlış uygulanan bu politikaların artçılarından ibaret. Velhasıl kelam öyle de olsa böyle de olsa, sonuç olarak bunların hepsi aslında sadece bir “Sinek”…
Tumblr media
Yılmaz’ın yakaladığı sinek ve dolayısıyla Yılmaz, bir anda evin içerisindeki herkesi inanılmaz etkiliyor. Bu olayı çok yüksekten yaşıyorlar. Sanki bir bayram havası var. Bir keşif yapılmış, maden bulunmuş, savaş kazanılmış “Gibi”. Bu bayram havası içerisinde en büyük gazı tabi ki Servet abi veriyor ve Yılmaz’la Servet abi nihayet barışıyor. (We're all living in Amerika!) Bütün misafirler Yılmaz’ın yanında toplaşıyor, bu olayın en büyük “şakşakçısı” tabi ki Ersoy oluyor. Bu arada İlkkan arka planda kalmış, unutulmuş, modası geçmiş pozisyonda kalıyor. Mutfakta (Mecliste?) Yılmaz ve Ersoy cephesiyle İlkkan ters düşüyor, kavgalar, gürültüler çıkıyor. İlkkan bu olayın “bir seferlik şanstan ibaret” olduğunu söylüyor, diğerleri buna karşı “olmamış “Gibi”mi davranalım?” diyor. (Para bir kere gelir, har vurup harman savurursak eğer bir daha gelmeyebilir ve hiç de hoş olmayan sonuçlarla karşılaşabiliriz aklınızı başınıza alın demek istiyor. Bu ve bunun “Gibi” söylemler muhafazakâr sağ kanadın hiçbir zaman kanadında olmadı, olmayacak. Varken harca, nasıl harcarsan harca.) İlkkan mücadeleye devam edeceğinin sinyallerini veriyor ve yumruğunu duvara vuruyor. (Masaya değil.) Halkın bütün kesimlerinde Yılmaz’ın popülaritesi artıyor. İlkkan hala “o öyle her zaman olmaz, şans oldu şans” demeye, insanları tırnak içerisinde “uyarmaya” devam etse de artık ortada yakalanmış bir sinek olduğu için bu uyarılar kimseye geçmiyor. Üretmeden tüketmek, yalan yanlış yatırımlar, “lale devri” had safhada.
Tumblr media
Misafirler tekrardan eve geliyor fakat bu sefer İlkkan ve seansı için değil, Yılmaz için oradalar. Herkes evin içerisine doluşuyor (Dış sermayeler ülkeye giriş yapıyor.) Yılmaz, ayağıyla tekrardan bir sinek yakaladığında, Ersoy aşırı heyecanı sonucunda çayları deviriyor ve resmen yanıyor! (Turgut Özal öne çıkarıldı ya da atıldı ve sonunda yandı?) Tam da bu noktada Ersoy’un sırtında beliren Turgut Özal şeklindeki lekeleri görüyoruz. İlkkan artık masada yalnız hatta karamsar, depresif bir şekilde otururken diğer tarafta resmen zafer sarhoşluğu yaşanıyor. Burada giren müzikler ve kutlama havaları bana kazanılan bir seçim, kampanya süreçleri, balkon konuşmaları vs. “Gibi” atmosferleri anımsatıyor. Hemen Star Wars’tan bir alıntı yapayım; “Demek ki demokrasi böyle ölüyormuş. Alkış ve tezahüratla”. İlkkan’ın Yılmaz ve Ersoy’un yatağına koyduğu “Ölüm” kartları bir uyarı niteliği taşıyor. (Olacaklara karşı millet ve meclis uyarılmaya çalışılıyor?) Bunların da pek bir etkisi olmuyor tabi. Hangi uyarı dinlenmiş bugüne kadar? İlkkan mutfakta hüzünlü bir konuşma yapıyor ve bence sol siyasetin gerçek manada ilk defa ülkede uygulanmış olduğundan, hayata geçirilmeye yakınlığından ve sonrasında bunun nasıl elinden alındığından bahsediyor. Bu hissiyatlar Yılmaz’a geçmiş gibi görünüyor. Seksen sonu, doksanlı yılların başı siyasetinin “ayrı fikirlerde olabiliriz ama biz aynı gemideyiz” söyleminin o yıllarda hakikaten yaşanmış olan halini uygulamada görüyoruz
Yılmaz ve Ersoy, İlkkan’ın göz önünden düşmesinden rahatsız olmuş olacaklar ki İlkkan’ı biraz daha yükseltmek, eskisi gibi olmasa da kendine getirmek için kontrollü hamleler planlıyorlar. Bu iş için Candan abla (Yeni Rusya) seçiliyor. (Eski soldan düşman olmaz mantığı?) İlkkan sanki Candan ablaya yardım ettiğini hissedip mutlu olacak. (Dağılmış Sovyetlerin küllerinden doğan yeni Rusya’ya destek atılacak.) En azından plan buna benzer bir şey. Yılmaz, sinek yakalamaktan bir süreliğine vazgeçeceğini ancak uygun zaman geldiğinde, ileride devam edeceğini söylüyor. Böyle bir şey bırakılamaz. “Liberalizm” bırakılabilecek bir şey değil. Bırakıldı zannedersin fakat tekrar tekrar seni “liberize” eder. Bu bölümde müzik olarak Cem Karaca’dan “Raptiye Rap Rap” şarkısı kullanılsa çok yakışırdı diye düşünüyorum. Hep birlikte sözleri hatırlayalım.
Maaşla gırtlak gırtlak gırtlağa rap rap. Bir de kitap okuyor bakın şu çatlağa rap rap. Liberal, miberal malı kap, götür al rap rap. Eriyor liralar, mark kap, dolar al rap rap. Bul bir kaşalot, toriğini işlet rap rap. Bir koy üç al, üçünü de beşlet rap rap. Raptiye rap rap zaptiye zap zap rap rap. N'aber nitekim gene geldi şapka rap rap.
Tumblr media
Foto “Liberal”de, Ersoy’un sırtındaki Turgut Özal’a benzeyen lekenin fotoğrafları çekiliyor. Ersoy, seçim propagandasına hazırlanır gibi pozlar veriyor. Yılmaz “güzel” diyerek onaylıyor, fotoğraflar arasından seçimler yapılıyor. Fotoğrafçıya ödenen parayla alakalı bir konuşma geçiyor. Yılmaz’ın önceden fotoğrafçıdan 36 lira alacağı varken 73 lira vereceği oluyor. Sonuç olarak dükkândan para ödemeden ayrılıyorlar. Eczaneye gidiliyor, Ersoy’a alerji ilacı alınacak. Dükkânda çalışan Erol (liyakat) arkada konumlanırken, ön tarafta Yılmaz, Ersoy ve sonradan dükkâna giren Canan hanım kentsel dönüşüm konularını konuşuyorlar. Yılmaz ve Ersoy bu dönüşüm olayından aşırı mutlu. (Betona yatırım her zaman mutlu eder.) Canan hanımın eski binası yıkılmış (Sovyetler birliği) geçici olarak bir yerde kalıyor, sonra yeni binasına (yeni Rusya) geçecek. Erol bu muhabbetlerden rahatsız oluyor ve Yılmazla Ersoy’a parayı ödeyip gitmelerini söylüyor. Yılmaz ve Ersoy, Canan hanıma, İlkkan’a yardım alma kisvesi altında yardım edebilir mi diye soruyorlar. Canan hanım “tabiki” diyerek bu yardım işini hevesle kabul ediyor. 427 liralık ilaç ücreti Yılmaz tarafından kabul edilmiyor. Onun gözünde bu ilacın parası daha az olmalı (İşi ucuza kapatmaya çalışmak, devlet kadrolarının ödeme çıkmaması, meclis lokantası fiyatlarına alışık olup gerçeklikten kopmak?...)
İlkkan, Candan hanıma evin kapısını açıyor. Candan hanım İlkkan tarafından hoş bir şekilde karşılanıyor. Candan hanım inanılmaz zor bir dönemden geçtiğini söylüyor ve İlkkan’la neredeyse flörtleşir gibi konuşuyor. Yılmaz ve Ersoy kafede otururken, Erol’un ilacın kullanımını yanlış yazdığına dair bir muhabbete girişiyorlar. (Kesinlikle liyakatli insanlara, doktorlara, mühendislere, bilim insanlarına güvenmiyorlar, kendi bildikleri en doğrusu. Doğruyu söyleyen, bilimin ışığında ilerleyen, akıl mantık sahiplerinin onların Dünyasında bir yeri yok. Bunlar her zaman sorun çıkaran, istemezükçüler… Bu ve buna benzer olaylara yaşamak zorunda olduğumuz dönem gereği çok hâkimiz.) Yılmaz başta o kadar negatif değilse bile, eczaneye geri dönüldüğünde başka bir yanlış ilaç vakasıyla karşı karşıya kalan teyzemizi görünce fikirleri hemen değişiyor. Erol aksini iddia etse de, bu ilacı doktorun yazdığını söylese de bunların hiçbiri işe yaramıyor. Yılmaz’ın gözünde Erol, Dünyanın yanmasından sorumlu, zararlı, toplumda yeri olmaması gereken suçlu biri. Derhal polis, güvenlik güçleri aranıyor. (Muhafazakâr iktidarda asla yeri olmayan, hapse atılan fikir, ilim, bilim insanları, düşünce suçluları?) Ersoy’un yaşadığı bu alerjinin ve kendisine yanlış bir tedavinin uygulanmasını düşünmesinin, kaygılanmasının Turgut Özal’ın zehirlenme teorileriyle bir ilgisi var mı bilmiyorum. İlkkan’ın kendini camdan attığı haberi duyulunca Yılmaz ve Ersoy evin önüne doğru koşturuyor.
Tumblr media
Candan hanım İlkkan’ın ırzına geçmeye çalışmış. Candan hanımın beyanına göre kendisi İlkkan’a çamaşır asmayı gösteriyormuş. İlkkan buna karşılık olarak “saçmalamayın çamaşırları zaten ben asıyorum” diyor. Burada karşılıklı bir uyumsuzluk söz konusu. (Türk ve Rus sol yapıları temelde belki aynı ilkelere dayansa da arada kültürel farklılıklar var. Dışarıdan alınma felsefeler, ideolojiler, vs. bizde her zaman eklektik durmuştur, açıkçası bir boka yaramamıştır. Zaten burada söz konusu olan yeni Rusya ve bana kalırsa Don’t fuck with the Russians…) Güvenlik güçleri tekrar çağırılıyor. Suna hanımın durumundan İlkkan’a bahsediliyor. İlkkan artık Suna hanımı hatırlamıyor bile. (Good old Soviet days RIP…) Tam bu esnada Servet abi kadraja giriş yapıyor. İlkkan için, “bu uğursuzun falına inanan kaldı mı sorarım size diyor” Ee… Solculuk molculuk bitti. Artık sarılmamız gereken şey sadece kapital düzen, sermaye piyasası, şiştikçe şişen üretim ve tüketim bataklığı, ahlak yoksunluğu, materyalizm, Mc Donald’s, Coca cola, Metallica! Yılmaz bize bunu neden yapıyorsun diye çaresizce Servet abiye soruyor. Ne kadar haklı bir soru değil mi? Candan abla kaçmış, Yılmaz bağırıyor. “Ambulans çağırın, yardım edin, yardım edin bize!... (Çünkü bu saçmalıklar arasında ölüyoruz. Ölüm korkusuyla birlikte bilin bakalım neye sarılırız…)
Evet… En sonunda liyakat haklı çıkıyor tabi ama artık her şey için çok geç oluyor. Yılmaz, İlkkan eğer isterse Servet abiyi dövdürtebileceğinden bahsediyor ama İlkkan “Allah’ından bulsun” diyor. Ersoy yüksekten düşme kaygılarından bahsediyor. İlkkan, ölmeyeceğini bildiğini söylüyor fakat sürüneceğine dair sinyalleri sonrasında söylediği birbiriyle alakasız, saçma sapan sözlerle kanıtlıyor. Türkiye’de kendisini “Solcu” ya da en hafif tabirle “Muhalif” olarak tanımlayan kesimin kendi aralarındaki fikir ayrılıklarını, binlerce fraksiyona bölünmelerini, asla ortak bir zeminde birleşememelerini, herkesin kendi kesimine dair müthiş ideoloji, ideal ve ütopyalarının olduğunu bundan daha iyi hiçbir cümle açıklayamazdı diye düşünüyorum. İlkkan bize muazzam bir muhalefet özeti geçiyor. İktidarda olanlar ise tam aksine tek bir cemaat “Gibi” hareket ediyor. Bunun sonucunda senelerdir aynı sonuçlarla yüzleşiyoruz. Muhafazakârlar giderek çoğalırken biz giderek azalıyoruz. Bu bahsettiğim durumu sadece siyasette değil, yaşantımızın hemen her alanında, her alt kültürde gözlemlemek mümkün. Fazla okumak ve düşünmek belki demokrasinin açığını kullanan mutlak cehalete karşı her zaman yenik düşecektir bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek. Elimden geldiğince bu bölümü kendimce yorumlamaya çalıştım. Sabırla okuyan arkadaşlara kucak dolusu teşekkürler. “Gibi”nin beşinci sezonu aşırı sinematografik, metaforik ve başka bir sürü “ikler” şekilde devam ediyor. Diğer bölümleri izlemenizi de tavsiye ederim, belki bir ara onları da yazma fırsatı yakalarım. Hoşça kalın!    
youtube
3 notes · View notes
Text
10.03.2024 BIPOLAR ARCHITECTURE KONSERİ (KADIKÖY SAHNE)
Tumblr media
Yakın zamanda yeni albümlerini yayınlayan “Bipolar Architecture” benim severek dinlediğim bir grup. Bu yüzden konserden ve gruptan kısaca bahsetmek istiyorum. Kendilerini “Blackened Post Metal” janrında tanımlayan arkadaşlarımızın kuvvetli “Single”ları ve iki adet albümleri var. Bana “Atmosferik Black Metal Vibe”ları yanı sıra Avusturyalı diğer bir sevdiğim grup olan "Harakiri For The Sky"ı anımsatıyorlar. “B.A.”nın Müzikal altyapısı ve atmosferi çok yoğun. Bu yüzden gittikleri, çaldıkları her yerde ekstra özenli bir ses sistemiyle karşılanmaları lazım diye düşünüyorum. Çok tecrübeli bir davulcuları, Yeterliliği yüksek bir vokalleri ve histerik gitarları var. “B.A” sahneye çıkmadan önce “Damocles” ve “Sevengill” isimli iki tane kıymetli grup izledik. “Damocles” kütür kütür çaldı ve kulakların pasını silerek bizi geceye hazırladı. Nacizane benim deneysel "Doom Metal" olarak tanımladığım “Sevengill” dinlemek gerçekten enteresan bir deneyimdi. Buna benzer bir hissiyatı sanki yurtdışında izleme fırsatı bulduğum “Bell Witch” konserinde almıştım (Onlarda yakın zamanda geliyormuş sanırım.) İki grupta takip edilip, bol bol dinlenecek, kendime söz.
Tumblr media
Kadıköy Sahne biraz sıkıntılı bir yer. Mekân büyük değil, küçük değil, orta şeker sayılabilecek kapasitede, Kadıköy’ün Bahariye’ye yakın olan kısmında yer alan bir konser salonu. Ses ve akustiği nispeten yeterli (Gerçi “Harakiri For The Sky” iyi bir ses almıştı.) ama esas problem mekânın içerisinde ki kolon sayısı. Üzerinde ki binayı taşımak için olsa gerek, hemen her yerde sahneye bakarken bir kolona denk gelebilirsiniz. (Bipolar Architecture konseriyle çok uyumlu bir yer değil mi kehkeh..) Eskiden "Pilli bebek" ve başka Türk grupların konserlerini izlemeye gittiğim bir yer olan Kadıköy Sahne, seyirci açısından bazen zorlayıcı olabiliyor fakat “B.A.”nın enerjisi bu durumun üstesinden geldi diye düşünüyorum.
Tumblr media
Yeni albümleri “Metaphysicize”in lansman gecesi olduğu için art arda bu albümden şarkılar dinliyoruz. “B.A” albüm kaydından dinlendiğinde sizi depresif manada büyüleyebilecek bir grup. İlk albümleri olan “Depressionland” ismiyle “Sound”ları gerçekten çok uyumlu. Bu albümden parçaları canlı olarak önceki senelerde “Bosphorus Metal Fest” kapsamında “Kadıköy Wall”da dinlemiştim. Grubun performansı ve kondisyonu çok iyi. Konser boyunca hiçbir düşüş yaşamadan müziklerini bize sunmaya, mistik, aksak ataklar yapmaya devam ettiler. “B.A” Grubunun yurtdışı konserleri ve festival takvimleri yoğun. Özellikle ben ilerleyen süreçte tam bir festival grubu olabileceklerini ön görüyorum. Hissiyatlı bir iş yapıyorlar ve bunu seyirciye iyi şekilde geçiriyorlar. Harç sağlam, mühendislik kaliteli; bu binayı oraya dikerler!
Grubun tek Türkçe sözlü şarkısı olan “Kaygı” benim için ayrı bir önem taşıyor. Bu konserde canlı dinleme fırsatı bulduk. Ben kendi adıma paralize olup, kıpırdayamadan şarkıyı olduğum yerde dinledim. Temposu yavaş yavaş yükselen bir anksiyete krizinin müzikal anlatımı gibi olan, sözleri çok anlamlı “Kaygı” şarkısını kesinlikle dinlemenizi tavsiye ederim. Gözlemime dayanarak kolaylıkla söyleyebilirim ki seyircide benimle aynı hissiyatları paylaştı, yer yer ritmik şekilde kafalar sallanarak şarkılara eşlik edildi, etkileşim çok başarılıydı.
Tumblr media
“B.A.” albüm kayıtları ve konser performansları birbiriyle uyum içerisinde yürüyor diyebilirim. Gözlerinizi kapatıp, depresyon diyarlarına yolculuk ediyorsunuz. Bu yolculukta yaşadığınız süreçler “B.A” tarafından iyi şekilde canlandırılıyor. Üzülüyorsunuz, öfkeleniyorsunuz, anlam buluyorsunuz ve duruluyorsunuz. “Bipolar Architecture” benim için umut vadeden gruplarda ilk sıralarda. Yakında kendilerinden daha sık bahsedildiğini duyabilirsiniz. Şimdilik hoşçakalın.  
1 note · View note
Text
04.03.24 SUICIDE SILENCE KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Tumblr media
Pazartesi günü! “Cradle Of Filth” ertesi! Turnenin son konseri!… “Suicide Silence” konserini düşününce aklıma bunlar geliyordu. Yalan yok endişe içerisindeydim.. Acaba konser güzel geçecekmiydi? Haftaiçi ve özellikle pazartesi günü olduğu için konsere kaç kişi gelecekti? Adamların uzun bir turneden sonra fiziki, kimyevi, ruhani enerjileri, performansları ne durumdaydı? Cuma gününden sonra bizim seyirci ne haldeydi? Vs. “Suicide Silence” sahneden, kafamdaki bu soruların cevabını kesin ve net bir dille şu şekilde verdi; “FUCK EVERYTHING”
“Deathcore” gruplarına, konserlerine alışkınız. Özellikle geride bıraktığımız “Slaughter To Prevail” yıkımından sonra artık genç arkadaşlarımızla birlikte “Coresal dönüşüm” yaşıyoruz diyebilirim. Endişelerime rağmen nasıl bir şeyle karşılaşacağımızı üç aşağı beş yukarı kestirdiğimi düşünüyordum fakat konu benim düşündüğümden bambaşka yerlere gitti. Ağırlıklı olarak “Z” kuşağının katılım sağladığı konserde tabiki “Oldschool tayfa”da arka saflarda yerini almıştı. Alana girdiğimizde içeride “Queen”den Bohemian Rhapsody” çalıyordu. Kuşakları birbirine bağlamak için ne kadarda güzel bir hareket! Evet, az sonra kulisten bölüm sonu canavarları çıkacak ama o anda genç yaşlı, 7 den 77’ye “Queen”le hoplayıp zıplıyoruz, birbirimize bakıp gülüyoruz. Kısa süre sonra Abd’li yıkım ekibi sahnede yerini alıyor ve fırtına başlıyor.
Tumblr media
“Suicide Silence” sahneye çıktığı andan itibaren seyircide bir enerji patlaması oldu. “Unanswered” ile başlayıp “You Only Live Once”la devam eden ilk anlarda konuyu çözmeye çalışan bazı arkadaşlar dışında kafa sallamayan, hareket halinde olmayan kimse yoktu. “Fuck Everything” ve “Love Me To Death” bölümüne geçildiğinde artık orta alanda yapılan vahşi “Pogo”lar, devasa bir “Circle Pit” ve çalınan bütün “Riff”lere, “Breakdown”lara eşlik eden kalabalık bir kitle vardı. Kan gövdeyi götürüyordu! Tişörtler çıktı, pozisyonlar alındı. Vokal “Hernan Hermida”nın her sözüne, komutuna, savaşa gitmeye hazır bir kıta asker gibi konumlanmış seyirci, birbirini yok etmek için “Wall of Death” hazırlığında iki tarafa ayrılırken çok hoş bir detay yaşandı. Hernan’ın seyirciyle iletişimi esnasında “Wall of Death” boşluğunun ortasındaki bir çocuk, bu günün doğum günü olduğunu söyledi. Hernan, çocuğu sahne önüne çağırdı ve kendisini kandırmamasını, kimliğini göstermesini söyledi. Çocuk bunu yaptıktan sonra doğum günü hediyesi olarak bir gitara kavuştu! Hayat boyu unutulmayacak bir hatıra ve doğum günü… İşte metal müzik böyle bir şey :)
Tumblr media
2012 Kasım’ında bir motor kazası sonucı kaybettikleri vokalleri Mitch Lucker’ın yeri asla dolmaz ama grubun şu anki vokali Hernan, elinden gelenin fazlasını yapıyor. Özel, karakteristik bir sesi var ve bunu kullanmasını çok iyi biliyor. Bana 2005 yılında “Exodus” vokali olan Rob Dukes’u anımsattı. Rob’da o dönem gruba adaptasyon sürecinde çok hareketliydi, birçok festival “Wall Of Death”ine kumandanlık ediyordu. “Wacken”daki performansı görülmeye değerdir.. “Disengage” “Remember…” “You Must Die” sonrası alan içerisinde öyle bir hıza ulaşıyoruz ki, neredeyse galaksi değiştireceğiz! Hernan’ın seyirciyle iletişimi ve demeçleri olmasa konser bu hızla zannediyorum yarım saatte falan biterdi.. Ses yine çok iyiydi ve vokal dışında Davul, Bas, Gitarlar o kadar iyi duyuluyordu ki bir ara deprem oluyor sandık. “Köprüyü ve ikinci salonu ele geçirdiler. Kapıları sürgüledik. Ama çok dayanamayacağız. Yer sarsılıyor. Davullar... Davullar derinden geliyor...” Moria madenlerinde verdiğimiz savaş son hızıyla devam ederken “Lifted” “Slaves To Substance” “Wake Up” şarkıları geride kalıyor. Grubun enerjisi çok yüksek, seyircinin daha yüksek. “Pogo” yapmayı, “Circle Pit”te dönmeyi, “Wall of Death”leri konser boyunca asla ihmal etmediler, hangisini kameraya çekeceğimi şaşırdım. Sahnede çalan grupmu, alandaki seyircimi? Hepsine şapka çıkartıyorum. Bel’i kırık, birasız kalmış, yorgun argın beni bile neredeyse aralarına çekeceklerdiki konser bitti…
Tumblr media
Bunca sene içerisinde, konserlerde gördüklerim ve yaşadıklarımdan sonra “Suicide Silence” ve seyirci beni hayranlık içerisinde bırakıyor. Ağzım bir karış açık olan bitene bakıyorum. “Bludgeoned To Death” “Fucked For Life” ve son olarak “No Pity For A Coward” sonrası grup sahneye bir daha dönmemek üzere veda ediyor. (Hernan konuşmaları sırasında özür dileyerek çok yorgun olduğunu ve uçağına yetişmesi gerektiğini söyledi fakat bu yorgunluk bize asla geçmedi!) “Suicide Silence” konserini uzun uzun çakan şimşeklerin ardından, yine çok uzun süren bir gökgürültüsüne kolaylıkla benzetebilirim. Konser başladığı gibi o kadar hızlı bitti, o kadar nefes aldırmadıki, tuvalete gidecek fırsat olmadı. “Deathcore” böyle birşey evet ama “Suicide Silence” bence başka birşey…
Grup sahneden indi, kulis sonrasında içeride kalan hayranlarla uzun süre fotoğraf çektirdi, konuştu, dertleşti ve eğlendi. Gerçekten sıcakkanlı, samimi, eğlenceli, “Metalkafa” tanımının hakkını sonuna kadar veren adamlar. “Suicide Silence” bana bir “Deathcore” grubu isminden ziyade bir “DSBM” grup adını daha çok çağrıştırıyor ama grubun ruh hali, doğal olarak Sound”ları, enerjileri buna tam tezat oluşturacak cinsten. Alanda konser sonrası gitarist Mark Heylmun’la biraz sohbet etme fırsatı yakaladık. Hernan’ın uçağa yetişmesi gereksede kendisi biraz daha İstanbul’da kalacağını söyledi, Dorock bar’da takılmak istediğini belirtti. Umarım onunla ve diğer bütün “Suicide Silence” elemanlarıyla ama konserde, ama dışarıda bir yerlerde tekrardan karşılaşırız. Üniversite yıllarında hiçbir şeyin sonunu düşünmeden sabahlara kadar içip sıçtığın en iyi arkadaşların vardı ya hani; işte bu adamlar onlar… ve ölene kadar “Metalkafa” kalacaklar! Herkese sevgiler, nice nice konserlerde görüşmek üzere!
Tumblr media
1 note · View note
Text
01.03.24 CRADLE OF FILTH, WEDNESDAY13, DRIFT KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Tumblr media
Yıllardır beklenen, biletleri aylar öncesinden tükenen, Extreme/Symphonic Black Metal grubu “Cradle Of Filth” sonunda yanına iki yaverini alarak ülkemize geldi. Gelişleri ve gidişleri biraz olaylı oldu, zaten söz konusu “COF” olunca aksi bir durum beklenemezdi. Aslında “COF” turnelerine dört grup olarak devam ediyor. Turun İstanbul ayağına İtalyan alternatif Metal grubu “Sick N Beautiful” sınırı geçerken gümrükte yaşadıkları problem nedeniyle malesef katılamadı. Performanslarını ve sahne şovlarını gerçekten merak ediyordum yazık oldu, başka bahara kaldı. “COF” sahneye çıktığı anda konser salonu zaten “Sold out” olan bir etkinlikten sanki dahada kalabalıktı Sold, Sold out’tu! Böyle çok gruplu bir etkinliğin olabilecek en iyi şartlarda yapılabilmesi için emek veren bütün organizasyon ekibine buradan kocaman teşekkürler. Nice konserlere!
“COF”a eşlik eden “Wednesday13” bu turnede “Murderdolls”tan parçalar çalıyor. (Grubun solisti Mr. Motherfucker ve “Slipknot”ın rahmetli davulcusu Joey Jordison, “Murderdolls” grubunun kurucu üyelerinden.) Gayet etkileyici bir performansları oldu. Metal müzik dünyasının en iyi davulcularından olan, 2021 yılında kaybettiğimiz Joey Jordison’u turnenin diğer konserlerinde yaptıkları gibi anmayı ihmal etmediler. Mr.Motherfucker’ın enerjisine ayrıca hayranım. Kostümleri, makyajı, şapkası dışında “I love to say fuck” şarkısında kullandığı şemsiyesi gerçekten harikaydı. Uzak diyarlardan, Los Angeles’tan aramıza katılan “Drift” daha öncesinde “Soulfy” ile birlikte turlamış, ortalama bir albüm çıkarmış, başarılı single’lar yayınlamış olsada benim nazarımda yeni yeni ortaya çıkmaya çalışan bir grup. “COF”un bu turnesine isimlerini yazdırmışlar ve genel olarak performansları hiç fena değil. “COF”a gelmeden “Drift” ve “Wednesday13”ten aşağıda biraz daha bahsedeceğim.
DRIFT!
Tumblr media
Benimde “COF”un bu turuyla birlikte yeni keşfettiğim “Drift” etkileyici sahne kostümleri ve performanslarıyla dikkatimi çekmişti. Hemen her grubun sosyal medya hesabından önceki konserlerde neler yaptıklarına bakma fırsatım oluyordu. “SNB” bu yüzden benim için biraz daha ön plana çıkıyordu. Umarım ileride izleme fırsatı yakalarız. “Drift” bana seksenler Metal Sound’u ile günümüz teknolojisini harmanlamış fütüristik bir grup olarak geliyor. Sahne kostümleri, solistin koluna taktığı küçük bir piyano görünümlü tablet benzeri alet, (Bunu bir enstrüman gibi kullanıyor.) grup elemanlarının kaskları, maskeleri, biraz daha “Post apokaliptik” (Belki Mad Max?) ama birazda “Sci-fi” hissiyatları veriyor. (Solist’in sahne kostümü aklıma doğrudan “Yargıç Dredd” filmini getirdi.)
Tumblr media
Sahne performansları uzun bir turne içerisinde hemen her gün konser vermiş bir gruba göre çok çok iyi. Yorgunluktan eser yok, fazla hareketliler, kostümler şahane, belki biraz “Slipknot” vari olmaya çalışmalar sonucunda seyircide oluşabilecek bir beklenti yaratıyorlar ama “Sound” bakımından kuvvetli değil aksine zayıf bir karşılık veriyorlar. O kadar mizansen hazırlığının hakkı veriliyormu? Bu sadece dinleyicinin yanıtlayabileceği bir cevap. “Gojira” coverları konusunda ellerinden geleni yapmışlar fakat uzun tur süreçleri sanırım sadece solist’in sesine yansımış. Ben biraz yorgun ve yetersiz buldum. Konserleri bittikten sonra grup elemanları kostümleriyle seyircinin arasına karışıp isteyen herkesle fotoğraf çektirdi, sohpet etti. “Drift” sahnedeyken içeride çok az kişi vardı. Kapı açılmış olmasına rağmen sokaktaki kalabalık hala yoğundu. Konser cuma günü olduğundan iş çıkış saatinemi denk geldi, yetişilemedimi acaba diye düşünmüştüm ama aksine, insanlar içeriye girmeyi tercih etmemişti. “Drift” umut vaadeden, performansı yüksek, eğer üzerine daha iyi çalışılırsa güzel yerlere gelebilecek bir grup. Bence keşke izlenseydi, mesai sonrası birası çok şey kaçırttı..
Tumblr media
WEDNESDAY13!
Tumblr media
Yukarıda bahsettiğim gibi “Wednesday13” Joey Jordison anısına bu turnede “Murderdolls” şarkıları çalıyor. Grubun kendi şarkılarıda gayet başarılı, umarım bir gün ülkemize tekrardan gelirler ve onlarıda dinleme fırsatı yakalarız. “W13” çok enerjik, insanı eğlendiren, tam bir Amerikan gençlik filminin ortasından fırlamış gelmiş hissiyatlarıyla unutulmaz bir konser verdi. Mr. Motherfucker’ın konser boyunca asla yerinde durmaması, çok yerinde konuşmaları, sesi, şapkası, şemsiyesi, topu, tüfeği harikaydı. “Dead in Hollywood” “I love to say Fuck” gibi şarkılarda uzun zamandır bu kadar eğlenmediğimi fark ettim, ayaklarım yerden kesildi. Hem artık nostaljik sayılan 2000’ler Sound’a, hemde günümüz enerjik havalarına hızlıca geçtik.
Tumblr media
“Drift” çaldığı sırada ses zaten iyiydi ama “W13” sahneye çıktığında bu konu daha da net anlaşıldı diye düşünüyorum. Gruplar konser sonrası sosyal medya açıklamalarında “Soundcheck”in ve ön hazırlıkların çok fazla sürdüğünden biraz şikayetçi olmuşlar ama ortaya çıkan bu tertemiz ses’i bence bu sürece borçluyuz. Bu konuda sabretmek iyi bir fikir olabilir diye düşünüyorum fakat geçirdikleri yorucu sürecide hissetmeye, empati kurmaya çalışıyorum. Mr. Motherfucker’ın sesi uzun süre kulaklarımda çınlayacak derken bu sırada başka bir ses bizi ele geçirmek için “Backstage”de hazırlığını sürdürüyor. Günün esas anlam ve önemi gelmek üzere. “W13” sahneden iniyor. Bekleme süreci başlıyor, derken sahnede bir şeyler oluyor, sahneye bir şey çıkıyor bir’e beş!
Tumblr media
CRADLE OF FILTH!
Tumblr media
Uzun bekleyişler sona erdi ve “Cradle of Filth” 2024 yılında Beşiktaş If sahnesinde seyircinin karşısına çıktı. Dani ve grup arkadaşları, kostümleri ve makyajlarıyla seyirciyle hasret giderircesine uzun bir süre sahnede kaldı. Seyirci, yirmi seneyi aşkın bir süredir “COF” grubunu bekliyor, bu yüzden yaş kitlesi bir hayli olgun. İntro sonrası, benim çok beğendiğim son albümlerinin ilk parçası olan “Existential Terror” ile açılışlarını yapıyorlar. Dediğim gibi ses harika ve her yerden iyi şekilde duyuluyor. Dani harika, adamın sesinin açılmaya yada herhangibir başka müdahaleye ihtiyacı yok, adam resmen şakıyor! Henüz ilk parçadan, bu kadar yorucu bir turun son ayaklarından birinde böyle bir performans gerçekten beklemiyordum. Dani’nin hakkı Dani’ye.. Hissiyat olarak, karanlık bir orman kulübesi içerisinde hazırlamakta olduğu büyülerinde ya da ritüellerinde, kendi kanını başlıca malzeme olarak kullanan küçük, sinirli, vahşi bir cadı kız çocuğunun tiz çığlıklarının, atmosferik, senfonik, black metal müzik ezgileri eşliğinde duyulması bütün konser boyunca sürdü ve bence “COF”in en etkileyici yanı bu..
“Saffron’s Curse” büyülü bir şarkı, klavye kullanımları çok iyi. Dediğim gibi sesten çok memnunum. “She Is A Fire” bu kadar gaz çalınabilirdi çok hayranım. “The Principle Of Evil Made Flesh” şarkısını canlı dinleyebildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Grubun ilk dönemlerinde, çoğu insana göre daha “Black Metal” oldukları zamanlardan kalma bu parça bizi epey bir geçmişe götürüyor. Henüz daha o dönemlerde kendi özel tarzlarını beton gibi ortaya koymuşlar helal olsun. Son albümden yine başarılı bir şarkı ve artık esas “lokalimize hoşgeldiniz” vakti “COF” çok sevilen şarkılarından olan “Nymphetamine” ile sahnede devleşiyor! “Dusk Her Embrace” duygusal! “Necromantic Fantasies” yenilikçi, vahşi, güzel, seksi! “Born In A Burial Gown” Beş metre yere gömücü! Bu şarkılarla birlikte grubu iki bin evetle “Backstage”e uğurluyoruz. Artık dahada heyecanlıyız!
Tumblr media
“The Promise Of Evil” ile “COF” bütün haşmetiyle tekrardan sahnede. Hiçbir şekilde grupta bir performans düşüklüğü yok, Dani���nin sesi ilk şarkıdaki gibi “mükemmel”. Seyirciler olarak biz büyülenmiş durumdayız. Konser sonrası insanlardan “Adamlar o kadar iyi çaldılar, Dani’nin sesi efsane, yerimizde kaldık, hareket edemedik” tadında yorumlar duydum. Hakikaten bu konserde insanlar fiziksel olarak pek hareket içerisinde değildi. Orada burada küçük küçük kafa sallayanlar, ön taraflarda belli belirsiz bir “Pogo” dışında iyi sergilenen bir tiyatro oyununa bakar gibi izledik, dinledik “COF”u. Açıkçası beklentimde biraz bu yöndeydi. “Cruelty Brought Thee Orchids” bu durumu destekledi fakat “Her Ghost In The Fog” tam manasıyla mistikti. “From The Cradle To Enslave” şarkısı ile “COF” geride muhteşem bir konser bırakarak sahneye veda etti. Bu senenin en şok edici konserlerinden biriydi bunu kolaylıkla söyleyebilirim. Buna biraz benzer bir deneyimi yıllar yıllar önce “Children Of Bodom” konserinde tecrübe etmiştim. Rahmetli efsane frontman Alexi Laiho’yu da buradan anmış olayım.
Konser harikaydı. Biz hayranlar olarak çok memnun kaldık, evlerimize dağılabildik. Lakin bazılarımız için nihayet bu değildi. Uzun ve yorucu bir toparlanma süreci, grupların ayrılışları, teknik ekibin sonsuz çabası dışında hemen o gece “COF”un turnesinin bir sonraki ayağı olan Selaniğe doğru grupların yolculuk aşaması başlayacaktı. Duyduğum kadarıyla araçlarında bir arıza meydana geldi ve zamanında sınırda olup çıkış işlemlerini tamamlayamadılar. Bu nedenle Selanik konseri iptal edilmek zorunda kaldı. Gruplar turneye Atina üzerinden devam edecekler, “SNB”de onlara orada katılacaktır diye düşünüyorum. Selanik’te olanlar için gerçekten çok üzüldüm. Bir hayran olarak, sevdiğin bir grubu dört gözle beklemenin ve sonrasında X bir sebep yüzünden konserin iptal olmasının nasıl bir şey olduğunu çok iyi bilirim. (Katatonia, açıklanan bir konsere gelememişti, Mgla pandemiye takılmıştı sonra gelmişti vs.) Umarım şu an herşey yolundadır ve birdaha başlarına böyle bir şey gelmez. “COF”un Türkiye fanları her zaman grubun yolunu gözleyecek, bir sonraki konseri sabırla bekleyecek.
HAIL TO THE ROAD CREW!!!
Tumblr media
2 notes · View notes
Text
16.02.24 SEPTICFLESH KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Tumblr media
Merhaba! “Septicflesh” konserini geride bıraktık. Konserden izlenimlerimi, anılarımı ve notlarımı yazmaya çalışacağım. Ön grup olarak sahne alan “On Thorns I Lay”i izleme fırsatı maalesef bulamadım. İçeride konuştuğum arkadaşlarım grubu gayet başarılı bulduklarını, seste herhangi bir sıkıntı olmadığını söylediler. Benimde merak ettiğim bir gruptu, umarım tekrar izleme şansı yakalarız. “Septicflesh” konseri malumunuz yine Beşiktaş If’te idi. Sevdiğim bir yerdir, önceki yazıda bolca bahsetmiştim.
“Septicflesh” senfonik altyapıyla “Death metal” sound’unu sentezleyen bir grup. Konserleri bu sayede genel olarak atmosferik bir havada geçiyor. Mitolojik öğeler, antik Yunan ve Mısır temalarına müziklerinde bolca yaylı enstrüman eşlik ediyor. Bunun yanı sıra grubun biraz bilimkurgu tarafı da var. Dinlerken kendimi şeytani bir mumyanın uyanışını anlatan filmlerde ya da çok eski devirlerde, Dünyaya iniş yapan uzay gemilerinin içinde bulabiliyorum. “Septicflesh”e yer yer bir film Soundtrack’i dinliyormuş hissiyatıyla yaklaşmadım değil. Grubun sahne kostümleri, duruşları ve seyirciye geçirdikleri enerjide bu algıları destekliyor. “Septicflesh” bu sene izlediğim ikinci Yunan asıllı grup oldu. Tarzdan bağımsız olarak “Rotting Christ”a göre biraz daha mistikler diyebilirim. Hemen hemen bütün konserlerinde “Senfonik Sound’ları” altyapıdan veriyorlar. Ciddi bir orkestrasyon eşliğinde verdikleri “Infernus Sinfonica” adlı inanılmaz bir konserleri var. Bu şekilde şarkıların bütün ağırlığı en iyi şekilde hissediliyor, anlam yoğunluğu daha ön plana çıkıyor. Belki bu tarz bir etkinlikle tekrardan ülkemize dönerler, neden olmasın?
Tumblr media
ARE YOU READY MY FRIENDS?
Seneler önce kendimi yine fazla kaptırdığım bir “Katatonia” konseri sonrası internette dolaşırken, o konserde benim hallerimi yazan birini görmüştüm. “Endtime Jonas! Endtime! Bütün gece kulaklarımda bu çınladı yeter be” tadında bir şey yazmıştı benim için. Bende bu konserde vokal için benzer şeyler söyleyebilirim. Seyirciyle iletişim, küçük konuşmalar, şakalar şukalar iyidir tabi ama “Septicflesh” ya da “Seth” için bu konuşma olayı ayrı bir parantezi, paragrafı hak ediyor. Hemen her şarkının başında, sonunda, ortalarında uzun konuşmalar yaptı. Bazı şarkıların girişlerini uzun uzadıya anlattı. Aslında bir sohbetin ortasında olsak gayet hoşuma giden bir şey olur ama konserlerde o kadar işlemiyor sanırım.
Mekana girdik, seyircide bir yorgunluk hali var. Tabii Yaş kitlesi “Slaughter to prevail” konseri aksine ekseriyetle orta yaştan oluşuyor. Cuma günü mesai çıkış yorgunluğu, trafik stresi, haftanın ağırlığı çoğunluğun üzerinde. Ön grupta insanları biraz yormuş olabilir ama benim gözlemim, yılgınlık halinin If’i ele geçirdiğiydi. Bu yılgınlık “Portrait of a headless man” ile canavar gibi çıkış yapan “Septicflesh” in ilk birkaç şarkısında hissedilmeye devam etti. “Neuromancer” sonrası “The vampire from Nazareth” seyircinin uyanış anları oldu. Grubun enerjisi ve sahne performansına diyecek hiçbir şey yok, ellerinden gelenin fazlasını yaptıkları anlar bile oluyor. İyi bir davulcuları var, vokallere diyecek yok, Sotiris’in özel bir sesi var. Gitarlar öttürüyor vs. Başlarda genel olarak seste bir sıkıntı vardı. Sanki telefon hoparlöründen “Septicflesh” şarkısı dinliyor gibiydim. Bu sıkıntımı paylaştığımda çoğu kişiden beni destekleyen yorumlar aldım. Üst katta biraz daha iyi duyulmuş sanırım ama zaten konserin ilerleyen kısımlarında bu sorunda kısmen giderildi.
Tumblr media
“Hierophant” (Sevdiğim bir şarkıdır.) ve “Martyr” çoşkusu sonrası geldik Cihannüma mahallesi muhtar adayının seçim konuşmasına… Gerçekten anlayabiliyorum… Çok yoğun olarak şarkılarını, mitolojilerini, fantastik edebiyatı, Force’u, Yoda’yı hissediyorlar. Zaten başka şekilde bu albümlerin yapılması, bu işlerin çıkması mümkün olmazdı. Helal olsun fakat özellikle dile vurduğu zaman, her şeyin fazlası zarara dönüşüyor, tecrübeyle sabit. “Prometheus” girişinde yapılan uzun, açıklayıcı konuşma hadi neyse ama ilerleyen bölümlerde “A desert throne” “Prototype” şarkı aralarına alınan konuşmalar, “Are you ready my friends’ler” konuyu kesintiye uğratıyor. Efsane bir Riff’te kafa sallamaya son sürat devam ederken boşa çıkan adamlar gördüm. Bu konuya biraz dikkat etmek lazım diye düşünüyorum. Konseri bitirelim, sonra istersen sabaha kadar anlat, canımı ye.
Yukarıda küçük bir sigara molası, biraz kritik, ses kötü ama düzeldi, neyse sen ne yaptın o işi vs. derken yine sevdiğim bir şarkı olan “The collector” ile sahalara döndüm. Çok iyiyim, her şey harika gidiyor fakat “Persepolis” başında İran şahımız yine küçük bir ulusa sesleniş konuşması yapıyor... Tam olarak ne olduğunu anlamadan grup sahneden iniyor ve “Anubis” ile muhteşem şekilde geri dönüyor. Bilinirliği daha fazla olan şarkıların konserlerde çalınması ayrı bir enerji katıyor. Eskiden çok sevdiğim gruplar için tam tersini düşünürdüm ama “Dark art” girişiyle birlikte akılda kalan her şey unutuluyor, ulan şimdi baştan başlasalar hissiyatları geliyor.
“Septicflesh” elemanları uzunca bir süre seyirciyi selamladıktan sonra sahneden indiler. Geriye tadı damakta kalan bir konser hatırası bıraktılar. Eksiden ziyade, fazlası olan bir grup olduklarını düşünüyorum. Ağırlıkları atsalar daha da uçacaklar gibime geliyor ama bu halleri de her zaman görülmeye, dinlenmeye değer. Konser dağılırken bende dağılmakta olduğum için bir süre hiçbir şey yapamadan olduğum yerde kalıyorum. Soluma bakıyorum, çıkılamayacak bir çıkış kuyruğu. Sağıma bakıyorum, merdivenlerden yukarıya çıkış yasaklanmış. Kulise gideyim fotoğraf falan çekiliriz belki, yok yahu şimdi akşam akşam başımıza iş almayalım. Pardon ben bir bira daha alabilir miyim?
GOOD NIGHT MY FRIENDS!
Tumblr media
2 notes · View notes
Text
SLAUGHTER TO PREVAIL
Tumblr media
Evet, tekrardan selamlar! Enteresan bir konseri daha geride bıraktık. Sosyal medyanın gücünü en iyi şekilde kullanan, metal müzik(?) Dünyasının ‘Dan Bilzerian’ı, kas makinası öfkeli pitbull ‘Alex the Terrible’ yaşını başını almış metal kitlesinide kadraja dahil ederek bizleri ‘Tiktok’ videosuna alırcasına, popüler kültürle kucaklaştırdı. “Slaughter To Prevail” şok edici yıkım etkisiyle seyirciyi allak bullak etti! (Rus) Savaş jetleri gibi geldiler, bombaladılar ve hiç vakit kaybetmeden gittiler. (Konser öncesi ücretli bir tanışma olmuş.) Bu kadar tahmin etmediğim performansları, göz açıp kapayıncaya kadar bitti. (Setlist’leri biraz kısa ama öyle olması gerekiyor sanki.) Bu kısa ama tadında dakikalardan, gruptan ve tabiki genel ortamdan biraz bahsetmeye çalışacağım.
Tumblr media
“Slaughter To Prevail” konser duyurusundan kısa bir süre önce dinlemeye çalıştığım bir grup. Çalıştığım diyorum çünkü zaten çok fazla benimsemediğim ‘Deathcore’ sound’u ilk izlenimime göre “Slaughter To Prevail” tarafından tuhaf bir şekilde icra ediliyordu. Haydi birazda zıplayalım dışında yer yer iyi davul partisyonları, zil kullanımı, yerinde ve çok fazla Breakdown’lar, (ki bence grup Breakdown’dan oluşuyor.) ‘Alex the terrible’ lakabının hakkını veren vokaller bana Sound olarak çok yeterli gelmemişti. Grubu çok duymamış olsamda (Sosyal medya ve görsel izleme eksikliği..) ‘Alex the terrible’ ismi uzun zamandır kulaklarıma çalınıyordu. Biraz taşlar yerine oturdu, grup Rus şehirlerinin soğukluğundan çıkma, (Yekaterinburg) fırsat yakalandığında kendini muasır medeniyete atma hevesi içerisinde kurulmuş, ‘Post Sovyet’ kapitalizm özlemli bir yapıydı. (Okuduğuma göre şu anda ABD Florida’ya konumlanmışlar.) Aslına bakılırsa bir ‘taşra başarı öyküsü’ idi, kalıbına sığmamaktı. Bu zaten her anlarına yansıyordu. İlk EP’lerini (iyi bulduğum bir EP.) 2015 yılında çıkarmışlar. Alex’in kendi projesi dışında 2 albümleri, Live albümleri ve benim çok anlam veremediğim ‘Viking’ isimli bir Single’ları daha var. Grubun bu kadar kuvvetli bir ismin hakkını en azından ‘Sound’ olarak veremediğini düşünüyorum ama zaten bu grupta Sound dışında başka şeyler konuşacağız.
Bu kadar hızlı çıkışlar, başarıyı hazmetme çabaları, Yozgatlı olarak İstanbul görmeden, Berlin’e taşınmalar kendini bir şekilde belli eder. Grup Bağcılar çıkışlı olsa hiç abartmıyorum bu adamlara ‘Dızo’ gözüyle bakılır ama ‘Adidas’ eşofmanları çekip ‘Call of Duty’ kötüsü Rus karakter modunda takıldıkları için özellikle yeni nesil tarafından sempatik bulunuyor anti herolarımız. Sosyal medya ve seri tüketim gençliği gazını arkasına alan bu şekilde projelerde krizler yaşanabilir, fikir ayrılıkları baş gösterir, başka problemler olur. Fakat daha önceden bu tarz hızlı çıkış yapıp, süreci iyi şekilde idare eden gruplarda olduğu gibi Alex’te bundan sonrasını kumanda merkezi olan, müziğinin mutfağını oluşturan spor salonundan gayet iyi şekilde yönetecek gibi duruyor. (Bu müzik spor yaparken hakikaten iyi dinleniyor.) Grup ve Alex hakkında iyi, kötü her şey düşünülebilir, sevilir, sevilmez fakat şahsi görüşüm en azından bir defa da olsa konserlerini izlemek gerektiğidir. Şimdi artık biraz bundan bahsedelim.
Tumblr media
04.02.2024 SLAUGHTER TO PREVAİL KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Beşiktaş İF’i ilk gittiğim günden beri severim. Konser öncesi sokakta eski Dorock günlerinde olduğu gibi dostlarla sohbet, muhabbet, bira keyfi gerçekten güzel oluyor. İF’in hemen konser alanıyla bitişik nizam bir Bar/Restoran’ı var. Arka tarafı tamamen camla kapalı. Burası konser alanını ve restoranı birbirinden ayırıyor. Sahneyi buradan görme imkanınız var. Biranızı içerken aynı anda konser alanını ve sahneyi (Ses duymasanızda) izleyebilirsiniz. Düzayak tek girişten geçiş, vestiyer ve alandasın. Barlardan içkini alırken bazen pos cihazının azizliğine uğrarsın, Merch standı hemen arkadadır, tuvalet arka yanda ve iyidir, üst kata çıkar sahneye bakan camlı kapıların önünde sigaranı içersin, camlı kapıdan geçince balkon kısmında ‘elit metalcileri görürsün opera izler gibi dürbünleriyle aşağıda ki ‘Mosh pit’te neler olduğuna bakarlar falan.. Metal müzik dinleyicisi için son derece rahat bir etkinlik alanı ve önceki haline nazaran biraz daha büyütülmüş durumda. Konser saatinden çok önce orada olmama rağmen kapı açılışını bekleyen uzun bir insan kalabalığı vardı. Konserin ‘Sold out’ olacağını tahmin ediyordum ama ilerleyen saatlerde sıranın sonunun neredeyse ‘Fulya’ya kadar dayandığını görünce “nasıl sığacağız” endişesi baş gösterdi. (Alt grup olmadığı için kapı açılışa kadar sıra uzadıkça uzadı.) Katılım yoğundu, benimde artık yavaştan son birayı bitirip kervana katılma vaktim gelmişti.
Alana girdim, aman Allah’ım gözlerime inanamadım. Sahnede “Slaughter To Prevail” yazıyor ama ben bir ‘Tekno müzik’ partisindeyim. Capcanlı bir ‘elektronik müzik’ eşliğinde kopanlar, coşanlar, dans edenler…“John Wick” gibi girdim içeri. Şaka bir yana başlangıç için harika bir gazdı, bence çok uyumlu olmuş. ‘Backstage’den gelecek şey ve konser kitlesi hakkında epey bir fikir sahibi oluyorsunuz. Buna tam tezat olarak, grup çıkmadan hemen önce bir Ortodoks ayinini aratmayan ilahiler duymaya başladık. “Batushka” erken geliyor derken, ‘Bonebreaker’la sahneye yıkım ekibi giriş yaptı. Grubun son derece vahşi maskelerinin olması albümlerini dinlerken benim nazarımda zayıf kalsada, konser içerisinde takılan masklar hakkını veriyor. İlk anlardan beri seyirci ‘Mosh pit’ler oluşturuyor. Grup aşırı enerjik ve agresif, bu seyirciye direk yansıyor ve genç kitle ağırlıklı konser alanı küçük bir festival alanına dönüşüyor. Seyircide üstler çıkıyor, kan, ter, gözyaşı, ‘Agony’. Sahneden gençliğe hitabe geliyor, ‘Wall of Death’ hazırlıkları sonrasında ‘This is Alex the terrible’ anonsu ve ‘Bratva’ ile bu gözlerin gördüğü en büyük kıyımlardan biri Beşiktaş İF’te yaşanıyor. Gerçekten inanılmaz dakikalardı, benim gibi adam, bar ve seyirci arasına sıkıştı kaldı. Kendimi bu enerji patlamasının ortasında ‘turist’ gibi hissetmeye başlamışken, bende kaptırdım kendimi, koy verdim gitti!
Tumblr media
‘Made in Russia’ ve ‘1984’ Sound olarak Setlist’te en çok hoşuma giden peşi sıra iki şarkı oldu. Bu yıkımlardan ortaya çıkan ‘efkar kokusu’ biramın bitmesi, insani ihtiyaçlar ve ‘Naked Man’lerden biriyle ‘Şlaaaps’ diye çarpışmanın etkisiyle biraz yukarıya çıktım ‘Viking’i kaçırdım :) Bu konserde ki gençlik, enerjileri, modları o kadar hoşuma gitti ki gerçekten görülmeye değerdi, kendimi gülümserken buldum. Ülkemizde, bulunduğumuz şartlarda, çocukların eğlenmeye, enerjilerini boşaltmaya, nefretlerini kusmaya çok ihtiyacı var. ‘Metal Müzik’ buna alan açabildiği için ayrıca kıymetlidir. Tabiki her şeyde olduğu gibi ‘Metal Müzik’te evriliyor, Sound değişiyor, ortam değişiyor, dinleyici yapısı ve kafası farklılaşıyor, buna göre gruplar çıkıyor, müzik yapıyor. “Slipknot” ilk çıktığı yıllarda bizim ‘dinozor tayfanın’ “bu ne sikimnot iş” dediği düşünülürse eğer, benim güvendiğim gençlikle birlikte biz buna da alışıp, adapte olacağız gibime geliyor. ‘Tiktok’ gençliği, içerinin bir ‘Vlogger’ partisi havasında olması, hızlı tüketim, insandan daha çok telefon gibi etkenler bizleri ne kadar ortama yabancılaştırsa, ‘Metal müzik’ ile  alışmış olduğumuz ‘Oldschool’ kendi, güzel, agresif, öfkeli kültürümüzle çok bağ kurduramasa da (ya da zorlasa da..) bu çocuklar kendi tarzlarında bunu çok iyi yapıyorlar, mutlular. Bizlere de takdir etmek, fazla küfür etmeden izlemek, geçmişi şimdiyle harmanlamaya çalışıp daha yenilikçi Soundlar’a doğru yelken açmak kalıyor. Geçmiş her zaman bizim ama gelecek? Sen, ben katkı verirsek eğer daha iyi gelecek diye düşünüyorum…
Tumblr media
Bu düşünceler ve daha fazlası ile birlikte boğulmak üzereyken ‘aman canım’ deyip kendimi tekrardan aşağıya atıyorum. ‘I Killed A Man’le hemen kafam dağılıyor, aman ne oluyor derken ‘Baba Yaga’ bizi önce dövüp sonra kaçırıyor. ‘Demolisher’ ile parçalara bölünüyoruz. Alex, arada bir yerlerde ulusa sesleniş konuşması yaptı. “Acılar var biliyorum, savaşlar kötüdür ama bu konuda benim yapabileceğim bir şey yok, ben tek kişiyim, savaşı durdurmak istiyorsan eğer önce kendini değiştir” vs. gibi bir şeydi. Bir Rus olarak Ukrayna savaşından hissettiği suçluluktu belki bilemiyorum ama tamda ondan beklediğim tarz bir konuşmaydı. ‘Türk misafirperverliği’ övme çabaları, hızlı bir geçiş ve işimize gücümüze dönelim sonrası konser alanı artık mezbaha gibi... Grup sahneden ayrılıyor, gayet organize olan bir kesim insanın aklına hemen ‘sabahki mesai’ geliyor ve tahliye işlemleri başlıyor. (Konser pazar günü idi.) “Durun oğlum bak daha cehennemi yaşamadık” derken grup tekrardan ‘Hell’ ile sahnede. Çok iyi bir performans sonrası “Slaughter To Prevail” “ne yaşadık biz ya” düşünceleriyle dağılmış olan bizleri bırakıyor ve sahneden iniyor. Hemen yine ani bir çıkış çabası, vestiyer sırası ve bir tane olan çıkışın tıkanması sonucu yarım saate yakın içeride kalış. Beşiktaş İF’in tek sıkıntısı belki bu olabilir. Aslında alanın arkasında, merch standının yanında İF’in restoranına açılan, kartla giriş çıkış yapılan bir camlı kapı daha var ama burası güvenlik ya da başka sebepler yüzünden asla seyirciye açılmıyor, akvaryumdaki anksiyete sahibi balıklar gibi sokak çıkışına bakıyoruz. Dışarıyı görüyoruz ama çıkamıyoruz! (Moria!)
Tumblr media
“Slaughter To Prevail” konseri başladığı gibi hızlı bir şekilde bitiyor. Tatlar damakta kalıyor. Geri dönüş sonrası en azından bir şarkı daha çalınabilirdi belki diyoruz. Seyirciden yeterince memnun kalmadılar mı? Yok, canım mümkün değil, insanlar kolu bacağı yerinde mi diye birbirlerine bakıyor. Dışarıya çıktıktan sonra uzun bir süre konserin etkisinden çıkamadım. Melodiler, Riffler aklımda çalmaya devam etti. Görsel bir şölen oldu, bu görsel şölene uyumlu bir müzik eşlik etti ve sonuç; akıllardan uzun süre silinmeyecek bir konser deneyimi oldu. Grubu Türkiye’ye getirmek her şeyden öte iyi bir hizmet oldu diye düşünüyorum. Buna ihtiyacımız varmış, ellere sağlık. Gördüğüm ve yaşadıklarımdan sonra “Slaughter To Prevail” çok daha iyi yerlere gelecek biliyorum. Ülkemizde gerçekleşecek muhtemel bir yaz festivalinde, açık havada tekrardan sahne almalarını çok isterim. 2024 yoğun konser takvimiyle devam ediyor. Önümüz çok dolu fakat “Slaughter To Prevail” ve Alex’in performansları şimdiden unutulmazlar arasında yerini aldı. Görüşmek üzere, sevgiler, saygılar.
Tumblr media
1 note · View note
Text
2024 yılı konserleri, biletleri ve genel durum hakkında bir yazı.
Tumblr media
Hepimizin malumu 2024 senesinde ülkemizde daha önce de konser vermiş birçok önemli Rock/Metal müzik grubunun etkinliği gerçekleşecek. Yaz aylarına kadar olan süreçte duyurulan diğer gruplar hariç “Scorpions” (açıklandığı saat biletler tükendi, ikinci gün planlandı. Bu etkinliğin biletleri de dakikalar içerisinde tükendi), “Megadeth” (aynı gün tükendi), “Judas Priest” konserleri açıklandı. Bu kadar büyük gruplar söz konusu olunca her zaman bilet bulma, bütçe ayarlama konusunda sıkıntılar yaşardık ama saatler hatta dakikalar içerisinde biletlerin tükenmesine pek alışık değiliz. Duyuru yapılması muhtemel başka gruplar için de birçok söylenti mevcut. Organizatörler gelen yoğun ilgiden şaşkın, dinleyiciler anında tükenen biletlerden dolayı sinirli. Grupların bu konuda bir görüşü var mı, soru işareti? Muhtemelen süreçle alakalı bir rahatsızlıkları yoktur. Bunlar kendilerini artık neredeyse yarım asırdır birçok farklı şekilde kanıtlamış gruplar. Geniş kalabalıklara hitap etmeye, “sold out” konserlere alışıklar, haklı olarak da konforlarına düşkünler. Yaşlılar (!), dolayısıyla da seyircide “bir daha göremeyiz kaygısı” var.
Hal böyleyken ortalıkta birçok asılsız ve yanlış bilgi dolaşmaya başladı. “Karaborsa”, “konserler neden statlarda yapılmıyor?”, “yabancılar”, hatta “kara para aklama” vs. gibi konu başlıkları türedi. Bunlara iki taraftan da yeterince fazla cevap verildi diye düşünüyorum. Ben de ucundan organizasyon i��lerine girme eğiliminde olduğum için organizasyon tarafının yaşadığı zorlukları artık daha iyi şekilde algılayabiliyorum. Yılların dinleyicisi olduğum için de bu taraftaki öfkeyi hissedebiliyorum. Bu sebeple konuyla alakalı kendi fikirlerimi ve bundan sonra yapılabilecekleri not almak istedim. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir tık fabrika ayarlarına dönüp özet geçmem lazım diye düşünüyorum. Kalıpların dışına çıkan bir alt kültürü anlatırken onu bir kalıbın içerisine almak, tanımlamaya çalışmak, tam ortasında olduğun bir şeyi tepeden görmek sıkıntılı durumlar fakat “biz” neyiz ya da neydik kısaca hatırlayalım…
Metal müzik 70’lerden günümüze her zaman isyanın, özgürlüğün, farklı yaşam tarzlarının ve kültürlerin sesi oldu. İnsanlar günlük yaşamlarındaki öfkelerini, hayal kırıklıklarını, yorgunluklarını bu müzikle aşmaya çalıştı, içindeki ve dışındaki canavarlarla, kem gözlülerle, garip bakışlarla, şeytanlarla, ejderhalarla bu müzikle savaştı. Metal müziği konuşurken asla standart bir müzik türü konuşması yapamazsınız. Bu müzik, bunu yapan insanlar ve dinleyen insanlar asla hafife alınmamalıdır. “Metalci” sadıktır. Dinlediği müziği geçici bir hevesle değil mezara girene kadar dinler. Dinlediği grubun albümünü sadece dinlemez, onun içerisinde yaşar. Sevdiği grubun sadece konserine gidip eğlenmez, orayı yıkar! “Metalci”, hayatla, düzenle, sistemle kavgası olandır. Toplum dayatmalarını, inanç baskılarını, kalıpları, tabuları ezer geçer. Buraya kadar yazdığım son derece eksik bilgileri ve tanımlamayı da ezer geçer! Bu dahil bütün genellemeler onun için yanlıştır!
Tumblr media
Dünya değişiyor (Galadriel girer…). Metal müzik çıkmış olduğu köklerin dışına taşarak fakir, zengin, genç, yaşlı ayırt etmeden toplumun her kesiminden insana hitap etmeye başladı. Sanayi işçisi öfkesini “Slayer” dinleyerek attı, özel sektör çalışanı “Anthrax”la. Umutsuz genç “Katatonia” dinledi, Yeditepeli “Limp Bizkit”, Ahmet ucuz bira satan bir barda “Megadeth”le sarhoş oldu, Mehmet kiraladığı chaletde “Judas Priest” açtı. Artık konserlerin dolmasındaki neden sadece eski neslin yetiştirdiği yeni jenerasyon, nüfus artışı, yabancılar vs. değil, metal müziğin toplum içerisindeki başka sınıflar arasında da yayılmasıdır. Bunu özellikle son on sene içerisinde gözlemlemek mümkün. Dünya geneli için de benzer şeyler konuşabiliriz. Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar. Metal müzik “gerçek müzik” icra edilen bir alandır ve insanların kulakları, beyinleri, kalpleri artık neyin ne olduğunu ayırt edebiliyor. Metal müzik popüler olduğu 80’lerden beri ilk defa bu kadar hızlı bir ivmeyle yükseliyor. Her şeyde olduğu gibi bunun da olumlu ve olumsuz sonuçları var…
2000’ler ortası yirmili yaşlardaki ben ve arkadaşlarım, yaz aylarında gerçekleşecek bir konser ya da festival açıklandığında heyecandan yerimizde duramazdık. (Tıpkı şimdiki gibi.) Ne zaman biletler çıkacak? Nerede satılacak? Para, hız, azim, irade… Okul dersler her şey unutulur, dertler bunlar olurdu. “Guns N' Roses”, “Judas Priest”, “Metallica”, “Rock’n Coke”, “Sonisphere” festivalleri, “Uni Rock”lar, “Rock the Nations”lar… Neler yaşadık neler… Bizim durum şükürler olsun iyiydi ama para öyle her yere (konsere, kasete, CD’ye, tişörte, oyuncağa vs.) harcanmaz kültüründen geldiğimiz için harçlıklarımız kısıtlı, ailelerimiz patron şirketlerinde çalışan insanlardı. Para biriktirilir, tabiki yetmez. Rica minnet aileden eşten dosttan borçlar alınır, sözler verilir, dertler anlatılır, dükkana ya da gişeye koşulur, o biletler bir şekilde alınırdı. Şimdi gerçekleşmesi mümkün olmayan festivaller vardı. Her zaman tek tek, her gruba ayrı para vermek yerine birçok grubun katıldığı festivallere belli bir ücret verip günler boyunca tıpkı ecnebiler gibi “Metal”e doyardık. Ülke çok iyi durumdaydı, her şey süperdi, aman şahane yaşardık diye bir iddiam yok ama hiçbir zaman bu kadar kötü durumda değildi derdim kesinlikle var… Şimdilerde yirmilerinde ki bir genç eğer ailesinin maddi imkanları çok iyi boyutlarda değilse, bu saydığımız bütün konserlere gidemez noktada. Konserler arasından seçim yapmak zorunda. Seçse de yetmeyecek, o konserin biletine yetişmesi lazım. Yetişse de yetmeyecek artık gerçek sıralar yok, sanal sıralarda internet hızları ve yazılımlar arasında bileti kaybolup gidecek. Standart alan dışında diğer kategorilerde bu konserlerde hızlı bir şekilde tükendi. Peace sells… But who’s buying? (Galadriel çıkar…) 
Tumblr media
Hayat zor. Artık ortalama bir genç metal müzik dinleyicisi daha fazla çalışmak zorunda, daha fazla kazanmak zorunda, daha fazla odaklanıp diğer dinleyici arkadaşlarının önüne geçmek zorunda. Sadece bunlar yetmez. Belki bu seneyi kurtardı. Seneye de işlerin yolunda gitmesi lazım. Krizlerden, salgınlardan, hayatın getirdiği değişkenlerden etkilenmeden parayı kazanmanın bir yolunu bulup önümüzdeki sene gerçekleşecek olan bilet yarışında yerini garantilemeli. Bu sayede eğer “Metallica” konserini kazanırsa dört sene sonunda yurtdışında “Wacken” festivaline kabul edilebilir ve geleceğin çok iyi bir metalcisi olarak ülkemizi en doğru şekilde temsil edebilir… Şakası bir yana biz bu “yarışa” aslında çok adapteyiz. İyi okullar, iyi meslekler, iyi paralar… Yarış, koş, donan, asla durma! Hayatımız boyunca bize bu empoze edilmeye çalışıldı, gerçekler acıydı. Biz bu müziği tam olarak bu tarz tatsızlıklardan kaçmak için dinlediğimizden, kendimizi “yarışın“ ortasında bulmak biraz can sıkıcı olmuyor değil.
Yurtdışı festivallerinde gözlemleme fırsatı bulduğum kadarıyla, oradaki yirmili yaş ve altındaki gençler metal müzik konserlerine katılmayı abileri, ablaları kadar tercih etmiyor. Genelde orta yaş ve üstü bir ekip görüyorsunuz festivallerde. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Çocuklar henüz daha ekonomik bağımsızlıklarını kazanmamış durumda, şehirden uzak festival alanlarında konaklama zorlukları çekiyorlar vs. Fakat onlar için önemli değil. Ne de olsa kaygısız bir şekilde birkaç sene sonra o festivallere katılabilecek, istediği grubu zorlanmayacağı fiyatlarla dinleyebilecek, isterse dünyanın başka yerlerindeki konser ve festivallere de katılabilecek, aramızdaki yerlerini alacaklardır. Bu onlar için sadece çok da zor olmayan bir tercih meselesi. Bugün olmazsa yarın. Yarın olmazsa seneye, aman canım… Zaten sürekli festival var, zaten gruplar sürekli buraları turluyor, zaten sürekli yeni ve iyi gruplar da çıkıyor. Vur asayı şenlendir…  
Tumblr media
Peki, neden, nasıl böyle oluyormuş? Müthiş ekonomik durumları, devasa kayıt stüdyoları, konser ve festival alanları, sektörleşmeleri, şirketleşmeleri, devletlerinin sanata olan destekleri, acayip iyi hayal güçleri ve coğrafi konumlarının müsaitliği sebebiyle icra edilen harika albümler ve çıkan gruplar sayesinde mi elin çocuğu bizimkilerden daha iyi şartlarda metal müziğe hakim olabiliyor? Kesinlikle evet, tabiki evet. Fakat bunların hepsi sonuçlar. Buraya gelinene kadar emin olun oralarda da yaşanan süreçler, ödenen bedeller var. Malesef huyumuzdur; gidişi yaşamadan sonuca ulaşmaya çalışmak. Bizim toplum olarak belki de iç özlemimizdir. Çok daha iyi yerlerde olmuştuk evet ama o noktalara tekrardan, hemen geri dönemeyiz. Yeni bedeller ödemek, belki baştan başlamak, bir şeyleri göze almak lazım. Ekonomiye ve sisteme lanet (evet lanet olsun bu ayrı bir konu…), organizatöre küfür, mekanlara şikayet, küslükler, yakarışlar… Bunlarla bir yere varacağımızı düşünmüyorum.
Metal müzik evrenseldir. “Müzik” evrenseldir ve fakat gözlemlediğim her ülke, her millet kendi grubuna, kendi insanına önem vermeyi asla ihmal etmiyor. Bu gelişimi birbirlerine sırt çevirerek, birisi diğerinin ayağına taş koyarak, “sen Abdülhamit’i savundunlar”la, sen Kadıköy, ben Taksim diyerek vs. yaşamamışlar. İstisnalar tabiki vardır fakat Avrupa, Asya, Güney Amerika, dünya… vatandaşları, ülkelerindeki metal müzik gruplarına sahip çıkıyor, yerli festivallerini el üstünde tutuyor, yeni çıkış yapan gruplarını destekliyor. Biz de bu konuda ne kadar başarılı olursak, ileride o kadar rahat ederiz diye düşünüyorum. Sürekli dışarıdan al, hiçbir şey üretme, sadece tüket felsefesi sayesinde zaten her konuda şu anki durumdayız. Şartlar ne olursa olsun üretmek, duyurmak lazım. Bu bizim elimizi kuvvetlendirir, başımızı yeniden dikleştirir. Dış basında ve buraya gelmeyi düşünen grupların ajanslarında dikkat çeker. Yerli grupları, festivallerimizi destekleyelim. Katılımı arttıralım. İnanın henüz benim bile bilmediğim gerçekten çok iyi metal müzik icra eden yerli gruplarımız var. Avrupa gruplarından yetenek, ruh ve istek anlamında hiçbir eksikleri yok, fazlaları var. Benim bu söylemim yeni bir şey değil. Yıllardır bunu bağıran büyüklerimiz oldu, devam da ediyorlar. Bunu bir noktada artık gerçekleştirmemiz gerektiği için “yine yeni yeniden” bahsediyorum.
Tumblr media Tumblr media
Metal müziğe “hakim” olduk evet. “Bir daha gelmezler”, “ölürler”, “bak bu kaçmaz”, “ama ben hiç izlemedim ki” diyerek gidebildiğimiz ölçüde “oldschool” kafa metal müzik gruplarının konserlerine canımızı dişimize takıp gidiyoruz. Yine gidelim ama burayı da, kendi ülkemizi, gruplarını ve festivallerini de ihmal etmeyelim. İhmal ettiğimiz sürece çok sevdiğimiz, dinlemekten bıkmadığımız, gıpta ile baktığımız yabancı gruplar belki daha az belki daha sık üzerimize gelmeye devam edecek. Maliyetler artıyor, Alım gücü düşüyor, para el değiştiriyor. Gruplar gelecek, sadece şanslı bir azınlığın dinleme fırsatı bulabildiği etkinlikler yapacak. Gözden uzak gönülden ırak olur. Sevgili “metal” müziğimiz, isyanın sesi, başkaldırının son kalesi bize ihanet içerisindeymiş gibi hissetmeye başlanılacak. Onlara ulaşabildiğimiz tek yer olan albüm kapaklarına şüpheyle bakılacak, eski tatlar belki de alınamayacaktır. Kimse de bu konuda hiçbir şey yapamayacaktır. Senden başka hiç kimse, hiçbir şey yapamaz! Çok mu distopik geldi? Umarım öyledir. Bunlar hiç yaşanmasın, çok kötü, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek senaryolar olarak kalsın, kimse konserleri Maçka parkından dinlemek zorunda kalmasın… Metal müzik, Metal müzik olarak kalsın.
Uzun lafın kısası son tahlilde bana sorarsanız eğer, iç piyasamızı yükseltelim. Dikkat çeken yerli festivallerimizi ve gruplarımızı tekrardan canlandıralım. Bunları yapmak, hemen seneye gerçekleşmesi muhtemel olan yabancı grupların konserlerinin biletlerini ucuzlatmaz ya da daha iyi şartlarda biletlerine, konserlerine ulaşmamızı sağlamaz ama en azından ilk etapta bize, “Türkiye çok güzel”, “seyirci harika”, “teşekkürler”, “lahmacun çok güzel”, “baybay” konuşmalarından başka bir şeyler katar. Değişimin başlangıcı olur. Türk metal müziğini, hepimiz için her anlamda ileriye taşır. Özlediğimiz stat konserlerinin gerçekleştirilmesi belki yeniden gündeme gelir. Havaalanlarını, geniş arazileri tekrardan “metal” ile buluşturur. Organizasyonların alternatifleri çoğalır. Önümüze bakalım. Biz, bize bakalım. Özümüze, kültürümüze sahip çıkalım, Teke’yi sevelim, metalle kalalım. Gözlerinizden öperim :)
Tumblr media
3 notes · View notes
Text
Tumblr media
20.01.2024 KATATONIA KONSERİ (ZORLU PSM)
2006 yılında kuzenlerimin tavsiyesi ile dinlemeye başladığım “Katatonia” yolculuğum beni grubun peşinden yurtdışındaki birçok şehir dahil olmak üzere çeşitli yerlere sürükledi. Grubun geçirdiği hemen her dönemi ayrı ayrı severim. İlk dönem Doom/Death soundlu “Katatonia” grubun en sevdiğim periyodları arasında olmasına rağmen (Grupla tanışma anımdan sonra sürekli olarak ilk albümlerini takıntılı bir şekilde dinlerdim). Anksiyete ve panik atak rahatsızlıklarını yoğun olarak yaşadığım 2006-2009 arası dönemde kuvvetli bir bağ kurduğum “The Great Cold Distance” albümü, evden çokta fazla uzaklaşmak istemeyen bana, gerçekten müthiş gelmişti. 2009 yılında “Night Is The New Day” albümü ile barlarda gecem gündüzüme girmiş, 2012 “Dead End Kings" ile kendi çıkmaz sokaklarımda kaybolmuş, 2016 “The Fall of Hearts” ile kalbim sanki çalışmayı durdurmuş, 2020 “City Burials” ile bütün şehir üstüme çökmüştü… “Katatonia” bendi. Ben “Katatonia”…
2009 da Barcelona konserlerinde grupla tanışma imkanım oldu. Fred ve Mattias Norrman kardeşleri son gördüğüm konserdi. Peşlerinden, ilerleyen yıllarda çıkardıkları albümlerin turneleri kapsamında Londra ve Viyana konserlerine katıldım (o zamanlar işim dolayısıyla daha fazla seyahat edebiliyordum). Gençliğin verdiği heyecanla konser sonlarında o güvenlikle kavga, bu menajerle gürültü, şu organizatörle patırtı… bir şekilde kendimi “Katatonia” kulislerine groupie gibi atıyordum :)
Tumblr media
“Katatonia” benim için her zaman özel bir yerdeydi. Yıllar içerisinde geçirdikleri dönemler sonucu grup, büyümeye hep devam etti. Onlar yaşlandı, ben de onlarla beraber yaşlandım. Geçtiğimiz Ekim ayında yine Viyana’da eşimle birlikte kendilerini izleme fırsatı bulduk. Evet Anders yoktu (ailevi sebepler diyorlar). Evet çok fazla altyapı kullanıyorlardı, mekan yetersizdi (Arena Wien aslında geniş bir açık alanı olan bir yerdir ama orayı açmayıp insanları “Paradise lost”, “Katatonia”, “Harakiri For the Sky”, “Kanonenfieber” gibi kafa grupları olan tek günlük bir festivalde içeriye tıkıştırmışlardı). Ama olsundu, onlar “Katatonia” idi ve onları dinlemek benim için her zaman apayrı bir zevk olacaktı. Buradaki hikayeleri, 2006 Yedikule konserlerini, yine 2006 parkorman ve sonrası yurt dışı, yurt içi diğer konserlerini belki başka bir zaman anlatırım ama artık günümüze gelelim..
Zorlu Center, iyi ses sistemi ve geniş alanı ile öne çıkan bir mekan olmasına rağmen ben hiçbir zaman oraya ısınamadım. He rşey çok temiz, gıcır, belki plastik.. Parlak yer taşlarında ayağın kayarken kendini uzay boşluğunda gibi hissedersin öyle bir yer işte. Avm ışıkları üzerime vururken konser moduna plastik bardakta içtiğim birayla (?) girmeye çalışıyorum. Dışarıdaki amfi bölümünde arkadaşlarla hoş beş ediyoruz, yürüyen merdivenlerden aşağıya iniyoruz, Gucci, Prada alışverişimizi yaptıktan sonra beyefendiler biletlerimizi alıp bizi içeriye buyur ediyorlar falan… Benim gibi bir metal müzik dinleyicisi için aslında saçma sapan bir yer… Neyse şakası bir yana eşim dahil bir çok insan rahat ediyor bu güzel bir şey. Çeşitli mekan alternatifleri her zaman gereklidir. Merch standına şöyle bir baktıktan sonra yer olmayan dolabımda bir tane daha Katatonia tişörtüm olsun mu? Olmasın diyerek içeriye geçiyoruz.
Kalabalık bir seyirci var. “Katatonia”nın Türkiyedeki kitlesi her zaman yoğun oldu. Son yıllarda yaşadıklarımız “Katatonia”nın ve Bağcılar, Esenler, Esenyurt toplamı kadar nüfuslu İskandinav ülkesi gruplarının müziğiyle uyum içerisinde gittiğinden artık daha da kalabalığız (Bazen düşünüyorum o memleketlerde yaşayan genç yaşlı herkes müzisyen olsa gerek diye neyse…). İçerideki barlar bu sefer iyi çalışıyordu, ben bir sıkıntı yaşamadım. Fiyat konusunu geçelim… İçkimizi, biramızı kapıp sahnenin sol tarafında yerimizi aldık. Bereket yanımdaki arkadaşlarım ve önümüzde duran Gandalf abi uzun boylu insanlardı, çok fazla dikkat çekmedim. “Göremiyoruz” (Ben gitsem full hd ye geçecek problem benim..) bıdı bıdıları yaşanmadı.
“Katatonia” sahneye bu turnede Austerity ile yıldırım gibi çıkmayı hedefliyor ama ilk şarkının azizliği seste sürekli yaşanan bir problem olduğu için bazı sıkıntılar oluyor. Albüm kaydını dinlerseniz eğer hiç affetmeden cayır cayır şarkıya girdiklerini duyarsınız. Konserde de bu etki hedeflenmiş ama şarkı akarken adaptasyon anlamında önce bir bocalıyorsunuz sonrasında ha oturdu ha oturacak derken “Katatonia” zaten seyirciyi içine bi noktada çekmiş oluyor. Bu durumu aslında olumlu bulduğumu söyleyebilirim. Günümüz (her şeyin çok profesyonel olarak yaşandığı) müzik dünyasında bu “amatör” hissiyatlar konuya nostaljik havalar katmıyor değil.
Konser, yeni albüm ağırlıklı olarak başlayıp devam ediyor. Aralarda bir önceki albümlerden iyi seçilmiş şarkılar konmuş. Hemen hemen Viyanada dinlediğimiz setlistlin aynısıydı. “Katatonia” artık “Viva Emptiness” döneminden önceki albümlere inmiyor. Bunu da zaten bu turnede son şarkıda “Evidence” ile yapıyorlar. Bu şarkının sona konması çok hoş bir detay. Testi geçtik ve bu bizim için çok iyi evet. “Katatonia” seyirciyle iyi iletişim kurabilen bir grup. Jonas bu işi her zaman iyi kotardı, devam da ediyor. En azından sahnedeyken bir sıkıntı yok. Sahne arkasında ise konforlarına fazla düşkün hale gelmişler, olur böyle şeyler, shit happens!
Tumblr media
Sound anlamında “ses her yere eşit dağılmıyor” yorumları aldım. Buna katılıyorum. Akustikle ilgili bir problem var. Belki arka tarafın ayrı bir sahne olması ve aranın açılması bir problem yaratıyordur. “Anathema” ve başka gittiğim konserlerde arka taraf kapalıydı diye hatırlıyorum. Koltukların olduğu yer ve aşağısı (muhtemelen sahne?) kalabalık seyircili konserlerde insanlara tahsis ediliyor. Belki bunun çözülmesi gerekir tam bilemedim. Sonlara doğru hoparlörlerden “cazur cuzur” sesler de geldi (herhalde soğuk kuzey rüzgarlarına dayanamadı sistem…). Anders yokluğunda ikinci bir gitar kullanmak yerine “Katatonia” altyapıya yükleniyor. Umarım geçici bir çözüm olarak kalır. Davulcu 2. Daniel (önceki davulcu Daniel Liljekvist ten sonra ısınamadığım, antipatik görünüşlü nerd.) işini hakkıyla yapıyor, bassçı Niklas’ı herhalde ben çok duyamadım bir yorumum yok. Eski bassçı Matthias da bu da gayet zıpır tiplerdi severim kendilerini (Niklas, Ankara konserinde önceden görüşmemize rağmen adımı bilmediği için sahne arkasında bana “Hey London!” diyerek gülmüştü…). Jonas gerçekten profesyonel iş çıkarıyor (Bu seferki seyirci nutukları iyiydi, Viyana'da hafif saçmalamıştı. Konsere özenle hazırlanmış. Memnunda kalmış gibiydi.). Kısıtlı sesini gerçekten çok iyi kullanmayı bilen ve zamanla geliştiren bir adam. Gitarist Roger ise back vokalleri dışında gayet iyi diyebilirim. Aralardaki bağırışları hakikaten bağırıştı yani ve son derece anlamsız, kötüydü.
“Austerity” ve üzerine “Colossal Shade” bir “Katatonia” konserini güzel açan iki peşisıra şarkı. Sound oturduktan sonra çok keyifli geçti. Son albümleri “Sky Void Of Stars”ı bir önceki “City Burials” tan daha çok sevdim. Şehrin cenazelerinden bir tık çıktım, yıldızlara baktım, kaybettiğim insanlarımı andım, yolumu bulmaya çalıştım vs. (Konser tanıtımında bu tarz güzel bir yazı çalışması yapan arkadaş var, seninle tanışmak istiyorum yiğidim.). Sound ve beste olarak çok daha oturmuş, çok daha “Katatonia” olmuş bir albüm. Lethean her zaman büyük çoşkuyla çalınıyor ve seyirciye iyi geliyor. “Flicker” benim kişisel favorilerim arasında yer almaz ama gayet başarılı çalındı (En azından tuvaletten duyabildiğim kadarıyla). “Dead Letters” artık bir klasik olma yolunda ilerlerken yine yeni albümden “Opaline” dinliyoruz. Burada setlist ve konserin havası biraz bozuluyor. Noluyo ya türkü programı gibi acının akabininde eller havayamı yapıyoruz hissiyatları gelmiyor değil (ama böyle şeyler lazım...). “Forsaker” ve üzerine “Buildings” bize bütün İskandinav (hatta biraz karşıdan post sovyet betonları arasından kurtulup gelen) soğuğunu, depresifliğini, yaşatıyor. Yıkım etkisi burada yaşanmıştır ve evet uzun bir koridor geçilip iki tane yürüyen merdiven çıkıldıktan sonra sigaraya çıkılabilmiştir.
“Decima” ve sürpriz “Racing Heart” zannediyorum biraz soluklandırıyor, duygu durum değişiklikleri aman şarabımı çanağıma koyayım derken “Nephilim” tekrardan üzerimize karanlığı çekiyor. Altyapı kullanımı, Anders yokluğu, zaman zaman çatırdayan ses, sürekli her yerden telefonlarını kaldırıp konseri telefon çekimlerinden izlemeni sağlayan bir yığın “izleyici” faktörü (Eh ben de aralarındayım artık ama azaltmaya çalışacağım. Mümkünse “Telefonsuzlaşmaya” gidelim.) vs. gibi şeyler olsa da, “Katatonia” geçirmek istediği atmosferi bir şekilde yaşatıyor. Bu açıdan gerçekten helal olsun, orada fırsatım olmadı ama buradan tekrardan tebrik ederim kendilerini… “Birds” benim çok sevdiğim buram buram “Katatonia” soundlu, tam bir konser şarkısı. Anders olsa ne öttürürdü be deyip geçiyoruz. “Atrium” sonrası “July”da tahmin edilebileceği gibi bütün seyirci gaz, tek bir ağızdan “I see the bright lights…". Gerçekten harika geçti. Dolayısıyla “Old Heart Falls” ve akabinde “Journey Throught” ile grup sahneden kısa süreliğine ayrıldı.
Tumblr media
“Behind the Blood” ile muhteşem geri dönüş ve tabiki artık bir “dark metal” klasiği olmuş “My Twin”… Burada seyircinin reaksiyonu (ve tabiki benim) görmeye değerdi. Başta dediğim gibi son şarkının “Evidence” olması ayrı bir güzel ve hüzünlü. En beton kalpli insanın bile, eğer biraz müzik seviyorsa bu kısımda gözleri dolabilir. Bizi dağıtıp sahneden indikten sonra yine grubun peşinden koştum ama adı üstüne “Zorlu” çok zorlu :) Bu sefer olmamıştı. Ben çılgınlık haklarımı kullanmıştım, artık başkalarının zamanıydı… Jonas, “Thy Business Lounge” da şarabını içsindi… Bunca sene sonunda hakkıdır, afiyet olsundu.
Son tahlilde benim için her zamanki gibi çok iyi geçen bir “Katatonia” konseri oldu. Bir takım “hayalkırıklıkları” tabiki vardı ama zaten “Katatonia” tam da bundan varolan, bunun ne demek olduğunu çok iyi anlatan, hissettiren ve dayanmak için sana güç veren bir gruptu. Hava şartları ve hissiyatlar bir “Katatonia” konseri için en mükemmel durumdaydı, hatıralarda güzel kalacak bir konserdi. Yürüyen merdivenlerden çıkıp, döner kapılardan geçtikten sonra koşa koşa “Dorock Heavy Metal”a kaçtık “Razor” ile nEFES aldık :) Bu ve diğer bütün Metal müzik organizasyonlarında emeği geçen herkese teşekkür ederim. Hakikaten zor, kolay birşey değil. Türlü bedeller ödeniyor, sınavlar veriliyor. Seyirci organizasyon el ele yürüyelim bu yolda (Kalp). Kalın sağlıcakla. Nice konserlerde görüşmek üzere🤘
Tumblr media
3 notes · View notes