Tumgik
#1.Bölüm
hasretler · 6 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
2 notes · View notes
Text
1 note · View note
linusbenjamin · 2 months
Text
the people who watched the walking dead season 7 episode 1 when it first aired - are they ok???
17 notes · View notes
bungoustraydogs-tr · 1 year
Text
Bungou Stray Dogs STORM BRINGER, [KOD: 01] Araştırmacıların Yazdığı 2,383'lük Bir Program Sadece
Tumblr media
Wattpad Linki
Nakahara Chuuya rüya görmezdi.
Yüzeye yükselen belirsiz su baloncukları gibi uyanırdı.
Chuuya gözlerini açtığında kendisini odasında bulurdu.
Duvarlardan tavana, tavandan zemine kadar odasındaki her şey iç karartıcıydı. Odası, bulanık karanlığın ardına perdelenmişti ve pek az mobilya vardı. Yatağını kaplayan çarşaflar, az bir raf, duvarına gömülü küçük bir kasa ve masasında mücevherler hakkında açık bir kitap duruyordu o kadar.
Perdelerine vuran loş sabah ışığı odasını ikiye ayırmıştı.
Chuuya kalktı. Göğsündeki terler denizdeki girdap gibi içini sarsan o şiddetli duygunun hatırlatıcısıydı. Ama hangi duyguydu, hatırlayamıyordu.
Bugünlerde hep böyleydi.
Sonunda pes edip yataktan kalktı, duş aldı. Kaynar su kafasından aşağı dökülürken Chuuya kendisini ve durumunu düşündü.
Nakahara Chuuya. 16 yaşında.
Bir yıl önce Liman Mafyasına katılan bir çocuktu ve organizasyonda tarihte ilk kez görülen inanılmaz bir hızla elde ettiği başarıların takdiri olarak bu oda kendisine verilmişti.
Ama ne para ne de şöhret Chuuya için önemliydi. Onun için çok daha önemli bir şey hala kayıptı.
Geçmişi…
Chuuya kim olduğunu bilmiyordu.
Anıları araştırma tesisinden kaçtığı günden, 8 yıl öncesinden başlıyordu.
O günün öncesinde hayatında hiçbir şey yoktu; geçmişi gittikçe derinleşen ve kararan hiçbir gecenin olamayacağı kadar dipsiz karanlıktı.
Vücudunu kurutup kıyafetlerini yenisiyle değiştirdi. Dokunduğunda duvar sessizce açıldı ve bir gardırop ortaya çıktı. Tüm kıyafetleri yüksek kalitedeydi ve tek bir kırışıklık gözükmüyordu. Yakışacağını düşündüğü bir takımı seçerek üstüne geçirdi.
Zümrüt kol düğmelerini takım kollarının uçlarına taktı ve aynaya baktı. Diliyle sessizce cıkladıktan sonra odadan ayrıldı.
Evden çıktığında mütevazi bir araba ,sanki zamanlanmış gibi, evin önüne yaklaştı. Lüks siyah arabayı Liman Mafyasının sembolü olan siyah takım ve güneş gözlüğü giyen bir mafya üyesi kullanıyordu.
Arabayı Chuuya’nın yanında durdurdu. Tek kelime etmeden arka koltuğa bindi ve kapıyı kapattı.
“Her zamanki yere.”
Chuuya otururken şoföre yalnızca bunları söyledi, gözlerini kapattı.
Lüks araba şehrin ana caddelerinde yavaşça sürmeye başladı.
Yollar ve kavşaklar arabalarla doluydu. Yine de Chuuya’yı taşıyan araç arabaları sorunsuz bir şekilde atlattı, yollardan sürdü ve trafik lambalarından geçti. Sanki diğer araçlardan kaçınmak için sihir kullanıyor gibiydiler.
“Dünün işlem kaydı nerede?”
“Burada, efendim.”
Chuuya şoförün uzattığı belgeye baktı. Belge kopyalanmaması için özel bir mürekkeple hazırlanmıştı. İçeriği şifreliydi bu yüzden polise yakalanmaları ihtimaline karşı kanıt olarak kullanılamazdı.
“Hmph, bu hafta da mı her şey yolunda?” dedi Chuuya düşünmeden. “Sıkıcı.”
Chuuya’nın mafyadaki işi piyasadaki mücevher kaçakçılığının takibini izlemekti.
Mücevherler üretim birimi başında en yüksek geliri getiren malzemelerdi.
Ametistler, yakutlar, yeşim taşları ve elmaslar… Biraz basınç altında sıradan bir element, insanların eline geçince şeytani gücüyle şeytani bir taşa dönüşüyordu.
O şeytan, kaçak bir mücevhere sıkışmıştı. Varlığı, mücevherin göz kamaştıran parlaklığından doğan gölge gibiydi. Mücevherler olduğu sürece kaçak cevherler hep gölgelerde var olacaktı.
Dünyada bu gölgenin doğduğu onlarca yer vardı.
Fakir bir madenci mücevher madeninden soğuk terler akıtarak bir şeyler çalabilirdi. Bir hırsız kuyumcunun kasasını kırıp mücevherleri araklayabilirdi. Korsanlar, mücevher taşıyan yük gemisini batırabilirdi. Kapkaççının teki ünlü birisinin kolyesini kapıp kaçabilirdi. İllegal organizasyonların kontrol ettiği madencilik bölgelerinde ödeme silah ve uyuşturucuyla yapıp mücevherler elde edilebilirdi-
Karanlıkta doğan cevherler dünyanın ışığına oldukları gibi çıkamazlardı. Liman Mafyası gibi yasadışı organizasyonlar işte tam burada işin içine dahil olurlardı.
Yokohama limanlarında bulunan karanlık mücevherlere ışık tutarlardı. Kaçakçılar değerli taşları dikkatle Yokohama’ya getirir, rehine dükkanı satın alır sonra yetenekli bir işçi kökeninin anlaşılmaması için önceki bağlarını keserdi. Kolyeden bileziğe, bilezikten küpeye ve küpeden yüzüklere dönüştürülüp bu taşlara hayatta ikinci bir şans verilirdi. Sonrasında bu yeni mücevherlere işinde yetkin bir mafya tarafından değer biçilir, nakliye araçlarıyla dağıtıma çıkar ve birinci sınıf kuyumcuların vitrininde satışa sunulurdu.
Mafya için mücevher kaçakçılığı, en önemli gelir kaynaklarından birisiydi.
Nedeni ise gümrükten büyük bir sorun çıkmadan geçebilen kaçak cevherlerin her zaman muazzam miktarda kar getirmesiydi.
Ama şeytanın yumurtladığı her taş peşinde kan ve şiddeti getirirdi. Bunu kontrol altında tutmak ve sabit bir gelir kaynağı haline getirmek için şiddete şiddetle karşı vermeleri ve herhangi bir sorun daha filizlenmeden köklerini kesmeleri gerekliydi.
Bu zamana kadar Chuuya işini mükemmel bir şekilde yapmıştı. Fazla mükemmel.
Eski üyelerin çoğu şaşırmıştı. 16 yaşındaki bir veletin cevherlerin kara borsasını bu denli kontrol altında tutabileceğini düşünmemişlerdi.
Ancak şaşırmayanların sayısı da az değildi. Bu insanlar, zamanında Chuuya’nın liderliğini yaptığı “Koyun”a karşı savaşanlardı. Mafyaya bu zamana kadar acı çektiren örgütün kralıydı. İki üç cevher borsasını mı kontrol edemeyecekti?
Ama şaşkınlıklar, övgüler ve hatta kıskançlıklar Chuuya’ya bir anlam ifade etmiyordu. İstediği şeyi diğerleri asla veremezdi.
Chuuya taş fırlatırmış gibi dosyaları kenara attı.
“Bu gidişle kim bilir kaç yıl sürecek.” dedi kısık, hırçın bir sesle.
Sürücü duymamış gibi yaptı.
Chuuya’yı taşıyan lüks araç planlandığı üzere konut bölgesine sürmeye başladı.
Alçaktan uçan yeşil ispinozun ciyaklamaları dışında ölü sessizliği vardı. Tren sesleri ve çalışan insanların koşuşturmaları buradan duyulmuyordu. Araba bir dükkanın önünde durana kadar ilerlemeye devam etti.
Dükkan, eskitme tuğlalı bilardo barıydı. “Eski Dünya” adı soluk harflerle tabelaya yazılıydı. Dükkanın açılmasına hala vakit olduğu için harfleri oluşturan neon ışıklar yanmıyordu.
Chuuya arabadan indi. Otomobil bölgenin sükunetini bozmayacak şekilde sessizce ayrıldı.
Chuuya barın kapısı açtı.
Ve açar açmaz kendisini beş silah karşıladı.
“Barın açılmasına daha zaman var.” dedi adamlardan biri. Silahın namlusu Chuuya’nın kafasına dayanmıştı.
“Yok. Canım ceset olmak istiyor diyorsan buyur, hemen içeri alalım.” dedi diğer bir adam. Namlusu kesilmiş pompalı tüfeğini Chuuya’nın göğsüne doğrulttu.
“Yanına koruma almadan gezmek pervasız olmamış mı, Bay Cevherlerin Kralı?” dedi başka bir adam. Silahı Chuuya’nın omuzlarındaydı.
“Etrafın aynı böyle çevrelenmişken sen bile kendini koruyamazsın.” dedi bir diğer adam. Avucu büyüklüğündeki küçük namluyu Chuuya’nın boynuna dayadı.
“Şimdi ne yapacaksın Yerçekimi Kontrolcüsü? Hemen ayaklarıma kapanıp merhamet için yalvarırsan söz, sana rahat bir ölüm vereceğim.” dedi Chuuya’nın önünde duran son adam. Uzun namlulu silahını Chuuya’nın kaşları arasına nişan almıştı.
Çıkmaza girmişti. Adamlardan birisi ateş edecek olursa diğerleri de peşinden ateş ederdi. Geri çıkmaya çalışsa öndeki vururdu. İleriye gitse arkasındaki...
Chuuya kıpırdamadı, yüzündeki ifade değişmedi bile. Odanın atmosferi gerildi.
---
Sokaklarda gürültülü bir “Bang!” sesi yankılandı.
---
Heykel gibi hareketsiz duran Chuuya’nın başından kana benzer bir şey aktı.
Akan şeyler, rengarenk konfeti şeritleriydi.
“Chuuya! Mafyaya katılmanızın birinci yıldönümü kutlu olsun!”
Adamın hevesli sesi barda yankılandı.
Chuuya etrafındaki adamlara asabi bir yüzle baktı.
“Salak mısınız siz…?”
Silahların her birinden beyaz dumanlar yükseldi ve konfetiler havada dağılırken parlak, rengarenk şeritler Chuuya’nın kafasına düştü.
Baştan ayağa konfetilerle kaplanmış Chuuya’ya bakan adam sırıttı.
Odada toplanan adamların hepsi Liman Mafyasındaki “Menfaat Topluluğu”nun üyeleriydi. Ancak bu grup birbirlerine sadece karşılıklı yardım yapmıyordu. Üyeler sonraki yöneticiler olmak için en başarılı adaylardı ve ya Chuuya’ya denk ya da ondan daha iyilerdi. Grubun 25 yaş ve altı, genç üyelerden oluştuğunu söylemeye gerek yok. Organizasyonun “Gençler Derneği” olarak adlandırdığı, Liman Mafyasının genç kurtlarıydılar.
Chuuya derin bir iç çekti ve kimseyi selamlamadan dükkanın arkasına yürüdü.
“N’oldu Chuuya? Sevinmedin mi?” Uzun bir adam Chuuya’nın arkasından sordu. “Hepimiz senin için toplandık.”
“Yıldönümü gibi şeyleri kutlamam.” Chuuya açıkça reddetti. “Beni mutlu edecek kadar büyük bir olay değil.”
“Öyle deme ya! Mutlu olmalısın.” dedi uzun adam, Chuuya’yı takip ederken. “Sonra hediyelerimizi de vereceğiz. Okul öğrencisiymiş gibi davranmak eğlenceli değil mi?”
Chuuya yürümeyi kesip arkasına döndü ve adama baktı.
“Yani bu iş senin başının altından çıktı, Pianoman. Şaka yapmayı pek beceremiyorsun.”
“Aynen! Ve bugün de herkesi bu bok gibi şakamla sinir etmek için yaşıyorum.”
Siyah palto ve uzun, beyaz bir hakama giyen mafya Chuuya’nın sert sözlerine soğuk bir gülümsemeyle karşılık verdi. Organizasyonda “Pianoman” olarak tanınan adamın giysileri hep siyah beyazdı. Uzun boylu, ince parmaklıydı ve hep mutlu mutlu gülümseyerek dolaşırdı. Gençler Derneğini kurmuştu ve lider rolündeydi. Ayrıca Chuuya’yı gruba davet eden de oydu.
Pianoman mafyadan çok zanaatkar olarak öne çıkıyordu. Yokohama’da gerçeğini tıpatıp andıran sahte para basabilen tek kişiydi. Ancak dönek bir kişiliği olduğu için sahte paraların kalitesinden memnun değilse patronun emirleri olsa bile işin ne kadar uzayacağını kimse kestiremezdi.
Bu arada Pianoman adı, siyah beyaz kıyafetlerinden dolayı verilmemişti. Düşmanlarını öldürürken elektrikli karbon çeliği piyano teli sarma tabancası kullanırdı. O tel düşmanların boynuna sarıldı mı ne kadar güç uygulanırsa uygulansın kimse çözemezdi ve saniyeler içinde kafası yere düşerdi. Geriye omuzların arasında mükemmel bir boşluk, oluk oluk kan ve kurbanın yankılanan çığlıkları kalırdı.
Zariflikle zalimliği garip bir biçimde birleştirirdi. Gençler Derneği arasında yönetici olmaya en yakın kişi olduğu söylenirdi.
Chuuya dükkanın arkasına yürürken başka bir adamın sesi yükseldi.
“Hahaha! Yüzünü görmen lazımdı Chuuya! En azından bu seferlik bu performansı sergilemek istedim! Nakahara Chuuya, mafyanın eski düşmanı ve yeni genç yıldızı, ‘Koyunlar Kralı’! Sırf şu yüzünü görmek Gençler Derneğine katılmaya değdi be!”
Sarışın, genç adam silahını döndürürken kahkaha attı.
Chuuya sarışın adama dik dik baktı.
“Hmph, söylen sen. Rol yaptığınızı anlamasaydım ilk seni karşı tarafa yolcu ederdim, Albatross.”
“Vay vay. Özür ama senin gibiler tarafından öldürülecek kadar zayıf değilim Chuuya. O değerli yumruklarınla bana vurmadan önce ellerini keserdim.”
Konuşmasını bitirir bitirmez ceketinin altından bir kukri bıçağı sessizce çıktı. Sanki bıçağın hiç ağırlığı yokmuş gibi havayı zahmetsizce kestikten sonra elinden düştü.
Bıçak yere saplandı ve düştüğü yerde dairesel çatlaklar bıraktı.
Genç adam güldü.
Yüzünde hep neşeli bir ifadeyle gülen bu adamın takma adı Albatross’tu. Herkesten çok konuşan, hemen heyecanlanan birisiydi. Adamları; etrafı kan, kurşun ve uçuşan et parçalarıyla çevrelenmişken bile onu asla gözden kaybetmezdi. Nerede konuşma sesleri ve kahkahalar varsa o da oradaydı.
Albatros mafyada “her şeyin hızlı tempodan daha da hızlı” olduğu kısımdan sorumluydu. Yani nakliyeden. Ulaşım, gencin krallığı sayılırdı. Malları taşıyan araçları ayarlardı ve sahil güvenliğin gözlerinden uzak nakliye gemileri bulurdu. Yeri geldiğinde sahte plakalar bile yapardı.
Başlangıçta organizasyonda ”Dümenci” olarak biliniyordu çünkü sürüş gerektiren ne varsa herkesten daha hızlı ve hassas bir biçimde hallederdi. Dedikodulara göre ordunun en iyi helikopter birliğinden yalnızca yıpranmış bir balıkçı teknesiyle kaçmayı başarmıştı. Organizasyonda kimse bu dedikodunun doğruluğundan şüphe etmezdi.
Albatros’u kızdıran kimse üç günden fazla yaşayamazdı. Nakliyede görev yapan kim varsa hepsi önünde diz çökerdi. Kendisinden nefret edenler göz açıp kapayıncaya kadar mal varlığını kaybeder ve iflas ederdi.
“Hey, Chuuya! Kadeh kaldıralım! Kadeh kaldıralım!”
Albatros Chuuya’yı elinde bir şampanya bardağıyla takip etti.
Ancak Chuuya yalnızca bir bakış attı ve dükkanın arkasına yürümeye devam etti.
“Aman ya, bugün yüzünden düşen bin parça Chuuya?” Albatros kadehteki şampanya dökülmesin diye şekilden şekle girdi. “Ayda bir kere suratını asıyorsun, bir şey mi oldu? Kabus falan mı gördün?”
Kabus…
Bu sözleri duyar duymaz Chuya’nın yüzü öfkeli bir hal aldı.
“Ne alakası var be!”
Sesi barda yankılandı, camları titretti.
“Oo, çok korktum. Kabus gördün o zaman?”
Chuuya bakışlarından kaçındı, daha kısık bir sesle cevap verdi. “Kargalar daha bokunu yemeden çıkardığın gürültüyü her sabah dinlediğim içindir belki, Albatross. Hep unuttuğunu söylesen de senin zeminin benim tavanım oluyor.”
“Yok daha neler, Chuuya! Nasıl unuturum? Gürültü çıkardığımda alt katımda olduğunu biliyorum zaten, komşum!”
Chuuya ve Albatros aynı lüks apartmanda yaşıyordu, Albatros bir kat üstteydi sadece. Chuuya’ya sorarsanız Liman Mafyasının yaptığı en büyük hatalardan birisiydi. Bazen Albatros odasına dalıp Chuuya’yı sürüklemeden önce ‘Bana işte yardım et’ derdi. Sonra arabayla, gemiyle, helikopterle –artık ne varsa- dünyanın öbür ucundaki savaş alanına götürürdü.
Bu sayede Chuuya yüzme becerilerini geliştirmişti. Albatros eve dönüş için neredeyse hiç uçak ayarlamazdı.
Chuuya Albatros’u görmezden gelip yürümeye devam etti. Sonunda dükkanın arkasına varıp ceketini portmantoya astığında yanına şampanya kadehi tutan bir adam geldi.
“Fufu… Yıldönümünü… kutlarım, Chuuya-kun.” Adam kâküllerinin altına gizlenmiş karanlık bakışıyla Chuuya’ya güldü. “Bu kadar uzun yaşamanı beklemiyordum… fufu.”
Adam delicesine zayıftı, ince bileği giysisinin kollarında sarkıyordu. Dahası şampanya tutmayan diğer elinde sıvı ilaç takılı serum askısı vardı. Serum torbasından bir tüpe uzandı ve tüp, kıyafetlerinde kayboldu.
Bu adamı birkaç kelimeyle tanımlayacak olsaydınız, “tiksindirecek kadar hasta” olurdu.
“Doc...” Chuuya uzattığı şampanya kadehini aldı ve hemen dibine baktı. “…zehir yok gibi.”
“Yok.” Doc denilen adam gülümsedi. “Zaten bu kadarcık zehirle ölmezsin.”
“Nereden biliyorsun?”
“Tecrübe.” Gözleri karanlık bir hazla parladı. “Zehir kullanarak çok insan öldürdüm.”
Bu sağlıksız görünümlü adam mafyanın tıbbi direktörü Doc’tu. Yeraltında pek çok lisanssız pratisyen vardı ama Doc farklıydı. Kuzey Amerika’da Tıp doktorası olan gerçek bir doktordu. Yeraltında tıpta diploması olanlara acil bir ihtiyaç vardı.
İllegal organizasyonda çalışanlar normalde hastanelerde tedavi edilmesi gereken silah, işkence gibi yaralar için yer altı doktorlarına güvenmek zorundaydılar. Aynısı Liman Mafyası için de geçerliydi.
Ama Liman Mafyasıyla diğer yasadışı organizasyonlar arasında büyük fark vardı. Şu anki patron Mori Ougai’nin kendisi de eskiden yeraltı doktoru olduğu için Liman Mafyasında doktorlara özellikle değer verilirdi.
Ve Liman Mafyasının sağlık ekibi arasında Doc en iyisiydi.
Genç yaşında 800 kadar canı kurtarmış ve bir o kadarını da almıştı.
Amacı Tanrıya yakın olmaktı. “kişi, hayat kurtardığı her sefer Tanrıya bir adım daha yaklaşır” düşüncesine inanıyordu. Asıl amacı Tanrının İncil’e göre öldürdüğü kadar, iki milyon insanı kurtarmaktı. Bunun için mafyaya katılmıştı.
İnsanların ardı ardına sinekler gibi öldüğü büyük çaplı bir çatışmayı sabırsızlıkla bekliyordu.
“Vay be, elinizden ne geliyorsa yapmışsınız. Doc. Bile gelmiş…” bunları der demez Chuuya dükkana bakındı. “Neden ilk yıldönümünün kutlanması gerekiyor?”
“Açıklayayım.” Naif sesli genç bir adam zarif hareketlerle öne çıktı. “Çünkü mafyadaki ilk yılınız, en zorlusudur.”
“Huh?”
Genç adam gülümsedi. Gülüşü baştan çıkaracak kadar tatlı, yüzü garip bir şekilde çekiciydi. Erkek kıyafetlerini giydiği zaman tek gülüşüyle kadınların, kadın kıyafetleri giydiği zamansa erkeklerin dizlerini titretirdi.
“Mafyaya yeni katılanlar için ilk yıl acemilikleri yüzünden en tehlikeli yıllarıdır. Bu sırada çoğu çaylak ya kaçar ya ezilir ya da organizasyonun başına bir bela açıp ortadan kaybolur. Bu yüzden hayatta kalmanı kutluyoruz.”
“Komiksin. Aptalca bir hata yapıp öldürüleceğimi mi sandın, ‘Lippmann’?” Chuuya adama baktı.
“Ne münasebet.” Lippmann şüpheli bir şekilde gülümsedi.
Herkes arasından Lippmann’in işleri özellikle eşsizdi. İşi, Liman Mafyasıyla dünyanın aydınlığı arasında müzakere noktası olmaktı.
Yani halka açık işlerden sorumluydu.
Mafyanın paravan şirketleriyle anlaşmalar yapar, müzakerelerde tartışmak için hükümet memurlarıyla buluşur ve bazı durumlarda medyayla ilgilenirdi. Liman Mafyası’nın reklam yüzü olsaydı, Lippmann olurdu.
Öldürülmesi neredeyse imkansızdı. Hatta patronu öldürmekten daha zorlu olurdu.
Neden mi? Çünkü tüm dünyada hayranları olan aktif bir film yıldızıydı.
Eğer öldürülseydi ve cesedinin yeri bilinmeseydi, dünyanın dört bir yanındaki haber ajansları bu konu hakkında yazılar yazar ve gündeme düşerdi. Ve elbette bu, medyanın tepkisine yol açardı. Suçlunun aranması tüm dünyanın dikkati haline gelirdi. Bu durum, yer altı organizasyonlarının ne pahasına olursa olsun kaçınmak istedikleri bir durumdu.
Ayrıca Lippmann, kendisine öldürme niyetiyle yaklaşanlara direkt tepki veren bir yeteneği olan güçlü bir yetenek kullanıcısıydı. Bu yüzden hiçbir kanıt bırakmadan sessizce öldürülmesi mümkün değildi.
Saldırganın adı ortaya çıktıktan sonra, medya kuruluşları geçmişini, amaçlarını ve elebaşını ifşa ederdi. Öldürme emrini veren kimse mahremiyeti ihmal edilip gökyüzüne fırlatılacak ve bir daha asla aşağı inmeyecekti. Böylece organizasyonları batmış olacaktı.
Ölümü canlı bomba gibi olurdu –korkunç, dokunulmaz bir ölüm tuzağı.
Ancak şöhreti sahip olduğu tek silah değildi. Doğuştan aktördü. İnsanların gözlerini alamadığı güzel yüzüyle konuşma ve pazarlıkta olağanüstü yetenekliydi. Hukuki sorunlar o müzakere masasına oturduğu an neredeyse her zaman çözülürdü.
“Ama yine de organizasyondan atılsaydın umurumda bile olmazdı.” Lippman tüy kadar yumuşak bir gülümseme verdi. “Zamanı geldiğinde seni asıl işime davet edeceğim. Aktörler olarak dünyaya hükmetmeyi amaçlayalım.”
“Hayatta olmaz.” Chuuya zehir yutmuş gibi yüzünü ekşitti. “Tekrar söylüyorum, hayatta olmaz.”
“Yıldönümü kutlamasına karşıydım.”
Aniden kısık bir ses barın arkasından yankılandı.
Adam ne bağırmış ne de otoriter bir sesle konuşmuştu. Yine de herkes susup sesin sahibine baktı.
Sade giyimli bir adam orada dikiliyordu.
“Iceman.” Chuuya temkinli bir sesle konuştu. “Haklısın, kutlamalar sana yakışmıyor.”
Adamın yüzünde duygudan eser yoktu.
Varlığı, görkemli Gençler Derneğinde dahi farklıydı. Karanlık bir gecenin sükunetine sahipti. Kendi hırsını ve gücünü yaymak yerine çevresindeki tüm görüşleri ve bakışları emerdi.
Iceman ifadesiz yüzü olan suskun bir adamdı ve Pianoman’den sonra gruptaki en yaşlı ikinci kişiydi. Sade giyinmeyi tercih ederdi ve işi, mafyaya göre oldukça sıradandı.
Tetikçiydi.
Öldürmek için yetenek ya da silah kullanmazdı. Ve yanında bıçak taşısa da nadiren işi için kullanırdı. Genelde işini çevresinde uygun ne varsa onla bitirirdi. Tükenmez kalemler, alkol şişeleri, lamba kablosu… eline geçen ne varsa mermiden daha güçlü ve tehlikeli bir silah haline gelirdi.
Ayrıca hedefini ister çölde ister sarayda isterse banka kasasında, nerede olursa olsun öldürebilirdi.
Ek olarak Iceman’in özel bir becerisi daha vardı. Cildindeki hissiyattan yakınlarında bir yeteneğin aktifleştiğini anlayabilirdi. Bu özelliği yetenek ya da sonradan öğrenilmiş bir beceri değil, kendi fiziksel yapısıydı. Bu yüzden öldüreceği ideal zamanı ve yeri anında tespit edebilirdi.
Ve öldürme oranı, savaş tipi yeteneklilerden kat be kat daha yüksekti. Yetenek kullanıcısı olmadığı için Iceman Özel Yetenekler Ajansı ya da ordunun Üstün Yeteneklilere Karşı Tedbir Biriminin gözüne takılmamıştı. Sonuç olarak hükümetin alabileceği bir önlem yoktu. Gölgelerin adamıydı.
Organizasyondakiler Chuuya öldürülecek olsaydı Iceman’in ellerinde ölürdü diyordu.
“Partime geleceğini düşünmemiştim, Iceman. Benden nefret etmiyor muydun?” Chuuya kışkırtırmış gibi güldü. “Koyunlardayken beni öldürmeye çalışmıştın. Başaramayınca itibarın baya sert düştü gibime gelmişti.”
“Partiye karşı olduğum doğru ancak senden nefret ettiğim ya da sana kin beslediğim için değil. Seni gereksiz yere sinirlendireceğim içindi.” Iceman’in sesinde en ufak bir duygunun izi yoktu. “Buradaki kimse ciddi ciddi bir yıl mafyada duracağını düşünmedi.”
“Ne?”
“İsyan çıkarmandan korktuk.” Iceman’nin sesi buz kadar keskindi. “Liman Mafyasının ezeli düşmanı ‘Koyun’un lideri… Patrona ihanet edip kellesini alacağını, mafyaya savaş açmayı planlayacağını düşündük. Bunu önlemek için Pianoman seni Gençler Derneğine davet etti.”
Chuuya kısaca Pianoman’e göz attı. İfadesizce, dikkatle konuşmayı dinliyordu. Söylenenleri ne kabul etmiş ne de itiraz etmişti.
Yani doğruydu.
“Ahhh, demek ��yle.” Chuuya hepsine baktı. “Yani buradaki herkes yeni doğan velet gibi beni izliyormuş. Etkilendim. İsterseniz emmem için emzik ve gürültü patırtı çıkartmayayım diye şıngırdıyan oyuncaklar da verin. Sayenizde bir yaşımdayım. Bu yüzden büyük bir parti verdiniz demek.”
Konuşmasını bitirir bitirmez şampanya kadehini alıp fırlattı. Sıvı her yere dağıldı.
Iceman kaşlarını dahi kaldırmadı.
“Bekçiliğini yapmamıza yetecek kadar kanıtlar vardı.” Iceman konuşmaya devam etti. “18 Haziran, saat 15.18’de, tepeni attıran mücevher toptancısını üç aylığına yaraladın. Nedeni de sana bir soru sorduğu için. Aptalca bir soru ama duyduğunda adamı binanın üç kat aşağısına atmışsın.”
“Öyle mi yapmışım? Hiç hatırlamıyorum.” dediklerinin aksine Chuuya’nın bakışları keskindi. “Cesaretin varsa aynı soruyu sormayı denesene bak, neler oluyor?”
Iceman sessizdi. 5 saniye daha diğer duyguları emen duygusuz yüzünü tuttuktan sonra konuştu.
“Nerede doğdun?”
Chuuya hızlı davrandı. Iceman’in yakasını tutup şiddetle öne çekti.
Yakasındaki dikişler keskin bir sesle yırtıldı.
“O elinle ne yapacaksın?” Iceman Chuuya’nın eline bakarak duygusuzca sordu.
“Sana bağlı.” Chuuya elini gevşetmedi.
Yanlarından Albatros endişeli bir ifadeyle sesini yükseltti. “Hey hey, sakinleşelim!” Chuuya’nın kolunu kavradı. “Öyle bir soruya kızman için hiçbir neden yok Chuuya. Yanlış mıyım?”
“Ne hissedip hissetmediğimden sana ne. Gebertirim seni.”
Chuuya kolunu Albatros’un elinden kabaca çekti. Neredeyse fırlatılacak olan Albatros birkaç adım geriye tökezledi.
Chuuya, bir adım daha ileri atacaktı ki aniden durdu.
Şakağına bilardo istekası bastırılıyordu. İsteka yatay tutuluyordu ve kılıç gibi ileriye atılmaya hazırdı.
“Hey… o çubukla ne yapacaksın?” Chuuya yüzünü ifadesiz tuttu, kılını dahi kıpırdatmadı.
“Sana bağlı.” dedi istekayı tutan Iceman.
Chuuya üst bedenini istekadan geriye çekti ve kafa attı.
İsteka parçalara ayrıldı.
Onlarca odun parçası odaya dağıldı, çoğu Iceman’e gelmişti. Keskin odun parçaları sağ şakağını kesmiş, kan gözünün kenarlarından akmıştı. Buna rağmen Iceman yine de göz kırpmadı.
“Yeter.”
Chuuya en merhametsiz sesiyle konuşmuştu.
Chuuya gidemeden Pianoman arkasında belirdi. Kaldırdığı kolun giysisinin altından şeffaf bir piyano teli uzanarak Chuuya’nın boynuna dolandı. Pahalı bir kolyeye benziyordu.
“Chuuya…” dedi Pianoman soğuk bir sesle. “Birbirimize karşı yeteneklerimizi kullanmayız, Gençler Derneğinin 1 numaralı kuralı bu. Unuttun mu?”
Normali iş görmeyeceğinden boynuna dolanan piyano teli yalnızca ismen piyano teliydi. Tel, demir kiriş ve benzeri malzemeleri bir arada tutmak için kullanılan endüstriyel çeliklerdendi.
Pianoman giysisinin kolunun altından teli kolayca çıkarıp dünyanın en hafif giyotinine çeviren bir alet geliştirmişti. Chuuya bile yerçekimini teli hafifletmek için kullansaydı, kellesini kurtaramayacak kadar geç kalırdı.
“Neden kızdığını biliyorum.” dedi Pianoman. “Çünkü işler şu anki haliyle devam ederse Dazai’ye karşı kaybedeceksin. Dazai yönetici olmadan önce yönetici olamayacaksın. Ve ondan önce yönetici koltuğuna oturamazsan yalnızca yöneticilerin ulaşabildiği, mafyaya katılma nedenin olan, gizli belgeleri okuyamayacaksın. O belgelerde gerçek kimliğin yazıyor.”
Chuuya’nın ifadesi değişti.
“Neden…”
“Ve böyle devam edersen bir beş yıl daha yönetici olamazsın.”
Chuuya öfkeyle kaşlarını çattı ve dişlerini sıktı.
“Öyle bir şey demedim…”
“Demene gerek yok.” Pianoman zalimce gülümsedi. “Her şeyi patrondan duydum.”
“Ne?!” Chuuya artık açıkça sinirden küplere binmişti.
“Patronun emirleriydi. Gençler Derneğine girdikten kısa süre sonra eline yeni bir bilgi geçer ya da kendi başına bir şeyler soruşturmaya gidersin diye seni izlememizi istedi.”
“İzleniyor… muydum..?”
Pianoman baş salladı. “Gerekli bir tedbirdi. İstediğini bulursan er geç dişlerini patrona gösterirdin. Eskiden düşman organizasyonundandın. Elbette mafyaya katılmanın asıl sebebini öğrenecektim. Gerçeklere baya şaşırdım açıkçası.”
“Kes.” Chuuya kana susamış bir sesle hırıldadı.
“’Arahabaki’, ordunun yapay yetenek araştırması için bedene verilen takma isim. Prototip Numarası: 258-A. O sendin. Gerçekte insan olmadığından ve kişiliğinin yapay olduğundan şüpheleniyorsun. Bunu düşünmenin nedeni de rüya görememen.”
Chuuya’nın sesi aniden gölgeye dönüştü.
Göz açıp kapayıncaya kadar olan olmuştu. Sağ elini yılan gibi kıvırarak Pianoman’in kolunu kavradı ve piyano tellerini çıkaran aleti parçalara ayırdı. Chuuya, kırılmış keskin isteka parçalarından birini alıp Pianoman’in boğazına dayadı.
Chuuya’nin çevresindekiler de anında değişti. Lippman takımından bir tabanca çıkarıp Chuuya’ya doğrulttu. Albatros’un bıçağı kusursuz bir şekilde Chuuya’nın boğazına dayandı. Doc şırıngasını çıkarıp Chuuya’nın şakağına bastırdı. Iceman kırık şampanya parçasını alıp Chuuya’nın gözüne tuttu.
Sonra hepsi kıpırdamadan kaldı. Kimsenin nefes almaya ya da ani hareketler yapmaya cesareti yoktu. Fotoğraftakiler kadar hareketsizdiler. Yalnızca sabah güneşinde dans eden tozlar hareket ediyordu.
Odadaki herhangi kimse tek hareketiyle birisini öldürebilirdi. Ama hiçbiri kıpırdamadı.
“Yapsana.” dedi Chuuya. Sesi ok fırlatmaya hazır bir yay kadar tizdi. “Hepinize söylüyorum, yapın hadi.”
“Çok ısrar ediyorsan yaparız. Ama ondan önce planladığımız bir etkinlik daha var.” dedi Pianoman sakin bir sesle.
“Neymiş?”
“Hediyemiz olduğunu söylemedim mi?” Gömleğinin cebinden bir şey çıkardı. “Buyur.”
Chuuya dikkatle baktı, sonra dondu.
“…Huh?”
Bunları der demez her şeyi donmuştu. Nefes alış verişi, hatta belki kalbi bile durmuştu.
Chuuya’nın eli gevşedi ve tuttuğu kırık isteka yere pat sesiyle düştü.
Chuuya, bulunduğu durumu unutarak fotoğrafı almak için titreyerek eğildi.
Pianoman bir fotoğraf tutuyordu.
“Baya değerli, değil mi? Bulana kadar canım çıktı.”
Chuuya transa girmiş gibi yüzünü fotoğrafa yaklaştırdı. Pianoman’in sesini duymuyordu bile. Diğer herkes silahlarını çekti, her birinin yüzünde rahatlamış bir gülümseme vardı.
Chuuya’nın beş yaşındaki fotoğrafıydı.
Sahilde çekilmişti, arkada deniz parıldıyordu. Yanında çizgili bir kimono giymiş genç bir adam duruyordu. Fotoğrafçıya bakarken el ele tutuşuyorlardı. Genç adam, güneş ışığı gözlerine çarpmış olacak ki kısık gözlerle utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Küçük Chuuya kameraya ilgisizce bakıyordu, muhtemelen neler olduğunu anlamamıştı.
Tumblr media
“Batıdaki eski, taşra köylerin birinde bu fotoğrafı bulduk.” dedi Pionaman. “Gerçi köy şimdi terk edilmiş. Doc, köyün yakınlarında tutulan sağlık raporlarına bakabildi – Doc”
“Fufu… İnsanlar yalan söylese de diş sağlık raporları söylemez.” Doc başka bir dosya daha çıkarırken gülümsedi. “Bunlar geçmiş yılların sağlık kayıtları… Sanırım sonunda bir işe yarayabildiler…. Fufufu.”
Chuuya bir Doc’a bir de elindeki belgelere afallayarak baktı.
“Sorun yok, Doc! Tüm övgüyü hak ettin ya sanki!” dedi Albatross başka bir belgeyi çıkarırken. “Ben olmasaydın o kayıtlara ulaşamazdın. O eski kliniğin tuttuğu raporlar büyük bir sağlık şirketinde kayıtlıydı. Şu acayip iş adamlarından sağlık raporlarının nerede tutulduğunu öğrenen bendim! İşimi halledene kadar bekçileri tehdit ettim!”
“Elbette soruşturmacı ne kadar iyi olursa olsun ilk adımı atmadan hedefine ulaşamaz.” diyerek hafifçe gülümsedi Lippman, başka bir dosyayı daha çıkardı. “Şahsen tanıdığım bir kadından hükümetin askeri kayıtlarına erişim izni istedim. Orijinal kayıtlar doğal olaraktan gizli tutuluyordu ve savaştan sonra imha edilmişti ama anladığım kadarıyla Batılı askeri bir birlik oradan buradan ceset bağışı istiyormuş. İlk ipucumuz buydu. Yani en önemli katkıyı ben yaptım.”
Chuuya hikayenin nereye gittiğini anlamıştı ve gergin bakışlarla son adama döndü.
Iceman.
“…Ben pek bir şey yapmadım.” Son belgeyi çıkardı. “Ailenin kardeşlerini buldum, oradan da soyağacını, okul kayıtlarını ve sınıf fotoğraflarınla birlikte gittiğin okulun yerini, mahalli idareden doğum belgeni buldum. Pionaman patrondan gizli tutmamızı istedi. Mafyanın istihbarat birimine güvenemeyeceğimden boş evleri sekiz defa soymam gerekti.”
“Se…sekiz defa mı?”
Chuuya belgeleri alırken farklı duygular içerisindeydi. Iceman başını salladı ve o gün ilk kez belli belirsiz gülümsedi.
Gündelik alışkanlıklarını bilen pek kişi olmasa da çalışmadığında Iceman, kahveyi ve müziği seven oldukça sakin ve kibar bir insandı. Çok az insan bu yönünü bilirdi.
Ama bardaki herkes biliyordu.
Chuuya her birine baktı. Herkes gülümsüyordu: Pionaman, Albatross, Doc, Lipmann, Iceman.
Liman Mafyasının dahileri…
“Neden?” Chuuya fotoğrafa baktı. “Patronun emirlerine… karşı geldiniz.”
Patronun görüşüne göre Chuuya’nın doğumundaki sır onu organizasyona bağlayan prangaydı. Bu yüzden bu sırrı öğrenmediği sürece mafyaya ihanet etmezdi.
Ama Pionaman önemsizmiş gibi omuzlarını silkti. “Bana sırrı öğrenip öğrenmediğini görmek için seni izlemem söylendi, sır saklamam için değil.”
Chuuya art niyetleri olup olmadığını anlamak için Pionaman’e baktı.
“Neden?” bir anlığını Chuuya’nın yüzü endişeyle doluydu. “Neden bu kadar ileri gittiniz?
“Ne demek neden?” Pionaman’in yüzü her zamanki gibiydi. “Zaten söyledim ya. Yıldönümün için.”
“Ama…”
“Çok da büyük bir şey değildi zaten.” Lippmann Chuuya’nın tavrı karşısında kafası karışmış gibi herkese baktı. “Bana sorarsan cevap apaçık ortada.”
Ve Lippmann sıradan sesiyle konuşmaya devam etti.
“Çünkü arkadaşınız da ondan. Koyunlarda farklı mıydı?”
Farklıydı.
Chuuya’nın sarsılan ifadesi her şeyi söylüyordu. Koyun’daki herkes Chuuya’ya güvenirdi. Tersi asla olmamıştı.
“Şöyle düşün Chuuya-san…” Lippman yumuşak bir tonla konuştu ve ellerini açtı. “Bunu hediye değil de ‘bayrak’ olarak kabul et. Antik Roma’da ordunun bayrak dalgalandırmasının tek nedeni insanlara ‘Biz buradayız ve beraberiz’ demek içindi. Ne zaman aramızdan birisinin başı derde girerse bayrağı ve altında toparlandığımızı hatırla. Dört gözle bekleyeceğim.”
Başını hafifçe eğdi.
“Fufu… Oldukça etkileyici bir konuşmaydı. Senden de bunu beklerdim zaten Lippmann. Acaba tatlı sözlerine kaç kadın kanmıştır.” Doc kendi kendine konuştu.
“Ne demek istediğini anlamadım.” dedi Lippman soğuk bir gülümsemeyle. “Oh, doğru ya. Bu arada Gençler Derneğinin resmi adı ‘Bayraklar’. Kullandığım metafor buradan geliyor. Ne yazık ki yalnızca kurucumuz, Pionaman bu adı kullanıyor.”
“Bayraklar mı?” Albatross başını eğdi. “İlk defa duydum.”
“Unuttum demeyin? Yapmayın ama, ilk katıldığınız açıklamıştım ya?”
Pionaman etrafına baktı ama herkesin yüzü kayıtsızlıkla doluydu.
“Bir dakika, ciddi misiniz siz? Gerçekten hatırlamıyor musunuz? O adı bulmak için üç ayımı harcamıştım?”
Hepsi Pionaman’in bakışlarından kaçındı.
Yalnızca Chuuya elindeki fotoğrafa dikkatle bakıyordu. Chuuya’yı büyüleyen fotoğrafta çekilenler değil, varoluşun kendisiydi. Sanki tüm cevaplar okuması için yazılmıştı.
“Chuuya, birinci yıl dönümün kutlu olsun!” dedi herkes.
Bir anlığına –birkaç saniyeliğine Chuuya ne yapacağını bilmeyen kayıp bir çocuk gibi duruyordu.
Önce diğerlerine sonra belgelere, son olarak fotoğraftaki kendisine baktı.
“N’oldu?”
Chuuya kendisine gelerek şaşkınlıkla zıpladı.
“Şey-“
Yüzünü öfkeyle buruşturmaya, keskin sözler söylemeye çalıştı ancak hiçbir şey çıkmadı.
Hepsi merakla Chuuya’ya baktı.
Chuuya hızla arkasını döndü ve girişe doğru yürürken bağırdı.
“Ahh, şimdi anladım!” Sesi gereksiz yüksekti. “Bana bunları göstererek beni hazırlıksız yakalamak istediniz, böylece ağlayıp sizden özür dileyecektim öyle mi?”
“Hm? Hayır…”
“Beni böyle numaralarla kandıramazsınız anladınız mı?! Asla avucunuzda oynamayacağım!” Chuuya gözlerini gruptan çevirerek girişe doğru adım atı. “Eve gidiyorum! Beni takip etmeyin, anladınız mı? Ve sakın yüzüme bakmaya cüret etmeyin!”
Chuuya bunları söylerken Pionaman herkese boş bir bakışla baktı. “Anlıyorum. Madem Chuuya eve gitmek istiyor yapabileceğimiz bir şey yok. Hep beraber bilardo oynarız diyordum ama… herhalde beş kişiyle de idare ederiz.”
“Onur konuğumuz hemen gidiyor mu?” Lippmann kaşlarını kaldırdı. “Yapacak bir şey yok sanırım. Neyse ki pek çok alkolümüz var. Biz de iş stresini atmak için uzun uzun oynarız. Ah, ayrıca birinci olana ödül de var.”
“Eğlenceli olacak.”
“Heey, Chuuya! Madem eve gideceksin, dikkatli ol!” Albatross girişe doğru el salladı.
“Ne yaparsanız yapın!”
Chuuya kapıyı tekmeleyerek açtı ve bardan çıktı.
Herkes bir birbirlerine bir de kapıya baktı. Kimse tek kelime etmedi.
On, yirmi saniye sessizlikle geçti. Kimse ne kıpırdadı ne de konuştu.
Otuz saniye, kırk saniye… yaklaşık elli saniye sonra kapı yavaşça aralandı.
“Siktir… kuralları anlat. O ödülü almadan eve gitmeyeceğim!”
Chuuya yüzünde acı ve öfkenin karışımıyla kapı girişindeydi.
“Tabii.” Pionaman gülümsedi.
---
Sonrasında dükkan sıradan bir bilardo barı gibiydi.
Seramik topların çarpışma sesleri, ayak sesleri, tezahüratlar, yuhalamalar, sızlanmalar, kadehlerin birbirlerini çarpması, düşen topların sesleri ve gençlerin kahkahaları odayı doldurdu. Dünyanın neresinde olsa görülebilecek sıradan bir manzaraydı.
Şehirde sayısız örneği bulunan bir manzara olmasına rağmen her örnek o anda görülenleri yakalayamazdı. Dünyanın herhangi bir yerinde, herkesin görebileceği gençlerin basit, boş gevezeliği…
“Son oyunu kim kaybetti?”
“Bugün dırdır edemeyeceksem başka ne zaman edeceğim?”
“Alkol bana yetmedi.”
“Hahaha! Sarhoşluktan ellerim tutmuyor! Kaybettim!”
“Ellerini kontrol edemiyorsun. Vurduğun topun üç katını ben vuruyorum.”
“Öyle demesene yaa!”
Hareketli bir bardı. Birisi müzik kutusunu çalıştırdı. Muhabbetler, şampanya kadehleri, bilardo toplarının ve rustik üflemeli bir çalgıyla çalınan müziğin sesi iç içeydi.
Her sokak köşesinin buna benzer bir yeri vardı. Herkes istese ve elde etmesi çok zor olmasa da bir kez kaybettiniz mi anında ortadan kaybolurdu.
Şampanyanın köpüğü gibi…
“Fufufu… bu atış her şeyi belirleyecek.”
“Bu arada limanda seni sarışın bir kızla yürürken gördüm. Yeni sevgilin mi?”
“H-Huh…? Eh?”
“Ah! Batırdım!”
“Sizin derdiniz ne be, bana karşı kaybetmeyi bu kadar çok mu istiyorsunuz?”
“Vay, o topun yeri tehlikeli! Sakın Chuuya’ya vermeyin, yenilmez prense uzatmayın!”
“Sen kime ‘yenilmez prens’ diyorsun?!”
“Karar ver artık! Yalvarırım bir kerelik boşver.”
Ve topa vuruldu.
Mükemmel bir atıştı.
Takip vuruş beyaz topun dönmesine ve ilk hedefine vurmasını sağladı. Top, sonra sıradaki hedefine çarptı. Diğer toplardan kazandığı momentumla daha da fazla parlak renkli toplara çarparak bilardo masasında karışık geometrik bir desen yarattı.
“Vay!”
Birisi nefes aldı. Topların takip etmesi zor, karmaşık çarpışma süreçlerinden sonra son hedef, sarı ve beyaz 9 top ortadaki deliğe yuvarlandı.
9 top olağanüstü bir yavaşlıkla deliğe düştü.
Herkes tezahürata başlamadan önce bir an sessiz kaldı.
“Muhteşemdi!”
“Az önce gördüklerim ancak profesyonel maçlarda görülür!”
“Mükemmel bir atıştı.”
“Yazık oldu, Chuuya. Saltanatın sona erdi.”
“Yeni bir kral doğdu.”
“İyi de topa kim vurdu?
Sonra garip bir şey oldu.
Hepsi şaşırmıştı. Topa vuran kişiyi aramaya başladılar.
“Eh?”
Birkaç dakika öncesine kadar barda yalnızca altısı vardı.
Ama şimdi yedi kişiydiler.
“Övgüye hayır demem.” dedi yedi numaralı kişi.
Sesin sahibi mavi takım giymiş uzun boylu, uzun siyah saçlı ve kırmızımsı kahverengi renk gözleriyle genç bir adamdı. Düzenli birisine benziyordu ancak ciddiyeti belirgindi. İstekayı kraliyet asası gibi tutuyordu.
“Ödüle de hayır demem. Araştırma kılavuzunun temelleri, insanlardan bilgi almak için onlarla etkileşime geçmemizi ve samimileşmemizi söylüyor. Ve plana göre bilardo oyunuyla ilişkimizi derinleştirdik. Artık göreve devam edebiliriz.”
Genç adamın gözleri ciddi, sesi düz ve mantıklıydı.
Dostluk maçı sona ermişti.
Bir Kukri bıçağı adamın kafasına doğru uçtu ve geçtiği boşluğu yakıyormuş gibi ses çıkardı.
“Aman dikkat.”
Genç adam havada kendisine doğru gelen bıçaktan kaçınmak için başını eğdi. Ancak saçlarının bir kısmı bıçaktan kaçamayıp kesildi.
Bıçağı atan Albatross’tu. Adam saldırıdan kurtulduktan sonra Albatross kaygısız ifadesini koruyarak eğildi.
Arkasında Iceman istekayı tutuyordu. İstekayı ileriye sallarken tüm bedeni yay gibi büküldü, saldırısı keskin nişancı tüfeğinden fırlayan mermi gibiydi.
Mavi takımlı genç adam saldırıdan kolayca kaçındı. Iceman isteka ucunu ardı ardına sallayarak saldırısına devam etti. İsteka burnunun yanından geçer, kafasında uçuşan saçlara değer ve kulaklarını kapatan saçların arasından geçerdi ancak Iceman direkt bir vuruş asla yapamadı. Birkaç milimetreyle hep kaçırdı.
“Kötü değil.”
“Haha, ilginçmişsin! Kapıyı dahi tıklatmadan bara girdiysen herhalde canına susamışsın! Eh, bize de dileğini gerçekleştirmek düşer!”
“Dostça oyun oynamamıza rağmen deneklerin saldırıları artıyor. Mantıksız. Nedenini merak ediyorum.”
Kurtlar adamın sözünü bitirmesini beklemedi. Pionaman çoktan az önce istekadan dengesini kaybetmiş adamı telle sarmaya çalışıyordu. Pionaman’in kol saatinden ince, parlak bir iplik çıkarak daireler çizdi.
“Kellen yere düştüğünde konuşmaya devam ederiz.”
İplik, yavaşça genç adamın omuzlarına düştü. Çıplak gözle görülmesi imkansızdı, ipliğin omuzlarında olduğunu gösteren tek işaret küçücük bir ışık yansımasıydı ama ip, adamın boynuna dolanmıştı.
Pionaman bileğini hızlı bir şekilde sallayarak ipi geldiği yere getirip hedefinin boynun doladı. Chuuya mekanizmalardan birisini bozmuş olsa da Pianoman her iki koluna da tel tabancası takıyordu. ve mekanizma bir kez çalıştı mı hiçbir güç hedefinin kellesini almasını durduramazdı.
Genç adam istekayı hemen boynuyla ipin arasına getirdi. Ancak piyano teli istekayı şekermiş gibi kolaylıkla kesip ezdi.
Piyano teli genç adamın boynunun sınırına dayanmıştı.
Acımasız çelik tel adamın boynunu masa gibi dümdüz yapacaktı-
Ancak öyle bir şey olmadı.
“Ne..?”
Genç kaçmamış hatta teli boynundan çıkarmaya bile uğraşmamıştı.
Çünkü gerek yoktu. Piyano telleri derisinin yüzeyinden öylece geçip gitmişti.
Cihaz, cilde saplanırken cızırdadı ama o kadardı. Adamın üzerinde tek bir çizik yoktu.
“Dış deride yük tespit edildi.” dedi adam düz bir yüzle. “Alınan veriler doğrultusunda zorunlu savunmaya geçiliyor.”
Birden yana döndü. Hiçbir hazırlık yapmadan vücudunu tekerlek gibi savurdu. Deri ayakkabıları havada çemberler çiziyordu. Pianoman’in küçük tel tabancası hareketlerin hızına dayanamadı ve piyano teli cihazdan koptu. Makinenin parçaları havada uçuştu.
“Ohh, aferin.” dedi Pianoman geri çekilirken. “Yeteneğin savaş tipi mi? Mafyanın inine bir başına gelecek kadar yüreklisin.”
Herkes adamla arasındaki mesafeyi açtı.
Normal savaş kuralları yetenek kullanıcılarına geçerli değildi. Yetenekliler, bıçak ve silahların aksine savaşta öngörülemez felaketlerdi. En ufak hatada karşı dünyaya bilet kesilebilirdi.
Aralarına mesafe koyduktan sonra genç adam yetenek kullanımı olmayan, sıradan savaş pozisyonuna girdi.
“Hayır hayır. Gizli saklım yok.” dedi adam. Mavi takımının göğüs cebinden siyah bir rozet çıkardı. “Adım Adam. Gördüğünüz üzere Avrupa Polis Teşkilatından dedektifim.”
Odanın atmosferi değişti.
“Polis mi dedin?” Pianoman kurnazca gülümsedi. “Anlıyorum. Pekala Adam-san çok ciddi bir yanlış anlaşılma olmuş. Polislik yetkini kullanarak aramıza katılabileceğine ve yine de canlı ayrılabileceğine inanıyorsan yanılıyorsun! Lippmann!”
“Anlaşıldı.”
Lippmann ceketinden iki tabanca çıkardı ve ateş açtı. Kullandığı mermiler saniyede 10 merminin hızıyla ilerliyordu.
Kendini Adam olarak tanıtan adam kurşunlara karşı korunmak için elini kaldırdı. 9 mm’lik mermiler elinin arkasına çarpıp farklı yönlere sekti.
“Darbe algılandı! Kırılma tehlikesine kadar yalnızca %63’lük hasar alınabilir!” Adam bağırdı. “Uluslararası polis memuruna zarar verebilirsin!”
“Düşündüğüm gibi fizik kanunlarına karşı çıkan bir yetenek kullanıcısısın.” Pianoman Adam’a soğuk gözlerle baktı. “Lippmann, bağla şunu. Kısıtlayıcı taktiklere geçiyoruz.”
“Bekle.” Iceman sert bir sesle konuştu. “Derimde karıncalanma hissetmiyorum. Yani-”
O gün ilk kez Iceman şaşırmıştı.
“Adam yetenekli değil!”
“Ne?”
Herkesin kafası karışmıştı.
İmkansızdı. Sıradan bir insan endüstriyel çelik piyano telini kırıp 9 mm’lik mermileri durdurabilir miydi hiç? Mümkün değildi. Yerçekiminin çekmesi yerine itmesi ya da güneşin aya çarpmasıyla aynı olasılığa sahipti. Ama Iceman’in sezgileri asla yanılmazdı.
İnsanlar birbiriyle tutarsız iki durumlarla karşılaştığında savaş pozisyonlarını korumaları zorlaşırdı. Normal insanların kargaşaya kapılması ya da kaçması gayet doğaldı.
Ama onlar normal değildi.
“İlginç.” Pianoman güldü. “O zaman ilk gelen kazanır! Adamı ilk kim yenerse önümüzdeki hafta boyunca adı kasabanın dillerinde olur! Millet, yeteneklerinizi kullanmanıza izin veriyorum!”
“Gizli yeteneğini bulacağız, huh… anlaşıldı.”
“Haha! Demek öyle!”
“Fufu… doğrayacağım onu.”
Sonra dükkanda sıkılmış yumruklardan sayısız ışık parladı. Adam’ı yıldızlar gibi sardıklarında ne öfkelerini ne de itibarlarını umursuyorlardı.
O sırada Adam’ın bedeni yere yığıldı.
“Oh?”
Adam’ın deri ayakkabıları sanki çöl kumuna basıyormuşçasına sert zemine saplandı. Parke gıcırdayarak parçalandı ve ayakkabılarını bataklığa basmış gibi yuttu. Bacaklarından birini kaldırdı ancak diğer bacağı daha da derine battı. Düşünmeden zemine tutundu ama bu da boşunaydı.
“Ne…”
Adam vücudunu bükerek bilardo masasının bacaklarına tutunmaya çalıştı.
Elinin arkasından bir şey büyümeye başladı.
Derisini kaplayan ufak pulları ve kuşa benzer ince uzun boynu vardı, ağzı dişlerle doluydu.
Dinozordu.
Minyatür dinozor bitkiymiş gibi herkesin başında büyümüştü.
“İstihbarat kaynağında ilgili bilgi bulunamadı.” Adam başını eğdi.
Dinozor çığlık attı ve Adam’ın ensesini dişlemek için eğildi.
Adam dinozordan kaçmak için başını sallasa da dengesini kaybettiği için zemine daha da battı.
“Eh, bir kez daha deneyelim.” dedi birisi.
Aniden tavandan ince iplikler çıktı. İpler Adam’ın vücuduna dolanarak onu hızla kaldırdı. Etrafında toz bulutları havalanırken Adam’ın bedeni tavana çarptı.
Tavandan kırılan tahta parçaları yerçekimiyle yere düştüğü sırada Adam acıdan inledi, iplikler kayboldu.
Adam yerçekiminin etkisiyle yere düştü ve bir kez daha kum bataklığa saplandı.
“Savaş Değerlendirme Modülü durumu algılayamadı.”
Adam’ın boğazına yine piyano telleri dolanmıştı.
“Hepimize bir başına meydan okuyarak hata ettin, Polis Bey.” Yedek piyano tel tabancasını tutan Pianoman zalim bir gülümsemeyle konuşu. “Dünya şampiyonu dahi hepimizin yetenekleriyle bir kez vurulduktan sonra on saniye dayanamaz. İşte bu yüzden birinci yıldönümü hediyen bu. Hadi Chuuya, git kolunu bacağını kır şunun.”
“Chuuya mı?” bu sözleri duyduktan sonra Adam’ın ifadesi değişti. “Demek sendin.”
Göz açıp kapayıncaya kadar olan oldu.
Adam sağ elini zemine kasten batırdı. Dinozor ortadan kaybolurken çığlıklar attı.
Adam sol bacağıyla yakınındaki bilardo masalarından birisini tekmeleyerek masanın üstündeki istekayı düşürdü. Yere düşen istekayı Adam ayak parmaklarını kullanarak havaya fırlattı. Bunların hepsini arkasına bakmadan yapmıştı.
Tekmelediği isteka havadan döndü. Adam istekayı almak için arkasına uzandı ve onu kumlu zemine koymadan önce birkaç tur döndürdü.
Böylece zeminden çıktı.
“Cambaz mısın be?!” Albatross bağırdı.
“Daha fazla kıpırdamasına izin vermeyin!” Pianoman emirlerini bağırdı.
Lippmann iki tabancasıyla ateş etti.
Adam mermilerden kaçınmak için bedenini büktü. Kurşunlar neredeyse hedefini vuruyordu. Yağan kurşunların yarattığı ölüm labirentinden kolayca kaçtı.
Ve yere, Chuuya’nın yanına indi.
Chuuya ve diğerlerinin durduğu zemin henüz çöl kumlarıyla kaplanmamıştı.
Adam istekayı kaldırdı.
“Chuuya!” birisi bağırdı.
Ve isteka-
…yere düştü.
“Chuuya-san.” Adam tek dizi üstüne çöktü, başını indirdi ve sanki bir asilzadenin huzurundaymış gibi saygıyla eğildi. “Sizi korumaya geldim.”
“…Huh?”
Chuuya afallamıştı. Boyun eğen Avrupalı adama kuşkuyla baktı.
“Gördüğünüz makine yetenekli mühendis Dr. Wollstonecraft tarafından üretilen dünyada ilk otonom, düşünme yetisine sahip bilgisayarın 1. Modeli, Adam Frankenstein’dir. Amacım sizi hedef alan bir suikastçıyı tutuklamak. Suikastçının adı Verlaine. Paul Verlaine.”
“Verlaine mi?” Bu adı duyduktan sonra Chuuya’nın yüzü soldu. “O adı nereden biliyorsun sen?”
“Tanıdığın birisi mi Chuuya?”
“Suikastçı mı dedi?”
“Bu adam ciddi ciddi bilgisayar mı?”
Gençler merakla konuştu.
Adam ayağa kalktı ve gözlerinde ciddiyetle konuşmaya başladı.
“Chuuya-san, Verlaine’i tek başınıza yenemezsiniz. Bu yüzden bu göreve atandım. Verlaine sıradan bir suikastçı değil, suikastçıların kralıdır. Suikastçıların kralı Paul Verlaine, sizin ağabeyiniz.”
---
Rengarenk küreler havada dans ediyordu.
Kırmızı, turuncu, koyu yeşil… bu parlak renkler aşağı inmeden önce havada yaylar çiziyor, farklı yüksekliklerden sıçrayarak göze çarpıyordu.
“Oha…” dedi Albatross şaşkın bir sesle.
Adam bilardo toplarını savuruyor, havaya atıyor sonra sanki torbalarmış gibi yakalıyordu. Dokuz farklı küre hayvanlar gibi dans ediyor, uçarken havada karmaşık şekiller çiziyordu.
“Aynı sokak sanatçılarına benziyor.”
“Bu arada…” Adam bilardo toplarını fırlatırken ciddi bir yüz takınmıştı. “Karşı karşıya yerleştirilen en yüksek iki bilardo topunun üzerindeki sayılar aralarında asaldır. Yani birbirleriyle ortak çarpanları yoktur.”
Pianoman kollarını kovuşturdu ve bilardo toplarına bakarken düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı. “Hmm… 5 ve 8, sonraki 4 ve 9… Ah, haklısın.”
“Huh? Neyler… asalmış?”
“Off, Albatross. Git biraz matematik çalış. Sıralamada yükselmek istiyorsan böyle şeyleri bilmen gerekiyor.” Pianoman öfkeyle konuştu.
Bilardo barının içinde altı genç adam Adam’ı çevreleyerek bilardo masasında oturuyordu. Adam oyunlar oynarken onu hayranlıkla izlediler.
“Akrobaside yetenekli misin?”
“Basit bir fizik hesaplaması o kadar.” dedi Adam boş bir yüzle. “Yerçekimi ivmesi, hava direnci, dönme momenti, Coriolis kuvveti. Maddenin tüm halleri üzerinde etkili olan fiziksel nicelikleri simüle ediyor ve bunu bilardo toplarının hareketlerini tahmin etmek için kullanıyorum. Bu tarz fizik hesaplamalarını insan aklından çok bilgisayarda yapmak daha uygun.”
“Vay… İnanılmaz.” Albatross şaşkınlığını gizleyemedi. “Bi’bok anlamadım. Sen anladın mı?”
“Anladım.” Iceman başını salladı.
“Ya sen Lippmann?”
“Anlamayan bir tek sen varsın.” Lippmann önüne bakarken soruyu cevapladı.
“Ve şimdi final zamanı.”
Adam arkasına bakmadan bilardo toplarını omzunun üzerinden ardındaki bilardo masasına attı. Dokuz topun her biri bilardo masasındaki deliklere tam girdi.
Ve sessizlik…
“Tada!” Adam kollarını açarak aniden yüksek sesle bağırdı. Herkes korkuyla yerinden sıçradı.
Adam önce etrafındaki insanlara sonra bilardo toplarının düştüğü arkasındaki masaya baktı ve kafasını salladı. “Oh? Alkış yok mu? Harici depolama veri tabanımdaki bilgiden farklı davranıyorsunuz.”
“Aynen. Galiba gerçekten insan gibi davranamıyor.” Iceman düz bir yüzle konuştu.
“Fufu… Avrupanın yetenekli teknolojisi dedikodularda anlatıldığından bile daha iyiymiş.” Doc’un yüzünde karanlık bir gülümseme belirdi. “Bu teknolojiyi hastalarımda kullanmak istiyorum. Fufufu…”
“Umm, izninizle kendimi tanıtayım.” Adam, Chuuya ve diğerlerine dönerek eğildi. “Adım Adam. Ülkeye bir soruşturmayı yürütmek üzere gizlice gelen yapay zeka dedektifiyim. En sevdiğim yemek palamut ve orman meyveleridir. Havaalanındaki güvenlik kontrol bölgesinde bulunan metal detektörlerinden hoşlanmıyorum. Hayalim yalnızca makinelerden oluşan bir dedektiflik bürosu kurmak ve yapay zekayla aynı düzeyde soruşturma yeteneğine sahip insanların hayatlarını korumak.”
“Yalnızca makinelerden oluşan dedektiflik bürosu mu kurmak istiyorsun? Neden?”
“Çünkü bizler, siz mantıksız ve oransız insanlara kıyasla mükemmel makineleriz.”
“Bu konuşma gittikçe beni korkutmaya başladı.”
“Eh, makine olduğuna inandık.” dedi Pianoman. “Ama hala çözülmesi gereken bir sorun var. İnsan ol ya da olma mafya polisle işbirliğine girmez. Bizim yeteneklerimizi de az biraz gördün. Madem yetkililere rapor etmeyeceksin o zaman neden öğrendiğin bilgiyi, özellikle mafyanın aleyhine gelen bilgiyi bize anlatmıyorsun?”
“Lütfen kendinizi yormayın.” Adam açıkça gülümsedi. “Görevim yalnızca Verlaine’i tutuklamak. Mafyanın gizli belgelerini rapor etmem gerekmiyor. Kesin söylersem, rapor edemiyorum. Programlamam bu şekilde yazılmış.”
“Neden?” gülümseyen Adam’a sordu.
“Kesin yalan söylüyor.” dedi Chuuya sert bir sesle.
Herkes ona döndü.
“Ne var?” Chuuya bakışlarıyla karşılık verdi. Cbu oyuncak robotun sırlarımızı tutmayacağından endişelenmiyorum. Başka bir şey hakkında yalan söylüyor. Verlaine mi suikastçılar kralıymış? Ağabeyimmiş mi? Havadan sudan mı konuşuyorsun sanıyorsun? Öncelikle Verlaine’in beni hedef alması imkansız.”
“Neden?” Pianoman Chuuya’ya baktı.
“Ah, çünkü…” Chuuya sanki yalnızca gözlerinde kendisinin görebildiği geçmişe bakıyormuş gibi bir bakışla konuştu.
“Paul Verlaine çoktan öldü.”
“Ne?”
Biraz tereddüt ettikten sonra Chuuya konuşmaya başladı.
“Arahabaki Olayı”ndan tam bir yıl önce olmuştu. Bu davanın aslı, dört yöneticiden birinin bir tanrıyı taklit ettiği insanları hayrete düşüren bir isyan vakası olarak biliniyordu.
Bu olayın gerçek nedeni ise dokuz yıl önce – Dünya Savaşının son yıllarında- başlamıştı.
Eski ulusal savunma bakanlığı insan eliyle yapılmış yetenekli yaşam formu Arahabaki’yi gizlice inceliyordu. Avrupa ülkelerinden iki ajan bu çok gizli araştırmayı çalmak için gönderilmişti. Bu iki yetenekli ajanın adları Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine’di. Zeki ve becerikli yetenekliler Arahabaki’yi kazasız belasız çaldılar ve askeri üsten kaçtılar.
Ancak kaçmalarından kısa süre sonra bir sorun çıktı.
Paul Verlaine vatanına ihanet etmişti.
Ortağı Rimbaud’a saldırdı ve görevlerinin hedefi, Arahabaki’yi çalmaya çalıştı. Sonra savaş çıktı. İkisi de üstün yetenek kullanıcılarıydılar bu yüzden savaşlarının ışığı gece gökyüzünü kavurdu ve tüm bölgeyi muhteşem bir gürültüyle sarstı.
Savaşları kısa süre sonra sona erdi. Ribaud kazanmıştı. Ama zaferi karşılığında iki ağır bedel ödedi.
İlki en güvendiği ortağı ve yakın arkadaşı Verlaine’i kendi elleriyle öldürmesiydi. İkincisi ise savaş sırasında ordunun takip birimine konumlarını belli etmesi.
Verlaine ile giriştiği ölümüne kavgadan sonra zayıflayan Rimbaud’un etrafını askeri birlik sarmıştı. Rimbaud son çare olarak çalınan Arahabaki’yi yeni bir yetenek gibi kullanmaya çalıştı.
Rimbaud’un yeteneği buydu. Bir kişiyi rehin alır ve güçlerini yeteneğine ek olarak kullanırdı. Ama o sırada, yalnızca o an aşkın yeteneği geri tepti.
Arahabaki’nin mührü kırılmıştı.
İnsan aklının ötesinde tanrısal bir canavardı, gerçek gücünün serbest kalmaması için ordu tarafından güçlü bir mühürle mühürlenmişti. Sonuç olarak Rimbaud, Arahabaki’yi yeteneği olarak alamamış, onun yerine mührü almıştı. Ve Arahabaki’den mührü aldığı için canavar gerçek formuna bürünmüş, kendini tüketene kadar her şeyi yakıp yıkan kara alevlere sarmıştı. Ordu, araştırma laboratuarı, çevredeki arazi… her şey yanıp kül olmuştu.
Sonra yerde havana benzer çukur hariç ortada hiçbir şey kalmadı.
Rimbaud, yeteneği sayesinde ani ölümden kaçmayı başarsa da neredeyse tüm anılarını ve gücünü yitirmişti.
Mafyanın teki tarafından yakalanana kadar bir süre sokaklardaydı. Ve sonra sekiz yılını kayıp anılarını kazanarak ve kaderinin yolunu şekillendirerek geçirdi.
Tüm anılarını tamamen geri kazanmak için gerçek Arahabaki, Chuuya’yı, oltaya getirip yakalamak amacıyla bir plan yaptı. Bir yıl önceki Arahabaki olayının gerçekleşmesinin nedeni buydu.
Sonra Rimbaud Chuuuya ile savaştı, kaybetti ve öldü.
“Huh?!” Albatross histerik bir sesle bağırdı. “Bekle, bekle, bekle! ‘Sahte Patron’ olayından mı bahsediyorsun? O olayın sorumlusu Randou-aniki(1) diye duymuştum. O zaman Randou-?”
“Evet.” Chuuya başını salladı. “Aslında Avrupa’nın ajanıydı. Bu olay Arahabaki’yi ortaya çıkarmak için yapılmış abartılı bir tuzaktı.”
“Anlıyorum.” Iceman başını salladı. “Hep garibime gelmişti. Neden Randou aniden bize ihanet etsin? Mantıklı değildi.”
“Randou’yu ben öldürdüm.” Chuuya ellerine baktı. “Ölmeden önce bana ortağının hikayesini anlattı. Randou o durumda yalan söylemezdi. Verlaine öldü. Ama sen o hikayeyi nerden uydurdun?” Konuşmasını bitirir bitirmez Chuuya Adam’a baktı.
“Hayır.” dedi Adam başını sallayarak. Yüzünde tek bir duygu parçası yoktu. “Verlaine hayatta.”
“Kanıtlayabilir misin?” Pianoman yüzünde eğlenmiş bir bakışla öne eğildi.
“Kanıtlamam mümkün. Ancak mahremiyet emirlerime uygun değil.” dedi Adam ciddi gözlerle. “Ancak bu davayla yakından ilgisi olan Chuuya-san’ın bilme hakkı var.”
Chuuya Gençler Derneği üyelerine bakındı. “Bu adamlar da benimle.”
“Sorun değil.” Pianoman omzunu silkti. “Bu konu senin doğumunla alakalı, söylediklerini dinlemelisin.”
Chuuya işaret parmağını dudaklarına vururken bir an için yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. “Tamam.” Dedi ve barın girişine doğru yürümeye başladı.
Chuuya barın kapısına ulaştı, kapıyı açtı ancak dışarı çıkmadı. Tek kelime etmeden kapıyı kapatıverdi.
Herkes şaşırmıştı.
“Doğru dedin. Bu konu beni ilgilendirir.” dedi Chuuya kapının önündeyken. “Ama onların yerinde olsaydım öylece görmezden gelemezdim. Meraktan çatlardım. Bu adamlar da aynı düşünüyor. Kılımı kıpırdatmayacağım bu yüzden tam burada konuş. Yoksa soruşturmanda sana yardım etmem.”
Odadaki herkes Chuuya’ya yeni bir ışıkla baktı.
“Hey duydunuz mu?” dedi Pianoman
“Evet.” Iceman başını salladı.
“Kayıt tuşuna basmayı unuttum.” Lippmann gülümsedi.
“Elimizde kayıt cihazı yok zaten. Sanırım yalnızca beni dinleyerek idare edeceksiniz.”
“Ahhh, yazık olduuuu. Kapıyı açamıyoruz. Galiba Chuuuya gidemeyecek.” Albatros kapıya doğru ilerlerken çaktırmadan döndü ve kapıya ulaştığında açılmasın diye elini yavaşça kapıya koydu.
“Dediklerinizi anlıyorum, Chuuya-san.” Adam Chuuya’ya bakarken başını salladı. “Arkadaşlık bağlarınızı göz önünde bulundurarak karar vermeye meyilsiniz. İnsanların ‘yüreğiyle düşünmek’ dedikleri deyim bu oluyor sanırım. Yapacak bir şey yok. Sizi ikna etmekten vazgeçip farklı bir yöntemle devam etmeyi öneriyorum.
Adam’ın dirseğinden bir tel fırladı.
Ağır teller Adam’ın hem sağ hem sol dirseğinden çıkıp Chuuya’ya sarılarak üst bedeninin hareketini kısıtladı. Chuuya direk gibi dimdik dururken teller uygulanan manyetik kuvvetle geri çekildi.
“Eh?”
“Huh?”
Chuuya tamamen hareketsiz kalmıştı ve o bu sözleri söylerken Adam Chuuya’yı kaldırarak kolunun altına aldı.
Adam Chuuya’yı sağlam bir şekilde sıkıştırdığında dükkandan dışarı fırladı.
“Görevime öncelik veriyorum. Yani…” Adam sustu ve konuşmaya devam etmeden önce birkaç saniye ne söyleyeceğini düşündü. “…yani ben de ‘yüreğimle’ düşünüyorum. Chuuya’yı 30 dakikalığına ödünç alacağım.”
Bunları söyledikten sonra Adam Chuuya’yı bagaj gibi sırtlayarak ayrıldı.
Adam zıplarken yollarda çatlaklar açtı ve evlerin çatılarına indi. Evden eve atlayıp bölgeyi terk etmeden önce üç katlı bir apartmanın duvarlarında koştu ve ardında ağzı beş karış açık kalmış beş mafyayı bıraktı.
“Hey hey,” Albatross çıkışa baktı. “Bir şey olmaz, değil mi?”
Başka ne yapabiliriz ki?” Lippmann de dışarı bakıyordu. “Chuuya-san gözlerimizin önünde kaçırıldı. Sorun olmaz mı?”
“Doğru, sorun olur.” Sözlerinin aksine Pianoman’in yüzünde neşeli bir ifade vardı. “Yarım saat bekleyelim. Geri dönmezlerse arama ekibi yollarız. O zamana kadar bir şeyler içelim.”
“Sen öyle diyorsan…” Lippmann isteksizce başını salladı. “Az önce olayların gidişatına kapıldık ama… yetenekli bir mühendisin böylesine zeki bir varlığı yaratabilmesi mümkün mü? Sen ne düşünüyorsun, Doc.?”
Doc bir anlığına suskun kaldı, sonra her zamanki delirmiş ifadesiyle başını geriye yaslandı.
“Ben de öyle tutulup taşınmak istiyorum.”
“Huh?”
---
Adam Yokohama göklerinde uçtu.
Binalardan atlarken trafik lambalarını iskele gibi kullanıyor, sokakları basamakmışçasına geçerken gökte süzülüyordu. Aşağıda kendisini fark edenler çığlık atıyordu.
Otobüs durağından elektrik direğine atladıktan sonra Chuuya konuştu.
“Bırak beni!”
Sözlerini bitirir bitirmez Adam yönünü değiştirdi. Sıçrayışının tam ortasında durdu ve direkt aşağı indi.
“Ah!?”
Adam ve Chuuya, etraflarında bir toz bulutu oluşurken boş bir arsaya indiler.
Tozun ortasında Chuuya ayağa kalktı. Nefes verdi sonra nefesini tuttu. Ağır teller tutuşunu yavaş yavaş kaybedene ve hızla kendisinden ayrılana kadar üstündeki yerçekimini arttırmak için yeteneğini kullandı. Kelepçeler yere düştü.
“Sana söyleyecek çok şeyim var!” Chuuya kendisini kısıtlayan tellerden kurtulduktan sonra konuştu. “Öncelikle hangi cüretle kutu taşır gibi beni koluna o şekilde sıkıştırırsın! Sırtında da taşıyabilirdin ya da ne bileyim, sürükleyebilirdin de!”
“Tüm içtenliğimle özür diliyorum.” Adam yerdeki delikten sendeleyerek çıktı. “Ancak Chuuya-san’ın boyunu göz önünde bulundurarak en etkili taşınma yönteminin bu olduğun karar verdim.”
“Seni parçalarına ayıracağım, bir işe yaramayan hurda parçası! Her an uzayabilirim!”
Şehrin ortasındaki sahipsiz arsa sanki unutulmuş gibi asfaltsızdı. Başta bir Hıristiyan kilisesine ev sahipliği yapıyordu ancak Büyük Savaş’ta hava kuvvetleri tarafından yıkıldı ve arsanın isimsiz sahibi arsayı terk edilmiş bıraktı. Arazide komşu sakinlerin getirdiği kuma yarı gömülü lastikler, boyası dökülen fil figürleri ve çocuk salıncakları gibi pek çok oyun malzemesi vardı. Araziyi koruyan bekçilerdi adeta.
Adam kıyafetlerinden toz silkelerken Chuuya’nın telefonu çaldı. Pianoman arıyordu.
“Ne var?”
“Küçük bagajımız güvende mi? Gideceğin yere vaktinde vardın mı?” Hattın karşı tarafındaki ses eğlenmiş bir şekilde konuşuyordu.
“Kes sesini. Her zaman olduğum gibi güvendeyim. Ya siz?”
“Ne demek ‘ya biz’? Barda şen şakrak bir temizlik sezonu yaşıyoruz. Sabahın köründe amelelik yaparken ne kadar eğleniyoruz anlatamam.” Pianoman alaycı bir şekilde güldü. “İşin bittiğinde bara dön… derdim ama az önce işe çağrıldık. Sonra görüşürüz.”
“İş mi? Temizlik mi?”
“Henüz bilmiyoruz, umarım değildir.” Pianoman kısaca güldü. "Mafyanın ayakçısı hepimizle iletişime geçti. Beşimiz de çağrıldığımıza göre patronun vereceği bir iştir herhalde. Belki terfi alırız? Yönetici olduğumda söz, hepinize aylık ödeneğinizi vereceğim."
Hattın diğer tarafından bir ses duyuldu. "Hahaha! Anca rüyalarında, Pianoman!"
"Hepimiz bu gece barda buluşuruz. Albatross araba gönderir."
Birkaç kelimeyle veda ettikten sonra telefonu kapattı.
Chuuya arkasına dönmeden önce birkaç saniye sessizce telefonuna baktı.
"Tamam madem, Robot Dedektif. Yalnızca ikimiz kaldık. Söz verdiğin gibi Verlaine hakkında bildiğin her şeyi anlat bakalım."
"Tabii." dedi Adam. "Öncelikle lütfen şuna bakın."
Adam takımının cebinden bir fotoğraf çıkardı.
Chuuya fotoğrafı aldı ve incelemeye başladı. Zemini mermer, pahalı mobilyaların olduğu bir yerde çekilmişti. Ancak lüks mobilyalı sıradan bir fotoğraf değildi.
Mermer zeminde üç ceset yatıyordu.
"İngiliz katedralinde taç giyme merasiminde..." dedi Adam sakin sesiyle. "Üç yıl önce bir cinayet gerçekleşti."
Katledilmiş adamlar İngiliz bekçi üniforması giyiyordu. Mücadele verdiklerine dahil bir işaret yoktu. Bekçilerin belinde taşıdığı kılıç çekilmemişti, mermer zeminde kurşun izleri yoktu, üniformaları yırtılmamıştı ve kan akmamıştı. Adamlar dünyanın herhangi bir yerinde görülebilecek sıradan bir manzara gibi, uyuyordu sanki.
"Bu adamlar Kraliçenin Kraliyet Muhafızları arasında en iyisiydiler. Resmi şovalyeliği ve daha da önemlisi kraliçeyi koruma hakkına sahip olan İngiliz organizasyonu "Saat Kulesi Nişanı"nda (2) yetenek kullanıcısıydılar. Bekçilik yeteneklerinin yanında dünyada en önemli ve nüfuz sahibi kişiydiler. Saat Kulesi Nişanının bu kısmı bir terörist grubunu tek gecede, tek başlarına yok etmesiyle tanınıyordu."
"Ve bunları öldüren de Verlaine?"
Adam neredeyse otomatikman baş salladı. "Fiziksel yaralar olmadığı için kurbanlarını öldürürken kullandığı yöntem tam olarak bilinmiyor."
"O zaman yeteneğini kullanarak mı öldürdü?" Chuuya gözlerini kıstı ve fotoğrafa yaklaştı. "Cinayeti nasıl işlediği belli olmasa bile cesetleri otopsiye gönderdikten sonra ölüm nedenleri öğrenilir."
"Evet." Adam onayladı. Adli tıp raporuna göre ölümün asıl nedeni solunum yetmezliği. Kaburgaları parçalanarak akciğerlerinin nefes alıp verme yetisini kaybetmesine neden olmuş, böylece boğularak ölmüşler. Dışarıdan hiç yara almamış gibi gözükseler de bedenlerindeki kemikler 1128 parçaya ayrılmış."
"Ne...?"
Chuuya'nın nutku tutulmuştu.
Sanki konuşulanları uzaktan duymuş, söylenenleri hemen anlamlandıramamıştı.
"Bu arada 1128 kemik aynı anda kesilmiş gibi duruyor." Adam trafik işaretlerine bakan bir adamın sakinliğiyle konuşmaya devam etti.
"Yara açmadan kemikleri mi kesmiş? Üstelik aynı anda? Nasıl olur?"
"Asıl soru da bu zaten." Adam başını salladı. "Suç, taç giyme töreninde işlendi. Kimse fark etmeden üç bekçiyi öldürdü ve törenden tam sonra kraliçeye suikast düzenledi. Sonrasında sis gibi kayboldu. Neyse ki o gün iki beden kullanmaya karar verdiği için gerçek kraliçe güvende. Ancak bu olay Saat Kulesi Nişanı'nın itibarını zedeledi."
"Ciddi misin sen..."
Chuuya gözlerini kapadı.
Saat Kulesi Nişanı ve kraliyet ailesini koruma görevleri dünyada konuşulması tabu olan en büyük konulardan birisiydi. Kutsal ve dokunulmazdılar. Suçlular bile gölgelerini göremezdi. Kraliçeyi koruyan bu şövalyeler insan aklının ötesinde aşkın yeteneklere sahiptiler. Peri masallarında geçen mitolojik dünyalarda yaşarlardı sanki. İngiliz Kraliyet Ailesi işte bu kadar önemliydi.
Ve tek bir suikastçı bu dünyayı yıkıp ustalıkla öldürmüştü.
"Bambaşka bir seviyede."
Adam başını salladı. "Bildiğimiz kadarıyla Verlaine aynı öneme sahip sekiz kişiyi öldürdü. Üç silahlı bekçiyi aynı anda öldürmesi gibi bazı cinayetleri gaddarca, uyuşturucu şebekesi patronunu öldürüp ticaret yollarını yok etmesi gibi bazıları ise ulusun güvenliğine katkıda bulunduğu cinayetler. Hedeflerini iyi ya da kötü olmasına göre seçmiyor. Hedeflerinin tek ortak özelliği öldürülmelerinin son derece zor olması. Şu anda Verlaine insanlığın huzurunu tehdit eden, dünya üzerindeki yaşayan en tehlikeli adam. Bu yüzden Avrupa Polis Teşkilatı, yetenek kullanıcısı mühendis Dr. Wollstonecraft ve beni soruşturmaya dahil ederek bambaşka bir yaklaşım izlemeye karar verdi."
"Nasıl bir yaklaşımmış bu?"
"Elbette..." Adam başını kaldırdı. "...sizden bahsediyorum Chuuya-san."
Chuuya hemen cevap vermedi.
"Verlaine son zamana kadar hayatta kalıp kalmadığı bilinmeyen oldukça önemli bir araştırma örneğini yakalamaya çalıştı. Bu, siz oluyorsunuz. Ortağı Ajan Rimbaud'a karşı savaştı ve sizi kendisi almaya çalıştı ancak başarısız oldu. Muhtemelen mafyadaki aktifliğiniz yüzünden Yokohama'da hayatta olduğunuz söylentisi dolaşmaya başladı. 'Bu bilgi dedektiflik ajansımıza ulaştığına göre kesin Verlaine de duymuştur' diye düşündük. Ve işte buradayız."
"Yani canlı yemle onu yakalayacaktınız?"
Adam sırıttı. "Anlıyorum. Suçluyu tutuklamak için uygulanan manipülasyon eylemi balık yakalamaya benzetildi. Ne olağanüstü bir metafor."
"..."
"Madem anladınız," Adam Chuuya'ya bir parça kağıt uzattı. "Rıza belgesini imzalar mısınız?" Chuuya kağıda baktı. "Neyin rızası?"
"Soruşturmanın koşullarını ihlal etmemeniz, bu davanın soruşturmasına ilişkin herhangi bir istihbaratı yaymamanız, soruşturmanın ölüm ya da yaralanmayla sonuçlanması durumunda resmi bir şikayet belgesi doldurmamanız ve diğer 17 madde için."
Konuşmayı bitirdikten sonra Chuuya uzatılan belgeye ve tükenmez kaleme baktı. "Anladım. Verlaine'i tutukladıktan sonra onunla konuşabileceğim yani?"
"Hayır? Verlaine yürüyen bir devlet sırrı. Verlaine'i yakalar yakalamaz onu gözaltına alacağım ve kendi ülkeme göndereceğim."
"Ahaha. Mantıklı, hahaha."
"Doğru. Hahaha."
Gülmeyi bitirdikten sonra Chuuya aniden ciddi bir ifade takındı ve Adam'a sırtını döndü.
"Bitirdiysen eve uyumaya gideceğim."
"Huh? Neden?" Adam Chuuya'nın önüne çıkarak onu durdurdu. "Anlamıyorum. Bu plan senin öldürülmeni de engelliyor yani sana da çıkar sağlıyor."
"Ben mafyayım. Karşımıza ne zaman güçlü bir düşman çıktığında polisin kucağında ağlamayız. Verlaine beni öldürmeye gelirse kollarım açık karşılarım. Anladıysan vazgeç ve evine git."
Chuuya Adam'ı itip yürümeye başladı.
"Beklenmedik bir durum yaşandı." dedi Adam, belalı bir yüzle. "İster mafya ister bir ülkenin kralı, kim olursa olsun hayatını tehdit eden bir durumla karşılaştığında başkalarına güvenmelidir. Ve senin bana güvenmen de akla yatkın. İnsan davranışları tamamen mantıksız. Böyle giderse görevimi tamamlayamayacağım. Ve görevimi tamamlayamazsam yalnızca makinelerden oluşan dedektiflik ajansı kurma hayalim gerçekleşemez. Duruma yardımcı olacak önlemler aranıyor..."
Adam kollarını kavuşturdu, gözlerini kıstı başını küçük daireler şeklinde döndürmeye başladı.
Chuuya'nın peşinde koşmadan önce hafifçe başını salladı.
"Ya şöyle yapsak Chuuya-san? İşbirlikçi olmanız karşılığında size para veririm."
"İkna etmede berbatsın. Biraz daha insanlar üzerinde çalış sonra yine dene."
Chuuya, yüzüne dahi bakmadan uzun adımlarla yürüdü.
"O zaman sizi İngiltere'ye bir geziye götürsem? Tur rehberiniz olurum."
"Hala yeterli değil."
Chuuya yürümeye devam etti.
"Hem parayı hem de değerli bir tatili geri çevirdiniz. Böyle bir şeyin olasılığını düşünmemiştim. Eşdeğer bir bedel ne olabilir ki? O zaman... hmm, evet o da vardı. Size küçük bir hile göstereyim." Adam kafasını menteşe yerlerinden kopardı ve çekti. Kafası, iç mekanizmaları görülebilecek kadar uzadıktan sonra ağzıyla gözlerini dairesel hareketlerle açtı ve ellerini kullanarak kafasıyla çemberler çizdi. "Güvercin oldum."
Chuuya görmezden geldi.
"Yeterli değil miydi? O zaman bir robot şakası yapayım." Adam, başını olması gereken yere yerleştirdi. "Öhöm. Bir gün İngiltere'de yürürken hırsızın teki İngiltere Başbakanının üstüne kahve döktü. Hırsız yanımda durmasına rağmen başbakan beni azarlamaya başladı. Nedenini sorduğumda ise Başbakan 'Senin oy kullanma hakkın yok da ondan.' dedi."
"Olmadı, komik değildi. Bu durumda neden hala şaka yapıyorsun bilmiyorum."
"Bakan beni azarladıktan sonra kederlendim. Ama ertesi gün yeniden neşelenmiştim çünkü yakın gelecekte insanlığı yok eden robot ordusu ayaklanması konu edilen bir filmi on kez seyretmiştim."
Chuuya'nın yüzü soldu. "Hey... az önce söylediklerin... şaka mıydı?"
"Komik miydi?"
"O şakaya gülemem! Ayrıca komik olsa bile rıza belgesini imzalamam için neden değil." "Öyle mi?" Adam kafasını sallarken yüzünde bıkmış bir ifade vardı. "İnsan davranışları tamamen mantıksız.”
"Öyle şeyler söylersen tabii hiçbir şeye rıza vermem."
Adam ve Chuuya hızlı adımlarla yolda yürürken konuşuyorlardı.
Uçurumun zirvesine ulaştıklarında Chuuya pes etmiş gibi gözüküyordu. "Tamam tamam. Anladık, bu görev senin için önemli ama meşgulum. Neden şöyle yapmıyoruz?" Chuuya elini korkuluklara koydu.
"Neyi?"
"Şunu."
Konuşmayı bitirir bitirmez Chuuya korkuluklardan atladı ve uçurumun dibine düşmeye başladı.
"Ah!"
Adam endişeyle bakındı. Chuuya otoyolun yaklaşık dört metre aşağısında iniş yaptı ve koşmadan önce el salladı.
"Kaçtı!"
Adam ardından koştu. Korkuluklardan atladı ve yerde çatlaklar bırakarak aşağıdaki yola indi.
"Bekleyin, Chuuya-san!"
Chuuya loş bir tünele girdi. Tünel uzun ve karanlıktı, Chuuya'nın nereye kaçtığını görmesi zordu.
"Benden kaçamazsın!"
Adam bedenini eğdi ve koşarken hava direncini azaltacak bir pozisyona girdi. Hidrodinamiğini temel alarak hesaplanmış bir pozisyondu. Hareket halindeki bir aracı göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Adam'ın figürü gitgide küçüldü ve sonra ortadan kayboldu.
"Sen öyle san." dedikten sonra Chuuya, tünelin tepesine tutundu. Tünelin tepesindeki karanlıkta saklanmak için yerçekimi kontrolünü kullandı.
Yeteneği kullanmayı bırakmadan önce iki dakika daha bekledi ve yavaşça yere indi. Ağır adımlarla yürümeye başlamadan önce giysilerindeki tozu silkti.
"İngiliz dedektif, huh?" dedi Chuuya, tünelin çıkışına bakarak. "İşler ciddi ciddi garipleşiyor."
Lüks bir araba Chuuya'nın yanında durdu.
Chuuya siyah arabaya baktı. Filmli camları yüzünden arabanın içi görünemiyordu ve tekerleklerinden gövdesine kadar her şey kurşun geçirmez gibi gözüküyordu. Mafyanın araçlarından birisiydi.
Sürücü koltuğundan siyah giyimli bir adam çıktı ve yalnızca birkaç kelime konuştu. "Patron sizi çağırdı."
"Postacı mı?" dedi Chuuya.
Postacı, organizasyonda spesifik bir rolü bulunanlara verilen takma addı. Postacılar, habercilerdi. Birisi telefon ya da mektupla iletilemeyecek bir bilgi istediğinde fakat yüz yüze görüşemeyecek kadar meşgulse ya da toplum içinde görülmemesi gerekiyorsa postacılar devreye girerdi. Neresi olursa olsun mesajlarını iletirlerdi. Postacılar, iletişime geçilmesi imkansız, asosyal ve zengin kişilerdi. Tek bir mesajı dahi iletseler kendilerini bekleyen koca bir ödül vardı. Ancak haberciliklerindeki büyük ödül nedensiz değildi. Polis ya da düşman organizasyonlarından birisi kendileriyle iletişime geçerse onları atlatmakla yükümlüydüler ve bu da mümkün değilse intihar edip sırlarını mezara taşımaları bekleniyordu.
Postacı adam, uzundu ve yüzünü gizlemek amacıyla güneş gözlüğü siyah bir şapka takıyordu. Gereksiz bir şey söylemeden Chuuya'nın tepkisini bekledi.
"Nedenini biliyor musun?"
"Sizin bildiğiniz kadar." Siyah şapkalı adam kafasını salladı. "Pianoman, Albatross, Doc, Lippmann ve Iceman aynı sebeple çağrıldı. Herkes farklı konumlarda bekliyor."
"Onlar da mı?" Chuuya kaşlarını çattı. "Aklıma gelmişken... telefonda konuşurken haber geldiğini söylemişti. Bu kadar mı?"
"Bir şey daha var." Postacının sesi kısıldı. "Arahabaki hakkında."
Chuuya'nın yüzü sertleşti.
Kafasını sallamadan önce birkaç saniye adama baktı. "Anlaşıldı. Beni oraya götür."
Chuuya yolcu koltuğunun kapısını açtı.
Postacı, onaylamadan birkaç saniye önce şapkasını düzeltti ve sürücü koltuğuna oturdu.
Chuuya tam arabaya binecekken sakince arkasına baktı.
Ve şok oldu.
"Siktir..."
Kendilerine doğru koşan biris vardı.
Normal bir insanın o kadar hızlı koşması imkansızdı.
"Bekleyin lütfen, Chuuya-san!"
Adam yüksek hızda koşuyor, uzun adımlar atıyordu. Koşmaya başladığından beri tek damla ter dökmemişti.
"Siktiğimin oyuncak robotu!" Chuuya küfretti, yolcu koltuğuna atladı. "Bas gaza."
Kapıyı kapattıktan hemen sonra Chuuya arkasına döndü. İşte o zaman kötü haberi duydu.
"Chuuya-san! Hemen arabadan inin!" Adam bağırabildiği kadar bağırdı. "O, Verlaine!"
Chuuya refleks olarak sürücü koltuğuna döndü.
Aynı zamanda, postacı zayıf bir kahkaha attı ve ayağını gaz pedalına bastı. Araba, silahtan çıkan mermi kadar hızlı bir şekilde ilerledi.
"Sen..."
"Kemerini bağlamazsan dilini ısırırsın."
Adam arabayı sürerken gamsız bir sesle konuştu.
"Arabayı durdur!"
Chuuya bağırdı, direksiyonu kavramak için sağ elini uzattı. Uçan bir kanarya kadar hızlıydı. Sıradan birisi için saldırısı gözle görülemeyecek kadar hızlıydı ancak Verlaine farklıydı. Chuuya'nın eli daha ona dokunamadan kendi saldırısıyla karşılık verdi, yumruğuyla Chuuya'nın çenesine vurdu.
"Agh!"
Chuuya geri sıçradı ve kafasını arka cama vurarak camı onlarca parçaya çatlattı.
"Aman, pardon." dedi adam. Bir eli hala direksiyondaydı. "Düşündüğümden daha hafifmişsin. Yemeğini düzgün yiyor musun? Ağabeyin olarak endişeleniyorum."
"Piç herif."
Chuuya'nın yüzü öfkeyle kavruluyordu.
Saniyeler içinde, Chuuya kendisini topladı ve bilardo oynarmışçasına yumruğuyla yeniden saldırıya geçti. Üst bedeniyle toplayabildiği kadar güç topladı ve sağ eliyle yumruk attı. Yumruğu, demir bir top kadar ağırdı ve yumruğu attığı adamın kafasını koparmayı hedefliyordu. Hızı ve ağırlığı ilk attığı yumrukla kıyaslanamazdı bile.
Adam beysbol topuymuş gibi tek eliyle tuttu.
"Ne...?"
"Bu da hafifti." Adam, gözlerini yoldan ayırmadı. "Bu gidişle seni öldürmek kolay olacak."
Adam, demir bir direği devirecek güçteki saldırıyı engellemesine rağmen Chuuya sırıttı.
"Öyle mi? O zaman sen, baya ağırsın."
Sonrasında batmaya başladı.
"Ne-"
Bedeni bataklıkmış gibi koltuğa batmaya başladı. Koltuğun metali ve derisi yerçekiminin ağır yüküne dayanamayarak tiz bir sesle kopmaya başladı. Arabanın bazı parçaları havaya saçıldı. Yerçekimi dalgaları Chuuya'nın elinden çıkıyor, adama dolanıyordu.
Ağır yerçekimi yüzünden adamın güneş gözlükleri yüzünden düştü. Ancak inişi hafif olmadı, aksine düştüğü yeri parçaladı.
Olması gerekenden on kat daha ağır olan adamın bedeni yüzünden araba garip sesler çıkardı.
"Sen mi beni öldürecekmişsin? Saçmalık. Burada ezileceksin."
Chuuya yeteneğini kullanmayı bırakmadı. Yerçekimini daha da arttırdı.
Ama bir süre sonra -Chuuya gözlerini kıstı.
"Ne...?"
Adam daha fazla ağırlaşmıyordu.
Bu kadar ilerleyebiliyordu.
Chuuya'nın elinden daha fazla yerçekimi gücü çıksa da emniyet kemeri sessizdi. Daha fazla yok edilemiyordu.
"Bitirdin mi?"
Yerçekiminin ağırlığında acı çekmesi gereken adam sakin sesiyle konuştu, Chuuya'nın yumruğunu kavradı.
Sonra, imkânsız bir şey gerçekleşti.
Chuuya, koltuğuna battı.
"Gah!"
Chuuya'nın koltuğu büküldü, iç dolguları patladı. Koltuk desteği kırılarak koltuğun arkaya düşmesine neden oldu. Bilinmeyen bir güç Chuuya'nın bedenini koltuğa bastırarak onu yerinde tuttu. Ne kolunu ne de bacağını oynatabildi.
Koltuğun iç iskeleti birbiri ardına patladı ve arabanın içinde parçalandı.
"Söylemedim mi? Ben senin ağabeyinim."
Adam konuşurken kahverengi gözlerini kıstı. Chuuya'nınkilerle aynı renkteydiler.
Chuuya cevap veremedi. Nefes dahi alamıyordu. Yerçekiminin baskısı yüzünden akciğerleri her an çökecekmiş gibi hissediyordu.
Koltuğunun yan tarafını sıkarken Chuuya, şaşkın gözlerini adama çevirdi.
"Dinle," adam tek elle sürmeye devam ederken sakin sesiyle konuştu. "Buraya seni öldürmeye gelmedim. Neden öldüreyim ki? Bu dünyadaki tek kardeşim sensin."
Tüm bedeni yerçekimi kuvveti altında eziliyor olsa da Chuuya dişlerini sıktı ve kelimeleri gırtlağından çıkmaya zorladı.
"Avrupalı bir ağabeyimin... olduğunu hatırlamıyorum."
"Yanlış." Adam soğuk bir sesle konuştu. "Ben Avrupalı değilim. İnsan bile değilim. Aynı senin gibi."
"Ne...?"
"Hiç dünyanın acımasız olduğunu düşündün mü?" Sesi, ninni söylermişçesine nazikti. Gözleri, gece vaktindeki denizin hüznünü taşıyordu. "Ben, neden benim? Sen, neden sensin? Bu soruların cevaplarını bize kimse veremez. Buraya seni öldürmeye değil, tam tersi, kurtarmaya geldim."
"Haha... ha... kurtarılmaya ihtiyacım yok." Yerçekimiyle savaşırken Chuuya'nın yüzüne agresif bir gülümseme yayıldı. "Seni bilmem ama.... ben insanım."
"Değilsin." Cevabı içi boş bir iskelet kadar kuru ve soğuktu.
"Sen, insan değilsin. Gerçek formun 2383 satırdan oluşuyor."
Bu sözler sanki uzak bir ülkede nükleer patlama olmuş gibi, garip bir ağırlıkla arabanın içinde yankılandı.
"Ne demek istiyorsun?"
Adamın gözlerinin derinliklerine kök salmış, dipsiz keder vardı.
"Askeriyedeki bir bilim insanı, yetenek kullanıcısından yeteneğini çıkartıp yapay bir yaşam forumuna yerleştirmeye çalıştı. Deneyi kısmen başarılıydı. Doğal olarak yetenekler makineler tarafından kontrol edilemez. Yalnızca insan ruhu kontrolü elinde tutabilir. Ama bu da demek oluyor ki her yeteneğin sınırı, insan ruhuna göre belirlenir. Bundan dolayı araştırmacılar yetenekleri kandırma fikrini öne sürdüler. Kendisini kontrol edenin insan olduğunu sanan bir yetenek yapmak istediler. Bu yüzden 'kişilik' oluşturan bir formül geliştirdiler, ruhu varmış gibi duran sahte insanlar yarattılar. Yeteneği aldatmak için sadece bir dizi basit duygusal denklemi ve ahlak prensiplerini bir araya getirmeleri gerekiyordu. Bu dizi, 2383 satır uzunluğunda. Anladın mı, Chuuya? Ruhun, araştırmacıların hazırladığı 2383'lük bir programdan ibaret."
"Yalan söylüyorsun." Chuuya, sesini kıstı. "Böyle bir şeyin olması imkansız."
"Doğruyu söylüyorum."
"Yalan!" Chuuya bağırdı. "Ben sahili olan kırsal bir köyde doğmuş bir çocuktum! Arkadaşlarım kanıtladı! Çekilmiş fotoğrafım var!"
"O fotoğrafı ordu, gerçeği saklamak için uydurdu."
Chuuya ayağa kalkmaya çalışsa da gittikçe ağırlaşan yerçekimi bedenine baskı uyguladı. Konuşması bir kenara, ağzını dahi açamıyordu.
"Biraz dinlen Chuuya." Adamın sesi korkutucu derecede nazikti. "Gözlerini açtığında yurtdışında, başka bir ülkede olacaksın ve bir yıl içinde bunlar başına geldiği için minnettar olacaksın."
Chuuya yanıt vermeye çalışsa da mümkün değildi. Yerçekimi, kanını kafasının arkasına akıttığı için yüzü solgundu. Beyni, ihtiyacı olan kandan mahrum kalmıştı.
Chuuya'nın gözlerindeki bilinç solmaya başladı.
Ama sonra...
"Sanmıyorum." Arabanın ses sisteminden elektronik bir ses duyuldu. "Sanırım Chuuya-san'ı kızdıracağım. Araba sürmekte pek iyi sayılmam."
Aracın direksiyonu kimse dokunmamasına rağmen sola doğru dönmeye başladı.
"Ne?"
Araç şeritten çıkarak keskin bir dönüş yaptı. Kendi kendine hızlanarak kaldırıma çarptı. Verlaine arabanın kontrolünü geri kazanmak için Chuuya'yı bırakınca yerçekimi kuvveti Chuuya'nın bedeninden kalktı.
O sırada yolcu koltuğunun kapısı kendiliğinden açıldı. Bir el, zar zor bilinçli olan Chuuya'yı kapı aralığından çekti.
Elin sahibi Adam'dı.
Adam, Chuuya'yı dışarı çıkarırken arabanın kenarına tutunuyordu. Sonra yola atlarken tüm bedenini Chuuya'nın kafasını korumak için kullandı.
Kontrolsüz araçtaki adam Adam'a baktı.
"Yine mi sen?" Dudakları gülümsemeyle kıvrıldı. "O uçak kazası seni öldürmeye yetmedi mi?" Adam soğuk gözlerle alayla gülümsedi.
Verlaine fren pedalına basarak durmaya çalışsa da araç devam etti. Kaldırımın üstünden geçerek karşı yönden gelen trafiğin geniş bir kavşağına girdi.
Bir tır, arabaya tam gaz çarptı.
Darbe, meteor çarpmasına eş sayılırdı. Cam ve metal parçaları gökten yağarken çarpışan iki araç topaç gibi yuvarlandı. Kaldırımda yürüyenler şaşkınlıkla kafalarını çevirdi.
Tırın taşıdığı yakıt tankı alev alarak büyük bir patlamaya sebep oldu.
Saniyeler içinde dingin şehir cam ve metal parçalarının yağdığı savaş alanına döndü.
"Lütfen uyanın, Chuuya-san." Chuuya'yı sallarken Adam'ın yüzü alevlerle aydınlanmıştı. "Tır çarptı. Şimdi kaçma şansımız var."
"Siktir..."
Chuuya titreyerek kafasını salladı ve ayağa kalkmaya çalışırken inledi.
Adam beklemedi. Chuuya'yı kaldırıp koluna sıkıştırarak canavardan kaçan bir otobur gibi koşmaya başladı.
Bir refüjün üstünden atladı ve diğer arabalarla yan yana koşana kadar hızını arttırmak için tabelaya tutundu. Durumu gözden geçirmek için Adam, arkasına baktı.
Ve dehşet verici bir manzara gördü.
Tırın kara alevlerle yandığı kavşağın tam ortasında bir adam duruyordu. Savaş alanından çıkmış gibi bir görüntüsü vardı.
Siyah takımlı adam Verlaine'di.
Gözleri, uyuyormuş gibi kapalıydı. Üstünde tek bir çizik yoktu. Hemen önce kendisine ağırlığı on tondan fazla olan bir tır çarpsa da kıyafetlerinde hiçbir yırtık yoktu.
Patlamadan doğan alevler etrafta dalgalandı. Verlaine'in yere saplanmış iki bacağı asfaltta dairesel çatlaklar açtı.
Devrildiği yerde tırın iki eşit parçaya bölündüğünü görünce Adam hemen durumu anladı. Araçlar çarpıştığında Verlaine yerçekimi gizlice bedenine uygulayarak ayaklarını zemine yerleştirdi. Sonrasında öylece durdu ve çarpışmayı bekledi. Sonuç olarak tır kendisine çarptığında, parmaklarıyla youkan (3) kesiyormuş gibi, yarım dakikada ikiye ayrıldı.
Verlaine gözlerini açtı ve Adam'a baktı.
Ortamdaki gerilim birden arttı.
Geniş bir alanda olmalarının kendilerine dezavantaja sokacağını düşündüğünden dar bir sokağa girdi. Adam, en uygun kaçış güzergahını hesaplamak için dijital beynine semtin haritasını yansıttı. Hayatta kalma şansı en yüksek ve en hızlı yolu bulmak için hızla koştu.
Ara sokakları geçti, duvarları tekmeledi, virajlardan keskin dönüşler yaptı. Düz yolda daha da hız kazanırken sensörleri tehlike uyarısı verdi.
"Arkanda!"
Hala kollarında taşınan Chuuya bağırdı.
Ardına dönmeden, Adam Chuuya'yı yere atıp yolun kenarına yuvarladı.
Büyük bir enkaz, biraz önce Adam'ın kafası olan yere uçtu.
Moloz, önlerindeki binanın duvarına saplandı.
O enkaz, arabaydı.
Verlaine'in postacıyken kullandığı, ağırlığı bir tondan fazla olan araçtı. Arabanın Verlaine'in attığı bir silah olduğunu anlayan Adam sırtına yuvarlanıp arkasına döndü. Avrupa Polis Teşkilatının kendisine verdiği silahı çıkardı ve arabanın fırlatıldığı yere doğrulttu.
Ancak ortada kimse yoktu.
Tahmin ettiği yerin tam tersinden bir ses duyuldu.
"Bence insanlar 'yalnızlık' kelimesini hafife alıyor."
Adam hemen ardına döndü.
Binaya saplanan arabanın hemen üstünde Verlaine duruyordu.
Yarısı duvara saplanmış arabanın bagajının üstünde, tahtına oturan bir prens gibi rahatça oturuyordu. Hafif bir rüzgar takım elbisenin kenarlarını dalgalandırdı.
"İnsanlar gerçek yalnızlık nedir bilmiyor. Sadece konuşacak kimseleri ya da aileleri olmadığı için yalnız olduklarını düşünüyorlar."
Adam, durumu analiz etti. Verlaine hala içinde otururken aracı fırlatmıştı. Böylece hem Adam'ın hem de Chuuya'nın gözünden kaçabilmişti.
Adam her birinin sonucu umutsuzlukla biten sayısız çıkarımda bulundu. Verlaine kendisini istediği nesneye yapıştırıp fırlatabildiğinden ondan kaçmak imkansızdı.
"Gerçek yalnızlık..." Verlaine'in sesi keman kadar zarifti. "uzayda dolaşan bir kuyruklu yıldızdır. Etrafı hiçlikle sarılıyken daima tenhadadır. Kimsenin görmesi mümkün değildir, kimsenin yanına yaklaşması mümkün değildir. Soğuk sessizlikte binlerce yıl böyle yaşayıp gider. Sence bu, nasıl bir şeydir? Sen hariç kimse bilemez Chuuya."
Chuuya, titreyen bedenini kaldırmayı denemek için iki kolunu da kullandı.
"Ne demek... istiyorsun?"
"Söylecek sadece birkaç kelimem var." Verlaine, yüzünde keskin bir ifadeyle konuştu. "Ama yalnızca bir kez söyleyeceğim."
Verlaine nazikçe gülümsedi. Etrafına yaydığı tehlike kaybolmuş gibiydi.
Ve o birkaç kelimeyi söyledi.
"Benimle gel Chuuya."
Ne Adam ne de Chuuya cevap verdi. İkisi de kıpırdamadı.
Verlaine'in sözleri süslenmemişti. Saf ve yalın bir teklif, belki de emirdi.
"Küçük kardeşim; sen insan değil, bir dizi programdan ibaretsin. Bir denklemsin yalnızca. Hissettiğin yalnızlık olabilecek en gerçek duygu. Ebedî yalnızlığını iyileştirebilecek kimse yok. Ama iyileşme umudu olmayan bir kuyruklu yıldız bile başka bir soğuk, yalnız kuyruklu yıldızın yanında uçabilir." Sesinin tonu şiir okuyan bir şairi anımsatıyordu. Gözlerinin derinliklerinde yalnızca kan akrabalarına duyulabilecek bir sevgi ırmağı akıyordu.
"Amacın bu mu?" Chuuya ayağa kalktı. "Bu yüzden mi beni böyle bir yere getirdin?"
"Sadece bugün değil. Dokuz yıl önceki günden bu yana, ortağıma saldırıp seni çaldığım günden beri seninle yolculuğa çıkma hayalleri kurdum."
Verlaine gözlerini kapadı. Etrafını çevreleyen gücü azalmaya başladı. Artık herhangi bir sokak köşesinde görülebilecek, dalgın dalgın oturan genç bir adama benziyordu.
"Suikast yolculuğunda iki kardeş... Madem bize bu anlamsız hayat bahşedildi biz de bizi yaratanlara benzer bir şey, anlamsız bir ölümü bahşedeceğiz. En azından biraz da olsa eşitlenmiş oluruz. İster iyi ister kötü olsun, ölüm ayırt etmez. Ancak bu şekilde..."
Verlaine konuşurken gözlerini kapadı. Sesi aşkın bir suikastçıya benzemiyordu. Sıradan bir genç adam gibi sesi keder, öfke ve saf umutla doluydu.
"...ancak bu şekilde bize verilen bu manasız hayatı kabul edebiliriz."
Verlaine arabadan atladı ve elini Chuuya'ya uzattı.
Chuuya boş bir yüzle baktı.
"Gitme, Chuuya-san." Adam silahını doğrulttu. "Bu adamın uzattığı eli tutarsan tüm dünya düşmanın kesilir."
Adam karşılaşabileceği tüm olasılıkları gözden geçirdi. Ancak silahıyla nereyi hedef alırsa alsın Verlaine kolaylıkla durdurabilirdi.
"Kapa çeneni."
Bu sözleri söyleyen Verlaine değil, Chuuya'dı.
Verlaine şaşırmış bir ifadeyle Chuuya'ya baktı.
"Haklısın, dediklerini anlıyorum." Chuuya hafifçe başını kaldırdı ve keskin gözlerle Verlaine'e baktı.
"Ama cevabımı vermeden önce bir şey soracağım."
"Ne istersen." dedi Verlaine gülümseyerek.
"Biraz önce Pianoman aradı. O sırada mafyanın ayakçısının geldiğini ve iş için çağrıldıklarını söylemişti. Bana cevap ver -O beşine ne yaptın?"
Verlaine'in yüzündeki gülümseme soldu.
Biraz zaman geçtikten sonra karanlık bir çiçeğin açması gibi, yüzünde farklı bir gülümseme vardı.
Gülüşü rahatsız ediciydi.
Sonra konuştu, "Eski arkadaşların sana ne faydası olabilir ki?"
Verlaine yanındaki duvara saplanmış arabanın bagajına vurdu. Bagaj açıldığında içindekiler yuvarlandı, su sesi çıkardı.
Chuuya içinden ne çıktığını hemen anladı.
Chuuya'nın gözbebekleri iğne ucu kadar daraldı.
Lippman'in cesediydi.
Chuuya çığlık attı.
İnsandan çıkabilecek bir çığlık değildi. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, öfke dolu canavarın attığı bir çığlıktı. Bağırışla beraber etrafındaki binaların camları kırıldı.
Ve yumruğunu salladı.
Basit bir saldırıydı. Düz bir çizgide yumruk atmıştı sadece. Ancak saldırısı sesten hızlıydı. Aynı anda, havayı kesen Chuuya'nın yumruğunun patlama sesi duyuldu. Verlaine darbeyi almıştı. Verlaine havada uçtu ve arkasındaki duvara saplandı.
Acıyla inledikten sonra gözlerini açtı. Chuuya çoktan görüş açısına gelmişti bile.
Chuuya'nın yüzü herhangi bir duyguyla buruşmamıştı. Aksine tamamen ifadesizdi.
Yüzü saf, gerçek kana susamışlığı taşıyordu.
Sağ yumruğu Verlaine'in alt omzuna çarptı. Temas, binanın daha da kırılmasına neden oldu.
Sol yumruğu düşen molozlardan daha hızlı hareket etti. Hamlesi Verlaine'in gövdesine şiddetle vurarak binaya daha çok batırdı.
Vuruşları ardı ardına devam etti. Chuuya'nın aralıksız saldırıları öfkeyle birbirini izledi. Verlaine'in bedeni çoktan binanın derinliklerine gömülmüş, görülmüyordu. Yine de Chuuya durmadı.
"Canavara benziyorsun."
Sesi sanki işaretmiş gibi, Chuuya aniden durdu.
Verlaine yumruğunu eliyle kavramıştı. Sonra kendi saldırısını yaptı.
Chuuya'nın yumruğu mermiyse Verlaine'inkisi gülleydi.
İlk saldırısının şoku Chuuya'nın kıyafetlerini kıvırtarak yırttı. Ancak bunun nedeni karnına aldığı darbe değildi. Şok dalgası Chuuya'ya çarpmış ve sırtındaki kıyafetlerini yırtmıştı. Chuuya acıyla bağırdı. Ama Verlaine yumruğunu kavradığı için geri dahi sıçrayamıyordu.
"Canavar gibi öfkelenmen sorun değil. Sevmesen de en azından gerçekte ne olduğun belli oluyor."
Verlaine duvardan sürünerek çıktı ve zemine ayak bastı. Chuuya'nın yumruğunu bırakıp onun yerine boynunu sıktı.
Boynunun tutulmasıyla Chuuya kum torbası gibi sallandı.
Tumblr media
İstese de kıpırdayamazdı. Tüm bedenine absürt miktarda ağır yerçekimi kuvveti uygulanıyordu. Saldırıya karşılık vermesi bir yana kollarını dahi kaldıramıyordu.
"Nihayetinde Chuuya, bu duygular seni geride tutuyor." Verlaine Chuuya'yı tutarken nazik sesiyle konuştu. "Hislerini anlıyorum fakat tehlikeliler. Burada uzun süre kalmamız iyi olmaz."
Konuşmasını bitirdikten sonra boş elini Chuuya'nın göğsüne yerleştirdi.
Elini metal dedektörü gibi göğsünün etrafında döndürürken parmak uçlarından yerçekimi kuvveti yayıldı ve hemen aradığı şeyi buldu.
"O 'arkadaşlarının' verdiği fotoğraf bu mu?"
Fotoğrafı Chuuya'nın göğüs cebinden çıkardı. Sahildeki çocuğun resmiydi.
"Fotoğrafı neden aldığını, gördüğünde neler hissettiğini ve bunu sana veren arkadaşlarına neden güvendiğini anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. Ama bu güven yüzünden acı çekiyorsun. Arkadaşların 'Sen insansın.', 'Umudunu yitirme.' ve 'Bu adam yalan söylüyor.' düşüncesini sürekli pekiştiriyorlar. Bunları söyleyerek seni zehirle besliyorlar."
Verlaine fotoğrafı ardına attı.
Fotoğraf hızla tetiği çekmek için fırsat kollayan Adam'a doğru uçtu ve omzunu bıçak gibi kesti. Adam silahını düşürerek acı içinde bağırdı.
"Sence neden yalan söylediler?" Verlaine sanki Adam'a vurmaya niyetlenmemiş gibi Chuuya ile konuşmaya devam etti. "Çünkü gücün işe yarıyordu. Senden faydalanmak istediler. Kendi tecrübemden biliyorum."
Hiçbir saldırıdan kendini koruyamayan ve Verlaine'in elinde sallanan Chuuya güçlükle konuşabilmekten başka bir şey yapamadı.
"Bil ki... seni affetmeyeceğim."
"Ne baş belasısın." Verlaine iç çekti. Bir bebekle konuşuyormuş gibi gereğinden fazla yumuşak bir tonla konuşmaya başladı. "Eh, zaten mülayim, zayıf kardeşimin kelimelerle ikna olacağını düşünmemiştim. Bu yüzden sana eylemlerimle göstereceğim. Seni kukla gibi bağlayan ipleri tek tek keseceğim. Ancak o zaman özgürlüğüne kavuşabileceksin. Sana duyduğum kardeş sevgisinin takdiri simgesi olarak düşünebilirsin."
Sonraki sözleri ağzından sanki çok normalmiş gibi çıkıverdi.
"Sana yakın kim varsa öldüreceğim."
Sesinin tonu zarif ve kibar olsa da gözlerinde ateşin parıltısı vardı. O ateş, kemikleri buz kestiren, solgun alevleriyle tüm ruhları yakan cehennem kapısının girişinin parıltısıydı.
"Yalan." Adam aniden konuşmaya başladı. "Bunları sevgi duyduğun için yapmıyorsun. İnsan duyguları tanımıma göre, bunları kontrol için yapıyorsun."
"İkisi arasında fark var mı?" Verlaine nazikçe gülümsedi.
İkisi konuşurken her türlü düşünce Chuuya'nın aklında dönüp dolanıyordu. Şok, korku, kafa karışıklığı... Ancak bu yaygın duygular bir anda kendilerine doğru gelen şiddetle yanan alevle yok edilmişti.
Nefret etti.
"Canın ne isterse..." Chuuya'nın sesi cehennemde çıkmışçasına titredi. "Onu yapmana... izin vermeyeceğim..."
Verlaine soğuk bir gülüşle hislerini kabul etti.
"Sorun değil." Verlaine'in sesi şefkatliydi. "Kederinin üstesinden gelip karar vermen için hala zamana ihtiyacın var. Ama eninde sonunda dediğime geleceksin. Kanıt olarak da şunu göstereyim."
Verlaine boş elini Chuuya'nın alnına yerleştirdi.
Aniden garip bir şey oldu.
Atmosfer sanki yanıyormuş gibi, hava titremeye başladı.
Boşalan görünmez elektrik, Chuuya'nın gözlerinin yanında kırmızı ve siyah kıvılcımlar yağdırdı. Chuuya ağzını açtı ancak nefes alamadı. Ciğerleri nefes alma eylemini reddediyordu. Sanki boğazının derinliklerinden iğrenç bir şey çıkacakmış gibi hissediyordu.
"Şimdilik bu 'kapı'yı bir süreliğine açık bırakalım." Verlaine'in sesi bir ninninin nahoşluğunu taşıyordu.
"Çok değil, anında kapanabilecek saç kadar ince bir açıklık. Yine de yeterli olacaktır. Böylece anlayacaksın."
Chuuya'nın içinden bir rüzgar esti. Rüzgar, gözle görülemeyen dehşet verici bir yerden çıkıyordu. Esinti, çevre binaların yıkılmasına ve zeminin titremesine yol açtı.
Adam topraktaki sarsıntılara katlandı, gözleri manzaraya yapıştırıcıyla yapıştırılmış gibi Chuuya'ya baktı.
"Yeteneğe yönelik amplifikasyonlar tespit ediliyor. Hawking radyasyonu olduğu düşünülen yüksek enerjili ışınları gözlemleniyor, sayıları gittikçe artıyor." Adam otomatikmen felaketin raporlarını verdi.
"Faz geçişinden dolayı ortaya çıkan ısı boşluğu tahrip ediyor... olamaz!"
Bağıran Adam silahını doğrultarak şarjörü boşalttı. Özel, ölümcül mermiler Verlaine'in alnına, gözlerine, kaşlarına ve boğazına hedef aldı. Fakat...
"Seyirciler aktörlerin performansına karışmamalı."
Mermiler Verlaine'in cildine hafifçe dokunduktan sonra durdu ve güçlü yerçekimi kuvvetinin etkisiyle geldikleri yöne geri gittiler. Kurşunlardan birisi tesadüfen Adam'ın omzuna isabet etti.
Adam acıyla bağırdı ve yerde yuvarlandı.
O sırada Chuuya çığlık attı.
Çığlığı ruhtan yoksundu. Çıkan ses Chuuya'ya ait değildi. İnsan çığlığı şöyle dursun bu dünyaya ait bir çığlığa dahi benzemiyordu.
Kara alevler çıkmaya başladı.
"Geç kaldık! Şok dalgası ve ısı direnci açılıyor!"
Adam bağırdı, sol kolunu kaldırabilmek için yerde yuvarlandı. Dirseği açılarak parlayan gümüş bir kalkanı ortaya çıkardı. Adam, kendisini şok ve ısıdan korumak için demir, nikel, krom, molib ve titanyumdan yapılmış süper alaşımlı metal kalkanın arkasına sakladıktan sonra geri çıkmak için yeri tekmeledi.
"Hâlâ insan olduğunu düşünüyor musun, Chuuya?"
Uzay, deforme oluyordu.
Ve sonra, cehennem göründü.
Kara alevler yandı.
Her şeyi yakıp yıkan ve toprağı dahi eritip Suribachi Şehrininin oluşmasına neden olan alevlerle aynıydı.
Aynen Verlaine'in dediği gibi oldu. Cehennemin kapısı 3 saniyeliğine... açıldı.
Ama bu kadarı bile yeterliydi. Ara sokaktan yayılan yüksek sıcaklık elektrik direklerini yamulttu, yolun asfaltını kaynattı ve ana caddeye kabaran bir deniz gibi taştı. Ancak bunlar asıl cehennemin yalnızca başlangıcıydı.
Chuuya'nın durduğu yerin merkezinde sanki renkler erimiş ve içine çekilmiş gibi, manzara ortadan kaybolmaya başladı.
Ve geriye yalnızca siyah bir küre kaldı.
Hava titriyordu.
Kürenin yanındaki sekiz katlı binanın duvarı tamamen ortadan kaybolmuştu. Metal destekler, beton duvarlar, zemini, tavanı, dekorasyonları, her şey... Yok edilmemiş ya da erimemişti. Öylece ortadan kaybolmuşlardı.
Sadece binayla sınırlı da değildi.
Eriyen sokak lambaları, park halindeki araçlar, asfalt ve altında ne varsa genişleyen siyah küreye emilip yok oldu.
Kürenin menzili genişledi. Yandaki binanın molozları, tozlaşmış zemin, arabalar, elektrik direkleri ve yangın muslukları... Hepsi ittirilmiş gibi deliğin içine çekildi.
Küre, siyah renkte olduğu için siyah değildi. Aslında renksizdi. Yerçekimi kuvveti o kadar güçlüydü ki ışığı içine çekerek küreye hapsetmiş, geriye ise yalnızca siyah gözüken bir renk bırakmıştı. Görülebilecek herhangi bir kimyasal tepkimeden ya da patlamadan daha da dehşet verici, uzayın içinde gerçekleşen bir felaketti.
Bir kara delik...
Ve acımasız şeytan kralın gözleri...
Açıldıklarında kolayca bir sokak köşesini kaplayabilir ve yoluna çıkan ne varsa her şeyi yutabilirdi.
Fakat o kadar kısa sürdü ki siyah küre görüldüğü gibi gitmişti.
Biraz mesafede yaşayan vatandaşlar şaşırtıcıdır ki güvendelerdi. Ortadan kaybolmadan önce diğer evleri yıkıp dehşet verici bir manzarayı yaratan kara deliğe tanık olmuşlardı sadece.
O cehennemin ortasında Chuuya acı çekiyordu.
Acı, çektiklerini tarif etmeye yetmezdi. Tüm bedenindeki deri yüzülüyormuş, gözleri oyuluyormuş ve her bir iç organı eziliyormuş gibi hissettiren inanılmaz bir acıydı. Başka dünyaya ait bir canavarın bedenine girmiş, yoğun bir acıydı.
Ve Chuuya çığlık dahi atamıyordu.
Zemin kazılıp yok olmuş gibiydi. Oyulmuş çukurun ortasındaki Chuuya'nın bedeni bir büklüm olmuş ve yere yığılmıştı.
Etrafını çevreleyen hava yüksek ısıdan dolayı dalgalanıyordu. Kara delik kaybolduğunda etrafındaki havadan güçlü gama dalgalarını emmişti. Isı miktarı herhangi bir ışık kaynağının yayabileceğinden daha parlak ve güçlüydü, çevresini eritiyordu.
Havada uçan buharlaşmış metal parçaları ışıldıyordu. Yüksek sıcaklığın sebep olduğu bulanık görüntü çevredeki manzarayı dans ediyormuş gibi gözükmesine neden oluyordu. İlerideki elektrik direkleri eriyip özür dilermişçesine eğilmişti.
Kara delik kapanmış olsa bile çekim alanında hala anormallikler vardı. Kraterin merkezindeki Chuuya'yı çevreleyen mekan aniden bozuluma uğrayarak etrafına kapandı. Büyük bir depremin artçıları gibi; boşluk ara sıra sarsılır, yerküreyi aşındırır ve dururdu. Her sarsıntıda Chuuya acı içinde kıvrandı.
Acı çeken Chuuya'nın hemen yanında birisi duruyordu.
Figür, oldukça garipti.
Siyah giyimli, yetişkin olamayacak kadar küçük, yüzü bandajlıydı.
Garip olansa anormal yerçekimi kuvvetine karşın figürün öylece durmasıydı.
"Ne kadar nahoşsun, Chuuya."
Figür genç bir çocuktu.
Çocuk Chuuya'nın kolunu gelişigüzel kavrayarak kaldırdı.
Çevredeki anormal yerçekimi kuvveti, Chuuya'nın hissettiği katlanılmaz acıyla beraber ortadan kalktı.
"Sen..."
"En azından nezih, sessiz bir şekilde ölemez misin?"
Çocuk, Chuuya'yı omuzlarında taşırken kaba bir sesle konuştu.
Sonra yürümeye başladı.
Şiddetli yerçekimi kuvvetinin ve acının gitmesiyle Chuuya hızla bilincini kaybetmeye başladı.
Karanlığa kapılmadan önce Chuuya arkasında kendisini taşıyan adama baktı ve öfkeyle konuştu.
"Dazai..."
---
Anlamsız bir hatıra aklında tekrar edip durdu.
Pianoman ve diğerleriyle tesadüfen barda tanıştıkları zamanın anısıydı. Günü bilardo oynayarak ve puanlarını karşılaştırarak harcamışlardı. Önemsiz bir konu hakkında tartışmışlar ve birbirlerine şampanya şişelerini fırlatmışlardı.
Unuttuğu bir hatıraydı. Kahkahaları belli belirsiz, gerçek olup olmadığını söylemesi zordu.
Hatırası gördükleriyle karışmaya başladı. Kendisini sırtında taşıyan bir gölge uzaklaşmadan önce kendisini sokak kenarına attı.
Gölge, Dazai'nindi.
Chuuya seslenmeye çalışırken boğazı düğümlendi ve sonunda bilincini kazandığında o dükkanın önünde olduğunu fark etti.
Bilardo barı, "Eski Dünya".
Chuuya dikkatini Dazai'den bara doğru çevirdi.
Kan kokusu gizlenemeyecek kadar yoğundu.
Chuuya titreyen bacaklarıyla ayağa kalktı. Adım atamadan bacaklarındaki gücü kaybederek öne düştü.
Barın arkasına doğru sürünmeye başladı.
Pianoman, Iceman, Albatross, Doc...
Hepsi ölmüştü.
Bar, içeride fırtına kopmuş gibi paramparçaydı.
Pencereler kırılmış, bilardo masası duvara saplanmış ve kırılan alkol şişeleri yere saçılmıştı. Yıkıntının suçlusunun yerçekimi yeteneği olduğu belliydi.
Yenilmiş dört adam yerde yatıyordu.
İlk bakışta kurtarılmalarının imkansız olduğu apaçık ortadaydı. "Öldürülmüş"ten çok "kırılmış" gibiydiler ve hasar almamış parçaları hasar almış parçalarından daha azdı.
"Chuuya..."
Chuuya iplik kadar ince çıkan sese şaşırdı. Hemen sesin kaynağına doğru koştu.
"Hey! İyi misin?!" Chuuya, ağzından kan damlayan Albatross'un yanına aceleyle koştu. "Dayan, sana yardım edeceğim!"
Geç kaldığı belliydi. Açık karnından çıkan kemikleri görülebiliyordu.
"Özür dilerim Chuuya... yenildim. Göremiyorum ve... bacaklarımı hissetmiyorum." Görmeyen gözleriyle fısıltıyla konuştu. Bacakları parçalanmıştı. "Ama Doc'u kurtardım. Yakasını tutup... yoldan çektim. Herkes öldü... ben de öleceğim. Ama Doc'u... hastaneye götürmelisin."
Albatross, sağ elinde Doc'un yakasını tutuyordu. Sanki bir hazineyi koruyormuş gibi ellerini sımsıkı kapatmıştı.
Kurtarılan ve sıkıca tutulan Doc'un gözleri sessizce kapalıydı. Üst bedeninde... tek bir yara yoktu ve uyuyor gibiydi.
Alt bedeni ise yoktu.
"..."
Chuuya sıktığı dişleriyle ufak bir ses çıkardı. Dışarı çıkmakla tehdit eden çığlığını büyük bir irade gücüyle yuttu.
"Tamam." Chuuya zorlayarak fevri bir tonda konuştu. "Doc'u bana bırak. Senin sayende kurtuldu. Tanıdığım Albatross bu işte. Kendinle gurur duymalısın."
"Şükürler olsun." Albatross rahatlayarak derin bir iç çekti. Yüzündeki gerginlik kayboldu. "Chuuya... garajımdaki motoru... iş için ya da... kendin için... nasıl istersen kulla..."
Albatross elinin gücünü kaybetti ve yere düştü.
Albatross, Doc, Pianoman, Iceman ve Lippmann. Hepsi ölmüştü.
Chuuya bir süre başını eğik tuttu ve sessizliğini korudu.
Sonra ayağa kalkıp öldüklerini doğrulamak için herkesin yüzünü inceledi.
Ne kadar vakit harcadığını bilmiyordu. Girişten bir ses duyuldu.
"Chuuya-san..." Adam'dı. Bedeni yanmıştı ve kırık gözlerinin birinden sıvı akmasına rağmen iki ayağıyla ayakta, yürüyordu.
"Söylesene, oyuncak robot..." dedi aniden Chuuya. Sesinde duygudan eser yoktu. "Neden ölmek zorundaydılar?"
"Verlaine onları... öldürdüğü için."
"O zaman neden öldürüldüler?"
Chuuya'nın sesi, kırılmanın eşiğinde gıcırdayan bir mücevher gibi giderek daha keskin ve çılgınca bir hal alıyordu.
"Sebebini dile getirmenin.... amacını anlamıyorum."
"Cevap ver!" Chuuya bağırdı. Yere baktı. "Sen makinesin! Bana mükemmel, mantıklı bir cevap vermen gerekiyor!"
Adam sessiz kaldı, yüzü zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyormuş gibi ifadesizdi. Ama sonra konuşmaya başladı.
"Chuuya-san yüzünden." Adam'ın sesinde tonlama yoktu. "Verlaine, Chuuya-san'ın mafyada kalmaya karar vermesinin nedenini onların varlığı olduğunu düşündüğü için öldürmeye karar verdi. Ve aynı sebeple öldürmeye devam edecektir."
Sessizlik...
"Doğru diyorsun. Benim yüzümden oldu." Chuuya birden konuştu.
Sonra Adam'a döndü.
"Oyuncak robot, işinde sana yardım edeceğim."
Chuuya ileriye yürüdü, her seferinde tek adım attı. Yavaşça, adım adım, zemini eziyormuşçasına yürüdü.
"Verlaine'i bulacağız ama tutuklanmasına izin vermeyeceğim. Onu geberteceğim."
Düz, normal bir sesle konuşmuyordu. Cehennemin en derin, en karanlık yerlerinden çıkan kapkara bir mantrayı dile getirdi. Geri alınamayan, bir kez söylenen kötü niyetli bir mantraydı.
"Mafya, ailesini öldürenleri affetmez."
Çevirmen Notları:
Bu bölümde karakterin adı olan “Adam” ile Türkçedeki cinsiyeti erkek olan insan kelimesi “adam”ın aynı yazılmasından dolayı çıkabilecek karışıklıkları olabildiğince engellemeye çalıştım. Metnin anlam akışına göre bir sorun çıkacağını sanmıyorum ancak lütfen aynı yazılan bu iki sözcüğün farklı anlamlarda olduğunu unutmayın.
(1) “-Aniki” mafya, çete, zengin aileler vs. gibi yerlerde kendisinden rütbesi kendisinden daha yüksek kişiler için kullanılan bir çeşit hitap şekli.
(2) Saat Kulesi Nişanı adı, Britanya İmparatorluk Nişanı’ndan esinlenmiştir. Bir tür şövalye düzenidir ve Nişanın sivil ve askeri olarak beş sınıfı bulunmaktadır. Sadece ilk iki rütbenin sir (beyefendi) ya da dame (hanımefendi) unvanıyla anılma hakkı vardır.Saat Kulesi Nişanının lideri Agatha ise ‘dame’ unvanıyla anılmaktadır. Daha önce bu organizasyonun adını sayfamda farklı bir şekilde çevirmiştim ki o çeviri yanlıştı. Bunun için özür diliyorum. Bundan sonra bu adı kullanacağım.
(3) Youkan, kırmızı fasulye ezmesi, gar ve şekerden yapılmış kalın, jöleli bir Japon tatlısıdır. Genellikle blok halinde satılır ve dilimlenerek yenilir.
112 notes · View notes
gokkusaginda · 4 days
Note
sayısal mısın
Hayır sözelciyim
2 notes · View notes
Text
Katre / Uzun Bir Hikaye / Bölüm 1
Yaklaşık 10-12 sene önceydi.. Üniversite sonrası kısa ama bir ömür gibi görünen bir zaman boyunca işsiz kaldıktan sonra, tüm yıldırma çabalarını arkamda bırakarak kendi ideallerim doğrultusunda ilerlemek için seçtiğim bir işyerinde işe başlamıştım..
Fazlasıyla içe dönük ve yalnız bir insandım.. Öyle ki, aynı ekmeği bölüp paylaştığım, kardeşim dediğim insanların hayatından tek kalemde silinmiş ve silmiştim..
Anlatmak için çok çabalamıştım yıllarca kendimi.. Ama anlaşılamamış, hiçbir zaman dinlenmemiş, sözlerine değer verilmemiş bir insan olarak bir köşede kalmış ve artık garip bir insan olduğuma dair inancımı pekiştirmek üzereyken bir paragraf ilişmişti kulaklarıma..
Hırsız Yavuz karakteri sahilde "Fakat Allah kahretsin!" ile başlayan ve benim hayatımın dönüm noktalarından birine vesile olacak o paragrafı okuyordu..
Dikkat kesildim.. Defalarca dinledim.. Hayatımda ilk defa o gün "Bu hayatta benim gibi hisseden ve söyleyen biri var" diye geçirdim içimden..
O gün dinlediğim o paragraftan sonra yazarı araştırdım, tek biri hariç tüm kitaplarını okudum ve yine aynı yazar sayesinde hayatıma hayatımı çok başka noktalara taşıyacak insanlar dahil oldu..
2 notes · View notes
dusunebiliyorum · 5 months
Text
ben, tatlım ve taze sıkılmış portakal suyum yeni diziye başlamaya hazırız 🥹💖
2 notes · View notes
whumpookies · 1 year
Text
Dokuz Oğuz 1. Bölüm.
mourning his broth and his mother in such a short distance of time.. his team stand beside him whilst his emotions are in turmoil.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
13 notes · View notes
Text
Alilerin okula geldiği ikinci hafta...
"Söyler misin," diyordu Ege. "Neden günlerdir bu konuyu konuşuyoruz? Ali aşağı, Ali yukarı... tamam, ben de o varoşların bu okulda olmasından rahatsızım ama, sen biraz fazla abarttın sanki... geleneklerden kopmuş gibisin Berk, azıcık ölülerine saygı duy... Vefa'nın kırkı çıksın, ondan sonra elbirliğiyle şutlarız onları okuldan..."
"Bana verecek güzel bir haberiniz olduğunu söylemiştiniz, o yüzden geldim Ege'nin bu bok kokulu evine. Bana varoşların avukatlığını yapacaksan ben müsaadeni isteyeyim Ege!"
"Haberler Çağrı'da..." diye ellerini cebine soktu Ege. Çağrı,
"Ben bu konuda Berk'ten yanayım," dedi. "Bence de dönmeliler kendi çöplüklerine... dünyada arkadaşı ölen bi' onlar mı var?"
"Hay ağzın bal yesin..." dedi Berk. "Bu uyuşturucu senin beynine olumlu etki yapıyor lan! Dök bakalım planını..."
"Saçma-sapan konuşma Berk..."
"Saçmaladığımı düşünüyorsan, çıkabilirsin Ege."
"Beni kendi evimden mi kovuyorsun?"
"Mi casa, tu casa!"
"Az önce evime 'bok kokulu' da demiştin de..."
"Öyle değil mi..." diyen Berk, Çağrı'ya döndü. "Bir planın var mı bro?"
"Olmasa konuşur muyum..." diyen Çağrı, cebinden bir zarf çıkardı. "Bak bro, ikiniz de meseleye yanlış açıdan bakıyorsunuz... birlik olmuş, Alileri okuldan göndermeye çalışıyorsunuz... öyle bir şey yapın ki, Aliler kendi istekleriyle bu okuldan ayrılmak zorunda kalsınlar. Bu Varoşovaları bilirim, mal almak için az vakit öldürmedim oralarda... bunların onurlarından büyük hiçbir şeyleri yok, malum fakirler... bu zarfı görüyorsunuz öyle değil mi? Bu zarfın dolu olduğunu hayal edin... bir de Alilerin çantasından çıktığını..."
"Aliler o kadar kazanıyor olamaz mı?" diye sordu Ege.
"Ege, sen gerçekten mal mısın, yoksa mal numarası mı yapıyorsun?" diye sordu Berk. "Şimdi ver o zarfı bana Çağrı. Paradan daha büyük bir iftirayla suçlamamız lazım onları..."
*****
"Hoş geldiniz," dedi Önder. "Okulumuzdaki hırsızlık olayını işitmişsinizdir... benim size güvenim tam ama, sizi de bir arayalım istedik."
"Neden bizi özel olarak arıyorsunuz?" diye sordu Ali, kendine hâkim olamayarak.
"Nedeni mi var canım... siz üçünüz sürekli birlikte geziyorsunuz. Hazır bir ben, bir de kadın bir hocamız varken sizi arayalım istedik... hocam, Zeyno'yu arar mısınız?"
"Bi' dak'ka..." dedi Kenan. "Öndercim, bu nası' bi' üslup? Bu çocuklar, bu okula geleli iki hafta olmadı mı? Yeter bu kadar yumuşak yüzlülük... devlet okulunda olsaydık var ya..."
"Biz biliriz devlet okullarını hocam," dedi Arap. "Or'dan geliyoruz ya biz..."
Kenan, "Çokbilmişlik yapma," gibilerinden, Arap'ı aramaya başladı, Önder Ali'yi, kadın hoca da Zeyno'yu.
İlk temiz çıkan Zeyno, "Neyin arandığını bilmiyoruz bile..." dedi.
"Bir miktar para..." diye cevap verdi Önder de.
"Ne kadar bir para?" diye sordu Arap.
"Arap, senin korkudan beynin 'error' vermeye başladı galiba..." dedi Ali. "Paranın miktarını söylerler mi hiç?"
"İkisi de temiz çıktılar," dedi Kenan. "Gidebilirsiniz."
"Çantaları temiz, evet..." dedi kadın öğretmen. "Ama bir de dolaplarına bakmak lazım..."
"Hay aklınızla bin yaşayın," dedi Önder ve, öncü oldu. Müdür odasında bulunan herkes, Tozluyakalıların dolaplarının oraya gittiler...
İlk önce Arap'ın dolabı arandı, sonra Zeyno'nun, sonra da Ali'nin... dolabı açan Önder, çatık kaşlarıyla Kenan'a dönmüştü.
"Hayırdır," diye sordu Kenan, "Para orada mıymış?"
"Hayır, değil ama... bunu görmek isteyebilirsin..."
Tozluyakalı gençler, meraklanarak birbirlerine baktılar. Kenan'ın uzanan eli, dolaptan bir şişe içki çıkardığında da gözler büyüdü, ağızlar bir karış açıldı.
"Hocam, bu bana ait değil," dedi Ali.
"Evet, hocam, biz kırk yıl çalışsak o kadar pahalı bi' markayı alamayız ki!" diye bağırdı Arap.
"Ortada çok büyük bir oyun dönüyor..." dedi Zeyno.
"Hem..." diye kekeledi Ali. "Düşünün bir hocalarım, o şişe benim olsa onu ulaşılabilecek en kolay yere koyar mıyım?" Fakat Önder, Ali'nin ne dediğiyle ilgilenmiyordu. "Ne yapalım?" diye Kenan'a döndü.
"Bu durumda yapılacak şey belli..." diye lafa karıştı kadın hoca. "Disiplin kurulunu toplayacağımızı sen de çok iyi biliyorsun Önder hocam..."
"O kadar zahmet etmeye gerek yok," dedi Kenan. "Demek ki bir cahillik yapmış, genç işte. Disiplin, misiplin... ne uğraşacağız? Okulumdan kaydını silerim, bu hadise de bur'da kapanır. Okulundan olmak ona yetecektir."
"Bunu Ali'nin yapmadığını hepiniz biliyorsunuz hocalarım...!" dedi Arap. "Çok pis bir dümen dönüyor bur'da. Yalnız bilesiniz, Ali'yi bu nedenle kovacaksanız ben de ayrılırım bu okuldan!"
"Ben de!" dedi Zeyno.
"Üçünüzün de gitmesine gerek kalmayacak," diye bir ses geldi kapıdan. Döndüklerinde, kapıda Cemre'yi buldular. "Her şey benim suçum... çok üzgünüm," dedi Cemre.
"Anlayamadım kızım..." dedi Önder. "Nasıl senin suçun oluyormuş?"
"O şişe bana ait."
"Öyleyse ne işi var Ali'nin dolabında?"
"Okulda, çalınan bir miktar para nedeniyle arama yapıldığını duydum... üzerimde de bu şişe vardı, 'Onunla yakalanmaktansa onu buradaki dolaplardan birine saklarım,' dedim..."
"Neden Ali'nin dolabını seçtin peki?"
"Az önce de dedikleri gibi, bu şişeyi almaya güçlerinin yetmeyeceğini düşünürdünüz de ondan... ama işleri disiplin boyutuna getirdiniz... ben de, benim yüzümden ceza almasınlar istedim. İşte, ortaya çıktım. Bu okuldan atılması gereken biri varsa, o da benim..."
"Hayır, kastettiğim o değildi," dedi Önder. "Ali'nin dolabını nasıl açtın?"
"Ali dolabını kilitlemiyordu ki... bu bile size, şişenin onlara ait olmadığını düşündürmeliydi... siz içkiyi bulduktan sonra Alileri okuldan attırmaktan bahsetmeseydiniz, suçunu onlara yıkmaya çalışan kişinin dava dosyası bir faili—meçhul olarak kapanacaktı..."
"Madem dolap önce kilitsizdi, sen sonradan nasıl kilitledin?"
"Yakın arkadaşlarını henüz kaybeden üç öğrencinizin okula içki getirebileceğine inanıyorsunuz da, benim kilitsiz bir dolabı kilitleyebileceğime inanmıyor musunuz?"
"Valla' haklı," dedi Kenan.
"Hakkı olabilir, ama ben kanıtlarla ilgilenirim..." dedi Önder.
"Bu konuşma giderek hukuki bi' şeye dönüşmeye başladı, iyisi mi ben sıvışayım ortamdan..."
"Bi' yere gitmek yok!" diye bağırdı Önder. "Sen bu okulun müdürüsün!"
"Hocalarım..." dedi Cemre. "Siz Ali'yi okuldan atarsanız, onun başka bir koleje gitmeye maddi gücü yetmez. Tekrar bursluluk sınavına girse bile, sicilini araştıran yönetim onu kesinlikle okuluna kabul etmeyecektir. Ama ben her şeye sıfırdan başlayabilirim... birini kovmak istiyorsanız beni kovun, yeter bu kadar ahret sorusu sorduğunuz..."
"Kızım, senin ağzın ne güzel laflar yapıyor öyle, aynı annene çekmişsin... Ayla gibi avukat mı olacaksın sen de?"
"Kenan..." dedi Önder. "Bur'da ciddi bir mesele konuşuyoruz..."
"Araya az'cık şaka karışmadan ciddiyet olmuyor mu? Az önce de şaka ediyordum ben, siz ciddiye mi aldınız, ha? Hiçbir öğrenciyi disiplin kurulunu toplamadan atmam ben, burslu veya burssuz fark etmez..."
"Böyle bir durumda şaka etmek..." diye alnını sıvazlamaya başladı Önder, migreni tutmaya başlamıştı. "Kenan, iyisi mi sen şaka da yapma, ciddi bir şey de konuşma, sen en iyisi hepten sus tamam mı?"
"Ortam gerilince biraz yumuşasın istedim, ne var yani ya... offf... kendi okulumuzda da şaka yapamayacaksak..."
"Pekâlâ," dedi Önder, "Disiplin kurulu Cemre için toplanacak."
Buraya geldikleri gibi, buradan cümbür—cemaat ayrılmadılar. Sadece öğrenciler kalmıştı geriye... "Neden bizi kurtardın Bayan Vicdan?" diye sordu Ali.
"Söylediğim gibi, işlemediğiniz bir suçun vebali üzerinize kalmasın istedim..."
"Arkadaşlar," dedi Ali, Arap'la Zeyno'ya, "Galiba Cemre biraz utanıyor... bizi yalnız bırakır mısınız, belki söyleyeceklerini bana teke tekte söyler..."
Arap'la Zeyno, bozuk bir şekilde oradan ayrıldıktan sonra Ali, "Bu şişenin senin olmadığını biliyorum..." dedi.
"Ner'den biliyorsun?"
"Ortada bir tezgâh dönüyor... bizim bu okulda olmamızı istemeyenlerin, bizi hırsızlıkla suçlayabileceğini tahmin etmiştim, buna karşı bir hazırlığımız vardı ama... hırsızlık işi bizim gözümüzü boyamak içinmiş. Asıl amaç, o şişeyi Önder hocalara buldurtmakmış... peki, bizim okuldan gitmemizi isteyen kim?"
"Bana bir şey mi ima ediyorsun?"
"İma etmiyorum, ben senin gibi değilim, açıkça diyorum ki, 'Bu Berklerin oyunu ve sen de Kara Muratlık yapıyorsun ki, Berk suçunu itiraf etsin...'"
"Zekiymişsin," diye gülümsedi Cemre, "Berkleri bu planı yaparlarken işittim. Onların, bildiğimden haberleri yok ama..."
"Berk disipline gitmene razı olmayacak... sen beni kurtarıyorsun, o da seni kurtaracak..."
"Aslında bundan o kadar da emin değilim," dedi Cemre.
"Berk'in seni o kadar sevdiğinden emin olamıyorsan, neden kendini yakıyorsun?"
"Eğer ben yanarsam sadece bir kişi yanar... ama sen yanarsan, seninle birlikte Arap'la Zeyno da ateşlere atlamaya hazır... şimdi söyle, bir kişi mi kurtulsun, üç kişi birden mi? Hangisi daha adaletli olurdu?"
"Sana Bayan Vicdan demiştim ya..." dedi Ali. "Keşke dalga amaçlı söylemeseymişim, çünkü hakikat buymuş... kendini ateşe atarak, gerçekten de bir değil, üç kişiyi kurtardın sen..."
"Sadece teşekkür edip yolunuza gitseniz olmaz mı?"
"Hayır, sana ömür boyu borçlandık... bir kuru teşekkür yetmez..."
"Asıl Berkler, size bir ömür dokunamaz artık... çünkü başınıza uğursuz bir şey gelirse, parmakla gösterilen şüpheliler olacaklar..."
Ali, o zamana kadar Cemre'nin hep uykuda olduğunu düşünüyordu.
Şimdiyse, ilk defa bu uykudan uyanacağına dair içinde bir umut oluştu.
17 EKİM 2022
"Her şey bitti..." diyen bir kişi daha vardı. "Her şey geçti Vefa... Adalet yerini buldu. Tabii, formalite icabı sormak zorundayım... Seni çatıdan Cemre mi attı?"
Vefa'nın gözleri, bir kere kapanıp açıldı.
"Peki, nasıl hissediyorsun?"
Nasıl hissetmek mi? Çok tuhaf, Efe'nin çabalarıyla Vefa'nın saldırganı nihayet yakalanmıştı ama, Vefa hiçbir şey hissetmiyordu. Rahatlamamış veya huzura ermemişti. Çünkü biliyordu ki, her şey için çok geçti... Bu hale düştükten sonra, Cemre yakalanmış veya yakalanmamış, neye yarardı...
"Nasıl hissettiği önemli mi?" diyen Nesrin'in sesi, ilginç bir şekilde sinirli çıkmıştı. "Artık suçlarımız büyümeden ortaya çıkmamız lazım Efe... Kızcağız katil gibi ceza mı alsın? Buna 'yaralamak' denir, 'adam öldürmek' değil!"
"Nesrinciğim, bunları Vefa'nın yanında konuşmayalım istersen," dedi Efe, aslında o da Vefa'nın yanında konuştuklarına dikkat etmiş sayılmazdı. Çok tuhaf bir şekilde iki yetişkin, Vefa için ellerinden geleni yaptıklarına inanıyorlardı ve O'nun yanında, onu kızdıracak bir şey söyleseler bile tepki veremeyeceğini biliyorlardı. "Kadın dayanışmanı anlayabiliyorum, ama suç suçtur... bir kişiyi öldürmekle, onu bu hale getirmek arasında ne fark var?"
Ondan sonra Efe, Vefa'ya döndü. "Bundan sonra ilk yapmak istediğin nedir Vefacığım? İyileşmeye devam etmek dışında tabii..."
Vefa, gözleriyle yazma levhasını işaret etti. Efe, bir eliyle Vefa'nın bileğine destek veriyor, diğer eliyle de levhayı tutuyordu. Vefa'nın parmağı levha üzerinde gezdikçe, işaret ettiği harfleri seslendiren Efe, Nesrin'in not almasını sağladı.
"Telefonla... görüşmek... istiyorum," diye notlarını tekrarlayan Nesrin, Efe'ye baktı. "Telefonla görüşmek ne işe yarayacaksa!"
Efe, bu kez Nesrin'e aldırış etmedi. "Peki, ilk kimi arayacaksın Vefacığım?" diye Vefa'ya döndü.
Bu da soru muydu? Elbette Ali'yi. Ali, Vefa'nın kardeşiydi. Kendisine hiç ihanet etmeyen kardeşi... Ali, bilinmeyen numaradan gelen bu telefonu açtığında, karşı taraftan hiç ses işitmedi. "Alo, kimsiniz?" diyen arkadaşının sesini, aylar sonra kalınlaşmış bile buldu Vefa. O kadar uzun zaman mıydı birkaç ay...? Gerçi Vefa'nın durumu düşünülünce, zaten birkaç yıl yaşlanmış sayılırdı çocuk. "Kimsiniz, alo, cevap verin; sesiniz gelmiyor!" diye birkaç denemeden sonra kapattı Ali.
Vefa'ya bu kadarı da yetmişti, onu gözyaşlarına boğduğunun farkında değildi tabii Ali.
Onun bu halini gören Nesrin, az önceki tavırlarından pişman olmuştu bile...
Zavallı çocuğa, birkaç ay sonra kardeşinin sesini duymak bile yetmişti demek ki...
*****
Fakat Arap'ın telefonunu işitmesi mümkün değildi. Gizli numaradan gelen bu çağrı, arabanın içindeki telefonu çaldırdı durdu. O sırada Arap, Hazal'ı getirdiği uçurumda küçük bir ateş yakmıştı.
"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu Arap.
"Burası çok güzel..." diye gülümsedi Hazal. "Böyle bir uçurumu güzel bulacağımı, bu ateşin hoşuma gideceğini falan tahmin edemezdim... Aslında düşündüğümüzde... burası en iyi seçim... bur'dayken ikimizi de bulamazlar... yalnızken hep buraya mı kaçarsın Arap?"
"Evet, de..." dedi Arap. "Ben onu sormamıştım. Yani bütün bu olanlardan sonra... Cemre, babam... Ben boşluktayım sanki, sen nasıl hissediyorsun?"
Hazal, şarap şişesinden bir yudum aldı. "Ben nasıl boşlukta hissetmem ki... olanlardan ben de sorumluyum... Vefa'nın bana açıldığını Cemre'yle paylaşmasaydım... ama insanın aklına gelir mi, Cemre'yle Vefa, yani, aynı cümlede bile o kadar acayip duruyorlar ki... Cemre nasıl Vefa'ya âşık olabilir, ve bunu nasıl o kadar ustalıkla saklayabilir... aklım almıyor..."
"Benim de aklım almıyor..." diyen Arap, şişeyi elinden alarak o da bir yudum içti. Dönüşte de doğal olarak Bilal'in külüstürünü kullanacakları için, yavaş gitmeleri gerekiyordu... Ama bir yandan da, bu konular, alkolsüz konuşulamıyordu... "Bunca ay, onun canına kıydığını nasıl da sakladı..."
"Üstelik de sevdiğini öldürmesi... insan hiç sevdiğini öldürebilir mi Arap?!"
"Ben olaya sevmek, sevmemek gözüyle bakmıyorum..." dedi Arap. "Bir insan öldürmek gözüyle bakıyorum... o gece öldürdüğü sen de olabilirdin, çünkü seni kıskanmıştı."
"Evet, ama yine de bir fark var bence..."
Arap, Hazal'ın ne demek istediğini anlamıştı. "Allahtan Alime zarar vermemiş o kız..." dedi.
"Arap, o benim en iyi arkadaşımdı," diye cevap verdi Hazal da. "Her şeye rağmen..."
"Eğer O'nu 'hapishanede' ziyaret etmek istersen, seni anlarım..." dedi Arap da. "Madem en iyi arkadaşındı... sonuçta ben de... Babamı görmek için defalarca denedim, günlerce, haftalarca... Gerçi o çıkmadı görüşlerime... neyse... biz, senle ben... yani, ikimiz de... çok doğru bir şey yapmıyoruz... buluşup görüştüğümüzü herkesçiklerden saklıyoruz..."
"Evet... nedir suç... nedir ceza... Bilmiyorum. Tek bildiğim, çok üzgün olduğum, ve bu üzgünlüğü nasıl geçireceğim hakkında en ufak bir fikrim bile yok! Sanırım Cemre'yi görmeye gideceğim. Görüşüme çıkarsa tabii..."
"Ben biliyorum üzgünlüğünü nasıl geçireceğimi!" diyen Arap, ayağa kalktı ve uçuruma birkaç adım yaklaştı. "Dur Arap, n'apıyorsun, çok yaklaştın!" dedi Hazal.
"Merak etme, kendime zarar verecek değilim... bugün benim en mutlu günüm, yeniden doğdum sanki! Seni de buraya davet ediyorum, ha'di gelsene!" Arap da, Vefa gibi rahata, huzura kavuşamadığının farkındaydı aslında. İçinde bir şeyler buruktu. "Babam bugün dışarıya çıkıyor ya!" diye bağırdı. "Ona soracak öyle çok sorum var ki, belki de o yüzden mutlu olduğumdan emin değilim ben de... ama emin olmak için bir yolum var. AAAAA!"
Hazal, Arap'ın yaptığı şeyi garip bulsa da, hoşuna gitmişti. O da yaklaştı. "Bağırınca geçiyor mu böyle acıların?" diye sordu.
"Evet, ne zaman canım kaçıp saklanmak istese, burada bağırırım böyle. Sen de denemelisin."
"AAAAA!" Hazal'ın peyda ettiği çığlık, içkinin de etkisiyle, Arap'tan daha çok mutlandırmıştı genç kızı. Öyle ki, hiç düşünmeden, bir şey daha haykırdı: "Vefa, çok özür dileriz!"
Ne yaptığını fark edince, utanarak Arap'a baktı. Ama Arap, alınmış değildi. "Masum değiliz hiçbirimiz," dedi. "Hepimiz suçluyuz. Sen suçlusun, ben suçluyum... herkes suçlu. Sanırım bu hikâyenin en masumu Zeyno."
"Arap..." diye sesi titredi Hazal'ın. "Bana anlatacak bir masalın daha var mı?"
"Bende çok var..." diyen Arap, acı acı gülümsedi. "Seç, beğen, al gülüm..."
"Sonu mutlu biten herhangi bir şey olabilir. Son cümlesi, 'Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar,' olsun yeter..."
"Anlatırım, anlatırım tabii..." dedi Arap. "Ondan sonra da babama gideriz, olur mu gülüm benim?"
"Baban beni görmese de, orada olacağımdan emin ol..." dedi Hazal.
*****
Cemre, nezarethaneyi sadece bir kere görmüştü. O da Ali'yi bu demir parmaklıklar arkasında gördüğü zaman... Kendisi gibi on sekiz yaşının altındaki suçlular arasında değildi, genç kız, yalnızlıktan boyuna ağlıyordu... Avukat en son, annesinin sekiz yaşından beri aldığı bütün psikolojik destekleri kanıtlayan raporların onu "Bayrampaşa"da fazla tutmayacağını söylemişti ama şu anda beklemekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Annesi, Ali veya Berk gelse görüşe çıkmayacağını biliyordu, ama avukattan beri gördüğü ilk kişi, gardiyan, gelip ona, en iyi arkadaşının ziyarete geldiğini söyledi.
"Hazal...?" diyen Cemre'nin, gün içinde ilk kez ağlaması kesildi. "Demek hatır-gönül bilen bir sen varsın ha..."
Fakat, "Geçmiş olsun Cemre," diyen ses, bir başkasına aitti. Mavi, kendisini Cemre'nin en yakın arkadaşı olarak tanıtarak görüşme izni çıkarmıştı...
Cemre, ağlamaklı yeşil gözlerini Mavi'ye dikmiş, hiçbir şey söylemiyordu. Mavi, demir parmaklıklara bir adım yaklaşarak, "Bu kaç?" diye sordu. İşaret ve ortaparmağını havaya kaldırmıştı.
Cemre halen sessizlik içindeydi.
"Aaaaa, kör mü oldun yoksa? Bak, söyleyeyim Cemrecik. Bu iki. Bir değil ha, iki. Peki, niye sana bu sayıyı gösteriyorum biliyor musun? Çünkü ikisini de elinden alacağım senin. Hem Ali'ye hem de Berk'e adını unutturacağım senin... bir değil, ikisini birden. Çünkü bunu daha önce başaran bir kız yok... Okulun en popüler kızı için savaşan iki kardeş, artık yeni kraliçe için kavga edecekler... Ali'yle Berk benim için kavga edecek, ama sen bunu göremeyeceğin için üzgünüm. Ama, bana hangisini daha çok sevdiğini söylersen, onunla başlarım, bu kıyağımı da unutma, ha."
"Hastasın sen."
"Belki. Ama hangimiz dışar'da? Katil seni... o kadar zavallısın ki, bir kişi bile kalmamış yanında. Ama bunu hak ettin sen. İdam keşke Türkiye'ye geri gelseydi. Ama müebbetle idare edeceğiz el-mecbur... gerçi böylesi daha iyi. Gebermeyeceksin, sürüneceksin. Çürüyüp gideceksin mahpus damlarında... tabii, bunun için benim de çorbada bi' tuzum olacak. Bana bıraktığın bu hediyeyi seve seve anlatacağım polis memurlarına..." diyen Mavi, boynunu gösterdi.
"Bunu sana ben yapmadım, biliyorsun."
"Hafızan mı zayıfladı senin? Bunu gayet tabii sen yaptın... ben, bu ifadeyi bu şekilde verdiğimde, sence senin gibi bir akıl hastasına mı inanacaklar, bana mı? Şimdi o raporlara güveniyorsun değil mi? Annen hakkında her şeyi biliyorum. Senin akıl hastalıkların, o müebbedi yemene engel olamayacak. Şimdi sana iyi kudurmalar." Mavi, tam gidecekken döndü. "Ha, sana dostane bi' tavsiye... sakın ola ki, bi' kişiye daha âşık olma. Çünkü onu da alırım elinden."
Mavi, oradan çıkarken, "It's a mad, mad world that we're living it..." diye şarkısını tutturmuştu...
Hayatında, bundan keyifli bir an yaşadığı bir günü daha hatırlamıyordu.
*****
Vedat'ın serbest bırakılması, birkaç saati almamıştı. Tabii o Kenan Yağızoğlu değildi, işleri şipşak çözülmezdi; bir de o, alışık olunan karakoldan alınacaktı. Bilal, "Biliyordum," diyordu Arap'a, "Babamdan hiç şüphelenmemiştim ben...!"
Arap, soracağı sorular için Vedat'ı bekledi. Bu arada, aklını Hazal mevzusundan alamıyordu. Ali, aklını okumuş gibi, "Arap'ım," dedi, "Bütün bu olanlardan sonra... ne yapacağım biliyor musun?"
"Ne?"
"Berk gibi davranacağım... bütün sırları itiraf edeceğim... hani şu havuz partisi vardı ya, Ege'nin..."
"Evet?"
"Ben o partide Hazal'a bir şey söyledim. Seninle olamayacağı gibisinden bir şeyler..."
"Şu anda Hazal, kendi isteğiyle burada değil," dedi Arap. "İstese gelirdi. Yani kendini suçlamana gerek yok..."
Ali, kendini suçladığı için konuşmuyordu zaten.
Kendisi de, düşmanına olan aşkını öldüremediği için, Arap'a Aşk konusunda ahkâm kesemeyeceğini biliyordu artık.
Ali'nin telefonu, Ali'yi bu düşüncelerden ve iç hesaplaşmalardan kopartırcasına, bir mesajla titredi. "Bizim mekânda bekliyorum."
İlk bakışta çok belirsiz bir mesaj gibi gelse de, Ali hangi mekânın kesildiğini şıp diye anladı.
Eee, ne de olsa kardeşiyle, kimsenin anlayamayacağı bir lisanı geliştirmiştiler...
*****
Ali, artık yeni babasıyla birlikte edindiği okulun anahtarlarını kullanarak, oraya kadar gitti. Burayı kullanmayalı uzun bir süre olmuştu... Kuytu Köşe'den müzik sesleri yükseliyordu zaten, Ali yaklaştıkça bunun "Anason" olduğunu anladı.
Berk, pek de kendisine uygun olmayan iki şişe rakı kurmuştu ayarladığı sofraya. Birkaç da meze vardı. "Şöyle erkek erkeğe iki duble atalım, dedim..." diyordu. "Sen gelmeden sadece bi'kaç yudum aldım ha, yanlış anlama..."
"Dolabıma şişe saklamaktan nerelere..." diyerek karşısına oturdu Ali. "Bazen düşünüyorum da... ne yaşlandık be oğlum! Sen o gün o yumruğu Vefa'ya çakmış olmasan, bugün burada olmayacaktık..."
"Bütün bu yaşananlardan beni mi suçlu tutuyorsun?" diyen Berk'in dilinin ucuna, Cemre'nin, Ali'nin ensesine baltayı çakan kişi olduğunu söylemek geldiyse de, kendine hâkim oldu. Hayatında ilk defa, ilk kez, iyilik yapıp, denize atacaktı...
"Hayır, beni yanlış anladın..." diyen Ali, içkiye gerçekten ihtiyacı olduğunu hissederek kendi kadehine önce buzları attı. Berk, o sırada acılı ezmeden aldı çatalının ucuna. "Amma lezzetliymiş bu yalnız..." dedi. "Bi' daha zor sofra kurarım, bulmuşken tadını çıkar bence..."
"Önce kadeh kaldırmayı severim..." dedi Ali. "Cemre'ye..."
"Eğer Vefa'yı dövdüğüm o gün..." diye kadehini kaldırdı Berk de. "Bana bi' kardeşim olacağını söyleseler, ve onunla ilk aşkıma kadeh tokuşturacağımı... 'Benimle taşak mı geçiyo'sunuz lan?!" derdim.
Ali, kendini gülmeye zorladı. "Bana da bi' abim olacağını söyleseler, ve Cemre'nin, abimi terk edip, Vefamı öldüreceğini, aşkıma karşılık vereceğini, kadınım olacağını..."
Berk, bu işittikleri üzerine önce bir güzel öksürdü, sonra rakısından büyük bir yudum aldı. Cemre'nin, Ali'yle bu kadar ileri gideceğini hiç tahmin etmemişti, belki de bu korkutucu ihtimalden kaçmıştı... ne zaman olmuştu, nasıl olmuştu? Bunların hiçbirini soramadı, soramazdı. Anlaşılan, bu gece sarhoş olacak olan kendisiydi, kendisini toparlayacak olan da Ali...
"Kardeşim..." dedi Berk. "Teşekkür ederim."
"Neden bana teşekkür ediyorsun ki? Ben n'aptım şimdi?"
"Hiç övgü kabullenemiyorsun öyle değil mi... Sen, Pikaçu Ash'e ne yaptıysa bana ondan yaptın Ali... Herkes az buçuk bilir Pokémon'u, öyle değil mi? Herkes, Ash'in Pikaçu'yu seçtiğini düşünür... o iş öyle değil. Aslında, Pikaçu, Ash'i seçti... Aman, belki de rakı felsefesi yapıyorum... Herkesten bir filozof çıkartıyor şu meret..."
"Asıl ben teşekkür ederim..." dedi Ali de, ve Berk'e sarıldı. Karakoldaki o günden beri, artık Berk'le arasındaki fiziksel mesafeler tamamen kalkmıştı. "Ash de Pikaçusunu çok sevdi... İyi ki benim abim oldun. Ve iyi ki, ikimiz aynı kızı sevmişiz. Çünkü ikimiz de Cemre'yi sevmeseydik, seni en iyi anlayan ben olmazdım... Cemre'yi benim kadar sen de seviyorsun. Şimdi, ikimize de onun, bir yerlerde nefes aldığını bilmek yetecek... Ama hapishanede, ama klinikte... Cemre'nin başına ne gelirse gelsin, o daima kalbimizde olacak..."
Berk, Ali'nin rakı filozofluğunun hiç de fena olmadığını düşündü. "Kardeşim..." dedi. "Bu dünyaya yüz defa gelsem de, bin defa gelsem de, yine senin abin olmak isterdim..."
"Benim o kadar güzel sözlerim var mı bilmiyorum," diye gülümsedi Ali. "Ama ben de canımı feda ederim senin için gerekirse..."
*****
Ege ortalıklarda yokken, Çağrı genelde bahçede olmaya çalışırdı. Okulda olan—bitenden her zamanki gibi habersiz, en iyi arkadaşını izliyordu. Evet, bu en iyi arkadaş, kendini ağaç zannederdi. Bütün gün kendini ağaca yaslar, öylece beklerdi. Konuşmadan dikilirdi... Çağrı'nın sorularına cevap vermeden...
Çağrı, tanıdık bir yüzün kendisine yaklaştığını gördü. "Tam da iyileştiğimi düşünmeye başlamıştım!" diye bağırdı Can'a. "Tam da buradan çıkacağımı düşünüyordum...! Yine başladı halüsinasyonlar... Cemre'yi görmeye başlıyorum şimdi de...!"
"Sanrı değil, gerçek," dedi Cemre ve, yaklaşarak Çağrı'nın bankında yanına oturdu. Pembe önlüğü vardı üstünde.
"Sen ve bu özel klinikte olmak... ne alaka? Senin yeme bozuklukların filan vardı... onun için bir rehabilitasyon merkezine gitmen gerekmez miydi? Bu klinikte ne işin var?"
"Ben buradayım çünkü..." dedi Cemre. "Vefa'nın katili benim."
"Ne! Yok—artık, benimle kafa buluyorsun Cemre..."
"Sen yokken birçok şey oldu... Ege anlatmadı mı hiçbirini sana? Herkese anlattığım hikâyeyi, sana da tekrarlayacağım Çağrı. Ben Vefa'yı seviyordum. Öldüresiye. Hazal'ın elimden, bir değil iki erkeğimi almaya çalıştığını düşündüm, Rus ruleti Vefa'ya çıktı. Ali'nin bana âşık olduğunu fark edince, bunu lehime kullanmaya karar verdim... sonra işler çığırından çıktı. İşte bur'dayım. Henüz kimse bilmiyor... yani bir kliniğe gideceğimi biliyorlar da, hangisi olduğunu bilmiyorlardı... ama üzgünüm. Ne için biliyor musun? Hem en iyi dostumu, hem de sevdiğim çocuğu elimden almaya çalışan Hazal değil, Mavi'ymiş."
"Ne yani sen..." dedi Çağrı. "Bayağı bayağı çocuğu, 'This is Sparta!' diye çatıdan mı attın yani?!"
Cemre ister istemez güldü. "Cemre, dışar'da olsak sana ahlaki nutuklar çekmek isterdim ama..." dedi Çağrı. "Madem buradayız, özgürce söyleyebilirim: Sen benim idolümsün!"
"Ne!"
"Evet, zaten seni kendime hep yakın bulmuştum... benim için de insan sevdi mi, öldüresiye sevmeli. Ama benim, öldürecek kadar cesaretim olmadı hiçbir zaman. Leyla konusunda da çuvalladım, Zeyno konusunda da her şeyi berbat ettim..." Tabii, bu ikisinden de daha çok sevdiği son kişiyi paylaşmamak için dudağını ısırdı Çağrı. Her şeyi Cemre'yle paylaşması için henüz çok erkendi. Evet, her şeyin Çağrı için bittiğini düşünmesi yeterdi Cemre'nin; ama, Cemre için bir şeyler yapabilirdi Çağrı.
"Senin oda numaran kaç?" diye sordu Cemre'ye...
"Altı."
"Ben de dokuz numarada kalıyorum, sonra görüşürüz tatlım..."
Çağrı, şeytanice sırıtarak odasına doğru gitmeye başladı.
*****
"İyi de neden baba!" Arap'ın nihayet dili çözülmüştü. "Neden Kenan'ın böyle bir suçu senin üzerine yıkmasına izin verdin?! Neden boşu boşuna haftalarca lanet ettirdin bize?!"
"Hepsini sizin için yaptım!" diye bağırdı Vedat. "Kısa bir süreliğine de olsa, paralı olun, yüzünüz gülsün diye... ben olmasam bu hayta nasıl kıyacak nikâhı Kader'e!"
Bilal yaklaşarak, sanki Vedat kendi oğluymuş gibi onun alnından öptü. "Ne yapsak hakkını ödeyemeyiz baba..." dedi. "Ama o Kenan ödeyecek bu karanlık işlerinin hepsinin bedelini... Vefa'nın katili değilse de, beni kardeşimin canıyla o tehdit etmedi mi! Oğluna işkence etmedi mi yıllarca o ceza odasında... Bu suçların gümbürtüye gitmesine, kendi adıma izin vermeyeceğim! Kim benimle?"
Odadaki hiç kimsenin eli kalkmadı.
"N'oldu ya, öylece bırakıyor musunuz bütün bu meseleleri? Peki, Vefa'nın cesedi n'olacak? Onu ner'den bulacağız?! Cesedi ner'de bilmek istemez misiniz? Bayramdan bayrama bir Fatiha okumak istemez misiniz...!"
"Bilalcim..." dedi Derya. "Kenan Allahından belasını bulmuş zaten... ne kurcalıyorsun? Berk dememiş mi; ya altı ay ömrü kalmış, ya da bir sene..."
Bilal kaşlarını çattı. Kenan'ın öylece öleceğine inanası gelmiyordu, bir bit yeniği vardı bu işin içinde.
Ali'yse, telefonunu çaldıran zil sesiyle yerinden sıçradı. Derya, oğlunun yaşadıklarıyla psikolojisinin allak-bullak olduğunu biliyordu. "Ne bekliyorsun oğlum," dedi. "Açsana."
Ali, nedense yalnız başına konuşmak istedi. Bu gizli numarayı, Arap'ın odasında cevapladı. "Kiminle görüşüyorum?" diye sordu.
"Merhaba, ben Nesrin, Çağrı'nın annesi..."
"Aaaaa, merhaba Nesrin teyze... nasılsınız?"
"Senden iyi olduğum kesin Ali..." dedi Nesrin. "Büyük geçmiş olsun."
"Sağ olun. Sizin için ne yapabilirim?"
"Bu bizim Çağrı... seninle görüşmek istiyormuş deli oğlan."
"Ne alaka ki? O genelde Ege'yle sıkı-fıkı değil mi...?"
"Uyuşturucu işte, beyne etkileri, bırakıldıktan sonra da devam ediyor... Çağrı seninle samimi olduğunu düşünmüş olmalı ki, seni çağırıyor. Onu kırma tamam mı oğlum, yarın seni muhakkak bekliyor kliniğine... oda numarası dokuz, unutma."
"Tamam," diyerek telefonu kapattı Ali, tam da kendisine Truva atı misyonunu yükleyen kadınla konuştuğundan habersiz...
*****
18 EKİM 2022
Çağrı, öğle sularında ellerini ovuşturarak Ali'nin Cemre'ye gelişini izliyordu gerçek dokuz numaralı odanın kapısından, özel bir klinik olduğu için fazla denetim yoktu. Kendini Eros gibi hisseden çocuk, Ali iyice yaklaşınca hemen kendisini odasından içeriye attı. Bundan sonrasını Cemre halledecekti...
Ali, Çağrı'yı beklerken karşısında Cemre'yi bulunca, bir anlık şok yaşadı. Cemre, "Bu çikolatalar bana mı?" diye sordu.
"Madem oyuna geldim, senin olsun bari..." diyen Ali, bir kutu çikolatayı Cemre'nin sahip olduğu tek masaya bıraktıktan sonra, yatağının ucuna oturdu. Cemre de, ona uyarak kendi yastığına taraf oturdu. Aralarına başkalarının da sığacağı bir mesafe oluşmuştu.
"Annem nasıl bu aralar..." diye sordu Cemre.
"Nasıl olsun... bir çocuğunu mezara verdikten sonra, bir çocuğunu da demir parmaklıklar arasına gönderdi... yani bu özel kliniğe..."
"Peki ya sen?... Sen nasılsın?"
"Ben nasıl olayım..." dedi Ali. "Bir kıza âşık oldum, sonra... Gördüm... başımın belasını."
"Biz zaten..." dedi Cemre. "Denizkızı'yla Yangın Ali'ydik. Ateşle suyduk senle ben. Bizim birlikte olmamız bile bir savaş meselesiydi..."
"Ama..." dedi Ali. "Biri varmış biliyor musun... William Chester Minor diye. Öldürdüğü adamın karısıyla bir ilişkiye başlamış... bir aşk cinayeti değil ha, hem zaten adam da öyle büyük bir adam filan, askermiş, sözlük yazıyormuş... cinayetten sonra başlamış birliktelikleri... Bi' bir arada olma meselesiymiş, bağ kurma... Bu, dünyadaki insanların çoğunluğunun anlayabileceği bir ilişki değil. Ama böyle bağlar var. Japon işkencecisini affeden İkinci Dünya Savaşı gazisi bir Amerikalı var... Kardeşini öldüren adamla evlenen kadın falan var... araştırdım bunları. Gerçi sonuncusundan çok emin değilim. Sağlam değildi kaynak..."
"Berk gibi konuşuyorsun," dedi Cemre. "Bizim ilişkimizi onaylayacak bir toplum yok dışarıda... Çağrı hariç, o da içeride..."
"Ben Arap'ı kafalarım..." dedi Ali. "Zaten onunki de bir imkânsız aşk hikâyesiymiş... Hazal'la... Çağrı, Ege'yi ikna eder. Arap da Zeyno'yu... Berk zaten dünden hazır bize inanmaya... geriye halledilecek, bir tek büyüklerin işi kalıyor..." Ali gözlerini Cemre'ye kaldırdı. "Senle ben yeterince bedel ödemedik mi Cemre...? Yeterince acı çekmedik mi? Artık mutlu olmayı hak etmedik mi? Zaten sen bur'da ben dışar'da... Ben seni bekleyeceğim Denizkızım. Ha hapishane, ha burası, ne fark eder...? Cezanı çektikten sonra..."
"Gerçekten bekleyecek misin beni?"
"Bekleyeceğim."
"Öyleyse ben de seni bekleyeceğim." Cemre, yatağında biraz Ali'ye yanaştı. Ali de, biraz Cemre'ye yanaştı. Ali, Vefa'yı iten elleri tuttu. Cemre'yi çoktan affetmişti ama, Vefa'yı unutmuyordu.
Ali içinden, "Bizim gibi çiftlere birlikte ölmek yaraşır..." diye geçirdi, ama Cemre uğruna ölmek fikri cazip gelse de, o Zeyno'nun yaptığını yapmayacaktı. Çünkü Cemre ne kadar ölümü çağrıştırıyorsa, Berk de o kadar yaşamı çağrıştırıyordu.
Ali'nin bu dünyada bir ağabeyi vardı ve onun için, onun kardeşliğini yapmak için, ve onun mutluluğu için, hayatta kalacaktı.
*****
"Buradan, istediğin zaman çıkabileceğini biliyor muydun Çağrı?"
Çağrı, ilk defa kendisiyle konuşan bu ağaca baktı. "Nasıl yapabilirim?" diye sordu.
"Çok kolay. Buranın güvenliği çok zayıftır... eğer, gün doğana kadar geri döneceğine söz verirsen, sana kaçış yolunu gösteririm."
Aslında Çağrı, Cemre'den daha çok sabırlıydı. Burada kalmasına kalırdı ama, Ege'yle takıla takıla, onun gibi adrenalin tutkunu olup çıkmıştı. Gün doğmadan kliniğe geri dönmek, hayatında işittiği en heyecanlı işe benziyordu. Can'ın yardımıyla, tereyağından kıl çeker gibi kaçtı klinikten. İlk istasyonu, eski mekânlar oldu.
"Ooo, Çaça, nerelerdesin, görünmüyorsun kaç zamandır..." diye kendisini bir kız karşıladı. "Leyla gibi."
Bu, kumral saçlı ve toplu yapısıyla Akşın'dı. Hayatında duyduğu en garip isim olduğundan, unutulması zordu Çağrı tarafından.
"Evet... kliniğe yattım. Bilirsin, yüksek dozdan Tahtalıköye gitmemek için; biraz or'da takılıyorum. Biraz düzeleyim, döneceğim bu âlemlere..." dedi. "Leyla'yıysa bilmiyorum."
"Emin misin Çağrı? Yani bu gece, sadece izleyici misin?" diyen Akşın, Çağrı'nın dayanamayıp kendilerine katılacağından emindi.
"Evet," dedikten sonra Çağrı, Akşın'ı gece kulübünün derinliklerine kadar izledi. Bu, Taksim'deki en büyük gece kulübüydü, bir labirent gibiydi. Eğlenenler, müzikle hoplayıp zıplayanların arasından, dans pistinin ortasından geçmişlerdi, menzilleri de bir hayli kalabalıktı.
"Ne var bu akşam?" diye sordu Akşın.
"Ekstazi," diye cevap verdi leş gibi bir koltukta oturan bir genç.
"Ha'di ya," dedi Akşın. "Kokainden sonra keser mi o bizi?"
"Kokain gibi kullanırsan neden kesmesin?" diyen genç, o hapları koltuğun yakınındaki sehpanın üzerine koyup, telefonuyla ezmeye başladı. O gri renkli haplara, telefonunun üzerindeki virüslerin bulaşması önemli değildi, çünkü ne burasının hijyenik bir ortam olduğu vardı, ne de herhangi bir virüsün, ekstaziden daha fazla öldürücülüğü...
Akşın, gencin toz haline getirdiği ekstazi haplarını, kokain gibi kullanmaya başlarken, Çağrı'nın burnu iğrenç kokularla doldu. Ekstazinin, esrardan bir farkı yoktu aslında. Ama eskiden bu koku, kendisini bu kadar tiksindirmezdi. Çağrı, Ege'nin kokusunu özlediğini fark etti. "Şimdi, iki seçenek var önünde Çağrı..." dedi kendine. "Ya bütün o tedaviyi tersine çevirirsin, ya da Ege'nin kokusuna gidersin..."
"Beyler, bayanlar," dedi o gençlere. "Bana müsaade... Gün ışımadan olmam gereken bir yer var da..."
Müsaade istemesine gerek yoktu, o bir grup genç çoktan kendilerinden geçmişti bile. Çağrı, usul usul geride bıraktı onları. Yardıma ihtiyaçları vardı, polisi aramalıydı ama, bu kez de Çağrı'nın köstebekliğini fark eder, daha beter sarılırlardı başına bela gibi. Ansızın, Çağrı ona rastladı. O kişiye... Çağrı önce bunun, bir halüsinasyon olduğunu düşündü, öyle ya, Ege'nin burada ne işi vardı, kendisini nereden bulabilirdi?! Ama o koku... Çağrı'nın halüsinasyonlarını test etmek için son zamanlarda geliştirdiği koklama organı, Ege'nin gerçek olduğunu anlatıyordu Çağrı'ya.
"Ege, s-sen..." diye kekeledi. "Burayı nasıl buldun?!"
Ege, "Burada soruları ben sorarım," bakışı atsa da, "Şu geri zekâlılar sayesinde," diye Akşınları işaret etti. "Bakın kimler gelmiş ziyarete, diye 'post' atmış Instagram'a..."
"N-Ne... yani herkes gördü mü o 'post'u?!"
"Hayır, Akşın'ın profili gizli! Ama görür görmez damladım buraya, Allahtan yakınlardaydım. Seni aptal!... burada ne işin var senin!?"
"Ege ben temizim halen, yemin ederim her şeyin bir açıklaması var... hem... ben her şeyi izah edecektim sana! Gün ışıyınca klinikte bilecekti beni herkes! Herkesi boş ver, ben 'sana' anlatacaktım... buraya sadece kendimi denemeye gelmiştim! Uyuşturucunun bu kadar yakınına gelip de, ondan uzak durmayı başarabildiğimi kendime kanıtlamış, ve şimdi gitmek üzereydim...!"
"Çağrı," dedi Ege, "Bitti."
"Ne bitti? Başlamayan şey biter mi hiç?"
"Evet, haklısın... pek de başlamış sayılmazdı. O yüzden, hiç yaşanmadı kabul et aramızda yaşananları..."
"Çok saçma... ne demeye çalışıyorsun sen? Hiçbir şey anlamıyorum..."
"Çağrı, yine salağa yatma... sen ne dersen de, ben senin ne kadar zeki bir adam olduğunu biliyorum... ve ben artık 'yokum' Çağrı. Seni, sana rağmen koruyamıyorum ben artık..."
"Ege, şaka bu di mi..."
"Hayatım boyunca senin yörüngende dönmekten başka bir şey bilmedim ben. Ama bundan fazlası, kendime saygısızlık... sana son bir kıyak yapıp, geri zekâlı Akşın'ın paylaştığı fotoğrafa 'montaj' diyeceğim... bu kaçış maceranı son sırrımız olarak saklayacağım. Ve ben... kendi mutluluğumu kovalayacağım artık."
"Son mu, ne sonundan bahsediyorsun sen... ama, Ege... sen... bana bir şans vermiyorsun bile!"
"Kendine dikkat et Çağrı, bundan sonra... Becerebilirsen tabi'."
"Son sözün bu mu?"
"Evet."
"Peki, öyleyse sen bilirsin. Güle güle sana, elveda... yolun açık olsun!"
"Sana da mutluluklar."
"Mutlu olacağım, merak etme!"
Her daim rahat, gamsız, geniş bir tip olan Ege'nin, gördüğü en ciddi haliydi ve Ege Şimşek, Çağrı'nın hayatından böylece çıkıyordu. Soyadı gibi, bir şimşek misali... Çağrı'nın, keçi gibi inadını bırakıp, pişman olup, arkasından koşup, gözyaşları içinde; "Ege, n'olur gitme, dur, bekle," diye yalvarmasına, özür dilemesine bile izin vermeksizin, ortaya çıktığı hızda kaybedivermişti kendini ortalardan...
Kendi kendine, "Bunu hak ettin oğlum Çağrı..." diye tekrarlayıp durdu Ege'nin papağanı gibi. "Bunu hak ettin sen..."
20. BÖLÜMÜN SONU
21 Ocak 2023-17 Haziran 2023
2 notes · View notes
guzortasi · 9 months
Text
Bugünü bu kadar dolu geçirdiğime şaşkınım ya benden beklenmeyecek performans
3 notes · View notes
bozusuruz · 2 years
Text
Dün tvd izlemeye tekrar basladigimi biliyor muydunuz
10 notes · View notes
defolu · 2 years
Text
iğrenç bir sonuç🗿
8 notes · View notes
travestisevgilim · 1 year
Text
Bülent Ersoy Trans Kadınlar Tarafından Seviliyor Mu?63b7a0c11aa47
Bülent Ersoy gerek hayatı, gerek sanatçılığı, sesi ve yaptıklarıyla haber niteliği taşımaya devam ediyor. Peki travestiler ve translar Bülent Ersoy’u Seviyor mu? Seviyor olmalarının sebebi Bülent Ersoy’un imajı mı ? Bu durum günümüzde geçerliliğini koruyor mu ? Sevmeyenlerin sebebi ne peki? Son olarak 20 Eylül’deki benzemez kimse sana isimli tv programında haber olan Bülent Ersoy programa sarhoş…
Tumblr media
View On WordPress
2 notes · View notes
dunyanin · 2 years
Text
Okul değiştirmek istiyorum ama aşırı kararsızım
16 notes · View notes
hypnogaja · 2 years
Text
ben galiba bugün uyumayıp düzene gireceğim
2 notes · View notes
pearchive0 · 2 years
Text
25 "Must Have" Objects In Your Car Emergency Kit
The downside is that you simply want more storage space than the survival food path, and if it’s not your regular habit to cook dinner much at house, there’s a limit on how much you can store before risking any waste. If you’re able to wait out an emergency safely on your own property, this behemoth of an emergency package should maintain you and your family sustained for a couple of days. This roundup of survival essentials makes an ideal starter package for those dipping their toes into the world of disaster preparedness, but it could want some supplementation. A tactical backpack with veteran-approved gear for your emergency preparedness. Discussions with well being department employees are confidential. This means that your personal and medical data will be stored non-public and only shared with those who could must know, like your well being care supplier. Mayday offers simple, comprehensive and affordable first aid kits, auto roadside emergency kits and supplies. Mayday is the manufacturer of the Mayday meals bars & water packets. Emergency survival kits are designed to carry a quantity of days' value of emergency supplies and survival gear in a number of classes – meals, ingesting water, warmth, security, tools, and first help. When https://untappedreviews.com/the-lost-ways-review/ , have one other member of your family care on your pets while you are sick. The FDA’s Center for Veterinary Medicine manages outbreak response for animal food and is similarly staffed and ready to reply to incidents of foodborne illness in animals. View the current record of merchandise that meet EPA’s standards for use towards SARS-CoV-2, the purpose for COVID-19. Anyone dealing with, getting ready and serving food ought to always observe protected meals handling procedures, similar to washing hands and surfaces typically. However, one of the most vocal critics of the ‘worst-case scenario’ gang, Michael Mann, has been quoted in the UK nationwide press as describing the future for our children as “dystopian”. When I wrote that unique piece in 2019 I really wasn’t capable of recognize the sheer scale and seriousness of the situation that we’re going through. I didn’t realise that my youngest daughter’s phrases had been part of the call for assist that psychologists are telling us is coming from youngsters everywhere in the world. Be Wealthy & Smart,™ is a private finance present with self-made millionaire Linda P. Jones, America’s Wealth Mentor.™ Learn easy steps that make a big difference to your financial freedom.
5 notes · View notes