Tumgik
#ilan ediyor
triptoartsworld · 2 years
Text
Tumblr media
754 notes · View notes
iyiyimbitch · 4 months
Text
Filistin için milli yas ilan edildi ancak herkes şu an hiçbir şey olmamış gibi hayata devam ediyor 45 saniyeliğine televizyonda sıvası kırık bir evde Mehmetçiğin şehit haberi oluyor kanima dokunuyor bu
103 notes · View notes
ziyanoldukziyadesiyle · 3 months
Text
Neden hep ben iyi davranmak zorundayım herkes istediği gibi davranıyor ama benim azıcık tersimi gören hemen kötü ilan ediyor.
60 notes · View notes
ertan2618 · 5 months
Text
Tumblr media
1964 yılında bisikletiyle Hacca gitmek istiyor fakat gideceğini kimseye ilan etmiyor.
Cebinde sadece 66 lirası var. Yollarda paraya çok ihtiyacı olmuyor. Vaaz verdiği yerlerde önüne sofralar kuruluyor.
Cilvegözü Sınır Kapısı'na varıyor. 1952 yılına ait pasaportunu gösteriyor. Fakat 5.000 lira döviz alması gerektiği söyleniyor, parası olmadığından geçemiyor.
Yolundan vazgeçmiyor. Tel örgülerden bisikletini atıyor. Ardından kendisi de atlıyor. Bu kez bisikletini kucağına alıyor. Mayın tarlasından geçip Suriye asfaltına çıkıyor. Bisikletine binerek hızla ilerliyor. Amman’a varıp mola verdiği sırada tanıdıkları ile karşılaşıyor.
'Buradan öteye zorlanırsın, bizimle gel' diyorlar. Başta kabul etmiyor ama zorla ikna ediyorlar. Bisikletini Amman’da birisine emanet edip tanıdıklarıyla yola devam ediyor. Otobüsle Mekke’ye varıp Hac vazifesini tamamlıyor.
Dönüş yolunda (bir aksilik yüzünden) otobüsü kaçır��yor.
Arabadan arabaya aktarma yaparak Amman’a varıyor ve bisikletine kavuşuyor.
(Ürdün ve Suriye'yi geçtikten sonra) 'Nasılsa memleketime gidiyorum' diyerek bisikletiyle Türk hududuna geliyor. İşte orada, 5.000 liralık döviz almadığı ve kaçak geçtiği için tutuklanıyor.
(Savcılığa çıkarılan) Mehmet Neşet amca, 'Bu suçsa ben Beytullah’ı görmeye gittim. Gavur olmaya gitmedim ya, ne yaparsanız yapın' diyor, cezasına razı oluyor.
Mehmet Neşet Öz’ün bisiklet yolculuğu savcının çok dikkatini çekmiş. Savcının talebiyle bisikletli fotoğrafı çekiliyor.
Ve o fotoğrafı Hürriyet Gazetesi basıp haber yapıyor. Ailesi olayı gazeteden görüp öğreniyor, yanına gidiyorlar fakat alıp gelmek mümkün olmuyor.
Mehmet Neşet amca 27 gün cezaevinde yattıktan sonra beraat ediyor. Yol arkadaşı bisikletiyle otobüs bindirilip evine gönderiliyor.
Uzak akrabaları ve köylüleri Hacı Mehmet Neşet Öz için hep 'Yollarda ölecek, ölüm haberi gelecek' dermiş. Fakat vefatı söyledikleri gibi olmamış.
Vefatından bir gece önce köyündeki dört kahveye de girerek herkese çaylar ısmarlamış, 'Yarın benim bayramım var' demiş.
Ertesi gün, 19 Şubat 1976'da sabah saatlerinde yatağında huzur içinde vefat etmiş. Nur içinde yatsın. Allah rahmet eylesin."
21 notes · View notes
sadecedoruk · 7 months
Text
250 $'a Mercedes
Adam otomobil almayı düşünüyor. Gazetedeki ilanlara bakıyor.
Derken, o da ne,
"250 DOLAR A MERCEDES"
Yanlış basılmış deyip sayfaları çeviriyor. Ertesi gün yine aynı sayfa, yine aynı ilan
"250 DOLAR A MERCEDES"
Hata devam ediyor diye düşünmüş. Ertesi gün yine aynı sayfa, aynı ilan.
"250 DOLAR A MERCEDES"
Bir dakika yaa bir arayıp ikaz edeyim, yanlış yapmasınlar deyip numarayı çevirmiş. Çok kibar ve güzel sesli bir bayan cevap vermiş, -Buyurun beyefendi.
-Hanımefendi, gazetede bir mercedes ilanı var, siz mi verdiniz?
-250 dolar a yeni bir süper lüks mercedes, bunu soruyorsunuz sanırım. Evet, zaten sadece siz aradınız.
-Yani, ilan doğru mu?
-Evet beyefendi, arabayı almak mı istiyorsunuz?
-Yani 250 dolar a mercedes öyle mi..? -Evet. -A ar.. arab.. araba ara.. arabayı gö.. gö.. göreb.. görebilirmiyim?
-Tabii adresi vereyim yazın.
Adam hızla yola düşer, şehir dışındaki adresi bulur, görkemli bir malikanedir. Bahçeden girer, zili çalar, Bir uşak kapıyı açıp adamı salona alır. Güzel, genç ve alımlı bir bayan gelir, kibarca karşılayıp buyur eder adamı.
-Hanımefendi, ara.. ara.. aa.. aarabayııı g.. ggö.. görebilirmiyim?
-Tabii ki, buyurun garaja gidelim. Garajın kapısı açılır,… pırıl pırıl, özel yapım, son model mercedes tüm ihtişamıyla orada.
-Ha ha han hanımefendi, a a ara araba ça çal çalışıyor mu?
-Alın anahtarları deneyin.
Adam elleri titreyerek arabaya oturur, anahtarları takıp marşa basar, araba saat gibi çalışmaktadır.
-P.. pe.. pekii, y.. yü.. yürüyor mu?
Diye sorar.
-Bahçede bir tur atın isterseniz.
Adam bahçede bir tur atar, evet… Mercedes şahane… Geri döner ve sorar. -Şimdi ben, size 250 dolar verirsem bu arabayı alabilirmiyim yani?
-Evet Beyefendi, aynen öyle. Adam yine elleri titreyerek cebinden çıkardığı paraları kadına uzatır. Kadın aracın belgelerini imzalayıp adama uzatır,
-Hayırlısı olsun beyefendi, deposu da dolu, arabanızı güle güle kullanın. Adam arabaya biner, tam gidecekken döner ve dökülür:
-Hanımefendi, Allah aşkına ne olursunuz şu işin aslını bana anlatın, yoksa delireceğim!
Kadın buruk bir kahkaha atarak
"pekiyi", der.
Ve çantasını açıp bir kağıt çıkartır.
-Bu benim geçen hafta sekreteri ile yurtdışına kaçan utanmaz eşimin bıraktığı mektup.
Bakın ne diyor:
"Sevgili karıcığım bana çok emeğin geçti, beni affet… Sana evi, çocukları, eşyaları, şirketlerden birini, sahildeki yazlığı bırakıyorum.
Senden küçük bir ricam olacak: Lütfen garajdaki Mercedesi sat ve parasını bana yolla"
😁
21 notes · View notes
yazan-kalem-siyah06 · 1 month
Text
Tumblr media
Yıl 1958...
Adnan Menderes herkesi kendi gibi düşünmeye zorluyor,
Katılmayanları ise vatan haini ilan ediyor.
Aşık Veysel,
Menderes'e evet demediği için köyüne hapsedilmiş,
seyahat özgürlüğü elinden alınmıştır.
Aşık Veysel'den vatan haini olur mu?
Korkmaz, dik durur ve bu şiiri yazar.
Demokrasinin budur rejimi
Vatan milletindir, kim kovar kimi
Sıkma savcıları, kovma hakimi
Şikayet yok, adalet var bu yolda
Topkapı'da, Kayseri'de, Uşak'ta
Kimin hakkı vardır, bu sefil halkta
Parmaklar oynuyor türlü nifakta
Selamet yok, felaket var bu yolda
Radyo denilen milletin malı
Neşriyatlar tarafsızca olmalı
Hakimiyet milletindir bilmeli
Esaret yok, hep millet var bu yolda
Manasız mantıksız Vatan Cephesi
Vatan milletindir bu neyin nesi
Maksat Menderes'in seçim dalgası
Menderes yok, memleket var bu yolda
Milletsiz bir devlet yoktur olamaz
Eğri bakan aradığın bulamaz
Hiçbir parti ebediyen kalamaz
Şikayet yok, nihayet var bu yolda
Veysel söyler ama duyulmaz sesi
Doğru diyene diyorlar asi
Böyle değildi şu demokrasi
Tahkikat yok, hürriyet var bu yolda
Aşık Veysel...
Bugün Büyük Ozan,
Anadolu'nun rengi
#AŞIKVEYSEL'in ölüm yıldönümü... Saygı ve rahmetle anıyoruz.
(21.Mart.1973)
Değişen bir şey yok buralarda,
kötülük katmerlendi sadece...
11 notes · View notes
ay-simay · 9 months
Text
Tumblr media
Herkes istediği gibi davranıyor
Benim azıcık tersimi gören kötü ilan ediyor...
Oh ne âlâ memleket!!!
🖤...
48 notes · View notes
mnsrykt · 1 year
Text
"Biz toptancılığa alıştığımız için, çocuğa Kur'an vereceğiz diyorsak hafız olmasını istiyoruz. Mesela, çocuğumuz altı yaşına geldi, Amme cüzünü ezberlesin diyoruz. Hâlbuki ashap mantığına dönsek; çocuk altı yaşına geldi, Fil suresini ezberlettik mi, evet. Bu Fil suresini ben çocuğa hazmettirsem, bir daha kâfir, tank, Yahudi... bir şey görmez bu çocuk. Bir iman verdim, bu imanla beraber Allah'a bağlılığı ve Allah'ın küçük bir kuşla filleri bile nasıl helak ettiğini, o Allah'ın bu Allah olduğunu, aynı Allah'a iman ettiğimizi...Bir yaz boyunca sadece Fil suresi eğitimi olsa...Hani Diyanet İşleri Başkanlığı , dönemlere ayırarak belli temalar ilan ediyor ya, mesela bu yıl çocuklamız Fil suresi imanına ulaştırma gayreti diye bir kampanya başlatsak... Çocuklarımız, dilediğinde büyük orduları mercimek kadar taşlarla helak eder Allah, dilerse bunu da kullanmadan eder... diye bir şuura erseler.
Bunun gibi bir mevzuyu bir gün televizyonda konuşuyordum, spiker dedi ki: 'Ama hocam, pedagoglar çocukların erken yaşta bu tip konulara karıștırılmamalarını öneriyorlar.' O pedagog kimse, ona deyin ki, dedim; bir örümceğin (Spider-Man) dünyayı helak edişini anlatan çizgi filmi iki yaşında izlettiriyorlar çocuklara. Çizgi filmi örümcekli yapınca çocuk düzeyinde oluyor da Allah bunu Kur'an'ında anlatınca niye çocuk düzeyinde olamıyor? Bence bilakis çocuk düzeyindedir Fil suresi. Çünkü sahabenin bilgi olarak çocuk düzeyindeki döneminde indi bu sure. Batı da biri Fil suresini çizgi film yapsa, alimallah, bütün aileler izletir o zaman. Belki de biz becerip film kalitesi ve heyecanında aktaramıyoruz. Allah rahmet eylesin, Hamdi Yazır'ın tefsirinden beş yaşında çocuğa bu sureyi okumanın da manası yok. Evde en tatlı kim konuşuyor; dede-baba, anne, dayı... kimse bu macerayı o anlatsın."
67 notes · View notes
samraderlerr · 9 months
Text
Şuan şu dakika bişey gördüm. Ne gördüğümü değil de ne anladığımı anlatacağım. Ben hayatla barışık yada dünyaya umutlu gözlerele bakmıyorum. Çok sorunumun var kendimle ilgili kendi kendime bile depresyona girebilirim ben. Ama ne anladığıma gelirsek. Hayat çok güzel ve yaşamaya değer ölen öldüğüyle kalıyor, insanlar hayatına olduğu yerden devam ediyor, evet evet bunları ben söylüyorum hayat çok güzel yaşamak nefes almak, süslenip hazırlanmak,hafif bir rüzgarlı havada şarkı dinlemek gök yüzünün mavisi, bir konsere gitmek bir kitap okumak, Allah'ım o kadar güzellik varken neden en kötüsünü düşünüyorum bilmiyorum bu yazı benim motive konuşmam olarak ilan ediyorum. Ve rabbim bana verdiğin benden aldığın ve bana vereceğin herşey için binlerce şükür gecenin yarısında içimde dolup taşıdı bu yazı çok hoş oldum ben bi an lan dkkdkd
27 notes · View notes
ssessizgece · 4 months
Text
"Elinde bir silah tutuyor diye kendini herkesin katili ilan ediyor, dilinde çiçeklerle tüm suçlular onu masum olmadığına inandırıyor. Ellerinde kelepçelerle her defasında teslim oluyor, onların ittiği ana kendi ayaklarıyla çıktıgı o iskemle parmaklarımın arasında duruyor."
9 notes · View notes
by-hulusi · 2 years
Text
Tumblr media
“İnsan onurlu doğar. Ve hiçbir insanın kraliçelerin vereceği onura ihtiyacı yoktur!”
Sembène, 1997 yılında İngiliz Kraliyet Ailesi Özel Onur Ödülü‘ne layık görüldü.
74 yaşındaki yazar, törene katıldı, kürsüden Kraliçe II. Elizabeth’in yüzüne karşı, dünyayı şok eden şu konuşmayı yaptı ve ödülü almadan salonu terk etti:
“Konuşmama İngiliz dilinde devam etmeyeceğim için hepinizden özür dilerim.
Sizin topraklarınızdayım ve sizin sahibi olduğunuz sistem içinde, sizin tarafınızdan payelendiriliyorum.
Ancak asıl konuşmam kendi öz dilimde olacaktır.
Merak edenler, konuşmamın İngiliz diline tercümesini koltuklarında bulabilirler…
İngilizler geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı.
Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler.
Gözümüzü açtığımızda ise; bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı…
İngilizlerin dinini, dilini öğrendik. Uzak dünyadan gelen yeni dil ve din bizi hep çalışmak zorunda kalan itaatkâr köleler yaptı.
Özgürlük için her karşı geldiğimizde, bizi birbirimizle savaşmak için ikna ettiler ve silah verdiler.
İngilizler gelmeden önce topraklarımızda sadece kavga vardı.
İngilizlerin kutsal dini bizim kavgacılığımızı kullandı; evlatlarımızı savaşçı yaptı.
Hem de sadece kendi kardeşleriyle savaşan, dünyayı İngiliz dilinden ve İncil’den ibaret sanan vahşi savaşçılar...
Hastalıklar yaydılar.
Ne olduğunu bilmediğimiz içeceklerle bizleri hasta ve zayıf yaptılar.
Atalarımızı zincirleyerek büyük şehirlerine köle olarak götürdüler.
O büyük binaları, caddeleri, tünelleri ve kiliseleri, insan etinin üzerine inşa ettiler…
Kendilerini temizlemek içinse sanatçılarına fikir adamlarına, "sadece kendilerini kapsayan insan tariflerini" yaptırdılar.
Her çeşit yiyeceklerin büyüdüğü topraklarımıza ilaçlar döktüler.
Toprağın altındaki yanıcı siyah cehennem kanı (petrol) için bizleri öldürdüler.
Büyük acılar ve ölümcül işkenceler ördüler…
Her gelen gemiden kıyılarımıza hep ikiye bölünmüş tekneler yanaştı.
İlk gelenler zulüm ettiler, arkadan gelen arkadaşları zulmü durdurma vaadiyle bizleri ele geçirdiler. Bugün gelenler de aynı sistemle hala işgale devam etmekteler…
Yeni ilaçları, biyolojik silahları ve hastalıkları deneyen gönüllü doktorlarınızı istemiyoruz
Emperyalist sisteminizde geri dönüşüm ekonomisiyle aslında sömürü olan yiyecek yardımlarınızı kabul etmiyoruz
Birbirimizi anlamamızı zorlaştıran, şarkılarımızı ve masallarımızı unutturan fakir dilinizi reddediyoruz
Çağdaş dünya daveti içindeki, bizi zorla şekillendiren yüzeysel sanat kuramlarınıza karşı çıkıyoruz
Özgürlüğümüzü ilan ediyor, Afrikalı insanlar olarak doğduğumuzu ve Afrikalı ölmek için de bütün Avrupa’yı topraklarımızdan kovuyoruz
Birbirimizi öldürelim diye bize öğrettiğiniz ırkçılığı, Felsefe adına önümüze sürdüğünüz batının sığ kafalı laflarını, Hukuk adına yaptığınız bütün şovenistliklerinizi ve sanat diye dayattığınız bütün estetik öğretilerinizi Afrika topraklarından silene kadar Afrika sizinle savaşacaktır
Siz kabul etmeseniz de bir Afrikalı en az dünyanın herhangi bir yerindeki bir batılı kadar onurludur
“İnsan onurlu doğar. Ve hiçbir insanın kraliçelerin vereceği onura ihtiyacı yoktur”
Sembene 1923’de doğdu, 2007’de öldü.
Senegal sanat tarihinin en ünlü yazarı, senaristi ve yönetmenidir.
Ancak onu ‘çok özel biri’ yapan şey, bu yeteneklerinden veya yazdığı God’s Bits of World (Tanrı’nın Dünya Bitleri), Xala, Black Docker (Siyahi Liman İşçisi) gibi kitaplardan veya yönettiği onlarca filmden biri değil.
Sadece bir tepki, bir protesto eylemi, onu olduğundan daha ünlü ve çok daha özel bir sanatçı yaptı.
•Alıntı
101 notes · View notes
demircizademehmet · 9 months
Text
Sarıkamış Faciasını Şahidi Anlatıyor
Dünya Savaşı’nın üzerinden tam 100 yıl geçti. 600 yıllık bir çınarın gövdesinin paramparça edildiği bu büyük harpte, nice insanımız, evinden binlerce kilometre ötede can verdi. Niceleri anasından, babasından, eşinden ve çok sevdiği çocuklarından ayrılmak zorunda kaldı… Kimisi vatan uğrunda şehit oldu, kimisi esir düştü… Büyük savaşta Osmanlı’nın başına gelenler birçok eserde anlatılmışsa da, yaşanan felaketler dillendirilmişse de, dedelerimizin acıları ne yazık ki unutuldu.  Şimdi toprağa gömülüp giden o acılar hatırlanmayı bekliyor…
İrfanoğlu İsmail’in Esaret Hatırları
Dedelerimizin askerlik hatıraları maalesef gerektiği gibi kayıt altına alınmadı. Buna rağmen bir gayret var ki, takdire şayan… Sarıkamış cephesinde Ruslara esir düşen Molla İsmail Efendi’nin hatıraları oğlu Ahmed Rıza İrfanoğlu’nun kalemiyle yeniden hayat buldu. 14 yaşına kadar babasının dizinin dibinde harp ve esaret hatıralarını dinleyen Ahmed Rıza İrfanoğlu’nun “Allahüekber Dağları’ndan Sibirya’ya” isimli hatırat kitabı meraklılarını bekliyor.
Sarıkamış’ın kışından, Rus’un süngüsünden, Sibirya’daki 5,5 yıl süren esaretten kurtulan Molla İsmail, memleketi Rize’ye döndükten sonra yıllarca imamlık yapmış, 28 Ocak 1961 tarihinde de vefat etmiş. “Kirpiklerimi birbirine vurmazdım bile! O derecede dikkatle dinlerdim.” diyen oğul Ahmed Rıza, babasının hatıralarının yazılamaması hususunda şunları söylüyor: “1961 yılında ölümünden önce, hatıralarını yazdırmak için köyümüzde yazıcı aradığını duydum. Ben o zaman uzaklarda idim. Onun o niyetini, o zaman hafife aldığımı itiraf ederim. Sonra pişman oldum, hatıralarının yazılamayışına! Bir yandan da kendimi teselli ediyordum. Çünkü babamın esaret hatıraları aklımdaydı. Ve de kendime güveniyordum, onları yazabileceğime!..”
Bu düşüncelerle babası Molla İsmail Efendi’nin harp ve esaret hatıralarını kaleme alan Ahmed Rıza İrfanoğlu, yaşanan acıların, yoklukların, milletin başına gelen faciaların unutulmaması namına kalemi eline almış.
Cihan Harbi’ne Gönüllü Katıldı
1914 senesinin haziranında fitili ateşlenen dünya savaşı Osmanlı için ölüm kalım mücadelesinin de başlangıcı demekti. Memleketin dâhilinde ilan edilen umumi seferberlikle pek çok kişi silahaltına alınmıştı. Silahaltına alınan askerler evvela eğitim için belirli bölgelerde toplanıyordu.  İşte o günlerde Rize’nin köylerinden Beyazsu’da (Palodya) ikamet eden Molla İsmail Efendi, tahsilini İstanbul Beyazıd Medresesi’nde tamamlamıştı. 1914 senesinin Eylül ayında da Osmanlı ordusuna gönüllü olarak katıldı.
Beyazsu Köyü’nden cepheye giden 27 kişi arasında yer alan Molla İsmail Efendi Of – Çaykara üzerinden Gümüşhane- Kelkit yolunu takip ederek Erzincan’a geldi. 22 gün süren bu yolculuktan sonra Erzincan’da başlayan askerî eğitim Molla İsmail Efendi’nin hayatının dönüm noktalarından birini teşkil ediyor. Harp talimlerinin ardından topçu batarya katibi olarak III. Ordu’ya katılan Molla İsmail,  Kasım 1914’te Ruslarla çarpışmak üzere Erzurum’a hareket etti. İlk çarpışmaya Hasankale-Hızardere mevkiinde katıldı, kahramanca vuruştu, pek çok kez ölümün kıyısına yaklaştı. Ancak Sarıkamış’ta verilen elim karar, o büyük hata, birçok Osmanlı askeri gibi Molla İsmail Efendi’nin de hayatını alt üst etti. Muhteris bir emirle yok edilen koca ordudaki binlerce askerin hikâyesi Allahüekber Dağları’nda nihayete erdi. Peki ya sağ kalanlara ne oldu?
26 gün boyunca dağlarda, esir düşmemek için, aç susuz hayatta kalma mücadelesi veren Molla İsmail ve birkaç düzine asker 1915 senesinin ocak ayında Ruslara esir düştü. Böylece İsmail Efendi, 46 günlük bir tren yolculuğundan sonra hayatının 5,5 yılını geçireceği, Asya’nın doğusundaki Rus esaret kampı Vladivostok’a götürüldü. Rus ellerinde geçirdiği sıkıntı ve hasret dolu yılların ardından, Ekim Devrimi’nin getirdiği boşluktan istifade edip memlekete dönmek üzere yola çıkan İsmail Efendi, Stalingrad’da Bolşevik kurşunlarından son anda kurtuldu.
İsmail Efendi, Stalingrad’dan güneye, Hazar Denizi’ne akan Volga suyunun kıyısında da ölümden döner, hayretler içinde kalır: “Hasankale’de, Hızardere’de, bu Rus milletinin askeri ile 5,5 sene evvel süngü muharebesine girdim. Bana bir şey olmadı. Narman’a kadar savaştık, üstümde kan lekesi görmedim. Bardız’ı alırken savaştık. Sarıkamış’ı almak için taarruza kalktık. Ordumuz kırıldı. Bana bir şey olmadı. Allahüekber Dağları’nda başıboş bir ay dolaştık. Kar, kış, soğuk, açlık, bit, tifüs, düşman ve her şeye rağmen sağ kaldım. Sonra esaret, Vladivostok. Bunca işten sonra kaçıp kurtulayım derken, birbirlerini yok etmeye çalışan Rusların iç savaşının ortasında kıl payı ile ölümden kurtulmuştum. Ne talihim varmış hayret! (…) 27 kişilik arkadaş grubundan sadece iki kişi kurtulmuştuk! Her tehlikeli anda, en son dakikada, gizli bir el beni korumuş ve kurtarmıştır. Beni koruyan ve kurtaran gizli elin farkındayım. Bu elin sahibine söz vermiştim, dualarım kabul olmuştu.”
Molla İsmail Efendi’nin Dilinden Sarıkamış Faciası
Her satırı enteresan bilgilerle dolu kitapta Molla İsmail Efendi, Sarıkamış’ın en çok merak edilenlenlerini şöyle anlatıyor:
“22 Aralık 1914 tarihinde kolordu olarak, Bardız Yaylası'ndan Sarıkamış’a doğru, yani dağları aşmak üzere taarruza başladık. O gün ikindi vaktine kadar düzlük araziden ilerledik. Rus’dan hiç ateş yok. Karşımızdaki dağlarda orman var. Akşama kadar ormana ulaşırsak başaracağız kısmen. Rus bizi görüyor. Rus ormanda gizlenmişti. İkindiye doğru askerimiz Rus ateş hattına girmiş oldu. İşte ne oldu ise bu anda oldu. Rus üç taraftan birden ateş etmeğe başladı. Sağdan, soldan ve önden müthiş bir ateş yağmuruna tutulduk. Şaşırıp kaldık. Toparlanıncaya kadar kırıldık. Toparlansak ne olacak sanki! Biz açıktayız. Açıkta yakalandık, Rus siperinde. Biz de ateş etmeye başladık amma, kırıldık, bittik. Açıkta yakalanan asker berbat oldu. Büyük kısmı şehit oldu. Arazide diz boyu kar var. Karın üzerinin kandan kızardığını gördüm. Kısaca fena vaziyette, pusuya düşürüldük. Şehit olmayanların da büyük kısmı yaralandı. Yaralanmayan çok az asker kaldı. Ben de yaralanmayanlar arasında idim. Akşamın geç saatlerine doğru askerimiz yok olmuştu artık.
"O gece müthiş bir don vardı. En küçük yarası olan bile karın üstüne düşmüş, beklemek zorunda. Kimsenin gidebileceği yer yok. Yaralıların hepsi o gece dondu. Sabaha kimse kalmadı.
"Şunu söylemeden geçemeyeceğim: Ben, o gece yarısına kadar, o yaylanın Kur’an sesi ile inlediğini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü o günkü asker Kur’an okumasını biliyordu. Yasin-i Şerif’i bilmese de hemen herkes namaz surelerini biliyordu. Herkes ölmek üzere olduğunu biliyordu. Savaşta ölen ilk başta zaten ölmüştü. Yaralananlara gelince, onlar da gece sabaha sağ çıkamayacaklarını biliyorlardı. Kısaca herkes kendi Kur’an’ını kendisi okuyordu. Yani askerimizin henüz şehit olmayan yarısı Kur’an okuyordu. Bu ne demektir. Mahşer gibi. Ne var ki gece yarısından sonra Kur’an sesleri kesildi. Çünkü yaralıların hepsi öldü. Kolordu şehit oldu. Asker dondu. O manzarayı hatırlamak bile kanımı donduruyor. Üstelik ben o hali gördüm ve yaşadım.
“Sadece Kur’an okunuyor. Ağlamak yok. Çünkü ağlamak demek bir ümit beklemek, bir ışık beklemek demektir. Herkes öleceğini biliyor. Ne bekleyecekler. Niçin ağlasınlar. Nasıl asker silahaltına giderken azığı ile gelme hazırlığına girişmiş idi ise tıpkı onun gibi, şehadet kapısından geçmesi, kayıtsız, şartsız, kesinleşmiş, askerin de Rabbi’nin huzuruna çıkarken, onun kitabından birkaç sure okuma hazırlığı vardı, girişimi vardı. Ağlama yoktu ve ben duymadım. Sadece Kur’an sesi duydum. Ben de Yasin okudum. Gece yarısından sonra ses kesildi. Artık Kolordu’nun sustuğunu ben de anladım!...
“Ben yaralanmamıştım. O düzlükte, o karanlıkta yalnız kaldım. Nereye gidebilirdim. Soğuktan donabilirdim. Aklıma geldi ki yaralıların arasına gireyim. Yaralanmış asker de, bir başka askerin nefesine muhtaç oluyor. Böylece ister istemez yaralılar, sürüne sürüne, karın üstünde öbekleşiyorlar, kümeleniyor. İşte böyle bir yaralılar kümesinin içine girdim. Onların kümesinde, aşağı yukarı, yaralıların altına girdim demektir. Onların vücut sıcakları gece yarısına kadar beni donmaktan korumuştur. Yarı geceden sonra da şehitlerin vücutları soğuyunca, bazı şehitlerin kaputlarını alıp tekrar giyindim. Böylece birkaç kat giysinin içinde sabahı buldum. Kısaca gece ayazı her şeyi dondurdu. Sabah oldu, yerimden doğruldum, karın içinden ayağa kalktım. Elbisem hep kan olmuş. Şehitlerimizin mübarek kanları elbiseme damlamış ve beni de kızartmıştı. Çevreme baktım. Ses yok. Acaba sağ kalan kimse var mı? Yüksek sesle, bağırarak künyemi okudum. Kimse var mı diye bağırdım. 200 adım öteden bir kişi doğruldu karın içinden. Böylece 10 kişi daha karın içinden toplandık. Toplandık amma; acaba biz sağ mıyız, ölü müyüz diye epeyce tereddüt ettik! Bizim taburdan 10 kişi kadar sağ kalmışız! Belki kaybolup da başka yerde kalan olmuştu. Bir türlü, bu maddi âlemde olduğumuza kanaat getiremiyorduk. Çünkü binlerce kişi elbiseyle karın üstünde yatıyor. Belki onlar canlıdır da uyuyorlar! Belki biz şehit olmuşuz da ruhlar âleminden onlara bakıyoruz! Yavaş yavaş bu hayatta olduğumuza inandık.
“Bunları Bizzat Gözlerimle Gördüm”
“Karşıda çamlık var. Çamlığa girip ateş yaktık ısındık. Elbiselerimizi temizledik. Eksiklerimizi, silahımızı, cephanemizi tamamladık. Hadsiz hesapsız silah sahipsiz kalmıştı. Atlar da ölmüştü. Tek tük sağ kalmış at, katır var. Onlar da karın üzerinde yatan arkadaşlarının çevresinde duruyorlar. Her halde onlar da ölümü idrak edememişler, şaşırıp kalmışlar şu insanların işlerine! İnanıyorum ki bu muharebeyi bu atlar idare etmiş olsalardı bu acıklı hale düşmezdik.
“Ey bu söylenenleri dinleyen insanlar! Zannetmeyiniz ki İsmail İrfanoğlu bunları kitap okuyarak bir yerden öğrendi! Zannetmeyiniz ki İrfanoğlu İsmail bu söylediklerini bir başkasından duyup da anlatmıştır. Asla ve haşa! Bunları bizzat gözlerimle gördüm, bizzat ben şahit oldum. Ne var ki ben onları tam göremedim, gördüklerimi de tam anlatamadım. Çünkü görme ve duyma kudretimizi kaybetmiştik!..
“Bizim taburdan 10 kişi sağ kalmıştık. Yani ordumuz kırıldı. Subay da kırıldı. Mekkâre de (at ve katırlar) öldü. Ben onlara da şehit diyorum. Her ne kadar şehitlik rütbesi insan için bir rütbe ise de bizim mekkâremiz de insan sınıfından sayılırdı. Savaş sonrası sağ kalan birkaç at-katırın şaşkınlığını görünce bu kanaate vardım. Yayla sahipsiz kaldı. Silah ve cephane ile her taraf doldu! Silah, cephane var, amma onu tutacak el, kol yok artık. Neye yarar o demir parçaları? Ordu yok oldu.
“Diğer taburlardan da bazı canlılar var tabii. Toplandık. Konuşuyoruz. Yine dedikodu devam ediyor. Kesin olmamakla beraber duyduğumuza göre: Enver Paşa, taarruz başladığında bizimle beraber imiş. Neticeyi görünce kaçmış. 400 atlı birliği varmış. 40 atlı ile kaçmış…
“O muharebede Sarıkamış'ı kurtarmak için uğraşırken 9, 10 ve 11. kolordular cephedeydi. Ben 9. Kolordu'da er idim. Bu kolorduların mevcudu 100 bin civarında olmalıydı. En çok 10 bin kişi kurtulabilmiştir. Yani 90 bin kişi yok olmuştur. Bir ordunun silah ve cephanesi de gitmiştir. Ayrıca geniş bir vatan parçası da düşman eline geçmiştir. Sırf saraya damat olmuş Enver'in kafasızlığından oldu bu felaket. Oysa Rus bizden zayıftı. Öyle ki Rus o zaferinden sonra Erzurum'u işgal etmemiş, Rize ve Trabzon'a girememiştir. Ancak 1916 yılının baharında buralara girebilmiştir.
“Hayatı Ciddiye Almıyorduk!”
“Yapabilecek tek iş var: Şehit yığınlarının arasından, kar içinden çıkıp en yakın ormana sığınmak, her canlının hiç düşünmeden, sevk-i tabii ile yapacağı iş budur. Sağ kalan atlar da öyle yaptılar. Ne yapsınlar, onlar da kader arkadaşımız. Yaktığımız ateş çevresinde atlarla beraber ısınıyoruz…
“Yavaş yavaş şaşkınlığı geride bırakan sağ askerler, toparlanmaya başladık. Gene sohbetler başladı. Çam altlarında manevî meseleler konuşuluyor, kerametler anlatılıyor. Bir asker şöyle anlatıyor: ‘Şehit bir askerin iyi bir tüfeği vardı. Şehit olmuş ama tüfeği elinden bırakmamış. Onun tüfeğini almak istediğim sırada ‘Alma tüfeğimi!’ diye bir ses geldi şehitten, tüfeği almadan korkup kaçtım.’
“Bir yandan kar yağıyor. Yoğun kar, şehitleri örtmeye başladı. Bir daha şehit cesetlerini göremez olduk. Artık karlar eriyince, nisan ayında cesetler meydana çıkacaktır. Rus, cesetlerle ilgilenmiyor. Sağ kalan küçük gruplarla uğraşıyor. Bu maksatla yer yer çatışmalar oluyor. Rus, bu tepeye gelince biz de karşı tepeye geçiyorduk. Artık Rus’u da ciddiye almıyorduk, hayatı ciddiye almadığımız gibi…”
Kaynak: İrfanoğlu İsmail Efendi’nin Esaret Yılları Hatıraları Allahüekber Dağları’ndan Sibirya’ya, Ahmed Rıza İrfanoğlu, Tebliğ Yayınları, İstanbul 2011.
 
Kutu1: “Babamın kitapları ambalaj kağıdı olarak satıldı!”
Babamın hatıralarını belgeleyen bazı kitaplar, mektuplar ve kendi notları köyümüzde, evimizin yanındaki mısır ambarında (nalya) saklanmaktaydı. Bunlar eskimez yazıyla yazılmıştı. 1944-45 yıllarında ortaokul öğrencisiyken nalyada yatıyordum. O zamanlar onları okuyordum. O zamanlar notlarını okumuş, zihnime kazımıştım… O belgeler maalesef yok edildi. Köyümüzdeki okula öğretmen olarak gelen Ali Kafkasyalı, okul çocuklarını eski eserleri toplayıp getirmeleri hususunda teşvik ve tahrik ettiğinden çocuklar bizim ambarın kapısını kırarak içerideki her şeyi okulun önüne getirip meydana döktüler. Ali Kafkasyalı, kendine yarayan her belgeyi alıp götürmüş ve diğer vesikalar da ambalaj kâğıdı olarak bakkallara satılmıştır.
O bakımdan bu hatıralar kitabına bazı belgeleri eklemek mümkün değil!
YEDİKITA
77. Sayı Ocak 2015
9 notes · View notes
arthez · 7 months
Text
Km24! Seni kaynarcanın 132V si ilan ediyor ve senden tüm kalbimle nefret ediyorum..... işin ucunda ebrar olmasa bu otobüsten çoktaan ağlayarak ve NEFRET EDİYORUUUM diye bağırarak atlamıştım..😭
7 notes · View notes
benegenindennisi · 2 days
Text
Göğsümün ortasında koca bir boşluk var. Sanki zihnim intihar etmiş, işlevini yitirmiş ve bütün yük kalbime kalmış gibi hissediyorum. Her kelime, her cümle, hatta söylenmemiş kelimeler bile yakıyor canımı. Sessizce sokak lambasını izletecek kadar büyük bu acı. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kafam darmaduman. Sokağın ıssız bir köşesinde beni ağlatan o şarkıyı açtım. Acılarımla yüzleşiyorum yavaş yavaş, ama çok acıyor canım. Boğuluyorum. İçimde büyük bir zerzeniş, beynimde sessiz bir vaveylâ. Gökyüzü bile umut veremiyor sanki, eskiden ona bakarken sıcacık bir gülümse olurdu dudaklarımda. Şimdi ise buruk bir tebessüm işgal etti yerini. Umut ışığım söndü, yerini bir sokak lambası aldı. Umutlarım söndü. Umutlarım öldü. Ruhum öldü. Sesler. Hiç susmuyor. Çok kızgınlar birbirlerine. Sanki kurtulmak istiyorlar. Kendilerinden, yaşamaktan, acı çekmekten. Sesler, yükseliyor. Korku yayılıyor etrafa. Pusuda bekliyor acı. Sesler yine yükseliyor. Ellerim titriyor. Durduramıyorum. Sesler yakınımdan geliyor, çok yakınımdan. Uzaklaşıyorum. Siniyorum bi köşeye. Nerede olduğumu anlamıyorum. Sesler izin vermiyor. Sussunlar istiyorum. Yeter diyorum, yeter artık. Sesler gidiyor. Fısıltıya dönüşüyor, ben korkuyorum. Bu sefer bileğimdeki sızı kendini belli ediyor. Koca bi çizik. Derin. Çok derin. Kim yaptı bilmiyorum. Saçlarım. Yolmak istiyorum hepsini. Tek tek. Yalnız kalmak istiyorum. Duvarlar, artık beni sevmiyor. Kimse saçımı okşamıyor. Ben dönemiyorum. Beş yaşıma, dönemiyorum. Korkuyorum. Çok korkuyorum. Kimse görmüyor. Kimse bilmiyor. Acım beni öldürüyor. Ben, ben ölüyorum.Ne kadar zaman geçerse geçsin, kendimi ne kadar güçlü hissedersem hissedeyim ben yine aynıyım. Günün sonunda odasında titreyen ya da ağlayan bir zavallı...Odam yine karanlık, sessiz ve tenha. Duvarların sesini duyuyor musun? Ben duyuyorum. Susmuyorlar. Onları susturur musun? Kulaklarımı ellerimle ne kadar kapatsam da sesler susmuyor. Odam biraz sisli, önümdeki küllük dolu izmarit. Ciğerlerimde kaç zehir söndü dudaklarım kaç sigaraya yuva oldu bilmiyorum. Bu dört duvar arasında tek yaşam belirtisi yok sanki. Oysa bana yaşadığımı söylüyorlar. Görmüyorlar mı? Bilmiyorum. Sanırım artık bilmek de istemiyorum. Herkes babasından hayır duası alırken ben beddua eder gibi cümleler duyuyorum neyse ki hayırsız evlat ilan etti beni sorun yok;)Kimse benim yaralarıma yıldızlar çizmedi yada beni sadece ben olduğum için sevmdi. Hep bir en olmam lazımdı. Şimdi ise kendi yıldızımı kendim çiziyorum.
2 notes · View notes