Tumgik
#ölümün soluğu
savasbitti · 1 year
Text
"Hayat herkesin ütüldüğü bir oyun bence. Yaşamak ne ki? Yaşlılık omuzlarımıza çökünceye, ellerimiz sönmüş ateşlerin külleri üstüne düşünceye kadar hep çile çekmek, hep yorulmak değil mi?
Hayatta acıma, insaf diye bir şey aramayın hiç. Çocuk, ciğerlerine ilk soluğu acıyla çeker. Yıllar sonra ölürken son soluğunu acıyla verir. Hayatının her gününde üzüntüden, sıkıntıdan, çileden başka ne görür ki?
Ama o kendine kollarını açan ölüme doğru ha bire ilerler. Sendeleye sendeleye, düşe kalka, ölümü görmemek için kafasını geriye çevire çevire... Sonuna kadar da ölümün kucağına atılmamak için direnir.
Ölüm güzel şeydir. Hayat ha bire vurur, yaralar, kanatır. Ama gel gör ki bayılırız yine de ona. Ölümdense nefret ederiz. Ne garip değil mi?"
Jack London, Uzak Diyarlarda
18 notes · View notes
acivisnee · 2 years
Text
Hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden, akan suyun üzerinde kayar gibi yaşıyordum ve bu soğuklukta ölü, cesedimsi bir yan olduğunu gayet iyi biliyordum; gerçi henüz çürümenin kötü kokan soluğu hissedilmiyordu, ama umarsız bir donukluk, acımasız, soğuk bir duygusuzluk yerleşmiş, yani bedensel anlamda gerçek ölümün ve çürümenin dışarıdan da görüldüğü aşamanın eşiğine gelmiştim.
10 notes · View notes
mucahitbasarir · 1 year
Photo
Tumblr media
Ürperir tabiat, üfleyince rüzgârı derin gök soluğu Ulu ses dokununca çarka Düşer ölümün gölgesi eşyaya. Başlar eşyada hareket kurtulmak için kendinden Daha öteye geçmek için arınmak gibi elbiseden Yakalar ölümsüzlüğün sonsuz ipini Sonra ses olur Zamanın idrak incisi ses döner, döner, döner de Yönelir sebebe Sebeb ey! Sesi damarla çizer Mutlak sözü damarda kanla çizer Uzar bir göz ağrısının gecesi uçsuz bir nehir gibi Bir bebeğin ilk hecesi düşer ağzından ansızın ve bulur Sonra toprak sıkışır sıkışır taşar da renk olur tarla da Günesin çarpılmış elçisi Van Gogh´la gelir önümüze Portakalla yayılır karanfilde tutuşur karar kılar denizde Renk denizde karar kılan ebedi tarla olur. Renk başkaldırırken helezonlar çizerken ses Som fatih su fetheder tabiatı Döner döner döğünür eritir dağları yobaz kayaları Daha der sığmaz kabına yönelir göğe teslim olur Ve düşerken toprağa çağırır Sebeb ey! Her sabah bütün bitkiler iştahlı bir çocuktur Emer, emer, emer toprak anayı O sultan hazinesi o hep veren sonsuz cömert anayı Yeşil hayat, kırmızı hareket, sarı sabır emer Ve beyaz iman çizer sesini Tamamlar kavisini Sebeb ey! -Erdem Bayazıt- https://www.instagram.com/p/CmlwUIEgq5Y/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
vurguni · 2 years
Photo
Tumblr media
ÖLÜMÜ SEVDİM Ne zaman haykırsam haklılığımı İsyana düşse yüreğim Soğuk taş duvarlar kuşatır yaşamı Nefesim donuyor dudaklarımda Çarmıha geriliyor günahsız gecelerim. Gün doğmuyor karanlığına hücrenin Dayanılmazlığını yaşıyorum hayatın Unuttuk sevmeyi Doğayı insanı kuşu kelebeği Kemirgen duyguların Çaprazın fişekliğinde bedenim Bir başına ve yalnız Çaldım acılarımı taş duvarlara Duvarlar duymaz duvarlar görmez Demir parmaklıklara takılmış umut Ve bir başıma duvarlaştım Soğuk ayaz gecelerde Toprağın sıcaklığını düşündüm Yavuklunun sevdalısını sardığı gibi Sarar ısıtır beni diye Çiğ yağmış Gibi dudaklarımın ıslaklığında samyeli olur rüzgarın soluğu okşar iken bedenimi. Toprağın sıcaklığını düşler iken sevdim ölümü. Çılgınca bir yaşam sevdasıyla Çırpınırken yüreğim Bir tek ölümü sevdim temmuz sıcağında Oysa O kadar sevdalıyım ki yaşama Ölümler beni hep sarsarda Bu kadar şaşırtmazdı Simdi ölümün aciz yüzünün yenilişini örüyorum. Cellatların acizliğini. Görüyorum sevdamızın direnci Öldürüyor ölümü Yıkılıyor taş duvarlar ışık sızıyor içeriye Birden ansızın Yenik düşüyor karanlıklar aydınlığa Yenik düşüyor ölüm oruçlara 1996. ölümü sevdim Ezilen ve sömürülen insanlar adına? abdullah oral https://www.instagram.com/p/CgHdKZoMkTl/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
zamankaybolmaz · 6 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Acı, Tanrının planının bir parçasıdır. Eğer Tanrı ile mutluluğu bulursak, neden acıyı da almayalım ki? Tanrıyı suçlamadan önce kendimize bakmamız gereklidir. Belki de anlaşmayı bozan Tanrı değil de bizlerizdir. Tanrı böyledir. Demek ki bir şeyleri yanlış yapmış olmalıyız. Kendi vicdanlarımızı sorgulamak zorundayız. Umudumuzu yitirmemeliyiz.
Ölümün Soluğu / God on Trial
15 notes · View notes
chnusl72 · 3 years
Text
Bu şarkı bana O'nu hatırlattı ...
Yıllar önce güzel bir dostumun gönlünü cahilliğimle incitmiştim , aradan yıllar geçerken öğrendiğim şey şu oldu ;
herşeyi kaybetsen dahi "sana olduğu gibi gelen bir yüreği asla kaybetme, yitirmeye başladıysan elinde tutmak için çaba sarf et" ve aynı zamanda seni Cahilliği ile değil göz göre göre yitirmek isteyen her şey için -savaşından- vazgeç .
Bugün anladıysam ve bu satırlara dökebildiysem kendime dürüstlüğüm ve acıyı kabullenmemden , yükümü taşımaktan korkmamamdan .
Çünkü herkese her şeye yalan olsa da insanın yüzü ve gönlü , aynada kendine dürüst olmalı ...
Eğer o zamanlarda bu çabayı fark edecek kadar cahil olmasaydım , ben dostumu kaybetmemek için geriye kalan tüm zamanlarımı kahırla,kavga dövüşle dahi olsa harcardım , dilerdim ki kafama vura vura öğretsin ...
Öğrendiğim zamandan sonrası Sevdiklerimi hep hayatımda tutmak için debelenip durmak oldu , sevdiklerimsiz yaşayamamak üzüntüsü değildi beni bu denli yıpratan , 'birlikte daha güzel yaşayalım' diyeydi tüm çabam .
Yoksa ölümün olduğu Dünya'da ne baki ?
Tartışmak nimettir , biriyle olan tüm sürtüşmeleriniz , size birşeyleri anlatma çabası ; yakarıştır , şanstır sesini duymak , sinirine katlanmak ...
Kötü olan soluğu kesilmektir çünkü , tek kelime etmeyecek hale gelmek ; vazgeciş çanının vuruşlarıdır.
Her şeye sahip olabiliyorken bu dünyada ; satın alamadığımız en pahalı şey "candan bir muhabbet".
Seni yitirdim biliyorum , fakat uzaklarda dahi olsan yüzün hep gülsün ... 🙏
youtube
14 notes · View notes
vanessanin-gunlugu · 3 years
Text
Günlük
7 Şubat 2021 Pazar
Biliyorum; uzun zamandır firardaydım, hiç sesim soluğum çıkmadı. Özür dilerim bunun için, geçerli sebeplerim var. Beni özlediniz mi?
***
Bu günlük girdisini Diyarbakır’dan yazıyorum. Geçen hafta sınavlarımın bitmesine çok az bir zaman kala babaannemin vefat ettiği haberini aldım. Sınavlarımı bitirir bitirmez soluğu Diyarbakır’da, yani memleketimizde aldım hemen.
Vefat haberini aldığımda beynimin durduğunu sandım. Hiçbir şey düşünemiyor, hiçbir şey yapamıyordum. Biraz kendime geldikten sonra ilk iş halalarımı aradım. Onların hep şen şakrak duyduğum seslerini ağlamaklı duymak beni daha da kötü etkiledi. Ama yapacak bir şey yoktu, ölüm karşısında insan çaresiz kalıyor. Hele de insanın annesi olunca... Halalarımdan sonra babamı aradım, ki uzun bir zamandır konuşmamıştık. Sesi çok kötü geliyordu, kısacık konuştuk. Seni sonra arayacağım, dedi, ama aramadı. Babamı tanıdığım için böyle yapmasına, arayacağım deyip aramamasına şaşırmadım, üstüne de gitmedim. Nitekim, ben torun olarak kalkıp geldiğim halde babam bir oğul olarak Diyarbakır’a, annesinin taziyesine, defnine gelmedi. Taziye ve defni ben de kaçırdım gerçi, ama insan böyle zamanlarda kardeşlerinin yanında olmayacak, birbirlerine destek olmayacak da ne yapacak? Dediğim gibi, taziye ve defin işlemlerine yetişemedim ama en azından yara henüz tazeyken gelip mezarını ziyaret etmek istedim. Babam bunu da yapmamış.
Şu an amcamın evindeyim. Babamdan görmediğim sıcaklığı, ilgiyi, samimiyeti, sevgiyi ondan görüyorum. İçimden babama sövmeden de edemiyorum. Keşke birazcık da olsa abisine benzeseymiş huyu. Ama yapacak bir şey yok; her ailede ayrıksı bir evlat olur, buradaki ayrıksı evlat da babam. Amcam ve halalarım da şaşırmadı babamın bu yaptığına; Mehmet’tir, öyledir, deyip geçtiler. Adamın kendi kardeşleri bile bu kadar salmış yani babamı!
Neyse; konumuza, yani bana, dönelim.
Hem babaannem için hem de hava değişikliği olsun diye geldim Diyarbakır’a. Bana iyi geldiğini söyleyebilirim, buraya geldiğimden beri intihar düşünceleri kafamdan yok oldu, iyi uyumaya başladım. İzmir’deyken yazmamıştım, şimdi yazayım madem bunu: Bir süredir kafamda intihar, ölüm düşünceleri dolanıyordu. Bunları düşündükçe anksiyetem azıyor, nabzım yükseliyor, huzursuzlanıyor ve durduğum yerde duramaz hale geliyordum. Yemek yaparken bir şey doğruyorum mesela, bir anda durup bıçağa bakıyor ve o bıçakla kendimi nasıl kesebileceğimi kafamda tasarlamaya başlıyordum. “Bileklerimden dikine kessem, dirseğimin içine kadar. Ya da şah damarımı mı kessem? Ortalık her türlü batacak nasılsa.” İlaçlarımı içerken tüm blisterleri, tüm kutuları bir anda içmeyi hayal ediyordum. Bir daha uyanmayacağımı umarak dalacağım o derin uykuyu, ölümün getireceği sessizliği, yumuşak yatağımla bütün olup bir daha kalkmamayı hayal ediyordum. Böyle şeylerdi... Buraya geldiğimden beri bunların hepsi geçti, ama depresif halim ara ara devam ediyor. Güzel yemekler yiyorum, güzel yemekler bu kötü halimi dağıtmama yardımcı oluyor. İzmir’de doğup büyümüş olmama rağmen bizim bu toprakların yemeklerini de yapıyorduk evde. Meftune, ekşili dolma, pirpirim, patlıcan kebabı... Ama fark ettim ki burada yediklerim kadar lezzetli değilmiş hiçbiri. Havasından, suyundan, toprağından, mahsulünden olsa gerek. Bir de halalarımın el lezzeti var tabii işin içinde.
Diyarbakır’a geldiğimde amcamın ve halalarımın ölümün o ilk şokunu atlattıklarını görmek de bana iyi geldi diyebilirim. Eski neşeleri kadar olmasa da hala neşeli, nüktedan ve güler yüzlüler. Güçleri yetse beni ellerinin üstünde gezdirecekler neredeyse, yere göğe sığdıramıyorlar beni. Böylesi sevildiğimi görmek bana gerçekten iyi hissettirdi.
İlaçlarıma gelecek olursak... Venegis’i 75 mg kullanmaya başladım, Lustral’de 50 mg ile devam etmekteyim, geceleri ise 2,5 mg Abilify. Venegis’in gün içinde yaşadığım ruhsal dalgalanmaları, dengesizlikleri düzeltmesi gerekiyordu. Başta düzeltti ama şimdi etki etmemeye başladığını hissediyorum. 19 Şubat’ta doktor randevum var. Bakalım o zamana kadar ne olacak? Kendimi gözlemlemeye devam ediyorum. Bazen de Lustral yoksunluğu çektiğimi hissediyorum 100′den 50′ye düştüğü için. Kafam biraz karışık bu konuda. Şu an güvendiğim tek ilacım Abilify, geceleri melek gibi uyuyorum sayesinde, ve gün içindeki anksiyete ataklarıma her ne kadar pek hissedemesem de yardımcı olduğunu sanıyorum.
Son havadislerim böyle. Yarın babaannemin mezarını ziyaret edeceğim, amcam beni götürecek. Kabrin başında ne hissedeceğimi bilmiyorum. Fırsat bulabilirsem yarın akşam yeniden yazacağım.
Hepinizi sevgilerimi gönderiyorum. <3
7 notes · View notes
deathstarofthesky · 3 years
Text
İnsan hastane kapısının önünde beklerken aslında her şeyin farkına varıyor.sevmenin,sevilmenin,yanındakinin kıymetini anlıyor.o yaşıyorken o hep orada olacakmış gibi davranırken,o kapının önünde onsuz ne yapacağını düşünür hale geliyor.
Ölümün olduğu şu dünyada, ne kadar çok kırıyoruz birbirimizi,nasıl düşüncesizce davranıyoruz,sevmiyoruz,kıymet bilmiyoruz.
Siz siz olun şu boş hayatta hiçbir şey için karalar bağlamayın.özlemekten ciğeriniz solmadan soluğu yanında alın, sevin,sarılın...
5 notes · View notes
devrimcikadinlar · 4 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
Dersim'den Çukurova'ya oradan İsviçre'ye BU DÜNYADAN SEVİM- YETER GEÇTİ
“Hoşça kalın dostlarım benim hoşça kalın! Sizi canımda canımın içinde Kavgamı kafamda götürüyorum.... A dostlar, A kavga dostu, A yoldaş, a....” Tek hecesiz ELVEDA....”
Elveda dedi O Büyük Günde, 1 Mayıs'ta dostlarına, yoldaşlarına ve oğullarına, kardeşlerine.... Yine çok anlamlı bir günde 8 Mayıs'ta, Kızıl Ordu'nun ve Partizanların faşizmi yendiği günde, vasiyeti üzerine büyüdüğü, devrimci kavgaya atıldığı, direndiği ve işkencecileri yendiği, Çukurova'nın bire on, yüz, bin veren bereketli sıcak toprağına tohum misali gömüldü. İstediği gibi, anadilinden ezgilerle, devrimci marşlarla dini tören yapılmadan çiçeklerle uğurlandı. Aşk olsun sana yoldaş aşk olsun... “bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp gittin!” Ölüm Orucunda hücre hücre eriyen İbrahim ile aynı gün uğurlanacaktı, ama devrimcilerin mezarlarından ve cenazelerinden korkanlar İbrahim'in cenazesine, Gazi Cemevi'ne saldırdılar.
Günler ağır, günler ölüm haberleriyle geliyor. En güzellerimiz gidiyor bir bir... “Halbu ki nasıl da hak etmişlerdi yaşamayı!” Yeter'i ile ilk kez 12 Eylül faşizminin en karanlık günlerinden birinde, Mersin'deki ailesinin evinde tanıdım. Hapishanede yeni tahliye olmuştu ve Hareket ilişki kurmak istiyordu. Bu görevi tereddütsüz kabul ettim. Ben 19'unda üniversite öğrencisi, Yeter 16'ında genç bir devrimci kadın. Çok ağır işkencelerden geçmiş ve çocuk yaşına rağmen işkencecileri yenmenin haklı gururunu yaşıyordu. Bedenindeki yaralara rağmen sol memenin altındaki cevheri karartmamış, gözlerindeki ışık Eylül karanlığına inat umut taşıyordu. Şimdi düşünüyorum da, koca koca örgütlerin çoğu MK üyeleri ya çözülmüş ya da geliyorum diyen faşist darbeye karşı birleşik direnişi örgütlemek yerine (Cunta şefi Evren bile bir söyleşisinde, Devrim korkusundan, nasıl kaçış için helikoptere giden tünel hazırladıklarını anlatmıştı) yurtdışında soluğu alırken Yeter Uçar gibi sıra neferleri ölümüne direniyordu. Kaypakkaya'nın “Ser Verip Sır Vermeme” geleneğinin, devrimciliğin bir doğal bir görevi olarak bellemişlerdi! Bu bilinçle direnişe şartlanmışlardı. Büyük bir saygı duymuştum. Sevim yoldaşı 37 yıl sonra, bir panel için geldiğim ama arandığım için zorunlu olarak kaldığım İsviçre'de gördüm. O sıcacık yüreğinde yoldaşlık sevgisi fışkırıyordu, insanı sarıp sarmalayan, işte yoldaşlık budur dedirten... Burada iki yıl birlikte Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele haftasında eylemler örgütledik. ICAD temsilcisi olarak kayıplarımızın fotoğraflarını ve pankartı getirirken, karanfil getirmeyi de unutmuyordu. Geçen yıl hastalığına rağmen gelip katılmıştı.
Kanser yakalandığını duyduğumda çok üzüldüm. Ancak bu düşmanı da yeneceğime olan inancımı son ana kadar kaybetmedim. Bazı dostlara, insanlara ölümü bir türlü yakıştıramıyorum... Sevim yoldaş da bunlardan biriydi. Çok eskiden tanıdığı Muko ile birlikte ziyaretine gittiğimizde, nasıl da candan sarılmış ve ağlamışlardı... Eski anılarından bahsetmeyi çok severdi. Geşmişteki yoldaşlık ilişkilerine özlem duyuyordu. Kitaplar üzerine konuştular. Hastalığından önce çok okuduğunu söylüyordu.
İki küçük oğluyla politik sürgün olarak bulunduğu İsviçre'de, yaşamın yeni zorluklarıyla mücadele etmesini bilmiştir. Tek başına hem çocukları büyütmek, hem de politik faaliyet yürütmenin zorluklarına boyun eğmemiştir. Çocuklarını dostlarına, yoldaşlarına bırakıp yaşamın her alanında devrimci çalışmalarını yürütmüştür. Üstelik ödenen çok ağır bedellere rağmen neredeyse yüzyıllık  tarihinde, bu bedellere uygun bir gelişme sağlamayan, emekçi kitlelerle buluşamayan; çağrıları işçilerden, emekçilerden, kadınlardan gerekli karşılığı bulmayan; tıkanmış ve yeni ufuklar/yollar açamayan, güven erezyonu yaşayan devrimci hareket gerçeğinde devrim ve sosyalizm propagandasını yapmak, sorulan sorulara somut yanıtlar vermenin güç olduğu koşullarda... 
Pek çok devrimcinin zayıf yanı olan dil sorunu çözüyor Sevim yoldaş ve SP üyesi olarak da  çalışmalar yapıyor. Geçen yılki 14 Haziran Büyük Kadın Grevinde hastalığına aldırmadan coşkuyla yer aldı.
Devrimci değerlere ve ilkelere sarsılmaz bir inancı vardı. Bundandır ki, büyük bedellerle kazanılmış devrimci adalet, devrimci vicdan, açıklık, özveri, yoldaşlık gibi değerleri sulandıranlara ve bunun teorisini yapan, sözü ile özü bir olmayan “devrimci”lere tepkisi büyüktü. “Sekter”liği ve “zor”luğu da bundandı. Doğru bildiğini eğip bükmeden, dobraca söylerdi. Ters giden şeylere kafa yorar, sorgulardı. Yüreğindeki devrim, sosyalizm ve yoldaşlık sevgisi, halk sevgisi içtendi; hesapsız, yalın, dupduru...
İsviçre'de diğer görevlerinin yanısıra kadın kurtuluş mücadelesinin yılmaz bir neferi, devrimci tutsakların kadim dostuydu. Mektuplarını aksatmaz ve maddi olarak sürekli katkıda bulunurdu. Eski TDKP'li bir kadın yoldaş, “Sevim ablayı duyunca yüreğim cız etti... O ne güçlü iradeydi. Kamplarımıza sürekli gazete getirir ve kadın özgürlük mücadelesini anlatırdı.” dedi kötü haberi duyduğunda. Ne yazık ki bir dönem yöneticilik yaptığı kadın örgütü onu bu zor döneminde yalnız bıraktı... Daha çok ziyaretlerle yetindi. Ben de sık sık ziyaret edip, telefonla arayıp moral versem de yanında günlerce kalıp bu güzel yoldaşıma bakmamanın pişmanlığını yaşıyorum. Bir sefer kalmak üzere gittiğimde, pek istekli olmayınca geri döndüm. Keşke ısrar edip kalsaydım! Doyasıya sohbetlere dalıp, bir haftada olsa baksaydım... Kardeşinin dediği gibi keşkeler geri getirmiyor...
Evet güçlü bir kadındı, yalnız yaşamaya alışmıştı. Kanseri de uzun bir süre herkesle paylaşmadı, yalnız başına yeneceğini düşünüyordu. O lanet hastalığı yalnız yaşayarak yenmek mümkün mü? Pırıl pırıl iki genç yetiştirmiş, meslek yaptırmış ve evlendirmiş. Hatta Olivia ve Stella adında iki torun sahibi bile olmuş. Çok seviyordu, fotolarını paylaşıyordu. Bu yönüyle bahtiyardı. Sevim yoldaş da çoğu devrimci anne gibi kendisi için pek bir şey yapmadı diyebilirim. Ömrünü çocuklarına ve mücadeleye adamış. Bu anlamıyla devrimciliğin yanında geleneksel anne olmuş, bir hayat arkadaşını bile kendisine çok görmüştür.
Bir telefon görüşmesinde heyecanla Küba'ya gideceğini söyledi. Nihayet kendisi için birşey yapıyor diye çok sevindim. Sonra ''çocuklarım ve kardeşim sürpriz yaptı'' diye ekledi... Çok iyi olmuş, gelince gözlemlerini paylaşırsın dedim. Orada, Che'nin devrim yaptığı ülkede, emperyalizmin tüm kuşatmalarına rağmen devrimci demokratik halk iktidarını koruyan Küba'da çok mutlu olmuştu. Güzel fotoğraflar paylaşıyordu. Yoksul ama insanların mutluluğunu gördü. Özel mülkiyeti eleştirse de, özgürlüğe dokundu. Çocukları ve kardeşi ona son aylarında bu güzel mutluluğu yaşattılar. Kansere karşı direnişinde de yalnız bırakmadılar. Yoldaşlarıyla birlikte ona yakışır – Coronaya rağmen- bir uğurlama yaptılar. Uğurlama duyurusu yapılmamasına rağmen, sevenleri ve İsviçreli dostları da yalnız bırakmadılar.
Küba dönüşü, Mersin'de mahalle arkadaşı olan Ekim'ci bir yoldaş ile röntgen çekmek için geldiği polikilinikte görüştüğümüzde iyi olmadığını söyledi. Küba'yı anlatınca hastalığını unuttu adeta. Gözleri heyecanla parlıyor anlattıkça coşuyordu. Kanser yayılmıştı... Kemiriyordu içten içe, organlarını yönetemiyordu artık... Kemoterapi ve radyoterapiyi kaldıramaz dedi doktorlar. Yine de riski göze alıp radyoterapi için getirdikleri hastanede yapamadılar. Delemont'taki yoldaş arayıp durumunun ağır olduğunu söyleyince ziyaretine gittik. Oğlu Emre tekerlekli sandalye ile hastane önüne getirince “İşte Sevim geldi!” dedim yüksekçe bir sesle. Hemen toplandık etrafına. Bir de Corona belası çıktı ki, yoldaşımıza sarılıp koklayamadık. Son görüşmemiz olduğunu nereden bilelim... Nasılsın Sevim dedi yılların devrimcisi Xalo, “iyi değilim, ağrılarım var'' deyince, ''Hayır yoldaş dedim, bak gözlerindeki ışıltı iyileşeceğini söylüyor. Yaşamak Direnmektir demişti Kutsiye yoldaş'' . ''Çok direndim'' dedi, oğlu Hüseyin onayladı, “annem üç yıldır direniyor” diye. Küba'yı anlat dedi yoldaşlar. Zor konuşuyordu. Konuştukça canlandı ve biraz anlattı. Üşümüştü, Emre montunu çıkarıp omuzlarına örttü annesinin, Hüseyin kucaklayıp öptü saçlarından....
Kırgınlıklarını ifade etti, susturulduğunu.... Biz ellerini yoldaş sıcaklığıyla sıkıp, kendisini sevdiğimizi söyleyerek hoşçakal dedik. Bir gün sonra anladım ki bu asi yoldaşın gözlerindeki ışık 1 Mayıs içinmiş. Kendisini O büyük güne kilitlemiş, örgütlemiş... Büyük bir irade... Sevgi Erdoğan, Hüseyin Kayacı, Tuncay Yıldırım yoldaşlar gibi, ölümün kaçınılmazlığını anladıklarında istedikleri güne örgütlüyorlar.
Yaşar'ın yazdığı gibi, İsviçre'ye tek başına geldi, çoğunlukla tek başına yaşadı ve geldiği memleketine tek başına gitti... 8 Mayıs gibi Antifaşist Zafer Günü'nde günde, Denizlerin, İboların, Sinanların, Hakilerin,  Kayacıların ölümsüzleştiği bu ayda  zazaca kılamlarla, marşlarla yıldızlara uğurlandı. Seni kızıl yıldızlı bereli, sıcacık aydınlık gülüşünle hatırlayacağız. Her 1 Mayıs'ta enternasyonal proleterya ve ezilenler tarafında Mayıs'ın direnç gülü olarak anılacaksın.  
Aşk olsun sana Sevim / Yeter aşk olsun....
4 notes · View notes
pi-no · 5 years
Photo
Tumblr media
Ürpertir tabiat üfleyince rüzgarı derin gök soluğu Ulu ses dokununca çarka Düşer ölümün gölgesi eşyaya.
Erdem Bayazıt ~Sebeb Ey
35 notes · View notes
bocekcicek · 5 years
Text
"...hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden, akan suyun üzerinde kayar gibi yaşıyordum ve bu soğuklukta ölü, cesedimsi bir yan olduğunu gayet iyi biliyordum; gerçi henüz çürümenin kötü kokan soluğu hissedilmiyordu, ama umarsız bir donukluk, acımasız, soğuk bir duygusuzluk yerleşmiş, yani bedensel anlamda gerçek ölümün ve çürümenin dışarıdan da görüldüğü aşamanın eşiğine gelmiştim."
— Olağanüstü Bir Gece, Stefan Zweig
23 notes · View notes
Text
~Yüzyıllık Yalnızlık|Gabriel Garcia Márquez~
Tumblr media
~Yüzyıllık Yalnızlık|Gabriel Garcia Márquez~
🌳•Kitabı bitirdim ve bir savaştan çıkmışcasına yorgunum. Tekrar eden isimler( Arcadiolar ve Aurelianolar olarak) , bitmeyen iç savaşlar, çarpık ilişkiler derken; okumakta oldukça zorlandım.
🌳•Tarihi gerçeklik yanı olduğunu kabul edersek; bir Latin Amerika ülkesi olan Kolombiya’nın 19. yüzyılın başlarında (1810-1825) İspanya’dan bağımsız hale gelmesinden başlayarak gelişimi konu ediliyor.
🌳•Macondo’nun kuruluşunun, gelişiminin ve yokoluşunun ve o kasabanın en önemli ailesi Buendíaların tarihi anlatılıyor.
🌳•Tarihi, siyasi veya sosyolojik aile yapısı açısından bir çıkış noktasıyla okuduğunuzda çok daha anlamlı bir kitap olduğunu söyleyebilirim.
🌳•Çarpık ilişkiler sonucu dünyaya gelen bir bebeğin istenmediği için ailesi tarafından korkularla beklenişi ve sonrasında sevgisiz büyümesinin yaşamı boyunca acımasız bir şekilde neler yapabileceğini görmek içler acısıydı.
🌳 •Kitaptaki karakter sayısının çok oluşu, her birinin kendine has özelliklerine rağmen sürekli benzer isimlerinin olması her ne kadar okumayı zorlaştırsa da, yazarın kişiden kişiye hatta kuşaktan kuşağa geçerken anlatımındaki ustalık asla bir kopukluğa izin vermiyor ve takdir edilesi bir başarıydı.
🌳•Okumak isteyen kişilere tavsiyem sakin bir zamanda ve araya başka kitaplar almaksızın odaklanarak okumaya çalışın.
📚Kitaptan Alıntılar:
📗•İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.
📗•Ummadığımız bir anda, ummadığımız bir durum bizi alıp yıllar öncesine götürüp varlığını bile unuttuğumuz olayları, zihnimizin karanlık dehlizlerinden birdenbire gün ışığına çıkarıveriyor.
📗•Kötülük dünyada değil, yüreğinde.
📗•Bir ilişkiyi kadın başlatır, kadın bitirir.
Ama başlatan ve bitiren, aynı kadın olmayabilir
📗•Güzel günlerden öyle uzaklaşmış bulunuyordu ki,en kötü anılarla dolu günleri bile özler oldu.
📗•Aşkları artık ölüme terk edilmiş, kimsenin umursamadığı, soluğu tükenmiş bir sevdaydı artık.
📗•Kimse başkalarının mutluluğunu düşünmeye fırsat bulamamış.
📗•Yüreğin o giderilemez unutkanlığıyla değil, çok daha amansız ve hiç dönüşü olmayan bir başka çeşit unutkanlıkla unutulmuş olduğunu anladı. Bu unutkanlığı iyi bilirdi, çünkü ölümün unutkanlığıydı bu.
📗•Yüreğinde duyguların çürüyüp kaldığı yeri bulmak için son bir çaba gösterdi, bulamadı
4 notes · View notes
kufurbazbaykus · 5 years
Text
turunçların gökyüzüne oturdum. bahçelerin kaderinden bir sonsuzluk vakti. hanımeliler frenkincirlerini kokusuna boğuyordu. boynumda uzakların cümlesiz çanı. başsız ayaksız çarşılar. vitrinlere boyanmış yoksulluk. yalnızlık pergeli bir kalabalık. evlerin kum haritası yüzler. sevgisizlik gökyüzünü yere indirmişti. herkes bir kayıp dua toprağın rahminde. yollar çekilmiş, çekilmiş, can verdiğin aynalara dönüştün çoktan. dokunmak ayrılığın gülüydü de top top soluyordu içimde. deniz bahçeye kadar uzanmış, papatyalardan kirpikler ediniyordu. bir kadın uzun parmaklarını uzatıyordu ölümün üzerinden. ağzın yıldızlarla doluydu. "yüce dağ başında ay kandil olur" türküsüyle bakıyordum yüzüne. gecenin soluk aldığı her yerde omuzların gölleniyordu. göğüslerin tanyerinin ayetleriydi. tanrı bütün bayramları gövdenden indiriyordu. 
sürmeli yalnızlığım... geldin ve gittin. yapraklandım. yıldız döktüm. akşamı donandım. elleri yüzümde nilüfer. keder gülümsedi. deniz bir gönül soluğu. şarap tenimde gül açtı. zamana dokundum. mumlar tanrıya değdi. geçtiğin kasabalar birer arzu pıhtısı. geldin ve gittin. incinme masalı kentlerdesin şimdi. ışıklı caddelerde bir ölüm ıslığı. sekiz çocuğun tabutu üzerinden uzanıp öptüm tozlu aynanı. senin ağzında sekiz beşik, benim boynumda sekiz mezar. dört mevsimli bahçelerden özürler buluyorum yaşamaya...
-sürmeli yalnızlık 
5 notes · View notes
a-freaking-phoenix · 5 years
Text
küçük kız. büyük bir bedende saklanıyor, canavarlardan kaçıyor.
çeşitli canavarları var, o kaçmakta ne kadar ustaysa canavarlar da kovalamakta o kadar usta. küçük kız dolabına giriyor, bildiği en karanlık, en hiçliğe yakın yer orası. uyku dışında, ama uykuda uyanıyorsun ve o bunu istemiyor. küçük kızın istediği tek bir şey var, hiçliğe karışmak. ölmek değil, yaşamak değil, hiçlik... içinde saklandığı bedenin tek arzusu bu, kalbi canavarları görmeden çılgınca atmaya başlıyor, soluğu kesiliyor ve o kaçıyor. bütün hayatı böyle geçti. kalan hayatı böyle geçecek. cesur olmadığından değil, ama ölmek istemediğinden. bir kere öldü. birkaç kere. belki daha çok. biliyor ölümün ne olduğunu, fakat ölmek istemiyor. bir kurtarıcı arıyor, klavyede dolaşan parmaklarının tek yazmaya çalıştığı bir yardım çağrısı. bittiğini biliyor, sonun geldiğini biliyor, korkuyor, nefes alamıyor, boğazı düğüm düğüm, kalbi küt küt atıyor. bulunmamak için başka hayatlarda saklandı. aynı okul koridorlarından bin farklı insan olarak geçti. farklı görüntülere bürünmekle kalmadı, bilincini de parçaladı dağıttı her bir olduğu kişiye. paramparça bıraktı yalnız ve küçük benliğini, o kadar küçüldü, o kadar küçüldü ki en sonunda kimse baktığını göremez oldu. bakanlar toz gördüler, kül gördüler, onu göremediler. ama canavarlar gördü. onlar hızlıydı, onlar sinsiydi. bilincinin her bir parçasının izini sürdüler, onu yakaladılar ve mahvettiler.
1 note · View note
alticizilen · 5 years
Text
Hayatın Sessizliğinde – Aslı Erdoğan – Alıntılar
İtiraf etmeliyim ki, Aslı Erdoğan’ı ilk kez okuyorum. İster istemez bugüne kadar okumuş olduğum, aynı dönem Türk kadın yazarlarıyla karşılaştırdım. Bir kere dile hakimiyetini, gerek Elif Şafak’dan gerekse Ece Temelkuran’dan çok daha iyi buldum. İnsan okurken, sözcüklerin dizilişinden başının döndüğünü -iyi anlamda- hissediyor. Bunun haricinde, dili, anlattıkları anlaşılması çok kolay şeyler değil. En azından Hayatın Sessizliği’nde olay örgüsü de pek somut bir sey olmadığı için kafanız karışabiliyor. Biraz depresif, bir Tezer Özlü havası da var ve kendinizi sırf bu yüzden dahi yazara daha yakın hissedebilirsiniz. Edebiyatı edebiyat olarak sevenler için tavsiye ederim. 
Tumblr media
Ölümde Adalet
Bir kişi seçilir. Yalnızca bir kişi seçilir geriye dönmek için. (13)
Eksik Kalan
Asla duyulamayan, bir duyulsa yeryüzünün küllerle örtüleceği, karanlığın hiç gitmemecesine çökeceği bir ezginin notaları gibi. Hiçbir şey bu kadar korkutucu olamazdı, bacakları kangrenin morumsu siyahına dönüşmüş bir kadının kahkahası ya da arkadaşının kulağına fısıldadığı cümle kadar. Onu devam etmesi, dik durmaya, bakmaya ve beklemeye devam etmesi için yüreklendiren cümle kadar… (17)
Beni ondan ayıran bıçağın acısını değilse de, soğukluğunu duymuş olmalı. Yazgısının ona ihanet ettiğini, ancak ihanet ederek bir yazgıya dönüştüğünü sezdiği an tam buydu belki. (19)
Dağılmam, kollara ayrışmam, bulduğum her çatlaktan sızmam, ölülerle dirilere karışmam gerekiyor. Taşıyamadığımda kendimi geride bırakmam… (20)
Bir anda vazgeçersin seni sen yapandan, bunca nesneden yalnızlığını çevreleyen. En sonunda, gerçek bir savaşa gidercesine, cesur bir bakışla vedalaşırsın. Her şeyle ve aynadaki yüzünle…   Neden gittiğini bilmezsin. Gidersin yalnızca. (…) Ne çok şey öğrenmek ve unutmak, ne çok şey biriktirmek ve yitirmek zorunda kalmışsındır bu tek adımı atabilmek için. (…) Ama hiçbir şey çağırmaz seni. Durdurmaz da… (…) Hızla çarpar geçmişin kapılarını ardın sıra. Tek başına yürürsün, dipdiri, hafiflemiş, kayan bir yıldız gibi. Her adımda hızlanarak, döküp saçarak eski sen’leri, resimleri, kabuk bağlamış yaraları, son ve boş cümleleri. (23)
Gecenin soluğuyla dolup sonunda gerçek biçimine kavuşmuş, sana geri verilmiştir dünya, hüzünle karışık özgürlük renginde… Bütünüyle yabancı, bütünüyle harika, muhteşem! (24)
İşte hayat, şimdiye değin kulağını dayayıp dinlemekle yetindiğin hayat önünde, bakış çizginde, öylesine uzanmakta, beklemektedir. Ama ona hangi sözcüklerle sesleneceğini bilemezsin. Gelecekle ilgisi olmayan bir umutla dolarsın, öfkeden, karanlıklardan, başkaldırmak ve yok olmak isteğinden doğmuş bir umut. Sert adımlı tek başınalığınla kafa tutarsın, nereden gelip nereye gittiğini bilen kalabalıklara… (…) Seni kayık bulmadıklarını hissettiğin mutsuzluğunun içinde, giderek görünmezleşir, bir bakışa dönüşene değin silinirsin. Ve geri dönersin. Neden yola çıktığını bilmediğin gibi, neden döndüğünü de asla bilemeyeceksin. Hiçbir ses çağırmamıştır seni, ne de sessizlik. Durdurmamıştır da… (25)
Gecenin nemine bulanmış saçlarını okşayacak bir eli özlemişsindir, içine üflenen soluğu, seni ısıtan dirilten, kendin yapan soluğu, bakışını yerden kaldırıp ufka tamamlayan bir başka bakışı özlemişsindir. İçinden geçtiğin bütün yollara bir ufuk çizebilecek o tek bakışı… Yeterince bakmışsındır karanlığa, hayali bir ufuğun ötesinde yokluktan başka bir şey olmadığını görecek kadar. Belki de yalnızca yorulmuş, üşümüşsündür. Kendin kokusunun sindiği ceketini çıkarmak, bedeninin biçimini tanıyan koltuğa uzanmak, çayını yudumlamak istersin. Ve anlatmak… Göz alıcı ya da tüyler ürpertici bir şey olmamıştır yolculuğunda, ne bir mucizeye ne de bir cinayete tanıklık etmişsindir, ama gene de içinden çıkıp geldiğin geceyi anlatmak, anlatarak kendinin kılmak istersin. (…) Kendi açtığı yarayı iyileştiren el, kilitlediği kapıyı açan anahtar gibi, labirentlerinde dolaştırdığı karanlıktan kurtarır seni, insanların gerçek gecesinden, orada, ıslak kaldırımlarda, sonsuza dek yakaladığın ezginin asıl çağrısından… (27)
Buz kütleleri gibi varlığını saran, bellekte çözülüp gerçek anlamlarına kavuşması yıllar alacak son ve boş cümleler… Tek bir ipliğin sökülmesiyle nasıl sökülürse bir kazak, öyle sökülür hayatın. Orada, seni alıkoymayan sokakla evin arasında, boş bir kabuk gibi büzüşüp kalırsın. Ve sanırsın ki, yıllar sonra dönse bile, seni tam burada, bıraktığı yerde, küçücük, aşılmaz, dönüşsüz eşikte bulacaktır. Yarıda kesilen bir cümlenin virgülü gibi. (28)
Geceden Sana Sesleniyorum
Düşler adına değil, unutmak adına hayattan geri çekilenler… (50)
Uzanıp kalıyorum ışıltılı, gerçekdışı sözcükler, parça parça dağılmış ben’ler arasında, bir türlü doğamadığım için ölmek isteyen dünyalar arasında… (51)
Sabah Ziyaretçisi
Aylardan ağustos, diyebiliriz ki, mevsimlerden yaz… Güya yaz. Bu kuzey ülkesinin puslu kasvetine şimdiden yenik düştüm, ruhum denizin kuşattığı kentle, yağmurla, yosun kokusuyla dolu. (55)
Nefret ettikleri kaderleriyle yetiniyor, çoktan teslim oldukları talihsizliklerinden başka bir şeye güvenmiyorlar. (56)
Hepsi, elimi dokundurduğum her şey, yaralı bereliydi. (57)
Hep dar mekanlarda yaşamış birinin kısıtlanmışlığını fark ettim devinimlerinde, bu eşyasız odada bile sağa sola çarpmaktan korkuyordu sanki. (58)
‘Seni dinlemeyeceğim. Beni hep oraya geri götürüyorsun. (ilk kez konuşuyordum. Gerçekten konuşuyor muydum?)  Oradan hiç çıkamadığımı hatırlatmak için geliyorsun. O karanlık hücre, nereye gitsem peşim sıra beni izliyor. (…) ‘Görüyorsun, sanki hep aynı üçboyutlu tabloyu yapıyor, kendimi içine kapatıyorum. Hayatım tek bir resmin sayısız taşbaskısı. (…)’ Belki karısıymış onu bu hale getiren, adam ne denli kötü olursa, o denli üstüne titrermiş. (60)
Zaten insanlar demir parmaklıkları içlerindeki karanlık dışarı sızmasın diye icat etmemişler mi? (61)
Ölüler bana yazıyor, artık anlatamadığım bir şeyi anlatıyor, önünde sonunda geri döneceğim bir yere çağırıyorlardı. Uğruna kendi öykümden kaçtığım hayat karşısında uyarıyorlardı beni. Sığındığım geleceğin, geçmişin yeniden, yeniden anlatılmasından başka bir şey olmadığını biliyorlardı. (62)
Sisin İçindeki Dünya
Tekrarı bitmiyor adımlarının, ciğerleri emiyor sisi, sendeliyor, el yordamıyla arıyor, hep gecikmiş, hep ayaklar altında ezilmiş, tanımıyor aradığını bulduğunda, dudaklarında kuruyor sözcükler, kabuk bağlıyor, sel suları gibi yolunu aça aça ilerliyor karanlıkta. (66)
Ama kim, kim söyleyebilmiştir ki doğruyu: Kiminle konuşmuştur dünya ve ona doğruyu söylemiştir? (68)
Veda Mektupları
(Neden yazıyoruz? Kaybolduğumuz için, sözcüklere güvenmek bir alışkanlığa dönüştüğü için, kendimize ve geçmişe doğrudan bakamadığımız için, bir zamanlar içimizde olan, ama çoktan çekip gitmiş o insanın anısına ağlayabilmek için. (…)) Bense, burada, gecede, sınırların ve düşlerin ötesinde kalakalmışım. Yazıyorum. İçimdeki o hiçbir zaman çekip gitmeyecek, yok edilemeyecek olana inancımı koruyabilmek için yazıyorum. (72)
Sözün mucizesi, bir türlü söylenemeyişindedir. (73)
Benim anım, köpeklerin bir köşede saklanıp arada bir dişledikleri, parçalamaya uğraştıkları kemikler gibi olacak belleğin için. (75)
Biliyorum, bir insanın sevgisini kaybetmek, zorlukla ulaşılmış bir doruktan aşağı yuvarlanmaktır. (76)
Ancak sen ilgilendiğinde kanamaya başladı yaralarım, oysa hep oradaydılar. Gereksinim duyuyorum izlere, bir zamanlar acı çektiğimi hatırlamaları için bile olsa gereksinim duyuyorum. Zamanın geçip gitmesine, elimde hiçbir şey bırakmadan akmasına dayanamıyorum çünkü. Oysa her iz doğduğu anda ayrılıp başkalaşıyor onu yaratandan, gerçekdışı oluyor. (Yaşamımın ağını gözyaşlarımla örüyorum, bir örümcek gibi.) Oysa biliyorum, sen dokunmadın bile yaralarıma, sadece baktın, şöyle bir an, göz ucuyla. (…) Geçmişe duyulan özlemden söz etmiyorum; geçmiş bugünden daha mutlu değildi, olup olmadığını hiç sormadım kendime. Zamanın durdurulamayan akışından, sürekli ‘bu an’ın geçmiş oluşundan duyduğum o iç sızısını anlatıyorum. Sanki büyük bir ırmak boyunca gidiyorum; hiçbir yerde durmama ve kıyıya çıkmama, hiçbir şeye ikinci kez bakmama izin yok. Bunun bir gelecek korkusu olduğunu söyleyebilirsin, ya da o tanıdık, eskimiş ölüm duygusu. Bence değil; ölüme doğru kaçınılmaz yol alışı ben de herkes gibi unutabiliyorum. Anların, hiç yaşanmamış gibi birbiri ardından yitmesinin yalın hüznü söylediğim. Belki bu yüzden hep izler istiyorum. Belki gerçek ölümler… (77)
İnsanların mutlak egoizminden usandığınızda, faturayı ‘yabancı ülkeye’ çıkarmak pek rahatlatıcıdır. (79)
Sevgi, bir anda yeşermişti yüreğimde, kayada yetişen kırılgan çiçekler gibi. Bu konuda büyük, büyük beyinlerin ne dediği umrumda değildi. İnsandaki karşılıksız verme isteği üzerine gönül indirip birkaç söz söylemişler miydi, onu da bilmiyordum. Ve sonra, yazının, bütün o ‘yüceltme, narsisizm’ söylemleri arasında güme gitmiş yanını, en güzel, en kutsal yanını düşündüm: Paylaşma isteği, karşılıksız verme isteği. (81)
Bazı şeyler ancak yürekle kavranır, içi kan dolu bir yürekle. (90)
Hiçbir Şey Üzerine Bir Öykü
Artık ölümün, onun sesiyle konuştuğunu… Bu yüzden sözcüklerinin, Eski Mısır’da ölülerle birlikte gömülen aynalar gibi dirilerin hiçbir işe yaramadığını… (…) ‘Birbirimize söyleyecek hiçbir şeyimiz yok aslında, dostum!’ (101)
Günce ‘Yıkıl karşımdan,’ diyorum, ‘başkalarının cümleleriyle başka hayatlara karışma!’ Ayna karışından çekiliyorum. Ardımdan seslenmiyor. Yansıttığı boşluğun gücünden emin, dilsiz, üzüntülü bakışlarla beni izliyor. Kendi kendini mahvetmeye kararlı evladının yolundan çekilen bir anne gibi.
Hiçbir şeye yetmiyor koca gün. İçine koyacak fotoğrafı bulamadığım bir çerçeve gibi elimde kalıyor. Saatleri kullanmak yerine, yazılması gereken yazılar, alınması gereken kararlar, yapılması gereken düzenlemeler adına kullanmak yerine, içlerine kıvrılıp daldım gene, kedi gibi. Bir türlü kendine çekidüzen veremedin gitti, derdi arkadaşım, burada olsaydı, daha hesaplı ol, daha hesapçı ol, daha pragmatik ol. Hiçbir şeye yaramıyor koca gün. (109)
İnsan kendinin olmayan bir bilgeliği, ancak ‘kullanabilir’ zaten, en çıkarcı, en faydacı biçimiyle… (110)
Öyle mi?
Yabancı bir kentteyim. Benim olmayan bir evde, yabancı bir masada yazıyorum. Aslında bana ait bir evin ya da bir masanın dünyanın hiçbir köşesinde bulunmayacağının bilincindeyim. Bunun çoktandır bana acı vermediğinin de…Oysa hiçbir kent yeterince yabancı değil. Ağaçlar aynı ağaçlar, beton aynı beton. Belki, diyorum kendime, bu kez olmak istediğin yerdesin. Artık ara istasyonları sevmeyi öğrendin. (118)
Pazar günleri çarçur edilmek içindir, çünkü aslında diğer günleri çarçur ettiğimizi ancak böyle unutabiliriz. (119)
Narkisos’un Maskeleri
Cangıla kendini aramak için girersen, bulursun. Ama oradan çıkabilmek için, bulduğun kendini geride bırakman gerekir. (124)
Yoksa ölen, kendini anlatarak özgürleşme düşü mü? (125)
Sağ ve Sol El için Füg
Mistiklere göre Tanrı’yı taklit etmek, O’nun bilgisine ulaşmanın yoludur. İnsanı insan yapanın, ellerini kullanma yeteneği olduğu sarsılmaz, genel geçer bir saptama. Gerçi insan, ne zaman insan olmakla yetindi ki? (132)
‘El’ sözcüğünün bir anlamının yabancı oluşu, el ve beden arasındaki kopukluğa işaret ediyor olabilir mi? (136)
Ayrılık Saati
‘Bazen sözle yürek öyle uyar ki birbirlerine, Tanrı bile kıskanır birlikteliklerini, ya birini ua da ötekini susturur, birer ayna koyar karşılarına…’ (147)
Kaçamak yanıtlar bunlar. Yanıt bile değil, karşılıklar. (148)
7 notes · View notes
raman1 · 3 years
Text
Kara tahtaya yazı: Ev Karadır
Bir erkek Sesi (İbrahim Golestan): “Dünyada çirkinlik az değildir. Bu çirkinlikler daha da fazla olurdu şayet insanoğlu onlara gözlerini yumsaydı; ama insanoğlu çare bulandır! Bu perdeye şimdi bu çirkinlikten bir görüntü, bir acıya olan bir bakış gelecek ki, onlara göz yummak insanoğluna yakışmaz. Bu çirkinliğe çare bulmak ve bu derdin dermanına koşmak ve ona yakalananlara yardımcı olmak bu filmi yapmanın nedeni ve yapımcılarının umudu olmuştur.
Çocuk-1: “Tanrım beni yarattığın için sana şükürler olsun! Bana yanan bir anne ve seven bir baba yarattığın için şükürler olsun.”
Çocuk-2: “Sana şükürler olsun ki akan suları ve bol meyveli ağaçları yarattın!”
Çocuk-3: “Bana çalışmam için el verdiğin için sana şükürler olsun!”
Çocuk-4: “Dünyanın güzelliklerini göreyim diye verdiğin gözler için şükürler olsun sana!”
Çocuk-5: “Güzel müzikleri duyayım diye bana verdiğin kulaklar için şükürler olsun!”
Adam:  “İstediğim yerlere gidebileyim diye bana verdiğin bacaklar için şükürler olsun!”
Furuğ: “Bu cehennemde kimdir tanrım sana şükürler diyor? Cehennemde kimdir?”
(Yalnız bir duvar, yalnız bir adam: Haftanın günleri ): Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi…
Furuğ: “Senin adını ey yücelerin yücesi şarkılayacağım, senin adını on telli utla çalacağım; çünkü o çok tuhaf ve korkunç yapılmıştır. Gizlide oluşuyorken ve biçimleniyorken kemiklerim senden saklı değildi…”
Furuğ: “Senin defterinde benim bütün organlarım yazılmıştır ve senin gözlerin benim ceninimi görmüştür ey yücelerin yücesi! Senin gözlerin benim ceninimi görmüştür!”
(Erkek sesi: Cüzzam hastalığı hakkında bilgi veriyor.)
Furuğ: “Dedim keşke benim de güvercinler gibi kanatlarım olsaydı, uçsaydım ve bir dinginlik bulsaydım. Uzak bir yerlere gitseydim ve çölde yuva yapsaydım. Şiddetli fırtınalardan kaçsaydım sığınaklara, çünkü yeryüzünde zorluklar ve şirretler gördüm. Dünya boşunalığa gebe kalmıştır ve zulmü doğurmuştur. Senin gücünden nereye kaçarım, senin buradalığından nereye giderim? Sabah yelinin kanatlarını alsam ve denizin en ücra yerine konsam, senin ellerinin ağırlığı üzerimde olacak. Beni avare bir rüzgara oturtmuşsun. Ne korkunçtur senin yaptıkların! Ne korkunçtur senin yaptıkların!”
Furuğ: “Kendi ruhumun acısından söz ediyorum, kendi ruhumun acısından söz ediyorum! Suskunken gün boyu süren naralarımda ruhum çürüyordu. Benim hayatımın rüzgar olduğunu anımsa!”
Furuğ: “Çöllerin kaşıkçı balığı olmuşum, harabelerin baykuşu! Ve bir serçe gibi çatıda oturmuşum yalnız. Boca olmuş su gibiyim ve leşler gibiyim ve kirpiklerimde ölümün gölgesi var! Kirpiklerimde ölümün gölgesi var.”
Furuğ: “Terk et beni, beni terk et! Çünkü günlerim nefes gibidir. Terk et beni dönüşü olmayan yere gitmeden önce, o zifiri karanlık ülkesine…”
Furuğ: “Aaah tanrım! Yaptığın canı vahşi hayvanlara bırakma…
Furuğ: “Benim hayatımın rüzgâr olduğunu anımsa ve anımsa ki boşunalık zamanını benim payım kılmışsın. Ve çepeçevremde şenliğin şarkıları ve değirmenlerin sesi ve ışıkların aydınlığı mahvolmuştur. Ne mutlu şu anda ektiğini biçen ekincilere; elleri başakları koparmakta olan ekincilere…”
Furuğ: “Gelin ve uzak bir çölde şarkı söyleyeni dinleyin, kollarını açan ve içini çekerek: Eyvahlar olsun bana! Çünkü ruhum irinlerimin ortasında bilinçsiz kalmıştır!’ diyenin sesini dinleyin.”
Furuğ: “Ve sen ey kırmızıyla kuşanan ve altınlarla süslenen ve gözlerine sürme çeken gündüzün unutulmuşu! Kendine boşuna güzellik verdiğini anımsa! Uzak çöldeki şarkıdan dolayı ve seni küçük düşüren dostlarından dolayı…”
Furuğ: “Bize yazıklar olsun. Zira gündüz zeval bulup sona ermekte ve akşamın gölgeleri uzamakta ve bizim varlığımız, kuşlarla dolu kafesler gibi, tutsaklığın iniltileriyle dolup taşmakta. Aramızda ne zamana kadar süreceğini bilen biri yoktur… hasat mevsimi geçti ve yaz bitti ve biz kurtulmadık. Kanaryalar gibi ağlarız insaf için ve yoktur… aydınlığı bekleriz ve şimdi karanlıktır…”
(Ders sınıfında Venüs yıldızını anlatan bir çocuk sesi: “Venuz yıldızı. Bazen geceleyin çok parlak bir yıldız görürüz. Bu yıldızın adı Venüs’tür. Venüs yıldızı çok parlaktır. Venüs yıldızı bize çok yakındır. Venüs yıldızı bize göz kırpmaz.”
Öğretmen: “Neden annemiz ve babamız için tanrıya şükretmeliyiz?”
Çıcuk-1: “Ben bilmiyorum. Benim ne annem var ne babam!”
Öğretmen: “Sen bize güzel olan birkaç şey say!”
Çocuk-2: “Ay, güneş, çiçek, oyun!”
Öğretmen: “Sen de birkaç çirkin şey say!”
Çocuk-3: “El, ayak, baş!”
Öğretmen: “İçinde Ev olan bir cümle yap!”
Kara tahtaya yazıyor: “Ev Karadır!”
Furuğ: “Ve sen ey sevginin soluğu seni coşturan nehir… bize doğru ak! Bize doğru ak
1 note · View note