Tumgik
#bir solgun adam
yorgunherakles · 26 days
Text
...artık başka şey duymak istemediğimden, iç sürgünüme çekilmiştim. zaten duymak istemediğim çok olur, ve çoğu zaman görmek de istemem.
bachmann - malina
14 notes · View notes
titreyendizlerim · 1 year
Text
O gün, ellerinde çiçekler morarmış göz altlarıyla çıka geldi o adam yine. Papatya getirmiş. En çok sevdiği çiçeklermiş, annesinin. Öyle demişti. Bembeyaz, biraz solgun papatya çiçeklerini elleri titreyerek de olsa bıraktı usulca toprağa. Bir süre bakıştı, her zaman yaptığı gibi. Konuşmadı yine. Gülümsedi sadece. Anne dedi, sustu kaldı. Tüm kelimeler bir bıçak gibi saplandı sanki. Konuşamadı. Az önce gülümseyen o değilmiş gibi canı çıkarcasına ağladı o adam. Küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra anne diye ağladı. Anne bak, soldurmadım çiçeklerini dedi. Ama sen yoksan bunların da anlamı yok, hiçbir şeyin olmadığı gibi. Hadi kalk anne olmuyor senin baktığın gibi bakamıyorum ben onlara. Senin güzel ellerin gibi şifâ vermem ben onlara. Sustu sonra. Uzandı usulca yanına. Kapattı gözlerini. Keşke dedi, keşke anne'm keşke.
Altını değildir.
69 notes · View notes
emir616161 · 2 months
Text
Kimsenin görmediği yerlerden bak bana.
Kimsenin anlamadığı yerden anla.
Beni duy.
Sessiz çığlıklarımı, mağrur kaçışlarımı anla.
Bir bir törpüle ruhuma batan köşelerimi, sivri uçlarımı.
Sokağımdan geç, bak nasıl kirli duvarlarım.
İlmek ilmek nakışladığım bu nefreti söküp al bakışlarımdan.
Kirlenmiş gökyüzüme bir güvercin sal balkonundan.
Karanlık gecelerimi al benden.
Öyle çok karanlığım ki anlatamam.
Bakışlarındaki gündüzleri getir bana.
Beni anla.
Yangınlarıma rüzgar oluyorlar, söyle olmasınlar.
Söndürmelerini beklemiyorum, ama söyle onlara,
Ateşimi körüklemesinler daha fazla.
Beni alıkoy göğüs kafesinde.
Beni anla.
Yolculuklar çekiyor içim.
Uzun yolculuklarımın varışı ol.
Ölümlerden yorulmuş ülkemin barışı.
Ruhumun her bir karışı.
Gözlerimin karası.
İçimin iyileşmiş yarası.
Yalnızca olsan da, ol.
Yalnızca var ol.
Yeter.
Eşiğimden geç böyle bir sabah.
Yaralarıma dokun.
Ama sorma.
Sorma bana nasıl hala hayattasın diye.
Sorma işte.
Sen bana soru sormadan da beni anlarsın.
Bırak eteklerine sığınayım
Beni anla.
İyi bir adam değilim.
Kötü bir adam da sayılmam ama.
Arada bir kuşlara yem verir,
Sokak köpeklerine gülümserim.
Bana insanlara da gülümsemeyi öğret.
İnanacağım yalanlar söyle.
Yalan da olsa mutlu olayım.
Bedenimle değil, ruhumla geldim sana.
Beni anla.
Eskimiş sevinçlerime dokun.
Umutlarımı yeniden sula.
Yeşereyim, gölgemde uyu.
Dallarıma salıncak kursun içindeki çocuklar.
Çaresizce sarıldığım bu dertlerimle arama gir.
Boz aramızı bütün kötülüklerle.
Bölüşelim her şeyi.
Her şeyi bölüşelim.
Kendimizi aramızda pay edelim.
Sen bana bulan, ben sana.
Arınmayı aklımızdan geçirmeyelim.
Beyazlarını benimle kirlet.
Simsiyahım.
Karış bana, mavilerin laciverte çalsın.
Şikayet etme.
Şikayet etme, beni anla.
Yorgunum.
Solgun çiçeklerimin baharı ol.
Korkularımın nihayeti, intihara meyilli gecelerimin sabahı
Boğulduğum suların kıyısı...
Başka nasıl anlatayım bilmiyorum.
Üşüyen ellerimi ısıt.
Maruz kaldığım yakınlıklar beni ya üşütüyor ya da yakıyor.
Hasretim ılık bir dokunuşa.
Beni duy.
Yan yana uyuyalım demiyorum sana.
Ama yanımda yürü.
Akordu bozuk müzik aletleri gibiyim.
Gel, tellerime dokun.
Anlamlı bir ses çıkarayım artık.
Sana şiir yazmak kolay.
İzin ver, şiire seni anlatayım.
2 notes · View notes
mahus · 9 months
Text
KUZGUN
Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna;
Sabırsızlıkla beklerken sabahı, ilişti gözlerime sıcak bir odanın aydınlığı.
Gözlerimi diktim camlara, baktım içeride genç bir adam tek başına oturmakta;
Ölümün gölgesi düşmüş gözlerine, başı önde derin derin düşünmekte
Kendi çilem yetmezmiş gibi bana, uçtum yüzü kederle güzelleşen bu adama
Mezer taşını andıran bir koltukta oturan o yıkılmış adama.
Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken zayıf, tasalı
Yabansı, tuhaf sesi üzerine eski, unutulmuş bilgilerin,
Uykunun eşiğinde düşerken başım öne, aniden bir tıkırtı geldi içeriye
Sanki biri usulca vurdu, vurdu kapısına odamın
"Bir ziyaretçi olmalı," diye mırıldandım, "bir ziyaretçi çalıyor kapısını odamın yalnızca bu, başka bir şey değil."
Korkunca kanatlarımın sesinden, ürküttüm onu istemeden,
Başladı kendi kendine konuşmaya, belki de ihtiyacı vardı bir arkadaşa
Nasıl bir acıydı onu böyle içine döndüren, gözleri açıkken kabuslar gördüren,
Keşke konuşacak kadar gelişmiş olsaydı dilim, bu düşküne hemen yardım ederdim
O ise unuttu bile beni, unuttu odasının önündeki gölgemi.
Anlamsızca mırıldanıyor dudakları, yitik bir bakışı gizliyor gözkapakları.
Ah, çok iyi anımsıyorun, solgun bir aralıktı
Ölen her kor bırakıyordu hayaletini döşemeye ayrı ayrı
Nasıl diledim nasıl, bir sabah olsa; -ödünç almak için aradım kitaplarımda
Acının ara verdiği anı boşuna -yitirdiğim Lenore'un verdiği acı-
O eşsiz, ay yüzlü masum kız, meleklerce konmuştu Lenore adı,
Sonsuzluğa karışan o yitik adı
Fısıldayınca böyle sevgilisinin adını, yaşayacak sanıyor yeniden o tutkulu anları
Buruk bir sanrı salınıyor tüllerle, salınıyor tüllere bürünmüş bir genç kız görünümünde
Salınıyor ışığın aydınlatmaya yetmediği bu alacakaranlık adamın yüreğinde,
Bitmek tükenmek bilmeyen o uğursuz kış gecesinde,
Titrek bacaklarının üzerinde doğrularak, dinlemeye çalışıyor o tuhaf hayali
En renkli düşlerin bile özlemini dindiremeyeceği o narin hayali
İpeksi mor perdelerin üzgün, kararsız sesi
Ürküttü beni, o güne kadar hissetmediğim bir dehşetti kaplayan içimi
Hızla çarparken yüreğim, sürekli yineledim
"Bir ziyaretçi," dedim, "içeri girmeyi diliyor kapısında odamın
Geç kalmış bir ziyaretçi, girmeyi diliyor kapısında odamın
Hepsi bu, başka bir şey değil"
Dikkatsiz bir kıpırdanış, fark ettirdi beni, fark ettirdi kara
gölgemi.
Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu;
Ona yardım etmek için güvenli yuvamı bırakıp penceresine konduğumu.
O kendi cinnetini büyüterek içinde, savuruyor belleğini karanlık rüzgarların önüne;
Gizli bir zevk de alıyor bundan, damarlarında dolaşan o katıksız acıdan.
İşitiyorum korkusunu duvarların ardından, görüyorum sararmış yüzünü pencerenin kenarından.
Ruhuma güç geldi aniden, artık ikircime düşmeden
"Bayım," dedim, "ya da bayan, diliyorum sizden affımı
Ancak şudur olan, uyukluyordum, çalındı kapım,
Çalındı belli belirsiz, kapımı tıkırdatan sizdiniz;
Öyle ki emin olamadım duyduğuma bir tıkırtı" - İşte açtım ardına dek kapımı;
- Yalnızca karanlık, başka bir şey değil
Yanlış yerde arıyor beni, bir insan sanıyor bu solgun sisler içinde bekleyeni.
Çok genç sayılmasa da tanıyamamış daha insanoğlunu;
Umut diye onlara sesleniyor hala, hiç anlayamamış yaşamı bu zavallı budala.
Kahrediyorum dilsizliğime, seslenmek isterdim bu talihsiz şaire;
Boşuna dikme gözlerini gecenin sisine, o genç kızın hayalini artık bekleme,
O çoktan karıştı toprağın tenine, çoktan alıştı sessizliğin sesine.
Karanlığın derinliklerini gözledim, uzun süre orada korkuyla merakla bekledim
Şüpheyle düşledim hiçbir ölümlünün düşünmeye cesaret edemeyeceği düşler;
Ama sürekliydi sessizlik ve hiçbir yanıt vermedi
Söylenen tek sözcük, fısıldanan bu addı, "Lenore?"
Fısıldadım, yankı bana fısıldadı yeniden, "Lenore!"
Yalnızca bu, başka bir şey değil.
Odama döndüğümde, bütün ruhum yanıyordu bedenimde.
Yeniden duydum daha güçlü bir tıkırtı,
"Eminim," dedim, "eminim, bu bir şey penceremin kafesindeki;
Bakmalı ne ise oradaki, çözmeli bu sırrı;
Yalnızca rüzgar, başka bir şey değil!
Kepengi açınca, gördüm kanat çırpan telaşla,
Geçmişin kutsal günlerinden gelen heybetli bir kuzgun,
Aldırmadan hiç bana, durup dinlemeden bir dakika,
Bir lord ya da lady edasıyla, tündei odamın kapısına,
Tünedi Pallas büstüne, duran kapımın hemen üstünde;
Tünedi ve oturdu, hepsi bu.
Bu abanoz siyahı kuş takındığı sert, kara ifadeyle,
Döndürdü karamsarlığımı bir gülümsemeye.
Dedim: "Kesinlikle korkak değilsin, kırık olmasına rağmen sorgucun,
Gecenin kıyısından gelen, ölüye benzeyen antik kuzgun,
Söyle nedir gecenin ölüler kıyısındaki adın!"
Dedi: "Hiçbir zaman!"
Şaşırdım bu tuhaf kuşun konuşmasına, böyle açıkça,
Çok kısa ve ilgisiz olmasına rağmen yanıtı;
Katılmadan edemeyiz bu fikre kutsanmamıştır hiç kimse oda kapısının üstünde bir kuş görmekle;
Kuş ya da canavar tüneyen kapısının üstündeki büste,
anılan "Hiçbir zaman" gibi bir isimle.
Ama kuzgun tek başına oturarak sakin büstün üzerine;
Yalnızca bir sözcük söyledi, o sözcük taşıyordu sanki ruhundan;
Ne tek bir tüyünü kıpırdattı, ne de başka bir şey çıktı ağzından.
Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar, "Daha önce diğer arkadaşları uçup gitti;
Yarın o da terk edecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi,
Ama kuş dedi: "Hiçbir zaman!"
Ürktüm sessizliği bozan bu yerinde yanıttan,
"Kuşkusuz," dedim, "bildiği bu birkaç sözcüğü,
Öğrenmiş, insafsız belaların kovaldığı mutsuz bir sahipten;
Şarkıları tek nakarat oluncaya kadar kovalanan o mutsuz kişiden.
Öğrenmiş, umudun ağıdı olan şu kederli nakaratı:
"Hiç-hiçbir zaman!"
Ama kuzgun hala döndürüyordu hayalimi gülümsemeye;
Oturdum kuşun, büstün, kapının önündeki koltuğun üstüne;
Gömüldükçe kadife yastığın içine, gömüldüm hayalden hayale,
Düşündüm geçmişten gelen bu uğursuz kuşu;
Geçmişten gelen bu zalim, tuhaf, korkunç, sıkıcı, uğursuz kuşu.
O tekrarladı ilençli sesiyle, "Hiçbir zaman!"
Oturup, tahmine koyuldum tek hece söylemeden kuşa,
Ateşli gözleri kalbimi dağlayan kuşa;
Tahminimi sürdürdüm yaslayarak başımı;
Lambadan süzülen ışığın aydınlattığı yastığın kadife kumaşına,
Lambanın aydınlattığı menekşe moru kadife şekilleniyordu ışıkla;
O hiç yaslanamayacak, ah! Hiçbir zaman, bir daha!
Sanki hava ağırlaştı gizli bir buhurun kokusuyla; sallandı yer,
Ayaksız meleklerin adımlarıyla, ayak sesleri dönüştü tüy kaplı zeminde çıngırak seslerine.
"Zavallı," diye bağırdım kendime, "Tanrın gönderdi bu iksiri sana melekleriyle,
Unutasın diye bir an Lenore'un anılarını.
İç, kana kana iç bu ilacı, unut artık şu yitik Lenore'un aşkını!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Bir kışkırtıcı mıydı seni gönderen, ya da fırtına mı bu kıyıya getiren,
Yine de çok cesursun bu ıssız, büyülenmiş yerde-
Korkunun terk etmediği bu evde -yalvarırım bana doğruyu söyle-
Var mı? Var mı umar Tur-i Sina'da? -söyle- yalvarırım söyle!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Üzerimizde uzanan cennet adına, ikimizin inandığı tanrı adına;
Söyle bu hüzün yüklü ruha, o uzak cennette,
Sarılabilecek miyim, meleklerin Lenore diye adlandırdığı o kutsal kıza?
Sarılabilecek miyim meleklerin Lenore diye andığı o eşsiz, ay yüzlü kıza?
Kuzgun dedi: "Hiç - hiçbir zaman!"
"Bu sözcük ayrılığımıza işaret olsun kuş ya da iblis!" diye bağırdım.
"Geri dön fırtınana, dön gecenin ölüler kıyısındaki diyarına!
Tek bir kara tüyünü bile bırakma, işareti olarak ruhunun söylediği o yalanın!
Yalnızlığımı bozma! Kapımın üstündeki büstü terk et!
Gaganı çıkar yüreğimden, bedenini kapıdan al git!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
Kuzgun bir an olsun ayrılmadı, oturdukça oturdu,
Oturdukça oturdu oda kapımın hemen üstündeki Pallas büstünde;
Benziyordu gözleri hayal kuran bir şeytanın görüntüsüne,
Vuruyordu kara gölgesini yere lambadan yansıyan ışık;
Kapalı kaldu ruhum bu kara gölgenin içinde,
Kurtulamayacak - Hiçbir zaman!
6 notes · View notes
vincenthv · 2 years
Text
Solgun bir evde pişmanlık bile olmayan bir yalnızlık, bütün sesleri mutsuzluğa çevirir.
İçinde bir yanlış adam, dışında bir sonsuz adam'
İlk insanın hayal kırıklığını bir de sen salarsın dünyaya:
Ben sevmek istiyorum ben sevmek istiyorum ben sevmek istiyorum.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
13 notes · View notes
hetesiya · 9 months
Text
Tumblr media
“Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu,” Polina Suslova
Dostoyevski, 59 yıl yaşadı. Dünya edebiyatın en önemli eserlerini yazdı. Zor bir hayatı oldu; hastalıklar, sürgünler, mali sıkıntılar içinde geçti yaşamı. Hayatına pek çok kadın girdi, bunlardan ikisiyle evlendi. Polina Suslova ise Fyodor Dostoyevski’nin hayatında ayrı bir yere sahiptir. Dostoyevski için gerçekleşmeyen bir arzu nesnesi gibidir. Onunla yaşadıkları, ayın diğer yüzü gibi hâlâ biraz karanlıktadır.
Dostoyevski ve Polina Suslova 1861 yılında yoksul öğrenciler yararına düzenlenen bir gecede tanışırlar. Dostoyevski böyle gecelere sık sık katılır ve eserlerinden parçalar okurdu. Polina Suslova ise böyle gecelerin müdavimlerinden biriydi. Dostoyevski ile karşılaşması bu gecelerin birinde olur. Olayın tam olarak nasıl gerçekleştiği biraz muamma ama o günlerin birinde Suslova, Dostoyevski’ye yayımlaması için bir öykü gönderir. Suslova’nın öyküsü 1861’in Ekim ayın da ‘Vakit’ dergisinde yayımlanır. Eski bir mujik kızıdır Suslova. Ablası Rusya’nın ilk kadın hekimi olurken Suslova arzularının peşinden gitmeyi tercih eder. Fakültelere yazılır ama derslere girmez. Devrimcidir. Tanrı’ya inanmayan solgun yüzlü bir feministtir. Güvenilmezdir. Sert bakışları olan görkemli bir kadın olduğu söylenir. Yürek yakan bir nihilisttir. Onu tanıyanlardan birisi; sadece içinden geldiği için adam öldürebileceğini söyler. Ruhundaki karmaşayı kendisinden 16 yaş büyük Dostoyevski’nin çözebileceğine inanır. Ne var ki Dostoyevski düşündüğü gibi biri değildir. Suslova’nın yanında çirkin kalır. Borçlardan bunalmıştır. Sara hastasıdır. Kuşkucu biridir. Suslova, bütün varlığını ona teslim etmek isterken Dostoyevski ona teslim olur. Kurtarıcısı olarak gördüğü adam gözyaşları içinde ayaklarının dibine yığılır zaman zaman. Suslova, korkunç bir kıskançlıkla saplantılı bir âşığa dönüşen Dostoyevski’den nefret eder, ondan tiksinir. Günlüğüne, “Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu.” diye yazar.
‘Vakit’ dergisi kapanınca Rusya’dan ayrılmaya karar verir Dostoyevski. Suslova’ya birlikte gitmeyi teklif eder, Susluova kabul eder. Dostoyevski bu yolculuğu Suslova ile birlikte geçirebileceği romantik bir yolculuk olacağını düşünür; fakat Suslova’nın başka planları vardır. İşler aksayıp yolculuk kısa bir süre ertelenince Suslova bavulunu toplayıp Paris’in yolunu tutar. Dostoyevski ise işlerini bitirir bitirmez onunla Paris’te buluşacağı günü düşünür. Kısa süre sonra Dostoyevski Paris’e gider. Yolda, Wiesbaden’de bir mola verir. İçindeki kumar tutkusuna engel olamayıp kumarhanelere girip çıkar. Büyük gösterişli salonlarda oyun oynar. Şansı yaver gider, üst üste kazanır. En sonunda bütün parasını koyar masaya ve yine kazanır. Sevinç içinde dışarı çıkıp otele döner. Paris’e gitmek için hazırlanırken içindeki tutkuya boyun eğer ve geldiği yere geri dönüp tekrar kumar oynar, tekrar kazanır. Masadan kalkıp odasına döndüğünde yorgun ama mutludur. Paris’e gitmek için hazırlanır. Dostoyevski Paris’te Suslova’yı görecek olmasından dolayı hem heyecanlıdır hem de Suslova’nın kendisini bırakıp Paris’e gitmesine kızgındır. Suslova, aynı gün için günlüğüne, “Dostoyevski’den bir mektup aldım. Beni göreceği için çok mutlu. Acıyorum zavallıya.” diye yazar. Dostoyevski, Suslova’yı Paris’te küçük bir pansiyon odasında bulur. Solgun bir yüzle karşılar onu Suslova. “Dinle Polina, öğrenmem gerek. Neresi olursa olsun bir yere gidelim. Her şeyi anlatacaksın bana. Yoksa Ölürüm!” diyerek bağırır Dostoyevski. Sonrasında Dostoyevski’nin kaldığı eve giderler. Yol boyunca hiç konuşmazlar. Dostoyevski sabırsızlanır çabuk olması için arabacıya bağırır yolda. Eve girer girmez Dostoyevski birdenbire yere yığılır “Seni yitirdim, biliyorum bunu.” Suslova, onu sakinleştirip yatıştırır. Paris’teki Salvador isimli sevgilisinden söz eder. Gözyaşları içinde anlatırken Dostoyevski tutulmuş bir halde sessizce dinler ve mutlu olup olmadığını sorar. “Hayır.” “Nasıl olur, hem seviyorsun hem mutlu değilsin?” “O beni sevmiyor.” “Bir köle gibi seviyorsun değil mi onu? Dünyanın öbür ucunda gideceksin ardından. Günün birinde bir başkasını seveceğini biliyordum. Yanlışlıkla sevdin beni” Bir kadın ile bir erkek arasındaki dostluk çoğunlukla gelişmemiş aşklardan doğar diyordu Milan Kundera. Dostoyevski ve Suslova’nın gelişmeyen aşkları dostluğa evrilir mecburen. Durumu kabullenen Dostoyevski “İtalya’ya gidelim…” der, “ağabeyin olacağım senin”. Suslova, Salvador ile ilişkisini kesip Dostoyevski ile İtalya’nın yolun tutar. Birlikte kumar masalarına otururlar. Kazandıkları da olur kaybettikleri de. Suslova’nın yüzüğünü rehin vermek zorunda kaldığı da olur. Şehir şehir dolaşırlar. Roma’dan Napoli’ye oradan Torino’ya giderler. Birliktelikleri de Torino’da son bulur. Suslova Paris’in yolunu tutarken Dostoyevski birkaç hafta sonra Rusya’ya geri döner. Suslova ve Dostoyevski Ekim 1863’ten sonra bir daha hiç görüşmezler. İki yıl sonra 1865 yılında birkaç kez görüşürler fakat ilişleri daha fazla devam etmeyecektir. O günlerde yazdığı bir mektup Suslova’yı çok kızdırır. Kendisi cevap yazamayınca kardeşinden Dostoyevski için bir mektup yazmasını ister. Nadezhda Suslova kardeşinin istediği üzerine bir mektubunda Dostoyevski’yi “Başkalarının acıları ve gözyaşları senin için içki ve etten ibarettir.” diye suçlar. Dostoyevski’nin bu mektuba cevap olarak yazdığı mektup ise hiçbir zaman bulunamaz. Polina Suslova’nın Henüz Türkçeye çevrilmeyen günlüğünde Dostoyevski ile olan ilişkisinden bahseder. Dostoyevski ise romanlarında söz eder ondan. “Kumarbaz” romanında açık açık ondan söz eder. Aralarında geçen kimi konuşmaları romanında yer vermekten çekinmez. Polina Suslova, Suç ve Ceza romanında Dunya olarak karşımıza çıkar, Budala’da Nastasya Filipovna, Karamazov Kardeşlerde ise Katrin ivonava. Polina Suslova; 1880’de kendisinden 16 yaş küçük eleştirmen Vasily Rozanov ile evlenir; fakat bu evlilik altı yıl sürer. Polina Suslova altı yılın sonunda kocasını terk eder.
Dostoyevski 1881 yılında öldüğünde cenaze töreninde otuz bin kişi vardı. O kalabalığın arasında Polina Suslova da var mıydı? Kim bilir?
Recep Şener Futuristika
1 note · View note
biredebi · 1 year
Text
Dökülsün kelimeler parmaklarımdan. Açsın çiçekler tekrar en solgun anlarından. Gelsin bir aşk vursun bu kalbi. Alsın çiçekler bu adam sevdiğine. Gözlerine mutluluk perdesi insin o kadının, o güzel insanın. Gözleri başka hiçbir şey görmesin. Gözlerinde kaybolursun, gözlerimde kaybolsun. Ellerimi tutsun, götürsün kalbine, dudaklarına, o kırmızı yanaklarına. Öyle sıkı sarılsın ki bana hiç bırakmasın. Canım çıksın sarılmaktan. Çıksın ki aksın onun canına. Benim canım ne ki şu üç günlük Dünya’da, senin canın olsam kafi bana...
4 notes · View notes
binbirkitapnet · 1 year
Text
Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı
Tumblr media
Hürriyet‘in 100 kişilik bir ekiple seçmiş olduğu Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı sizler için listeledik. Bu kitapları alıp kütüphanenize eklemenizi tavsiye ederiz, çok değerli yazarların çok kıymetli eserleri bulunuyor bu listede. Türk edebiyatını tanımak ve anlamak adına kendinize yapacağınız en büyük iyilik bu kitapları okumak olurdu.. Lafı daha fazla uzatmadan Türk Edebiyatının en iyi 100 romanı listemize geçelim.. Listemizin Türk edebiyatı yazar-eser listesi sizin de tahmin edebileceğiniz üzere İnce Memed ile başlıyor..
Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı
İlk sıra ince memed'in oldu, ardından tutunamayanlar, saatleri ayarlama enstitüsi, huzur, kara kitap şeklinde ilerliyor.. işte Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı
1. İnce Memed - Yaşar Kemal
2. Tutunamayanlar - Oğuz Atay
Tumblr media
3. Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar
4. Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar
Tumblr media
5. Kara Kitap - Orhan Pamuk
6. Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal
Tumblr media
7. Aylak Adam - Yusuf Atılgan
Tumblr media
8. Aşk-ı Memnu - Halit Ziya Uşaklıgil
Tumblr media
9. Benim Adım Kırmızı - Orhan Pamuk
Tumblr media
10. Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar
Tumblr media
11. Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar
12. Sevgili Arsız Ölüm - Latife Tekin
13. Yaban - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
14. Bir Düğün Gecesi - Adalet Ağaoğlu
15. Tehlikeli Oyunlar - Oğuz Atay
16. Ölmeye Yatmak - Adalet Ağaoğlu
17. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
18. Üç İstanbul - Mithat Cemal Kuntay
19. Çalıkuşu - Reşat Nuri Güntekin
20. 9. Hariciye Koğuşu - Peyami Safa
21. Devlet Ana - Kemal Tahir
Puan: 59
22. Bir Gün Tek Başına - Vedat Türkali
Puan: 58
23. Hakkari'de Bir Mevsim - Ferit Edgü
Puan: 55
24. Kuyucaklı Yusuf - Sabahattin Ali
Puan: 54
25. Yenişehir'de Bir Öğle Vakti - Sevgi Soysal
Puan: 50
26. Mai ve Siyah - Halit Ziya Uşaklıgil
Puan: 46
27. Kıskanmak - Nahid Sırrı Örik
Puan: 44
28. Cevdet Bey ve Oğulları - Orhan Pamuk
Puan: 43
29. Eylül - Mehmet Rauf
Puan: 41
30. Gece - Bilge Karasu
Puan: 41
31. Fahim Bey ve Biz - Abdülhak Şinasi Hisar
Puan: 39
32. 47’liler - Füruzan
Puan: 37
33. Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş
Puan: 34
34. Demirciler Çarşısı Cinayeti - Yaşar Kemal
Puan: 33
35. Yorgun Savaşçı - Kemal Tahir
Puan: 33
36. Murtaza - Orhan Kemal
Puan: 32
37. Yer Demir Gök Bakır - Yaşar Kemal
Puan: 29
38. Tuhaf Bir Kadın - Leyla Erbil
Puan: 28
39. Ağır Roman - Metin Kaçan
Puan: 26
40. Orta Direk - Yaşar Kemal
Puan: 24
41. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana - Yaşar Kemal
Puan: 23
42. İçimizdeki Şeytan - Sabahattin Ali
Puan: 23
43. Yalnızız - Peyami Safa
Puan: 23
44. Bin Hüzünlü Haz - Hasan Ali Toptaş
Puan: 22
45. Son Adım - Ayhan Geçgin
Puan: 22
46. Yılanların Öcü - Fakir Baykurt
Puan: 22
47. Her Gece Bodrum - Selim İleri
Puan: 21
48. Sinekli Bakkal - Halide Edib Adıvar
Puan: 21
49. Sultan Hamid Düşerken - Nahid Sırrı Örik
Puan: 21
50. Serenad - Zülfü Livaneli
Puan: 20
51. Tol - Murat Uyurkulak
Puan: 20
52. Ayaşlı ve Kiracıları - Memduh Şevket Esendal
Puan: 19
53. Müşâhedat - Ahmet Midhat Efendi
Puan: 19
54. Kinyas ile Kayra - Hakan Günday
Puan: 18
55. Berci Kristin Çöp Masalları - Latife Tekin
Puan: 17
56. Denizin Çağırışı - Kemal Bilbaşar
Puan: 17
57. Kırık Hayatlar - Halid Ziya Uşaklıgil
Puan: 17
58. Kurt Kanunu - Kemal Tahir
Puan: 17
59. Medarı Maişet Motoru - Sait Faik Abasıyanık
Puan: 17
60. Odalarda - Erdal Öz
Puan:17
61. Yeşil Gece - Reşat Nuri Güntekin
Puan: 17
62. Bir Solgun Adam - Selçuk Baran
Puan: 16
63. Kurtlar Sofrası
Puan: 16
64. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi - Ayfer Tunç
Puan: 15
65. Buzul Çağının Virüsü - Vüs’at O. Bener
Puan: 15
66. Esir Şehrin İnsanları - Kemal Tahir
Puan: 15
67. Gurbet Kuşları - Orhan Kemal
Puan: 15
68. İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit
Puan: 15
69. Mel’un - Selim İleri
Puan: 15
70. Rahmet Yolları Kesti - Kemal Tahir
Puan: 15
71. Bir Kadının Penceresinden - Oktay Rıfat
Puan: 15
72. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı - Bilge Karasu
Puan: 14
73. Heba - Hasan Ali Toptaş
Puan: 13
74. Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk
Puan: 13
75. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim - Nâzım Hikmet
Puan: 13
76. Çamlıca’daki Eniştemiz - Abdülhak Şinasi Hisar
Puan: 12
77. Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü
Puan: 12
78. Kayıp Aranıyor - Sait Faik Abasıyanık
Puan: 12
79. Kiralık Konak - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Puan: 12
80. Eski Hastalık - Reşat Nuri Güntekin
Puan: 11
81. Mutluluk - Zülfü Livaneli
Puan: 11
82. Şimdiki Çocuklar Harika - Aziz Nesin
Puan: 10
83. Boğazkesen - Nedim Gürsel
Puan: 10
84. Karartma Geceleri - Rıfat Ilgaz
Puan: 10
85. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu - Peyami Safa
Puan: 10
86. Sahnenin Dışındakiler - Ahmet Hamdi Tanpınar
Puan: 10
87. Yaralısın - Erdal Öz
Puan: 10
88. Yeşilçam Dedikleri Türkiye - Vedat Türkali
Puan: 10
89. Ankara - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Puan: 9
90. Araba Sevdası - Recaizade Mahmut Ekrem
Puan: 9
91. Ateş Gecesi - Reşat Nuri Güntekin
Puan: 9
92. Çılgın Gibi - Suat Derviş
Puan: 9
93. Göçmüş Kediler Bahçesi - Bilge Karasu
Puan: 9
94. Handan - Halide Edib Adıvar
Puan: 9
95. Mahur Beste - Ahmet Hamdi Tanpınar
Puan: 9
96. Şu Çılgın Türkler - Turgut Özakman
Puan: 9
97. Tütün Zamanı - Necati Cumalı
Puan: 9
98. Veda - Ayşe Kulin
Puan: 9
99. Viski - Çetin Altan
Puan: 9
100. Yalan - Tahsin Yücel
Puan: 9 Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı Siz hangi kitapları okudunuz veya önermek isterdiniz? Yorumlarda belirtmeyi unutmayınız. Telegram kanalımızı takip edebilirsiniz! Keyifli okumalar! Read the full article
2 notes · View notes
etaali · 2 years
Text
Tumblr media
HARABEDEKİ O GECE
Arş titremiş, melekler feryat etmişti. Güneş utanmıştı parlamaktan. Sema kan rengine bürünmüştü. Orada, Fırat'ın kenarında insanlığın en yücesi, kainatın varlık sebebi, aşağıların en aşağısı tarafından katledilmişti. Fırat'ın suları ağlıyordu, Kerbela'nın kızgın kumları ağlıyordu, çöl ağlıyordu, kainat ağlıyordu.
Esirler kervanı yola koyuldu. Çıplak develerin üzerinde, aç, yorgun, yaralı yol alıyorlardı. Küpelerini almak için yırttıkları kulaklarının acısı, kamçı izlerinin sızısı bile susuzluklarını bastıramıyordu. En acısı ise gözlerinin önünde götürülen mızraklara vurulmuş, babalarının, kardeşlerinin başlarıydı. Buna dayanamıyorlardı işte… Hele Rugeyye… O imam Hüseyin'in üç yaşındaki nazlı kızı… Sürekli babasını çağırıyor, babasını istiyordu.
Esir kervanı, şehir şehir dolaştırılıp, nihayet Şam'a varmıştı. Bir harabede indirdiler onları. Çıplak develere binmenin verdiği acı, açlık ve susuzluk, satılık esirler gibi çarşı pazar dolaştırılmalarının verdiği utanç, kamçı izlerinin sızısı ve kaybettikleri şehitlerinin acısı bitap düşürmüştü onları. Ama Rugeyye'nin feryadı bütün bu acıları bile bastırıyordu. "Baba" diyordu. "Baba neredesin? Baba, bizi dövdüler, halam Zeyneb'i kamçıladılar, abim Seccad'ın boynuna zincir taktılar. Ayaklarımıza dikenler battı baba, diken yerleri acıyor. Bize kamçı ile vurdular, kamçı yerleri sızlıyor. Baba, neredesin, amcam Abbas nerede, abim Ali Ekber nerede? Gel baba, gel!"
Kimse Rugeyye'yi sakinleştiremiyordu. Harabe Rugeyye'nin feryadı ile inliyordu. Düşman da rahatsız oldu bundan. "susturun şunu" diye emretti komutanları.
" Ona istediğini verin, sussun" dedi muzaffer bir edayla.
Harabenin kapısında iri kıyım bir insan müsveddesi göründü. Elinde üstü bezle örtülü bir tepsi vardı. Tepsiyi getirip Rugeyye'nin önüne koydular. Şaşkınlıkla baktı küçük yavru.
"Ben aç değilim ki. Ben babamı istiyorum."
Bir sırtlan gibi sırıttı iri kıyım adam.
"Bezi çek de bak" dedi yılan gibi tıslayarak.
Önce korktu Rugeyye, sonra minicik ellerini uzattı, örtüyü çekti. Birden bir çığlık yırttı karanlığı, bir feryat titretti arşın temellerini… Babasının kanlı başını kucakladı Rugeyye, bastı bağrına.
"Baba, neden sakalların kana bulanmış, neden yüzün solgun baba."
Harabe ağlıyordu, yıkık duvarlar ağlıyordu, gece ağlıyordu, Zeyneb ağlıyordu, Rugeyye ağlıyordu ve kesik baş ağlıyordu. Zaman durdu, ay utanarak bir bulutun ardına gizlendi. Gayb aleminde meleklerin feryadı doldurdu arşı.
Rugeyye kucağında babasının kesik başı, uzandı kuru toprakların üzerine yavaşça. Yüzünde babasına kavuşmanın sevinci vardı.
Artık unutmuştu yırtılan kulağının acısını, sırtındaki kamçı izlerinin, ayaklarındaki dikenlerin sızısını. Bedeni hafifçe titredi ve ruhu babasına kavuşmak üzere yükseldi göğe. Minicik cansız vücudu topraklar üzerinde kalmış, ne çıkar.
O dünyayı da, aşağılık mahlukları da terk edip babasına gidiyordu …
Ali Kıran
2 notes · View notes
yorgunherakles · 7 months
Text
güven duymaya duymaya güven duymanın bir ihtiyaç olduğunu bile unutmuşum. çırılçıplak hissediyorum kendimi.
selçuk baran - güz gelmeden
31 notes · View notes
jinekologobjektifi · 3 months
Text
DEDEMİN HİKAYESİ
Acı çekiyordu yaşlı adam. Yaşaması için bir sebebi kalmamıştı artık, duyamamaya alışmıştı, alışmak zorundaydı. Yıllar öğretmişti ona duymadan yaşamayı, işitmesi bozan bir ilaç tedavisi sonrası, işitme cihazı kullanmak zorunda kalmıştı geri kalan yaşamında, zamanla dudak okumayı öğrenmişti, bir şekilde alışmıştı az duyarak yaşamaya ama konuşamamak, ona alışılabilir miydi? Hastaneye son yatışından sonra sesi de çıkmaz olmuştu, tedavisi için kullanılan ilaçlara bağlamıştı yine bu durumu. Duyamamayı hazmetmesi için koca bir ömür vardı önünde, çünkü duyması azaldığında kırklı yaşlarındaydı ama konuşamamayı hazmetmesi için seksen çok ileri bir yaştı.
İnsan çevresiyle hiç iletişim kuramıyorsa neden yaşayacaktı ki, hele onun gibi bağlı olduğu oksijen makinesinden lavaboya gitmek için bile ayrılamıyorsa. Yaşlı adam bilgeydi, onurluydu, dürüsttü, torunlarının gözünde ise bir mucitti; gerçek anlamda değil tabi ama çok severdi uğraşmayı evindeki bozulmuş aletlerle, makinelerle, solgun bitkilerle. Bir keresinde akıllı telefonuna kartondan anten yapmıştı, yeni alınan telefonun bantlı olduğunu görünce çok çabuk bozulmuş olmasının şaşkınlığıyla sormuştu torunu bu neden bantlı, tepesindeki bu şey ne diye? Büyük bir ciddiyetle telefonun hangi kısmından duyacağımı, neresine konuşacağımı anlamıyorum ki, ben de anten yaptım demişti, bir karton parçasını kesip telefonun arkasına yapıştırmış olmaktı, anten yaptım dediği şey. Ailesi için o yaşlı, tatlı bir mucitti. Bir hafta sonu ziyaretine gittiğinizde balkonunda kuşlara yaptığı yuvaları görürdünüz, diğerinde tamir ettiği eski bir aleti alır eline nasıl tamir ettiğini gülümseyerek uzun uzun anlatırdı. En son yapmış olduğu icat, komik gelmişti herkese, gülümsetse de o an, ağlatmış olmalıydı empati yapmayı bilen herkesi sonradan. Eski oturma odasının ortasında, tavandaki sarı ampulünün yanındaki demire asılmış bir çan, çana bağlı uzun bir ip; ucu yaşlı adamın yatak odasına uzanan.
O çan yaşlı adamın sesiydi, çığlığıydı, sanırım son icadıydı. Kaç kez bir aşağı bir yukarı hareket ettirmişti acaba o ipi? Kaç kez seslenmek istemişti de dudaklarını büzüp dişlerini sıkıp, lanet olası sesim çıkmıyor diyerek, umutsuzca o ipi bir yukarı bir aşağı sallayarak odasına çağırmıştı, yetmiş yıllık eşini.
Hiç anlaşılamamıştı etrafınca, köyde okuma yazma bilen bir avuç insandan biriydi, çok kızdığı zamanlarda okuma yazma bilmeyen çok sevdiği biricik hanımına bile ‘cahil’ diyerek kızıverirdi. Aynı zamanda tarif edemeyeceği kadar çok minnet duyardı ona. ‘Allah ondan razı olsun, Allah düşürmesin.’ derdi her defasında. Yaşlı adam ömrünün yarısından fazlasını nadir görülen bir hastalık ile evde geçirdi. Yetmiş yıllık evliliklerinin, kırk yılına adamın hastalığı eşlik etmişti. Hanımı olmasa evde tek başına ne yapacaktı ki, o onun nefesiydi, sahip olduğu en güzel şeydi, arada huysuzlansa da aksileşse de yaşlı adam onu çok severdi. Yaşlı kadın bütün gününü evde geçirirdi, sokağa bile inmezdi; ya yaşlı kocası oksijen makinesine bağlı uyurken elektrik kesilirse, makine oksijen vermeyi bırakırsa, ya kulakları ağır işiten ihtiyar makinenin sesini duymazsa. Eve hapsolan tek kişi yaşlı adam değildi, ama kadın hiç şikayetçi değildi. Bazen gençliğini anlatırdı yaşlı kadın da, aslında gezmeyi ne kadar sevdiğini söylerdi, okuma yazma bilsem, beyim de hasta olmazsa ne gezerdim ben de derdi. O tahtadan yapılmış çift katlı ahşap ev, gönlünce yaşanmamış, hapsolmuş iki hayatın yetmiş yıllık tanığıydı.
Nefes alamıyordu adam, duymuyordu adam ve sonunda konuşamıyordu artık adam.
Çok değişmişti son zamanlarda, kapanmıştı içine, sesini özlüyordu anlıyorduk.
 Hava kapalıydı, gökyüzü bulutluydu, birden bir ses duyuldu, gök gürültüsü olmalıydı.
Gitti dediler.
Yaşlı eşi tahta evin kapısından çıktı, yürüdü, gözleri buğuluydu kadının, gitmişti yaşlı adam, ömrünü vermişti ona kadın, ömrü gitmişti. Dudaklarında acıyla karışık garip bir tebessüm, makine sesi yoktu artık, elektrik kesilebilirdi, çan çalamazdı artık.
Gök gürüldedi.
Yaşlı kadın sokakta gezindi.
Yaşlı adam huzurla gitti.
0 notes
unutulmussadam1 · 6 months
Text
Dağların en yalnızı bizim sığınağımız, gökyüzünün en karanlık bulutları bizim arkadaşımız. Kırık dökük her kalp bizden bir parça taşır, dökülen her gözyaşı bizim hikayemizdir. Uzaklarda bir ıssızlık varsa, bil ki orada bizim izlerimiz vardır; yıkık, dargın, ama hala ayakta, umudun en solgun çiçeğini soluksuz bekleyenleriz.
~Unutulmuş Adam~
Tumblr media
0 notes
shinimet · 2 years
Text
Bir adam geldi hayatıma evet en başta dünyamın tamamen o olacağını tahmin edemezdim o kadar naifti ki ruhuma iyi geliyor bakın ruh diyorum ruha iyi gelen tek şey ruhunuzun ikizidir bunu unutmayın beni öyle sevdi ki ben kendimi ondan sonra sevmeye başladım güzel değilim dediğim anlarda sen her halinle güzelsin diyen bir adamdan nasıl bir kötülük bekleyebilirim ki tüm hayatımı değiştirdi bana sevilmeyi sevmeyi aşkı öğretti beni öyle güzel sevdi ki değer neymiş ondan öğrendim hani kızların ilk aşkı babalarıdır ya benim babam belkide sevgisini hissettiremedi hissetmeyi çok isterdim ama olmadı solgun kalabalık dünyanın içinde yalnız kendini sevmeyen kimseden değer görmeyen biriyken o kuru toprakta kendi hâlinde yaşayan biriyken birinin gelip bu kuru dünyamı çiçekli bir hale dönüştüreceğini hiç düşünmezdim
1 note · View note
cratuena · 2 years
Text
Bir adam saçları tarumar, dağınık düşünceleri eline attığı herşeyi dağıtır gibi.
Öfkesini, isyanını haykırsa bilir nafile sesi kendine yankı. En son annesi bakmıştır şefkatle gözlerine.
Çökmüş omuzlarına hayatın yükü, ertelemiş hayallerini. Yüzünde solgun bir bakış, gülüşünün ucunda sızı, hoyrat bakışları gözyaşlarına gölge. Geçip gidiyor sessizce başı önde…
0 notes
baldwininmaskesi · 3 years
Text
Yüz yıl yaşamışım gibi yorgunum.
20 notes · View notes