Dün gece yağmur yağdı kente,
Sonra sabah, güneşte ayıklanmış,
Bir kahvede düşünüyorum,
Sen geleceksin ya, dalgınlık
Kopuverdi bir daldan, sallanarak
Geçen bayrak açmış bir bulut,
Sonra ikindi ve akşam, bakarsın,
Uyurken bir daha o yağmur.
Melih Cevdet Anday / Yaz Sonu Şiirleri, 1.
14 notes
·
View notes
Ey ölü seviciler, ışıkları yanan kent
Siz çoktan unuttunuz ama
Bir kıyamet daha koptu Kurtuluş Parkı'nda
Bir kız bir oğlanı bıçak ağzında bıraktı.
Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 2
0 notes
şehirden söz ediyorum
Eliot Weinberger’e
bugün bir yenilik, yarından sonraki gün için ise geçmiş bir harabe, her gün gömülen ve yeniden dirilen,
birlikte yaşanan sokaklarda, meydanlarda, otobüslerde, taksilerde, sinemalarda, tiyatrolarda, barlarda, otellerde, güvercin kafeslerinde ve yeraltı mezarlıklarında,
şehir kocaman, üç metrekarelik bir odaya sığan ve bir galaksi gibi sonsuz,
şehir hepimizi düşleyen, hepimizin düşlerken yapıp, bozup, sonra tekrar yaptığı,
şehir hepimizin düşlediği ve durmadan değişen biz onu düşlerken,
şehir her yüz senede bir uyanan ve bir sözcüğün aynasında kendisine bakan, kendisini tanıyamayan ve sonra yeniden uykuya dalan,
şehir yanımda uyuyan kadının göz kapaklarından filizlenen ve sonra,
anıtları ve heykelleri, tarihleri ve efsaneleriyle,
her gözü zamanda donmuş bir manzarayı yansıtan sayısız gözü olan bir çeşmeye dönüşen,
okullardan, hapishanelerden, alfabelerden, sayılardan, altar ve kanundan önce:
aslında dört nehir olan bir nehir, meyve bahçesi, ağaç, rüzgârı giyinmiş Adam ve Kadın,
—geriye dönmek, geriye, tekrar kil olmaya, o ışıkla yıkanmaya, adak mumlarının altında uyumaya,
zamanın sularında yüzmek, aynı akıntının beraberinde sürüklediği alev alev bir akçaağaç yaprağı gibi,
geriye dönmek, uyuyor muyuz? yoksa uyanık mıyız?, biz, daha fazla bir şey değiliz, gün ağarıyor, daha erken,
şehirdeyiz, bir başkasına girmeden ondan çıkamıyoruz, aynılar ama bir yandan da farklı,
uçsuz bucaksız şehirden söz ediyorum, günün gerçekliğinin sadece tek bir sözcükten oluştuğu: ötekiler ve her birinde bir ben var bizden koparılmış, bir ben sürüklenmiş,
ölülerin inşa ettiği şehirden söz ediyorum, içinde onların inatçı hayaletlerinin yaşadığı ve zorba hafızalarının yönettiği,
şehir kimseyle konuşmadığımda konuştuğum, bu uyku kaçıran kelimeleri bana söyleten,
kulelerden, köprülerden, tünellerden, hangarlardan, mucizelerden ve afetlerden söz ediyorum,
soyut Devlet ve somut polisleri, öğretmenleri, gardiyanları, vaizleri,
içinde her şeyin olduğu ve her şeyi harcadığımız ve sonra her şeyin bir dumana dönüştüğü dükkânlar,
meyve piramitleriyle pazarlar, dört mevsimin değişimi, kancalarda asılı duran sığırlar, baharat tepeleri, şişe ve konserve kuleleri,
bütün tat ve renkler, bütün koku ve maddeler, seslerin akışı —su, metal, tahta, kil— zamanın kendisi kadar eski itiş kakış, pazarlık ve entrika,
beton, cam, çelik binalardan söz ediyorum, hollerini, girişlerini dolduran insan kalabalığından, termometredeki cıva gibi bir yukarı çıkıp bir aşağı inen asansörlerden,
bankalar ve yönetim kurullarından, fabrikalar ve yöneticilerinden, işçiler ve onların en yakını makinelerden,
sokaklar boyunca devam eden, tutku ve sıkıntı kadar uzun o kadim fahişe alaylarından söz ediyorum,
heveslerimizin, meşgalelerimizin, tutkularımızın aynası gidip gelen arabalardan, (neden, ne için ve nereye doğru?),
her zaman dolu ve hep tek başımıza öldüğümüz hastanelerden,
bazı kiliselerin loş ışığından söz ediyorum ve altarda titreyen adak mumlarının alevinden,
kimsesizlerin azizler ve bakirelerle, tutku dolu ve aksayan bir dille konuştuğu o çekingen sesler,
bir yemekten söz ediyorum, gidip gelen bir ışığın altında, sallanan bir masada kırık dökük tabaklarda yenilen,
boş arazilerde kadınları, çocukları, hayvanları ve hayaletleriyle konaklayan masum kabilelerden,
lağımlardaki farelerden, kablolarda, pervazlarda ve feda edilmiş ağaçlarda yuva yapan cesur serçelerden,
düşünceli kedilerden ve onların ay ışığı altındaki hovardalıklarından, damların zalim tanrıçası,
sokak köpeklerinden, bizim Fransiskan’larımız, Bhikkus’larımız, güneşin kemiklerini eşeleyen köpeklerden,
münzevilerden ve liberter dayanışmasından söz ediyorum, kolluk kuvvetlerinin gizli planlarından ve hırsız çetelerinden,
eşitlikçilerin komplolarından, Suç dostları cemiyetinden, intihar kulübünden ve Karındeşen Jack’ten,
giyotin bileyicisi Halkın Dostları’ndan, insan türünün neşesi Sezar’dan,
kötürüm bir gecekondu mahallesinden, çatlamış bir duvardan, kurumuş bir çeşmeden, üstü karalanmış bir heykelden söz ediyorum,
dağ gibi çöp yığınlarından, kirli bir sisin süzgecinden geçen melankolik bir güneşten söz ediyorum,
kırılmış camlardan ve hurda demir çöllerinden, bir gece önce işlenen suçtan ve ölümsüz Trimalchio’nun şöleninden,
televizyon antenleri arasındaki aydan ve kirli bir kavanozun üstündeki kelebekten,
gölün üzerindeki balıkçıl kuşlarının hızlı uçuşu gibi geçen gün doğumlarından söz ediyorum, kiliselerin taş süslemelerinin üzerine konan saydam kanatlardaki güneşten ve sarayların camdan işlemelerinde kıpırdaşan ışıktan,
sonbaharın başlangıcındaki bazı öğleden sonralarından söz ediyorum, cisimsiz altın şelalelerden, bu dünyanın başkalaşımından, her şeyin şeklini yitirmesinden, her şeyin sürüncemede kalmasından,
ışık düşünüyor ve her birimiz bu yansıyan duyarlı ışık tarafından düşünüldüğümüzü hissediyoruz, zaman uzun bir an içinde eriyip gidiyor ve hepimiz bir kez daha havaya dönüşüyoruz,
yazdan söz ediyorum, yavaş geçen bir gecenin ufukta sanki bir duman dağı gibi büyümesi ve yavaş yavaş parçalanarak üzerimize bir dalga gibi düşmesinden,
madde uzlaştı, gece boylu boyunca uzandı ve bedeni aniden uykuya dalan güçlü bir nehir gibi, nefesinin dalgalarında sallanıyoruz, zaman somut, aynı bir meyve gibi ona dokunabiliyoruz,
ışıkları yaktılar, bulvarlar tutkunun görkemiyle yanıp tutuşuyor, parklarda dalların arasından geçen elektrik ışığı bizi aydınlatan ama ıslatmayan yeşil ve fosforlu bir pus gibi üzerimize düşüyor, ağaçlar mırıldanıyor, bize bir şey söylüyorlar,
bazı sokaklar var, loş ışıkta, sanki gülümseyen bir ima gibiler, bu sokaklar nereye çıkar bilmiyoruz, belki de kayıp adalara giden vapurlara,
yüksek balkonların üstündeki yıldızlardan söz ediyorum ve gökyüzünün taşına yazdıkları anlaşılmaz cümlelerinden,
birden bastıran sağanak yağmurdan söz ediyorum, pencerelerin camlarına vurup, ağaçları eğen ve yirmi beş dakika süren, şimdi gökyüzünde mavi yarıklar ve bir ışık seli, buhar asfalttan yükseliyor, arabalar parıldıyor ve su birikintileri var, içinde yansıma gemiciklerinin yüzdüğü,
göçebe bulutlardan söz ediyorum, beşinci kattaki bir odaya neşe katan hafif bir müzikten, gecenin ortasında uzaktaki bitki köklerinin ve otların arasından akan su gibi kulağa gelen gülüşme seslerinden,
her zaman beklenen ve en beklenmedik zamanda gerçekleşen gizemli kaderimizle buluşmadan söz ediyorum: aşk ya da ölüm
bilinen geçmişimizden ve gizli geçmişimizden söz ediyorum, senin ve benim,
taş ormanlarından söz ediyorum, peygamberin çölünden, ruhların karınca yuvasından, kabilelerin toplanmasından, aynalar evinden, yankılar labirentinden,
zamanın derinliklerinden gelen o büyük uğultudan söz ediyorum, birleşen ve dağılan milletlerin o anlaşılmaz fısıltılarından, kalabalıkların döngüsünden, büyük kayalar gibi savrulan silahlarından ve tarihin çukuruna düşen kemiklerin çıkardığı sağır sesten,
şehirden söz ediyorum, yüzyılların çobanı, bizi doğuran ve bir çırpıda bitirip tüketen, bizi yaratan ve unutan anneden.
Octavio Paz
çev. Sena Akalın
6 notes
·
View notes
Hani gitmeyenlerden olacaktı ömrünün en mavisi?
Hani biz kovulan, sürgün edilmişlimizle hiç baş başa kalmayacaktık?
Hani biz güneyli çocukların aşı, sevinci, umudu, gökkuşağı olacaktık?
Hasret birikmeyecekti içimizde, hani?
Hani bu bahar mevsiminde melekler gelecekti, savaş dolu,
kanla yıkanan topraklarımızdan..?
Meral Meri / Kısa Kent Şiirleri / Güneyli Çocuklar
44 notes
·
View notes
bir zamanlar birini sevdim. sevgiye inanmış olmalıydım.
aslı erdoğan - bir delinin güncesi
23 notes
·
View notes
Yansamda doyma küllerime...
47 notes
·
View notes
Mevsimler geçti,
Uzun zamanlar karla karışık...
Hasretli zamanlar bunlar-
Senli zamanlar...
Ey incilerin denizi,
Sen, nikbinli insan-
Özel adam,seviyorum seni...
Meral Meri/Kısa Kent Şiirleri/Özel Adam
136 notes
·
View notes
Bu bakışları, bu ses tonunu , bu donuk uzaklığı, bu özgür ruhun acı çekerken dahi tebessüm edişini evet-evet ben bunları gördüm...
İdrak ettim ve denizin dibi berrakttı o an.
Şimdi ister öl,ister yaşa
İstersen ağla,istersen gül-güldür...
Bir sürüye ve sana delirmiş bu demelerine ihtiyacın kalmayacak.
Ama o zamana kadar
Akıllıymışsın gibi yap...
Yapbozu bozma;
Unutma, bu dünya delileri değil,delirtenleri koruyup kollar.
Meral Meri / Kısa Kent Şiirleri / Yağmurda Dans
51 notes
·
View notes
Alelade bir ormanda
Gezinen kalbi
Düşleri ve
Kurumuş porsuk ağacı
Akıyordu kanları
Yüreğin ürperişini
Bırakırken gerilerde
Mavilerin tonlarınca
Yeniden özlemle selamlıyordu
Sevgilisini
Alaaddin'in gösterişsiz ormanı...
Meral Meri/ Kısa Kent Şiirleri / Alaaddin'in İbreleri
23 notes
·
View notes
ENVER GÖKÇE (1920-19 Kasım 1981)
Yoksul ama onurlu bir yaşam. Şiirimizin en özgün ve usta çınarlarından...
Sen benimsin
Ciğerparem, sevdiğim
Gülden ağır
Söyleyemem sana!
Saçlarına
Kızıl güller takayım
Salın da gel,
Bir o yana
Bir bu yana!
(...)
Bugün günlerden:
#EnverGökçe
ENVER GÖKÇE Yİ
Ölümsüzlüğe çıktığı günün anısına
Sevgi ve saygıyla anıyorum
Düştüm bir öylesi çekilmez derde,
Ne ölümü düşünürdüm, ne yaşamak korkusu,
Ne sır aradım herşeyde,, ne gariplik var serde,
Ne kara sevda, ne sevmek ne sevilmek arzusu.
Artık her şarkı dokunur bana bu şehirde.
Hasret nedir bilmezken o kadar
şimdi, her an, her yerde gurbetteyim.
Çünkü daha görmediğim güzellikler var,
öyle bir yürek koymuşlar ki içime neyleyim,
Her yere gönlümü vermeden geçemem dostlar!
Ben deli miyim bilmem mi neler ettigimi.
Bir han köşesinde yatmayınan kerem diyorlar,
Ne tuhaf bu insanlar, derdini dökmeyinen
çaresiz derde bulunmaz merhem diyorlar,
Ah.. bir alıp satıcı gönlüm var gezer çarşı çarşı,
Başım güneşe düşmüş yanmayı öğrenir.
Nolur böyle duradursun cama güneşe karşı,
Gönül heryerde bir kardeşim güzel heryerde bir..
Enver Gökçe
devrim yüreklim
tutuştururduk geceleri ucundan
devriyeler düşerdi ardımıza
elele kentin ara sokaklarına akardık
karanlık bir hikayede saklanırdık
süngüyü tüfeğe sürer gibi
ömrümüzü eyleme sürerdik
elden ne gelir devrim yüreklim
vakit geldiyse
ve
çağırıyorsa uzaklar seni
eyvallah!
bir yemen türküsüne benzerdik ikimiz
söylendikçe
bulutlu gözlerde iki damla yaş olurduk
varoşları dolaşırdık seninle
fukara gecekondu ışıklarına bakardık
kente zulüm yağardı
açlık
yokluk yağardı
biz
seninle isyan giyer
sokaklarda büyürdük
elden ne gelir devrim yüreklim
vakit geldiyse
ve
çağırıyorsa uzaklar seni
eyvallah!
benim saçıma sakalıma ay düşerdi
sen yıldızlarla örerdin saçlarını
benim yeşil parkamın cebinde
sancılı enver gökçe şiirleri
sen nehir olup benim göğsüme akardın
gece sustu mu eylemlere çıkardık
belimizde silah taşırdık
yüreğimizde umut
vurulurduk
mor acılı zamanlarla sarardık yaralarımızı
elden ne gelir devrim yüreklim
vakit geldiyse
ve
çağırıyorsa uzaklar seni
eyvallah!
karakollar köşe bucak bizi sorarlardı
yetmezdi adımıza fermanlar çıkarırlardı
umurumuzda değildi kapımızda uluyan ölüm
ben seni her öptüğümde devrim yüreklim
pir sultan darağacında gül açardı
yunus yanardı küle dönerdi
hayyam kumru’ suna rubailer yazardı
sobalar öksürtürdü kentin yollarını
ıslık çalarak aramızdan geçer giderdi aşk
üşüdüğünü görsek
kıpkızıl bir düşle sarar sarmalardık
elden ne gelir devrim yüreklim
vakit geldiyse
ve
çağırıyorsa uzaklar seni
eyvallah!
illegal yürüyüşlerde hep en öndeydik
pankart taşırdık seninle
elin elime değerdi
gözün gözüme
gülerdin
yüzünde bir halk gülerdi
ne de çok ölürdük seninle
ne de cok yaşardık
yine de yorulmazdık
tutuklansam
bana gelirdin
sigara kitap bir de kokunu getirirdin
görüş biterdi
her gidişinle ömrümü acıtırdın
aramıza aylar girerdi
eli koynunda hüzünler
katran karası kodesler girerdi
elden ne gelir devrim yüreklim
vakit geldiyse
ve
çağırıyorsa uzaklar seni
eyvallah!
bir sabahçı kahvesinin soluk saatinde
şiirler okurdum sana
sen çayının buğusuna yağardın
senin koluna girerdim sonra
evimize yürürdük
dalgalar kıyıları döverdi
bodrum katında tek odalı evimiz vardı
biz ‘halkın konağı’ derdik
eşya sığmazdı ama
tıka basa hayallerimizi doldururduk
bir bardak rakımız olur
içerdik seninle
teybimizde turan engin kasedi
‘ şu yüce dağları daman kaplamış
yine mi gurbette kara haber var
seher vakti bu yerde kimler ağlamış
çimenler üstünde gözyaşları var’
susardık seninle
yanağın yanağıma değerdi
ıslanırdı yüzümüz
bilirdik neden
elden ne gelir devrim yüreklim
vakit geldiyse
ve
çağırıyorsa uzaklar seni
eyvallah
bazen kaybederdim seni
kime sorsam bilmezdi
nerede olduğunu
günler sonra çıkıp gelirdin işkencelerden
bir mum gibi titrerdin kapıda
saçların dağılmış
gözlerin bir çift ölü kelebek
dokunsam
ürkek bir güvercin
olurdun
yüregin ağzında
bedeninin acırdı
acılarından öperdim
anlatmazdın
ben de
sormazdım
uyurdun başını koyup omzuma
ben başını okşardım
avuçlarıma dökülürdün alev alev
ne de çok ölürdük seninle
ne de cok yaşardık
elden ne gelir devrim yüreklim
vakit geldiyse
ve
çağırıyorsa uzaklar seni
eyvallah!
#t a m e r d u r s u n
71 notes
·
View notes
Gittin,
Yağmurlar kayboldu gidişinle..!
Yokluğunda kurudu gönlüm..!
Yaşlı ahlar büyürken kirpiklerimde,
Kahrolur mevsimler,
Yanar iki gözüm.
Yakar içimi özlemin..!
Yokluğunda,
En acı şiirleri dökerim satırlara..!
Özlemini içime bir nefes gibi çektiğim,
Kaderime beklediğim bir ışıksın oysa..!
Yoksun..!
Bu şehir boş artık,
Sensiz ve karanlık..!!
Kör olmuş artık yollar, çıkmaz sokaklar..!
Kaldırımlar ise kendi halinde,
Elllerin dolaştığı bir kent kalmış bana, yine sensiz akşamlarda..!!
#SOLYANIM#
1 note
·
View note
Bacalardan duman degil
Sanki irin fışkırıyor
Kararttılar gögümüzü
Vitrinler de geceleri
Öylece yanıp duruyor
Ne gelen var, ne giden
Yapma çiçek, yapma böcek
Ne kuruyor, ne ölüyor
Açınasa da, uçmasa da
Sokaklarda kimseler yok
Akşam dokuzdan sonra
Gözümde bir kent ölüsü
Sevgilim gülücükler istiyor
Ardından koşturmalar
Yurdum yanıp giderken
Ben bu şiirleri
Yazmasam da olmuyor
Çagım kapı önünde
Tam böyle diyecekken
Gülüveriyor bir çocuk
Ne olaki nedeni
Şimdi babamı ben
Anmasam olmayacak
O da böyle gülerdi
Ama ben gülernedim
Şöyle yürekten, içten
O öldügünden beri
Agaçlardan yaprak degil
Sanki kurum savruluyor
Ankara'da bu kış günü
Böyle bir günde
Hiç kimseler bilmiyor
Yurdumu düşündügümü
Ahmet Erhan
15 notes
·
View notes
BİTTİ...
ve bitti…
sonra yalnız bir opera başladı
ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
ben sende bütün aşklarımı temize çektim.
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu.
ve elbet üzerinde durulmuyordu.
sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
biraz daha fazla sevdiğim,
biraz daha önem verdiğim.
başlangıçta dogruydu belki.
sıradan bir serüven,
rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
gün günden hayatıma yayılan,
varlığımı ele geçiren,
büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
ve hala bilmiyordun sevgilim
ben sende bütün aşklarımı temize çektim
anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
bütün kazananlar gibi
terk ettin
yaz başıydı gittiğinde,
ardından,
senin için üç lirik parça yazmaya karar vermistim.
kimsesiz bir yazdı.
yoktun.
kimsesizdim.
çıkılmış bir yolun ilk durağında
bir mevsim
bekledim durdum.
çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.
sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki küskün kedere,
gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sozcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yaz başıydı gittiğinde.
sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti mayıs.
seni bir şiire düşündükçe
kanat gibi, tüy gibi,
dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.
önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük
usulca düşüyordu bir kağıt aklığına,
belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
yaz başıydı gittiğinde.
bir aşkın ilk günleriydi daha.
aşk mıydı, değil miydi?
bunu o günler kim bilebilirdi?
“eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen"
notunu buldum kapımda.
altına saat:16.00 diye yazmıştın,
ve 16.04'tü onu bulduğumda.
daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
takvim tutmazlığını
aramızda bir düşman gibi duran
zaman'ı
daha o gün anlamalıydım
benim sana erken
senin bana geç kaldığını
gittin.
koca bir yaz girdi aramıza.
yaz ve getirdikleri.
döndüğünde eksik,
noksan bir şeyler başlamıştı.
sanki yaz, birbirimizi
görmediğimiz o üç ay,
alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan,
olmamıştı, eksik kalmıştı.
kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza.
adımlarımız tutuk,
yüreğimiz çekingen,
körler gibi tutunuyor,
dilsizler gibi bakışıyorduk.
sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.
fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. zamanla
gözlerimiz açıldı,
dilimiz çözüldü
güvenle ilerledik birbirimize.
gittin.
şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza.
biliyorum
ne sen dönebilirsin artık,
ne de ben kapıyı açabilirim sana.
şimdi biz neyiz biliyor musun?
akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
birbirine uzanamayan
boşlukta iki yalnız yıldız gibi
acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
bir zaman sonra
batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
bizden diyorum, ikimizden
ne kalacak?
şimdi biz neyiz biliyor musun?
yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. umut
ve korkunun
hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada
bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını
bilmeyen
çocuklar gibi
ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek
her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz
kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.
kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak,
yazıya oturup
sonu gelmeyen cümleler kurmak,
camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak…
böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun
para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar
bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar,
eşyalar gözünüzün önünde durur
birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
cağrışımlarla ödeşemezsiniz
dışarda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
bir ayrılığın ilk günleridir daha
her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkta
gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saat tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara
boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak,
eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasinda
kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden
yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente,
bir tutkunluk haline, bir trafik kazasına,
başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye,
ameliyata alınmaya kendimizi hazırlar gibi
yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir an'ın, yalnızca bir an'ın bütün bir hayatı kapladıgı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar
denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdir intihara bu kadar
bana zamandan söz ediyorlar
gelip size zamandan söz ederler
yaraları nasıl sardığından,
ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
zamanla ilgili
bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
hepsini bilirsiniz zaten,
bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
dahası onalar da bilirler.
ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
bittiğine kendini inandirmak,
ayrılığın gerçeğine katlanmak,
sırtınızdaki hançeri çıkartmak,
yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak
kolay değildir elbet.
kolay değildir
bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.
zaman alır.
zaman,
alır sizden bunların yükünü
o boşluk dolar elbet,
yaralar kabuk bağlar,
sızılar diner, acılar dibe çöker.
hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.
bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
o boşluk doldu sanırsınız
oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir
gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
dilerim geri teper.
yoksa gerçekten
bitmişsinizdir.
zamanla yerleşir yaşadıkların,
yeniden konumlanır, çoğalır anlamları,
önemi kavranır.
bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey,
çok sonra değerini kazanır.
yokluğu derin
ve sürekli bir sızı halini alır.
oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
bunlar da bir işe yaramadıysa
demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda
bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim.
bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarla bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları,
sarhoşların ve sucluların unuttuklarını hatırlamaktan
uzun uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
duyarlığın gece mekteplerinden geldim
bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.
bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
ilerledikçe…kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
aşk ve acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden.
karardı dizeler.
ask…bitti. soldu siir.
büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden
daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
aşk yalnız bir operadır, biliyordum: operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği tarapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani coğalarak
tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. terli ve kirliydim.
sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de…
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri…panayır yerleri…
ölü kelebekler…ölü kelebekler…
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
yoksa bu kadar konuşabilir miydim?
ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı
aşkın bir yolu vardır
her yaşta başka türlü geçilen
aşkın bir yolu vardır
her yaşta biraz gecikilen
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
sen de değilsin. o da değil
kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. bitmemiş bir şiirin ortasında
darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey
şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden
dönüp ardıma bakıyorum
yoksun sen
ey sanat! her şeyi hayata dönüştüren
5 notes
·
View notes
Bana bahardan söz ediyorsun:
Fakat kurumuş dalları, kesilmiş ağaçları,ölmüş kuşları getiriyorsun
Bana özgünlükten dem vuruyorsun:
Fakat kopyala- yapıştır,taklit et- öykün diyorsun
Bana hoşgörüden bahis açıyorsun:
Fakat sen olmadığım zaman, kardeşin olmadığım zaman,sevgilin olmadığım zaman nefret ediyorsun
Ben de diyorum ki:
Kalbi ulvi
Sevgisi baki
Gönlü yüce insana bir insanoğlu gerek!
Meral Meri /Kısa Kent Şiirleri / Renkli Takke
201 notes
·
View notes
Ey gönüllü en sevgili
Tükenmenin kalbinden bile atma beni
Kırma bizi
Çünkü ceylanların kalbi çabuk kırılır
Hadi durma öyle; çocukluğumdan bir parça kopar
Ve benzeşelim
Eğer sen de -sen de akmak istersen bu sevgiye
...
Meral Meri/-Kısa Kent Şiirleri
9 notes
·
View notes
490 notes
·
View notes