Hani bazen "neden yaşıyoruz ki, amaç ne" tribine girer ya insan, herkes gibi bana da olmuştu. Tam tarih veremesem de önemli olan bu değil zaten. Şöyle ki; o anda ben sadece hayattaki güzel anlar için yaşadığımı fark ettim. Mutlu olduğum, bir şey başardığım, güldüğüm, eğlendiğim anlar. Sonra o güzel anları düşündüm, hangi sıklıkla güzel şeyler oluyordu hayatımda? Sanırım pek sık sayılmazdı. Tanıyorum kendimi az çok. Öyle mutlu olmak için kocaman mutlulukları beklemem. Ufak şeyler de sevindirir beni (herkese olduğu kadar), ama buna mutluluk demek kelimenin içini boşaltır biraz. İnsanın mutluluğu kendi içinde bulabileceği safsatalarına inanmam şahsen. Yok yani, bildiğin aldatmaca. Biraz kafası çalışan mutsuzların, mutluymuş gibi hissetmek için uydurdukları yöntemler, gerçek mutluluğun önünü tıkayanlar bir bakıma. Mutluluk dıştan gelen etkenlerle tetiklenen sonra da bünyenin mecburen verdiği bir tepkidir bana göre. Yine de bilimsel dayanağı yok, şu an uydurdum. Şimdi bakıyorum hayatıma, şöyle bir genel tarıyorum. Güzel şeyler var elimizde, efendim iyi okul, tam iyi diyemesek bile bir aile, iyi bir kaç arkadaş. Ama bunlar artık sindirilmiş şeyler. Mutluluk cepten yemek değildir, olmamalıdır. "Ne güzel her şey yolunda, hayat çok güzel" kandırmacasına doyuyorsun bir şeyden sonra. Her şey yolunda değil aslında, her şey sıradan. Depresif belirtiler gösterdiğimi fark ediyorum bazen. Tabi bunu kendi başıma keşfettiğim için yanılma payı da bıraktım. Olmaya da bilirim. "hayattan sıkıldım" çerçevesinde bir şeyler yazacaktım. mutluluktan girdim, çıkamadım bir yerden. Evet Mehmet Pişkin’e geldik. Uzun zamandır tasarladığım hayalimdeki şeyi yapmış adam. Kullandığı cümleler, motivasyonu, düşünceleri ve realizmiyle adeta kendimi ekranda izliyormuş gibi hissettim. Tam aklımdaki şey buydu aslında ve kendisine aşk olsun, benden daha önce davrandığı için. İnsanoğlunun bütün bu gerzek çırpınışlarına ve bir zavallı gibi mutlu rolü yapmaya çalışmasına inat, göte göt demiş ve gitmiş. Mutsuz olduğu her halinden belli ve bununla yüzleşebilecek kadar cesur. Her gün, bıkmadan usanmadan mutluluk rolü yapanlara ve mutsuz olduğunu anlayamayacak kadar moron olanlara inat. Hangimiz kaçıp gidebilme cesaretini gösterebiliriz bu adam gibi? Aslında hayat çok güzel bak kuşlar çiçekler böcekler zırvalıklarına kanmadan hepsine bir siktir çekip gidebiliyoruz? Birçok insanın cesaret edemediği şeyi gerçekleştirmiş, hayatına son verme hakkını kullanmış. İnsan için en iyi ikinci şeyi bir parça geç de olsa kendi isteğiyle yerine getirmiş, iyi de yapmış. Ve açıkçası şanslı bir ölüm olmuş onun için. Herkes, istediği şekilde, son kez bir kadeh şarap, bir sigara içerek ve en önemlisi en sevdiği şarkıyı son kez dinleyerek ölemez. Ve belki bu kadar zaman niçin dünyada var olduğunu öğrenmiştir ölünce. “İnsan için en iyisi hiç doğmamış olmaktır. ikinci en iyi şey ise hemen ölmek." Siyahtanbiiradam olarak eski hesabımla birlikte yaklaşık 6-7 yıldır buradayım. Bu platformda çok güzel dostluklar edindim çok güzel insanlar tanıdım eğer bilmeden istemeden birinizin kalbini kırdıysam af ola. Hep beraber, bir şeyler denemeye devam. Hoş çakalın aşkla yaşayın çok güzel olsun hayatınız. Genellikle derin bir ıstırap içinde olsam da içimde hâlâ sükûnet, kusursuz düzen ve ahenk var. Çiçekler solar, kitaplar biter, şiirler olur, bana da elveda demek düşer. Zamanınızı çaldığım için özür diliyorum.
yaşama isteğim boynuna ipi dolamış ve intihar etmiş sanki öyle bir bunalma öyle bir taşma içimde olan bu his. duvarlar bile bize şahit olmaktan sıkılmışçasına üzerimize geliyor. çok yakın dostumuz duvarlar, evet onlar bile bize düşman kesilmiş ruhum. sürekli tartışmamızdan onlarda siyaha boyanmış tıpkı düşüncelerimizi karanlığa teslim ettiğimiz gibi, tıpkı içimizdeki o beyaz hevesi kirletip siyaha çevirmeleri gibi. bizim yok oluşumuza içiyorlar bu şarabı, bizim gerçek anlamda yok olma isteğimize. dört duvar oturmuş, şarap bardaklarını çarpıştırıyor beynimde. aynı aynalara vurmak istediğim o son sınır çığlığı gibi. evin içinde küçülmüşüz sanki, evimiz bile bizi kâbul etmiyor tıpkı mezarın bile kâbul etmeyeceği gibi. biz batmışız biz içten içe çürümüşüz. nasıl düzeliriz, nasıl beyaz hevesimize kavuşup kuşlar gibi süzülürüz bilmiyorum ama sen ve ben ruhum; ipleri dolaşmış uçurtmalar misâliyiz. boş verip hiçbir zaman uçamayacağız. hiçbir zaman doğru yolu bulamayacağız, biz hiçbir zaman gerçek anlamda var olduğumuzu hissedemeyeceğiz. biz her zaman yalnız uyanacağız. biz hep olduğumuz yerde kalacağız çürüklüğümüzle ve sırtımızda bıraktığımız bıçakların dost orkestrası olduğunu bilerek. biz hep küçük olduğumuzu savunacağız ama insanlar hep büyümek istediğimizi düşünecek. biz hiç büyümek istemeyeceğiz çünkü olduğumuz yerde yediğimiz bıçaklarla kaldığımızı bileceğiz. asla yürüyemedik, asla ilerleyemedik. biz sakat kaldık, biz eski zamanlarda mahsur kaldık seninle. biz hiç büyüyemedik, hep aksi hep lanet olduk. biz hiç ilerleyemedik. hep aynı kaldık. zamanı yaralarla ölçen ruhum ve ben, biz hep tek başımıza kaldık.
Şiir temalı, arkaplanında dokunaklı bir hikayenin yer aldığı, güzel bir Kore filmi izledim.
Aşağıya da filmde yer alan bir şiiri bırakıyorum. Tabii filmi izleyip hikayeyi bilen bir insana vereceği hissiyat daha başka olacaktır. Yine de güzel.
...................................
AGNES’İN ŞARKISI
Hava nasıl oralarda
Issız mı yine?
Ateş kırmızısı mı günbatımı?
Orman yolunda kuşlar şarkı söylüyorlar mı?
Kabul eder misin
Yollamaya cesaret edemediğim mektubu?
Dinler misin
Söyleyemediğim itiraflarımı?
Zaman geçecek, güller solacak mı?
Şimdi elveda deme vakti
Esip geçen yel gibi, gölgeler gibi.
Tutulmamış sözlere,
Sonsuza mühürlenmiş aşklara,
Bileklerimi öpen çimenlere
Ve beni izleyen küçük adımlara
Elveda deme vakti.
Karanlık çöküyor sanki.
Mum yeniden yanar mı?
Dua ediyorum
Kimse ağlamasın diye,
Bil diye seni ne çok sevdiğimi bil diye.
Sıcak bir yaz gününün ortasında
Uzun bir bekleyiş,
Babamın yaşlı yüzüne benzeyen
Eski bir patika.
Yalnızlık da yabani bir çiçek gibi
Ürkek, çeviriyor yüzünü.
Nasıl sevdim seni?
Sessiz şarkını duyunca
Nasıl da titredi kalbim.
Dualarım seninle…
Kara nehri geçmeden önce
Ruhum son nefesiyle,
Parlak bir günün hayalini
Başlıyorum görmeye.
Yine uyandığımda,
Işıktan gözlerim kör.
Seni buluyorum,
Bekliyorsun yanı başımda…
Uçtu o kuş gökyüzünde. Dilediği gibi. Kanatlarının gölgesi düştü zemine. Kafamı kaldırıp baktım, gülümsedi. Bulutların arasında kayboldu.
Öğrenmişti kuş artık, kafesin dışındaki maviliklerin içinde özgürce kanat çırpmayı. Sordum sonra, sen hep gökyüzüne mi aittin?
Hayır, dedi. Ben cehennemin ateşinden çıkıp uçtum, kanatlarım yandı, ruhum parçalandı, gökyüzü bile artık kırmızıydı.
Küllerinden doğdun, diye ekledim.
Sadece kuşlar küllerinden doğmaz. Benim küllerimi dünyaya savurdular, gökyüzü bile yeniden doğdu. Güneşi açtı, önce canı yandı, sonra ağladı. O gün öğrendim, o ağladıkça benim yangınım söndü. Söndükçe daha çok kanat çırptım, kanat çırptıkça mavileşti o gökyüzü. Maviliğinde nefes aldım, mavi özgürlük demekti.
Unuttun mu kırmızıyı?
Hayır, dedi anında. Kırmızı geçmişti. Geçmişi olmadan gelecek küllerinden var olamaz. Yakmak için önce yanmak gerekir. Maviyi sev, ama kırmızıyı daha çok kucakla çünkü zayıflıklarınla duruyor karşında.
Zayıflıkların bile yanarken hala.
İşte o yangını iyi hatırla, ateşi harlayanları aklından çıkartma. Çünkü gün gelecek onları kırmızılara mahkum edeceksin.
Sen ise sonsuza kadar mavi olacaksın. Uçsuz bucaksız.
(Metin Akdeniz. 20 Ocak 1970 tarihinde Tatvan’da doğdum. 1974 yılında Manisa’nın Alaşehir İlçesine yerleştim. Alaşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünde kamu emekçisi olarak çalışmaktayım. İktisat Fakültesi mezunuyum. Daha önce yayınlanmış "Kayıp Kelimeler Krallığı", "Jan", "Küçük Düşler Kumbarası", "Yasaklı Semtin Sesleri" adında 4 şiir kitabım, Soyut Refleks” ve "Dramatik Buluntular" adında iki romanım ve "Polen Bulutları" adlı bir öykü kitabım bulunmaktadır. Son olarak bu hafta "Bükülen Kıyıların Çağrısı" adındaki romanım çıktı. )
***
(Çünkü “yüreğiyle konuşma” yirmi birinci yüzyılın bir geleneği değildir.)
***
“Yüzünden papatya tarlasına geçiliyordu…”
Işıltılı Kız (Rüya) bunu hissettirmişti bana Göçmen Kuşlar Kasabası’nda onu ilk gördüğümde. Çok güzel âşık olmuştum. Çok güzel yenilmiştim ona. Parçalanış tadında… Adım Vefa, o kadar güzel yenilmiştim ki ne çok şey kazanmıştım o yenilgiden. Sonra başka uçurumlarla tanıştım. Daha büyük uçurumlarla. Onlar da sevdiler beni. Çok sevdiler. Uçurumlar beni hep sevmiştir. İnmediler hiç sırtımdan. Şiir üstüne şiir. Hüzün üstüne hüzün. Ve yüksek karlı dağların arasından geçen sıcak bir tren yolculuğu tadındaydı o muhteşem duygular.
Ah, göğsüm, göğsüm dedim
Göğsüm sürekli bombalanıp duran anılar ülkesi.
Kalbim, mazi toplama kampı.
Ortalıkta hiç gözükmeyen Zaman aniden beyaz saçlı bulutlarla gelip herkesin ismini yazdı hatırlayış tabelasına. Herkes gömüldüğü yerden başını kaldırıp tabelaya baktı. Bütün canlılar ona boyun büktü. Yakılma hakkımı kullanma yaşıma geldiğimde Göçmen Kuşlar Kasabası’ndan ayrıldım. Kendimi anlayabilmek için felsefe öğretmeni oldum. Ama daha da karışık ve kördüğüm oldum. Adım Vefa.
Yazarın (Metin Akdeniz) bir önceki romanı olan “Dramatik Buluntular”da yer almak istiyordum. Almamıştı beni o sözcükler ovasına, bu yüzden kırgındım ona. O romandaki esas oğlan Taylan ile yakın arkadaş hatta yoldaştık. Benim kırıldığımı anlamıştı Sayın Akdeniz. Ama söz vermişti, yeni kitabının en hüzünlü çocuğu ben olacaktım. Ben bütün hüzünlü çocukların toplamıyım. Sözünü tuttu, minnettarım ona. İki yıl boyunca sözcükler ve hisler evreninde parçalanışını ve dağınık parçalardan anlamlı bir bütüne dönüşünü izledim onun. Masasının üzerinde, karalama kâğıtlarının arasında, kaleminin mürekkebinde biriktirdiği kederleri düşünceye dönüştürüşünü izledim.
En sonunda bitirmiştik kitabı. Sıra kitabın ismine gelmişti.
Çok zorlandık isim bulmakta, yazma süreci bittikten
ve son sayfaya son kelimeyi yazdıktan aylar sonra, geldi,
sessizce yanımıza oturdu: “Bükülen Kıyıların Çağrısı.
“Bükülen Kıyıların Çağrısı” sevgili yazarım Metin Akdeniz’in bir şiirinin ismiydi. Çok sevmiştim o şiiri. Kitap boyunca zihnimde çakan çağrılarla yürüyüşlere çıktım. Her yürüyüşün sonunda anıtlaşan tutkular ve romantik yıkıntılarla karşılaştım. Çağrılar, elimden tutup düşler evrenine götürdü beni. Romanda gerçek ismimin kullanılmasını söyledim; Vefa. Peki ya diğerlerininki? Onların da öyle, gerçek: Nisan, Lavinya, Rüya, Eylül, Sinan, Aysel, Mümtaz, Nazlı… Hepsi de şiirsel isimler, öyle ki bir romanda bir araya gelmeleri tılsımlı tesadüfler yumağıdır. Sayfalar boyunca uçuşan o şeyler kol kola girmiş düşlerle gerçekliğin şöleniydi… Bazı şehirleri gizledik. O şehirler kurşuna dizilmiş öykülerle doluydu. İncitmedik onları. Onlara Ö. Şehri ve Büyükşehir gibi isimler verdik.
Yazarıma “arka kapak yazısını ben seçebilir miyim?” dedim.
Sağ olsun yine kırmadı beni. Kimseyi kırmazdı Sayın Akdeniz.
Arka kapağa şunu yazdık:
“Doğa, hiç beklemediğimiz anlarda ya da sıra dışı olaylarda, içimizdeki notaları eksik olan senfoniye eşlik eder ve bütün orkestrasıyla katılır. İşte o an insanlar dünya sözcüklerinin tehlikeli ve çok anlamlı sınırlarını terk edip birbirleriyle yürekleriyle konuşmaya başlarlar. İnsanların çok sık yaptığı bir şey değildir bu. Çünkü ‘yüreğiyle konuşma’ yirmi birinci yüzyılın bir geleneği değildir.”
Ben Vefa, sevgili yazarımın yarattığı bir roman karakteri yani kurgudan ibaret değilim, tamamen gerçeğim. Benim ve diğerlerinin bütün hikâyesi gerçek. Yazarım kendini de dâhil etti kitaba, benimle günlerce söyleşti, dertleşti, yaşadığım şehirlere gidip oralarda dolaştı, rüzgârlarla ve bulutlarla konuştu, sokaklardan imge topladı, zaten başka türlü olmazdı ki karakterler her ne kadar gerçek olsa da bütün anlatı ve sözcükler ormanı onundur. Ona ne kadar teşekkür etsem azdır içimdeki sonsuz çölü sözcüklere dönüştürdüğü için.
Şimdilik Hoşça kalın,
belki bir gün başka bir romanda yeniden buluşuruz. Kim bilir!
intiharlar, sevgilim; en kolay kurtuluş yolu değil midir? en kolay unutma yolu, en kolay avutma yolu. en güzel kavuşma yolu... bugün kuşlar gibi uçabileceğime inandım sevgilim, kanatlarım yoktu, kırmışlardı belki ama umudum vardı. kuşlar gibi uçabilirdim. hem ben alışıktım karanlıkta olmaya. bir mezarın altı fazla gelmezdi bana. az kalmadım karanlık odalarda, kilitli banyolarda. koltukların arkasında gizlenmedim az. sonra gizlendiğim yerden çıkardılar sevgilim. izler, morluklar, kısacık saçlar hediye ettiler bana. en önemlisi, bir kuş olduğumu fark edip, uçamayayım diye kanatlarımı kırdılar. bazen dayanamazsın sevgilim, bazen olmaz canımın içi. gideceğin doktorların, alacağın ilaçların bir sonu, kurtuluş yolu olmadığını bilirsin. yine de aptalsındır, umut edersin. ben hiç etmedim sevgilim, hiç olmadı umudum. o ilaçları hiç almadım, o doktorlara hiç gitmedim. kırık kanatların için yazılan ilaçların faydası var mıdır? kanatların geri gelmez ki canımın içi. o kanatlar artık yoktur, kanatlarım uzun zamandır yok sevgilim. olmayınca zorlayamazsın, olmayınca başaramazsın. o inanılan mutlu son, yoktur sevgilim. kırık kanatlarla yaşam mücadelesi vardır. benim yaşam mücadelem buraya kadardır belki. bana darılma canımın içi, gönül koyma. her yaşamın mutlu sonu olmaz. çünkü o yaşam, bazen hiç başlamaz.
"ben doğdum ve annesinin sevmediği küçük bir kız çocuğuydum. ben büyüdüm fakat her yaş aldığımda kırıldığım parçalar kaldı senelerimde. bazen hüzünlerim, bazen kırgınlıklarım, bazen üzüntülerim, bazen beklentilerim. ben büyüdüm, benim büyüdüğümü söylediler ve ben tek kelime konuşamamışken beni bir dört duvar arasına sıkıştırdılar. ben intiharı düşünen bir evsizim, ben her gün sevmediği işine giden memnuniyetsizim, ben bir katilin tutunduğu son umudum, ben kalabalığın ortasındaki yalnızım. ben sonu gelmeyen sayılar dizesinden yalnızca sıfırım, kullanılır ve atılırım. ben ölen çocuğuna ağlayanım, ben kuşlar arasındaki kanadı kırığım, ben yığınla kağıt arasında sona sıkıştırılmış bir şiir ağıtıyım. bayım, ben tüm tükenmişliği yüreğimde toplayan on yediyim. yaşım on yedi, ben bu yüklerimle ne geçmişimi unuturum ne de geleceğime umutla bakarım."