Tumgik
#Yedikule
kerem-ay · 3 months
Text
Tumblr media
Yedikule Zindanları
2 notes · View notes
Text
Tumblr media
Yedikule Fortress in Constantinople, modern-day Istanbul, Turkey
French vintage postcard, mailed to Ostende, Belgium
3 notes · View notes
tukelman · 2 years
Text
Tumblr media
Cat
18 notes · View notes
civihasantwo · 2 years
Text
Tumblr media
5 notes · View notes
coffeenewstom · 1 year
Text
Athener Kaffee-Tagebuch: Thessaloniki - Stadtmauern
Ein überaus dankbares Fotomotiv in Thessaloniki sind die Stadtmauern. Zumal davon noch jede Menge übrig ist den mühsamen Aufstieg überspringe ich mal, den dort besuchten Orten widme ich mich morgen noch einmal, damit wir uns heute ungestört dem historischen Bauwerk widmen können. Außerdem überspringe ich ermattet einen Teil der Wanderung und halte ein Taxi an und lasse mich von einem orts- und…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
erdalkurtulus · 1 year
Photo
Tumblr media
Istanbul Kara Surları Restore Ediliyor.. Müthiş bir gezi ve değerlendirme toplantısı oldu.. Emeği geçen herkeze çok teşekkür ederiz.. #YedikuleGazhane #BELGRADKAPI #MEVLANAKAPI #IBB #IBBMiras #Yedikule #turoyd #loophotelbosphorus #IstanbulRoyalHotel #tourism #holidays #surici #traveligram #travelphotography #travelblogger #picstagram #traveltheworld #travellers #designedbyerdal #photobyerdal #videobyerdal #erdalskitchen #sharkdiver #travelgram #discover #JustGoShoot #InstaGood #Hotel_Gazetesi #turizmaktuel #turkiyeturizm (Zetinburnu Belgrad Kapı) https://www.instagram.com/p/Cn5DqXdqZev/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
ozyurttesisat · 10 months
Text
Yedikule Mahallesi Tesisatçı & Su Tesisatçısı
Yedikule Mahallesi Tesisatçı Su Tesisatçısı Yedikule Mahallesi Tesisatçı Su Tesisatçısı Yedikule Mahallesi Tesisatçı & Su Tesisatçısı 0545 641 1018 #Yedikule Mahallesi Tesisatçı #Yedikule Mahallesi Su Tesisatçısı #Yedikule Mahallesi Tesisatçı #Yedikule Mahallesi Su Tesisatçısı #Yedikule Mahallesi Sıhhi Tesisatçı #Yedikule Mahallesi Tesisat Servis Araçlarımız ile 7/24 Su Tesisatçısı – 0545 641…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
lascitasdelashoras · 7 months
Text
Tumblr media
Jack Birns - Yedikule, İstanbul,1950
32 notes · View notes
etheromanie · 5 months
Text
"gözün görevinin görmek değil, hakikati görmek olduğunu söyleyen alim aklına geldi. hakikati gören gözün başka hiçbir şey görmesine gerek yoktu. yedikule kahini'nin yegane gözüne de bu şekilde perde indi. ama kör olmasına rağmen hiçbir şey görmüyor değildi. gözlerinin ona gösterdiği yegane şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı. tıpkı sessizliği dinleyen eflatun gibi, kahin sustu. belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu."
13 notes · View notes
kitabice · 2 months
Text
Tumblr media
Yedikule Gazhane’de muazzam bir değişim var😎açılınca harika olacak
2 notes · View notes
Text
Tumblr media
20.01.2024 KATATONIA KONSERİ (ZORLU PSM)
2006 yılında kuzenlerimin tavsiyesi ile dinlemeye başladığım “Katatonia” yolculuğum beni grubun peşinden yurtdışındaki birçok şehir dahil olmak üzere çeşitli yerlere sürükledi. Grubun geçirdiği hemen her dönemi ayrı ayrı severim. İlk dönem Doom/Death soundlu “Katatonia” grubun en sevdiğim periyodları arasında olmasına rağmen (Grupla tanışma anımdan sonra sürekli olarak ilk albümlerini takıntılı bir şekilde dinlerdim). Anksiyete ve panik atak rahatsızlıklarını yoğun olarak yaşadığım 2006-2009 arası dönemde kuvvetli bir bağ kurduğum “The Great Cold Distance” albümü, evden çokta fazla uzaklaşmak istemeyen bana, gerçekten müthiş gelmişti. 2009 yılında “Night Is The New Day” albümü ile barlarda gecem gündüzüme girmiş, 2012 “Dead End Kings" ile kendi çıkmaz sokaklarımda kaybolmuş, 2016 “The Fall of Hearts” ile kalbim sanki çalışmayı durdurmuş, 2020 “City Burials” ile bütün şehir üstüme çökmüştü… “Katatonia” bendi. Ben “Katatonia”…
2009 da Barcelona konserlerinde grupla tanışma imkanım oldu. Fred ve Mattias Norrman kardeşleri son gördüğüm konserdi. Peşlerinden, ilerleyen yıllarda çıkardıkları albümlerin turneleri kapsamında Londra ve Viyana konserlerine katıldım (o zamanlar işim dolayısıyla daha fazla seyahat edebiliyordum). Gençliğin verdiği heyecanla konser sonlarında o güvenlikle kavga, bu menajerle gürültü, şu organizatörle patırtı… bir şekilde kendimi “Katatonia” kulislerine groupie gibi atıyordum :)
Tumblr media
“Katatonia” benim için her zaman özel bir yerdeydi. Yıllar içerisinde geçirdikleri dönemler sonucu grup, büyümeye hep devam etti. Onlar yaşlandı, ben de onlarla beraber yaşlandım. Geçtiğimiz Ekim ayında yine Viyana’da eşimle birlikte kendilerini izleme fırsatı bulduk. Evet Anders yoktu (ailevi sebepler diyorlar). Evet çok fazla altyapı kullanıyorlardı, mekan yetersizdi (Arena Wien aslında geniş bir açık alanı olan bir yerdir ama orayı açmayıp insanları “Paradise lost”, “Katatonia”, “Harakiri For the Sky”, “Kanonenfieber” gibi kafa grupları olan tek günlük bir festivalde içeriye tıkıştırmışlardı). Ama olsundu, onlar “Katatonia” idi ve onları dinlemek benim için her zaman apayrı bir zevk olacaktı. Buradaki hikayeleri, 2006 Yedikule konserlerini, yine 2006 parkorman ve sonrası yurt dışı, yurt içi diğer konserlerini belki başka bir zaman anlatırım ama artık günümüze gelelim..
Zorlu Center, iyi ses sistemi ve geniş alanı ile öne çıkan bir mekan olmasına rağmen ben hiçbir zaman oraya ısınamadım. He rşey çok temiz, gıcır, belki plastik.. Parlak yer taşlarında ayağın kayarken kendini uzay boşluğunda gibi hissedersin öyle bir yer işte. Avm ışıkları üzerime vururken konser moduna plastik bardakta içtiğim birayla (?) girmeye çalışıyorum. Dışarıdaki amfi bölümünde arkadaşlarla hoş beş ediyoruz, yürüyen merdivenlerden aşağıya iniyoruz, Gucci, Prada alışverişimizi yaptıktan sonra beyefendiler biletlerimizi alıp bizi içeriye buyur ediyorlar falan… Benim gibi bir metal müzik dinleyicisi için aslında saçma sapan bir yer… Neyse şakası bir yana eşim dahil bir çok insan rahat ediyor bu g��zel bir şey. Çeşitli mekan alternatifleri her zaman gereklidir. Merch standına şöyle bir baktıktan sonra yer olmayan dolabımda bir tane daha Katatonia tişörtüm olsun mu? Olmasın diyerek içeriye geçiyoruz.
Kalabalık bir seyirci var. “Katatonia”nın Türkiyedeki kitlesi her zaman yoğun oldu. Son yıllarda yaşadıklarımız “Katatonia”nın ve Bağcılar, Esenler, Esenyurt toplamı kadar nüfuslu İskandinav ülkesi gruplarının müziğiyle uyum içerisinde gittiğinden artık daha da kalabalığız (Bazen düşünüyorum o memleketlerde yaşayan genç yaşlı herkes müzisyen olsa gerek diye neyse…). İçerideki barlar bu sefer iyi çalışıyordu, ben bir sıkıntı yaşamadım. Fiyat konusunu geçelim… İçkimizi, biramızı kapıp sahnenin sol tarafında yerimizi aldık. Bereket yanımdaki arkadaşlarım ve önümüzde duran Gandalf abi uzun boylu insanlardı, çok fazla dikkat çekmedim. “Göremiyoruz” (Ben gitsem full hd ye geçecek problem benim..) bıdı bıdıları yaşanmadı.
“Katatonia” sahneye bu turnede Austerity ile yıldırım gibi çıkmayı hedefliyor ama ilk şarkının azizliği seste sürekli yaşanan bir problem olduğu için bazı sıkıntılar oluyor. Albüm kaydını dinlerseniz eğer hiç affetmeden cayır cayır şarkıya girdiklerini duyarsınız. Konserde de bu etki hedeflenmiş ama şarkı akarken adaptasyon anlamında önce bir bocalıyorsunuz sonrasında ha oturdu ha oturacak derken “Katatonia” zaten seyirciyi içine bi noktada çekmiş oluyor. Bu durumu aslında olumlu bulduğumu söyleyebilirim. Günümüz (her şeyin çok profesyonel olarak yaşandığı) müzik dünyasında bu “amatör” hissiyatlar konuya nostaljik havalar katmıyor değil.
Konser, yeni albüm ağırlıklı olarak başlayıp devam ediyor. Aralarda bir önceki albümlerden iyi seçilmiş şarkılar konmuş. Hemen hemen Viyanada dinlediğimiz setlistlin aynısıydı. “Katatonia” artık “Viva Emptiness” döneminden önceki albümlere inmiyor. Bunu da zaten bu turnede son şarkıda “Evidence” ile yapıyorlar. Bu şarkının sona konması çok hoş bir detay. Testi geçtik ve bu bizim için çok iyi evet. “Katatonia” seyirciyle iyi iletişim kurabilen bir grup. Jonas bu işi her zaman iyi kotardı, devam da ediyor. En azından sahnedeyken bir sıkıntı yok. Sahne arkasında ise konforlarına fazla düşkün hale gelmişler, olur böyle şeyler, shit happens!
Tumblr media
Sound anlamında “ses her yere eşit dağılmıyor” yorumları aldım. Buna katılıyorum. Akustikle ilgili bir problem var. Belki arka tarafın ayrı bir sahne olması ve aranın açılması bir problem yaratıyordur. “Anathema” ve başka gittiğim konserlerde arka taraf kapalıydı diye hatırlıyorum. Koltukların olduğu yer ve aşağısı (muhtemelen sahne?) kalabalık seyircili konserlerde insanlara tahsis ediliyor. Belki bunun çözülmesi gerekir tam bilemedim. Sonlara doğru hoparlörlerden “cazur cuzur” sesler de geldi (herhalde soğuk kuzey rüzgarlarına dayanamadı sistem…). Anders yokluğunda ikinci bir gitar kullanmak yerine “Katatonia” altyapıya yükleniyor. Umarım geçici bir çözüm olarak kalır. Davulcu 2. Daniel (önceki davulcu Daniel Liljekvist ten sonra ısınamadığım, antipatik görünüşlü nerd.) işini hakkıyla yapıyor, bassçı Niklas’ı herhalde ben çok duyamadım bir yorumum yok. Eski bassçı Matthias da bu da gayet zıpır tiplerdi severim kendilerini (Niklas, Ankara konserinde önceden görüşmemize rağmen adımı bilmediği için sahne arkasında bana “Hey London!” diyerek gülmüştü…). Jonas gerçekten profesyonel iş çıkarıyor (Bu seferki seyirci nutukları iyiydi, Viyana'da hafif saçmalamıştı. Konsere özenle hazırlanmış. Memnunda kalmış gibiydi.). Kısıtlı sesini gerçekten çok iyi kullanmayı bilen ve zamanla geliştiren bir adam. Gitarist Roger ise back vokalleri dışında gayet iyi diyebilirim. Aralardaki bağırışları hakikaten bağırıştı yani ve son derece anlamsız, kötüydü.
“Austerity” ve üzerine “Colossal Shade” bir “Katatonia” konserini güzel açan iki peşisıra şarkı. Sound oturduktan sonra çok keyifli geçti. Son albümleri “Sky Void Of Stars”ı bir önceki “City Burials” tan daha çok sevdim. Şehrin cenazelerinden bir tık çıktım, yıldızlara baktım, kaybettiğim insanlarımı andım, yolumu bulmaya çalıştım vs. (Konser tanıtımında bu tarz güzel bir yazı çalışması yapan arkadaş var, seninle tanışmak istiyorum yiğidim.). Sound ve beste olarak çok daha oturmuş, çok daha “Katatonia” olmuş bir albüm. Lethean her zaman büyük çoşkuyla çalınıyor ve seyirciye iyi geliyor. “Flicker” benim kişisel favorilerim arasında yer almaz ama gayet başarılı çalındı (En azından tuvaletten duyabildiğim kadarıyla). “Dead Letters” artık bir klasik olma yolunda ilerlerken yine yeni albümden “Opaline” dinliyoruz. Burada setlist ve konserin havası biraz bozuluyor. Noluyo ya türkü programı gibi acının akabininde eller havayamı yapıyoruz hissiyatları gelmiyor değil (ama böyle şeyler lazım...). “Forsaker” ve üzerine “Buildings” bize bütün İskandinav (hatta biraz karşıdan post sovyet betonları arasından kurtulup gelen) soğuğunu, depresifliğini, yaşatıyor. Yıkım etkisi burada yaşanmıştır ve evet uzun bir koridor geçilip iki tane yürüyen merdiven çıkıldıktan sonra sigaraya çıkılabilmiştir.
“Decima” ve sürpriz “Racing Heart” zannediyorum biraz soluklandırıyor, duygu durum değişiklikleri aman şarabımı çanağıma koyayım derken “Nephilim” tekrardan üzerimize karanlığı çekiyor. Altyapı kullanımı, Anders yokluğu, zaman zaman çatırdayan ses, sürekli her yerden telefonlarını kaldırıp konseri telefon çekimlerinden izlemeni sağlayan bir yığın “izleyici” faktörü (Eh ben de aralarındayım artık ama azaltmaya çalışacağım. Mümkünse “Telefonsuzlaşmaya” gidelim.) vs. gibi şeyler olsa da, “Katatonia” geçirmek istediği atmosferi bir şekilde yaşatıyor. Bu açıdan gerçekten helal olsun, orada fırsatım olmadı ama buradan tekrardan tebrik ederim kendilerini… “Birds” benim çok sevdiğim buram buram “Katatonia” soundlu, tam bir konser şarkısı. Anders olsa ne öttürürdü be deyip geçiyoruz. “Atrium” sonrası “July”da tahmin edilebileceği gibi bütün seyirci gaz, tek bir ağızdan “I see the bright lights…". Gerçekten harika geçti. Dolayısıyla “Old Heart Falls” ve akabinde “Journey Throught” ile grup sahneden kısa süreliğine ayrıldı.
Tumblr media
“Behind the Blood” ile muhteşem geri dönüş ve tabiki artık bir “dark metal” klasiği olmuş “My Twin”… Burada seyircinin reaksiyonu (ve tabiki benim) görmeye değerdi. Başta dediğim gibi son şarkının “Evidence” olması ayrı bir güzel ve hüzünlü. En beton kalpli insanın bile, eğer biraz müzik seviyorsa bu kısımda gözleri dolabilir. Bizi dağıtıp sahneden indikten sonra yine grubun peşinden koştum ama adı üstüne “Zorlu” çok zorlu :) Bu sefer olmamıştı. Ben çılgınlık haklarımı kullanmıştım, artık başkalarının zamanıydı… Jonas, “Thy Business Lounge” da şarabını içsindi… Bunca sene sonunda hakkıdır, afiyet olsundu.
Son tahlilde benim için her zamanki gibi çok iyi geçen bir “Katatonia” konseri oldu. Bir takım “hayalkırıklıkları” tabiki vardı ama zaten “Katatonia” tam da bundan varolan, bunun ne demek olduğunu çok iyi anlatan, hissettiren ve dayanmak için sana güç veren bir gruptu. Hava şartları ve hissiyatlar bir “Katatonia” konseri için en mükemmel durumdaydı, hatıralarda güzel kalacak bir konserdi. Yürüyen merdivenlerden çıkıp, döner kapılardan geçtikten sonra koşa koşa “Dorock Heavy Metal”a kaçtık “Razor” ile nEFES aldık :) Bu ve diğer bütün Metal müzik organizasyonlarında emeği geçen herkese teşekkür ederim. Hakikaten zor, kolay birşey değil. Türlü bedeller ödeniyor, sınavlar veriliyor. Seyirci organizasyon el ele yürüyelim bu yolda (Kalp). Kalın sağlıcakla. Nice konserlerde görüşmek üzere🤘
Tumblr media
3 notes · View notes
Text
Tumblr media
DANONE YOĞURTLARININ #SAMATYA'DAN DOĞDUĞUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?
Sağlıklı sofraların vazgeçilmezi yoğurda Fransız olan Fransa halkına yoğurdu tanıtan kişi Osmanlı tebaasındandı. İstanbul’dan Paris’e hukuk doktorası için giden Samatyalı Aram Dökmeciyan’ın geçimini temin için teşebbüs ettiği yoğurt imalatı ve markalaştırdığı Aram Yoğurtları’nın, Danone olmasıyla neticelenen hazin hikâyesi…
Yoğurt, “derde deva, batna cila ve tertemiz bir gıda” olarak bilinir. Halis sütten imal edilmişlerinden bahsediyoruz elbette, laboratuvarlarda kimyasal zincirine takla attırılarak üretilen hormonlu peltelerden bahsetmiyoruz!
Yoğurdu pek çok millet, eskiden beri severek tüketmiş. Türkçe bir kelime olan yoğurt, diğer dillere de aynen geçmiştir. Bunu pek çoğumuz biliriz. Ancak… Yoğurdun, Osmanlı tebaasından bir Ermeni tarafından Fransızlara “zorla” sevdirildiğini, sonra bunun geri dönerek Türklere “zorla” sevdirilmeye çalışıldığını pek kimse bilmez.
Gerek Avrupa’da ve gerekse dünyanın diğer yerlerinde yoğurdun tanınmasının, çok bir geçmişi yoktur. Türklerin tepelerinde hükümet kurduğu, emirler buyurduğu toplumların, onlardan öğrendikleri faydalı şeylerin arasında, her türlü hastalığa karşı yoğurt kullanmak da vardır. Zaten bütün Batı dillerinde bu besinin adı, Türkçe yoğurt kelimesinden bozmadır. İngilizce; yoghurt, Almanca; joghurt, Fransızca; yaourt, İspanyolca; yogur, Bulgarca; yogirt, İrlandaca; iógart, Portekizce; iogurte, Romence; iaurt, Yunanca; giaoúrti bunlardan bazılarıdır.
Küçük Aram’ın Büyük İşleri
Gelelim Frenk milletine yoğurdu tanıtan şahsa… Bu kişi, Osmanlı tebaasından 18 Eylül 1866 doğumlu Ermeni Aram Dökmeciyan’dır. Ailesi, Kayseri’de ikamet ederken Sultan Abdülmecid zamanında payitahta göçerek “Canımın İstanbul Köşeleri”nden Etyemez semtine yerleşir. Samatya ve Yedikule civarında besledikleri ineklerle sütçülük ve yoğurtçuluk yaparlar.
O yıllarda Kanlıca ve Silivri yoğurtları çok meşhurdu. Samatya gibi İstanbul’un farklı köşelerinde bulunan yoğurt imalathaneleri ise ancak geçimlerini sağlayacak kadar para kazanabiliyorlardı. İnsanlar özellikle yoğurt yiyebilmek için şehrin en uzak noktalarından Kanlıca’ya geliyorlardı. Bu işin üstadı olan Kanlıcalılar, Galata frenklerine, pudra şekeri serperek yoğurt yedirmeyi bile öğretmişlerdi.
Aile, bu atmosferde rızıklarını kazanmaktayken ailenin en büyük oğlu Mihran Efendi, Galata Yüksekkaldırım’da matbaa harfleri dökümcülüğüne başlar. Bu işten büyük paralar kazandığı için soyadlarını bile Dökmeciyan olarak değiştirirler.
Mihran Efendi, mesleği sayesinde İstanbul’un matbuat çevreleriyle iyi bir münasebet kurar. Küçük oğlu Aram’ı, Venedik’e eğitime gönderir. Yüzyıl başlarında eğitimini bitiren Aram, diğer kardeşi Artin (Edouard) ile birlikte Paris’e gider. Sorbonne Üniversitesi’nde hukuk doktorasına başlar. Ne var ki babasının ölümü üzerine Türkiye’den gelen harçlıklar kesilir. Kardeşi ile birlikte büyük bir geçim sıkıntısı yaşar. Aram’ın aklına ilk gelen, birkaç inek sahibi olup, bunların sütünü ve sütten elde ettikleri yoğurdu satmaktır.
Ancak kardeşi bunu mantıksız bulur. Haksız da değildir. Zira o günün şartlarında Frenk milletine yoğurt yedirmek, deveyle birdirbir oynamaktan daha zordur. Ancak Aram, kafasına koyduğu işi yapar ve imal ettiği yoğurtları bir köşebaşında sergiler. Gelip geçene de yoğurdun faydalarına dair hayli nutuk çeker. Ancak Fransızlar, ilk defa gördükleri bu beyaz nesneye bakıp geçerler. Aslında Fransa, yoğurtla ilk defa tanışmıyordur. Frenk tarihçilerinin yazdığına göre 1542’de bağırsak enfeksiyonundan kıvranan Fransa kralı I. Françesko’nun hastalığı uzun sürünce sinirleri altüst olur. Onu taht sahibi yapan Kanuni Sultan Süleyman, bir Türk doktor gönderir. Doktor, koyun sütünden elde ettiği “esrarengiz” bir ürün vesilesiyle kralı birkaç hafta içinde ayağa kaldırır.
İşi biten doktor, İstanbul’a geri döner. Fransızlar, yoğurt mayalamayı beceremezler. Birkaç hafta sonra Türk doktorun geride bıraktığı koyun, Paris’in ayazında ölünce, yoğurt yapmaktan vazgeçerler. Yaşananlar, zaman içinde unutulur gider.
Aram, elimde kalmasın diye satamadıklarını, çevresindeki Fransızlara hediye eder. Korka korka ilk defa yoğurt tadan bu insanlar, halktan insanlardır. Üstelik sağlığa zararı olabilir diye de bir dedikodu çıktığından bir daha hediye edecek insan bulamaz.
Aram, hemen pes etmez; doğruca Paris’in ünlü Pasteur Enstitüsü ikinci başkanı ve Nobel ödülü sahibi Prof. Elie Meçnikof’a başvurur. Rus asıllı bu ünlü profesör, o dönem Frenk illerinde ağzına bakılan büyük adam olarak meşhur olmuştur ki, onun sözü tıp için olduğu kadar, insanlar için de bir senettir. Aram, itinayla hazırladığı birkaç kâse yoğurdu, Meçnikof’a ikram eder. Meçnikof’un ilgisini çekmeyi başarır. Ünlü profesör, günlerce laboratuvarda yoğurdu inceler.
Bu sırada Aram, her gün Meçnikof’a birkaç kâse yoğurt göndermeyi de ihmal etmez. Amacı, Meçnikof’tan iki satır da olsa olumlu bir yazı alabilmektir. İsteğine fazlasıyla sahip oluverir.
Meçnikof şu mealde bir rapor gönderir: “Aram’ın yaptığı yoğurdu yedim. Aynı zamanda tahlil de ettim. Sağlığa zararı olmadığı gibi vücut için faydalı ve dinçlik veren özellikleri bulunduğu kanaatindeyim.” Aram, sevinçten deliye döner. İnek ve çalışacak eleman sayısını artırır ve kâselerin üzerine Meçnikof’un raporunu âdeta marka gibi yapıştırır. Eh, faydasını da görür. Daha önce ağız burun kıvıran Fransızlar “vardır bir hikmeti” diye kapışırlar. “Aram Yoğurtları” her Fransızın sofrasında daima bulunan bir gıda maddesi olarak yerini alır. Âdeta bir moda salgını başlamıştır. Aram, talepleri karşılayamadığından fabrikasyon üretime geçer. Gün gelir 5 bin işçiyle bile siparişlere yetişemez olur.
Aram, milyonlar, milyarlar kazanır bu işten ancak Fransız vatandaşı olduğu için askere alınan oğlu İkinci Dünya Savaşı’nda ölür. Evlat acısı, onu fena vurmuştur. Çalışmaktan ve kazanmaktan keyif alamaz hâle gelir.
İmalathanelerini “Danon” isimli bir firmaya satarak Nice şehri civarında sakin bir köşeye çekilir. 1962 yılında 78 yaşında iken ölür.
Danon firmasına gelince…
Önce Aram olan markasını Danon olarak değiştirirler. Danon, firma sahibinin küçük oğlu Daniel’in Katalanca’daki kısaltmasıdır. Fakat bu isimle yapılan satışlar hızla düşer. Herkes, “Aram Yoğurtları” etiketli ürünleri aramaktadır. Şirketin aklı başına gelir ve markayı tekrar Aram olarak değiştirirler. Bu arada milyarlar harcayarak reklamlarda olayı anlatmak zorunda kalırlar. Günümüz Türkiye’sinde Fransız yoğurdu diye satılan ekşili tatlılı Danone yoğurtlarının geçmişi böyle…
3 notes · View notes
aynodndr · 7 months
Text
Tumblr media
AYDIN BOYSAN VE EŞİ SUZAN HANIM
Sevgi ve rahmetle
İstanbul’u Nasıl Bilirdiniz ?
"Ben Sıraselviler’in selvilerini görmedim ama, Şişli Sıracevizler’in ceviz ağaçlarını bilirim.
Şişli-Zincirlikuyu arasının, dut bahçeleriyle dolu olduğunu bilirim.
Şimdi Taksim’de İnönü Gezisi olan yerde, görkemli bir kışla binası olduğunu , bu kışla avlusunda İstanbul’daki futbol milli maçlarının yapıldığı tek stadyumumuz olduğunu bilirim .
Nüfusu bir milyona varmayan İstanbul’da yaşamanın rahatlığını, şehrin her yanına birkaç kuruşa tramvayla gidilebildiğini bilirim.
İstanbul nüfusunun tarihte ilk kez 1950 yılında bir milyonu aştığını bilirim.
Daha önce Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olarak bile
bir milyonu aşmadığını bilirim.
Şimdi artık Gebze’den Büyükçekmece’ye kadar bütünleşen İstanbul nüfusunun on beş milyonu aştığını bilirim.
İstanbul nüfusunun eskiden imparatorluk sentezi olduğunu, şimdi ise artık kasaba çeşitlemesine dönüştüğünü bilirim.
Her caddenin, her semtin aşçı dükkanlarıyla dolu olduğunu, her aşçıda elbasan tavadan çiçek bamyaya kadar zengin tencere yemeği çeşitleri olduğunu bilirim.
Sebze yemeklerinin yıllarca fiyatı değişmeden 7,5 kuruş, et yemeklerinin 12,5 kuruş olduğunu bilirim.
Topkapı surları dışında hemen bağların başladığını, beş kuruş verip bağın kapısından girenin patlayıncaya kadar üzüm yemeye izinli olduğunu bilirim.
Yedikule marulunun, Kanlıca yoğurdunun, Beykoz paçasının lezzetini unutmam.
At kuyruğu kılından olta yapmayı bilirim.
Samatya’dan kürekle Ahırkapı’ya girip çapari salladığımızı, istavrit çıkarsa uskumru olmayacağı için, hemen olta toplayıp geri döndüğümüzü bilirim.
Palamut yiyenlerin ağzının tadını bilmezlikle aşağılandığı zamanları bilirim.
Lezzetli ve ucuz balık bolluğu yüzünden, tutumlu insanlar çarşısı Samatya’da levrek ve kalkanların bütün olarak, nefis kılıç balıklarının ise dilimlenerek satıldığını bilirim.
Bu nedenlerle, İstanbul’un Samatya ve benzeri semtlerinde kebap denen yiyeceğin tanınmadığını bilirim.
İnsanların sanki mahşerdeymiş gibi çoğalmasıyla birlikte lezzetli balıkların iyice azalması sonucu olarak, İstanbul’da kebap istilası yaşandığını, bu nedenle İstanbul tarihini:
1- Kebaptan Önce,
2- Kebaptan Sonra olarak ikiye ayırdığımı unutmam.
Nüfus artışı yüzünden bir şehrin yoğunluğu azdırılmışsa, tarihe ve insanlara karşı bu davranışı sıfatlandırmak için ihanetin ötesinde bir sıfat aranması gerektiğini bilirim.
Hay bilemez olsaydım!"
-Aydın Boysan-
Röportaj: İstanbul Aralık 2014
Yanında çok sevdiği eşi, hayat arkadaşı Suzan hanım ve Aydın Boysan
İstanbul onları özlüyor.
Kent kültürünün yeri dolmaz değerleriydi, İstanbul'u İstanbul yapan insanlardı onlar...
Artık aramızda olmayan Boysan çiftine saygı ve teşekkürlerimizle...
3 notes · View notes
haccadi903 · 7 months
Text
Şeyma kendisine verilen demokratik hakkını kullanmış galiba di mi? Demokraside hakkı çünkü , Şeyma hesabı kapatma hakkını da kullanmış al bak bu da demokrasi..
Eskiden olsa Yedikule zindanlarında zehirlenirdi mesela.
#ne #etiketi #yahu
3 notes · View notes
burasibenimyerim · 2 years
Text
Yedikule sokaklarında arabaya yer bulmuş olmam beni çok şaşırttı. Ben bunu hak edecek ne yaptım
21 notes · View notes
erdalkurtulus · 1 year
Photo
Tumblr media
Istanbul Kara Surları Restore Ediliyor.. Müthiş bir gezi ve değerlendirme toplantısı oldu.. Emeği geçen herkeze çok teşekkür ederiz.. #YedikuleGazhane #BELGRADKAPI #MEVLANAKAPI #IBB #IBBMiras #Yedikule #turoyd #loophotelbosphorus #IstanbulRoyalHotel #tourism #holidays #surici #traveligram #travelphotography #travelblogger #picstagram #traveltheworld #travellers #designedbyerdal #photobyerdal #videobyerdal #erdalskitchen #sharkdiver #travelgram #discover #JustGoShoot #InstaGood #Hotel_Gazetesi #turizmaktuel #turkiyeturizm (Yedikule/ISTANBUL) https://www.instagram.com/p/Cn5DNjFKpZ7/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes